YÖNETİM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YÖNETİM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2018 Cuma

TANZİMAT SONRASI OSMANLI DEVLETİNDE KAZA., İlçe YÖNETİMİ BELEN ÖRNEĞİ BÖLÜM 1

TANZİMAT SONRASI OSMANLI DEVLETİNDE KAZA., İlçe YÖNETİMİ BELEN ÖRNEĞİ BÖLÜM 1 


Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi 
The Journal of InternationalSocial Research Cilt:9 Sayı:42 Volume:9 Issue:42 
Şubat 2016 February 2016 
www.sosyalarastirmalar.com
Issn: 1307-9581 


Naim ÜRKMEZ* 

* Yrd.Doç.Dr, Erzurum Teknik Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü.
naimurkmez@erzurum.edu.tr 

Özet; 


1516 yılında Osmanlı Devleti’nin hakimiyetine giren Belen, 19.yüzyıla kadar Halep’e bağlı kalmıştır. Belen,Halep’indoğal limanı olan İskenderun’u art bölgesine bağlayan bir geçit olması münasebetiyle daha çok Halep’i ilgilendiren bir muhitti. Buna rağmen, 1815 yılında yapılan değişiklikle Adana eyaletine bağlanan bu yer, bölgedeki eşkıya olaylarının ve şikâyetlerin artması üzerine,1857 yılında tekrar Halep eyaletine bağlanarak sancak merkezi şeklinde teşkilatlandırılmıştır. 


Belen, vilayet nizam namesi 26 Şubat 1866 tarihinde Halep’e tatbik edildiği zaman, Halep’in Payas sancağına tabi bir kazaya dönüşmüştür.


1870yılında Adana’nın vilayet olarak örgütlenmesi ve Payas’ın sancak olarak buraya bağlanması sonrasında da Halep vilayetinin, Halep sancağına bağlı kaza 

merkezi olmuştur. 

1. Giriş 

Güney Anadolu’nun hiç şüphesiz en stratejik noktalarından biri Belen’dir. Bu yer Akdeniz ile art bölgesi olan Amik Ovası ve Halep’i duvar gibi birbirinden 
ayıran Amanos (Cebel-i Bereket/Gavur) Dağ silsilesinin en düşük irtifalı yeri olması hasebiyle bölgenin tek geçit noktasıdır. Sıfin denilen başlangıç 
noktasından, Topboğazı denilen bitiş yerine kadar üç saat süren büyük bir derbendin ortasında bulunmasından dolayı (HVS, 1324: 329), Suriye Kapısı, 
İskenderun Kapısı, Amanos Kapısı gibi adlarla isimlendirilmiştir (Müderrisoğlu, 1994: 238). Onun bu hususiyeti, tarih boyunca büyük orduların bölgede 
hakimiyet kurmak istediklerinde, Belen’i denetim altında tutmalarını gerektirmiştir. Pers İmparatoru Darius, Büyük İskender’i bu bölgede karşılamıştır 
(Ürkmez,2012:5). 
   Haçlılar çağında da orduların denizden ikmali için elde tutulması gereken bir mevki olarak varlığını sürdürmüştür (İbn Kalânisî, 2015: 2). 
   Osmanlıların, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa komutasındak iordusunu, 28 Temmuz 1832’de karşıladığı yer de burasıdır 
(Samur, 1995: 34). 
   Belen 19. yüzyılın sonunda 8.622 (Şemseddin Sami, 1306: 1443), I.Dünya Savaşı öncesinde de 12.531(10.380’i Müslüman, 2.151’i    Gayrimüslim) nüfusa sahip, ortahalli  bir yerleşim yeriydi (BOA,DH.EUM.2.Şb:73/69).  

Bu çalışmada, stratejik açıdan önem arz eden Belen’in, özellikle Tanzimat sonrasındaki mülkî durumu üzerinde durulacaktır. 


Çalışmanın zaman dilimi konu bütünlüğü oluşturması açısından Tanzimat (1839)’dan başlatılarak bölgenin 1918’de Fransızlar tarafından işgaline kadar 

getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına katıldıktan sonraki sürece de kısaca değinilmiştir. Bir yerleşim yerinin idarî yapısının muhafaza ve değişim nedenleri, pratikteki gayeler ekseninde incelenecektir. Ayrıca aynı dönemdeki Belen idarecilerinin hususiyetleri, şikâyetleri, idare ettikleri yere ne gözle baktıkları ve onlara karşıyapılan ithamlar ile şikâyetler değerlendirilecektir. Osmanlı Devleti’nin bölgeye yönetici atarken bir politikasının olup olmadığı, yöneticileri neye göre seçtiği ve Belen’in idarî yapısının hangi durumlarda devlet tarafından değiştirilmek istendiği irdelenecektir. 
Bu sayede Osmanlı Devleti’nin kaza yönetiminde, yönetici seçimi, azli ve değişikliğinde nelerden etkilendiği ortaya konularak bu örnekten hareketle Osmanlı Devleti ’nin kaza yönetimine dair politikası ortaya konmaya çalışılacak tır. 

