Türkiyenin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiyenin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Nisan 2017 Pazar

Türkiye'nin Avrupa Birligi Üyelik Süreci ve Kıbrıs BÖLÜM 1


Türkiye'nin Avrupa Birligi Üyelik Süreci ve Kıbrıs, BÖLÜM 1





Türkiye'nin Avrupa Birligi Üyelik Süreci ve Kıbrıs,

 Hasan Erçakıca

1'NCİ BÖLÜM

1.1. Türkiye'nin Avrupa Macerasının Başlaması                  

      Türkiye, daha 1800'lü yılların başında Avrupa gerçeği ile karşılaşmış, 1789 Fransız Devrimi ile Avrupa'yı saran ve Doğu'ya doğru yayılan milliyetçilik akımları ile başedebilmek için sürekli olarak yenilik peşinde koşmak, Avrupa devletlerinden yardım veya örnek uygulamalar almak, Rusya'nın güneye doğru ilerlemesini durdurmak için İngiliz-Fransız ikilisine başvurmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle Türkiye'nin Avrupa macerasının geçmişini 1800'lere kadar uzatmak ve köklerini oralarda aramak gerekmektedir. Siyasal tutumunu, bu yılların olaylarını değerlendirerek şekillendiren Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin oluşumu ile birlikte, siyasal otoritesini ülkesinin ve devletinin yüzünü batıya döndürmek için kullanmış ve O'nun yolundan yürümeye çalışanlar, ülkenin karşı karıya bulundukları bütün sorunların çözümünü batıda aramışdır.

      Bu tarihi gerçeklere karşın, bu çalışma amaçları bakımından, Türkiye'nin Avrupa ile bütünleşme sürecini, bugünkü Avrupa Birliği'nin doğuşuna kaynaklık eden yıllardan başlatmak ve bu süreci bugünkü AB'nin ortaya çıkışı ile birlikte değerlendirmek gerekmektedir.

   1.1.1. Avrupa'da Birliğe Doğru

      Artık yaygın bir şekilde tekrar edildiği üzere, bugünkü Avrupa Birliği'ne ulaşan yola, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa'daki barışı askeri güç dengelerinden daha çok, ekonomik işbirliği üzerine temellendirmek isteyen idealist düşünürlerin uyarısı üzerine çıkıldı. İki dünya savaşına neden olan kömür ve çelik üzerinde egemenlik kurmaya çalışmakla barışın sağlanamayacağı anlaşıldığından, henüz daha savaşın acıları diriliğini korurken ve belki de Almanya'nın bu birliğe karşı çıkacak gücü yeniden biriktirmesine fırsat vermeden ortaya atılan birlik fikri Avrupa'da geniş bir kabul görünce, Fransız fikir babası Jean Monnet'in planına uygun olarak Avrupa Komür Çelik Topluluğu (18 Nisan 1951) kuruldu. Bu topluluğu kuran anlaşmayı, bugün bile AB'nin çekirdeğini oluşturan Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg  imzaladılar.

      AB tarihinde " Altılar " diye anılan bu altı ülke, daha sonra işbirliklerini atom enerjisi ve ekonomik ilişkiler alanına da yaygınlaştırmak için görüşmelerine devam ettiler ve bugünkü modern Avrupa'yı kuran anlaşma olarak bilinen Roma Anlaşmasını (25 Mart 1957) imzalayarak Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu'nu (AET) oluşturmuş oldular.

      Altı Avrupa ülkesi, aralarındaki gümrük duvarlarının da kaldırılmasını ve ortak bir pazar oluşturulmasını öngören bu anlaşmayı imzalarken, onlarla ayni görüşü paylaşmayan ve Avrupa devletlerinin daha gevşek bağlarla ilişkilendirilmesinden yana olan İngiltere'nin önderliğinde EFTA (Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi) anlaşması imzalanmıştır (3 Mayıs 1960). Bir anlamda iki rakip kuruluş olarak tarih sahnesine çıkan AET ile EFTA, farklı presipler üzerinde gelişmeye çalışmışlar, buna karşın, AET'nin başarısı, daha sonra İngiltere başta olmak üzere diğer EFTA ülkelerinin de AET'ye katılmalarına yol açmıştır. EFTA'nın çözülmesi ve Avrupa birliğinin Roma Anlaşması temelinde sağlamlaştırılıp geliştirileceğinin belli olması için İngiltere'nin AET üyeliği için başvurması yetmiştir.Tarih, 31 Temmuz 1961'di.(1)

      AET, İngiltere, İrlanda ve Danimarka'nın katılımı ile gerçekleşen ilk genişmelesini, oldukca sancılı bir süreçten sonra 1973 yılında başarmıştır. 

Bu tarihten sonra ikinci genişleme 1981 yılında Yunanistan'ın katılımı ile gerçekleşmiş ve bu genişleme süreci devam ederek, günümüzde 15 üyeli, 370 milyon nufuslu ve 3,337,000 km karelik alanı kapsayan bir devletler topluluğunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.(2)

   1.1.2. Türkiye-AET İlişkilerinin  Başlaması

      Avrupa'da birliğe doğru ilerleme süreci başladığı zaman, Türkiye'de Bayar-Menderes önderliğindeki Demokrat Parti (DP) iktidarı yaşanıyordu. 

Başbakan Menderes, "her mahallede bir milyoner yaratmak" üzerine kurulu ekonomi politikasını yürütebilmek için önemli oranda borçlanma yoluna gitmiş ve iktidarının ilk döneminde, Türk toplumunun yaşam tarzını etkileyecek önemli atılımlar gerçekleştirmişti. Bu dönemde, Amerikalı uzmanların da tavsiyesi ile tarım alanındaki yatırımlara hız verildi, yeni tarım alanları açıldı, makineleşmeye önem verildi, karayolları genişletilerek kırsal kesim kapitalist ekonomiye bağlanmaya çalışıldı. Ne var ki, 1954 yılından itibaren, hava koşullarının kötüleşmesi, dünya pazarındaki tarım ürünü fiyatlarının düşmesi ve vadesi gelen dış borçlar DP iktidarına zor günler yaşatmaya başladı.

      1954 yılından sonra, ekonomik alanda sıkışan  DP iktidarı, iç politikasını sertleştirirken, dış politikasında da yeni arayışlara girmiş ve bloklararası yumuşamanın başlamasından da yararlanarak, alternatif kredi kaynaklarına yönelmeye çalışmıştır. DP iktidarı, bu arayış içinde, SSCB ile ilişkilerini bile iyileştirmeye çalışmıştır.(3)

      DP iktidarı alternatif dış kaynak arayışlarına başladığı zaman, Avrupa Ekonomik Topluluğu da tarih sahnesine çıkmaya hazırlanıyordu. Aslında AET, Türkiye için yeni bir ekonomik kaynak anlamına geliyordu.

"Bir yandan ülkenin büyük gereksinmeleri, öte yandan yeterli döviz geliri olmaması ve çabaların belirli bir plan proğrama bağlanamaması nedeniyle, ilk sıkışmalar 1953-54'te kendini hissettirivermişti. Döviz sürekli borçlanarak elde ediliyor, ancak ihracat çeşitlendirilemediğinden darboğaz giderek artıyordu. 1957'de, Uluslararası para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve o günkü adıyla Avrupa İktisadi İşbirliği (OECE), şimdiki OECD baskılarına başlamışlardı. Kemerlerin sıkılmasını, sürekli para basılmasının durdurulmasını istiyorlar ve Türkiye artık borç verilmemesi gerekenler listesine alınıyordu.Bu baskılar uzun sürmedi ve 1958'de Türkiye iflas masasına yatırıldı. Türk Lirası, bir zamanlar altın değerindeyken, ilk defa devalüe edildi ve 1 dolar 2.80 TL'den, birdenbire 9 TL'ye düşürüldü. Ardından  da  konsolidasyon  (dış  borları  dondurma  ve  ödemeleri erteleme)  görüşmeleri  başlatıldı.  

Artık  enflasyon başını alıp yürüyordu.

