Talat Turhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Talat Turhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Aralık 2018 Pazartesi

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 17

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 17


  İlk önce arka üstü yatmayı denedim, gözlerimi yumdum. 

Bütün geçmişimi düşündüm bir şerit gibi, bir noktada takıldım kaldım. Evdeki korkunç arama sahnesine... Hadi ben çekiyordum, daha da çekecektim. Bir kısım insanlar kendi iktidar yollarında beni engel görmüşlerdi; onların kimliksiz ve kişiliksiz liklerin den, ahlâksızlıkların dan ve hırsızlıklarından her yerde söz ediyordum. Onlar beni hasım sayıyorlardı, icabıma bakacaklardı. Demokratik hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti sınırlan içinde ve Erenköy'deki eski, ahşap, 3 katlı bir köşkte... Peki, o manzaranın korkunçluğunu benimle beraber yaşayanlar ne yapıyorlardı şimdi? Bu vahşet onlara gösterilmeden gözaltına alınamaz mıydım? Elbette olurdu, bir davet yetmez miydi, benim yetkili mercilere başvurmamı söyleseler, olmaz mıydı? Fakat bu sahne de, onlarca yazılmış bir senaryonun sadece bir bölümü idi. (1)
Beni bu daldığım hayalden, kapıya vurulan madeni bir eşyanın gürültüsü uzaklaştırdı.
Dışarıdaki ses, yüzümü kapıya dönmemi emrediyordu. Zorunlu olarak sol yanıma döndüm. Sol ayağım karyolaya bağlı idi ve sol tarafa dönmüştüm. Bakın Savcıya bir malzeme daha... Bir adamın solcu olduğunun bundan büyük bir kanıtı olur mu?
Sıra odayı incelemeye gelmişti. Aslında bir kısmını daha önce söyledim. Rutubetli idi, hem de çok. Tahminen 2.5x3.5 m boyutunda ve 2.5m kadar yükseklikte idi. İçersinde bir somya, bir komedin, bir şifoniyer, 3 koltuk vardı. Hep eski cinsten görülmeye değer hani... Köşk eski olmasına eskiydi ama besbelli bir zamanlar umur da görmüştü.
Şimdi işkence hane olarak kullanılıyordu. Zaten eşyalarla içinde olanın ilgisi
olamazdı. Çünkü biliyorsunuz ayağımdan bağlanmıştım. Yattığım yerin tam
karşısında bir pencere vardı. Sıkı sıkı perdelenmişti. Tavanda yüz mumluk bir ampul devamlı yanıyordu. Ampulün sönmesi için ya cereyan kesilmesi, ya da ampul yanmalıydı. Gece gündüz bu böyleydi. Denemeye değer doğrusu. Bu da bir başka işkence yöntemiydi.

Duvarların döşenmeden, 2.10 m kadar yükseklikte olan kısmı rutubetten maviden mora, mordan-maviye, mordan-eflatuna kadar değişen bir renk armonisi teşkil ediyordu. Hangi niyetle baksan, o niyete yanıt veren bir tablo görünümü veriyordu.
Tabii yer yer sıvalar da dökülmüştü. (Odanın krokisi mahkemeye verildi). (2)

Bu oda, bodrumdaydı, iniş merdiveninin tam karşısına denk geliyordu. Gözler kapalı olsa da insan bazı şeyleri anlayabiliyordu. Tıpkı körler gibi. Kapının bulunduğu duvarda Atatürk'ün "Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmeli" cümlesi bir kartona yazılıp asılmıştı. Demek ki, işkenceciler komünistlerle savaşa girmişlerdi. Bu amaçla her yöntemi ve kalleşliğin her türlüsünü deniyorlardı. Ama komünist kavramı neye göre saptanılıyordu? İşin orasını en iyi Kel Eyüp biliyordu. Yıllarca MİT'in K masasında çalışmıştı ve burada, şimdi de Teknik Sorgulama Timine(!) başkanlık yapıyordu.

Komedinin üzerinde, kirli boş bir plastik sürahi, pis yarım bardak su ve de bir küçük cep kitabı vardı. Kırmızı zemin içinde elips şeklinde ATA'nın bir resmi ve üzerinde "Atatürk, Türk Gencinin El Kitabı" yazıyordu. Biz kitap görünce okumamazlık edemezdik. Hele bu kitap Atatürk'e ait olursa. Bir de Rıza Nurun kiler var. Ondan da zamanı gelince söz ederiz. El kitabını Başbakanlık Basın. Müdürlüğü basmıştı. Ciddi bir araştırma ürünü olmalıydı. Bileklerimden bağlı ellerle aldım ve okumaya başladım.
Bir kere yetmedi, bir daha. Sanırım okumam birkaç saat sürdü... Okuma arzumuzu burada kaldıkça, bu el kitabını yeniden okuyarak giderdim ve adeta ezberledim.
Böylece işkenceciler, Atatürkçü olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlardı(!)
Kitap bir girişle başlıyordu. Ondan sonraki kısmı derleme idi. Esasen bütün mesele de önsözde idi. "2, Kurtuluş Savaşına"(3) çatıyordu. Tıpkı savcı gibi... (4) Egemen güçler gerçekten kurtulmuşlardı. Onların kurtuluşa gereksinmeleri yoktu elbette. 
Tabii, Kurtuluş Savaşı isteyenler ölümlerden ölüm, işkencelerden işkence beğenecekler di... 
Emperyalist uşaklarına göre onlar komünistti ve başlan ezilmeliydi.. İşkenceciler bu kutsal görev(!) için iş başındaydı...
Kitabın ikinci bölümü, Atatürk'ten derleme sözleri kapsıyordu. Doğrusu, Başbakanlık adına üzülecek bir durumdu bu... Atatürk böyle bir derleme ile, gençliğe üstünkörü sunulamazdı. Hakkında binlerce cilt eser yazılan Atatürk, bu cahil kalem sahiplerinin eli ile, gençliğe yeniden sunuluyordu. Bu görevi Sayın Prof. Enver Ziya Karal çok daha önceleri (Atatürk'ten Düşünceler) adlı kitabında yapmıştı. Dünya'yı yeniden keşfetmek gerekmezdi. Ama anlaşılan o idi ki, bunu Atatürk sevgisinden değil, birçokları gibi Atatürk'ü kendilerine göre sömürmek için yapıyorlardı.
Kitabı okuduğum sürece, düzensiz aralarla, herhalde bu amaç için yapılmış bir kapı, bütün gücü ile açılıp kapatılıp gürültü yapılıyordu. Bu sesi, Mehmet'in kapıya vurduğu süngü sesi izliyordu.

Kapı kapalı idi ama üzerinde kapı dürbünü vardı. Mehmet, sık sık oradan bakmakla görevliydi. Tek battaniye vardı, Temmuz sıcaklarından söz ettiğimi sanmayın. Burada insan gece gündüz üşüyor ve bazen titriyordu. Peki, her şey iyi güzel ama gerçekten her güç anında "Vatanı Kurtaran" bu dünyada eşi bulunmaz kahramanlık, insanlık ve erdem simgesi Mehmetçik bu işlerde nasıl kullanılıyordu? Türk Milletinin töresinden gelen niteliklerini bozmağa kimsenin hakkı olmamalıydı değil mi? Ne yazık ki burada, durum böyle değildi. Mehmet'e köşke getirilen herkesin "Komünist" olduğu öğretilmiş ve beyni yıkanmıştı. Diyalog kurmak ne mümkün... Tek sözcük etmek olanağı yoktu.

Komünist; ırz düşmanı, din düşmanı, mal düşmanı idi... Öyleyse ezilmeli idi...
Büyükler de komünistlerin başını ezmek için gece gündüz çalışıyorlardı. Onlar da bu kutsal görevde kendilerine düşeni yapmalıydılar. Peki, nerde kalmıştı Mehmet'in öz cevherleri... Acıma duygusu, soyluluğu... Hani bu ulus, düşmanına karşı dahi hoş görülü, bağışlayıcı bir karaktere sahipti?
Belki onlar beyinleri yıkandığı halde, komüniste dahi hoşgörülü davranırlardı. Ama köşkün yöntemleri böyle bir davranışı olanaklı kılmıyordu.
Zorbalık; insanları korkak, alçak ve bağışlamasız yapardı. Burada her gün insanlara akla, mantığa ve hayale gelmeyen işkenceler uyguluyorlardı.
Mehmet bir açık verdiği an başına gelecekleri biliyordu. Doğrusu başka türlü de
davranamazdı... Mehmet, gene aynı Mehmet idi.
Ben, geceleri onların koğuşlarına girip üstü açılanların üstünü örtmüştüm. Evladım gibi sevip okşadığım, kızdığım günler olmuştu. Ama onun hakkını yememiş ve yedirtmemiş tim... Eğitmiş, kafasının ışımasına çalışmıştım. Böyle bir dekor içinde de olsa hasrettim ona... Çünkü Mehmet'i postalının kokusundan, çorabının kokusuna kadar severdim.

El kitabını okurken sızmışım. Ne kadar sonra uyandım bilmiyordum. Çünkü saatimi de almışlardı. Bunu, bileğimin bağlı olmasından dolayı yapmamışlardı. Komedinin üstüne koyarlardı isteselerdi. Bu da ayrı bir yöntemdi. Zaman kavramının yitirilişi ayrı bir psikolojik baskı yöntemi idi.

Savcının Marksist-Leninist, Komünist kelimelerini bolca kullanması karşısında,
işkence Köşkü'yle ilişkisi konusunda kuşkuya düşmemek olanaksız. Ama hiç
Tanrı'nın adaletini, yer yüzünde gerçekleştirmekle görevli, eline adalet terazisi
verilmiş bir kişi böylesine şerefsiz, alçak, yüz kızartıcı tertiplere girer mi? Hakimlik mesleğinin kutsal geleneğini kirletir mi?
Hem benim bu mesleğe sonsuz saygım bir anlamda duygusaldı. Çünkü: Babam da hakimdi... Evde hep hak, hukuk, adalet kavramlarının kutsallığı hakkında duyduğum telkinlerle büyümüştüm.

Uyandığımda tuvalete çıkmak ihtiyacında olduğumu hissettim.
Mehmet'e seslendim. Okkalı bir küfürle yanıtladı beni. Peki, ne yapmalı idim?
Beklemeliydim ama ne kadar? Dayanabildiğim kadar... Bu da bir başka işkence idi.
Ama Mehmet gene mazurdu... Neden mi? Tuvalete gitmem için, yetkili kişiye haber vermesi gerekti. Kimse o kişi... Çünkü karyolaya bağlanmış ayaklarımdaki pranganın kilit anahtarı onda idi. Eğer, bu gereksinim uygun bir saatte değilse Mehmet'in bana ettiğinden daha fazla bir küfürle karşılaşması işten bile değildi. Bu istek ne kadar sürdü bilemem. Sonuçta kapı açıldı. Söylemeye gerek yok, kapının anahtarı da Mehmet'te değildi; içeri giren Mehmet ilk karşılaştığımız işkence aracı ile (siyah bezden, gözleri kapayan bir bant) gözlerimi kapattı. Kenarlardan belki görebilirim diye pamukları da yerleştirdi. Bundan sonra, somyanın ayağına sarılı kilit açıldı, sağ ayağımı zincire vurup, bu kilitle bağladılar. Yürümeye başladım. Tabii, bu şekilde yürümek olanaksızdı. Ayağımdaki pranganın uzunluğuna göre ki ancak her ayak sürüyüşümüz de 15 cm. kadar ilerleyebiliyor dum. Kapının yanında bir er daha kolumu tuttu. Yöntem aynı idi kollarımı iki er kıskaç gibi kavramış olduğu halde, ayaklarımı
sürüyordum. Böyle atılan 20 adımdan sonra (bir ayak boyu tahriben 30cm olduğuna göre ve ayaktaki pranga 15cm'lik bir harekete izin verdiğine göre, her adım 45cm'lik oluyordu) yürütüldüğüm uzunluk 9metre idi. Bu bölümün tabanı mozaik ti. Sonraları bant kenarlarından gördüğüme göre, burası pis bir koridordu. Sağında solunda kovalar, fenerler, bir kısım öteberi vardı. Bir tarafına alçak bir somya uzatılmış, üzerine pis bir yatak konmuştu. (5)

Evet, 9metre idi bu koridor. Sonra "merdiven" dedi birisi; her seferinde bir merdiven çıkıyorduk. Yedi merdiven böylece çıkıldı. Sonra "sola" dediler. Döndük. "Düz" dediler; iki adım daha attım. Burası merdiven sahanlığı idi. Demek ki bu sahanlık ta (bir-birbuçuk) metre idi. Sonra tekrar "merdiven" dendi ve altı merdiven daha çıkıldı. 13 Merdiven ile çıkılmıştı. Normal olarak bir merdiven 17cm. olduğuna göre 13x17=251 cm ediyor ve bu bodrumun yüksekliğini gösteriyordu. (6) Sonra sekiz adım daha düz götürüldüm. Demek ki holün genişliği 3 metre 60 cm. idi. Sonra "sağa dediler, döndük, bir merdiven aşağı indik. "Sola" dendi, iki adım daha yürüdük. Burası 1,5 metrelik bir yerdi. Gözlerim açıldı. 75x75 cm'lik, tam karşıda yukarısında küçük bir penceresi olan, pis bir yerdi burası... Kapı açık bırakılacaktı. Tabii öyle yapıldı; ayaklardaki zincirler ve kilitler alaturka tuvaletin tüm pisliklerine sürünüyordu. Şu anda
bunlar önemli değildi elbette... Beni bağışlayın tuvalete çıkmanın insanı bu ölçüde mutlu edebileceğini düşünemezdim tuvalette öyle istediğiniz kadar kalamazdınız.
Tüm gereksiniminizi Mehmet'in saptadığı kısa süre içinde tamamlamanız gerekti...
Yoksa kapı yüzünüze doğru tekmelenir, her türlü hakaretin hedefi olabilirdiniz.
Peki, bizim törelerimiz tahareti gerektirirdi. O nasıl olacaktı? Ellerdeki zincir buna izin vermiyordu. Buraya gelen "Vatan Hainleri"nin(!) taharet etmesi gereksizdi. Çünkü onlar komünistti, gâvurdu. Gâvurlar taharet etmezlerdi. Peki, aşağıya indirdiğiniz kilot ve pijamayı nasıl yukarı çekecektiniz. O da oldukça zor bir işti. Tuvaletten çıkar çıkmaz, karşımda bir dolap, solda açık bir kapı gördüm. Bulaşık
kokuları geliyordu solumdan. Burası bir bulaşıkhane idi. Sağda küçük bir lavabo
vardı; el yüz yıkamak için izin istedim. Mehmet'in gözlerinde biraz acıma, biraz
hoşgörü hissettim. Mehmet, benim kim ve ne olduğumu bilmiyordu. Ona, içeri alman herkesin komünist olduğu söylenmişti. Sabun istedim. Bu bir cesaretti. Sabun verilmesi yasaktı. Geceden beri, bana bırakılan yarım bardak su ile yetinmek zorunda kalmış ve susamıştım. Musluktan su içtim. Bu berbat bir şeydi. Şebeke suyuna benzemiyordu. Acı bir kuyu suyuydu... Artık ben işi epeyce uzatmıştım. Ama Mehmet'le aramda duygusal bir bağ kurmalı idim. Onun hareketinden kurtulma çarelerini bulmalıydım. Bir atak daha yaptım. Abdest almama izin verilmesini istedim.

