Talat Turhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Talat Turhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Aralık 2018 Pazartesi

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 21

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 21



IX. BÖLÜM

DÜŞÜN GAZETESİ İLE YAPILAN SÖYLEŞİ(*)


Düşün: "Bomba Davası Savunma 1" adlı kitabınız ikinci baskısını yaptı. Ayrıca
kitabınızın ikinci cildi de çıktı, izleyebildiğimiz kadarı ile oldukça ilgi var. Siz bu
durumu neye bağlıyorsunuz?
Talat Turhan: Dünya adalet tarihinde Sokrates, Galile, Drey-füs, Sacco ile Vanzetti, Reichtag Yangını, Rosenberg'ler gibi ilginç davalara rastlamaktayız.
Türk adalet tarihinde de benzeri siyasal davalar bulunmaktadır. Bomba Davası'mn bu nitelikte bir dava olduğuna ilişkin savımız; bugün birçok değerli yazar tarafından benimsenmiş ve kamuoyuna mal olmuştur. Bomba Davası ile Yunanistan'daki Aspida Davası arasında da benzerlikler bulunmaktadır.
Bomba Davası, TSK-Politika ilişkilerinin rayından çıktığı 12 Mart sürecinde, TSK üst kademelerinde yarım kalmış bir hesaplaşmanın aracı olarak kullanılmak istenilmiştir.
12 Mart döneminde hak, hukuk, adalet, yargının bağımsızlığı ve üstünlüğü, insan
haklan vb. gibi çağdaş düzenlerde kutsal sayılan kavramlar toplumun sosyal
gelişiminden tedirgin olan ilkel beyinler ve çevrelerce pervasızca çiğnenmiştir.
Çağdaş dünyanın kutsal saydığı bu kavramlar hiçe sayılıp sahneye konulan, bu ve benzeri davalarda politika adalete yeğlenmiş, tertipler tertipleri kovalamıştır. Oysa anılan kavramlar demokratik hukuk devletinin vazgeçilmez öğeleri oldukları için, Bomba Davası Savunmacıyla evrensel değerlerin ve Demokrasi'nin savunması yapılmaya çalışılmıştır.
Savunma'nın bu yönü toplumun ilgisini çekmiş olabilir.
12 Mart'ta suskun kalan organlar ve iktidar yetkilileri 12 Eylül’lere
(*) Y.n.: Söyleşi, Bomba Davası-Savunma 1 adlı kitabımın yayınından sonra yapılmıştır.
davetiye çıkaracak ölçüde aymazlık içinde olduklarını algılayamamışlardır.
D: Ülkemizde Silahlı Kuvvetler ile ilgili konularda yazı yazmak, eleştiride bulunmak adeta tabudur, oysa siz bu konuyu en ince ayrılısına kadar inceleyip kitap halinde topladınız. Bu konuyu kitap halinde toplamanızın amacı nedir?
TT: Gerçekte Savunma'mın tümü ekleriyle 5000 sayfalık 10 klasörden oluşan
hukuksal bir belge niteliğindedir. Mahkemeye sunularak bir döneme egemen olan aşağılık ve iğrenç işkenceler ve Sahte Operasyon'lardan oluşan tertiplerin
açıklanmasına çalışılmıştır. Bu şekli ile tarihçiye ışık tutmak amacını gütmüş, büyük tirajlı gazeteler basımına istek gösterdikleri halde bazı çevrelerce(!) bu girişimleri önlenebilmiştir.
Daha sonraki evrede, karşı-devrimcilerin gerçekleri saptırma girişimlerini
yoğunlaştırması, bazı kişilerin savunma içgüdüsü içerisinde olayları tek boyutlu
olarak çarpıtma girişimleri, kitabı yayınlamama neden oldu. Tarih ve insanlık önünde suçlu olanları açığa vurmak ve hesaplaşmak görevimizi yerine getirdik.
12 Mart'ları 12 Eylül'lerin izlemesi, 24 Ocak kararlarının uygulamasını emniyete
almak için politik alt yapıyı yapay ve güdümlü düzenleme girişimleri, Atatürk diye diye Atatürkçülük'ten uzaklaşılmasına tanık olmam da kitabın yayınlanmasında etken oldu. Çünkü daha öncede bu ve benzeri olaylara ilişkin belgesel ve açıklayıcı uyanlarda bulunmuştum.
Gerçek demokrasiyle tabuların bağdaşacağı kanısında değilim. Eleştiri ve
özeleştiriden sakınan güçlerin kendilerini yanılgılardan arındırabileceklerine
inanmıyorum. Bu bakımdan kitabım, bir ölçüde de olsa bazı tabuların yıkılma işlevini yerine getirebilmişse amacına ulaşmış sayılır.
D: Bizim ülkemiz gibi ülkelerde Silahlı Kuvvetlerin, politikayla sürekli ilgisi olduğunu politik bazı çalışmalar yapıldığını, gerek sizin gerekse diğer yazarların kitaplarından öğreniyoruz, bunun temelinde yatan "neden" sizce nedir?
T.T.: Askeri Ceza Yasasına göre askerlerin (Er'den Mareşal'a kadar) politika yapması yasaktır.
Anayasa'ya göre Milli Güvenlik Kurulu'na üye olan Komutanlar bir anlamda politikayı yönlendirecek yetkilerle donatılmışlardır. Bu kadarı ile yetinilmeksizin zaman zaman Anayasa dışı girişimlerde bulunmuştur. MGK yetkileri; 1961 Anayasası'nı 1488 sayılı yasa ile değiştirilen 1971 Anayasası ve 1982 Anayasası ile her geçen gün artırılmıştır. Denilebilir ki, TSK'nın politika üzerindeki ağırlığı bu yolla artırılmıştır.

Kitabımda, niteliğinden Türkiye'de ilk kez sözü edilen ve kamu oyuna tanıtılan ve 12 Mart'tan bu yana ülkemizde geniş ölçüde teoriden pratiğe geçirilen, CIA ajanı David Galula'nın "Ayaklanmaları Bastırma Harekatı" adlı kitabında bir ülkede Temizlik Operasyonu (Demokratik sol ve sosyal demokrasi dahil, her türlü legal ve illegal solun etkisizleştirilmesi) sürecinde askerlerin politika ile uğraşmaları önerilmektedir.
Bu öneri ile güdülen amaç açıktır. Sol'a karşı önyargıyla olumsuz koşullandırılan
askerlerin Milliyetçilik=Antikomünizm anlayışına itilerek Amerikan yanlısı bir politikaya araç edilmesi istenilmektedir.
ABD kaynaklı talimnamelerle "Gayri Nizami Harp" kuramlaştırılmış, bu amaçla
yerüstü ve yeraltı örgütleri kurulmuştur. Bu örgütlerin finansmanı dolarlarla
sağlanmaktadır. Bu örgütlerin kuruluş şemalarında politik kadrolara yer verilmiştir.
Kuşkusuz bu kadroların ulusal çıkarlar doğrultusunda politika yapması olanaksızdır.
Tüm bu çelişkiler yumağı içerisinde, süper güçlerin kontrolüne alman tüm ülkelerin TSK politika içine çekilmektedir. Bu yöntemle süper güçler kontrolü altına aldığı ülkelerde çıkarlarını emniyete almaya çalışmaktadırlar.
Kitabımda TSK-politika ilişkilerinde süper güçlerin etkinliğini ortaya koyabilmiş isem gerçek demokrasiye bir ölçüde katkıda bulunacağımdan mutluluk duyarım.
Ülkemizde başlangıçtaki TSK içinde devinimlerde (1940–1960) Ordunun demokratik bir düzene duyduğu özlem yanında, iktidarların başarısızlıkları ve politikacıların yeteneksizliği onları politika içine çekmiş olabilir. Bunun yanında, Slh. K.'ler mensuplarının dış dünya ile daha yoğun ilişkiye geçmeleri sonucu -görevleri nedeniyle- geri kalmışlığımızı gözleme, algılamaları da aceleci bazı formüllerin çekiciliğinden çare arama yanılgısına itmiş olabilir.
Daha sonraki devinimlerin (1971–1980) süper güçlerin ve onların istihbarat
örgütlerince yönlendirildiği savunmamda açıklanmış ve zaman içinde de bu gerçek en yetikli kişilerce doğrulanmış, özellikle 12 Eylül sonrası yayınlanan bazı kitaplarla konu daha da derinlik kazanmıştır.
Yazılanlar gerçekse süper güçler ülke düzenlerindeki gelişimin aleyhlerine yöneldiğini algıladığında terör ve anarşiyi kışkırtıp güvensizlik ve iktidar boşluğu yaratmakta, hiyerarşinin gücünü amaçlan doğrultusunda kullanmak için tepedekileri ikna etmekte ve bu nedenle de az gelişmiş ülkelerde darbeleri darbeler izlemektedir.
Gerçek demokrasilerde her kurum, Anayasa ile belirlenen konumunu içine sindirecek ölçüde demokratik erişkenlik içerisinde bulunduğundan, bu düzeye ulaşmış düzenlerde TSK'nın politikaya aktif katılması ve de düzene müdahalesi girişimlerine rastlamamaktayız.
D: 1971'in İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün hakkında Ziverbey işkence
köşkü ile ilgili ve daha değişik konularda çok şey yazdınız. Hatta bir dönem açık
oturuma bile çağırmıştınız, bunlara Türün'ün yanıtı veya tepkisi ne oldu?
T.T.: Bomba Davası'nın 8 Haziran 1973 günkü oturumunda sorgum sırasında,
Orgeneral Faik Türün'ün Sıkıyönetim komutam olduğu bir dönemde, Türkiye'de
sanırım ilk kez resmen bu kişiyi işkencecilikle suçlamış ve bu savımı Duruşma
Tutanağına geçirtmiştim:
"Bugün İstanbul'da işkence şebekesi vardır. Şebeke Faik Türün tarafından
yürütülmektedir. Orada General Ünlütürk'te vardır..."
Savımı kanıtlamak için de, Bomba Davası Savunma 2 adlı kitabımda bir bölümünü açıkladığım üzere, Türün'ü Başbakanlığa, Genelkurmay Başkanlığına, Kara Kuvvetleri Komutanlığına dilekçe ile şikayet ettim. O dönemde, Türün'ün gücü anılan makamlarda oturanları aşmış olmalı ki ilgililer ya susmayı ya da gerçekleri yadsımayı yeğleyerek tarih önünde Türün'ün yaptıklarının katılımcısı durumuna düştüler...
Daha sonraları Türün, özellikle Yankı Dergisi ve Hürriyet Gazetesi'ne yaptığı
açıklamalarla bir yandan savlarımı doğrulamak durumuna kendisini düşürürken, diğer yandan ismimden de söz edip gerçekleri saptırma uğraşısı içerisine girdi. Bu tavrı tarih önünde mahkum edebilmek amacı ile kapsamlı bir dosya hazırlayıp mahkemeye sundum. Dosyadan birer adet de Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet Gazetelerine verdim.
Mahkemeden Türün'ün tanık olarak dinlenilmesini istedim. Kuşkusuz bir haftada işine gelmediği için Mahkeme lağvettiren bu kişiyi bir başka Askeri Mahkeme'nin tanık olarak çağırması olanaksızdı. Ama ben insanlık onurunu savunmaya devam etme çabası içerisinde idim.
Türün, askerken de açık kart oynuyor. Benimsediği dünya görüşü koşutunda belirli politik görüşlere ve dinsel sağa hizmet ediyordu. Bu çevreler O'nu dokunulmazlık zırhı içine almak için yoğun politik girişimlerde bulundular. Bilindiği gibi, İstanbul'un tüm duvarları Türün'ü suçlayıcı sloganlarla dolduruldu ve Türün hezimete uğrayıp İstanbul'dan senatör olamayınca, ondan yararlananlar başka yöntemler deneyip Parlamentoya sokmayı başardılar. İşte bu evrede Türün konuşurken, gene gerçekleri yadsıdığını görünce duyarsız kalamadım. 5 Ekim 1977 günkü Cumhuriyet Gazetesi'nde "Türün'den Cevap Bekliyorum" başlıklı yazı ile kendisini "Seçimden önceki bir gün Basın Toplantısı'nda açık tartışmaya çağırdım." Aynı şekilde gerçekleri yadsımaya devam eden Emekli General Memduh Ünlütürk'ü de Politika Gazetesi'nde 10-15 Mayıs 1978 günleri arasında yayınlanan "Talat Turhan, Sadi Koçaş ve Memduh Ünlütürk'e cevap veriyor: Kontrgerilla gerçeği" başlıklı yazı dizisiyle açık tartışmaya çağırdım.
Her ikisi de susmayı yeğlediler... Zihni Paşa İşkence Köşkü'nde ellerim zincirli,
ayaklarım prangalı, gözlerim bağlı iken sorguda bulunan bu insanların, açık
tartışmadan kaçmalarından başka bir tavırları olabilir miydi?
Kanıma ve Kanunlara göre, 12 Mart döneminin İstanbul Bölgesi'ndeki tüm
uygulamaların tek sorumlusunun Türün olmaması gerekir. Türün'ün yasa dışı emir ve isteklerine boyun eğen tüm kurumlar ve kişiler O'nun suçuna katılmış sayılmalıdır.
İşlenen örgütlü bu suç, hiyerarşinin gücünü kişisel iktidar hırslarına alet etmeyi
amaçlayan bir hedefi bulunduğu için, TCK 146. maddesi kapsamı içinde olması
gerekir. 1974 Af yasası kapsamı dışında olan bu suçun hesabı sorulmadan
Türkiye'de işkence ve insan haklarına ilişkin sorunların önü alınamayacağı gibi,
sağlıklı bir demokrasinin tam anlamıyla kurulup işletilebileceğine inanmıyorum.
Sorunun önemi, 12 Mart döneminde örgütlü ve en yetkili organların destek ve
korumalarıyla işkence uygulamalarının başlatılması ve yaygınlaştırmasından
gelmektedir.
D: Silahlı Kuvvetler' in içinde işkence olaylarının yaygınlaşması konusunda
düşünceleriniz nelerdir?
T.T.: Kitaplarımda sorunuzun yanıtını tüm kanıt ve belgeleriyle açıklamaya çalıştım.
Süper güçlerce yeni sömürgecilik yöntemleriyle kontrol altına alınan tüm ülkelerde, Sıkıyönetim, Olağanüstü Hal, Askeri Yönetim, Savaş Hali dönemlerinde işkence uygulamalarının arttığının tanığı olmaktayız.
İşkence tarihi süreç içerisinde her zaman var olmuştur. Ancak, ülkemizde 12 Mart'tan sonra sistematik bir şekilde, dış kaynaklı öğretiler doğrultusunda, bu amaçla yetiştirilmiş "Özel tim"ler veya "Teknik Sorgulama Ekipleri"nce uygulanmaya konulmuştur.
Süper güçler hegemonyası altına aldığı ülkelerdeki kazanımlarını ve çıkarlarım
sürekli korumak için, her türlü provokasyon ve teröre baş vurmak üzere kendi
istihbarat örgütleriyle, onlarca güdülen işbirlikçi yerli istihbarat örgütlerini kullanıp ülkeleri destabilize etmek -istikrarsız hale getirme- ve işbirlikçi iktidarlarca stabilizasyon -istikrar- yöntemlerine baş vurulup halkı susturmak, ezmek ve yıldırmak için işkenceyi araç olarak kullanmaktadırlar.
Türkiye'de de özellikle 1960–1971 dönemindeki özgürlüklerle sosyal uyanıştan
tedirgin olan güçler, legal sol muhalefeti susturmaya çalışırken, öte yandan bugün eski MİT ajanı Mahir Kaynak'ın bile açıklama gereğini duyduğu, Sol'un bir kesimini illegaliteye iterek "Aşı Teorisi" diye adlandıkları yöntemlere başvurmaktadırlar (Milliyet: 21 Eylül 1986).

ABD Latin Amerika ve Vietnam laboratuvarlarında ki işkence konusundaki
deneyimlerini, kontrolü altrıa aldığı ülkelere ihraç etmekte ve bu yöntemlerle
yıldıracağını umut ettiği halklardan oluşan toplumlarda yapay olarak oluşturulan
politik istikran, ekonomik sömürünün bir aracı olarak kullanmaktadır.
Bu nedenle gerçek demokrasi kurulana dek işkencenin tam anlamıyla
önlenebileceğini sanmıyorum.
D.: Silahlı Kuvvetler ile politika ilişkisi hakkındaki düşünceleriniz?
T.T.: Çok kapsamlı olan bu sorunun yanıtını bir ölçüde ikinci sorunuzun yanıtında
vermeye çalıştım. Bugüne kadar yayınladığım yazılar ve Savunma 1 ve 2 adlı
kitaplarda bu konuya değinilmiştir. Gerçekte bu konu tüm boyutlarıyla bilimsel olarak incelenmiş değildir. (1)

TSK 211 sayılı İç Hizmet Yasası'nın 35. maddesi uyarınca "Cumhuriyeti Koruma ve Kollama" görevinin kendisine verildiğinden hareket edip, bu görevin zamanı
geldiğinde kendi Komuta Kademesinin inisiyatifi içinde karar vermektedir. Oysa
Anayasal düzen içinde Slh. Kuv. Komuta katının böyle bir yetkisi olup olmadığı da bilimsel olarak tartışılmış değildir.