İşte inişin daha da hızlandığı 1959'da, AET'ye başvuru 'yeni kredi-borç kaynağı bulma' açısından Menderes'e çok ilginç gelmişti. Yeni kredilerle ekonomiyi dar 
boğazdan çıkarabildiği takdirde, eski gücüne kolaylıkla kavuşabilir ve yaklaşan seçimleri yine kazanabilirdi." (4)

      Bu gerçeğe karşın, Türkiye, AET üyeliği başvurusunu, Yunanistan'ın başvurusu üzerine gerekçeleştirdi. Türkiye, batı dünyasının Yunanistan ile Türkiye'ye eşit uzaklıkta durmak gibi bir politikası olduğunu biliyordu ve Yunanistan'ın 15 Temmuz 1959 tarihli başvurusundan tam 15 gün sonra, 31 Temmuz 1959'da, AET üyeliği için resmi başvurusunu yaptı.

      Türkiye, Yunanistan'ın açtığı kapıdan AET'ye girmeye çalışmakla isabetli bir çıkış yapmıştı ve bunun sonuçlarını kısa sürede almaya başladı. 
AET Bakanlar Konseyi, 11 Eylül 1959'da, Türkiye ve Yunanistan'ın başvurularını büyük bir heyecan ve sevinçle kabul etti. EFTA ile yarışmakta olan AET, 
Ankara ve Atina tarafından tercih edilmeyi, büyük bir başarı olarak nitelemekteydi.

   1.1.3. Türkiye-Yunanistan Yarışının Başlaması

      AET Bakanlar Konseyi, Ankara ve Atina tarafından tercih edilmeyi Londra'ya karşı bir "zafer" saymışlardı ama Türkiye ve Yunanistan'ı, hemen içlerine kabul 
etmek eğiliminde de değillerdi. Bu tutum, La Libre Belgique adlı Belçika gazetesinde, "Türkiye ile Yunanistan'ın topluluğa girmesi imkansızdır. Politik açıdan çok cazip olmasına rağmen, ekonomik ve mali açıdan büyük güçlükleri de beraberinde getirecektir." ifadeleri ile dile getiriliyordu.

      Türkiye, AET üyeliği için başvurusunu Yunanistan'ı izlemek stratejisine dayandırmanın faydalarını, daha konu AET Bakanlar Konseyi'nde görüşülürken 
toplamaya başlamıştı. Yunanistan'a oranla daha büyük ve sorunlu bir ekonomiye sahip olmasına karşın, Türkiye, batı dünyasının Türkiye ile Yunanistan'a eşit 
davranma ilkesine dayanarak ilk başarılarını elde ediyordu. AET Bakanlar Konseyi, Türkiye'nin başvurusunu kabul ederken, "Esas olarak politik yönü ağır basan Türk isteğine yollanacak yanıt, Yunanistan'a verilenin ayni olmalıdır. Türk ve Yunan görüşmeleri paralel götürülmelidir." görüşüne kabul gerekçesinde bile yer veriyordu.
      AET üyeliği için başvuru ile birlikte, bugünküne benzeyen bir Türk-Yunan çekişmesi de tarih sahnesine çıkıyordu. Daha önce Marshal yardımları ve NATO 
ile batı dünyasına bağlanan ve SSCB'ye karşı tampon görevini üstlenen Türkiye ve Yunanistan, Amerika Birleşik Devletleri'nin ustaca yardımları sayesinde çekişme olanağı bulmadan bu yardımlardan yararlanabiliyorken, Avrupa devletlerinin, o dönemde ise AET'nin iki lider ülkesi Fransa ve Almanya'nın farklı tutumları nedeniyle karşı karşıya gelmeye başlıyorlardı. AET nezdindeki Avrupa daimi delegeleri, Konsey'in direktifine uyarak, Atina ve Ankara ile paralel görüşmeler yürütmeye çalıştıkları zaman, iki ülkenin ekonomisi arasındaki derin farklılıklarla yüzyüze geldiler. Nihayet 6 Mart 1960 tarihinde toplanan AET Bakanlar Konseyi'ne bilgi veren dışilişkiler komiseri Jean Rey, gerçeği bakanlara açıkladı: "Beyler, Türkiye ile hazırlık çalışmaları, karara varabileceğiniz derecede ilerleyemedi. Ancak şimdiden sizlere, Türk ortaklığının Yunan ortaklığından çok farklı olacağını söyleyebilirim."

      Bu farklılık, Türkiye-Yunanistan çekişmesinin de başlangıcını oluşturdu. AET Bakanlar Konseyi, Yunanistan ile yürütülen araştırma görüşmelerinin 
tamamlanması üzerine, Avrupa Komisyonu'na "resmi ortaklık görüşmelerine" başlanması için direktif verirken, Türkiye'yi geride bırakmayı tercih etmişti. 
Bu gelişme, topluluğun Türk ve Yunan başvurularını değerlendirirken yaptığı saptamaya ters olmasına karşın, Türk ekonomisinin büyüklüğü ve geri kalmışlığı, 

AET'yi böyle bir karar almaya itiyordu.

      Bu durum karşısında, Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, altı AET ülkesinin Ankara büyükelçilerini makamına çağırarak azarladı. Bir elçinin, 
Yunanistan ile Türkiye arasındaki ekonomik farklılaşmaya dikkat çekmeye kalkışması üzerineyse parladı: "Ne demek istiyorsunuz? Yunanistan ile Türkiye'yi nasıl karşılaştırırsınız? Bizim gibi büyük bir ülkenin potansiyeli ile küçük bir ülkeninki ayni olabilir mi?"
      Türkiye'nin bu sert çıkışı üzerine, özellikle Almanya ve İtalya'nın çabalarıyla, yüzlerce soru işareti kafalarda dolaşmasına rağmen AET, 10 Mayıs 1960 tarihinde, "Türkiye ile araştırma görüşmelerinin tamamlandığını ve resmi müzakerelere geçilmesini" kararlaştırdı. Ne var ki, AET'nin imdadına 27 Mayıs 1960 ihtilali yetişti. 
Bu kararın üzerinden henüz daha iki hafta geçmişti ki, askerler yönetime el koydular. Roma Anlaşması, sadece "demokratik Avrupa devletlerinin" üyeliğini 
öngördüğünden, Türkiye ile ilişkileri askıya almak AET için hiç de zor olmadı ve "Yunanistan ile eşit tutulmak" isteği ile elde edilen kazanımlar Türkiye'nin 
elinden uçup gitti.(5)

   1.1.4. Kıbrıs Sorunu ve Türkiye-AET İlişkilerinin Başlaması

      Türkiye, Yunanistan'ın ardından AET üyeliği için başvururken, Kıbrıs'ta henüz daha İngiliz idaresi hüküm sürüyor, Kıbrıslı Rumlar EOKA örgütünün çatısı 
altında ENOSİS için mücadele ederken, Kıbrıslı Türkler TMT'yi kurarak TAKSİM politikası için zemin hazırlamaya, İngiltere ise ada üstündeki askeri varlığını 
koruyarak Kıbrıs sömürge idaresini tasfiye etmeye çalışıyorlardı.
      1959 yılı başında İngiltere, bir yandan AET ile ilişkilerinin düzeyini  belirlemeye çalışırken, bir yandan da Kıbrıs sorunu ile uğraşıyordu. 1 Ocak 1959'da, İngiltere AET ile anlaşmazlığa düşmüş, görüşmeler kesilmiş, İngiltere EFTA'yı oluşturma çalışmalarına hız vermiş ve Avrupa ikiye bölünmüştü. 
Bu tarihte İngiltere, ayni zamanda Kıbrıs'a yeni bir şekil vermenin telaşını yaşıyordu. Türk ve Yunan Dışişleri Bakanları Zürih'teki çalışmalarını, 
11 Şubat 1959'da  başarı ile noktaladılar ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurulmasına neden olacak anlaşmaları hazırladılar. 19 Şubat 1959'da ise, 
Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Başbakanları ile Rum toplumu adına Başpiskopos Makarios ve Türk toplumu adına Dr. Fazıl Küçük, Londra'da bu 
anlaşmaları imzaladılar. Bu tarihten sonra, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası yazılmaya ve geçiş dönemi için gerekli önlemler kararlaştırılıp uygulanmaya başlandı. 

Nihayet 16 Ağustos 1960'da Kıbrıs'ın bağımsızlığı resmen ilan edildi, İngiliz Valisi Sir Huge Foot, 17 Ağustos'ta adadan ayrıldı ve Birleşmiş Milletler 
24 Ağustos'ta Kıbrıs Cumhuriyeti'ni üyeliğe kabul etti.