Şöyle bir yaşıma başıma baktı. Babası yaşındaydım. Belki de gerçekten komünist
değildim. Hem de onun anlayışına göre abdest almak isteyen bir kimseye karşı
gelmek günahtı... İstemeyerekte olsa izin verdi; ancak başına gelebileceklerden
korkup sağı solu kollamağa başladı. Ben abdestimi aldım. Düşünemiyordu ki, taharet etmemiş bir insanın abdesti geçerli sayılmazdı. Ne günahı vardı Mehmet'in, kafasını aydınlatmamışlardı. Onun bilgisizliğini kendi çıkarlarına uygun görenler düzene egemendi ve o düzeni korunmak için işkence köşkleri kurulmuştu.
Peki, prangalı çıplak ayaklarla nasıl abdest alınırdı? Mes, yapmak var ya... Zincirli bileklerimle, prangalı ayaklanma mes yaptım. Daha önce söylemeye unutmuşum, ayaklarımda şöyle iyice eskimiş, pis, tokyo denilen lastik terlikler vardı. Tabii, çorap giymek de yasaklar arasında bulunuyordu.
İşim bitmişti, acı su kursağımı yakarak mideme oturdu. Gözler pamuklandı, bandandı.
Gelirkenki seremoni tersten uygulandı. Ama bir değişiklik vardı. Sağımdaki,
solumdaki Mehmet'ler daha insancıl tutuyorlardı kollarımı. Seslerinde belirgin bir
yumuşama olduğunu algılamıştım. Öyle ya, bazen "yaşın yanında kuru da" yanmaz mıydı? Belki bu adam komünist değildi. Bak abdestte almıştı... Tabii nöbet tutan Mehmet'ler hep aynı kişiler değildi. Fakat ne de olsa fiskosla birbirleriyle dertleşirlerdi her halde, zaman zaman. Bu yolla, Mehmet'in ilkel hakaretinden geniş ölçüde kendimi kurtarmayı başarmıştım.
Diğer işkencecilerin, yaptıkları işten elde etmek istedikleri bir sonuç vardı ve bunu bilerek uyguluyorlardı. Onlarla başa çıkılamazdı bu şartlar içinde... Başa gelen çekilecekti...

Odaya döndürüldüm ve gözlerim açıldı. İlk gelişimde olduğu gibi somyaya bağlandım.
Burada gece gündüz belli olmuyordu ama tuvalette iken günün ışıdığını anlamıştım.
Biraz sonra, akşam beni karşılayanlardan biri kaldığım odaya girdi. Erler bu kişiye Yüzbaşım diyorlardı. Herkesin bir konuda pratiği vardı tabii. Bu adamın yüzbaşı olmadığını anlamıştım. Fakat işkencelerin Türk Silahlı Kuvvetleri adına yapılmış olduğu izlenimini vermek ve bu suretle Türk Silahlı Kuvvetleri'ni, milletle karşı karşıya getirmeye çalışıp, bundan kendi stratejilerine göre çıkar umulduğunu ve gerçekte polis veya MİT görevlisi olan bu kişinin ve diğerlerinin rütbeli olarak tanıtılmasında, yarar görüldüğünü sezinlemiştim.
Kanıma göre, burası Devletin çeşitli güçlerinden oluşan ve onları gerçekten kontrol altına alan bir sağ Cunta'nın işkence ve sorgu merkezi idi.
Bay yüzbaşı, ayağımın kilidini açtı, ayaklarımı birbirine bağladı ve oda değiştireceğimi bildirdi. (7) Çıkarıldım, sola döndürüldüm, bir iki adım attıktan sonra tekrar sola, 3–4 adımdan sonra yine sola... Gözlerimi açtılar; artık her zaman belirtmeye gerek yok, odadan her çıkarılışta gözler bağlanıyordu. Bu kural bir ay boyunca hep aynı şekilde uygulanacaktı... Tekrar gözler açıldı. Burası bundan önce kaldığım odanın yanındaki, başka bir oda idi. 4x3.5m büyüklüğünde denilebilirdi. Solda köşede, yaylı eski ve köhne bir yatak, sağda köşede bir şifoniyer, girince tam karşıda tek kişilik bir masa ve de üzerinde 3 şey, plastik sürahi, plastik bardak ve daha önce bahsettiğim el kitabı.
Yerde 1.5x1.5 m boyutunda ve tam masanın altında bordo renkli bir hah...
Rutubet ve küf kokusu, birinci odaya taş çıkartacak cinstendi. Sonra bunun
deneyimini yapmak fırsatını bulacaktım. Ne ile mi? Tuzla... Getirttiğim tuz, üzerinden bir gün geçmeden su gibi olmuştu bu Temmuz sıcağında. Bu rutubetin ne ölçüde olduğunu, bir meteoroloji uzmanları, bir de buralarda yatan bilirdi. Islak bir soğukluk, insanın bedenini yalıyor, bu odanın rutubeti inceden inceye adamın gerçekten iliklerine işliyordu. Bu arada, iki Mehmet içeri girip şöyle birkaç sürahi su dökerek süpürdü odamı. Tabii beni düşünüyorlardı. Kirli yerde yatmamı arzu etmiyorlardı(!)
Yatağa yatırıldım. Tam karşımda yine bir levha vardı. Hani şu komünistler hakkındaki levhalardan. İzin isteyip masadaki sürahi, bardak ve el kitabını yere, yanıma koydum. Çünkü yataktan kalmanın yasak olduğu söylenmişti... Odanın penceresi yukarda ve soldaydı. Gece ve gündüzü anlayabilmek olanaksızdı. Duvarların dekoru ilkininkine benziyor tavandaki ampul süresiz yanıyordu...

Somya olmadığı için, ayaklarımın birini onun ayağına bağlamak mümkün olmamıştı bu nedenle ayaklarım zincirle birbirine bağlandı. Sol ayağımdaki zinciri bağlayan kilidin numarasının 7 olduğunu da bu arada görmüştüm. Kendi kendime bir formül bulmuştum: Sol ayağım 7, sağ ayağım 49, 7x7=49 etmez miydi? Dahası da vardı. 49- 7=42 ederdi. Bu sayı ayağımda pranga olarak kullanılan zincirin bakla adedinin sayısı idi. Hani şu 26 milyon kredinin bölümüne dair bir hikaye dolaşmıştı ya fısıltı gazetesinde, onun gibi bir şey... (8)

İlgililer işlerini bitirdiler ve gittiler. Şimdi ben yeni gözlemler yapmalıydım. Tabii ilk gözlem, yatağı tanımakla başladı. Buna, gerçekte yatak denilemezdi. Eski ve yaylı bir somyanın üzerine, ince bir bez örtülmüştü sadece. Dikeyliğini kaybeden eskimiş yaylar, sırtımı bir başka şekilde acıtıyordu. Aslında, bunun üzerine bir yatak konularak, yer divanı olarak kullanılabilirdi. Uzatmayalım, o eski demir yaylar halka halka bir vantuz gibi sırtıma yapışmıştı. Yan dönmeye çalıştım. Kollarım bağlı olduğuna göre, insan bu manevrayı ancak sırtı ile yapabilirdi. Yaylar öyle sesler çıkartıyordu ki; Mehmet'i alarme etti. Gözünü kapı dürbününe yapıştırdı. Tetikte idi Mehmet... Derhal emrini verdi: "Arka üstü yatacaksın ve hiç kıpırdamayacak sın." Hani kural vardı ya, Mehmet dürbünden baktığında yüzünü görmeliydi... Emri yerine getirip, sırtımı yayların masajına terk ettim. İnsanlar her şeye alışmalıydı. Hint fakiri olsaydım, bu somya dan belki de zevk alırdım. Neden daha önce Hint fakirliğini denememiştim ki?

Bu emri yapmamak aslında olanaksızdı. Kıpırdarsan yayların sesi Mehmet'i
uyarıyordu. Sonra ne yapılacağı belli olmazdı. (9)

Ne de olsa, emekli bir subaydım... 

Az mı esas duruşta durmuştuk. Birden ta 19 Mayıs 1944'e gittim. Ankara'da Harp Okulu Öğrencisi olarak, 19 Mayıs Stadyumunda merasim için toplanmıştık. Milli şef konuşuyordu. Bize Atatürk'ün en yakın arkadaşı diye öğretmişlerdi' onu. At gezintilerinde Harp Okulu'na uğramayı ihmal etmez, hatırımızı sorardı. Okulda 26 ders gösterirlerdi. İçinde ipe sapa geleni pek yoktu. İkinci Dünya Savaşı bütün şiddeti ile devam edip, harp tekniği büyük ilerleme gösterdiği bir dönemde, bizler Kirazlı Dere'de talim yapardık.10 At arabasının parçalarını öğretirlerdi bize. Hiç unutmam, ön düzen-arka düzen-sandık diye... Ama askerlikte disiplin gerekti. Kıpırdamadan durmayı iyi başarırdık. Esas duruş derlerdi bizim zamanımızda buna."

Milli Şef konuşurken, tüm Harbiye heykel gibi olmuştu. Pek konuşmalarından
anladığımız yoktu ama kımıldamıyorduk. Bayılanlar oluyor, kaldırıp götürüyorlardı.

Fakat yine kıpırdamıyor duk.

Şefimiz o sıra, Turancılık üzerinde duruyordu. Bu konuşma iki saat sürmüştü. O
deney geldi aklıma birden. Bir tek farkı vardı. O zaman ayakta iken, şimdi yatarken kıpırdamayacak tım... Ne de olsa deney deneydi, yararlandım.
Bir süre sonra, insan bulunduğu yere alışıyor... Bir ara su içmeyi denedim. Sürahideki sıvı sudan başka her şeye benziyordu. Çünkü içine ilaç katılmıştı. Herhalde ilacın ne olduğunu bu örgütün doktoru bilirdi.12 Doktor işkencelerin bilimsel olması için(!) sağlık gözetiminde bulunurmuş.

3 Temmuz 1972 de akşam yemeğini, isteksiz evde yemiştim. 48 saat aç bırakıldıktan sonra, 5 Temmuz 1972 akşamı iki lokma, öldürmeyecek kadar yemek vermişlerdi...
Bir ara nöbetçinin değiştiğini hissettim. Oturmayı denedim. Daha sert bir emirle arka üstü yatmam istenildi. Yatağımın sağında, duvarda, bir el büyüklüğünde sıva kopukluğu görüyordum. Onun üzerine bir işkence kurbanı "of anam!" diye yazmıştı. Burası han duvarı değildi. Herkes istediğini yazamazdı. Bu zavallı nasıl olmuşsa cesaret göstermişti. Burada kaldığı sürece insanın tırnaklan da kestirilmezdi. Bu uzun tırnaklar işe yarıyordu demek...

a) SCOPOLAMINE
b) SODIUM AMYTAL
c) SODIUM PENTOTHAL
d) MESCALIN

(Bakınız: Amerika FM 19–20, Department of the Army Field Manual, "Modern Sorgu Tekniği" Öğretmen Em. Md. Ertuğrul Korhan'ın polis ders kitabı).
(Bakınız: "Emniyet örgütündeki yayınlar ve eleştirileri" - Talat Turhan 7 Gün Dergisi: 22 Haziran 1977 ve 29 Haziran 1977).


DİPNOTLAR;

1. Her ne kadar Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu'nda aramanın kuralları açıklanmış ise de, bu kurallar yasa egemenliğine saygılı bir yönetim için geçerlidir. Oysa o dönemde Sıkıyönetim Komutanı olan Org. Türün'ün mantığı farklıdır. Türün, Kore'de komünistlerle çarpıştığından aynı işi Türkiye'de
yaptığını sanmakta ve yeni bir iç düşman kavramı geliştirmektedir. (Bakınız: Tercüman 6–25 Aralık 1985 "Faik Türün Anlatıyor: 'Kore'den 12 Mart'a" , Yazan: Ergun Göze) Bu durumda yasalar değil, talimnameler yürürlüğe konulmuştur. Nitekim ST 31–15 Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât talimnamesinin 18. maddesi konuya aydınlık getirmektedir.
"... Arama ve müsadere gece ve gündüz, her saatte yapılır, a) Bir arama ve müsadere faaliyeti, ilgili topluluğa, kontrollü bir rahatsızlık verme maksadını güder. Evi, barkı aranan, eşyası müsadere edilen kimseler, gayri nizami kuvvet üyelerini ileride barındırmaya veya desteklemeye cesaret edemeyecek
şekilde heyecanlandırılmak ve sindi/ilmelidir..."
Bu madde gerek 12 Mart sonrasının arama uygulamalarına ışık tuttuğu gibi, Faik Türün'ün Fırtına I ve II Tatbikatları düzenleyerek toplu arama yapmasının amacını da kesinlikle belirtmektedir.
Evet, "Arama kontrollü bir rahatsızlık verme maksadını güder"miş. Benim evde de bu yapıldı.
Diğerlerinde olduğu gibi...
2. Mahkemeye verilmiştir.
3. 1970 yılında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a yazdığım açık mektupta "2. Kurtuluş Savaşı"ndan söz ediyordum. (Kitaba alınmıştır).
4. Atatürk -Türk Gençliğinin El Kitabı - Önsöz'den seçmeler: "Sol kanat propagandalarının" Tam bağımsızlıktan anladıkları, NATO'dan ve CENTO'dan çıkmak, Ortak Pazar'a girmemek, Amerika Birleşik Devletleri'yle ve Batı Blokuna mensup ülkelerle sıcak ve soğuk bir savasın içinde olmaktır."
"Atatürk'ün 'inkılapçılığı' Marksistlerin anladığı şekilde bir 'Devrim'cilikten de çok farklıdır. O, gelişmeyi Türk toplumunun yönetimindeki temel felsefe olarak gösteriyor ve ihtilâlciliği reddediyordu."
"istiklâli tam" sözünü diledikleri gibi yorumlayarak II. Kurtuluş Savaşı, sloganları ile ortaya çıkanlar, Atatürk'ü olduğu gibi değil, kendi ideolojik açılarından "olması lazım geldiği" gibi göstermek isteyenlerdir."
Oysa ben, "Tam Bağımsızlık" ve "İkinci Kurtuluş Savaşçılığı"nı savunan, anti emperyalizm ve anti kapitalizmi benimsemiş ve bu uğurda kavgaya girmiş bir insandım. Emperyalizmin maşalığım yapan işkencecilerin boy hedefi olmamdan daha doğal ne olabilirdi? Kitap Atatürk'ün ihtilâlciliğini ret edecek ölçüde tarihi gerçeklere sırt çevirmişti.
5. Tüm bu ayrıntıyı, daha sonra yasal makamlara başvurmayı tasarladığım için saptamaya çalışıyordum.
6. Daha önce ben de yattığım odanın yüksekliğini 2.50 m. olarak tahmin etmiştim.
7. Gözaltında olan kişi üzerinde kuşku ve güvensizlik yaratıp sürekli diken üzerinde oturuyormuş
izlenimini vermek için bu yer değiştirme yöntemine baş vurulmakta idi. 27 Mayıs'tan-28 Şubat'a F/22
8. 1970'li yıllarda 26 milyonluk kredi yolsuzluğu kamu vicdanını zedeledi. Daha sonraki yıllarda milyarlık bankerlik skandalları, hayali ihracat ve kurtarma operasyonlarına tanık olunacak "Serbest Piyasa Ekonomisi" adına tüm bu yolsuzluklar toplumda eskisi gibi tepki uyandırmayacak tı.
9. Oda planı mahkemeye verilmiştir.
10. Harp Okulu'nun eğitim alam.
11. 1942–1944 yıllan arasında Kara Harp Okulu'nda öğrenim gördüm.
12. Ceza ve tutukevinden çıktıktan sonra yaptığım araştırmalarda, Hakikat Serumu da denilen bu ilaçların ne olduğunu saptadım ve bir dergide yayınladım.