2. Belen’in Mülkî Durumu 



Yavuz Sultan Selim (saltanatı1512-1520) zamanında Osmanlı Devleti’nin hakimiyetine giren Belen’e, Kanunî Sultan Süleyman (saltanatı 1520-1566), 

zamanında ahali yerleştirilip, han, hamam ve imaret inşa edilmiştir. Kanunî tarafından ihya edilen ve daha önceleri Bakrasbeli ve Aynet-tel, Arab kayıtlarında da Mozik Bakras ve Bâb-ı İskenderun isimleriyle yad edilen mahal, bu tarihten itibaren “iki dağın arasında alçakta bulunan mahal, yokuş yer” anlamına gelen Beylan, Bilan ve Belen isimleriyle anılmıştır (Evliya Çelebi, 1999: 33; Şemseddin Sami, 1306: 1443; HVS, 1316: 271-271). 
Bu sebepledir ki 1530 ve 1536 tarihli yazımlarda Belen ismine rastlanılmamakta  dır. Çünkü, Memlûkler (Tozlu, 2007: 153) ve sonraki dönem ki yerleşim, Belen Boğazı’nın Amik Ovası tarafında bulunan ve Arap (Şam) beylerbeyiliği nin Halep sancağına bağlı olan Bakras kazasıydı. Bu kaza, Bakras ve Derbisak isimli iki nahiye, 80 köy ve 118 mezradan oluşmaktaydı (998 Numaralı Muhâsebe Defteri, 1998:293,haritaiçins.167;397 Numaralı Tahrir Defteri, 2010: 11).

Arap (Şam) beylerbeyiliği 1568’ de ikiye bölünmüş  güneyde kalan kısmı Şam, kuzeyde kalan kısmı ise Halep eyaleti ismiyle teşkilatlandırılmıştı. 

Halep daha sonra aynı yüzyılda ikiye bölünmüş, kuzeyinde Adana eyaleti tesis edilmişti. Yeni teşkilatlanmada Belen, Halep eyaletine tâbi Üzeyr sancağı dahilinde kalmış ve bu konumunu 19.yüzyıla kadar sürdürmüştü (Baykara,1988:88,106,197). 

Görüleceği üzere Belen,19.yüzyıla kadar idarî olarak Halep eyaleti dahilinde kalmıştır (BOA,HAT: 1449/9;Bayraktar,2004:14-15). Ancak 1815 ve 1816 yıllarında yapılan düzenlemelerle, Adana eyaletine gelir getirmesi ve bölgedeki eşkıyaların önünü almak için, Halep eyaletinden ayrılarak Adana eyaletine bağlı bir sancak haline getirilmişti1. Belen sancak olmasına rağmen Üzeyr sancağı ile birlikte idare ediliyordu.Buraya müstakil bir yönetici/mütesellim tayin edilmemişti. Bunun temel sebebi, özellikle Belen havalisinde bulunan eşkıyanın bertaraf edilmesi maksadıyla muktedir bir yöneticinin tayini içindi. Şayet yönetici sadece Belen’e tayin edilmiş olsa, buranın geliri son derece yetersiz kalacaktı. 

Belen, Üzeyr ile birleştirilmiş ve mirimiran veya kapıcıbaşılık rütbesiyle de bir mütesellim atanarak bu sorun aşılmış oldu (BOA, HAT: 1273/493822). 
Belen sancağı düzenlemeden sonra Belen ve Bakras ile birlikte, İskenderun ve Arsuz nahiyelerinden oluşmaktaydı (Baykara,1988:98). 

Aynı yıllarda Belen’de tacirlerin ve hacıların güvenliğinin sağlanması için menzil teşkil edilmesi kararlaştırılmıştı (BOA,HAT:732/34756-B). 

Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın, Osmanlı Devleti’ne karşı, bölgeyi hakimiyet altına almak için ileri harekata giriştiği sırada, Belen’in idaresi, 
Üzeyr sancağıyla birlikte, güvenilir addedilen ve bölgenin hanedan ailesi olan Küçük Alioğullarına bırakılmıştı (BOA,HAT: 347/19748-E). 

Ancak,Küçük Alioğullarının Adana valisi ile arası iyi değildi. Bölgenin yönetimi ve güvenliği açısından zafiyet oluşturan durum, Mısır meselesi sırasında daha 

belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştı (Efe, 2011:51-54;Tozlu,2009:65-67).
Aslında Belen,Halep’in Akdeniz’e doğal bir çıkışı idi.  Bunun yanında hac yolu güzergâhında bulunuyordu (BOA, HAT: 732/34756-B). Tabiî olarak Belen’de yaşanan herhangi bir aksaklık, emniyetsizlik Adana’dan ziyade Halep ticareti ve hac trafiğini olumsuz yönde etkilemekteydi ( BOA, HAT: 1449/9 ). 

Adana eyaletine gelir getirmesi için yapılan idarî düzenleme, bölgedeki sorunları arttırmıştı. Özellikle eşkıyaların kontrol altına alınamayışı ve İskenderun 

İskelesi’nin güvenliğinin sağlanamaması, Belen’in tekrar Halep’e bağlanmasını gündeme getirmiş, ancak busırada yaşanan bazı siyasî gelişmeler buna 
imkan vermemişti. 