      Bütün bu gelişmeler sırasında yaşanan anlaşmazlıkların daha çok Başpiskopos Makarios'tan kaynaklandığı bilinirken, anlaşmaları imzalaması için Makarios'un İngiliz ve Amerikalılar tarafından tehdit edildiği de ileri sürülmektedir. Henüz varolmayan bir devletin başı olarak Makarios, Türkiye dış politikasını etkileyebilecek durumda değildi. Yunanistan ise AET üyesi değildi ve Kıbrıs sorunu veya başka bir gerekçe ile, AET organlarını Türkiye aleyhine kullanmak olanağından yoksundu. Kaldı ki, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluş aşamasında Türkiye ile Yunanistan arasında ciddi sorunlar yaşanmadığı ve iki devletin büyük ölçüde Amerika ve İngiltere'nin istekleri doğrultusunda uyum içinde hareket ettikleri bilinmektedir. Bu aşamada Kıbrıs sorunu, Türkiye-AET ilişkilerinde herhangi bir rol oynamadı.

   1.1.5. Ankara Anlaşması'nın İmzalanması

      Türkiye bu şartlar altında, AET ülkeleri ile ortaklık anlaşması imzalama görüşmelerini, ağır aksak sürdürdü. 1959 yılından, Ankara Anlaşması olarak isimlendirilen  AET-Türkiye Ortaklık Anlaşması'nın parafe edildiği 25 Haziran 1963'e kadar geçen süre içinde, AET Komisyonu ile Türkiye yetkilileri arasında konuşulan başlıca konu, Türkiye'nin ekonomik geri kalmışlığı olurken, AET üyesi ülkeler, özellikle de Fransa ile yapılan tartışmalarda, 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ile görevlerinden uzaklaştırılan Celal Bayar, Adnan Menderes ve diğer politikacıların kaderi olmuştu. Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle, Adnan Menderes ve arkadaşlarının idamını onaylamamış ve bu durumdaki Türkiye'nin AET ile anlaşma imzalamasına kesin olarak karşı çıkmıştı. 1962 yılı, Genral De Gaulle'u yumuşatmak için harcanan diplomatik çabalara tanık olurken, bu süreçte SSCB ile ABD arasında ortaya çıkan Küba ve füzeler krizi, Türkiye'nin soğuk savaştaki rolünü bir kez daha gündeme getirdi.

      Ekonomik geri kalmışlığına ve demokrasi konusunda yaşadığı sorunlara karşın, Türkiye'nin batıya yönelişinin engellenmemesinde, soğuk savaşın önemli bir rolü vardır. Bu süreçte Türkiye, Yunanistan ile ayni uygulamaya tabii olmayı ısrarla talep ediyor ve biraz geriden olsa bile Yunanistan'ı takip etmeyi başarabiliyordu. 

Ankara Anlaşması'nın ortaya çıkmasında da bu sürecin önemli bir rolü oldu.
      Ankara Anlaşması, 25 Haziran 1963'te parafe edildi, 12 Eylül 1963'te Ankara'da büyük bir törenle imzalandı ve 1 Ocak 1964'te yürürlüğe girdi. Bu anlaşma, iki dönemi öngören bir geçiş anlaşmasıydı ve nihai hedefi Türkiye ile AET arasında gümrük birliğini sağlamaktı.

      Ankara Anlaşması'nın imzalanması sırasında İtalya Maliye Bakanı olarak AET Bakanlar Konseyi'nde bulunan, daha sonra ise İtalya Başbakanlığı ve Avrupa 
Parlamentosu Başkanlığı da yapan Emilio Colombo, Türkiye'nin Avrupa macerasının detaylı bir incelemesini yapan Mehmet Ali Birand'a, Avrupa'nın anlaşma imzalanmasına neden olan tutumunu şöyle açıklamıştı:

"Türkiye ile Ankara anlaşması ve sonradan yapılan Katma Protokol esnasında itici güç politik nedendi. NATO üyesi olan ve Sovyetlere karşı bir perde görevi 
yapan Türkiye'nin, Yunanistan'la ayrıcalı tutulmaması için (hiç değilse görünüşte) epey çaba harcandı. Anlaşmayı devamlı isteyen ve kendini sıkı sıkıya 
bağlamaya çabalayan devamlı Türkiye idi... Ve biz de hayır diyemiyorduk tabii. Tartışmalar bir yere kadar geliyor ve Türkiye siyasi ağırlığını ortaya koyuveriyordu. 

O dönem için de bu oldukca önemliydi." (6)

      Colombo'nun 1963'ü anlatmak için Birand'a söyledikleri, belki de bugün bile geçerlidir. 
      Bu süreçte Kıbrıs sorununun olumsuz değil, tam tersine olumlu bir rolü olduğunu söylemek gerekiyor. Kıbrıs Cumhuriyeti, sorunlu da olsa yoluna devam ediyordu ve Türkiye'deki 27 Mayıs rejimi, Kıbrıs'taki düzenin devam ettirilmesinden yana tavır alıyordu. Bu anlamda Kıbrıs, ne Türkiye ile Yunanistan; ne de Türkiye ile AET arasında sorun oluyordu.


1.2. Türkiye'nin AET Başvurusunun Özellikleri ve Zorlukları                   

      Daha 1800'lü yıllardan itibaren batı dünyasının bir parçası olmak için Avrupa ile bütünleşmeye ve Avrupai değerleri ülkesinde egemen kılmaya çalışan Türkiye'nin bu yolda karşılaştığı engelleri bazı sınıflamalara bağlı olarak incelemekte yarar vardır. Bu engellerin başlıcaları, ekonomik ve sosyal geri kalmışlık katagorisinde incelenebilirken, çok önemli bir bölümünü de Yunanistan ve  diğer  komşu ülkelerle olan sorunlar katagorisine dahil etmek gerekmektedir.

Kıbrıs sorunu, bu ikinci gruptaki engellerin en önemlilerinden biridir ve Yunanistan'ın Avrupa Birliği üyeliğinden sonra, Türkiye'nin AB yolunda karşılaştığı en önemli engel haline gelmiş bulunmaktadır. Bu engeleri değerlendirmeye başlamadan önce, Türkiye'nin AET başvurusunda dikkati çeken özellikleri de kısaca katagorize etmekte yarar vardır.

   1.2.1. Türkiye Başvurusunda Dikkati Çeken Özellikler

      Türkiye'nin AET üyeliğine başvurusu sırasında dikkati çeken başlıca özellikler şunlardı:
      - Türkiye'yi AET üyeliğine başvurmaya yönelten etkenlerin başında, batı dünyası içindeYunanistan'ın daha etkin bir konuma gelmesini engellemek politikası yatıyordu.

      - Türkiye AET üyeliği için başvurduğu zaman, ekonomik ve sosyal koşulları bakımından, bu üyeliğin şartlarına haiz olmamakla birlikte, o günlerdeki dünya şartları içinde, batı dünyası için taşıdığı stratejik önemi politik bir koz olarak kullanıyordu.

      - AET üyeliğine başvuru gerçekleştirilirken Türkiye, büyük ekonomik sorunlarla boğuşuyordu ve bu sorunları aşabilmek için AET'den yardım veya kredi almak amacını taşıyordu.

      - AET üyeliğine başvuran Türkiye, dış politikasını tümüyle ABD çıkarlarını korumaya ve bunun karşılığı olarak ABD'nin desteğini sağlamaya dayandırıyordu.
      Türkiye'nin Avrupa toplulukları içinde yer edinebilme mücadelesi, daha sonraki yıllarda da büyük ölçüde, yukarıda belirlenen özelliklere bağlı olarak 
gelişeceğinden, 1959 yılından beri varlığını devam ettiren bu hususları her aşamada hatırlamak, Türk dış politikasını ve Türkiye-AB ilişkilerini değerlendirebilmek bakımından yararlı olacaktır.