18 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 16

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 16



VIII. BÖLÜM

İŞKENCE İŞKENCENİN ULUSLARARASI BOYUTU

İlerici-devrimci ve yurtsever bir asker olarak sorumluluk üstlendiğim dönemlerde
Türkiye'nin sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel, etnik, coğrafî, vb. pek çok sorununu yakından gözlemlemek, öğrenmek, tartışmak, bazı analizlerde bulunmak için "Asker Ocağı", önemli imkân ve fırsatlar sunuyordu. Askerî okullardaki eğitimimiz, kurmaylık öğrenimimiz bizlere temel bazı bilgiler vermişti, kuşkusuz. Her ne kadar resmî tarih ve resmî ideolojilerin etkisinde kalanlar olduğu gibi, bu kanaldan esinlenen bilgilerle yetinmeyerek genel kültürünü, bilgisini, araştırma ve bilinçlenmesini geliştiren nitelikli
insanlarımızı da görmek mümkündü, bu "Asker Ocağı"nda. "Asker Ocağı" aynı zamanda ülkenin her yöresinden gelen insanlarımızı (Mehmetçiği) tanıma, onları sevme ve eğitilmeleri sırasında onlarla kaynaşma olanakları sunuyordu. İlerici-devrimci ve yurtsever bir kurmay subayın Mehmetçik ile diyalogu taraflara, karşılıklı etkileşim ve yeni nitelikler kazandıran ve çok yönlü zenginliklerle dolu bir ortam veya zemin de hazırlıyordu.
Gerek bilgi birikimimizi, gerekse bilinçlenmemizi hazırlayıp yoğuran "Asker Ocağı"na çok şeyler borçlu olduğumu söylemeliyim. Eğer bugünkü bilgi ve bilinçlenmemiz ile insana ve insanlığa yararlı olmaya çabalıyorsak, kuşkusuz bunu bu coğrafyanın yetiştirdiği insanlara ve değerlere borçluyuz. Bizlerin sosyal bilimlerle, sanat ve estetikle, siyasal-ekonomiyle, felsefeyle tanışmamızda önemli etken olan insanımıza karşı borcumuzu ödememiz gerekiyor.
"Asker Ocağı" kapitalist enternasyonalin çok yönlü kuşatmaları karşısında "boy
hedefi" olarak seçtiği alanlardan biridir. Çünkü bu ocakta ülke gerçekleriyle,
insanımızla tanışan biri, eğer akıl, mantık, namus, ahlâk vb. gibi niteliklerini
kaybetmemişse, mutlaka ilerici bir grafik çizgisine sahip olacaktır. Kaldı ki, insanı insan yapan kimlik ve kişilik konusu sağlam ise, yukarda sayılan özellikleriyle her insan mutlaka bir tavır geliştirmek durumundadır.

Ordu'daki subay, astsubay ve erler arasında, gerek bilgi ve bilinçleri, gerekse kimlik ve kişilikleriyle öne çıkmış insanlarımızın daha ilerde risk ve sorumluluk üstlenmeleri tek başlarına onların elinde değildir. Sosyal hayatta, üretimde rol alanların bilinçlenerek iktidarları zorlamaları, kapitalist anarşiye karşı tutarlı bir tavır belirlemeleri, işçi sınıfı, emekçiler, ezilen ve sömürülen insanlarımızın daha donanımlı örgütsel güvencelere kavuşmasıyla doğru orantılı olarak "Asker Ocağı"ndaki ilerici unsurlar halkın bilinçli desteğini yanlarına almış oldukları için, onların bulundukları yerlerde işlevsel olmaları bir güvenceye bağlanmış demektir. "Asker Ocağı"ndaki bilinçlenmenin kalıcı olması ve yeni nitelikler kazanması siyasî iktidarların destek ya da kösteği ile de ilişkilidir.
Gerek dünyadaki gerekse ülkemizdeki tüm gelişmelerin politikayla çok yakından
ilişkili olduğunu burada tekrar etmeye herhalde gerek yoktur. Yasal ve anayasal
çerçevelere karşın, "Asker Ocağı" da politikayla yakından ilgilenir.
Türkiye'de 1908 Meşrûtiyet'in ilanından bu yana askerler politikada etkindir; söz ve karar sahibidir. Askerlerin Osmanlı'nın çöküş sürecindeki etkinliği, Cumhuriyet'in kurulması süreciyle Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın önderliği ile günümüze taşınmıştır.
Günümüz, ne Osmanlı'nın çöküşü ve ne de Cumhuriyet'in kuruluş günüdür.
Günümüzde neler sürekliliğini korumuştur, neler bu süreklilik ve kopuş sürecinde
nicelik ve nitelik değiştirmiştir? Tarihsel ve sosyal açıdan benzerlikler, farklılıklar
nelerdir? Türkiye neden siyasi-ekonomik kriz dönemlerini yaşamaktadır? Sağlı "sol'lu burjuva partileri bu yapısal krize neden çözüm yöntemleri üretemiyorlar? Sistemi, düzeni, rejimi köklü reformlarla temelden değiştirip dönüştürmek isteyenler, tarihsel haklılıklarına karşın, neden işlevsel olamıyorlar? Uluslararası sermaye, hegemonlar ve onların gizli örgütleri insanı ve insanlığı neden yeni sömürgeci yöntemlerle tutsak etmek istiyorlar? Egemen gerici sınıflar, uluslar ötesi emperyalizmin uzantısında neden hâlâ kaba güce ve zora başvuruyorlar? Kapitalist anarşi neden zora başvurmadan iktidarda kalamıyor? İnsanın insanlaşma sürecinde düşünen, isyan eden, ayağa kalkan, taleplerini haykıran, ihtiyaçlarının gerçekleşmesi için mücadele eden insan, neden yeniden yere düşürülmek isteniyor? Sosyal mücadelede insanlığın kazandığı ve kat ettiği bunca yola ve ilerici değer yargıları yaratmalarına karşın, neden egemen gerici sınıflar işkenceden yarar umuyor ya da sistematik işkenceyi sürdürebiliyorlar? Sovyet deneyiminin çözülüp gerilemesiyle birlikte, "yenidünya düzeni", "küreselleşme" söylemleriyle öne çıkan egemen gerici sınıflar ve onların satılık sözcüleri insana nasıl oluyor da "refah, bolluk, bereket, özgürlük" türküleri söyleyebiliyorlar?
Yaşamım boyunca bu ve benzeri soru ve sorunların nedenlerine bilimsel yanıtlar
aradım. Çözüm yöntemleri üzerine zihin talimleri yaptım. Tekrarına gerek var mıdır?
Biliyorsunuz işkenceyi en hayasızca biçimde bizzat yaşadım; iliklerime kadar
işkenceyi hissederken, daima işkencecileri, onları bu kirli ve aşağılık işe zorlayıp
kullanan-lan, bu çürümüş insan müsvettelerinin arkasındaki kişi, grup ve örgütleri, dahası, kapitalist enternasyonali, onların gizli örgütlerini, cinayet şebekelerini gördüm; değerlendirmelerimi ulusal boyuttan uluslararası boyuta taşımak gerektiğini öğrendim. Şimdi de hayat ve mücadelenin bana öğrettiği onurlu bir görevi yerine getiriyorum. Kapitalist enternasyonalin gizli-açık tüm örgütleriyle pisliklerini ve onların yerli ortaklarını zevkle açığa vuruyorum... Dünyanın sahipleri hegemonlar çok yönlü uluslararası kurumlara dayanarak baskı ve sömürüsünü sürdürüyordu. Baskı, sömürü (artı-değer sömürüsü) üretim, mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinde, daha adil, daha eşit, daha özgürlükçü, daha demokratik bir dünya ideali için savaşım verenlere karşı uygulanıyordu. Sosyalistler, komünistler daha henüz enternasyonalist olamamış, mevcut sosyalist kuruluşlarını koruyamamışlardı; fakat hegemonlar enternasyonalizmi keşfedivermişlerdi. Ulusal kurtuluş savaşımı veren "Üçüncü Dünya Halkları"na "geri kalmış" ya da "gelişmemiş" sıfatları uygun görülüyordu. Bu halklar
da ne ulusal ve ne de sosyal kurtuluşlarını tamamlayabilmişti. "Küreselleşme" yöntemleriyle günümüzde hem eski sosyalist ülkeler, hem de "geri kalmış" veya
"gelişmemiş" sıfatına layık görünen ülkeler hegemonların çıkarları doğrultusunda ve yeni sömürgecilik anlayış ve bağlantılarıyla daha geri bir konuma getirilmişlerdir.
Egemen gerici güçler, "Aydınlanma Çağı"nın, bilimsel bilgi ve bilinçlenme sürecinin ve toplumsal kurtuluş çağının bütün kazanımlarını baskı, tehdit, işkence, keyfî ve fiilî infaz vb. yöntemleriyle geri almayı düşünmektedir. Toplumsal devrimleri, "sosyal devlet" ve "sosyal adalet" değer yargılarını hegemonlar bugün "YDD" adına birer birer geri almanın hesabı içindedir.
Hegemonlar bir yandan gizli cinayet şebekeleriyle, yerel ve mevzii savaşlar çıkarma yöntemleriyle, ezilen ve sömürülen emekçi halkları birbirine karşı kışkırtarak kullanmaktadır; öte yandan insanlığın kazanımları olan özgürlük, gerçek demokrasi, eşitlik vb. gibi kavramları asıl anlamlarından soyutlamaktadır; "Küreselleşme Çağı"nın zorunlu bir aşama veya süreç olduğunu vurgulayan hegemonlar, sistematik işkencenin başka biçimde devamı için okullar açmakta, eleman yetiştirmekte en hain yöntemleri denemektedir.
İşkence olgusu, evrensel ölçekteki egemen gerici sermayenin gücünün kırılmasıyla, insanı insan yapan eşitlikçi, özgürlükçü bir toplum ütopyasının ete kemiğe bürünmesiyle ancak ortadan kalkabilecektir. Kapitalist anarşi yerli yerinde kalacak sermayenin mafyalaşması, talan ve yağma düzenlerine dokunulmayacak, "YDD"nin yeni sömürgeci emperyalist niyeti kınlamayacak, ölüm tüccarlarının fabrikaları üretime devam edecek ve fakat işkence yeryüzünden kalkacak?! İşkencenin ideolojik ve sınıfsal karakterine değinmeden sözüm ona yapılan "işkence karşıtı" söylemler bize hiçbir şey anlatmıyor. Çünkü bizzat en büyük işkencecileri eğitip yetiştiren ABD, "İnsan Haklan" ve "İşkenceye karşı" örgütleri doğrudan finanse ediyor, CIA ve AID kanalıyla... Emperyalizmin bu ikiyüzlülüğünü açığa vurmadan, anılan örgütler ağıyla ne insan haklan savunulur, ne medenî haklar ve ne de işkenceye karşı savaşım yerli yerine oturur. Egemen gerici güçlerin ideolojik, sınıfsal kimliği araştırılıp sorgulanmadan yapılan insan haklan ve işkence karşıtı savaşımların sonuç alması düşünülemez. Tutarlı bir savaşım, ancak egemen gerici güçlerin sınıfsal yapısı karşıya alınarak yapılmalıdır. Bu savaşım çok yönlü ve karmaşık, fakat anlaşılabilinir açıklıkta ve onurlu biçimde verilmektedir.
Düzenin sistematik bir uygulaması olan işkence olgusuna bireysel bir olgu olarak
bakamayız. Emperyalizm, oltasına taktığı bütün ülkelerde, hegemonyasını sürdürmek ve çıkarlarını korumak için gerektiğinde her yola başvurmaktadır. İşkence, fiilî infazlar, insanların ortadan kaldırılması, terör olayları, başvurulan yöntemlerden sadece birkaçıdır. Türkiye'deki işkence uygulamaları dünya genelindeki uygulamalarla benzerlik- göstermektedir. Çünkü sistem ve mekanizma aynı amaca kurguludur. Emperyalizmin ya da bugünün deyimiyle "küreselleşme"cilerin denetimindeki okullarda, istihbarat örgütleri denetiminde ve finansmanında tüm dünya ülkelerine darbeci, provokatör, sabotajcı, devlet teröristi, "Teknik Sorgulayıcılar, işkenceciler yetiştiriyor. Tüm dünyaya işkence aletleri pazarlıyorlar... Pek çok kitabımda tekrarladığım kimi konulan burada özetlemek istiyorum: Genel deyimiyle bu okullara "School of the America' s" SOA denilmesine karşın başka isimlerle kurulmuş olanları da vardır.
—İlk okul Panama'da 1946 yılında kurulmuş olup 1984 yılına kadar Latin
Amerika'daki tüm faşist darbecileri, sağcı AAA simgeli ölüm mangası liderlerini ve işkenceli sorgulama timlerini yetiştirmiştir.
—Panama’daki okul ABD'de Columbus kentinde Fort Benning garnizonunda bulunan ABD piyade okulu içine taşınmıştır. Fort Benning'teki SOA'da aynı türden insanlar tüm ABD kıt'asını içine alacak şekilde işlevini sürdürmektedir.
—Bu amaçla kurulan okulların en büyüğü ve etkin olanı ABD'nin Kuzey Caroline
bölgesi'nde Fort Bragg'ta konuşlandırılan J.F. Kenedy Özel Savaş Okulu olup tüm dünyaya hitap etmektedir.

Bu tür okulların Avrupa ayağı Almanya'nın küçük bir kasabası olan
Oberammergau'da:
—Ayaklanmaları Bastırma Okulu ve
—İstihbarat Okulu adı altında NATO ülkelerine hitap etmektedir.
Dünya Medyası'nda bu okullara:
—Darbeci, suikast ve cinayet okulları da denilmektedir.
ABD'de yoğunlaşan tepkiler üzerine Temsilciler Meclisi ve Senato'da yapılan tüm
girişimler sonuçsuz kalmıştır.

Dünyada ve ülkemizde işkence sürüyor. Küreselleşmeciler işledikleri cinayetlere
yasal kılıf uydurma girişimlerini sürdürecek kadar azgınlaştılar.
Dünyada pek çok devrimci insan, kırda, kentte, ceza evinde, işyerinde, üretimde,
okulda, çeşitli ve çok yönlü baskı, tehdit ve işkence altındadır. İşkenceye karşı
savaşımda risk ve sorumluluk alanlara sahip çıkmamız, onları kavgalarında yalnız bırakmamamız gerekiyor.
Burada güncel olduğu için yalnızca birine yer vermek istiyorum; bu konuda
kavgamıza omuz veren herkesi yüreklendirmek ve selamlamak istiyorum:
Türkiye'de bu konuya ilk kez ciddiyetle eğilen "TBMM İnsan Haklan İnceleme
Komisyonu" başkanı Dr. Sema Pişkinsüt görevden alınmış, 1974'lü yıllarda işkenceyi engellemek vaadi ile iktidara gelen "Karaoğlan" Ecevit yandaşlarınca 29 Nisan 2001 günü yapılan DSP kongresinde tartaklanarak susturulmuştur.
TBMM İnsan Haklan İnceleme Komisyonu Eski Başkanı Dr. Sema Pişkinsüt ve
arkadaşlarının onur savaşımlarının kutluyor, daha ileri adımlar atmalarını diliyor ve destekliyorum.