Buna karşın; Atatürk, Cumhuriyeti gençliğe emanet etmiştir...
Oysa gençliğimiz gaflet ve hıyanet içinde olan iktidarlarca kamplara bölünmüş ve "iti ite kırdırmak" diye tanımladıkları yöntemlerle karşı karşıya getirilmiş, ihtiraslı
oportünist politikacılar bu dinamik gücü kendi politik çıkarlarına alet etmeye çalışmış, "Aşı Teori'leriyle provokasyon ve terör ortamına sürüklenmiştir. İktidarlar kendi yarattıkları bu kargaşa ortamına egemen olamayınca sorumluluktan sıyrılmayı başarmış, bir dönemin tüm suçu hapishanelerdeki gençlere yükletilmiştir. 1960'ların "Ordu Gençlik Elele" anlayışı, karşı-devrimcilerin uğraşları sonucu anlamını yitirmiş, Askeri Ceza ve Tutukevlerindeki baskı, kamu vicdanını rahatsız edici boyutlara ulaşmıştır.

Slh. Kuv.'i asıl görevinin dışına çeken her olgu, yıpranmasına ve siyasete
bulaşmasına neden olmaktadır. Oysa düzene egemen olamayan iktidarlar Orduyu sürekli kendi asıl görevi dışına itmekte ve hatta darbe ortamı yaratıp tarihsel suç işlemektedirler.

Sivil-asker ayrımı içinde eğitim, kültür, yaşam ve anlayış farklılığını da Slh. Kuv.
zaman zaman politika içine çeken etkenler arasında görmekteyim.
OYAK ile bazı şirketlerle büyük sermayedarın ortak olması, Kuvvetlerin Vakıflarında üst düzeyde kurulan ilişkiler, bu konuda olumsuz örnekler oluşturduğuna inanıyorum.
Politikaya egemen olan tekelci büyük sermayenin dış bağıntıları da göz önüne
alındığında, kendi ve yakınlarının geleceğini bu güce yaranmada gören askerler, bu ilişkilerde olumsuz örnekler oluşturmaktadır. Eski Gn.
Kur. Bşk.'larından Memduh Tağmaç'ın Sınai Kalkınma Bankası'nda, Semih Sancar'ın
Akbank'ta yönetim kurul üyeliklerine tenezzül etmeleri gibi...
D.: imza günlerinde okuyucularınız en çok neyi merak ederek soruyorlar? Başka
kitaplarınız çıkacak mı? Bu konuda söylemek is-dediğiniz şeyler nelerdir?
T.T.: İmza günlerinde toplumun her kesiminden kitaplarımla ilgilenen okuyucuların varlığını görmek yarınlara olan umudumu pekiştirdi.
Anılan günlerde kuşkusuz çok değişik sorulara muhatap oldum. Ama büyük bir
çoğunluk kitabı önceden okudukları için, Savunma 1 'in, 63. sayfasında yer alan
"Bomba Davası Stratejisinle ilgili sorular sordular. Şemadaki Öngörü onları büyük ölçüde etkilemişti.
Şema, 1975 Kasım ayında Mahkemeye verildiğinde, CHP iktidara geleli bir ay
olmuştu ve güçlü görünüyordu. Oysa ben gelecek bir dönemde CHP'nin
kapatılmasından söz ediyordum. Parti Gn. Başkanı ve yetkili organlarının o dönemde hayallerinin bile alamayacağı bu olasılık, 1980'lerden sonra gerçekleşmişti... Bunu nasıl kestirmiştim?
Öngörü bu kadarıyla da kalmamış:
—Atatürkçü ve Demokratik sol görüşün tasfiye edileceğini,
— 27 Mayıs'ın tam tasfiye edileceğini,
— TSK’nın radikal kesiminin tam tasfiye edileceğim,
— Faşist bir düzenin kurulacağını" açıklıyordum.
Tüm bu söylenilenler 1980'lerden sonra gerçekleşmişti. Bunları nereden çıkarmıştım?
Kendilerine verdiğim yanıtta; ne kahin, ne astrolog olduğumu, ne de boş atıp dolu tutturduğumu açıklamaya çalışıyordum.
Şemada adları yazılı olan ve onbinlerce sayfa tutan dava dosyalarını büyük bir sabır ve özveriyle aylarca incelemiş bu sonuca ulaşmıştım. Gerçekte aynı yönteme başvuran her ilerici, demokrat ve devrimci herhangi bir kişi benzeri sonuçlara ulaşabilirdi.
Bu kadarı ile de yetinmeyip 1976 yılında CHP'li yetkililere ve değerli gazeteci dostum Uğur Mumcu'ya 11 daktilo sayfası bir rapor verip CHP hakkında ne oyunlara başvurulduğunu belge ve kanıtlarıyla açıklamaya çalıştım. Bizi dinleyen olmadı. Düzeni değiştirmek isteyenlerin kendileri "Temizlik Operasyonu" sonucu örgütleriyle saf dışı bırakıldılar...
Buna karşın, bugün Özal, düzenin değiştiğinden söz ediyor... Düzen gerçekten
değişti ama geri vitese takılarak... Oysa tarihsel dinamiğin çarkları ileri dönmektedir.
Kim ne dene desin Türkiye bir-gün kesinlikle Atatürk'ün Tam Bağımsızlık, Anti emperyalist,
Anti kapitalist ilkeleri doğrultusunda halkına yaraşır, gerçekten sosyal
adaletçi, demokratik bir düzene kavuşacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
Bilindiği gibi. Savunma adlı İki kitap henüz başlangıçta olup, savların eleştirisini
kapsayan bölümü henüz yayınlanmamıştır. Kamuoyunun ilgisi devam ettiği sürece bu yayın sürdürülebilir, Savunma dışında da bazı kitap çalışmalarım bulunmaktadır...
Muhsin Batur'un "Anılar ve Görüşler", Celi! Gürkan'ın "12 Mart'a Beş Kala" adlı
kitaplarıyla, benim Bomba Davası-Savunma 1 adlı kitabım, bir arada olaylar
yönünden Ankara Savcılığınca incelemeye alınmıştır. 
Bu soruşturmanın sonucunu merakla bekliyor ve bu konuda dava açılmasını gönülden istiyorum. (2)
Bana göre Bomba Davası bitmemiştir. 12 Mart'ın hesaplaşmasını yapmak isteyenler bu işi sonuna kadar götürmek zorundadırlar. Çünkü bu hesaplaşma tamamlanmadan diğerleri yapılamaz...
Düşün Gazetesi'ne bana bazı konular üzerinde düşünme olanağı verdiği için teşekkür ederken, yeni yayın hayatında başarılar diliyor ve okuyucularına saygılar sunuyorum.

Talat Turhan 15 Ekim 1986

Ankara'da Radyoevine el koyan MBK'den Albay Muzaffer Yurdakuler, radyonun
çalışmasını sağladıktan sonra Harp Okulu'ndan Albay Alparslan Türkeş'i çağırır.
Türkeş Harp Okulu'nda kaleme alınan bildiriyi saat 5.25'te radyodan okumaya başlar:

"Dikkat... Dikkat... Muhterem.,
Vatandaşlar, Radyolarınızın başına geçiniz. Güvendiğiniz Silahlı Kuvvetlerinizin sesi bir dakika sonra sizlere hitap edecektir...
Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır. Bu hareketle Silahlı Kuvvetlerimiz partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi tarafa mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişimde bulunmaktadır. Girişilmiş olan bu teşebbüs hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir.
İdaremiz hiç kimse hakkında şahsiyete müteallik tecavüzkâr bir fiile teşebbüs
etmeyeceği gibi, edilmesine de asla müsaade etmeyecektir. Kim olursa olsun ve
hangi partiye mensup olursa olsun, her vatandaş kanunlar ve hukuk prensiplerine göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların partilerin üstünde aynı milletin aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarının
dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri görünmektedir. Kabineye mensup şahsiyetlerin Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sığınmalarını rica ediyoruz. Şahsi emniyetleri kanun teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası'na, ve insan hakları prensiplerine tamamıyla riayettir. Büyük Atatürk'ün "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadıkız. NATO'ya inanıyoruz ve bağlıyız. CENTO'ya bağlıyız. Tekrar ediyoruz; düşüncelerimiz, yurtta sulh, cihanda sulhtur. Türkiye dahilinde bütün garnizonlardaki garnizon komutanları o yerin mülki ve askeri idaresine el koyacaklar ve vatandaşların her hususta emniyetini sağlayacaklardır."
Halkın o yıllardaki esas haber kaynağı Türkiye Radyoları olduğu için, Ankara
Radyosu'nu açanlar, tabii alıcıları yeteri kadar güçlü ise, bir de İstanbul Radyosu'nu yokladılar. İstanbul Radyosu da benzer bir bildiriyi saat 4.36'dan beri dinleyicilerine duyuruyordu:

"Dikkat... Dikkat... Burası İstanbul Radyosu...
Büyük Türk Milleti, Bütün Türkiye'de Silahlı Kuvvetlerimiz 27 Mayıs saat 3.00'ten itibaren idareyi ele almıştır. Bütün vatandaşlarımızın ve Emniyet Kuvvetleri'nin Silahlı Kuvvetlerle yakın işbirliği sayesinde bu harekât hiç bir can kaybı olmadan başarılmıştır. İstanbul'da ikinci bir tebliğe kadar Silahlı Kuvvetler mensupları hariç, sokağa çıkma yasağı konmuştur. Vatandaşlarımızın Silahlı Kuvvetlerin vazifelerini kolaylaştırmalarını ve milletçe ümit edilen demokratik rejimin en kısa zamanda tesisine yardımcı olmalarını rica ederiz.

Silahlı Kuvvetler” EK:2

DEVLET BAŞKANI ORGENERAL CEMAL GÜRSELİN 14 MBK ÜYESİNİN MBK'DEN ÇIKARILDIĞI HAKKINDA RADYOLARDAN KENDİ SESİYLE OKUDUĞU BİLDİRİ

1. Milli Birlik Komitesi'nin çalışmaları, memleketin yüksek menfaatlerini tehlikeye
sokacak bir duruma düştüğünden Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli Birlik Komitesi
üyelerinin talepleri üzerine bugün (13 Kasım 1960)den itibaren Milli Birlik Komitesini feshettim.
2. Türk milleti adına yasama yetkisini kullanacak olan yeni Milli Birlik Komitesi üyeleri şunlardır:
Başkan: Gürsel Cemal, üyeler: Acuner Ekrem, Aksoyoğlu Refet, Ataklı Mucip, Çelebi Emanullah, Ersü Vehbi, Gürsoytrak Suphi, Karaman Suphi, Kaplan Kadri, Karavelioğlu Kamil, Koksal Osman, Kuytak Fikret, Küçük Sami, Madanoğlu Cemal, Okan Sezai, Özdilek Fahri, Özgüneş Mehmet, Özgür Selahattin, Özkaya Şükran, Tunçkanat Haydar, Ulay Sıtkı, Yıldız Ahmet, Yurdakuler Muzaffer.
3. Yeni Milli Birlik Komitesi, en kısa bir zamanda kurulacak olan Kurucu Meclis ile
birlikte memleketin nizamını demokratik easlara göre düzenleyecektir.
4. Görevlerinden affedilen üyeler, emekliye sevk edilmişlerdir.
5. Bu konuda, Devlet Başkanından başka bir makam ve şahıs, beyanat vermeyecektir.

Cemal Gürsel
Orgeneral
Devlet Başkanı ve Silahlı Kuvvetler Başkumandanı

Y.n.: 14 Kasım 1960 günlü gazeteler...

Görevlerine Son Verilen MBK Üyeleri
Fazıl Akkoyunlu, Alpaslan Türkeş, Muzaffer Özdağ, Ahmet Er, Rifat Baykal, Orhan Erkanlı, Numan Esin, Orhan Kabibay, Mustafa Kaplan, Muzaffer Karan, Münir Köseoğlu, İrfan Solmazer, Şefik Soyuyüce ve Dündar Taşer.

27 Mayıs Hareketinin Çıkardığı İlk Kanun 1 Numaralı Kanun-Geçici Anayasa(*)
(*) Y.n.: 14 MBK üyesinin tasfiyesi Geçici Anayasa'nın 10 ve 11. maddelerinin açık bir ihlalidir!

Genel hükümlerin ikinci fıkrası: Ordu dahili hizmet kanununun 34. maddesi ile Türk yurdunu ve Teşkilatı Esasiye kanunu ile tayin edilmiş olan Türk Cumhuriyetini kollamak ve korumak vazifesi kendisine verilmiş olan Türk ordusu vatandaşı birbirine düşürmek suretiyle Türk vatanını ve milli varlığı tehlikeye koymuş olan eski iktidara karşı bu mukaddes kanuni vazifesini yerine getirmek ve hukuk devletini yeniden kurmak için Türk milleti adına harekete geçerek milleti temsil vasfını kaybetmiş olan Meclisi dağıtmış iktidarı geçici olarak Milli Birlik Komitesine emanet etmiştir.
Madde 1: Milli Birlik Komitesi yeni anayasa ve seçim kanunu, demokratik usullere uygun olarak, kabul edilip buna göre en kısa zamanda yapılacak genel seçimlerle yeniden kurulacak olan Türkiye Büyük Millet Meclisine iktidarı devredeceği tarihe kadar Türk milleti adına hakimiyet hakkım kullanır.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin Teşkilatı Esasiye Kanununa göre sahip olduğu bütün hak ve yetkiler, bu süre içinde Milli Birlik Komitesine aittir.
Madde 2: Milli Birlik Komitesi üyeleri kendi aralarında ve Türk milleti huzurunda şu yeminle vazifeye başlarlar:
"Bir karşılık beklemeden, ahlak, adalet, hukuk ve insan haklan prensiplerinden ve vicdani kanaatlerimden başka bir sınırla bağlı olmaksızın kendimi Türk milletine adadım. Vatanın ve milletin mutluluğuna ve milletin egemenliğine aykırı bir ülkü gütmeyeceğim.

TSK'nın bazı bireyleri bu oldu bitti sonucunda MBK Komitesi'nin meşruiyetini yitirdiği gerekçesiyle Silahlı Kuvvetler Birliği Örgütü'nün kurulmasına kendilerinde hak görmüşlerdir.
Demokratik Cumhuriyeti yeni Anayasaya göre düzenlemek ve iktidarı yeni Meclise devretmek ülküsüne bağlılıktan ayrılmayacağım. Bunun için şerefim, namusum ve bütün mukaddesatım üzerine and içerim...
Madde 3: Milli Birlik Komitesi yasama yetkisini doğrudan doğruya kendisi ve yürütme yetkisini Devlet Başkanınca tayin ve Komitece tasvip edilen Bakanlar Kurulu eliyle kullanır.
Madde 10: Milli Birlik Komitesi üyeleri, kendi dileği ile Komiteden çekilebilir: fakat ikinci maddede yazılı yemine ihanetleri mahkeme hükmü ile sabit olmadıkça Komiteden çıkarılamaz.
Madde 11: Vatana ihanet, irtikâp, hırsızlık, sahtekârlık, dolandırıcılık, emniyeti
suistimal gibi şeref ve haysiyet kinci suçlardan veya adam öldürmekten mahkûm
olanların veya kamu haklarından iskat edilmiş bulunanların Komite üyeliği düşer.
Madde 12: Milli Birlik Komitesinin bir üyesi hakkında 10 ve 11. maddelerdeki
suçlardan biri ile soruşturma açılabilmesi yahut bu üyenin tevkif edilmesi veya
yargılanması için Milli Birlik Komitesi üyelerinin yedide altısının katılacağı toplantıda bulunan üyelerin beşte dördünün oyu ile karar verilir. Bir üye hakkında diğer suçlardan dolayı soruşturma yapılması ve bu üyenin yargılanması, Milli Birlik Komitesindeki görevinin sona ermesine bırakılır. Bu süre içinde zaman aşımı işlemez.

Madde 17, Fıkra 1: Milli Birlik Komitesinin Başkam aynı zamanda Devletin ve
Hükümetin Başkanıdır.

Fıkra 5: Devlet Başkanı aynı zamanda Başkumandandır. EK:3

SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ ÖRGÜTÜ'NÜN YEMİNİ(*)
(*) Y.n.: Talat Aydemir' in Hatıraları, May Matbaası, Şubat 1968, İstanbul.

"Türk Milletinin bekası, 27 Mayıs inkılâp ruhunun devamını, demokratik bir
rejimin kurulmasını temin ile M.B.K.nin müspet icraatını destekleyeceğime ve
Türk Silâhlı Kuvvetlerinin siyasetten uzak kalmasının temini hususunda
kendimi şimdiden Türk Milletine feda edeceğime namusum ve şerefim üzerine and içerim.”

—Yemin 25 Ağustos 1961 günü Jandarma Okulu Şeref salonunda toplanan SKB örgütü üyelerince tabanca üzerine el konulup yapılmıştır." EK:4

SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ ÖRGÜTÜ'NÜN PRENSİPLERİ(*)
(*) Y.n.: Talat Aydemir'in Hatıraları, May Matbaası, Şubat 1968, İstanbul.
— Gölgedeki Adam, Dündar Seyhan, İstanbul, 1966.