   1.2.2. Türkiye'nin Zorlukları

      Türkiye, AET üyeliği için başvurduğu zaman, önemli zorluklar içinde bulunuyordu. Bu zorluklar, AET üyelerini, Türkiye'ye olumlu yanıt vermekte zorlayan başlıca etkenlerdi. Özellikle teknik adamalar, bu zorluklara dikkat çekiyor, Türkiye politik ağırlığını koyduğu zaman devlet veya hükümet başkanları politik tercihlerini kullanarak Türkiye'nin Avrupa'ya doğru ilerlemesini kolaylaştırıyorlardı.

      1.2.2.1.  Ekonomik Geri Kalmışlık

      Türkiye, Avrupa ile bütünleşme isteğini ortaya koyarken, Türkiye'de kişi başına milli gelir 180 dolardı. Ayni dönemde Yunanistan'ın kişi başına milli geliri 
400 dolar, AET ülkelerinin ise 2800 dolardı. Türkiye, daha önce de açıkladığımız gibi, kalkınma hamlesini sürdürecek dövizi bulmakta zorlanıyordu, önemli bir 
dış ödemeler sorunu vardı. Dış borçları 1 milyar dolar civarındaydı ve bu borcu ödeme kabiliyetini tümüyle yitirmiş durumdaydı.

      1.2.2.2.  Sosyal Geri Kalmışlık

      1960 yılların başında Türkiye, ekonomik sorunlar kadar, önemli sosyal sorunlarla da başbaşaydı. 28 milyonluk nufusa sahip bulunan Türkiye, %3'lük nufus artış hızıyla her yıl 800 bin yeni yurttaş kazanırken, bunlara gerekli eğitim ve sağlık hizmetlerini sağlamak olanağına sahip değildi.  Toplumun %65'i tarımla uğraştığı halde, tarım milli gelirin ancak %30'nu sağlamaktaydı ve kent ile köy arasında büyük bir gelir farklılığı bulunmaktaydı.

      1.2.2.3.  Bilgi Yetersizliği

      Türkiye, AET üyeliği için başvurduğu zaman, kendi ihracat rakamlarını bile, Avrupa ülkelerinin yetkililerinden öğrenir durumdaydı. Nitekim müzakereler 
süresince üzerinde ısrarla durduğu bazı ekonomik taleplerin, aslında kendine yarar sağlamayacağı, Avrupalı diplomatlar tarafından anlatıldığı zaman, bu 
talepler geri çekilmiştir. Zaten, Türkiye'de planlama da, 1960 yılından sonra başlamış ve Devlet Planlama Teşkilatı da 27 Mayıs yönetimi tarafından kurulmuştu. 

Bu durumdaki Türk bürokrasisi, AET ile sağlıklı müzakere yürütemezken, AET'nin ne olduğu konusunda da sağlıklı bilgilere sahip değildi.  AET konusu, Türkiye'de 
hazırlanan birinci kalkınma planına da tek bir cümle ile girebilmiştir.

      Türkiye bürokrasisi, bilgi yetersiliğinin yanısıra, iç çekişmeler nedeniyle de güç kaybetmişti. DP döneminde, dış ekonomik ilişkiler Dışişleri Bakanlığı tarafından yürtüldüğü halde, 27 Mayıs yönetimi, Fatin Rüştü Zorlu'nun etkinliğini kırmak amacıyla bu görevi Maliye Bakanlığı'na veren yasal bir düzenleme yapmıştı ama eski bilgi, deneyim ve kadronun Maliye Bakanlığı'na aktarılmaması, AET ile görüşmelerde zorluklarla karşılaşılıyordu.(7)

        1.2.2.4.  Demokrasi Sorunu

      Türkiye, AET ile anlaşma yapmak isterken, Roma Anlaşması'nın öngördüğü demokratik ölçütlere de uymamaktaydı. Özellikle Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle, bu konudaki duyarlılığını sık sık dile getirmekteydi. Nitekim, Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesi üzerine De Gaulle, "büyük hayal kırıklığına uğradığını ve böyle yaklaşımdaki bir ülkenin 6'lar arasında yer almasının güç olduğunu" belirterek görüşmelerin kesilmesini istemişti.
      Bu sorun, daha sonra da Türkiye'nin başını ağrıtmaya devam edecekti. 27 Mayıs askeri müdahalesi ve siyasi idamlar, soğuk savaş ortamında sadece bir zorluk olarak ortaya çıkarken, daha sonra 12 Eylül darbesi, çok daha ciddi sorunlara neden olacak ve Türkiye ile Avrupa ülkelerinin ilişkilerini tam anlamı ile askıya alacaktı. 12 Mart 1971 müdahalesinde ise, parlamento fesedilmediği için Avrupa'nın tepkisi daha yumuşak olabilmiştir. Yunanistan'ın Avrupa ile ilişkileri de, Avrupa'nın askeri rejimler konusundaki duyarlılığından etkilenmiş ve Yunanistan-Avrupa ilişkileri 1967-74 arasındaki askeri cunta döneminde askıya alınmıştı.(8)

      Aslında  Avrupa  ülkeleri,  demokrasi  kadar insan hakları konusundaki duyarlılıklarını da çeşitli vesilelerle ortaya koymuşlardır. 

Bu konudaki duyarlılık, askeri rejim dönemlerinde ortaya konulduğu gibi, daha sonra ayrıntıları ile inceleyeceğimiz üzere, Kıbrıs'taki bazı uygulama ve sorunlar 
yüzünden de Türkiye-Avrupa ilişkilerini derinden etkilemiştir.

     1.3. Kıbrıs Sorunun Türk Dış Politikasına Etkileri              

      Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde Kıbrıs sorununun rolünü değerlendirmeye çalışırken, Kıbrıs sorununun bir bütün olarak Türk dışpolitikasına etkilerine de bir göz atmak gerekmektedir.

   1.3.1. Kıbrıs Sorununun Yeniden Gündeme Gelişi

      Kıbrıs sorunu ne zaman başladı? Tarihçiler bu soruya çeşitli yanıtlar vermektedir. Belki de bu soru, "Ne zaman bitti ki?" şeklinde yeni bir soruyla yanıtlanmalıdır. 

Tarihi boyunca, her zaman dünya siyasetinde önemli bir yer tutmuş olan Kıbrıs, çağdaş bir sorun olarak, 2'nci Dünya Savaşı'ndan sonra politika sahnesindeki yerini almış olmasına karşın, 1960'da Kıbrıs Cumhuriyeti'nin hayata geçilmesi ile farklı bir boyut kazanmıştır.

      1.3.1.1.  Türkiye'nin Kıbrıs Cumhuriyeti'ne Bakışı

      İngiltere, Türkiye ve Yunanistan'ın anlaşması ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, dünya sahnesine çıkarken, Türkiye, askeri bir darbe yaşıyor ve Demokrat Parti iktidarı yerini, Türkiye'nin 2'nci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün etkisindeki askerlere bırakıyordu. İnönü'nün başbakanlığında yaşanan geçiş devresinde, 
Türkiye Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yaşatılmasından yana tavır koyarak, Kıbrıs adasının en sakin iki yılını geçirmesine katkıda bulunuyordu.
      Ne yazık ki, bu sakinlik uzun sürmedi, Kıbrıs sorununun emperyalizmin bir ürünü olduğunu ileri süren görüşlere karşın, enosis yanlısı Rumlar ile taksim yanlısı Türklerin kişkırtmaları ile 1963 Aralık ayında, toplumlararası çatışmalar yeniden başladı. Böylece, Kıbrıs sorunu, çok kısa bir aradan sonra yeniden gündeme gelmiş oldu.

      1.3.1.2.  Rum Yönetiminin Kıbrıs Hükümeti Olarak Tanınması

      Aralık 1963'te başlayan Kıbrıs olaylarının, etkisini günümüze kadar devam ettiren en önemli yanı, adaya Birleşmiş Milletler Barış Gücü gönderilebilmesi için, 4 Mart 1964 tarihinde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından alınan 186 sayılı karardır. Bu karara göre, Birleşmiş Milletler, Kıbrıs'ta akan kanı durdurmak için adaya asker gönderecek, ilgili hükümetler de bu çabaya destek olacaklardı. İlgili hükümetler sayılırken, Kıbrıs hükümetinden de söz edilmişti ve bu tarihten başlayarak Makarios başkanlığındaki Kıbrıs Rum Yönetimi, BM tarafından resmi Kıbrıs Cumhuriyeti hükümeti olarak muhatap kabul edildi. Bu tutum günümüze kadar devam etti ve Kıbrıs sorununun gelişimini, Kıbrıs-AB ve Türkiye-AB ilişkilerini yakından etkilemeye devam etti.
      Böylece, Kıbrıs sorununun bu yeni evresinde, Rum tarafı, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yasal temsilcisi olarak tanınmanın verdiği olanakları kullanırken, buna karşılık Türk tarafı, adanın Türkiye'ye olan yakınlığı nedeniyle, askeri müdahaleyle ve bazan de askeri müdahale tehdidi ile Kıbrıs Türklerinin adadaki etkinliğini korumaya çalıştı.