Dr. Sema Pişkinsüt'ün rol ve sorumluluk aldığı değerli çalışmaları, şöyle sıralanabilir:

TBMM İnsan Haklan İnceleme Komisyonu Raporu:

1. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Şanlıurfa raporu, 1998–2000.
2. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Erzincan raporu, 1998–2000.
3. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Erzurum raporu, 1998–2000.
4. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Elazığ raporu, 1998–2000.
5. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Tunceli raporu, 1998–2000.
6. Soruşturma ve Kovuşturma İstanbul raporu, 2000.
7. Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi raporu 1998–2000.
8. Elazığ Çocuk Islahevi raporu, 1998–2000.

KURMAY SUBAYA İŞKENCE(*)

(...) Evet, Talat Turhan Atatürk devrimcisi idi. Satılmıyordu; evinde otursa iyi idi...
Büyüklerimize zaman zaman dil de uzatıyordu. Hesabına bakılmalı idi. Fırsat bu
fırsattı...
İstanbul'un tüm yetkili kademelerinde oturan kişilerin çoğuyla, Harp Okulu ve Kara Harp Akademisi mezunu olarak ya da "Silahlı Kuvvetler Birliği'nden" ortak yanımız vardı.
Ve de evim 3-4 Temmuz 1972 gecesi, bir işgal ordusunun yapamayacağı kadar
çirkin, ayıp, utanç verici bir aramaya tabi tutuluyordu. Tüm Harp Okulu ve de tüm Harp Akademileri mezunlarının ve de eski "Silahlı Kuvvetler Birliği" örgütü
arkadaşlarımızın bilgilerine...
Arabamız gecenin sessizliğinde çabuk erişti Kadıköy'e. Kaymakamlık binasının
önünde indik. Burada arkası kapalı, tenteli bir kamyonet bekliyordu. Bu kamyonete bindirildim. Gözlerim siyah bezden bu amaçla yapılmış, bir bantla kapatıldı. Ellerim kelepçelendi. Daha Önce de iki er silahlarını üzerime doğrultmuşlardı esasen... O sırada bir ses duydum. Bu sesin sahibi evimde arama yapanlardan biriydi. Oldukça içerlemişti bana adam... Nasıl olur da, hem de Sıkıyönetim içinde bize haktan, hukuktan, kanundan bahseder diye... Tabii bu kadar yüzeysel de değil. Belki bir şebekenin adamıydı ve belki de o şebeke bana karşı idi; belki, karşı-devrimciydi, belki faşist veya hilafetçiydi... Anlaşılıyordu ki bir görevli değil, bir intikamcı, bir düşmandı...
Ne olduğu bilinmeyen kişi erlere soruyordu:

—Kıpırdıyor mu?" ve ekliyordu.
(*) Bknz.: -Talat Turhan, Bomba Davası Savunma 2 İşkence, s. 91-146, 1986. Talat Turhan'ın Savunması, Klasör: 2-1975.
- "Kıpırdarsa parayla mı verdiler vurursunuz..." Bu birinci fasıl...
Araba hareket etti. Ve beni "Milli İstihbarat Teşkilatı"na ait olduğunu ve "Erenköy"de bulunduğunu sandığım eski bir köşke sorgulama bürosuna getirdi. Onlar bunun farkına varmayayım diye gecenin karanlığında, kapalı bir araba içinde gözlerimi bantlamışlar dı ama...
Burada, aylardan beri, özellikle Mahir Cayan ve arkadaşlarının hapishaneden kaçma olayından sonra, insanlık dışı, çağ dışı bir işkence sürdürülüyordu. Uğraşı Türkiye'nin sorunları üzerine düşünmek ve davranmak olan bir kimse için, bu barbarlığın ve bu yerin bilinmemesi olanaksızdı.
Esasen, ta 1961'lerde bana MİT'in İstanbul Bölgesi Başkanlığı önerilmişti. Buna ait belgeyi sicil dosyamda bulmak mümkündür. Ben bu görevi kabul etmemiştim. Ne büyük öngörü değil mi? Belli olmaz, eğer o zaman peki deseydim, bugün belki bende işkenceciler arasında bulunacaktım.
Evet, şimdi bu yerde bana işkence yapılıyordu... Nereden, nereye değil mi? Ama ben yine de memnundum yerimden. Bu asırda işkence yapanlar safında bulunmaktansa, işkence görenler arasında olmayı yeğ tutardım.
İki el kıskaç gibi kollarımı sıkıyordu. Her hareket bilinerek yapılıyor ve yapıcıları
rollerini doğrusu çok iyi öğrenmiş bulunuyorlardı.

Birkaç merdivenden çıkarıldım. Sağımda solumda bulunanlar rahat yürüyorlardı.
Sonradan gördüğüme göre beyaz mermerli giriş merdivenleri idi bunlar... Sonra dar merdivenlerden indirilip bodrumda bir odaya götürüldüm. Gözlerim açıldı.
İçeride sivil elbiseli iki yeni insan vardı. Ellerimdeki kelepçeler çözüldü. Biri uzun
boylu, Boşnak tipli, kır saçlı, sfenks gibi bir adamdı. Yaptığı işten memnun muydu değil miydi, anlaşılması olanaksızdı. Saat 01.00 günlerden 4 Temmuz 1972... Ve beni bu çilehanede Amerikan Kurtuluş Bayramı'nı kutlamaya getirmişlerdi herhalde...

Bir siyah levha üzerine, tebeşirle tarih ve ismim yazılmıştı. Tarihte 3 Temmuz 1972 yazıyordu. Oysa gün 4 Temmuz 1972 olmuştu. Değiştirilmesini istedim, gün tarihi olsun diye(!)
.. Ama sanırım karşımdakinin kültürü ne demek istediğimi anlamaya yeterli değildi.
.. Aslında kültürü ve insanlığı olsaydı herhalde ekmek parasının böylesine tenezzül etmezdi...

Elime bir levha tutuşturuldu, göğsüme koymam istenildi, "Bay Sfenks" fotoğrafımı çekti. Daha sonra bu kişinin başka görevleri de olduğunu görecektim.
Fotoğraf bir cepheden, bir de yandan çekildi. Tabii yandan çekilirken levha
konulamıyordu. Bay Sfenks'in görevi bitmiş ve gitmişti. Odaya bir berber girdi.
Saçlarımı bir no’lu makineye vurdu. Berber gitti. Burada mesai 24 saatti... Doğrusu gece gündüz "vatan kurtarmak için"(!) çalışıyorlardı. Ona göre ödenekleri vardı. Ama bu ödeneklerden berbere bir pay düşmezdi. Çünkü o, bir ere benziyordu. Onun da baş tıraşı benim gibiydi. Kafasının içindekiler tabii bilinemezdi. Görevini bitirdi ve gitti. Öteki sivil şahıs, benim boyumda, zayıf, yaptığı işten pek memnun görünmeyen, çok içtiği anlaşılan, sigaradan dişleri paslanmış hatta çürümüş bir insandı.

Daha sonra köşk görevlileri içinde bu adamı beğenecektim. Ceplerimde ne varsa
boşlatmamı istedi ve öyle de yaptım. Bir zabıt ta tuttu. Sonra askerlere hastanede verilen cinsten pijama getirdiler. Bana soyun dediler. Bir don ve bir gömlek kaldım. Bu pijamaları giyecektim. Oysa ne olur ne olmaz diye, evden ayrılırken bir küçük bavul hazırlanmış içerisine pijama da konulmuştu. Fakat buranın kendine özgü bilimsel(!) işkence metotları vardı. Bunlar, ara nağmeleri idiler. Pijamaları giydim. Bu arada bir soru sormam gerekti karşımdakine. Beni tersliyordu: "Sen askersin, buranın da askeri bir yer olduğunu anladın herhalde, bana kumandanım diyeceksin(!)" Biz Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ayrılalı doğrusu epeyce mesafe alınmıştı anlaşılan... Ama ben, buranın hâlâ askeri bir yer olduğuna inanmak istemiyordum. Asker pijamalarını giydim. Ne de olsa eski bir askerdim. Askerin hâlâ her şeyini severdim. Hatta bu eski, kirli pis ve en adi cins bezden yapılmış pijamasını bile... Bu seremoniyi bir diğeri izledi. Ellerime zincir, ayaklanma pranga vurulması... Bir zincir getirildi. Bu zincir 3 mm kalınlığında ve 3 cm Tik birbirine geçen 18 halkadan oluşmuştu. Tüm uzunluğu 45 cm kadar idi. Arta kalan uzunluk zincir baklalarının birbirine geçmesinden azalıyordu. Bu zincir, bir 8 yaparak bileklerime sarıldı ve iki bilek arasına bir kilit vuruldu. Normal büyüklükteki bir asma kilitti bu. Markasını bulamadım. Katmer katmer maden parçalarından yapılmıştı.

Üzerine bir kağıt ve bant yapıştırılmıştı. Kilidin numarası 18 idi. Savcıya böyle bir
zincir takarak bir saatlik bir deney yapmasını salık veririm. Bilekler ve kemikler,
zaman geçtikçe sızım sızım sızlayacak yatma pozisyonum buna uydurulacaktı. Tabii, insan deneyle en iyisini buluyordu. Akıl bu deney için yaratılmamıştı ama, buna da yarıyordu. Sonra da odada bulunan tek kişilik somya üzerindeki, nasıl olacağı kolayca tahmin edilen bir yatağa yatmam istendi. Daha sonra, bu yatağın pek konforlu(!) olduğunu anlayacaktım. Yattığımda yeni bir zincir getirildi. Bu zincir ellerim dekiler ile aynı cins idi. Uzunluğu 105 cm kadardı; fakat biraz daha büyük bir asma kilitle bağlandı. Kilidin öteki ucu sol ayağıma dolanıyordu. Dolanan kısım 30 cm kadardı; ayaktaki kilidin numarası 49 idi. Böylece, peşrev kabilinden sayılan ikinci işkence aracını görmüş oldum. Bilekleri birbirine bağlayan zincir, zincirleri birbirine bağlayan 18 no’lu kilit ve de ayağa bağlanan pranga...

Oda korkunç bir rutubet ve küf kokuyordu. Bu mevsimde bodrum katı da olsa böyle rutubet olmazdı ama dışarıdan bu amaçla devamlı su dökülürse neden olmasın dı.
Burada da öyle yapılıyordu herhalde!..
İçerideki kişi, yanımdaki komedinin üzerinde duran plastik, üstü açık sürahiden suyu bu rutubetli yerin, köhneleşmiş ahşap tabanına bir güzel serpti. Herhalde serinleme mi düşünmüyordu. Komedinin üzerinde duran plastik, pis küçük bir su bardağının yarısını da bana bıraktı... 

Besbelli bu da bir yöntemdi. Kapı üzerime kilitlendi. Kapatıldığım odada yapayalnızdım.


17 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 15

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 15



SUNAY'A YAZILAN AÇIK MEKTUBUN BASINDAKİ YANKILARI ASKER DOSTLARIN İLGİNÇ AÇIKLAMALARI (1)


Çetin Akan
Akşam, 22 Ocak 1970


Asker dostların zaman zaman yaptıkları açıklamaları izlerken çokcası:
— Yahu bizim şu Türkiye'de olup bitenlerden hiç mi hiç haberimiz olmuyor, gibi bir duyguya düşerim. Ve bir kere daha görürüm ki birçok perde arkası önemli olayları bilenler yine asker dostlardır. Binde bir bu kalın perdeyi araladıkları zaman kamuoyuna gösterdikleri gerçekler, hepimizi afallatacak niteliktedir.
Örneğin son Devrim'de birçok olaya karışmış ve genç yaşta emekliye ayrılmış yiğit bir kumandan olan Talat Turhan'ın Sayın Sunay'a yazdığı bir açık mektup vardı. Hiç haberimizin olmadığı ilginç açıklamalar taşıyan bu mektuptan bazı kısımları aktarıyorum: (2)

Biz de başlangıçta Sayın Sunay'ın Cumhurbaşkanı olmasını çok istemiş ve bu
konuda yazılar yazmıştık. Ama sonra Sayın Sunay'ın AP'ye doğru fazla bir eğilim
gösterdiğini işaret etmek zorunda kaldık... Ve hakkımızda dört dava birden açıldı... Neyse... Biz umut bağladığımız kişilerin politika harmanında olmadık sürprizler yaratmasına alışığız.
Yine son Devrim'de eski kumandanlardan Dündar Seyhan'ın da bir yazısı var. Onun da emekliye çıkartılan beş genç teğmenle ilgili olarak yazdığı şu satırlar dikkatimizi çekti:
"Gençlerin emekliliğini bu gün gözünü kırpmaksızın, vicdanı sızlamaksızın onaylayan kalemin, 1961 yılı 21 Ekim'inde Parlamentoyu toplamadan iktidara el koymak için düzenlenen protokolü büyük bir istekle imza attığını hatırladığımız zaman, bazı kişilerin mevki, rütbe ve ikbal uğruna ne durumlara geldiğini görmek, insanın kanını donduruyor."'
Bütün bunlar hiç bilmediğimiz olaylar bizim... Ve yine herhalde ne bilmediğimiz
olaylar olmakta şu sıralarda... Bir gün gelir belki onları da yine şaşa şaşa öğreniriz.

1. Yazıldığı gibi yayınlanıyor.
2. Açık mektubumu Çetin Altan olduğu gibi sütununa aktardığından tekrar olması için bu bölüm boş bırakılmıştır.
3. Cevdet Sunay kastediliyor.