28 Haziran 1961

1. Ana prensipler üzerinde kader birliği edilen hayati meselelerdir. Bu prensiplerin komite, meclis ve gerekse dışarıda takip ve tahakkuku için her türlü gayret ve kuvvet sarf edilir. Memleketin ve rejimin selâmeti icabı silâhlı müdahale yapar.
2. Şu veya bu şekilde tecellisinde ittilatlar yaratmayacak veya ihtilâl ve rejimin
teminatım tehlikeye düşürmeyecek meselelerin hallinde teşebbüs, teşvik ve
tavsiyeden ileri gidilemez, silâhlı müdahaleye değer bir risk olarak kabul edilemez.
3. Ana prensipler:
a. M.B.K. Türk Silâhlı Kuvvetlerinin bölünmez bir uzvudur. Onlara vaki bir tecavüz Türk Silâhlı Kuvvetlerine yapılmış addedilir.
b. M.B.K. azalan arasında komiteyi yıpratıcı bir ayrılığı Türk Silâhlı Kuvvetleri asla tasvip etmez.
c. Seçimde iktidara gelecek siyasî kuvvet ihtilâl ve inkilâba ve bunu yapanlara karşı intikamcı bir hüviyet taşıyamaz. Seçimlere kadar partilerin durumu yakından  takip edilir.
d. Yassıada dâvasında birinci derecede suçlular için Yüksek Adalet Divanı 'nın verdiği kararlar derhal tasdik ve infaz edilecektir.
e. Genel seçimler Yassıada Mahkemeleri sona erdikten ve ceza-arı infaz edildikten sonra yapılacaktır. Bu tarih 29 Ekim 1961'i gelemez.
f. Müspet yoldan ayrılmadıkça seçimlerin sonuna kadar M.B.K. fesih veya başka bir yolla azaltılamaz ve dağıtılamaz.
(İhanetleri Komite tarafından karar altına alınmadıkça).
g. Seçimlerden evvel M.B.K. Başkanının herhangi bir sebeple görevinden ayrılması halinde Devlet Reisi bir numaralı Anayasa Kanununun hükümleri gereğince seçilecektir.
h. M.B.K. nin prensip kararı ve tensikat maksadı ile emekliye sevk edilenler tekrar Silâhlı Kuvvetlere alınamazlar.
i. Atatürk İnkilâpları aleyhine hiçbir şekilde taviz verilemez.
j. Seçimle gelen iktidarca ihtilâli hazırlayan ve yapanlar, ihtilâl icabı olan hizmetler ve görevlerde çalışanlar Yüksek Adalet Divanı Üyeleri bu hizmetlerden mesul tutulamazlar ve mahkeme edilemezler.
k. Bu prensip anlaşmasına varanlar ihtilâl ve inkılâbın teminatını sağlamak için
birleşmiş olduklarından siyasî bir topluluk ve karşı ihtilâlci olarak vasıflandırılamaz lar ve böyle bir gaye de taşımazlar.
l. Avdetlerinde bir mahsur olmadığı Silâhlı Kuvvetlerce kanaat hasıl oluncaya kadar 14'ler yurda avdet edemez. Bu hususta karar komitece verilir.
m. M.B.K. üyeleri seçimlerden sonra partisiz Cumhuriyet Senatosu üyesi olarak
hizmet ettikleri müddetçe Anayasa esasları dahilinde Türk Silâhlı Kuvvetlerinin bir parçası olmakta devam edecektir.
n. M.B.K. çıkardığı kanunlar ve icraatından dolayı seçimle gelen
iktidarca sorumlu tutulamaz.
o. Türk Silâhlı Kuvvetleri prensipler tahakkuk ettikten ve siyasi iktidarı vaat edildiği gibi Anayasa esaslarına göre partilere devrettikten sonra siyaset dışında kalacak ve asli görevine dönecektir. EK:5

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1. Londra'da öğretim görevlisi Doç. Dr. Naim Turfan'ın bu konuya ilişkin Doçentlik tezi Türk
kamuoyuna mal edildiğinde bu konu daha fazla aydınlığa kavuşacaktır.
2. Y.n.: Soruşturmanın sonucunu bugün bile bilmiyorum.
27 Mayıs’tan–28 Şubat'a F/25 EK–1
27 MAYIS 1960 HAREKÂTFNIN İLK BİLDİRİSİ(*)
(*) Askerler ve Dış Güçler, Amerikan Belgeleriyle 27 Mayıs Olayı, Cüneyt Akalın, Cumhuriyet Kitapları.

22 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 20

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 20


Bu asırda, "İttihat Terakki"nin komitacılık metotlarının uygulanamayacağını onlara anımsattım. O yöntemlerle ittihatçıların sonuçta başarılı olamadığım söyledim.
Kendilerinin de benzeri yöntemlerle bir yere varamayacaklarını örnekleriyle
açıkladım.

Bir başka kez, "Gölge İktidar" olmanın sakıncaları üzerinde tartıştım. Tarihten
örnekler verdim. "Bab-ı Ali Baskınından", "Silahlı Kuvvetler Birliği" örgütünden söz ettim. Bu yolların denenmiş olduğunu ve olumlu sonuç alınmadığını, yinelenmesinde yarar olmayacağım anımsattım. Yine bir kez, bu uygulamada insanları hangi ölçüye göre gözaltına aldıklarını sordum.
Bu anlayışla olayların altından kalkılamayacağını anımsatıp, 27 Mayıs'ın yanılgılarından söz edip sorunun siyasal ve ekonomik olduğunu ortaya koymak istedim.
Yanıtları: "Büyük kaçakçıların, vergi kaçakçılarının da hesaplarını görecekleri"
şeklinde idi.
Bu konuşmalarla, karşımdakilerin kültür düzeyi ve dünya görüşlerini bir ölçüde de olsa öğrenmek olanağını bulmuştum.
29 Temmuz 1972 günü Bay Yüzbaşı odama geldi. Elinde bir tomar kağıt vardı, bunlar imzalamam gereken sözde Emniyet ifadeleriydi.
İki tip sorgu hazırlanmıştı anımsadığıma göre: Birinci tertip 36 sayfa idi ve 6 kopya çıkarılmıştı, 36x6=216 imzayı okumadan attım. (41)
İkinci tertip, 14 sayfa idi ve yine 6 kopya olarak hazırlanmıştı. 14x6=84 imza da
bunlara atmıştım.
Sorgu zabıtlarının altında, Komiser: İbrahim Tuncer ve Polis Memuru: Orhan Özmen imzalarını okumuştum.
Kalem kağıt bulunmadığı için ve orada anı yazılamayacağı için bu anlattıklarımın
tümünü belleğime yerleştirip, sonra ceza ve tutukevine gelince, sıcağı sıcağına
tuttuğum günceye aktarmıştım.
Bu bölümde çok önemli tarihi bir açıklama yapmakla da kendimi görevli sayıyorum. Alınan bu ifadelerin iki tertibe ayrılmasında elbette bir amaç var: di. Bir kısmı (14 sayfalık olanı) savcının iddianamesinde malzeme olarak kullanıldı. Ya diğer kısmı, yani (36 sayfalık) tam metin niçin huzurunuza getirilmedi? Getirilmedi çünkü ilk aşamada Temmuz ve Ağustos ayları içinde yapılması düşünülen iktidar kavgası için Ankara'da etkili çevrelerde ve politika kulislerinde şantaj malzemesi olarak kullanıldı.
Düşünülen bir başka husus ta: 12 Mart'ın radikal varsayılan kanadına Türk Silahlı Kuvvetleri içinden temizlenmesi zamanı geldiğinde, bu ifadelerden yararlanmaktı. Bu nedenle de, Savcının iddianamesinde bir boşluk açıkça göze çarpmaktadır.
Cunta'dan söz ediyor, fakat cuntacıları huzurunuza getirmiyor... Bu gerçek dahi
savlarımızın doğruluğunu kanıtlayıcı niteliktedir. Yargılama bir bütün olup "Yasa
önünde eşitlik" ilkesi çiğnenemez.

12 Mart öncesindeki iktidarın, olaylara egemen olmak yeteneğini yitirmesi ve
Parlamento'nun Hükümeti denetlemekte yeterli olamaması karşısında, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Anayasal görevini yapmak için, hiyerarşik bir Örgütlenme içinde olduğu basma kadar yansımış bulunuyordu.
Böyle bir müdahale beklenirken, "Muhtırasal yan müdahale" ile yetinildi ve Türk
Silahlı Kuvvetleri içindeki prensip anlaşmazlıkları nedeni ile bazıları emekli edildi ve bu arada da geniş ölçüde atamalar yapıldı.
Benden alman ifadelerde, emekli olan ve atanan bu kişiler üzerinde de duruldu.
Düşünülen ilerde onların da hesabını görmekti.
Bu dava bir başlangıçtır. Eğer koşullar elverirse Gürler, Batur ve Kayacan ile 9 Martçı olarak bilinen tüm muvazzaf ve emekli subaylar bizimle yargılamaya alınacaktır.
Bu amaçla iddianamede, Celil Gürkan'la dostluk ilişkilerim ustalıkla işlenmeye
çalışılmıştır. Bu suretle benim adım, çeşitli olaylara bulaştırılıp, Celil Gürkan'la
irtibatım hakkında belirti (karine) yaratılıp, 12 Mart'tan önce Gürkan'la hiyerarşi içinde çalışmalarda bulunan tüm Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının hesabı görülmek istenmektedir.(42)
Oynamak istenen büyük oyun budur.
Tarihe hesap vermek zorunluluğu yanında, tarihsel görevimi yapmak için bu
açıklamayı yapmaya zorunlu hissetim kendimi. (43)
29 Temmuz günü önüme konulanları imzaladıktan sonra, Bay Yüzbaşı bir isteğim
olup olmadığım sordu. Ne cins olursa olsun kitap istedim.
Biraz sonra üç kitap geldi.

1. TBMM'nin 50 yılı (15 sayfa),
2. Barzani Dosyası (175 sayfa),
3. Sovyet Rusya'da Tarım İşçilerinin 50. Yılı (175 sayfa, Robert Conquist). (44)

Kitapları yutar gibi okudum, sonunda kitapsız kaldım.
30 Temmuz 1972 günü, iki tertip halinde olan Emniyet ifadelerinin(!) teybe
okunmasına ayrılmıştı. Günlerden Pazar'dı ama burada gerektiğinde süresiz
çalışılırdı.
Bu görev bir gün sürdü. Hayatımın en sıkıntılı anlarından biri olarak bu günü de
unutamayacağım...

36+14=50 sayfanın okunması ve teybe kaydedilmesi oldukça zaman almıştı.
Teybin ve bantların saklandığı oda, zemin katta, kapının tam karşısındaydı. Yerden 1m. yükseklikte bir oda. 5–6 mermer merdivenden sonra bir hole, buradan da ikinci bir hole giriliyordu. Bu hol büyük bir salon şeklindeydi. Merdivenin karşısındaki bu
odanın büyüklüğü, 2.5x2 m. olabilirdi. Girince sol köşesinde, küçük bir masa
üzerinde, Amerikan malı Revere marka bir teyp, 5 inçlik(45) bantlar ve bu bantların saklandığı, girince sağ köşede gürgen ağacından yapılma dolaplar vardı.
Okuyabilmem için zorunlu olarak gözlerim açıldı.

Bu fasıl, öğleden önce Bay Sfenks, öğleden sonra Bay Yüzbaşı gözetiminde
sürdürüldü. Zaman zaman çay ve ıhlamur ikram ettiler.

Akşama doğru teybe okuma işi bitti. Bay Yüzbaşı bir aydan beri hava, güneş yüzü görmediğim için beni bahçeye çıkaracağından söz etti. Prangalı ayaklarımla 30 adım attığımı anımsıyorum. Demek ki 30x45=13.5m. idi bu salon. Sonra bir basamak indim, birkaç adım daha attım, gözlerimi kapatan bantların altından 5–6 eski mermer merdiven gördüm. Bu anda, işim bittiğinden "Kaçarken vurulmuştur" diyebilmek için bahçeye çıkarıldığıma dair bir duyguya kapılmıştım. Toprakta 50 adım atıp eski bir bahçe masasının yanındaki, eski bir sandalyeye oturtuldum. Bay Yüzbaşı'nın yanında teyp odasında gördüğüm bir ikinci şahıs da bizimle beraberdi. Bay Yüzbaşı sormadan, beyaz peynir, ekmek ve çay ısmarladı benim için.
Açık hava tabii bir başka idi ama ben nedense kuşkulanmıştım. Getirilenleri yiyip
içtikten sonra, gözlerim kapalı bulunduğu için rahatsız olduğumu ve mümkünse içeri götürülme mi istedim. Odama çıkarıldım.

Kuşkum dağılmıştı.

31 Temmuz 1972 gününden daha önce söz etmiştim.
3. kattaki birkaç olayı daha anlatmazsam, işkence köşkündeki
Bir gecede yanımdaki 5 no'lu odada yatan (Ben 4 numaralı odadaydım) Rafet
Kaplangı rahatsızlanmıştı. Köşke gelirken yanında getirdiği kalp ilaçlarını istiyordu. (46)
Mehmet'e özellikle geceleri dert anlatmak olanaklı değildi. Kaplangı'nın yalvaran sesi karşısında nöbetçi er, taş gibi duyarsızdı; Rafet'in ısrarına içerlemiş bağırıyordu:
-"Ölürsen ne olacakmış. Senin gibi kaç komünist burada geberdi." Doğru muydu,
yanlış mıydı bilinmezdi. Fakat Mehmet böyle konuşuyordu.
Bir başka gün akşam yoklamasında bir adam geldi odama. Korkunç bir tipti. Babasını verseniz gözünü kırpmadan kesecek türden... Gözüme yiyecekmiş gibi kinle bakıyordu.

İnsan azmanı, katmer göbekli, kemeri göbeğinin altında kaybolan, tabancalı asık
suratlı, yuvarlak çehreli, 35 yaşlarında, siyah saçlı bir adamdı...
Hangi filmci görse, kötü adam rolleri için duraksamadan tutardı herifi...
Ertesi gün sabah erken saatlerde, sağımdaki solumdaki odalarda kalanlar tuvalete çıkmak istiyorlardı. O kadar üstelemişler di ki, artık Mehmet dayanamamıştı. Tabii oda anahtarı nöbetçi olan görevli kişide idi. Görevli dün akşamki kişiydi. Uykudan kaldırıldığına sinirlenmişti. Uzun süre ağza alınmayacak küfürler ettikten sonra, oda kapılarım tek tek açıp içerdekileri tuvalete götürdü. Bu arada benim odamı da açmıştı. Böyle bir gereksinmem olmadığını söyledim. Buna da içerledi. Kapıyı bir çarpışı vardı ki görülmeye değerdi. Küfür ettiği kişilerden biri babası yaşındaki Mareşal Fevzi Çakmak'ın yeğeni eski Emniyet Teftiş Kurulu Başkanı Adnan Çakmak'tı.

O gün sorgulanmaya götürüldüğümde, bu olayı çok ağır bir dille sorgulayıcılara
anlattım. Bay Binbaşı özür diledi ve bu herifi yanımda payladı.
Bir başka gün, bir soru sormak için Bay Binbaşı odama gelmişti. Zamanı varsa
oturmasını ve beni dilemesini kendisinden istedim. Oturdu:
27 Mayıs'tan sonraki olayların kısa bir eleştirisini yaptım, 12 yıl
önce benim de binbaşı olduğumu, 11 yıl önce ise Yarbay rütbesi ile "Silahlı Kuvvetler Birliği" içinde etken bir üye olarak bulunduğumu, vurduğu yerden ses getiren bu örgütün, sonradan birbirlerini sehpalara götürecek kadar dağıldığını ve bu tip örgütlenmelerle bir yere ulaşılamayacağını açıkladım.

Türkiye'nin sosyal ve ekonomik alanda yeni oluşumlar içinde, kendi düzenini
bulmanın doğum sancılan içinde bulunduğunu, sosyal gruplar ve sınıfların öz
çıkarlarını korumak için örgütlendiklerini ve demokratik bir düzen içinde bunun doğal olduğunu, oysa kendilerinin sürdürmeye çalıştığı baskı ve sömürü düzeninin, günün birinde korktuklarını başlarına getirecek oluşumu hızlandırmaktan başka bir sonuç vermeyeceğini" anlatmaya çalıştım. Sözüme devamla:
"12 sene önce ben de binbaşıydım. Bugün ülkemde ve elinizde, sizin deyiminizle,
esir olarak bulunduruluyorum. Eğer gerçekten Binbaşı iseniz, siz benim geçmişim olduğunuz gibi bende sizin geleceğiniz olabilirim.
Eğer kendi geleceğinize ve insanlığa saygınız varsa bu kadar acımasız olmayınız.
Yarın benim gördüğümden daha çoğunu görmeyeceğinize size hiç kimse güvence veremez. Bugün sizleri yüreklendirenler, bir anda sizi yapa yalnız bırakabilirler."
"Adnan Menderes ve arkadaşları asıldı, bir şey değişmedi. Sonra arkadaşlarım Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ı astılar, yine hiç bir şey değişmedi. Şimdi de gençleri asıyorsunuz. Bir şey değişmeyecektir. Gencini asan toplum, suçludur bence... Bu toplum, tüm bireyleri ile utanmalı ve bu sosyal hastalıkların çaresini başka yöntemlerde aramalıdır."
"Ülkedeki sıkıntı yapısaldır; yapı değişmeden hiçbir şey değişmez. Eğer Türkiye
bugün, dünden iyiye gitseydi, o zaman asılanlar içinde en yakın arkadaşım Fethi
Gürcan olduğu halde, hiç sıkıntı duymaz O, kendini vatanına adamıştı diye
düşünürdüm."
"Kraldan ziyade kral taraftarı olmayınız. Eğer dinlerseniz benim size önerilerim
bunlar..."
Bay Binbaşı gitmişti.
Konuşmadan etkilenip etkilenmediğini bilmem olanaksız. Çünkü gözlerim yine
kapalıydı.
1 Ağustos 1972 günü saat 10.00 sıralarında tıraş olmam istendi. Sonra elbiselerim ve eşyalarım getirildi. Hani o ilk gün çıkardığım elbiseler, ceketimin içine konulmuş kollarından düğümlenmişti. Ceket ve eşyalar tümden küflenmiş, kırış kırış olmuştu.
Eşyalarım içinde ikinci bir paket olduğunu fark ettim. Bunun benim olmadığını açıklamama karşın onlar direndiler. Gerçekten de içinde çamaşırlarım vardı. Ne yoldan, nasıl buraya ulaştığını daha sonraları öğrenecektim. Ama gereksinmem olmasına karşın bana bunları vermemişler, üstelik isteğim üzerine paramla çamaşır almışlardı.
Çift Kaplan marka... (47)
Sonra Bay Yüzbaşı içeri girip, alman paramın hesabını verdi. Bazı giderlerim
olmuştu. Ellerim kelepçelendi. Aşağıya indirildim. Bay Albay beni bekliyordu. Sesinde sahte bir yumuşaklık sezinlemiştim:
-"Şimdi seni Selimiye'ye gönderiyoruz. İnşallah oradan kurtulursun. Şunu unutma ki çıksan dahi elimizden kurtulamazsın. Kıpırdadığın anda seni vururuz. Burada verdiğin ifadeleri Savcılıkta inkar etmeyeceksin. Kontrgerilla uyumuyor. Bu memleketi kimseye bırakmayacağız. Sana karşı kötü muamelemiz oldu ise bizi bağışla, hepsini Vatanım ve Bayrağım için yapıyorum."
Evet, Bay Albay'ın vatanı ve bayrağına sanki biz hizmet vermemiştik. Ancak Bay
Albay'ın faşist görüşlerine göre vatan görevi yapılabilirdi. Başka türlü düşünenler
haindi.
-"İstersen evine telefon edebilirsin."
Peki, dedim. Bir komşu telefonundan Selimiye'ye götürüldüğümü eve duyurdum.
Şunu da söyleyeyim ki, İşkence Köşkü'nde kaldığım süre içinde 2 satırlık 2 tane
sağlık haberine ilişkin mektubun evime gönderilmesine de yardımcı olunmuştu. Bunu özellikle postahaneyi saptamak için istemiştim. Adamlar gerçekten uyanıktılar. İlkini Şişli'den postaya vermişler, ikincisini ise hiç göndermemişlerdi. Evimde arama yapanlardan birisi burada görevliydi ve bana karşı sürekli düşmanca bir tutum içinde bulundu...