      1.3.1.3.  Türk Dış Politikasında Çok Yönlülük Arayışı

      Kıbrıs sorunu, bir dönem için Türk dış politikasının, batının yanısıra, bağlantısızlar ve sosyalist blok içinde destek bulma arayışlarına yönelmesine de yardımcı olmuştur. 1964 bunalımı sırasında, Türkiye'nin adaya yapmayı tasarladığı askeri harekatın, ABD Başkanı Johnson tarafından, Türkiye Başbakanı İnönü'ye gönderilen bir mektupla engellenmesi, bu arada, BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi'nin sürekli olarak Rum-Yunan tezlerini benimseyen tutumlar takınmaları, Türkiye'yi Bağlantısızlar Hareketi üyesi devletler ve Sovyetler Birliği nezdinde girişimler yapmaya da zorlamıştır. Bağlantısız ülkeleri etkilemek için pekçok Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkesine yapılan ziyaretlerin olumlu sonuçlar vermemesi üzerine bağlantısızlarla ilişkiler kısa sürede eski haline dönmüş olmakla birlikte, özellikle 1965-70 yılları arasında SSCB ile iyi ilişkiler geliştirilmiş ve bu ilişkiler batı dünyasına karşı bir tehdit olarak kullanılırken, SSCB'nin ekonomik yardımlarından da yararlanılmıştır.

     Türkiye'nin bu çabaları, Türkiye'nin AET ile olan ilişkilerini de etkilemiş ve Türkiye'yi SSCB'nin kucağına itmek istemeyen batı bloku, çoğu zaman gönülsüz 
olarak, Türkiye'nin AET ile bazı anlaşmalar yapmalarına olanak tanımıştır.

      1.3.1.4.  1974 Harekatı'nın Siyasal Sonuçları

      1974'te, Kıbrıs Rum toplumu içindeki görüş ayrılıklarından kaynaklanan askeri darbe sonunda, Makarios yönetiminin devrilmesi ve bu darbenin Kıbrıslı Türkler için de ciddi bir tehlike oluşturması üzerine gerçekleşen etkili bir askeri çıkarma ile adanın yüzde 34'lük bölümü Türk Ordusunun kontrolü altına girdi, Türk nufus kuzeyde toplanırken, 200 bine yakın Rum güneye göç etti ve ada fiilen ikiye bölündü. Buna karşın, sorunla ilgili siyasi durumda fazla bir değişiklik olmadı, Birleşmiş Milletler Örgütü, diğer uluslararası kuruluşlar ve hükümetler, Rum yönetimini resmi Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti olarak tanımaya devam ettiler. Bu arada Türkiye, çeşitli BM kararları ile askerlerini adadan çekmeye davet edildi. BM kararları, daha pek çok uluslararası örgüt gibi, Avrupa Birliği'nin sözkonusu tarihlerdeki biçimi olan AET ve AT organları tarafından da teyid edildi ve benimsendi. Bu kararlar AET, AT ve AB'nin Kıbrıs sorununa bakışının da temelini oluşturdu.

   1.3.2. Türk Dış Politikasının Milliyetçi  Bir Karekter Kazanması

      Kıbrıs sorunu, Türk dış politikasının milliyetçi temeller üzerinde yükselmesine de önemli etkilerde bulunmuştur. Bu etki, günümüze kadar devam ettiği gibi, Türkiye'de hakim anlayışlara muhalefet eden grupları bile etkilemiş ve sol parti ve gruplar bile, dış politikada milliyetçiliğin etkisinden kurtulamamıştır.

      1.3.2.1.  Dış Politikada Milliyetçi Etkinin Yoğunlaşması

      Türk dış politikası, 1960 yılına kadar, körü körüne batı yanlısı bir çizgide seyretmesine karşın, 1964 yılında yaşanan Küba krizi ve hemen ardından gelişen Kıbrıs sorunu nedeniyle milliyetçi bir çizgiye oturmuştur. Bu etki, kendini sol parti ve gruplar içinde de hissettirmiştir. 1964 olayları sırasında TBMM'de temsil edilmekte olan Türkiye İşçi Partisi, başlangıçta, "Mısak-i Milli hudutları dışında bir davamız olmamalıdır" mantığı ile hareket ettiği halde,daha sonra tutum değiştirdi ve Kıbrıs sorunu nedeniyle kamuoyunda doğan anti-amerikan duyguları da kullanarak etkinliğini artırmaya çalıştı.(9)

      Kıbrıs sorunu, Türkiye hükümetlerinin her türlü politikasına karşı çıkan ve silahlı bir devrimle Türkiye'yi sosyalist bir devlete dönüştürmek isteyen radikal 
gençlik hareketlerini bile etkilemiştir. 1967 yılı Kasım ayında, Geçit kale olaylarının küllerinin üzerinde henüz daha dumanlar tüterken, Türkiye'de montaj sanayine karşı çıkarak veya özel yüksek okullarının devletleştirilmesini isteyerek yürüşler ve boykotlar düzenleyen Dev-Genç üyesi gençler, sloganları arasında Kıbrıs sorununa da yer vermekteydiler.  "22 Kasım'da, Beyazıt Hürriyet Meydanı'ndan 'Kana Kan İsteriz', 'Gönüllü Askeriz, Harp İsteriz', 'Atina'da Buluşalım' sloğanlarıyla başlayan öğrenci yürüyüşü, Ayasofya, Sirkeci, Eminönü, Tophane üzerinden Dolmabahçe'ye gelir. Buradaki bir Amerikan motorundan Amerikan bayrağı sökülüp alınır. Yürüyüş Gümüşsuyu üzerinden Taksim'e doğru ilerler ve Beyoğlu girişinde polis ve askeri inzibat tarafından durdurulur. Bu arada, motordan Amerikan bayrağını alan ve sonra da yakalanan gençlerden Deniz Gezmiş, Uğur Büke ve Aşık İhsani tutuklanır."(10)
      Türk dış politikasındaki bu milliyetçi etki, bugün de sürüp gitmektedir ve Türkiye'nin Kıbrıs sorunu ile ilgili tutumu kadar, AB ile olan ilişkilerini de büyük 
ölçüde belirlemektedir.

      1.3.2.2.  Dış Politikanın İç Politikaya Bağımlı Hale Gelmesi

      Türkiye Hükümetleri, taşıdıkları sorumluluk nedeniyle, dış politikaya hakim olan milliyetçi çizgiden taviz verme eğilimi taşımalarına karşın, özellikle muhalefet çevreleri, kamuoyunun bu eğilimini kışkırtarak hükümetleri sıkıştırmakta ve Türkiye'nin dış politikasında katılaşmaya neden olmaktadırlar. Dr. Melek Fırat, Kıbrıs sorununun Türk dış politikasında yaptığı birinci değişik liğin, Türkiye'nin yalnızlığını anlaması olduğunu belirtirken; ikinci değişikliğin ise, "Kıbrıs sorununun ulusal bir deva olarak benimsenmesi üzerine, Türk  kamuoyunun  dış politika konularını tartışmaya,biranlamda hükümet üzerinde  baskı  oluşturarak  dış  politikayı  yönlendirmeye  başlaması" olduğunu belirtmektedir.(11)  Böyle bir değişikliğin Türkiye'nin dış politikasına ne kazandırdığı ise açıkca ortadadır: Kamuoyu baskısı, milliyetçi duyguları körükleyerek hükümetleri köşeye sıkıştırmaya çalışan sağ ve sol muhalefet partilerinin varlığı, hükümetleri, dış politikada adım atamaz duruma getirmiştir.