SUNAY'A YAZILAN AÇIK MEKTUBUN BASINDAKİ YANKILARI BU VATAN KİMİN? (1)

İlhami Soysal

Akşam, 10 Şubat 1970

Yazının başlığına bakıp, kocaman bir hoppalaaa çekebilir, bu da nereden çıktı?
diyebilirsiniz. Elbette bu vatan bizim, başka kimin olabilir ki, diye düşünebilirsiniz.
Doğrudur da... Ama gelin, doğrudur hükmünü hemen basmadan önce, Mithat Cemal Kuntay'ın ünlü şiirinin şu beytini hatırlayalım:
"Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır."
Şecaat ve sirkat

"Bu vatan kimin?" sorusunun nereden çıktığını söylemeden önce, gelin size bir de çok bilinen bir tekerleme nakledelim: "Merd-kıpti, şecaat arz ederken sirkatin söyler"
Tamam mı? Şayet tamam diyorsanız şimdi gelin Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde orgeneralliğe kadar yükselmiş, yıllarca ve yıllarca Genelkurmay Başkanlığı yapmış bir eski askerin şecaat arz ederken sirkatini söylemesini görün:
Öyle değil de böyle
Haftalık "Devrim" Gazetesinde bundan bir süre önce, Emekli Yarbay Talat Turhan'ın, Cumhurbaşkanına hitaben bir açık mektubu yayınlandı. Bu mektubunda bir devrimci olarak Talat Turhan, Cumhurbaşkanına, pek ilgi çekici bazı hatırlatmalar yapıyordu. Bunlardan biri de Sayın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın Genelkurmay İkinci Başkanı olduğu 27 Mayıs öncesi günlerinde Genelkurmay Başkam olan Orgeneral Rüştü Erdelhun'un, İzmir'de Amerikalı general ve subaylara karşı yaptığı bir konuşmaydı.
Bizim değil, sizindir
Talat Turhan o günlerin Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun'un İzmir'de Six Ataf denilen NATO Hava Kuvvetleri Karargahında bir brifingde 1958 yılında Amerikan generallerine, "Bu memleket bizini değil sizindir"
dediğini yazıyordu. Bu iddia üstüne, Devrim'in geçen haftaki sayısında, emekli
orgeneral Erdelhun'un bir açıklaması çıktı. 27 Mayıs'ın alaşağı ettiği bu eski
Genelkurmay başkanı mızrağı çuvala sokmaya çalışarak şöyle diyor:
Hoca Ali-Ali Hoca2


Şimdi söyleyin

Evet Türk Silahlı Kuvvetlerinin başında, yıllarca Genelkurmay Başkanlığı yapmış,
orgeneralliğe kadar yükselmiş bir askerin şöyle, ya da böyle bu vatan savunması için söylediğini itiraf ettiği söz bu sabık Genelkurmay Başkanı Orgeneral, "Bunu", diyor, "Sadece Amerikalı generallere değil, Six Ataf Karargahını teşkil eden Türk, Amerikan, İtalyan ve Yunan general ve subaylarına hitaben söyledim." İyi mi? Türkiye'nin şu ya da bu alandaki savunması konusu, bu vatanın çocuklarına değil de Yunanlısından İtalyanına, Amerikalısından bilmem nesine kadar yetmiş iki millete kalmış. Şimdi nasıl olur da sormazsınız, bu vatan kimin? diye ve nasıl olur da hatırlamazsınız Mithat Cemal'in, "Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır" mısra ını?

1. Yayınlandığı gibi yineleniyor.
2. Rüştü Erdelhun'un açıklamasını İlhamı Soysal özetleyip sütununa aktardığından tekrar olmaması için bu bölüm boş bırakılmıştır.

SUNAY'A YAZILAN AÇIK MEKTUBUN BASINDAKİ YANKILARI

Devrim Gazetesi 16 Şubat 1970

ERDELHUN'UN AÇIKLAMASI (1)

Devrim gazetesinin 20 Ocak 1970 Salı günkü nüshasında Sayın Talat Turhan'ın
(Sayın Sunay'a açık mektup) yazısında benim Genelkurmay Başkanı iken İzmir'de SIX AT AF Karargahında Amerikan Generallerine "Bu memleket bizim değil sizindir" yolunda bir ifadede bulunduğum yazılıdır. Genel efkârda yanlış bir iz bırakmaması için bunu açıklamayı zaruri gördüm.

1- Sayın yazarın milli hassasiyetini takdir eyler fakat sübjektif yorumunu red ederim.
2- 1958 yılında Genelkurmay Başkanı iken İzmir'de SIX AT AF denilen NATO Hava Kuvvetleri Karargâhında bir Brifingde bulundum. Bana SIX ATAF'ın Hava harekâtı ve Türkiye'nin Hava Savunması hakkında planları üzerinde esaslı bilgiler verilmişti.
Brifingden sonra sorumlu personelin görevlerinin önemini belirtmek suretiyle aziz yurdumuzun Hava Savunmasının pekleştirmek maksadıyla bir komutanın Astlarına yüklediği ağır görevin şeref ve sorumluluğunu göz önüne koyma kabilinden (Hava Savunma babında bu memleket sizindir), yolunda bir ifadede bulunduğumu hatırlamaktayım.

3- Yazıda olduğu gibi karşımda Amerikan Generalleri değil SIX ATAF karargâhını
teşkil eden Türk, Amerikan, İtalyan ve Yunan General ve subayları vardı. Bu
Karargâh NATO Güney doğu kanadının Hava harekatından sorumlu idi. (2)
4- İfadelerimin muhatabı Şahıs veya devlet değil Türkiye'nin dahil bulunduğu
müşterek Savunma sistemi içinde bir teşekkül olan SIX ATAF idi.
5- Fikir ve ifade itibarıyla bunun her türlü aşağılık duygularından (inferiority complex) ari olduğunu Sayın Yazara ve bu yazıları koyanlara arz ederim.
Saygılarımla.

Rüştü Erdelhun
Em. Orgeneral
Eski Genelkurmay Bşk.


1. Yayınlandığı gibi yineleniyor.
—Aslında kanımca Erdelhun'un bu yanıtı bir yönüyle de olsa savlarımı doğrular niteliktedir
—Yanıt yazısı, D.P. dönemi Genelkurmay Başkam ağzından bağımlılık politikasının açıklanması
açısından da bize göre tarihsel önem taşıyor.
2. Askeri Bağımlılık'a da karşı olan Atatürk'ün Türkiye’sinin özellikle Demokrat Parti döneminde ne
duruma düşürüldüğünü göstermesi yönünden de ibret vericidir.
—Erdelhun bu açıklamasıyla tevil yolu ile de olsa savlarımı doğrulamıştır.


VII. BÖLÜM


İŞKENCE VE KONTRGERİLLA SON HAVADİS GAZETESİ YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ'NE(1)

(TALAT TURHAN'IN AÇIKLAMASI)

5 Aralık 1974 günlü gazetenizin î ve 7'nci sayfalarında Muhsin Batur'u eleştiren
yazınıza benim duruşmadaki açıklamalarımın bir kısmını almak gereğini
duymuşsunuz.

Takdir buyuracağınız gibi bir metin içerisindeki bir pasajı almak, diğerlerini göz ardı etmek gerçeğin ortaya çıkarılmasında uygulanan sakıncalı bir yöntemdir.
Oysa siz, bir yandan açıklamalarıma yer verirken, diğer yandan da Org. Faik
Türün'ün beyanlarını almak suretiyle kendi tezinizi kuvvetlendirmek amacıyla hatalı olan bu yolu seçmiş bulunuyorsunuz. Halbuki ben Faik Türün'ün bu açıklamalarını mahkeme huzurunda eleştirmiş ve belgeler gösterip yalanlamış bulunuyorum.

Örneğin; Bomba Davası'nda 8 Haziran 1973 tarihli duruşmadaki sorgumda: "Bugün
İstanbul'da işkence şebekesi vardır. Şebeke Faik Türün tarafından yürütülmektedir.
Orada General Ünlütürk'te vardır. İşkencelerle tespit olunmuş ifadelerle burada icrai adalet yapılamaz." (Ek-1'deki Duruşma Tutanağı, s. 16'ya bakınız).
Bilindiği gibi bu dönemde Faik Türün İstanbul Sıkıyönetim Komutanıdır ve
açıklamaları bir suç ihbarı niteliğinde ve kamu görevlilerini doğrudan doğruya
harekete geçirecek mahiyetteydi. Bununla da yetinmeksizin 12 Haziran 1973 tarihli bir dilekçeyi Başbakanlığa sunarak işkenceci Faik Türün hakkında bir Parlamento Komisyonu kurulup savımın araştırılmasını istedim. O günün ağır koşullan altında bu çabalarım dahi Parlamentoya olan saygımın ifadesidir. (2)
Eğer olay bu kadarla kalsaydı bugüne kadar olduğu gibi susma yolunu şimdilik
kaydıyla yeğleyebilirdim. Fakat gazeteniz duruşmadaki bir kısım açıklamalarımı
aslına bağlı kalmaksızın değiştirmiş ve beni Parlamentoya karşı çıkan bir kişi olarak göstermiştir. Bu durumda düzeltme hakkımın bulunduğunu takdir edersiniz. Şimdilik bu yola başvurmaksızın açıklamamın aynen yayınlanmasını diliyorum.
Bu konuda size yardımcı olabilmek için (Ek–2) de duruşma tutanağının 15. sayfasının fotokopisini sunuyorum.
Tutanakta görüleceği gibi Parlamento konusundaki açıklamalarım aynen şöyle:
"Mevcut Parlamentoda esrar kaçakçısı, eroin kaçakçısı, hırsız gibi kimseler varsa
ben bu parlamentoyu kabul etmiyorum."
Sanırım bu nitelikteki kişilerden oluşmuş bir Parlamentoyu kabul edecek aklı başında bir vatandaş düşünülemez. Doğal olarak gazetenizin de bu görüşte olduğunu kabul ediyorum.
Bu inançtan hareketle gazetenizin ilk çıkacak sayısında açıklamalarımın
yayınlanmasını rica ediyorum. Esasen bildiğiniz gibi yayınınızın Anayasa'mızın 132. maddesine ve yasalara da aykırı nitelikte olması bu sayede önlenmiş olacaktır. (3)
M. Talat Turhan
Ekler:
Ek–1 Bomba Davası Duruşma Tutanağı, s.16 (İşkenceci Faik Türün'le ilgili
açıklamalarım).
Ek–2 Bomba Davası Duruşma Tutanağı, s. 15 (Parlamento ile ilgili açıklamalarım).
1 a) Bir bölümü gazetenin 9 Aralık 1974 günlü sayısında manşetten yayınlandı, b) Dili sadeleştirilip, yeniden düzenlenmiştir.
2. 1973 yılından günümüze değin savlarım doğrultusunda T.B.M.M.'ye yaptığım aynı doğrultudaki sayısız girişimlere karşın sonuç alınamamıştır. Bu olgu bile tek başına savlarımın doğruluğunun kesin kanıtıdır.
3. Son Havadis Gazetesi'nde Muhsin Batur'la ilgili bir yayında adım geçmesi üzerine bu düzeltme yazısı yazılmış ve gazeteye gönderilmiştir.
Son Havadis gazetesi basma örnek oluşturacak bir duyarlılıkla düzeltme yazımı manşete taşımış ve yayınlamıştır.
Buna karşın işkenceye ilişkin savımızı o dönemde yayın yapan tüm sağcı gazeteler gibi "Cunta ve işkence edebiyatı" başlığı altında göz ardı edip gerçeği yadsımıştır. Günümüzde de ülkemiz, insan haklarındaki olumsuzluklar nedeniyle tüm uluslararası kuruluşlar tarafından kınanmakta ve AB kapısında bekletilmektedir.
Kuşkusuz zaman en iyi ayraç görevi de görmektedir. Bu bakımdan o dönemde işkenceyi reddedip işkenceciye arka çıkanların bu utancın ağırlığı altında eğer vicdanları varsa ezilmeleri gerekecektir.

“KONTRGERILLA İTHAMLARI AÇIKLIK KAZANIYOR"

Günaydın-Haber
28 Ocak 1978

"Milli İstihbarat Teşkilatının (MİT) çalışmaları ve 'Kontrgerilla' konusu, bütçe
görüşmeleri sırasında ele alındıktan sonra kamuoyunda büyük bir tartışma konusu oldu. Bu konuda değişik görüş sahipleri ortaya çeşitli iddialar attılar. Konuya adlan karışan kişilerin birbiri peşinden yaptıkları açıklamalarla tartışma büyüdü. Kontrgerilla konusunda öne sürülen değişik görüşleri ve tartışmaları, bu konuyu bir ölçüde de olsa aydınlığa çıkartır düşüncesiyle aşağıda sunuyoruz...
Kontrgerilla nedir?
"Kontrgerilla bu konuda iç ve dış yayınlardan edinilen bilgiye göre, az gelişmiş
ülkelerde gerilla eylemlerinde bulunan kişilere karşı mücadele amacıyla kurulan
örgütlerdir. Bu örgütlerin kuruluş biçimi ve uygulama yöntemlerinin Amerika'da tespit edilerek yayıldığı belirtilmektedir. Kontrgerilla örgütlerinin insan haklarına ve uluslararası anlaşmalara aykırı yöntemler benimsediği de bu konudaki görüş
sahiplerince öne sürülmektedir...

Turhan: 'Kontrgerilla tüm az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de
uygulanmıştır!

Türkiye'de Kontrgerilla tartışmasını genişliğine ilk defa açan kişi 21 Mayıs
olaylarından sonra emekliye ayrılan Kurmay Yarbay
—Gazete o dönemde bu konuda adı geçen kişiler içinde: Süleyman Genç, Suphi Karaman, Cihat Akyol, Sadi Koçaş, Faik Türün'ün görüşlerini yansıtıyor ve özellikle "Türkiye'de Kontrgerilla tartışmasını genişliğine ilk defa açan kişi" olduğumu vurguluyordu.
Talat Turhan; Yedigün dergisinde yayınlanan yazılarında bu konuda şu iddialara yer verdi:
"Amerika'da geliştirilen, gerillalarla mücadeleyi amaçlayan Kontrgerilla yöntemleri Türkiye'de ve tüm az gelişmiş ülkelerde uygulamaya koyulmuştur. Bu anlayışla, teknik sorgulama timleri kurulmuş ve 12 Mart döneminde özel sorgular yapılmıştır.
Zamanın İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün bu gerçeği itiraf etmiştir.
Erenköy işkence köşkünde "teknik sorgulama" yöntemleri uygulanmıştır. Esirlerin sorguya çekilmeleri uluslararası anlaşmalarla tespit edildiği halde, tüm az gelişmiş ülkelerde teknik sorgulama yöntemleri askeri ve polis okullarının eğitim programına dahil edilmiştir."
Genç: "Kontrgerilla örgütü 'özel savaş grubu' adı altında kuruldu"
Kontrgerilla konusu Millet Meclisi'ne CHP İzmir Milletvekili ve bu parti içindeki
"Demokratik Sol" grubunun önde gelen isimlerinden Süleyman Genç tarafından
getirildi. Evine atılan bombadan da Kontrgerilla'yı sorumlu tutan Genç, bütçe
görüşmelerinde şöyle konuştu:
"1965 yılında Genelkurmayın 'Ayaklanmayı Bastırma Talimatı(2) ve Sahra
talimatnamesiyle Kontrgerilla örgütü "Özel Savaş Grubu" adı altında kuruldu. Bu
örgüt silahlı kuvvetlerin emir-komuta zinciri dışında kaldı. Türkiye'de Kontrgerillanın kurucusu General Cihat Akyol'dur, Akyol 1975'den sonra birinci MC hükümetince Sivil Savunma Sekreterliğine getirildi ve burada Kontrgerilla yöntemlerini uyguladı. Ayrıca 12 Mart döneminin Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş, anılarında o dönemde yasa dışı operasyonlara girişildiğini belirtiyor. Bazı konular karanlıkta kaldı diyor. Bunlar açığa çıkartılmalıdır."
Karaman: "12 Mart'tan sonra yapılan bir brifinge katılan ve görev alanlar kimdi?"
Millet Meclisi Bütçe komisyonu görüşmelerinde söz alan Tabii Senatör Suphi
Karaman, CHP Milletvekili Süleyman Genç'le birlikte Kontrgerilla konusuna değindi.