Gözler bağlı, eller kelepçeliydi. Bir station wagon arabaya bindirildim.
Birinci sırada şoför oturuyordu.

İkinci sırada bir sivil memur ve sorgulaması biten bir Hava Harp Okulu öğrencisi,
üçüncü sırada bir sivil memur ve ben vardım.
Arabanın yanlan açık ve pencereli idi. Tabii gözleri bağlı insanların dışardan
görülmesini istemiyorlardı. Bu nedenle sıralara yatıp, başlarımızı sivil memurların bacaklarının üstüne koymamız emredildi. Görevli kişiyi rahatsız etmemek için başımı dizine tam yaslamayıp bütün yükü boynuma verdim. Yattığım yerden ve kapalı gözlerin altından çok az görebiliyordum. Birkaç dakika bir bahçe içinden geçtik, sonra araba durdu. Sağda taştan örülme bir nöbetçi kulübesi gördüm. Büyücek bir kulübeydi bu. Sonra nöbetçi demir kapıları açtı. Demek ki bu köşk oldukça büyük bir bahçe içinde bulunuyordu. Bazı sokaklar ve bahçeli evler arasından geçtik. Dışarıda güneşli bir gün vardı. Göz bantlarının altından görünen evler, bahçeler, ağaçlar ve çiçekler, gerçek bir renk uyumu içinde tatlı bir rüya gibi görünüyorlardı.

Sonra arabanın Göztepe-Ankara asfaltı üzerinde olduğunun farkına vardım. Biraz
sonra Göztepe kavşağından sola sapıp, Ankara asfaltına girdik. Araba içinde yatmış olduğumuz için, dışardan küçük arabalar tarafından görünmüyorduk. Ama ara sıra yanımızdan kamyon ve otobüsler geçiyordu. Kucağa yatırılmış elleri kelepçeli, gözleri bağlı insanları gördüklerinde her halde şaşkına dönüyor olmalıydılar.
Arabamız Selimiye Kışlası'nın deniz tarafına bakan kapısından içeri girip, sola saptı ve sağ yapıp durdu. Oturmamıza izin verildi. Gözlerimiz açıldı. Önümdeki Hava Harp Okulu öğrencisini görünce kendimi unutmuştum. Benim evladım olabilirdi ancak. 30 yıl önce, ben de Harp Okulu öğrencisi idim çünkü... Ne büyük vatan sevgisi ve hizmet anlayışı içinde bulunuyorduk. Bu çocuk, bizden ayrımlı (farklı) olamazdı. Ağır bir işkencenin izleriyle 10 yaş ihtiyarlamıştı. Yanındaki memur, 20–25 yaşlarında ve onun kuşağından biri idi. İlginç bir üzgü (dram) yaşanıyordu. Görevli memurun Harbiyeliye acımış olduğu her tavrından belliydi. Bir sigara verdi ve nereli olduğunu sordu. Akhisarlıyım diye yanıt verdi. Kumral Harbiydi... Memur, esmer, ufak tefek, terbiyeli bir insan evladı idi. Çocuğu aldılar götürdüler. Zavallı o kadar bitkin, yorgun ve şaşkındı ki arkada birisinin bulunduğunun farkına bile varmamıştı belki de... Veya korkudan bakamamıştı.
Benim yanımdaki sivil memur da aynı yaşlarda gösteriyordu. Karadenizli olduğu
anlaşılıyordu. O da insan yanları olan bir çocuktu. Boynumun ağrımaması için,
başımı bacağının üstüne koymamı birkaç defa içtenlikle istemişti, yolda gelirken.
Fakat tek kelime konuşmamıştı. Selimiye Kışlası'nın Harem'e bakan yüzünde 
9x6 m. boyutunda bir koğuşa yerleştirdiler beni. Marmara, Topkapı Sarayı ve Haliç ağzı bir şahane kartpostal gibi görünüyordu... Burada tek başıma üç gün kaldım. Bu suretle 3/4 Temmuz 1972'den, 1 Ağustos 1972'ye kadar süren gözaltı süresi bitmişti. (48)

DR. TURHAN TEMUÇİN'İN MEKTUBU(*)

Ankara, 12. A.1911
Sayın Turhan,

Ortak bir savaş veriyoruz. Bunda kimsenin payı ne eksik, ne fazla. Ama bu savaş
sırasında size yapılanlar, size yapılan alçaklıklar hepimizinkinden fazla.
Çocuklarımıza, alçaklardan arınmış, katillerden, soygunculardan, sahtekârlardan,
vatan satıcılarından kurtulmuş bir ülke sağlayabilirsek, ne güzel!
Kavgamız bunun için.
Dostluğunuz, benim için bir onurdur. Büyük mücadelenizden yararlandım,
yazdıklarınızı hep yeni bir şeyler öğrenerek izliyorum.
Size, yaşamınızı adadığınız kavganızda, ortak kavgamızda basanlar diler, saygılar ve devrimci selamlar sunarım.

(*) Dr. Turhan Temuçin

Sn. Turhan Temuçin'in 16 Mart 1977 gün ve 236 sayılı "7 Gün" dergisinde yayınlanan "Yanlış Hesaplar" başlıklı yazısında benim de ismim geçiyor ve kadirşinaslık gösteriliyordu.
"Ne yiğit Emil Galip Sandalcı'nın yanık tabanlarının acısı aklımızdan çıktı ne Talat Turhan'ın çağımızınyüz karası olan işkenceleri". Bu yazı üzerine, Sn. Temuçin'e bir teşekkür mektubu gönderdim. Sn. yazar cevap vermek nezaketini gösterdiler. Bu mektup odur...


BU BÖLÜM DİPNOTLARI.,

41. Gerek daktiloyla yazılan bu ifade, gerekse el yazısıyla açıkladığım koşullar altında yazdırılanlar tüm istemlerimize karşın mahkemeye getirilmedi.
42. Nitekim bizlerden on bir ay sonra Gen. Celil Gürkan ve altı arkadaşı Ziverbey İşkence Köşkü'nde gözaltına alınmıştır. Ancak bir hafta sonra bir güç onları serbest bırakınca "Bomba Davası" üstümüzde kaldı...
43. Daha sonraki tarihlerde Bomba Davası'nı açıkladığım boyut içinde sürdürme girişimlerine tanık olduk. Ancak tertibi düzenleyen Sağ Cunta amacını gerçekleştiremedi.
44. Bu tarihten 13 yıl sonra yazılan Gn. Celil Gürkan'ın anılarından (12 Mart'a Beş Kala, s. 83) aynı kitabın kendilerine de verildiğini öğreniyoruz. "Türkçe kitap da, "Rusya'da iflas eden Kolhoz teşkilatı" gibi bir ad taşıyordu. 27 Mayıs’tan–28 Şubat'a F/24
45. İngiliz uzunluk ölçü birimi, bir inç, 2.54cm. anılarım eksik kalır.
46. Gerçekten de Rafet Kaplangı kalp hastası idi. Yaşadığı olumsuz olaylar hastalığını artırdı. Cezaevinden çıkınca Hollanda by-pass ameliyatı olmasına karşın vefat etti...
- Ayrıntılı bilgi için bkz: Sırrı Öztürk, 12 Mart 1971'den Portreler C. I, Sorun Yayınları, 6. Baskı, 1999, s. 348–353.
47. Bu konuda gerekli açıklama Bomba Davası-Savunma 2- adlı kitabımın Ek-6'da-ki Merhum Em. Kür. Albay Faruk Ateşdağlı'nın Beşiktaş 3. Noteri tarafından 16 Temmuz 1974 günü alınan ifadesinde yapılmaktadır.
48. Bu işkence güncesini yazıp mahkemeye verip belgeleyerek insanlık onuruna sahip çıkmıştım. O günden beri 28 yıl geçti. Hiçbir şey değişmedi. Ülkemiz bir yandan sistematik işkencecilik suçlamasıyla AİHM’de astronomik rakamlara ulaşan rakamlarda tazminat ödemeye mahkûm edilirken diğer yandan
tüm dünyada insan haklan ihlalciliği sabıkasıyla suçlanıp AB kapısında bekletiliyor... Gerçekten de zamanın Adalet Bakanı Oltan Sungurlu'nun dediği gibi; "İşkence yapan vatan hainidir!" (Yeniyüzyıl, 21 Aralık 1997).


21 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 19

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 19



Bu tarihten sonra "Genelkurmaya bağlı Kontrgerilla Örgütü" "İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına bağlı Kontrgerilla Örgütü" şeklinde değiştirilmişti. Yani işkenceciler Org. Tağmaç'ın (27) hiyerarşisini kabul ediyorlar, buna karşın Org. Gürler hiyerarşisini kabul etmedikleri için doğrudan doğruya Org. Türün hiyerarşisinin içine girerek, Gürler'in Cumhurbaşkanı olmasını engellemek için provokasyonlarını sürdürüyorlardı.
Bomba Davası bu tertibin manivelası olarak kullanılmak isteniliyordu. (28)
Bir şebekenin karşısında bulunduğumu ve bir iktidar kavgası içinde her türlü
ahlâksızlığın geçerli olabileceğini ve bu anlayış içinde de, kurmaylık donanımıyla,
bana yapılan işkencelerin az bile olduğu sonucuna vardım.
Bu noktada en acı gözlemimi açıklamalıyım: Bütün bunların bana yapıldığı sırada, aynı örgütte bulunduğum iddia edilen kişiler, Ankara'nın ünlü kokteyllerinde viskilerini yudumluyorlardı...

Eğer, iddia edildiği gibi gerçekten bu Komutan'larla ilişkim olsaydı, her halde hiç bir güç bana işkence yapamazdı.
Bu durumda, hayatımı kurtarmak için benden önce kimilerinden alman ifadeleri kabul etmekte bir sakınca görmedim. Çünkü yasalarımızda Emniyet ifadesinin tek başına delil değeri taşımadığını biliyordum.

Seçilen hedeflerden biri de İrfan Solmazer idi. Üzerimdeki işkenceyi hafifletmek için ona yüklenmekte hiçbir sakınca görmedim. Çünkü yurt dışında olduğunu biliyordum.
Tabii artık kül yutturmadığımı anlayıp, pek memnun olmuşlardı. Eğer İrfan
Solmazer'in yurt dışında olduğunu bilmeseydim, oradan sağ çıkacağımdan emin
olamazdım.

84 sanıklı davayı yeniden canlandırmayı düşünüyorlardı. 1 no'lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinin lağvı, kızgınlıklarının geçmesine yetmemişti.
Suçlarım öyle altından kalkılacak gibi değildi. "Kurulu düzen"e karşı gelmiştim.
Halbuki bu düzenin içine girip nimetlerinden payını alsaydın ya Talat Turhan!..
Çok çok, payların bölünmesinde bazen kavga ederlerdi kurulu düzenciler...
Ama birbirlerinin ayıbını bilenler, ne kadar düşman olsalar susmasını bilirler ve
öğrendikleri gerçek ölçüsünde de, sus payı verilirdi düzenden yana olanlara...
Arpalıklar bu nedenle işbirlikçi iktidar elinde tutulur. Yemlenmesi gerekenlere
sunulurdu. Avantalar ve yağmalar düzeninin kuralları böyle işletiliyordu.
Susamıştım. Bir bardak su içeyim dedim. Bir defada içtim. İçtiğim su lağım suyuydu.
İlk önce, kendisini şikayet ettiğimi sanan, Mehmet'in getirmiş olduğunu düşündüm.
Fakat bizim Mehmet, bu kadar insafsız ve vicdansız olamazdı.
Bu uygulama, duyduklarıma göre, bana özgü yeni bir işkence yöntemi idi... Ertesi gün, sürahinin yanında ve dibinde pis bir tortu bulunduğunun farkına varmış, gelen görevliye de göstermiştim.
Gece olmuş, yeterli zaman geçmişti ki, karnımdaki burkulmalardan, ishal olduğumu anladım. Mehmet'ler tuvalete çıkarmıyordu. Bu gerçekten, bir insanın duyabileceği işkencelerin en büyüğü idi.
Affedersiniz sabaha kadar, altımı kirletmeden durmayı başarmıştım.
Sabah Bay Yüzbaşı geldi. Durumu söyledim. Prangalı ayaklarımla, 100m'lik koşuya girmiş olsaydım, bu durumda şampiyon olurdum. Tuvalet kapısını, her zaman olduğu gibi açık bıraktım. Kapı önünde bekleyenler içinde Bay Yüzbaşı da vardı. İshal olup olmadığımı öğrenmek istiyordu herhalde.
Durumum yürekler açışıydı, hiç böylesini görmemiştim. Dışarıdakiler şaşırmış
olmalıydılar. Bu sahne, çağımızda utanılacak bir insanlık dramı idi, Türkiye için...
Saklamaya gerek yok. Çıkan sesleri duyuyorlardı.