     1.4. Kıbrıs Sorununun Avrupa'daki Yansımaları                  

      Kıbrıs ve Kıbrıs sorunu, Türkiye kamuoyu  ile birlikte Türkiye'nin iç ve dış politikasını da etki altına alırken, dünya ve bu arada bu çalışmanın başlıca öğelerinden birini oluşturan Avrupa'yı da etkilemekteydi. Kıbrıs'la yakından ilişkili olan İngiltere ve Yunanistan, Avrupa uluslar ve devletler ailesinin önemli iki üyesi durumundayken, farklı zamanlarda ve farklı biçimlerde de olsa, Avrupa Birliği'nin tam üyesi durumuna gelmişlerdir ve Kıbrıs sorunu ile ilgili tavırlarını Avrupa Birlği organlarında veya Avrupa-Türkiye ilişkilerini etkileme olanağına sahip olan Avrupa Konseyi gibi kuruluşlarda da devam ettirmektedirler.




***


17 Haziran 2016 Cuma

Türkiye’nin Gelecek Üç Yılı Üzerinden 2023’ü Hayal Etmek



Türkiye’nin Gelecek Üç Yılı Üzerinden 2023’ü Hayal Etmek

Yazar: Ümit Özdağ
18 MART  2014 SALI

14 Mart 2003 gecesi Habertürk’de katılmış olduğum Teke Tek programında o gün başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı ile ilgili görüşümü soran Fatih Altaylı’ya Başbakan Erdoğan’ın “ulusal güvenlik risk faktörü” olduğunu söylemiştim. Erdoğan’ın düşüncelerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik, dirlik ve hatta mevcut sınırları içinde varlığı için tehdit oluşturduğunu düşünüyordum. Ulaştığımız noktada ne yazık ki endişelerimde haklı olduğumu görüyorum.  

2003 yılında yazdığım bir yazıda Türkiye’nin en uzun on yılına girdiğini kaydetmiştim. Bu tespitimi daha sonra ki yıllarda değişik vesileler ile “Cumhuriyet’in en uzun on yılından geçtiğini” ifade ederek söyledim ve yazdım. Cumhuriyetin en uzun on yılı tespitini, Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. Yüzyılını anlatan “İmparatorluğun en uzun yüzyılı” adlı kitabından esinlenerek yapmıştım. 2014 başı itibarı ile Türkiye Cumhuriyeti en uzun on yılını tamamladı. Bu on yıl içinde hayal bile etmesi zor şeyler oldu. On yıl hatta beş yıl olsa “şöyle olacak” diyeni Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine sevk ettirtecek şeyler gerçekleşti. Bunlardan bazılarına bakalım.
Ege’de bazı adalarımız Yunanistan tarafından 2004 sonrasında işgal edildi. Önce kimse farkına varmadı. Sonra ortaya çıktı. İzmir’in Koyun Adası ile Venedik Kayalıkları. Aydın’ın Hurşit, Fornoz, Eşek, Nergizçik, Bulamaç  Adaları. Muğla’nın Kalolimnoz, Keçi, Sakarcılar, Koçbaba, Ardacık Adaları ile Girit Adası’nın etrafındaki 5 Türk Adası, 2004 yılından beri tam 10 yıldır Yunanlı işgali altında. Aydın ili valisi Sahil Güvenlik botu komutanına “beni adaya götür” dediği zaman adaların işgal edildiğini öğrendi. TBMM’de soru önergeleri verildi. Dış İşleri Bakanlığı “görüşmeler sürüyor, bunlar tartışmalı kayacıklar” diyerek, TBMM’ni dezenforme etti. Türk Dış İşlerinin TBMM’ne verdiği cevabı duyan Yunan Dış İşleri Bakanlığı “Görüşme yok. Adalar bizimdir” dedi. Yani vatan toprakları işgal edildi ve kimse ses çıkarmıyor.

2007’den buyana yürütülen operasyonlardan dolayı TSK’nın moral ve motivasyonu çok ağır darbeler almıştır. Orduda silah arkadaşlığı kavramı zayıflamıştır. Assubayların ve uzmanların haklı ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından gündeme taşınan talepleri karşılanmayarak subay-astsubay geriliminin artırılması arzu edilmiştir. 
Yunan Ordusu Kardak’ta kaybettiği subayları için her yıl tören düzenliyor, biz Kardak’ı alan subaylarımızı sahte belgeler ile terörist diye hapse attık. En seçkin subaylarımız olan SAT, SAS ve Özel Kuvvet subaylarını katil diye damgaladık. Karargâhlarını bastık, devlet sırlarını sokağa döktük. Özel Harp subaylarını “bebek katili olmakla suçlarken” İmralı’daki bebek katilimi siyasi lider haline getirdik. PKK ile savaşan 200 karacı ve jandarma subayı gizli tanıklar ile yargılanıyor. Ve daha 1000 subay yargılanmayı bekliyor.
Yüzlerce general-amiral ve subay darbeci, casus, fuhuşçu suçlamaları ile yargılandı ve mahkûm oldu. Bazıları yargılanmaya devam ediyor. Deniz Kuvvetleri ile Hava Kuvvetleri ağır darbe almış durumda. 1992-1994 arasında Daha da kötüsü ordu içinde hizipler oluşmuş durumda. Silah arkadaşlığı büyük ölçüde ölmüş. Silah arkadaşı olması gerekenler internet üzerinden silah arkadaşlarının namuslarına dil uzatıp, dedikodu ile istifalar oluşturuyor, sahte belge düzenliyor, casuslukla suçlanması için tuzak kuruyorlar.
Deniz Kuvvetlerimize karşı sürdürülen operasyonlar neticesinde Doğu Akdeniz’in jeopolitik önemi büyük ölçüde artar, Suriye Akdeniz’deki Afganistan’a döndüğü için daha güçlü bir donanma acil ihtiyaç haline gelirken, artık gemileri olan ancak amiral sınıfı tasfiye edilmiş bir deniz kuvvetlerimiz vardır. Donanma amiralleri ile birlikte stratejik aklını da yitirmiş olacak ki, Ukrayna/Kırım krizinden dolayı, Karadeniz/Ege milli menfaatlerimiz ve güvenliğimiz olağanüstü büyük bir önem kazanmış iken Türk Donanması dört savaş gemisini Afrika’ya eğitim ve ziyaret seferine yollamaktadır. Bu sırada ABD, Almanya, Rusya gemilerini Akdeniz-Ege-Karadeniz’da toplamaya başlamaktadır.

 Pilotların zorunlu hizmet süresinin 15 yıldan 10 yıla düşürülmesinin ülke güvenliğine zarar vereceği bu satırların yazarı dahil bir çok kurum ve kişi tarafından dile getirilmesine rağmen burada yazılması gerekli olmayan bir neden ile AKP Hükümetinin ısrarı ile 10 yıla indirilmiştir. TSK’nın ağır baskı ve psikolojik operasyona maruz kalmasından dolayı pilotların 10 yılı doldurunca kitleler halinde istifa etmeleri üzerine ortaya milli güvenlik tehdidi çıkınca AKP Hükümeti zorunlu hizmet süresini 14,5 yıla çıkarma kararı almıştır.
Harbiye’ye dahi el atılmış durumda. Babası asker olan ve/veya Kuleli Askeri Lisesinden Harp Okulu’na gelen genç Harbiyelilerin bazıları Harbiye’de uyduruk gerekçeler ile tasfiye ediliyorlar. Özetle, Balkan Savaşından buyana Türk Ordusu’nun hiç bu kadar parçalanmamış ve morali bu kadar kötü olmamıştı.
  2003’de PKK Türkiye içinde zor hareket ediyordu. Kentlerde esamesi okunmuyordu. 2013’de Güneydoğu Anadolu’da bir KCK-PKK devleti var. Müzakere sürecinde meşrulaşan PKK gücünün zirvesine çıkmış. PKK, 2007’den bu yana oyunu arttırıyor. 2011 seçimlerinde Güneydoğu Anadolu’da % 51 olan BDP oylarını Öcalan 2014 Mart seçimlerinde % 80’e çıkarma hedefini koymuş. PKK seçim değil bu bir özerklik referandumu propagandası ile seçmen üzerinde büyük bir baskı oluşturmuş. Seçimlerden sonra PKK eğer AKP Hükümeti demokratik özerkliği kabul etmez ise kent isyanları başlatarak ikiz sözleşmeler üzerinden Birleşmiş Milletlere müdahale etmesi için zemin oluşturma çabası içinde.   Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın “Öcalan Kürtlerin lideridir” tespiti yapılırken, “devlet nasıl olsa PKK ile anlaşıyor ve bizi sattı” diyen devlet yanlıları, artık PKK’ya direnmekten vazgeçmiş durumdalar.  Hakkari ve Şırnak’ta PKK son aylarda 20 bin kaleşnikof dağıtarak kendi “korucu” sistemini oluşturdu. Bu iki şehirde 1984’den buyana devletin yanında yer alanlar şimdi ya PKK’ya eğilim gösterdiler ya da Barzani’ye.