27 Mayıs devriminin yapıcılarından biri olan Emekli Albay Suphi Karaman, bütçe görüşmeleri sırasında şöyle konuştu:
"12 Mart'tan sonra galiba Nisan sonlarında Ankara'daki Marmara Köşkünde bir brifing yapılmıştı. (3) Bir Cumartesi günüydü. Brifingden çıkanlar ellerinde listelerle bütün Anadolu'ya yayılmışlardı. Ertesi gün Senato'daki grup arkadaşlarımı toplayıp durumu anlattım. Bugün, yarın önemli olaylar cereyan edebilir dedim. Bir kaç gün sonra radyodan yayınlanan hükümet bildirisiyle büyük tevkifat başladı. Bütün valiler kollan sıvamış en çok tevkifi kendi bölgelerinde yaptırmak için yarışa girmişlerdi. Bu brifingi yapanlar ve katılanlar kimlerdi? O günlerde Elrom'u öldürenler kimlerdi? Bunların aydınlanması lâzım.."
Akyol: "Ben Kontrgerilla kurucusu değil savunma uzmanıyım!" Meclisteki bütçe
görüşmeleri sırasında CHP Milletvekili Süleyman Genç tarafından Kontrgerilla
örgütünün kurucusu olarak takdim edilen Emekli General Cihat Akyol, kendisine
yöneltilen suçlamalarla ilgili olarak bir gazeteye verdiği demeçte ve dün yaptığı basın toplantısında özetle şunları söyledi:
"Bana suçlamalar yönelten CHP'li Milletvekili Kontrgerilla dairesi olarak tanımladığı "Özel Harp" dairesinin 1964 yılında kurulduğunu söyledi. Ben o tarihte Moskova'da askeri ataşeydim. Ben Kontrgerilla'nın kurucusu değil 12 Mart döneminde Lüleburgaz'da görev yaptım. 1975'den sonra İçişleri Bakanlığı'nda görev yaptığım 14 ay süresince yalnızca sivil savunma işleriyle uğraştım. Bunun Kontrgerilla ile hiç ilgisi yoktur. Beni sol çevrelere boy hedefi halinde sağcı olarak takdim ediyorlar. Bunu adi bir oyun olarak niteliyorum."
Koçaş: "Kontrgerilla" 12 Mart'ta Genelkurmay Başkanı'nın emriyle kuruldu"
12 Mart döneminin Başbakan Yardımcısı Emekli Kurmay Albay Sadi Koçaş,
anılarında(4) o dönemin bazı uygulamalarına değindiği için bütçe görüşmelerinde
onun da adı geçti. Sadi Koçaş kontrgerilla konusunda bilgilerini şöyle açıkladı:
"Kontrgerilla 12 Mart döneminde Genelkurmay Başkanının emri üzerine İstanbul
Sıkıyönetim Komutanı ve MİT yetkililerinin birlikte çalışacakları bir soruşturma örgütü olarak kuruldu, İstanbul’daki Zihnipaşa Köşkü'nde birtakım soruşturmalar yaptı. Yasa dışı bu örgütün bazı ilgilileri, üst kademelerden yasa dışı emirler alarak uygulamışlardır. Kontrgerilla'da ifadeleri alınmış tutuklu subaylarla konuştum. Onlardan geniş bilgi aldım. Bu anayasa ve yasalara aykırı bir
kuruluştu. Halen faal durumda olduğunu sanmıyorum..."
Türün: "Kontrgerilla" diye bir örgüt kurulmamıştır. MİT özel görevler yüklenmiştir."
Sadi Koçaş'ın ve Talat Turhan'ın Kontrgerilla örgütünün kurucuları arasında saydığı  12 Mart döneminin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı ve şimdiki AP Manisa Milletvekili Faik Türün, bu yoldaki suçlamalarla ilgili olarak şöyle konuştu:
"Kontrgerilla diye bir örgüt kurulmamıştır. 12 Mart döneminde MİT güvenlik için özel görevler yapmıştır. Buna özel mahiyet verilemez. O tarihte Erenköy'de Ziverbey Köşkü'nde yapılan sorgulamaya bir kez yarım saat katıldım. Burada MİT'ten gelen müşavirler görev yapıyordu. Bu güvenlik kuruluşlarının yaptığı ve yapmakta oldukları bir görevdir. Normal bir polisin bilgisiyle komünizm eylemlerinin sorgusunu yapmak imkânsızdır. Bu yüzden MİT müşavirleri görev almıştır. MİT'te çok sayıda sivil giyinmiş asker görev yapmaktadır. Bu yüzden sanıkların gözleri bağlanmıştır..." (5)


BU BÖLÜM DİPNOTLARI.;

1. Yazıldığı gibi yayınlanıyor.
2. Talimatı değil "Hareketleri" ('Kontrgerilla Cumhuriyeti' adlı kitabıma bakınız).
3. Marmara Brifingi Kaynak yayınları tarafından 1995 yılında yayınlandı.
4. Sadi Koçaş, Atatürk'ten 12 Mart'a, Beş ciltlik kitap.
5. Geçen süre içinde Faik Türün'ün gerçeği yansıtmadığını kamuoyu öğrendi. Eğer öyle olmasaydı. 'Basın Toplantısı' davetimi kabul ederdi.


16 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 14

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 14


TUĞĞ. FARUK GÜVENTÜRK'ÜN EMRİNDE BULUNDUĞU 1. OR. K. CEMAL TURAL HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ

Güventürk'ün Heyecanı*

Protokolün imzalanmasından sonra, toplantıyı terk eden subayları General Faruk
Güventürk, çevirerek kendileri ile bir konuşma yapmış ve General Cemal Tural
hakkında kesin bir karara varılmasını İsteyerek:
"Arkadaşlar nereye gidiyorsunuz. Cemal Tural hakkında gereken karan vermediğiniz takdirde ben protokolün altındaki imzamı geri alıyorum diyerek bir karara varılmasını istemiş.
Güventürk 21 Ekim Protokolünü"** imzaladığı halde sonradan imzasını geri alan Birinci Ordu Kumandanı Cemal Tural hakkında mutlak bir karara varılması gerektiğini teklif ederek herkesin fikrini sormaya başlamış, Bütün kumandanlar ayakta nasıl bir karara varılması gerektiğini bir süre tartışmışlar, bu sırada yine Güventürk'ün sesi yükselmiş: "Arkadaşlar ben size daha evvelden söylememiş miydim? En kısa zamanda ikimizden birisinin kansı dul kalacak diye, işte
o gün geldi." demiş bu sözler üzerine İlk Önce Dündar Seyhan "İmzaladığımız
protokolün tatbikatına muhalefet ettiği takdirde bertaraf edilir." demiş.
Aynı konuda, Refik Tulga ise "Bertaraf edilmekle Öldürülecek mi demek istiyorsunuz" demiş.

* Y.n.: Talat Aydemir'in Hatıraları, May Matbaası, Şubat 1968. İstanbul, s. 123-124.
** Y.n.: 21 Ekim 1961 Müdahale Protokolü.


Dündar Seyhan, Refik paşaya cevaben; "Bertaraf edilme sözü içine mutlaka öldürmek girer iddiasında değilim. Enterne edilir, zararsız hale getirilir.
Bunun uygulama şeklini madem ki istiyor, Garnizon Komutanı General Güventürk'ün takdirine bırakalım o anda ordu kumandanının davranışına göre hareket eder" demiş ve bu teklif kabul edilmiş.
Bu sırada Ankara temsilcilerinden Necati Ünsalan, Faruk Güventürk'e: "İstediğin oldu.
Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun" diye sormuş, aldığı cevap şu olmuş. "O... kazığa oturtacağım." Ünsalan dayanamamış; "Paşam size bu düşünceyi yakıştıramadım.
Küfür ettiğiniz ve kazığa oturtacağınızı söylediğiniz zat bu ordunun Korgeneral
rütbesini taşır ve Birinci Ordu Kumandanıdır, dâvaya davet edilir. Kabul ettiği takdirde her zaman başımızdır. Etmediği takdirde makam ve rütbesine lâyık olarak enterneye tabi tutulur."' demiş. Fakat Güventürk Tural'ın 21 Ekim'de imzasını geri aldığını, onun bu hareketini hiç bir zaman affedemeyeceğini ve dediğini mutlaka yapmak için kesin karar verdiğini söyleyerek sözlerinde ısrar etmiş.
Y.n,; Protokolden tanı dört ay sonra 22/23 Şubat gecesini, 1. Ordu Komutanı
Orgeneral Cemal Tural ile emrindeki 66, Tümen Komutanı Tuğgeneral Faruk
Güventürk düşün ve eylem birlikteliği içinde geçirdiler(!)...

GİZLİ
T.C.
GENELKURMAY BAŞKANLIĞI
ANKARA

9 Temmuz 1966
PER : 7202.1.66 DİSİPMOR.1.Ks.(514)

KONU : Bölücü Propaganda faaliyetleri.
1. Alıştıkları metotlardan ayrılamayan bazı çevreler var ki bunlar Cumhurbaşkanı
seçiminden bu yana Orduya da musallat olmaya koyulmuşlardır.
Önceleri Ordudan adam ayarmaya, daha sonra alt ve üst kademeleri birbirine karşı göstermeye biraz sonra Komutanları birbiri karşısında imiş gibi yaymaya koyulan bu kişiler bunda da muvaffak olamayınca teker teker üst kademedeki komutanları Ordu ve Halk gözünden düşürmeye yönelmişlerdir.
İşte son Cumhurbaşkanı seçiminden sonra tutulan yol bu yoldur. Askerlik gibi millet şuurunda mukaddesleşmiş bir ocaktan gelen Cumhurbaşkanını küçümsemeye ve gözden düşürmeye matuf davranışlar aynı şerefli ocağın Komutanlarına da yöneltilmiştir. Böylece; Çankaya da Komutanlara Devlet evi olarak henüz başlamış olan evler veliahtlar ve şehzadelere kâşaneler yapılıyor edası ile ilan edilmiş, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları'nın ecnebi kulu oldukları yayılmaya savaşılmış, ecnebileri himaye etmek onların silah taşımalarına müsaade etmek gibi yalanlarla da efkarı umumiyenin zehirlenmesi denemesine girişilmiştir.

2. Türkiye'yi her zaman türlü yerlerden gelen tehlikelere karşı korumuş 27 Mayıs
inkılabından sonra içeride yapılmak istenen oyunları 22 Şubat'ı ile 21 Mayıs'ı ile
bertaraf etmiş ve kendi kışlasında Vatanın muhafaza ve müdafaa vazifesine
koyulmuş olan Silahlı Kuvvetler, rahat normal ve ciddi bir mesai devresinden
alıkonulmak sureti ile şimdide Komutanları yıpratmak oyunu ile uğraştırılmak
istenmektedir.

Bu gibi adi davranışlara müracaat edenler, bunları kendi akılları ile yapmakta iseler şaşkınlıklarını bir dereceye kadar mazur görmek mümkündür.

(*) Y.n.: Gizlilik derecesi GK Başkanlığı'nın 6.8.1966 gün ve per. 7202-2-66 disiplin lks(514) sayılı emirleri ile kaldırılmıştır.

Fakat ısrarlı ve devamlı olarak Ordu ile uğraşmak mutlaka özel bir maksat taşır. Bu özel maksatta, Ordu gibi bir varlığı parçalamaktır ki, Anayasaya da, Vatana ihanet denecek bir durumu ortaya koyar.
Durum böyle olunca kime ve nereye alet olarak çalışıldığını düşünmek zaruri olur. O halde, bu davranışlar uzaktan ve gazetelerde görüldüğü kadar basit ve bir takım boyalara boyanarak gösterilmek istendiği gibi değil tamamen aksine ve memleketi yıkmaya matuf davranışların sahneye konuşudur.
İşi bu cepheden de mütaala edersek şeref imzalan koyarak NATO, !ENTO gibi
Paktlar imzaladığımız devletlerin haysiyetsiz ve muahedeleri şerefle tatbik eden
bizlerin de aynı şerefsizlikle itham edilerek Memlekete ihanet ediyormuş gibi
gösterilmesindeki sebebin bir başka kaynaktan idare edildiği neticesine varmak güç değildir.
Görülüyor ki böylece perdenin önünde ve Komutanlara Sayın Cumhurbaşkanına
taarruz eder görülenler perdenin arkasında başkaları tarafından kendi mukaddes
müesseselerine karşı sevk ve idare edilmektedir.
Bu itibarla uyanık bulunmak, Ordu gibi Anayasanın diğer müesseseleri gibi muhterem ve mukaddes müesseseleri hürmetkar olmak lüzumunu herkese anlatmak bu gibi mukaddesatı tanımayanları da böylece tanımak ve her türlü kanuni karşılığını buna göre tartıp ortaya koymak lazımdır.

3. Silahlı Kuvvetleri Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak vazifesini gelmiş geçmiş bütün nesiller gibi Sancak önünde merdane verdiği şeref ve namus sözüne sadık olarak ve hiç bir politikaya kapılmadan disiplin ruhu içinde hizmet etmek suretiyle yapacağından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Bütün arkadaşlarımın daima bu yolda uyanık olmalarını ve şerefli vazifelerinde
başarılarını dilerim.

İmza
Cemal Tural
Orgeneral
Genelkurmay Başkanı

Dağıtım :
Gereği :
Kara Kuvvetleri K.
Dz. Kuvvetleri K.
Hv. Kuvvetleri K.
Jandarma Genel K.
Gn. Kur. Kh. Teşkilatı.
27 Mayıs’tan–28 Şubat'a F/15
21 MAYIS 1963 KALKIŞMA GİRİŞİMİNE KATILAN
21 MAYIS HÜKÜMLÜLERİ İÇİN YAZILAN MEKTUP*
İstanbul, 16 Aralık 1967
Sayın………………


"Bir tek kişiye tevcih edilen adaletsizlik umuma yöneltilen bir tehdittir."
Montesquieu Cezaevlerinin demir parmaklıkları ardında terk edilen 23 subay, 1 Harp Okulu öğrencisinin toplumumuza kazandırılması zamanının gelmiş ve geçmiş olduğuna inanarak, konu hakkındaki görüşlerimizi açıklayıp, af kampanyamıza katılmanızı diliyoruz.

Bilindiği gibi, 3 Ağustos 1966'da kabul olunan 780 sayılı (Bazı suç ve cezaların affı hakkındaki kanun)'da 21 Mayıs hükümlülerinden 24'ü af dışı bırakılmıştı.
Af, 1961 seçimlerinden sonra memleketimizin en güncel konusu olarak bütün politik yatırımlar için malzeme yapıla gelmektedir. Bu nedenle yıllarca çeşitli çevrelerin eğilimlerine uygun şekilde eleştirilmiş bulunmaktadır. Gerçekçi bir inceleme sonucu çıkarılan afların, ilmi verilerden daha çok duygusal etkenlere dayandığı anlaşılabilir.
Politik bünyemizin olumsuz bir özelliği olarak karşıt fikir gruplarının birbirlerinden
kopardıkları ödün ölçüsünde çıkarılan af kanunları ile parça parça istenilen hedefe gidilmiştir. Bu yönelişin galiplerinin kimler olduğu da bilinmektedir.
Bir ihtilâl döneminin sosyal, ekonomik ve politik koşullan içinde, kendi değer yargıları ve görüşleri uğruna, hayat ve geleceklerini hiçe sayabilecek kadar yurtsever kişilerin kıymetlendirme hatalarının, 27 Mayıs'a karşı olan güçlerin kuvvetlenmesine yaradığı bir gerçektir. Bu dönemde politik çıkar gruplarının devrimci güçleri parçalamaya çalıştığı ve bu çabalarında başarılı oldukları da bugün yeterince anlaşılmış bulunmaktadır.

(*) Y.n.: Milletvekillerine ve Senatörlere gönderilmiştir.