Dışarı çıktığımda, acıyan gözlerle bana bakıyorlardı. Küçük lavabonun sabunluk
kısmına, deterjan dökmüşlerdi. Deterjanla el yüz yıkanmazdı ama bir deneyeyim
dedim. Doldurdum ellerimi yüzümü bir güzel yıkadım. Sakallı yüzüm günlerce sızladı durdu. Acılanma bir yenisini katmıştım. 8 Temmuz Cumartesi günündeydik. Deterjan da, su ve yemeklere katılan 'malzemeler' gibi kuşkusuz benim için hazırlanmış bir tuzaktı.
Odama döndürüldüm. Bay Yüzbaşı'dan ricalarım oldu.
Tuvalete gitmem konusunda güçlük çıkarılmamasını istedim. Tabii, gece çıkarmadılar diyemedim Mehmet'lerin yanında. Mümkünse "Siosteran Geigy" adlı ilacın alınmasını istedim.
Her ikisini de yerine getirdi. Bu hastalığım, dört gün bütün şiddetiyle devam etti. İlk gün, getirilen hiçbir şeyi yemedim. Daha sonraki günler, istediğim haşlanmış patates ve pirinç lapası getirdiler. Karavanacılar iyi çocuklardı. İnsanın yüzüne buruk bir sevgi ile bakıyorlardı. Odanın rutubetini tespit için, meşhur tuz deneyini bu arada yine yaptım.
Daha önce kullandığım o ilaç olmasaydı, paratifo olmam işten bile değildi.
Yüzbaşı ilacımı getirdi. Bu arada da, sorulan yanıtlamak gerektiğini anımsattı.
Yazarken bileklerimi bağlayan zincirin çözülmesine izin verilmişti. 8.9.10 Temmuz günleri, sorguya alınmadım. Fakat pazar günü dışında, diğer günler gönderilen pusulalarla yönlendiriliyordum.
Solmazer'in yurt dışında bulunması çok işime yaramıştı.
11 Temmuz 1972 günü, tekrar sorguya çıkarıldım. 12 Mart'tan önce, Türk Silahlı
Kuvvetleri içindeki hareketler üzerinde duruluyor ve bu olaylar içerisindeki etkinliğimin saptanmasına çalışılıyordu.
12 Mart'ın TSK'nın bir hareketi olduğunu, kendi iç çelişmeleri sonucu, değişik bir
sonuçla sahneye konulduğunu dile getirmek istedim. Eğer sıra bunun hesabının
sorulmasına gelmiş ve TSK adına bu hesabı vermem benden isteniyorsa, buna hazır olduğumu TSK'nın, "Cumhuriyeti Korumak ve Kollamak" görevini zaman zaman yaptığını ifade ettiğimde; Bay Albay köpürdü:
-"27 Mayıs bir komünist hareketiydi. 12 Mart'ta da aynısını getirecektiniz, önledik." (29)
Her konuşmadan bir sonuca ulaşıp, karşımdakileri daha iyi tanıyordum.
Birden, Sunay'ın damadı Sadi Önel'in babasını hatırladım. Hani şu, 26/27 Mayıs
1960 gecesi, Menderes'i Eskişehir'den kaçırıp da kurtarmayı deneyen Tümg.Hakkı Önel'i... Nereden nereye...
Tabii, Savcının iddianamesindeki eksikliklerin nedenleri vardı. Ona göre benim ilişkili olduğum cuntanın, Ankara'da bir üst kademesi var ama onlar şimdilik yerlerinde otursunlar. Sıra bir gün onlara da gelecek. Şimdilik ise Talat Turhan ile yetiniliyor. Bu bizim bilmediğimiz yeni bir hukuk kuralı olsa gerek.
Bizce davanın düğüm noktası buradaydı...
Bugün için bu dava açılamadığından, şimdiden hazırlık yapılmak isteniliyor ve adımın tüm olaylara bulaştırılmasına özen gösteriliyor.
Böylece, davanın üzerimdeki siyasal niteliği belirleniyor.
Bu oluşumdan bir sonuç daha çıkıyor: Sürdürülen iktidar kavgasında şimdilik güçler denk durumda. Org. Faruk Gürler'e oyun hazırlayanların basan kazanması, bir kısım çevrelerin cesaretini arttırmış görünüyorsa da, Türkiye'nin geleceği çeşitli olasılıklara gebe görünüyor. (30)
27 Mayıs'tan sonra, sokakta bir tanıdığıma rastladım. Selamlaştık, konuştuk.
Dertliydi, boşalmak gereksinimi duyuyordu. Kendisini dinledim. Emekli edildiğinden yakmıyor. Bir tek suçunun olduğunu söylüyordu.
-"Nedir?" diye sordum
- "9 Subay Olayı'nda savcı olmak," (31) diye cevaplandırdı beni... "Kişi noksanını
bilmek kadar irfan olamaz" derler. Fakat kendini suçlayan bir savcı da, elbet emekli edilmeliydi...
Sorgular devam etti böylece. Yazdıklarımın arasına, özellikle "uygulanan insanlık dışı metotların muhatabı olmamak için arzulanan şekilde yazmak zorunda kaldım." cümlesini sıkıştırıyordum.
Bay Albay niyetimi anlamış, sinirlenmişti... Bir daha böyle bir-şey yazmamamı
emretti. Halbuki istedikleri yeri karalamaları, işten bile değildi. 15 Temmuz günü, bir dönüm noktasıydı benim için ve çok değişik olaylarla doluydu.
Sorgu için yukarı çıkarıldım. Doğrusu günlerden beri bana ayna göstermemişlerdi.
Bitmiş tükenmiştim adeta... Bir yandan işkence, bir yandan insanların ıstıraplarının tanığı olmak, bir yandan açlık ve bir yandan da hastalık, beni tüketmişti. Bunun yanında, başka nedenler de vardı tabii.
13 günlük sakalım uzamıştı. Üstümdeki kirli olan asker pijamaları, leş gibi olmuştu.
Her zaman olduğu gibi eller, ayaklar, gözler bağlıydı.
Sorgu odasında olağanüstü bir durum olduğunu hissettim. Sonunda anladım ki bu durumda filmimi çekiyorlardı. Kamera en az on dakika çalıştırıldı.
Gerçekten Türkiye'nin "çağdaş uygarlık düzeyine" çıktığının bu olaydan daha iyi bir kanıtı bulunamazdı(!)
Abdülhamit'i inandırmak için, Mithat Paşa'nın kesik başını kendisine getirmişlerdi.
Günümüzde bu işi filmle yapıyorlardı. Ve de Sunay çalışmalarını Florya Köşkünde
sürdürüyordu...
Bilindiği gibi, Mithat Paşa, anayasacı idi. Ben, Mithat Paşa anlayışının safındayım
ama Abdülhamit gibi düşünen, onun savunuculuğunu yapan hilafet ve saltanatçılar da var bugün...
Film çekimi tamamlanınca sorgulama başladı. Özellikle, bir kısım insanlarla dostluk ilişkilerimin üzerinde duruluyordu. Bildiğim bazı provokasyonlar vardı. Bunları açıklayınca, oyunlarının bozulduğunu anlayıp susuyorlardı.
En önemlisi, bu köşkü bir Tümgeneralin yönettiğini duymuştum. Bu durumu
saptayabilmek için dengine getirip, o kişiden söz ettim. Sorgulayıcılar uzun zaman kendilerine gelemediler.
Demek ki, duyduklarım doğruydu! (32)
Sonra hapishaneye geldiğimde, işkence görenlerden gözleri açık sorgulananlar, bu generali 6 Temmuz 1972 tarih ve 28 sayılı Hayat dergisinde çıkan bir resminden görüp tanımış ve adını sanını öğrenmişlerdi.
Durumumu görmüş olmalılar ki, öğleden sonra odamı değiştirdiler ve iki teneke sıcak su getirerek, yıkanmama izin verdiler. Bunun yanında ellerim bu tarihten sonra hep çözük kaldı.

Bay Yüzbaşı'nın gözetiminde, tıraş olmama da izin verildi. İlk kez ayna yüzü görüyor ve tanınmayacak bir duruma getirildiğimi algılıyordum... Bu kadar kısa bir zamanda saç ve sakallarımın büyük bir kısmı ağarmıştı.
Tıraşım bitti, kendi pijamalarımı giymeme de izin verildi. Konulduğum oda köşkün 3. katında konforlu odalardan biri sayılabilirdi, karyola ve yatak tek kelime ile mükemmeldi. Hele o demir yaylar üzerinde bu kadar yattıktan sonra...
Banyosundaki eski termosifon pek su yetiştiremiyordu ama bir eski paşa konağı
olduğu anlaşılan bu köşkün banyosundaki Avrupa malı eski fayanslar düzenliydi.
Banyonun yanındaki 2.75x1.00 m. boyutundaki tuvaletin döşemesinde, 2.00x1.00 m. boyutunda olan kısmında 200 adet 10x10 mavi renkli karo yer döşemesi bulunuyordu.
Kenar kısımları bordürlerle bezenmişti. Duvarları 10 adet 15x15 cm.
büyüklüğünde Avrupa malı beyaz fayansla kaplanmış olup, 9 fayanstan sonra da
5cm'lik siyah bir şeritle süslenmişti. Penceresi kapının tam karşısında idi. Köşkün
yüksek ağaçları buraya kadar uzanmış olmalı ki, dalların silueti görünüyordu.
Lavabosu girişte sağda olan bu tuvalet alaturka idi. (33)
Ayaklarımdaki zincirler duruyordu. Gene soruların yanıtlanması evresi hariç, yataktan çıkmak yasaktı.
Burada da bir başka işkence vardı. Temmuz sıcağı olduğu gibi odanın içindeydi.
Penceresi dıştan ve içten kapatılmıştı.

Bu odada, bodrumdaki odayı aratacak derecede insanı kahreden ikinci bir işkence daha vardı. Bütün gün devam eden işkence seslerini olduğu gibi duyuyordum. (34)
Sorgulama ve işkencelerin bir kısmının uygulandığı yer 2. kattaydı. Konulduğum oda ise 3. katta olduğuna göre, ahşap bir binada seslerin duyulması olağandı. Hele, 31 Temmuz 1972 gününü ömrümde unutamayacağım. O gün, yapılan işkence süresiz devam etti. Kulaklarımı tıkamak için her türlü yöntemi denedim, fakat başarılı olamadım.
17 Temmuz günü, içeri Bay Yüzbaşı girdi. Gözlerimi bağladı ve beklememi istedi.
Biraz sonra Bay Albay odama geldi ve konuşmaya başladı.
-"Bak Talat, Rafet Kaplangı35 konuşmuyor. Kalp hastası, daha fazla vurursak
elimizde kalacak, seni dinler. Şimdi seni aşağı indireceğiz, kendisine söyle
konuşsun."
Yapılacak başka bir şey yoktu. Ölüm bin kere daha iyiydi bu katlanılmaz ıstıraptan...
Peki dedim. Aşağı indirdiler. Tabii gözler bağlıydı.
-"Rafet" dedim.
Ölü gibi bir ses cevap verdi "Efendim" diye.
-"Ne istiyorlarsa konuş, ben de arzuladıkları gibi konuşmak zorunda kaldım. Konuş ta bu iş bitsin, buradan kurtulalım," dedim.
Bundan sonrasını herhalde kendisinden dinleyeceksiniz.
Aynı gün, 8 maddelik el yazısı istekte bulundu Bay Albay. Onları yanıtladım. El yazılı bu belgeyi, belki dalgaya gelirler de saklarım diye düşündüm. Ama gerçekten kül yutmuyorlar dı. Geri istediler.
İshal olduğum günden beri, ilaçlara ve perhize devam ettiğim halde, 18 Temmuz
1972 günü gene ishal olmuştum. Bir hafta sürdü bu hastalığım. Bu sefer, şekersiz çay da veriyorlardı zaman zaman.
19 Temmuz 1972 günü sabah yoklamasına, daha önce tanımadığım iki idareci geldi.
Birinin renkli gözlükleri vardı. Yarbay diyorlardı ona. Kibar ve efendi bir adamdı.
Sağlığımla ilgilendi. Buranın doktoru olduğu halde, bütün hastalığım boyunca hiç
görmedim kendisini. Belli olmaz, belki de tanıdığım bir adamdı.
Sabah beni tuvalete çıkarmayan nöbetçinin ağır hakaretlerine katlanmak zorunda kalmıştım.

Mehmet'in yanında, onu Yarbay'a(!) şikayet ettim.
11 Yıl önce bana teklif edilen, MİT görevini kabul etmediğimi, şimdi yapılanlardan MİT'in bile utanç duyması gerektiğini ve TSK'nın emekli bir subayı olduğumu anımsattım. Mehmet'in gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
Yarbay duygulanmıştı:

-"Hepsini biliyoruz efendim, bizim görevimiz idari" demekle yetindi.
Akşama doğru Bay Yüzbaşı girdi içeri, çektiğim sıkıntıları görmüş ve gerçekten
acımış olmalıydı. Bir şeyler yapmak istiyordu. Çamlıca sigarası içmemi önerdi. Hiç sigara kullanmadığımı söyledim. O kadar ısrar etti ki, sigarasını aldım ve içtim.
Sohbet ediyor, bir gereksinmem olup olmadığını, samimiyetle soruyordu.
Acaba sabun, kolonya, pamuk ve çamaşır aldırmam mümkün mü diye istekte
bulundum.
Ertesi gün bunların hepsi karşılandı.
Aynı kişi, bir başka günün akşamı, çay getirmiş, yatıştırıcı ilaca gereksinmem olup olmadığını sormuştu.
Yanıt olarak: yatıştırıcı kullanmak alışkanlığım olmadığını söylememe karşın, ısrar ediyordu. Acaba bunda bir şey var mı, diye düşünüyordum ki, ne ilacı vereceğini sordum: Serepax diye yanıtladı. İlacı tanıyordum, sorun kalmamıştı. Arzusunu yerine getirdim. (36)
Bir insan için kolonya ve pamuk, birçok şeye yarar tabii. Fakat ben kolonya ve
pamuğu bir başka amaçla kullanıyordum.
Ne için mi?
Tuvalete gidip dönünce, ayaktaki zincir ve kilitler tuvalet ve yerin bütün pisliğine
bulaşıyordu ve bu durumda yatakta yatmak zorunluluğu vardı.
Onun için tuvaletten döndüğümde, kolonya ve pamukla bu zincirleri her seferinde siliyor ve aralarında birikmiş ve katmerleşmiş pislikleri temizliyordum. Ayrıldığımda, zincir pırıl pırıl ve tam dezenfekte edilmişti. Benden sonraki yeni sahibi, tabii farkına bile varmayacaktı bu temizliğin.
Bugün dahi ayaklarımda, bu prangaların izlerini taşıyorum. Bilindiği gibi, demire
vurma cezası kanunlarımıza göre, sadece hükümlülere ceza olarak verilebilir.37 Bu ceza dahi, Anayasa Mahkemesi'nce kaldırılmıştır. Hâlbuki bugün, Anayasa'dan söz edilirken, gözaltına alınanların ayaklarına zincir vuruluyor. Sistemin mantığına göre sormak lâzım: Anayasa'yı tebdil ve tağyir edenler bizler mi? Bunları yapanlar mı?
20-28 Temmuz tarihleri arasında, Pazar günü hariç, tam 8 gün sabah 09.00 dan
akşam 18.00'e kadar sorguların daktiloda yazılması evresi başladı.
Bütün gün gözler kapalı olarak çoğunlukla Bay Albay ve diğerleri, bazen Bay Binbaşı, ifadeyi bazen el yazısıyla yazdırdıklarının da dışına taşarak, bildikleri gibi
yazıyorlardı. El yazısı ile isteklerine uygun olarak aldıkları itiraflarla yetinmiyorlardı.
Bildikleri gibi, istediklerini ekleyip, tanıdığım herkesi suçluyorlardı. Direnmek faydasızdı.
Bu arada verilen çayı içmeye mecburdum. Söylemeye gerek yok. Çay'a ilaç(12)
katıyorlardı.

Özellikle, Türkiye'deki tüm güçlerin karşıma getirilmesine özen gösteriliyor ve kendi arkadaşlarımı suçlayıcı cümleler seçilerek ifadeye yerleştiriliyordu.
Örneğin: Sorgu icabı 5-6 generalle olan ilişkilerimi soruyorlardı.
-Bu generalleri ismen tanıdığımı, fakat bugüne kadar kendileriyle hiçbir ilişkim
olmadığı- yanıtını verdiğimde:

Bay Albay yazdırıyordu:

-Her ne kadar bu generalleri şahsen tanımıyor samda, onların ne olduğu malûmdu.
Devrim meselelerinin kendileriyle konuşulamayacağını biliyordum.
Bir başka kez Bay Albay:
-"İlhan Selçuk'u seversin tabii" diyordu. Yanıtım kesinlikle:
-"Evet," oluyordu.
-"Boşver ulan enayimisin, kendini kurtarmaya bak" deyip, yazdırmaya devam
ediyordu.
-İlhan Selçuk... vb. ile... evinde toplantılar yapardık. Fakat onlar Marksist-Leninist olduğu için...

Bu espri içinde yürütülüyordu buradaki sorgular...

Bay Albay:

-Biz misyoner çalışması yapıyoruz", diyordu ara sıra. Bu tür yöntemlerin MİT
görevlilerince uygulandığını bildiğim için, karşımdaki şahsın bir MİT elemanı
olduğunu anlıyordum.
Gerçekten oynanan oyun belliydi. Tüm ilerici-devrimci güçlere karşı gibi gösterilerek, onlardan gelmesi olası bir destek söz konusu olursa, onu önlemek için bu itiraflardan yararlanmayı düşünüyorlardı.
İkincisi, bunlar tüm gözaltına alınan kişilere uygulanan bir yöntemdi.
Sorguya alınan kişiden, kendi arkadaşlarım suçlayıcı ikrarlar alınıyor, sonra bu
ikrarlar onlara okunuyordu. Bu yöntemle ifadede adı geçen diğer kişilerin ifadesi
yönlendiriliyordu.
Sorgulamanın tümünün, karşılıklı ikrarname şekline dönüşmemesi için de, bazı
çelişkiler özellikle bırakılıyordu.
Bay Albay'ın ifadesine göre, İşkence Köşkünde görev yapan 21 Kurmay Subay bu sorgulamaların koordinasyonunu sağlıyordu.
Kurmayların böylesine aşağılık bir görevi yapıp yapmadıklarını bilemem ama köşkteki çalışma kendi amaçlarına uygun düzendeydi. Tertip senaryolarına göre seçilen bir kurbandan bir ikrar alındığında %100 doğru olduğu varsayılarak, o kişi ile ilişkili diğer şahısların ifadelerine, alman ikrar aktarılıyordu. Bu kadarla da kalınmıyor, buradaki sorgu ile, savcılıktaki sorgu arasında bir kısım çelişki bulunmasında yarar gören ilgililer, buna göre yönerge vermeyi de ihmal etmiyorlardı.
İşkence Köşkü'nden ayrılan her kişiye:
"Savcılıkta burada verdiğin ifadeyi aynen kabul etmezsen, yeniden buraya
getirileceğini ve gördüğün işkencenin 10 misline tabi tutulacağını unutma" tehdidi yapılıyordu.
Bazı sanıklara, şu kısımları inkar edebilirsin, izni de veriliyordu.
Bu suretle, Emniyetteki (Kontrgerilla örgütündeki) sorgu ile, savcılıktaki sorgunun, ikrarname niteliği taşımamasına da dikkat olunuyordu.
Faik Türün'ün bir sözünü anımsadım:
"İlk zamanlar bazı acemiliklerimiz oldu. Sonra birçok şeyleri öğrendik." (mealen)
Açıklamaya çalıştığım bu yöntemler içinde, sorgular sürdükçe sürdü.
Bu dönemde bir gün bana, tıraş olacaksın, dediler ve sorgu odasını boşalttılar.
Sağımda bir pencere vardı. Bu pencerenin perdelerini kapattılar. Fakat dışardan
gelen sesler duyuluyordu. Bir seferinde, Boğazköy-Şan Sinemasının reklamı
yapılıyordu, hoparlörle... Bir başka gün, çok güzel sesli bir müezzinin okuduğu öğle ezanım duymuştum. Demek ki köşkün yakınında bir cami bulunuyordu.
Arkamı göremiyordum ama sorgulama odasının döşemesi tahta olup, takriben 3.5x8 m. büyüklüğündeydi, iki kapısı bulunuyordu. Birisi, sorgulanacaklar için kullanılıyordu.
Diğer kapı, bir salona açılıyor olmalıydı. Önünde yaklaşık 0.80x1.50x0.80 cm
boyutlarında köşeleri yuvarlak, eski tip ceviz kaplama bir masa ve üzerinde 5 mm.
kalınlığında cam vardı. Uzun şaryolu daktilo makinesi üzerinde duruyordu.
Sol köşede, uzun bir sehpa üzerinde, bir Atatürk büstü, arkasında bayrak göze
çarpıyordu. Tam karşıdaki duvarda "Biz ne bolşevik, ne de komünist olabiliriz, ne o ne de ötekisi. Biz Milliyetperver ve dinimize hürmetkarız" Atatürk'ün olduğu iddia edilen bir sözün yazıldığı karton vardı.
Sağımdaki pencereyi örten güneşlik perde adi cinstendi.
Tıraşım bitti, gözlerim kapandı ve sorgulama başladı.
Şimdi sıra, Boğaz Köprüsü'ne gelmişti. Bu suçlamayı tinsel (manevi) bir baskı unsuru olarak kullandıklarını sanıyorum. El yazımla yazmamak için direndiğim tek suçlama bu idi.
Bu sefer bu işi nasıl planladığımız bana anlatıldı. E.E. adlı bir kişiden söz ediyorlardı.
Birden isyan etmiştim. E.E. ile yüzleştirilmemi istedim. O kadarla da kalmadım.
Eğer 10 kişi arasında Talat Turhan olduğumu tanıyabilirse, intihar ederim dedim.
Tabii bu bir ihtiyatsızlıktı. Dışarıda fotoğrafım gösterilip, içerde tanınmam
sağlanabilirdi. Buradaki koşullar altında E.E. bu işi rahatlıkla yapardı. Hayatımda
böyle bir isim duymamıştım ve ben bu kişiyle, köprüyü havaya uçurmak için toplantı yapmıştım. (38)

Bir süre daha direndim. Dr. Memduh Eren'in ikrar ettiğini söylediler. Karşımdakiler, ben istekte bulunmadan; "Memduh Eren'i şimdi aşağıya indireceğiz, o konuşacak sen susacaksın sesini çıkartırsan başına gelecekleri bilirsin." dediler.
Biraz sonra, Dr. Memduh Eren aşağıda idi. Gözlerimiz bağlı olduğundan birbirimizi göremiyorduk. Ben onun sesini duyuyordum, o ise benim varlığımdan habersizdi.
"Köprünün havaya uçurulma toplantısının kendi evinde, kimlerin katılması ile
yapıldığını, kendisinin zaman zaman odaya girip çıktığını ve özellikle..." (Benden
başka bir şahsın ismini vermişti).