 PKK “şehitleri” dedikleri mezarlıklar 24 saat silahlı PKK’lılar tarafından korunuyor. Kırsal alanda PKK kurtarılmış bölgelerine askere operasyon yaptırılmıyor. İkili iktidar yani devlet iktidarının dar alana sıkışmış olanı ve PKK-KCK iktidarı yan yana varlıklarını sürdürüyorlar. Polis karakollarına kilitlenmiş.  Asker kışlalarına çekilmiş durumda. Nadiren dışarıya çıkan bir askeri birliğin üzerine PKK flamaları sallayanlar hakaret ediyor. Şırnak’ta sınırda kaçakçılık hattında yol yapımı sırasında askerlere saldıran PKK sempatizanları “Nasıl olsa kısa bir süre sonra Kürdistan’ı terk edeceksiniz. Ne uğraşıyorsunuz” diyerek hakaret ediyorlar. 

Irak’ta Kerkük Barzani’ye terk edilmiş durumda. Türkmen politikası tamamen tasfiye edilmiş ve mezhepçi politikalara dönülmüş. Türkiye Barzani’ye Kuzey Irak’ta bir devlet kuruyor.        

Yargı ve polis ikiye ayrılmış durumda. Cemaat yanlısı olanlar ve olmayanlar. Olmayanların içinde herkes var. Gerçekten AKP Hükümeti Güneydoğu Anadolu’da nasıl PKK’ya paralel devlet kurma, ikili iktidar oluşturma imkanı sağladı ise Ankara’da da cemaate 17 Aralık 2013’e kadar bu imkanı tanıdı.  17 Aralık sonrasında başlayan yolsuzluk operasyonuna karşı AKP Hükümeti anayasanın 138. Maddesini askıya almış durumda. Adalet Bakanlığı savcıların TBMM’ne yolladığı fezlekeleri yollayan savcılar görevden alındıktan sonra savcılık makamlarına geri yollayarak TBMM’nin hakkını da gasp etmiş. Artık hukuk devleti yok. Erdoğan’ın ifadesi ile fetret devrini yaşıyor devlet         
Milli İstihbarat Teşkilatı Türkiye içinde örtülü operasyon yapma yeteneğini yitirmiş durumda. Dışarıya karşı güçlendirileceği yerde yeni yasa ile hukuk devleti denetiminden çıkarılıp, iktidarın muhalefet üzerindeki baskısının aracı haline getirilmeye çalışılıyor. Öte yandan MİT Adana’dan Suriye’ye kadar yakalanmadan tır götüremiyor. Yeni MİT yasası, olması gerektiği gibi MİT’i Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya uzanan alanda etkili istihbarat yapan bir örgüt haline getirmiyor. Aksine MİT yargı denetimi dışına çıkarılan, bir parti istihbaratı haline getiriliyor.

Ortadoğu bir konvansiyel savaş ile gerilla savaşı karışımı melez savaşa sürüklenirken, Türkiye’nin bu konuda elindeki en deneyimli gücü olan Jandarma Genel Komutanlığı’nın geleceği belli değil. İç İşleri Bakanlığı’nda Jandarma Genel Komutanlığı’nı genel müdürlüğe dönüştürme çalışmaları Genelkurmay Başkanlığı’nın muhalefetine rağmen devam ediyor. Böylece AKP Hükümeti Türkiye’nin elindeki en önemli, NATO dışı, savaş deneyimli gücü bir belirsizliğe sürüklüyor.  

2003’den buyana devam eden ucuz dolar akımı sayesinde Türkiye Cumhuriyetinin 80 yılda yaptığı borcun üç katını son 10 senede yapan AKP iktidarının yönettiği ekonomi 2003’de de dünyanın 17. Büyük ekonomisi idi 2013’de de öyle. Ancak 2014’de dünyadaki en kırılgan beş ekonomiden birisi.
Milli güvenliğin en önemli unsurlarından birisi olan milli kimliğimiz her gün “Türk, Kürt, Laz, Çerkes” diye diye hırpalandıkça hırpalanmış durumda. AKP, 2007’den buyana Güneydoğu Anadolu’ya çok büyük sosyal yardım kaynakları akıtmasına, büyük alt yapı yatırımları yapmasına ve etnik milliyetçiliğe taviz vermesine rağmen sürekli oy kaybetmeye devam ediyor. Mart 2014 seçimlerinde de Türkçe-Kürtçe-Zazaca afişler AKP’ye oy kazandırmayacak aksine “devletin PKK’nın tezlerine teslim oluşu” olarak yorumlanıp oy kaybına neden olacak.
 Bütün bunlar olurken Türkiye’nin çevre coğrafyası ve özellikle Ortadoğu 2. Dünya Savaşı’ndan buyana içinde olduğu istikrarsızlık sürecinin en ağır aşamalarından birisine girmiştir. Ve bu istikrarsızlığın dalgaları artık Türkiye’nin Ortadoğu’daki sınırlarını aşarak Anadolu’nun içlerine vurmaktadır.
 Bütün bunlar olurken Türkiye Başbakan Erdoğan’ın ifadesi ile bir Fetret Döneminden geçmektedir. Fetret Dönemi kavramı Osmanlı tarihinden anılan bir kavramdır.1402’de Ankara savaşında Yıldırım Beyazıt, Timur’a yenilince Osmanlı Devletinin iktidarı Yıldırım Bayezid'in oğulları Emir Süleyman, İsa Çelebi, Musa Çelebi ve Çelebi Mehmet arasında dağılmıştır. Her birisi ülkenin bir yanına hakim olan şehzadeler ülkenin diğer  bölgelerini de ele geçirmek için birbirleri ile savaşmışlardır. 1413’de I. Mehmet Han iktidarını sağlamlaştırmış ve Fetret Devri sona ermiştir. Başbakan Erdoğan, kendi iktidarını Fetret Devri olarak nitelendirmesinin nedeni ülkemizde de aynı anda çoklu iktidar yapısının oluşmasıdır. AKP devleti, Hizmet Cemaati devleti ve KCK devleti. Bütün bunların yanında köşeye itilmiş Türkiye Cumhuriyeti devleti.
Görünürde Gezi Olayları ancak aslında Suriye’de Selefi güçleri destekleme stratejisi ve genel Ortadoğu stratejisi konusunda yolları ayrıldığı için çatışma zeminine giren ABD-AKP ilişkileri 17 Aralık sonrasında daha da sertleşti. Başbakan Erdoğan, ABD Büyükelçisini nerede ise istenmeyen kişi olarak ilan etti ve 17 Aralık operasyonundan dolayı ABD’yi suçladı. AB ile ilişkiler de aynı zeminde büyük bir gerginlik içine girdi.
İşte bu ortamda AKP, ABD ve AB ile çatışarak, içerde cemaat ve büyük sermaye grupları ile çatışarak iktidarını sürdürmesinin mümkün olmadığını düşünerek, iki konuda ABD-AB’yi memnun edecek, ABD-AB-AKP ilişkilerini yumuşatacak iki stratejik adım atmaya hazırlanıyor. Bunlardan birisi Kıbrıs’ta Annan Planını da aşan ölçüler içinde taviz vererek, KKTC’yi tasfiye etmek, Türklerin elindeki topraklarının önemli bir bölümünü Annan Planında da verilen tavizleri aşarak Rumlara devretmek üzerine kurulu. Bu süreç ABD’nin denetiminde hızla yürüyor. Washington, AKP Hükümetinin tutumundan çok memnun. Bu memnunluğunu ilişkilerdeki büyük gerilime rağmen AKP’ye teşekkür ederek ortaya koydu. 
KKTC’nin tasfiyesinin Türk halkına “pazarlanabilmesi” için ise Doğu Akdeniz bölgesindeki enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden dünyaya eklemlenmesi gerekçesinin hazırlandığı görünüyor. Davutoğlu nasıl Kerkük’ü sessiz sedasız Barzani’ye teslim etti ve Türkiye’nin itirazlarını Kerkük petrollerinin Türkiye üzerinden dünyaya aktarılması gerekçesi ile anlatıldı ise aynı oyun şimdi Kıbrıs’ta oynanıyor.
Ancak mesele sadece 2014’ü aşama değil, aynı zamanda 2015’i aşmak ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına taşınması. 2015 yaklaşırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermeni propaganda ve saldırılarına karşı mücadele etmek için hiçbir hazırlığı yok. (Bu bilgi resmi bilgidir.) Çünkü bu aşamada Ermeni tezleri ile mücadele etmek değil, Ermenistan ve Ermeni diasporasını tatmin edecek bir çözümün fikri alt yapısının hazırlanması ön plana çıkıyor. Davutoğlu’nun son Ermenistan ziyareti sırasında tehciri eleştirmesi 2015’de “soykırımı biz yapmadık, İttihatçılar yaptı” şeklinde ifade edilebilecek yeni tezin girişini oluşturuyor. Bu yaklaşımla, Batı’dan Nobel barış ödülü bile alabilecek olan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına çıkmasının önünde büyük bir engel kalmayacağı düşünülüyor olabilir.