—Dili sadeleştirilmiş ve yeniden düzenlenmiştir.
780 sayılı kanun, 1960 sonrasının bütün siyasi suçlarına sünger çekmiş, kamu
vicdanında haklı kuşkular doğurmasına karşın bir kısım adi suçları affetmiş ve fakat yurt severliklerinden kimsenin kuşkusu bulunmayan 24 devrimciyi rehine olarak içeride bırakmıştır. Daha, önceleri konu, Parlamentoda, Üniversitelerde, Basında, Gençlik kuruluşlarında ve diğer baskı gruplarında tartışılıp, 21 Mayıs hükümlülerinin de af kapsamına girmesi ilmi bir zorunluluk olarak kamu vicdanına yerleşmiş olmasına karşın beklenilen sonuca ulaşılamamıştır.
Affın, hukuki ve ilmi bir kavram gibi algılanması gerekirken, 'Memleket gerçekleri' paravanası ardında politik, grupsal ve hatta kişisel görüşlerin etkisi ile duygusal etkenlere dayandırılması tipik bir adaletsizlik örneği sayılabilir.
Biçimsel demokrasilere özgü böyle bir uygulamaya karşı çıkmak, adaletsizliğin
giderilmesine çalışmak, gerçek demokrasiye inanan, tam anlamıyla Batı kültür ve uygarlığını benimseyen, çıkarlarının ötesinde bulunan aydına yaraşan bir tutum olacaktır.

"Her rejimin temeli adalettir. Bir halka hürriyet, ahlak ve şeref miyarını veren o' dur."

E.A. Roth

Toplumda adaletsizlik yaratan veya var olan adaletsizlikleri gizlemekte yarar uman yöneticilerin bu tip çabaları günü gün etmek deyimi ile tanımlanabilir. Oysaki, yönetici tarihe hesap vermek zorunluluğunu vicdanında hissettiği ölçüde topluma yararlı olabilir.

780 sayılı Af Kanununun hazır] anışındaki görüşmeler, açıklamalar yetkisiz kişilerin gizli yazışmaları ile ilmi görüşleri yansıtan yayınlar arasındaki belirgin çelişmelerin giderilmesi olanaksız görünmektedir.

TCK'nın 146. maddesine göre aynı suçtan mahkûm edilen iki gruptan birini siyasi
suçlu sayarken diğerini saymamanın hukuk ilmine ve mantığa uyamayacağına
inanmaktayız.

21 Mayıs olayının, bütün yönleriyle 'Siyasi suç' olduğu yargı organlarınca kabul
edildiği gibi, başarı halinde politik hayat ve kadrolarında ekonomik ve sosyal bünyede değişiklikler getirmeyi öngördüğü belgelerle kanıtlanmıştır.
O günlerin koşullarına döndüğümüzde görülecektir ki: 27 Mayıs'ın getirdiği düzenle bağdaşamayan çevrelerle bu düzenin sahibi olan kuvvetler karşı karşıya
bulunuyorlardı. Bir tahliyeyi bahane edip(1) Genelkurmay Başkanlığına doğru sallanan eller ve kollar ile sarf edilen sözlerin olumsuz etkisi altında bunalımlara sürüklenenler olduğu gibi, sabırsızlıkla beklenilen ekonomik ve sosyal reformların sözde kalışı ve 27 Mayıs düşmanlarının ardı arkası kesilmeyen kışkırtmaları sonucu, 27 Mayıs idealine küçük hesaplar düşünmeksizin gönül veren devrimci güçler içinde mevcut duruma son vermek üzere kendilerini görevli sayan gruplar çıkmıştır. Suç işleme kastı olmaksızın ulvi bir maksadın sağlanması için takdir hatasına düşmüş olanlara bunun bedeli fazlası ile ödettirilmiş bulunmaktadır.
Böylece özet ifadesini bulan politik bir olayı demagojik yöntemlerle basit ve adi suç olarak tanımlama çabalan hukuka aykırı olduğu kadar ahlakla da bağdaştırılamaz.

Açıklamaya çalıştığımız nedenlerle belirli bir adaletsizliğin kurbanı olarak cezaevi
zindanlarında tutulan 21 Mayıs hükümlülerine uygulanan cezadan toplumun beklediği fayda dayanaklarım yitirmiştir. Cumhuriyet döneminde Harbiyeliden-Albaya kadar çeşitli rütbelerdeki Slh. Kuv. mensuplarının cezaevlerinde süründürüldüğü görülmemiştir. Çeşitli çıkar ortaklıklarının birbirine kenetlenmeye çalıştığı bir ortamda bu sorunu küçümsemek demokrasi ve hürriyetler kavramlarına göre onaylanamayacağı gibi bu durumun sürmesi bazı çevrelerdeki huzursuzlukların artması sonucunu doğurabilir.
Sırası gelmişken arkadaşlarımızın bugüne kadar 55 ay cezaevlerinde yatmalarına
karşılık, on yıllık bir iktidar süresinin sorumluları olarak Yassıada'da mahkum
edilenlerin protokollerde tersi yer almış olmasına karşın, (2) 52 ay yattıktan sonra af edildiklerini anımsatmak isteriz. Bir karşılaştırmaya girişmekten çok, aynı kanunun aynı maddesine
1. Celal Bayar Kayseri Ceza ve Tutukevi 'nden tahliye edildikten sonra eski Demokrat Partililer TSK'yı hedef alan kışkırtıcı eylemlerim Gn. Kur. Bşk.lığına yöneltmek aymazlığına düşmüşlerdir. Bu olay daha sonraki Slh.K'ler deki baş kaldırılara  azınsanamayacak boyutta gerekçe oluşturmuştur.
2. 26 Ekim 1961 günü siyasi parti liderleriyle komutanlar arasında imzalanan "Çankaya Protokolü"nde siyasi parti başkanları Yassı ada Mahkemesinde hüküm giyen Demokrat Partililere af çıkarmama sözü vermişlerdi. Kuşkusuz bu sözü verirken içtenlikli değillerdi. O günün koşulları içinde komutanları
pasifize edip TBMM'yi açmak ve zaman kazanmak istiyorlardı. Nitekim koşullar elverdiğinde eski D.P.'lilere af çıkarılmıştır.
göre mahkûm edilen iki grubun cezaevlerinde farklı kalış sürelerini gözler ve
vicdanlar önüne sermek istiyoruz.
1960'dan bu yana Anayasa düzeninin sürmesi için sarf edilen çabalar karşısında,
bugün 21 Mayıs hükümlülerinin affında bir sakınca olmadığına inanıyoruz. Bu
inançla, yüce Meclise bu adaletsizliğe son vermek üzere verilmiş olan Af Kanunu
tasarısının bir an önce gerçekleşmesi için ilginizi istirham ederken, saygılarımızı
sunarız.
21 Mayıs Hükümlüleri
Af Komitesi Adına
Talat Turhan

21 MAYISÇILARIN AFFI İÇİN YAZILAN MEKTUBA YANIT

T.C. İÇİŞLERİ BAKANLIĞI BAKAN

05.06.1967

Sayın Talat Turhan, Yenigün Sokak No.: 11 Kuzguncuk/İstanbul
Mektubunuzu aldım. Hakkımda izhar buyrulan teveccüh ve hissiyatınızdan dolayı
teşekkürlerimi sunarım.
Bahsettiğiniz konu, günün hadiseleri içerisinde çok taraflı olarak ehemmiyet arz
etmektedir. Mesele üzerinde hassasiyetle durmaktayız.
Size iyi haberler verebilmek gayreti içerisinde bulunduğumu ifade etmek isterim.
Selam ve saygılarımı sunarım.
Dr. Faruk Sükan
İçişleri Bakanı

V. BÖLÜM

ORGENERAL FAHRİ ÖZDİLEK İLE İLİŞKİ SAVUNMA BAKANLIĞINDAKİ TEYP (ORGENERAL, MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ ÜYESİ, MİLLİ SAVUNMA BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI FAHRİ ÖZDİLEK'İN 27 MAYIS ANILARI)*

Milli Savunma Bakanı istifa etmişti. Bu görevi de yapmaklığım istendi. Makam
odasına gittiğim zaman odada yerleştirilmiş bir teyp, bunun ses alma aparatının
dışardan ayarlanacak gibi düzenlenmiş olduğunu gördüm.
Cunta'nın açıktan açığa bakanlıkta da haber alma çalışması düzenlediği görülüyordu.
Sonraki günlerde Milli Savunma Bakanlığı hizmetini Başbakanlık yardımcılığı makam odasında bitiriyordum.
Tabiplerin öğüdü üzerine dinlendirilen Cemal Gürsel Bakanlar Kurulu toplantısına
gelemiyordu. Bu yüzden ben de Milli Savunma Makam odasına gidemez oldum.
Vatan, 7 Haziran 1976

Y.n.: Gerçekle uzaktan ve yakından ilgisi olmayan, "cunta" kelimesinin ardına sığınılıp kişiliğimi hedef alan anılardaki bu bölüm 19 Ağustos 1976 günü bir mektupla yanıtlanmış, ancak Fahri Özdilek ne bana yanıt verebilmiş ne de gerçeği araştırma uğraşısı içine girmiştir...

VI. BÖLÜM

CUMHURBAŞKANI ORG. CEVDET SUNAY SAYIN SUNAY'A AÇIK MEKTUP (1)

Sayın Cevdet Sunay,


Yeni yıl nedeniyle yayınlanan mesajınızda diyorsunuz ki:
"Türk milleti, Milli Kurtuluş Savaşını, büyük kurtarıcımız aziz Atatürk önderliğinde kırk sekiz yıl önce yaptı, ve kazandı. Bugün ikinci bir kurtuluş savaşında söz edilmesi, hem Atatürk' ün, hem şehitlerimizin ölümsüz hatıralarına hem de devletime karşı bir saygısızlıktır."
Atatürk'ün "Tam Bağımsızlık" ilkesinin yeniden gerçekleşmesi için, tek çıkar yolun bir ikinci kurtuluş savaşı vermek olduğuna inanan, yıllardan beri hayatı ve geleceği pahasına bu davanın kavgasını verenlerden biri olarak, sizi uyarmak için kendimi görevli saydım.
"Tam Bağımsızlık demek, elbette siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür... gibi her alanda tam bağımsızlık, tam özgürlük demektir.

Amacım Cumhurbaşkanına hakaretten içeri girmek ve yargılama ve savunma sürecinden yararlanıp Sunay'ı teşhir etmekti. Bu karan almamda duygusal nedenlerin etkisi olduğu söylenemez. O dönemde Cumhurbaşkanının Iran ziyaretinde hediye alış verişinde yaşanan protokol skandalı basına yansımıştı. 
Bir bölümü Türkiye'de çekilen "Paralı-Askerler" filmi için Köşk Süvari grubunun tahsis edildiği ve bu olay nedeniyle, Sunay'ın yakın çevresinde çıkar ilişkileri nedeniyle tartışma çıktığı TBMM'ye kadar yansımış, sonuçta başyaver T.Ö. köşkten uzaklaştırılıp İstanbul'a, MİT'e atanmıştı.

Çankaya'da Cumhurbaşkanının eşinin düzenlediği çay partilerinde diplomat eşlerine satış yapıldığı söyleniyordu.
Özetle Çankaya'dan çevreye pis kokuların yayılmasından tedirgin olduğum için hapse girip kamuoyunun dikkatini yaşanan olay ve olgular üzerine çekip, aslında sayılmakla bitmeyecek olumsuzlukları açıklamak istiyordum.
—Devrim, 20 Ocak 1970, Sayı: 14.
Bu saydıklarımızın her hangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk ulusun ve ülkenin
gerçek anlamıyla bütün bağımsızlıktan yoksunluğu demektir." (2)
Atatürk'ün tanımlanması ile günümüzün somut gerçeklerinin tam bir zıtlaşma içinde bulunduğu, yıllardan beri çeşitli çevrelerce ortaya konmuş ve kanıtlanmış bir gerçektir.
Elimizi kolumuzu bağlayan ikili anlaşmalar yürürlükte kaldıkça politik bağımsızlıktan; bir yılda 450 milyon borç faizi ödemek durumunda kalan ve 2014 yılına kadar borçlu bir ülkede mali bağımsızlıktan; yeraltı ve yerüstü servetleri dünya kapitalist emperyalizminin işbirlikçisi kompradorlar ca sömürtülen, endüstrileşmesi montaj ve ambalaj sanayii uyduluğuna terk edilen bir ülkede ekonomik bağımsızlıktan; yabancı makamlara yargı kapitülasyonu tanınan bir ülkede adli bağımsızlıktan; ABD eski Cumhurbaşkanı Johnson'un mektubunda açıkça belirtildiği gibi elindeki silahı milli hedefler için kullanmak hakkından yoksun bir ülkede askeri bağımsızlıktan; ve sonuçta nüfusunun yarısı okuma-yazma bilmeyen bir ülkede ABD 'barış' gönüllüleri kol gezer ve yabancı uzmanlar Milli Eğitim Bakanlığında tünerken kültürel bağımsızlıktan söz açmak, hem Atatürk'e hem Milli Kurtuluş Savaşı şehitlerine, hem devletimize karşı bir saygısızlıktır.
Atatürk'ün "Tam Bağımsızlık" ilkesiyle kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin
Sunay niyetimi anladı. Soruşturma açtırmadı, zamanım bekledi. O zaman 12 Mart 1971 muhtırasından sonra geldiğinde kendimi Ziverbey İşkence Köşkü'nde buldum. Orada işkence seansında en az on dakika filmim çekildi. Bu filimin izleyicileri arasında Sunay'ın da bulunmasının büyük bir olasılık olduğunu düşünüyorum.
Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde MİT'İ ve dönemin İstanbul MİT Bölge Başkanı olan Turan Deniz'i ağır ölçüde eleştirmem üzerine Turan Deniz avukatım Hidayet Ilgar'la görüşme gereğini duymuştu.
Gerek T. Deniz ve gerekse ben doğal ömrümüzü tamamladık. Bazı tarihsel gerçeklerin aydınlanması için Turan Deniz'in avukatıma söylediklerini açıklaması onurlu bir davranış olabilir...

Bu çok yönlü ve karmaşık savaşı anlamak yeteneğini kazanmalıyız. Bu mücadelede düşman hem içerde, hem dışarıda bulunur. Dış düşman, emperyalizmin ve sömürünün her türlüsü ile onun uygulayıcısı mihraklardır. İç düşman ise bu sömürünün yurttaki maşa ve işbirlikçisi olan kompradorlar, onların gerici destekçisi ırkçı, faşist ve dinci kara gericiliktir; bu desteklerle yaşayan karşı-devrimci iktidar güçlendir.
27 Mayıs'ı gerçekleştiren güçler, 14'ler, 22 Şubat’çılar 11'ler, Genç Kemalistler, 21 Mayıs'çılar, boykot ve işgalle üniversite ve tüm eğitim sorununun düzeltilmesini isteyen öğrenciler, inançları uğruna sokaklarda kurşunlanan gençler, mütegallibenin toprağını işgal eden köylüler, emekçiler, işçiler, işsizler, yargıçlar, boykottaki polis öğrencileri, iktidara alet polisin kurşununu yiyen emekçiler, bütün yurtta boykot eylemini yürüten öğretmenler, direnen memurlar, aydınlar, yazarlar, 69'lar(3) ve bu güçlerin düşün ve eylem koşutunda olan tüm namuslu insanlar, bütün vatandaşlar, gerçekte bilinçli, ya da bilinçsiz "İkinci Kurtuluş Savaşı"nın birer eri olarak görevlerini yapıyorlar.

"Türkiye Amerikalılarındır!"