-"Yeter!" emri verildi ve Memduh odasına götürüldü. (39)

Sıra bana gelmişti. Karşımdakiler iyice sertleşmişti. Komandoların ayak sesleri
duyuldu. Dayak yiyip, işkence çekilse de çekilmese de, bu provokasyon için, benim seçilmeme karar alınmış olduğunu anladım. Çünkü bu konudaki baskı 20 gündür sürdürülüyordu.
Bir an düşündüm, Atatürk'e dahi, "Bombalı suikast" olayı diye suç yüklememişlerdi.
Kaldı ki yapılmamış bir tesisin tahribini düşünmenin suç olmayacağı gibi, suçlama akla-mantığa bile aykırı idi. Onların amacı Boğaz Köprüsü'ne yönelik sol eleştiriye kişiliğimde kara çalmaktı. Bu olayda da günah keçisi olarak ben seçilmiştim...
Bunu kabullenmek işime bile geldi. Bu sayede düzenlenen senaryonun ortaya
Çıkması olanaklı olabileceği gibi, diğer suçlamaların da buna göre değerlendirilmesini istemek olanağını kazanmış olacaktım.
İstihkâmcılık dersleri arasında, köprücülük ve tahrip okumuştum. Fakat böylesini
göstermemişlerdi, asma köprüydü bu.
"Akıl için yol birdir" derler ama, eylem nasıl yapılacaktı? Eksik olmasınlar bu işin nasıl yapılacağını anlatıyorlardı.
İsteklerine uygun olarak ifade yazıldı.
Bay Binbaşı bu evrede pek memnun görünüyordu. Görevini yapmış insanların rahat ve huzuruna kavuşmuştu(')

Ben ise düzmeceyi kanıtlamak için bir dayanak bulduğumda, içimden kıs kıs
gülüyordum ki;

Bay Albay cümleyi patlattı:

"Her ne kadar köprüyü havaya uçurmayı planladıksa da, inşaatın bitiminde evvel
yapılacak eylemin yeteri kadar tahripkâr olmayacağına inanıp, bu işi köprünün
tamamlanmasından sonraya bıraktık." (40)
Bu suretle, kendisi düşüncede kalan suç yaratıyor ve onu suçlamış oluyordu.
Önemli olan, bu savın ortaya atılması ve bu olayın yankılarının bizlere ve tüm sola kara çalmak için kullanılmasıydı. Onlarında amaçlan zaten buydu...
Sorgu sırasında bir yolunu bulup, başımı yukarı kaldırmış, göz-bağının altından
daktilo yazan kişiyi görmüştüm. Bu şahıs 25–30 yaşlarında, iri yapılı, arkaya taralı siyah saçlı ve yuvarlak çehreli bir kimse idi.
Üst kattaki odaya çıktıktan sonra, özellikle çalışma saatleri dışında, saatlerce keserle bir yerlere vurulup, sesler çıkartılıyordu. Teyple yapılma olasılığı da bulunan sürekli gürültü bir başka işkence numarasıydı.

28 Temmuz 1972 günü akşamı sorgulama bitmişti. Bu arada sorgulayıcılarla aramda, gerek yazılı ve gerekse sözlü olarak, sosyal, kültürel, ekonomik, politik, sosyolojik ve tarihi konularda zaman zaman tartışmalar da oluyordu. Ve bunlar bazen sohbete de dönüşüyordu.

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

27. Org. Memduh Tağmaç'ın yerine silah zoruyla ya da uçak zoruyla Org. Faruk Gürler 30 Ağustos 1972'de GKB oldu. Bu tarihten önce hasımı Org. Faik Türün, Gürler ve ekibini suçlayan ifadeler aldırmıştı ve Bomba Davası'ndaki tertiplerini sürdürmeye devam etti. Arkasında Cumhurbaşkanı Sunay ve AP vardı.
28. Bu nedenle Muhsin Batur, Nazlı Ilıcak'la yaptığı söyleşide: "Faruk Paşa Kara Kuvvetlerine hakim değil" diyordu, o dönemi değerlendirirken... (Tercüman: 29 Mart 1986). Senaryo işkenceciler ve onların destekçilerinin istedikleri yönde sonuçlanırsa, benimle birlikte yüzlerce general, subay ve aydının defterini dürmeye kararlı olduklarını anlamıştım.
29. Eyüp Özalkuş bu sözleri 1972 yılının Temmuz ayında söylüyordu. Faik Türün ise bakınız 13 yıl sonra ne diyor:
"Türkiye'de komünizmi su üstüne çıkaran hadiselerin bir tanesi 27 Mayıs'tır." "Nitekim 27 Mayıs'tan sonra komünizm, Türkiye'de barajını yıkmış bir sele dönmüştür" (Tercüman: 13 Aralık 1985).
Ben ise bugün bile 27 Mayıs'tan yana olmaktan kıvanç duyuyorum. Bu inançlarım 27 Mayıs düşmanlarım rahatsız etmiş ve onlar 27 Mayıs'ın hıncını benden alıyorlardı.
30. 12 Eylül bu olasılıklardan biri olarak yazdıklarımdan sekiz yıl sonra gündeme geldi.
31. 27 Mayıs'tan önce dokuz subay "ihtilâl girişimi" suçlamasıyla tutuklanmış, yargılanmış ve beraat etmişlerdi. Mahkeme Başkanı Kur. Alb. Cemal Tural'dı. Bu olaydaki olumlu tutumunun 27 Mayıs'tan sonra O'nun korunup kollanmasında etken olduğunu sanıyorum...
32. Bu kişinin Tümgeneral Memduh Ünlütürk olduğunu, gerek Org. Faik Türün ve gerekse Org. Turgut Sunalp'ın açıklamalarından öğrenmiş bulunuyoruz.
33. Tüm bu ayrıntıyı ilerde İşkence Köşkü'nde keşif istemeyi tasarladığım için savlarımı kanıtlamak için belleğimde tutuyordum.
34. Oda plânı mahkemeye verildi.
35. Em. Mu. Bnb. ve Emniyet Müdürü Rafet Kaplangı.
36. Zihni Paşa İşkence köşküne girinceye kadar yatıştırıcı kullanmamıştım ama Ceza ve Tutukevine girdiğim günden bu yana ilaçla yaşamımı sürdüyorum.
37. As. C.M.U.K 353 sayılı kanun Madde: 76, C.M.U.K Madde: 116. Anayasa Mahkemesi’nin 15.6.1967 tarih ve 34/18 sayılı kararı.
38. Daha sonra tehlikeli bir oyun oynadığımın farkına vardım. Çünkü E.E.'yi ismen tanımamama karşın o beni Dr. Memduh Eren'in evinde gördüğü için tanıyormuş...
- Ayrıntılı bilgi için bkz: Sim Öztürk, 12 Mart 1971''den Portreler C. II, 1994, Sorun Yayınlan, s. 101–132.
39. Bu ikrara karşın Dr. Memduh Eren'i iddianamede Boğaz Köprüsü'nü havaya uçurmayı planlamak(!) suçuna bulaştırmışlardı.
40. Y.n.: Bu ifade Temmuz 1972'de alındı. Boğaz Köprüsü 29 Ekim 1973 günü açıldığında bizler ceza evindeydik...


20 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 18

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 18


Derken büyük bir hışımla içeriye, 4–5 adam girdi. Bay Sfenks'te bunlar arasında
bulunuyordu. Aldılar beni, ilk önce zemin kata çıkardılar, sonra sola, daha sonra,
birkaç adım atıldı ve 20–25 merdiven çıkıldı. Çıkılırken, eğil-kalk v.s. gibi komutlar veriyorlardı. Bunlar manevi baskı yöntemleriydi. Çünkü kollarımı tutanların hareketlerinden benimle beraber eğilmedikleri anlaşılıyordu. Kör olmanın kendine özgü duygulan olmalıydı.

Ayaklarımdaki prangalar, tangur tungur bir ahşap döşemede ses çıkarıyordu ki,
durduruldum. Doğrusunu söylemek gerekirse, bundan önceki aşağılık
uygulamalardan pek heyecan duymamıştım. Şimdi kalbim 60'tan 100'e fırlamış gibi çarpıyordu. Bir süre öylece tutuldum. Tok bir ses:
- "Gel bakalım Talat Turhan" diyordu. "Bir ucu kuvvet komutanlarına, bir ucu
İstanbul'un en karanlık batakhanelerine kadar dayanan, Türkiye'deki bütün şiddet hareketlerinde ve soygunlarda parmağı olan adam."
İstanbul'un namlı kabadayılan arasına yenisini ekliyorlardı. Hoş biz ölsek,
cenazemize ne "Bakan" ne de "başkaları" çelenk gönderirdi. (13) Ama herhalde
onlardan iyi bilemezdim. Yeni gangster yaratıyorlardı. Fakat ucu Kuvvet
Komutanlarına dayalı olanlarını. Her halde başka türlüsü de vardı. (14)
Birkaç adım attırıldım ve bir iskemleye oturtuldum. Sağ ve sol omzuma birer namlu dayanmıştı. Konuşan ses devam etti:
"- Nerede olduğunu biliyor musun?"
"- Hayır," dedim tabii.
"- Burası Genelkurmay Başkanlığına bağlı Kontrgerilla örgütü."
Anlamıştık ama bizde de biraz kurmaylık vardı. Türk Silahlı Kuvvetlerindeki
değişiklikleri, emekli olmama karşın izlerdim.
Emekli olduktan sonra böyle bir örgüt kurulmadığını biliyordum TSK'yla organik
ilişkim kopmamıştı. Çünkü bir seferberlik halinde Kurmay Yarbay rütbesi ile emir
aldığımda, 48 saat içinde 15. Kolordu İstihbarat Şubesindeki görevime katılacaktım.
"Sefer Görev Emri" cebimde duruyordu. Seferde Türk Silahlı Kuvvetleri'nde görev alacak olan ve geçmişinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin şerefini temsil eden bir kişi olarak, işkenceye tabii tutulmuştum. Yapanlar ve yaptıranlardan tarih önünde hesap sormak Türk Silahlı Kuvvetleri'ne düşer... Bu örgütü, Anayasa, kurulu düzen ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin örgütlenmesi ile karşılaştırdım. Yasa dışı bir Sağ Cunta'nın amacına hizmet için kurulduğu kanısına vardım.
Acaba bilerek mi yapılıyordu bu kavram karışıklığı? Genelkurmay ile Orgeneral
Memduh Tağmaç'ı eş anlamlı mı tutuyorlardı? Acaba bu yasa dışı gizli örgütün lideri, Tağmaç mı diye düşündüm. Nasıl olurdu. O, böyle tertipler içinde bulunabilir miydi? Muhtıradan önce, Demirel hükümetinin desteğinde ve yanında bulunan Tağmaç, nasıl olmuştu da onun hükümetine karşı muhtıra vermişti? Ve sonra nasıl olmuştu da, Demirel'in istemleri paralelinde Anayasa değişiklikleri yapılması için, aynı Tağmaç, Erim hükümetini zorlamıştı. (15)
Tabii bir anda aklımdan geçen bu sorulara, gerçekçi yanıtlar verebilmek olanaksızdı. Buna karşın, gerçek olan da, bu gizli örgütte Genelkurmay Başkanlığı'nın adının kullanılması idi.

Meçhul kişi konuşmasını sürdürdü:

"Hasan Cevahir was a patron. He made his fortune and acquired his influences as a profiteer in the heroin business. (Hasan Cevahir bir patron idi. O eroin işinden yararlanarak servetini ve etkinliğini kazandı).
Sunay'larla Oflu Hasan ailesinin yakınlığını bilmeyen kalmamıştı ve de İşkenceci'ler Sunay ve ekibine hizmet ediyorlardı. Tabii bu ekibin iç ve dış bağlantıları da vardı. Bizi sorgulayacak olanlar işte bunlardı... Tüm bunları bildiğim içinde, 16 Haziran 1973 günkü duruşmadaki sorgumda: "İstanbul
Mafyası olarak nitelenen tertipçilerin ta Sunay Çankaya'sına kadar uzanan delillerini...........tertipçilerin yüzüne fırlatacağım" diyordum. (Duruşma Tutanağı: s,39)

—Ben Albayım..." (16)
—"Burada, Anayasa, kanun falan geçmez..." arkasından küfürler savurdu ve
devamla:
—Harp esiri muamelesine tabi tutulacaksın."
Oysa harp esirlerine, Uluslararası Cenevre Anlaşması hükümlerine göre davranılırdı.
Buradaki muamele çok daha ağırdı aslında...
Ben, kendi yurdumda, kendi insanlarımca esir alınmıştım. (17)
Politik tutkuları ve iktidarı ellerinden kaçırmamak için beni tehlikeli sayan bir çete elinde rehine olduğumu kabullenmek daha doğru olurdu.
Bu barbarlığı, tüm yetkili organlara, Türk ve dünya basınına, ve insan hak ve
hürriyetlerine ilişkin çaba gösteren dünyanın tüm örgütlerine duyururum.
Daha sonra, Türkiye'nin iç ve dış durumuna ilişkin bir panoroma çizildi. Benim gibi, jeopolitik ve jeostratejiyi iyi kötü bilen bir kimse için bunlar pek yavandı. Ama zorunlu olarak Albayı(!) onayladım. Tartışılacak yer değildi burası. Eğer güçleri yeterse, Ankara'dakiler bu örgütün gerçek niteliğinin ne olduğunu öğrenirler. Ama (Le Monde) adresini verdi Ocak 1973'lerde. Bu köşkte yapılanlar ise, ülke sınırlarını aşmış yılın aktüel konusu olarak batıda 236 kitaba konu teşkil etmişti. Yetkililer yalanlamaya devam ededursunlar...
Sonra bir başka ses söze karıştı:
-"Burası Cibali Karakolu değil" diyordu. "Komandolarımız adamın hamurunu
çıkartırlar." o sırada tak tuk sesler oldu odada... Komandolar(!) emre hazır olduklarını bildiriyorlardı herhalde...
Bay Albay, sözü yeniden aldı:
-"Suçlarını söyledim, istersen bir daha söyleyeyim" diye devam etti. "Faruk Gürler, Muhsin Batur, Kemal Kayacan ile senin ve arkadaşlarının
kudaslarının tüm ilişkilerini, 12 Mart'ın nasıl yapıldığını, Taksim soygununu nasıl
yaptırdığını, bütün örgütlerle olan ilişkilerini, bunların içinde bulunan bütün
tanıdıklarını, evinde yapmış olduğun toplantılarda vermiş olduğun soygun ve
patlatma direktiflerini, 84 sanıklı davayı nasıl arzu ettiğiniz yöne çevirdiğini, Milli
Birlikçilerle cunta irtibatını, Boğaz Köprüsünü nasıl havaya uçuracağını, bir günde 300 generali nasıl öldüreceğini... Şimdi sana kalem kağıt vereceğiz, bütün bunları aşağı inip odanda yazacaksın."