Özetle önümüzdeki üç yıl, 2014-2016 bir çok boyutlu geri çekilme ve tükeniş süreci olarak görülüyor. Yeni Türkiye diye propagandası yapılan Türkiye’nin Atatürk’ün kurduğundan daha küçük, daha zayıf ve daha az Türk bir Türkiye olması planlanıyor. Sonuç olarak önümüzdeki üç yıl son 100 yılda Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde yaşadığımız ağırlıkta bir sürece benzer süreci yaşayacağız.
Türkiye’nin önünde 2023 perspektifi önümüzdeki üç yılın getirdiği tehditleri nasıl aşacağımıza diğer bir ifade ile aşma konusunda ne kadar başarılı olacağımıza bağlı olarak şekillenecek. Özetle, 2016’yı aşarak 2023’ü hayal etmenin oldukça zor olduğu bir süreçten geçiyoruz.   
http://www.21yyte.org/ sitesinden 17.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır



10 Nisan 2016 Pazar

Türkiye’nin AB ve ŞİÖ İlişkileri



Türkiye’nin AB ve ŞİÖ İlişkileri

Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 


11 Şubat 2013 Pazartesi


- Bir taraftan “ Türk Uydusu ” Çin’den uzaya fırlatılıyor;

- Öte yandan Türkiye’nin AB ile imzaladığı yoğun anlaşmalar var.
Ve tabii, Ankara hükümetlerinin ABD ile derin, köklü, yoğun bağları ve işbirliği söz konusu.

Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesinde Türkiye öne çıkmış, Arap Baharı’nın öncüsü olmuş, İran’ın bölgedeki nüfuzunu Bağdat ve Şam üzerinden zayıflatmaya çalışıyor. Rusya ile krizin eşiğinden dönülmüş.
Hal böyle iken Başbakan Erdoğan’ın AB’den yakınması ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ile yakınlaşma mesajları vermesi ne anlama geliyor? Ankara’nın yeni Avrasya politikası mı? AB’ye dirsek göstermek mi? Yoksa kamuoyuna yönelik sözler mi?
AB bize ayıp ediyor, biz de yüzümüzü Asya’ya döneriz ” yaklaşımları ne kadar gerçekçi? Ankara’nın böyle bir lüksü bulunuyor mu?
Cumhurbaşkanı Gül, Erdoğan’dan biraz farklı bir açıklama yaptı; “ŞİÖ, AB’nin alternatifi olamaz” dedi. 


ŞİÖ, AB’nin Tamamlayıcısı olur mu?


Gül’ün değerlendirmesinde gerçek payı var; ŞİÖ, AB’nin alternatifi olamaz ama “ Tamamlayıcısı 0labilir ”.

Önce, ŞİÖ neden AB’nin alternatifi olamaz, onun nedenlerini sıralayalım:

1) Türkiye AB’nin üyesi değildir ama AB’ye ikili anlaşmalarla tek yanlı bağlanmıştır. 6 Mart 1995’ten bu yana iş çevreleri, sendikalar, akademik kuruluşlar, medya, bürokrasi projeksiyonlarını bu doğrultuda yaparak “bir reel politika geliştirmişlerdir”. Hatta, fiili durum yaratmışlardır.
Ben en baştan beri bunu eleştirenlerden biriyim; ancak beğenmesek de, eleştirsek de “fiili bir durum ortaya çıkmıştır”. “Erasmus” burslarından, özgürlükler konusunda Brüksel ve Strasbourg’dan (Avrupa Konseyi) medet umulmasına kadar “yanlış zeminde bazı doğrular fiilen yaşanmaya başlamıştır”.
Medeni haklardan (ve hukuktan) yararlanamayan kumanın fiilen giyiminin ve gıdasının gelişmesi gibi ironik bir durum ortaya çıktı.

2) Gümrük Birliği ve uzantıları ile o kadar iç içe geçtik ki iş hayatında, kültür ve sanat alanlarında fiili entegrasyonlar ortaya çıktı. Gayrimeşru da olsa bir çocuk doğdu, hatta büyüdü. Türkiye ile AB (ve Avrupa) arasındaki bu fiili entegrasyon, ŞİÖ’nün AB’ye alternatif olmasını ortadan kaldırmıştır. Bugün artık Türkiye ile AB’yi, aşağıdan yukarı birleştiren güdüler oluşmuştur.

3) Türkiye’de çağdaş ve katılımcı demokrasinin gelişmesi açısından, yaşam tarzı ve kültürel olgunluk boyutlarıyla “Türkiye, Avrupa değerlerine yaklaşmak zorundadır”.


İlişki başka bir şey


Bütün bu nedenler ŞİÖ’nün AB’ye alternatif olmasını engeller; ancak Türkiye açısından ŞİÖ, “AB’yi ve Batı’yı tamamlayan ve dengeleyen bir boyuttur”.
- Türkiye’nin ŞİÖ ile iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkileri gelişirse bu durum, hem Türkiye-AB, hem de Türkiye-ABD ilişkilerinin daha sağlıklı bir zeminde seyretmesine katkı sağlar. Türkiye’nin tek yanlı bağımlılıkları azalır.
Öte yandan Asya büyüklerinin de eski ideolojik kutuplaşma noktasından ayrılarak “küresel sisteme uyum sağlamaya başladıklarını” unutmamak gerekir.
Uzun yıllardan beri savunduğum görüşler bu doğrultudadır, okurlarım bilirler.(*) Türkiye iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkilerinde “denge politikası izlemek zorundadır”.

- Evet, Avrupa ile ilişkilerimiz olağanüstü köklü bağlardır. Her alanda fiili entegrasyonlar fiilen gelişmiştir.

- İşin demokratik ve çağdaş boyutunda da Avrupa’nın alternatifi bulunmamaktadır. ŞİÖ Türkiye’nin elinde, AB ve Batı’ya, “alternatif değil, tamamlayıcı” bir denge faktörü olarak değerlendirilmek durumundadır.
Siyasilerin AB ve ŞİÖ ile ilgili değerlendirmelerini bu bağlamda ele almak gerekir.

(*) E. Manisalı, “ Batı’nın Yeni Türkiye Politikası ” içinde muhtelif bölümler, Cumhuriyet Kitapları, 2009.


 Batı’nın Yeni Türkiye Politikası 



















ABD ve AB 1990’dan sonra Türkiye’ye nasıl bakmaya başladı; ABD Türkiye’ye "ılımlı İslam" modelini niye uygun gördü; "Batı"nın Türkiye politikası ile AKP’nin "Batı" politikası birbiriyle nasıl örtüşüyor; AKP için "AB süreci" ne anlam taşıyor?  )

http://www.babil.com/batinin-yeni-turkiye-politikasi-kitabi-erol-manisali
..