Sayın Sunay,
Kişiliğinizi bilenlerden biriyim. Sizi eleştirirken 1950–1960 döneminde Genelkurmay sorumlu makamlarında bulunduğunuzu ve bu dönemin sonlarında Genelkurmay 2. Başkanı olduğunuzu saptamanız şarttır. O günlerde Genelkurmay Başkanınız Org. Rüştü Erdelhun idi. Ve siz, onun karşı oy notu yazmadığınız tüm uygulamalarından sorumlu bulunuyordunuz. O dönemin aşırı teslimiyeti içinde, Erdelhun'un 1958'lerde, İzmir'de SIX ATAF(4) Karargâhında yapılan bir toplantıda Amerikan generallerine, "Bu memleket bizim değil, sizindir!"dediğini biliyoruz.
İşte böyle bir ortamda tezgâhlanan ikili anlaşmalara -ki bağımsızlığımıza gölge
düşürdüğü artık açıkça belirgindir- bugün karşı çıkmasını bilenler gerçek
vatanseverlerdir.
27 Mayıs'ı kendi deyiminizle "Fırsatı bir daha kaçırmam" duygusu içinde
karşıladığınız biliniyor. Bir takım olaylar, emekli olmanızı önlediği gibi sizi K.K.K.'ya kadar getirdi. O günlerde sizi gerçek bir 27 Mayıs'çı havası içinde görüyoruz. K.K.K. olarak altında imzanız bulunan ve Kara Kuvvetinin durumunu eleştiren emrinizi herhalde anımsayacaksınız. Bu emirde en ilericiden daha ilerde ve solda bulunuyordunuz.
M.B.K. devrinde bazı Komite üyelerinin kişiliğinize yönelik davranışlarından müteessir olmuştuk. İçlerinde masanıza yumruk atacak kadar cesur olanlar vardı. (5) Ve ben bu olayın tanığı olmak üzüntüsünü tatmıştım. Daha sonra makamınıza yaraşır bir güç kazandırmak için Silahlı Kuvvetler Birliği üyeleri olarak size yapılan yardımlarımızı unutmuş olacağınızı tahmin etmiyorum.
"Silahlı Kuvvetler Birliği" Gizli Örgütü Başkanı idiniz 6 Haziran 1961(6) olayından sonra gücünü fiilen gördüğünüz ve bulunduğunuz makama rağmen karşı çıkmaya cesaret edemediğiniz ve sonradan "Albaylar Cuntası" diye kınanan örgüte girdiniz. Yani bizim "Silahlı Kuvvetler Birliği"nin Başkanı oldunuz.

Bu Başkanlığa "evet" derken arkadaşlarımıza "şeref sözü" verdiğinizi de herhalde
anımsıyorsunuz. Bertrand Russell'in deyimiyle o sıra "Şehvet tutkusu kadar iktidar tutkusu"(7) içinde bulunan Sayın İnönü'nün ve CHP ileri gelenlerinin bütün iyi niyetimize karşın bizleri bölmek ve hatta karacı-havacı diye ikiye ayırıp birbirine karşı kırdırma tertiplerine engel olmadığınızı da herhalde kabul edersiniz.
30 Ağustos 1961 saat 15.00'de sayın İnönü ile yaptığınız gizli görüşmeyi Silahlı
Kuvvetler Birliği örgütüne bildirmenizin bir tek, anlamı vardı: İnönü'ye rağmen bizim safımızda olmak...
Seçimlerden sonra "Mürted"de aldığımız kararları(8) Silahlı Kuvvetlerin başı olarak parti liderlerine "Çankaya Protokolü" adı altında dikte ettiren sizsiniz. Olayların garip cilvesine bakınız ki, bugün protokolün son hükmünün kaldırılması -yani siyasi affın gerçekleşmesi-sizin Çankaya'da oturduğunuz bir döneme rastlamış, dün tam tersini savunduğunuz ilkeleri bugün Anayasa değişikliği halinde onaylamak zorunda kalmışsınız... (9) Dünden bugüne bu kadar çelişkili bir duruma düşmenizin anlamı üstünde lütfen kendiniz düşününüz.
19 Ocak 1962'de saat 17.00'de Genelkurmay'daki tarihi toplantıda ben de vardım.
Birkaç gün önce bizim yanımızda bulunan birtakım sayın generallerle birlikte siz de susarken gerçeği birkaç albayın sesi dile getirmişti. Ama oportünist politikacı
entrikalarında başarıya ulaşmıştı ve siz yeni bir safa geçişinizi:
"Ben sizin namınıza İnönü'ye kendisini desteklediğinizi söyleyeceğim" tümcesiyle
belirtip toplantıyı terk etmiştiniz. (10)
Gene o dönemde Silahlı Kuvvetler'in bütününe kumanda edecek makamda
bulunmanıza karşın Genelkurmay Kışla Komutanlığı'ndan kişisel emniyetinizi
sağlamak için özel bir bölük kurduğunuzu da anımsamalısınız.
Bu noktada bilginiz dışında bulunan husus, özel bölüğünüz kumandanının hakkınızda uygulanacak işlem için emir konusunda bize başvurmasıdır.
22 Şubat 1963 ile 21 Mayıs 1963 ve ondan sonraki dönemde Silahlı Kuvvetler
üzerinde aldığınız tertiplerden söz açmayacağım. Hatta 21 Mayıs'ın şahsımızla ilgili talihsiz öyküsü de şimdilik bizde saklı kalsın. Bugün işgal ettiğiniz mevki bakımından bu olayların açıklanmasını daha ilerdeki bir tarihe bırakmak düşüncesi bulunduğunuz makama duyduğum saygıdan ileri gelmektedir.
1961'de Sayın Em. Korg. Hüseyin Ataman'dan boşalan Milli Savunma
Bakanlığı, Devlet Başkanı Sayın Gürsel tarafından Sayın Org. Muzaffer Alankuş ve size Hariciye Köşkünde aynı anda önerilmişti. Anımsıyorsanız bu olayın tek tanığı bendim. Milli Savunma Bakanlığını kabul etmemenizin ağzınızdan çıkan ifade ve gerekçesini de gene bugün işgal ettiğiniz makama duyduğum saygıdan
açıklamayacağım.
Daha sonraki bir tarihte de Silahlı Kuvvetler Birliği'nden üç üye, size Devlet
Başkanlığı önerdiğinde "kandil yağlarından" ve "kabaktan" söz etmiştiniz(11) ama bugünkü soyut demokrasiye olan tutkunuzu dile getirmemiştiniz.
İşte bu noktadan başlayıp gelmiş bulunduğuz Cumhurbaşkanlığı makamı eşiğinde politikacıların her biri kendi çıkar hesabını yapıp art niyetlerinin gerçekleşmesi için sizin vaktiyle taşımış bulunduğunuz apoletlerden yararlanmayı düşünüyordu.
1960'lardan sonra da Devlet Planlama Teşkilatının konforu içinde askerlik yapmanın yolunu bulan Bay Süleyman Demirel ve arkadaşları emperyalizmin karşı-devrim stratejisinin gerçekleşmesinde en büyük engel olarak Slh. K.'leri görüyorlardı. Sizin Cumhurbaşkanlığı makamına getirilmeniz, Slh. K'leri yatıştıracak bir önlem olarak düşünülüyordu. Slh. K. ise kendi içinden çıkmış, 27 Mayıs'tan beri eylemlerinde çeşitli görevlere getirilmiş bir eski askerin Çankaya'da bulunmasında olumlu bir hava seziyordu. Sizin Genelkurmay Başkanlığı makamından Cumhurbaşkanı makamına geçişiniz, soyut demokrasi koşullarına değil, ihtilâl şartlarına göre yürürlüğe girmiştir. (12) Bu konudaki gerçekleri Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı kamuoyu önünde açıklamıştır.
Ne var ki, sizin Çankaya'ya yerleşmenizden sonra Bay Süleyman Demirel karşıdevrimin edebiyatını yoğunlaştırmak cesaretini bulmuş ve hatta "200.000 sivilin bir günde silahlanmasından" söze-der olmuştur.

Karşı-devrimi teşvik

Sayın Cevdet Sunay,
27 Mayıs 1960'tan bu yana gelişen çizginizde bugün bulunduğunuz yer ilgi çekicidir.
Türkiye ise bugün gerçek bir bunalımın içinde kıvranıyor. Sosyoloji bilimine göre, bir toplumda bu ölçüde huzursuzluk işaretleri görülürse o toplum bazı geleceklere gebedir. Bu doğum suçlamalarla önlenemez.
Sosyal olayları suçlamayla önlemek gibi bir formül henüz keşfedilmemiştir. (13) Siz ise çelişme içinde bulunmakta ısrar ediyorsunuz. Hem demeçlerinizde "köy sahipliği toprak köleliği" kurumunun varlığını itiraf ediyorsunuz, (14) hem de toprak reformu için bilinçli mücadele verenleri kınıyorsunuz; bir yandan irticadan şikayet ediyor, öte yandan da ilticaya karşı çıkanları suçluyorsunuz. Yaşama kavgası veren işçi sınıfı ve emekçiler, öğretmen, memuru kınamak yerine, onlara devlet istatistiklerindeki asgari geçimi sağlamak yolunda ağırlığınızı kullanmalısınız. Bugün Türkiye öyle bir haldedir ki, Anadolu köylüsü açlık ve sefaletin pençesinde kırılırken İstanbul'un jet sosyetesi yılbaşını yurt dışında dünya jet sosyetesi ile kucak kucağa geçiriyor. (15) Bu durum içinde Anayasa'da 'sosyal adalet' ilkesi bulunmasının bir anlamı yok bizce. Gerçek bir 'ülkücülük' içinde, vatanseverlik anlayışıyla, yurt ve emekçi halk çıkarları için öne atılanları suçlamakla, ister istemez karşı-devrimci saflara destek verir duruma
düşüyorsunuz.
Bu durum, makamınızın tarafsızlığı ile bağdaşmadığı gibi, yukarıda grafiğini, kabaca çizdiğimiz 1960'dan bu yana gelişinizle de ters düşüyor.
Öyle anlaşılıyor ki danışmanlarınız ve istihbaratçıları nız bulundukları yerlerdeki
konumlarını sürdürmek için sizi gerçeklerden uzaklaştıracak bilgileri taşımakta
kendilerince yarar bulmaktadırlar. Bizler kulaklara hoş gelmeyecek gerçekleri
pervasız söyleyecek kişileriz. Uyarılarımızdan yararlanmanız umudunu saygılarımla sunarım.
Talat Turhan

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1. Bu açık mektup yazıldığı tarihte Sunay Cumhurbaşkanı idi.
a) Bomba Davası Savunma 1,1986- adlı kitabımın 237–244. sayfalarında da yayınlandı. Dili sadeleştirip yeniden düzenlenmiştir.
b) Aslında bu açık mektubu yazmanın bana getirebileceği olumsuzlukları önceden kestirip yazmıştım.
c) Sunay aslında gerektiğinde yaşamı boyunca saf değiştirip kişisel konumunu hep gözetip Cumhurbaşkanlığı'na kadar yükselme becerisini göstermiştir. Onu bulunduğu makama getirenler ise kendilerine Sunay'dan bir zarar gelmeyeceği anlayışı içinde olmuşlardır.
Örneğin 12 Mart 1971 sonrasında Başbakan Yardımcılığı yapan Sadi Koçaş, "Sunay, 12 Mart Muhtırasından sonra en olumsuz yolu seçti. Derhal muhtırayı verenlere iltihak, daha doğrusu iltica etti.
Eğer 12 Mart Muhtırası doğru ise o duruma neden engel olmamıştı? Yanlış ise bu delalet nedendi?"
(Milliyet, 14 Nisan 1978) diye kanısını açıkladı.
Görüldüğü gibi Sunay'a açık mektup yazdığım 1970 yılından sekiz yıl sonra Koçaş bu değerlendirmeyi yapabilmiştir...
2. Muammer Aksoy, Atatürk' ün Işığında Tam Bağımsızlık ilkesini,  bekçiliğini gençliğe emanet edilmişti. Basiretsiz, yeteneksiz, ödüncü ve oportünist politikacıların eliyle yaratılan bugünkü ortam karşısında, emanetin bekçileri "Tam Bağımsız Türkiye" sloganıyla kavga veriyorlar. Bu kavganın adıdır İkinci Kurtuluş Savaşı... Gerçek Atatürkçülerin zaferine dek bu mücadele sürecektir. Bizim kişisel yargımız değil tarihi determinizmin verisi böyledir.
3. O dönemde bir bildiriyle öne çıkan 69 genç deniz subayı, 12 Mart 1971 darbesinden sonra İstanbul Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde açılan 84 sanıklı davayla TSK'dan tasfiye edilmiştir.
4. 6. Taktik Hava Kuvveti.
27 Mayıs'tan-28 Şubat'a F/17
5. Yüzbaşı rütbesinde bir komite üyesinin GKB Cevdet Sunay'ın masasına yumruk atıp tehdit etmesine tanık oldum. Ne yazık ki Sunay makamına ve kişiliğine yönelik bu tavır karşısında tepkisiz kalmıştı.
6. Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İrfan Tansel'in Washington'a atanmasının Silahlı Kuvvetler Birliği Örgütünün ültimatomuyla geri alınması.
7. Y.n.: İktidar adlı yapıttan.
8. 21 Ekim 1961'de İstanbul'da alman "Müdahale Kararı" Ankara Grubunca "Mürted Protokolü”yle onanmıştır. Özetle: Türk Silahlı Kuvvetleri 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra gelecek yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantısından evvel duruma fiilen müdahale" etme kararı almıştır.
9. Çankaya Protokolü için bkz.
a- Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam, s. 155–160.
b- Talat Aydemir, Talat Aydemir Konuşuyor, s. 108–109.
c- Emin Aytekin, İhtilal Çıkmazı, s.134–135.
d- Can Kaya İsen, Geliyorum Diyen İhtilâl, s. 168.
e- Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, s. 168.
10. 
a- Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam, s. 155–160.
b- Can Kaya İsen, Geliyorum Diyen İhtilâl, s. 168.
11. "Ben mi Devlet Başkanı olacağım? Ben içi boş bir kabağım, kandilimin yağı çoktan tükendi" demişti Cevdet Sunay.
12. O dönemde Paris Büyükelçisi Suat Hayri Ürgüplü'nün oğlunun düğününde bağlı olduğu çevrelerin Sunay'a yaptığı önerinin kabulü sonucu İtalya'ya uğramasının Sunay'ın Cumhurbaşkanı olmasına etkisi Loca Sırrı olduğu için hâlâ karanlıktadır.
13. 12 Mart ve 12 Mart faşist darbeleri, 28 Şubat "Postmodern darbesi" IMF'ye verilen niyet mektupları, ekonomik krizden krize sürükleniş ne yazık ki savlarımı öngörüye dönüştürdü...
14. 
a- Cumhuriyet, 21 Ekim 1968, Kemal Aydar'a verilen demeç,
b- İlhan Selçuk, Masrafa Kemal'in Saati, s.127–201.
15. Günümüzde alt ve üst gelir grupları arasında ekonomik uçurum o derecede belirgin bir konuma gelmiştir ki, içte ve dışta en yetkili kişi ve kurumlar yeniden "Sosyal Adalet"e(!) sahip çıkmak zorunda kaldı. Sosyolojik açıdan bu olgunun "sosyal patlama"yı beraberinde getirebileceği daha da sıkça söylenir hale geldi...


15 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***