Masaya oturduğum zaman zorla bir su içirtmişler bu arada bir-şeyler koklatmışlardı. Burnumdaki rahatsızlık nedeniyle pek koku almazdım. Fakat bu öylesine bir kokuydu ki, ben bile hissetim. Kıpırdanmak olanaksızdı. Malum: Gözler, bilekler ve eller ve de ayaklar bağlı idi. Namluların uçlarını omuzlarımda hissediyordum. Birden bayılmıştım. Ne kadar öyle kaldım bilmiyorum. Bunun bir narko analiz olup olmadığından da haberim yoktu. Ancak yüzüme vurulan sayamadığım kadar çok sayıda tokatla kendime geldim.

Bay Albay:(!)

-"Numara yapma ulan." diyordu.
Bütün vücudumun yanmakta olduğunu ve bir ter boşaldığını hissediyordum.
Kendime gelmem için biraz beklenildi. Bay Albay emir verdi:
-"Hepiniz dışarı çıkın" diye.
Bay Albay'ın sesi daha yumuşaktı şimdi:
-"Bak Talat, ben senin eski bir arkadaşınım. Ne de olsa senin fenalığını istemem.
Örgüt seni öldürme kararı aldı. Ben seni kurtarmaya çalışacağım. Bana yardımcı ol." dedi ve birden sertleşti:
-"Komandolarımız adamı haşat etmek için hazır bekliyor. Şunu da söyleyeyim ki, ben seni sevdiğim için başkalarının vurmasına dayanamadım. Onun için suratına ben vurdum. Sakın üzülme..."
Dışarıdakiler, patır patır içeri girdiler ve namlular omuzlarımdaki yerini buldu.
Sonraları gerçekten anlayacaktım ki, bu adam, beni çok iyi tanıyordu. Bu iki başlı bir tanıma idi. Söylediği anıların bir kısmı Çocukluğum ve gençliğime ait olanlar idi... MİT adamın çocukluğunu bilmezdi. Meçhul kişi, anamı babamı da tanıyor gibi rol yapıyordu. Sorgudan önce bu amaçla hazırlık yapmıştı18 sonra bir zaman gelecek:
-"Sen 1959'da İskenderun’da Saray Lokantası’nın önünden geçerken bir gün de
burada biz yemek yiyeceğiz demedim mi?"
Diye soracak ve anlayacaktım ki; MİT o zamanlardan beri, benimle ilgilenmeye
başlamıştı.

Böyle bir cümle kullanıp kullanmadığımı anımsamam olanaksızdı. Ama bir gerçek
vardı. Demek ki 1959'larda ben Kurmay Binbaşı olarak, Saray Lokantası'nda yemek yiyebilmek maddi olanağına sahip değildim. Derken Bay Albay söze devam etti:
-"Şimdi sana kağıt kalem vereceğiz, suçlarını bize yazacaksın." İçirilen ilaç nedeniyle gerçekten kişiliğimde bir farklılık hissediyordum. Dışarı çıkarıldım. Aynı yöntemle odama getirildim. Oyunun birinci perdesi bitmişti.
Beccaria diyor ki: "Bir adama, hakimin hükmünden önce suçlu gözü ile bakılamaz. Ortada suç ya vardır, ya yoktur. Varsa o suça ancak kanunun tespit ettiği ceza verilecektir ki, bu takdirde işkence faydasızdır. Şayet suç yoksa bir masuma eza ve cefa etmek, müthiş bir vahşet olmaz mı?"
Şimdi ben ne yapacaktım? Yazacağım yazılar 5 Temmuz 1972 sabahına yetişecekti.
Fakat ben bildiğiniz gibi, bu odada zaman kavramını yitirmiştim.
Masaya oturdum ve yazmaya başladım.
Bileklerim, ayrıntılarını açıkladığım biçimde zincirlenmiş ve kilitlenmiş, sızım sızım sızlanmaya başlamıştı. Aradaki kilidin fazla geldiğini hisseder olmuştum. Ve böyle elim zincirli olarak bana yükletilen tüm uydurma suçlamalar için bir şeyler yazacaktım.
Peki, neyi, nasıl yazmalıydım? Aslında işkencecilerin senaryolarına göre benden
istenilenler belirli bir baskı içinde açıklanmıştı.
Varsayalım ki, bütün bu suçlamaların bir kısmı gerçek ve ben bunları kabulleniyorum.
Gerçek olmayanlar için, kalem gücüme göre inandırıcı birer senaryo  uydurmalı idim.
Peki, henüz ayaklarından başka hiçbir kısmı yapılmayan Boğaz Köprüsü'nü nasıl
tahrip edecektim?

İktidar kavgası için kurban olarak seçildiğimi anlamıştım. Anti emperyalist ve Tam Bağımsızlıkçı inançlarımdan korkanlar ve emperyalist uşağı kodamanlar kinlerini tatmin için, bir daha belimi doğrultamamacasına bir darbe indirmek istiyorlardı bana. Hiçbir sonuç alamazlarsa, attıkları çamurla Türkiye'nin
geleceğinde söz sahibi olmamı engellemek istiyorlardı. "At bir çamur, yapışmazsa bile lekesi kalır" sözü vardı ya. Vicdanen müsterih ve kendimden emin olmanın huzuru içindeydim. Balık üzerinde nasıl su durmazsa, bize atılan çamurlar da ne yapışır, ne de iz bırakırdı. Fakat buradan nasıl kurtulacaktım? Beterin beteri vardı. O sıralarda aydınlanmamış üç olay olmuştu. Büyükada'da kendini asan iki kişi ile bavul cinayeti ve sabotaj olayları... Bunların da faili olabilirdim onlarca...

Hatta beni mafya lideri gibi, uluslararası şöhrete ulaştırmak istiyorlardı bunlar...
"Boğaz Köprüsünü havaya uçuracak adam" diye.

Sonraları ceza ve tutukevinde benim gibi(!) bu işin birçok isteklisi olduğunu öğrenerek üzüldüm doğrusu. Köprü provokasyonu suçlamasının tekelini elimden kaçırdığım için... Çünkü Köprüyü havaya uçurmak isteyenlerin sonu gelmiyordu.
Bir gün gazeteler, "Köprünün 400 metreden atılan füzelerle havaya uçurulacağım"

İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığınca 23 Kasım 1972 tarihinde yapılan brifinge
dayanarak açıkladılar. (19)

El elden üstündü. Anarşistler füze imal etmişti fakat keratalar akıllarını iyiye
kullanmıyorlardı. Mısır'ın kendi füzesi vardı. "El Nasır" derlerdi adına, Mısır'lı benim füzem var diyebiliyordu. Bize ise, büyük dost ve müttefikimiz verirse alırdık. Bazen verdiklerini geriye aldığı da olurdu. Böyle, hem verici, hem de alıcı dostumuz(!) vardı.

Küba krizi sonucu Türkiye'ye sorulmadan Kennedy-Kruşçev'le pazarlığa oturmuş,
Türkiye adına da karar vermişti. Dostlukta böyle şeyler olurdu(!) Jüpiter füzeleri geri çekilmişti. (20) Daha sonra Edward Kennedy yazdığı anılarında bu olaydan söz edince Türk kamuoyu gerçeği öğrenmişti...

"Tam Bağımsızlık" ilkesini Atatürk ortaya koymuş ve uygulamıştı.

Ama şimdi komünistler sahip çıkmıştı... NATO'cular CENTO'cular, TOTO'cular artık
"Tam Bağımsızlık" istemiyorlardı. Onlar dünün Amerikan mandacılığını milliyetçilik diye ulusa yutturmaya çalıyorlardı.

Bizim füzecileri alıp, milli füzemizi yaptırmak ne kadar isabetli olurdu değil mi?
Füzeciler ortaya çıktığı için, biz köprü işinden kendimizi kurtarmış sayıyorduk ki,
Savcının iddianamesi elimize geçti. Gördük ki gençliğin "En Büyük Devrimci Eylemi" olacak nitelenen bu iş gene bizim üstümüzde kalmış.
Gönlümüz isterdi ki, tüm savcıların sıfatı Cumhuriyet Savcısı olsun ve de teminatı bulunsun. Fakat bizim Savcının sıfatı "Sıkıyönetim Savcısı." İyi ama Savcı, sıkıyönetim komutanından daha mı iyi biliyordu bu işleri? Herhalde öyle ki, iddianamesi ile komutanı yalanlıyordu.
"Ya Yüksek Mahkemenize sunulan bu iddianame doğrudur, ya da İstanbul
Sıkıyönetim Komutanlığınca yapılan 23 Kasım 1972 tarihli açıklama."
Nerede kalmıştık? İşkenceciler tarafından suçlandığım konularda, yönlendirme ve baskı yapılarak odaya indirilmiş ve masa başına oturtulmuştum. Gelen, verilen kağıt kalemle görevimi yapmalıydım. Bileklerim zincirli olarak, yeni bir yazı yöntemi bulmam gerekiyordu.
Bu düşünceler içinde kıvranırken, bodrumun koridorunda bir şarjör mermi boşaltıldı.

Patlamalar, ahşap, köhne köşk içinde yankılandı...

Bu silah tehdidi de, bütünüyle bana yönelikti. Çünkü bir defa daha aynı tarzda
davranıldığının tanığı olacaktım.
Yazmaya başladım, işi uzatıyor, nöbetçi baktıkça yazar gibi yapıyordum. Çünkü
burada oturmak, yatmaktan daha iyi idi. Bir şeyler karaladım.
İçeri, Bay Yüzbaşı girdi. Her halde bu yoklama idi. Tuvalete gitmemin ne kadar güç bir iş olduğunu anlamıştım.
—Yüzbaşım, sizden bir dileğim var." dedim. Ve ekledim; "Ben prostat hastasıyım (21) sık sık tuvalete çıkarım. Bunun için mümkünse bir plastik kabın, bedeli karşılığı alınmasını istirham ediyorum" dedim.
Bay Yüzbaşı:
—Peki" dedi.
Rahatlamıştım. İşkence köşkünde kopardığım ilk ödündü bu. Şu anda hiçbir şey beni bu ölçüde mutlu edemezdi. Çünkü kapıda nöbet tutan Mehmet'in ilkel hakaretinden, kendimi kurtarıyordum bir anlamda.
İcabında ötekini bir iki gün tutardı insan. Bu suretle de Mehmet'le ilişkiyi en azına indirmiş oluyordum.

Kap geldi. İnsan bazen nelere sevinebiliyordu. Yazı yazmaya başladığımda, 2. katta bulunan işkence odasındaki sesler, inilti halinde geliyordu. Odadan ormandaki hayvanlarda belki benzerine rastlanan insan çığlıkları yükseliyor ve komşu odalardan iniltiler duyuyordum. Kapıların çarptırılması, oda kapılarına süngü ve tekme ile vurulması ise değişmeyen yöntemlerdi.
Yazdıklarım bana göre bitmişti. Ne yazdığımın da gerçekten farkında değildim. Ama şu kadarını biliyordum ki, orda bulunduğum süre içinde el yazımla yazdığım bu notlarda, gene Türkiye'nin sorunlarını kendi bakış açımdan dile getirmeye
çalışmıştım. Ve sanırım, bunların meraklı okuyucuları da çıktı.
Yorulmuş ve uyumuştum. Tabii sırt üstü... Fakat soğuktan titriyordum. Tarih 4–5
Temmuz 1972 gecesi olmalıydı.
Ertesi gün yazdıklarımı alıp götürdüler. Anladığıma göre, sabah ve akşam bir-iki kişi yoklamaya geliyordu. Bunların hepsinin sivil kişiler olduğu anlaşılıyordu. Aralarında çok temiz yüz hatları olan kişiler görüyor ve şaşırtıyor dum.
Benden daha irice, aklaşmış saçlı, bir Bay Yarbay vardı. Gözlerine renkli numaralı gözlük takıyordu. Efendi ve terbiyeli bir adama benziyordu. Bir gün bana, işlerinin idari olduğunu, sorgulama işi ile ilgisi olmadığını açıklamak gereğini duymuştu.
Herhalde ima yoluyla bir şeyler anlatmak istiyordu. Bir başkası, gene alaburos tıraşlı, kır saçlı, ufak tefek efendi bir insandı. Merhametli görünüyordu. Yaptığı işten pek memnun değildi görünüşe göre.
Daha başkaları da vardı, bu idareci personel içinde. Odama girdiklerinde hepsini
görüyor ve tanıyordum. Bugün de onları tek tek teşhis edebilirim.
Fakat sorgulama yapan Bay Albay, Bay Yarbay, Bay Binbaşı'yı görmek mümkün
değildi. Onlar, kendilerini nedense gizliyorlardı. Bir müddet sonra, gene birkaç kişi içeri girdi. Bay Yüzbaşı, Bay Sfenks'te vardı içlerinde. Pamuk ve bantlı gözlükten nereye gideceğimi anlamıştım. Bilinen yöntem ile yukarı çıkartıldım ve oturtuldum.
Bay Albay söze başladı:
-"Bize hikaye anlatıyorsun. Kül yutturmaya çalışıyorsun. Örgütümüz bütün Türkiye'ye hakim, bilmediğimiz tek şey yok. Bak sen akıllı bir Kurmay'sın. Şimdi sana şablon da vereceğiz, sorularımızı yeniden cevaplandıracak sın."
Kendilerinden bana yardımcı olmalarını, suçlamaların soyut olduğunu ve somut
sorular şeklinde sorgulama yapılması dileğinde bulundum.
Gene o, ikinci ses: "Burası Cibali Karakolu değil" diyordu. Nedense Cibali Karakolu ile çok zora vardı; aklını bir kere takmıştı...
Bay Albay devam etti:
-"Ya Talat Turhan, sen Kontrgerilla Örgütünü uyuyor mu sanıyorsun? Bu memleketi size mi bırakacaktık? Bizi bırakın da, rahat rahat memleketi idare edelim."
Bu sözleri ancak bir "Faşist Cunta" yetkilisi söyleyebilirdi. Gerçekten anlaşılıyordu ki, çeşitli güçlerden oluşturulan ve cuntalaşan bir örgüt, İstanbul'u ve belki de Türkiye'nin bir kısım bölgelerini kontrol altına almıştı. Benim kanıma göre, bunlar ister subay, ister MİT elemanı, ister polis görevlisi isterse sivil olsunlar, bu örgüt içinde, sıfatlarını yitirirler ve örgüt hiyerarşisine göre sıralanırlardı. Bu bir "Faşist Cunta" idi ve gerçekten Anayasa'yı, tebdil ve tağyir fiilini işleyen ve işleten, bir gizli örgüttü; tıpkı "Halaskar zabitan grubu" gibi. Bu gizli örgütün baskılan ile Anayasa durmadan değişiyordu. (22)
Bence, (23) bu gizli örgütün iktidar olmaya yönelen bir hedefi olduğu anlaşılıyordu. Bu amaçla insanlara işkence yapılıyor ve gereksinme duydukları bazı " itiraf nameler " alınıyordu. Ben de seçilen bu insanların önde geleni sayılıyordum onlarca. Kuşkusuz sahte Albay, Yarbay, Binbaşı kendi
başlarına bu tertiplere girmiyorlardı. Başlarında Generalleri olmalıydı. O generallerin de dayandığı güçler vardı. Ve belliydi ki, onlara kendi kendilerine rütbe verip bu işlerin Türk Silahlı Kuvvetleri adına yapıldığı izlenimini yaratıyorlardı.
Bizce olayın en korkunç yönü buydu.
Bay Albay devam etti:
-"Bizim burada 21 kurmayımız var." diye.
Biz ayrılalı, kurmay görevleri çeşitlenmişti herhalde... Tüm kurmaylarımızın
bilgilerine... Kurmayların ismini de işkenceciler kullanarak yıpratıyorlardı. Gerçekten de burada her şey vardı, her istenilen bir saniyede bulunuyordu. Kıdem sıra kitapları,
General, Amiral albümleri, kişilere ait dosyalar v.s. Bu bina elbette MİT'e aitti. İşkenceciler içinde de MİT görevlileri bulunuyordu. Ancak bu kişiler MİT İstanbul Bölgesi Başkanı Turan Deniz'in denetiminden çıkmışlardı. 
Tümg. Memduh Ünlütürk  yönetiminde Org. Faik Türün hiyerarşisi içinde çalışmaktaydılar. Bazı sorularla, beni istedikleri doğrultuda ikrara zorluyorlardı.
Direndiğim de, omzumdaki namlular daha sertçe basılır gibi oluyordu. Gene ilaçlı su içirilmiş ve burnuma bir şeyler koklatılmış tı.
Tanıdığım kimselerin bir kısım itiraflarında söz ediliyor:
-"Enayiliğin anlamı yok, herkes her şeyi söyledi, bilmediğimiz tek şey yok. Bak işte filanın ifadesi, bak ne diyor. Başkalarının ifadesi de belli. İstersen bu adamları getirelim buraya, konuşsunlar senin yanında."
Gibi sözler sarf ediyorlardı.
Israrla Orgeneral Faruk Gürler, Orgeneral Muhsin Batur, Oramiral Kemal Kayacan ile olan ilişkilerimden, 12 Mart'tan söz ediyorlar ve bu konudaki örgütsel çabalarımın ne olduğunu öğrenmek istiyorlardı.
Özellikle, 84 Sanıklı Dava'da Mahkemeye nasıl etki yapıp, davayı çökerttiğimi
soruyorlar, bu konuda da bazı kişilerin ifadelerinden bölümler okuyorlardı. Ve Taksim Soygununun direktifim altında yapıldığını söylüyorlardı.
Artık çok ileri gitmiştim. Benimle uğraşacak halleri mi vardı? Bileklerim bağlı iken yazamadığımı, mümkünse yazı yazarken kilidin Çözülmesini rica ettim. Ama bu istek kabul edilmedi.

Odama gönderilirken, baskılar devam ediyordu. Masa başına oturdum. Kağıtlar ve kalem yine gelmiş, bu defa şablon da vardı. Çünkü anlatırken unuttum; işkencecilere göre bir sıfatım vardı. "İstanbul ve Trakya bölgesi komutam" diye. Şimdi kuvvet dökümünü de benden istiyorlardı.
Çoğu kez yazdıklarım yine Türkiye'nin hayatî sorunlarını içeriyordu.
İlk yemek, 48 saat sonra 5 Temmuz akşamı verildi. Bu iki küçük dilim ekmekle, 1/4 porsiyon nohuttu. Gece yine soğuktu. Rutubet aynı rutubetti, işkence sesleri devam ediyordu, nöbetçiler acımasız kontrollerinde hiç sektirmiyordu insanı. 6 Temmuz 1972 günü sabah kahvaltısı 3 tek zeytin, bir küçük dilim ekmekti. Bundan sonra yemekler hep böyle öldürmeyecek kadar verilecekti. Zeytin 3–6–9 adet olarak değişiyordu.
Kahvaltıda bazen pek küçük bir parça peynir ile bir küçük dilim ekmek veriyorlardı.
Hiç unutmam bir gün, akşam yemeği olarak 50gram ekşimiş karpuz ile bir küçük dilim ekmek verilmişti.
Hani rejim yapanların işine gelirdi burası. Yeni bir zayıflama türü keşfetmişlerdi. İnsan yerinden kıpırdamadığı halde zayıflıyordu. (24)

1 Ağustos 1972'de, Selimiye'deki Asayiş Bölüğüne geldiğimde, bel kemerim yasak diye alındı. Kemersiz pantolonumu elle tutup ancak yürüyebiliyordum. Sonra eve gönderip 12cm daraltılmasını istedim. 12cm göbek, kaç kilo eder bilemem tabii. Ama iyice zayıflamıştım.
6 Temmuz 1972 günü bilinenlerin dışında yeni bir şey olmadı. Bütün gün sırtüstü
yatmak durumundaydım. Sıkıldıkça el kitabını okuyordum. Tabii bu arada,
yazdıklarımı alıp götürdüler. Ama bütün gün işkence sesleri, derinden derine geldi.

Bu korkunç sesler bir insan için ıstırapların en büyüğü idi.
7 Temmuz 1972 günü, sabahleyin sorguya götürmek için geldiler ve yukarı
çıkarıldım. Bay Albay:
-"Sen artık çok ileri gittin. Bize gene kül yutturmaya kalkmışsın" dedi.
İkinci adamın tekerlemesi değişmiyordu:
-"Burası Cibali Karakolu değil." diyordu.
Sorgular, sorgular. Hep aynı tehditler... Nihayet anlaşılmıştı. Komandolara görev
düşüyordu. Esasen Komandolar vatani görevleri yapmak için bekliyorlardı(!)
-"Yatırın şu adamı", emri verildi.
Ellerimin kilidi açılıp kollarım serbest bırakıldı. Sonra başladı meşhur falaka sahnesi...
Bütün dünyam yıkılmıştı sanki o anda. Mahvolmuştum. Komandolar şevkle görev
yapmaya devam ediyorlardı. Bu işkence ne kadar devam etti, bilemezdim tabii.
O anda neler söylediğimin farkında değilim. Ayaklanma indirilen sopa darbelerinin acısını artık duymaz olmuştum.
Birden "Cibali Karakolu"nu pek çok seven ses haykırdı.
-"Burası cami değil ulan!" diye. İşkence durdu.
-"Biz adamı konuşturmasını biliriz. Daha dur bakalım, bu gördüğün hiçbir şey değil.
Komandolarımız adamın hamurunu çıkarırlar." gibi sözler söylendi. Konuşup
konuşmayacağım yeniden soruldu.
O sırada Bay Albay'ın sesi duyuldu:
-"Sana işkence yapılmasına dayanamadığım için dışarı çıkmıştım, yazık ediyorsun kendine."
Bay Albay'a; yaptıklarından utanmaları gerektiğini söyledim ve öldürülmemi istedim.
Bunu eğer kendileri yapmayacaklarsa intihara hazır olduğumu bildirdim. Arzu edildiği şekilde mektup bırakmaya da razıyım dedim.
Yanıtı:
-"Biz adamı ne zaman öldüreceğimizi biliriz." oldu.
Daha sonra, benden istenilenlerin biraz daha açılmasını ve yardımcı olunması
dileğimi yineledim.
Benden önce gözaltına alınan, bazı tanıdığım kişilerin ifadelerini okudular.
Anlaşılıyordu ki, aynı koşullar altında, gerçek olmayan bu itirafları almayı başarmışlar ve bu ikrar nameleri doğrulama mı istiyorlardı.
Bu arada, yeni bir suçumu daha öğrendim: Gn. Sedat Kirtetepe'yi
Emniyet Genel Müdürlüğüne ve Gn. Nihat Aslantürk'ü İstanbul Emniyet Müdürlüğüne nasıl tayin ettirmiştik? (23)
-"Nihat Aslantürk Trabzonludur. Sunay tayin ettirmiş olabilir" dedim.
-"O bizim adamımız değil." yanıtını aldım.
-Hımmm...
Bir gerçeği daha anlamıştım ki; evime gelen polisler şeklen onun emrinde idiler, ama bu örgütün elemanı olarak görev yapıyorlardı...
O anda sanki hayatım anlamını yitirmişti; intihar etmeliydim. Ama bunu nasıl
yapabilirdim?
Bu açıklamalarımı, dün birisi gelip anlatsaydı kolay kolay inanmazdım doğrusu...
Ayaklarım şişmişti, yürüyemiyordum. Sürüklene sürüklene odaya götürüldüm.
Beş dakika sonra yine mermiler atılıyordu koridorda. Bu varan ikiydi. Hemen
sorgudan geldiğime göre, bu tehditler herhalde bana yapılıyordu.
Sakalım, uzadıkça uzuyordu, kokmaya başlamıştım. Taharet edemiyordum. El ve
ayak kemiklerim sızlıyor, rutubetin tüm olumsuz etkilerini hissediyordum. Sırtım yara olmuş olmalıydı ki, sızım sızım sızlıyordu.
Biraz sonra Bay Yüzbaşı girdi içeri. Bir şey yazacak düşünecek halde değildim.
Kalem kağıt getirmişti.
Ancak, yarın yazabileceğimi söyledim ve bir istirhamda bulundum.
-"Mümkünse çamaşır değiştirmek istiyorum" diye.
Ne de olsa insandı, halimi görüp üzülmüş olmalıydı. Yüz hatlarından
alkolik olduğunu sezinliyordum. Kalender olurdu böyleleri. Bir kere düşmüştü
buraya... Görev, görevdi...
Evden ayrılırken bir el çantası hazırlanmıştı. Bay Yüzbaşı bu çantayı getirdi. Tabii bu kadarı yetmezdi. Çamaşırlarımı değiştirmek için el ve ayaklarımdaki zincirlerin sökülmesi gerekti.
Önce ellerim çözüldü. Fanila değiştiriyordum ki, Yüzbaşı'nın gözü sırtıma takıldı.
Herhalde somyanın demir yaylarının, halka halka izlerini görmüştü.
Ayaklarımı çözüp, dışarıya çıkmak nezaketini gösterdi. İğrenç bir kilottu çıkardığım.
Çantamda bulunan tıraş makinesinden bir jilet çıkartıp, yattığım yerin sağında,
duvardaki sıva çatlağının içine yerleştirdim.
Bay Yüzbaşı içeri girmişti.
Eski çamaşırlarımı, çantama tıktım. Yüzbaşı el ve ayaklarımı zincirledi ve kilitledi...
Bu birkaç dakikalık serbestlikten ve isteğimin yerine getirilmesinden memnun
olmuştum.
Yanında iki Mehmet'te vardı. Biri çavuş olmalıydı. Bazen denizci elbisesi(26) bazen karacı elbisesi giyiyor, bazen de sivil giyiniyordu. Ordu'luydu sanırım. Soyadının Kara olduğunu tahmin ediyorum.
Yüzbaşı, birisine bit battaniye getirmesini emretti battaniyeyi iki kat yapıp, yayların üzerine konulmasını sağladı.
Bu arada, sırtım çok ağrıdığı için, yatak üzerinde oturup oturamayacağımı sordum.
İzin verdi. Fakat buraya belli bir saatten sonra Mehmet'ler hükmediyordu. Bu hususu garantilemek için:
-"Nöbetçiler müsaade etmiyorlar da" demiş bulundum.
Bu konuşmama, nöbetçi eri içerledi. Sanki kendisini şikayet ediyormuşum gibi geldi ona...
Bay Yüzbaşı, sürahideki suyu her zamanki gibi döşemeye serpti. Yaptığı iyilik yeterli idi. Rutubetin biraz daha artması için, sabah akşam bu rutin hizmet aksatılmıyor du. Her ne olursa olsun, işkence köşkünde bu kadar ilgi
insana yeter de, artardı bile...
Sonraları, aynı tezgâhtan geçen arkadaşlarımın öykülerini dinleyecek ve bunların
birer özel işlem olduğunu anlayacaktım.
Bay Yüzbaşı Mehmet'ten yeni su getirmesini istedi. Kızdığını anladığım Çavuş Kara, suyu biraz gecikerek getirdi.
Kapı tekrar kapanmıştı.
Şimdi vicdan muhasebesine sıra gelmişti. İntihar etmeli miydim, etmemeli miydim?
Jilet elimin altında idi.
İntihara karar verseydim, uygulaması oldukça zordu. Bileklerim bağlı idi, ellerimi
kullanamazdım. Yazı yazarken açmaya başlamışlardı ama o araya sığmazdı bu iş...
Çünkü Mehmet tetikte, iki dakikada bir durumu kolaçan ediyordu. İstanbul'un
elektrikleri sık sık kesilirdi ya, böyle bir anı beklemeliydim.
Sonra, intihar etmenin bir bakıma suçluluğu kabul anlamına geleceği ve bir dava
adamına yakışmayacağını, istençsizlik (iradesizlik) olduğunu düşündüm ve bu
saplantıdan vazgeçtim.
Tabii, bu o kadar kolay olmadı. Bu karan dört günde alabildim. Daha sonra jileti
tuvalete atarak yok ettim.
Sorgular sektirmeden her gün devam ediyordu. Tüm düşünsel gücümü toparladım ve bir durum muhakemesi yaptım:
Türk Silahlı Kuvvetlerinde iki grup Gn. Kur. Bşk.'lığı ve Kuvvet Komutanlıkları'nı ele geçirmek için kıyasıya bir çatışma içindeydiler. Bu kavgada benim, Orgeneral Faruk Gürler, Orgeneral Muhsin Batur, Oramiral Kemal Kayacan ve arkadaşları safında olduğum varsayılıyor, ilk önce ve en kolay hesabı görülecek adam olarak seçildiğim çok net biçimde anlaşılıyordu.
Arkadaşlık ve tanışma ilişkileri saptırılarak, seçilen kişilerden, her türlü işkence
yöntemleriyle beni suçlayan, aslı esası olmayan ifadeler almışlardı.
Benden istenilen bunların onaylanması idi. İlk evrede Org. Faruk Gürler'in
Genelkurmay Başkanı olmasını engellemek, daha sonra Org. Muhsin Batur ve Org. Kemal Kayacan ve yakınlarını temizleyip Türk Silahlı Kuvvetleri'ne tümüyle egemen olmak istiyorlardı. Ama tüm tertiplere karşın, Ağustos 1972 ortalarında Org. Faruk Gürler Genelkurmay Başkanı oluyor, "Rövanş almak" isteyenler Bomba Davası'nı kullanıp oyunlarına devam ediyorlardı.
Bunun için Emekli Tümgeneral Celil Gürkan'la olan arkadaşlığımdan yararlanmak
istiyorlardı. Beni Gürkan'a, onu ise diğerlerine bağlamayı planladıkları anlaşılıyordu.
Daha sonra bu kanımı doğrulayan olaylara tanık olduk.
Bunlardan önde geleni 24 Ağustos 1972'den sonra bu örgütün hiyerarşik ilişkisini yeniden düzenlediğini, Zihni Paşa Köşkü'nden Selimiye Ceza ve Tutuk evine gelenlerden öğrenmemdi.


BU BÖLÜM DİPNOTLARI.,

13. O dönemde ölen ünlü mafya babasının cenazesine gönderilen çelenkler ABD'de bile yankı uyandırmış hatta The Heroine Trail adlı kitaba fotoğraf konulmuştu, s.30.
14 Ağustos 1972'de Oflu Hasan ölmüş cenazesine Çalışma Bakanı katılmış ve zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın oğlu Dr. Atilla Sunay'da çelenk göndermişti. Cenaze resimleri basında yer aldı. Daha sonra Amerika'da 1974 yılında basılan The Heroin Trail adlı kitapta bu resme yer verilecek ve Oflu Hasan hakkında ilginç savlar öne sürülecektir, (s. 30-31).
15. Kurtul Altuğ, 12 Mart ve Nihat Erim Olayı.
16. Daha sonra bu kişinin Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ayrılmış uzun süre MİT'in Komünist masasında görev yapmış Top. Bnb. (E) Eyüp Özalkuş olduğunu saptayacak, ilk kez adını duruşma tutanağına geçirecek ve yetkililere duyuracaktım.
17. Sorgulayıcılar Esir Sorgulama Yöntemi olan "Teknik Sorgulama" yapıyorlardı. Bu amaçla onlar için işkence dahil her türlü tertibe başvurmak olağandı. Bomba Davası -Savunma 2'de (Ek–9) da örneğini sunduğum bir yüksek askeri okulumuzda okutulan İstihbarat Ders Notları'nı incelediğimde neden Kontrgerilla Gizli Örgütü'nce esir alındığımı daha iyi algıladım.
18. Bu yönteme Esir Sorgulamada Yakınlık Gösterme Usulü denilmektedir.
"Bu usulü kullanan, sorguya çektiği esire karşı arkadaşça davranır, ona ilgi gösterir, doğup büyüdüğü şehri söyler, oradaki gazino ve eğlence yerlerinden bahseder."
19. Daha sonra "Sabotaj Davası"nda Mahir Cayan ve Ömer Ayna imzalı bir mektup okundu:
"... Boğaz Köprüsü'nün bir ayağı da yakın gelecekte havaya uçacak, izin verirseniz onu söylemeyelim" Milliyet: 8 Haziran 1973, Son Havadis: 8 Haziran 1973, Tercüman: 8 Haziran 1973.
20. Türkiye'de konuşlandırılan bu füzeler hükümete haber verilmeksizin geri alındı... Tıpkı bugün İncirlik Üssü'nün kullanıldığı gibi...
21. İşkencecilerden ödün alabilmek için doğallıkla yalan söylüyordum. Çünkü burada tuvalete gitmek her seferinde ayrı bir işkence idi.
22. Bu nedenle yasal organlara sürekli yazılı olarak dilekçeyle başvurup bu Sağ Cunta'nın saptanılmasını istedim. Bugün de istemimi yineliyorum. İşlenen suç TCK 146/1'dir ve Af Yasası dışındadır.
23. Bu savımın doğruluğunun saptanılması için 12 Haziran 1973 günü mahkeme aracılığıyla Başbakanlığa, GKB'ye ve KKK'ya bir dilekçe verip Parlamento Araştırması istedim. Aradan 28 yıl geçti. Benden sonra TBMM'de aynı doğrultuda yapılan girişimler sonuçsuz kaldı. Anayasasında "Demokratik Hukuk Devleti" yazan Türkiye’de...
—1997 yılında yayınlanan "Ergenekon" -Devlet İçinde Devlet- (Can-Dündar, Celal Kazdağlı, İmge Yayıncılık) adlı kitapta işkenceci tosuncukların Pentagon'un hizmetindeki vatanseverlerden(î) oluştuğu yazıldı...
24. Zihni Paşa İşkence köşkünde bir ay misafir edilip daha sonra serbest bırakılan bir kişi zayıflama nedenini soran arkadaşlarına Faktürün(!) ilacı kullandığı söylüyordu. (Samim Akay, Yeni Gündem, sayı 40, 7–20 Şubat 1986). Çok kişi eczanelerde bu ilacı aramıştı. Oysa Samim Akay, Faik Türün isminden bu ilacı üretmişti(!)..
25. İstanbul Emniyetine Elrom'un öldürüleceği hakkında ciddi ihbar yapılmıştı. Bu ihbarlar üzerinde durulmamış ve olay gerçekleşmişti. Bu durumu incelemek için, o dönemde Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanı olan Adnan Çakmak görevlendirilmiş ve verdiği rapor sonucu, Elrom'un öldürülmesi'nde İstanbul Emniyeti'nin ihmali görüldüğü için, Em. Md. Muzaffer Çağlar, Emniyet 1. Şube Müdürü Ilgız Aykutlu v.b. görevden alınmışlardı. Adnan Çakmak arkadaşım olduğu için, işkenceciler kendi adamlarının görevden uzaklaştırılmasını bana bağlıyorlar ve bunun da intikamını almak istiyorlardı. Adnan Çakmak'ta bir bahane ile Zihni Paşa Köşkü'nde işkenceye alınmıştı...
26. Daha sonra Zihni Paşa İşkence Köşkü'nde görev yapan askerlerin çoğunun 1951 doğumlu olduğunu, Gölcük Donanma Üssü'nden Donanma Komutanı Amiral Kemal Kay acar? Tarafından burada görevlendirildiğini öğrendim. Amiral Kemal Kayacan aynı zamanda İstanbul Sıkıyönetim Komutan muaviniydi. Ama bu işkence köşkünde O'nun da aleyhinde ifade alıyorlardı. Bu köşkte görev yapanların bir ödülle konuşturulması olanaklı olabilirdi. Bunun yapılmamasının ayıbı hepimizin dir...


19 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***