İdari manada yapılan bu hataya dikkat çekmek ve tekrar eski gelirine kavuşmak isteyen Halep eyaleti yönetimi, konuyu ara ara gündeme getirmişti. 


Bu doğrultuda Halep Valisi, 5 Ocak 1832’de Belen’in Halep’e bağlanmasının daha iyi neticeler doğuracak bir düzenleme olacağıyönünde Babıaliye müracaatta 

bulunmuştu. Yapılacak düzenleme ile zafiyet sona erecek, İskenderun İskelesi’nin muhafazası ve yolların güvenliği sağlanmış olacaktır. 

Ancak İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusunun 29 Temmuz 1832 tarihinde, Osmanlı ordularını Belen’de yenilgiye uğratması, bu önerinin ötelenmesine 

neden olmuştu. Çünkü Belen’in hakimiyeti 1840 yılına kadar İbrahim Paşa’nın elinde kalmıştı (Samur,1995:34,113-115 ). 

Belen tekrar Osmanlı Devleti’nin hakimiyetine geçtikten sonra sancak olarak teşkilatlanmış ve 1866 yılına kadar bu konumunu sürdürmüştür. 

Ancak Sanayi Devrimi’nin tesiriyle buharlı gemilerin dünya ticaret hacmini arttırması, liman kentlerini ön plana çıkarmıştı.  Netice itibariyle bataklık bir 
mahalle kurulan İskenderun, gelişmeler neticesinde hızla büyümeye, Belen ise küçülmeye başlamıştı. Ters istikametteki bu gelişim, birtakım sorunları 
beraberinde getirmiştir ( Ürkmez, 2012:410-415 ). Belen’in Adana’yabağlı olarak teşkilatlanmasıda ayrı bir sorun teşkilediyordu. 9 Haziran 1847’de İngiltere’nin 
İskenderun konsolos vekili bölgenin Halep’e bağlanmasının birçok fayda sağlayacağı yönünde hükümete müracaatta bulunmuştur. 

Çünkü bölgede ticaret hacminin ciddi bir kısmını elinde tutan devletler Fransa ile İngiltere idi. Belen’in Adana eyaletine bağlı olması yolu emniyetsiz hale 

getiriyor ve Avrupalı tüccarlar bundan zarar görüyorlardı. İskenderun’da yaşanan herhangi bir anlaşmazlık davanın Belen’de veya Adana’da görülmesini 
gerektiriyordu. Oysa tüccarlar, konsoloslarının bulunduğu ve ticaret bağlantılarının olduğu Halep’te muhakeme edilmeyi talep ediyordu (BOA, MVL: 297/71)3. 

Konsolosların müracaatına rağmen Belen’in tekrar Halep’e bağlanması işi akamete uğramıştır ( Ürkmez, 2012:23). 


   1850’li yıllarda bölgedeki otorite boşluğunu değerlendiren Avrupalı tüccarlar, özellikle Belen’e bağlı olan İskenderun İskelesi’nde kendilerine göre bir düzen tesis etmişlerdi. Hükümet durumdan haberdar olunca, İskeledeki otoriteyi ele alabilmek için oraya bir müdür ve iskelede çıkacak davalara bakması için bir naibin atanmasını uygun görmüştü. Buna binaen 8 Eylül 1852 tarihinde İskenderun İskelesi, Belen’e bağlı müstakil bir müdürlük haline dönüştürülmüş tü  (Ürkmez, 2012: 24-25). 


Hem bu hadise hem de aynı tarihlerde Belen’de yaşanan asayişsizlikler Belen’in tekrar Halep’e bağlanmasını gündeme getirmişti. 

Çünkü Belen’de yaşanan uygunsuzluk ve asayişsizlik, Belen’in Adana eyaletine tâbi olmasına bağlanmaktaydı. 

Oysa daha öncede ifade edildiği gibi burada yaşanan asayişsizlikten en çok etkilenen Halep idi. Bu sebeple Halep eyaleti yönetimi, iki seçenekli bir öneri ile 

buradaki asayişsizlik sorununun önüne geçileceğini düşünmekteydi. Bu önerilerden ilki, Belen kazasının Halep’e bağlanması ve buranın yönetimine muktedir bir kaymakamın atanması, diğeri ise Belen’in Reyhaniye kazasıyla birleştirilerek müstakil bir kaymakamlıkla idare edilmesi ve zaptiye askerinin de 
Halep’ten gönderilmesiydi (BOA,A.MKT.NZD:81/87). 

Halep Valisi Süleyman Paşa, bu hususta ısrarcı olmuş ve 16 Ekim 1853 (13 Muharrem 1270) tarihinde, Belen’in Halep’e bağlanması için Babıaliye tekrar 

müracaatta bulunmuştu (BOA, İ. MVL: 294/11862). Ancak Maliye Nezareti, Belen’in Halep’e bağlanmasının herhangi bir fayda sağlamayacağını, aksine, değişikliğin kayıtlarda karışıklığa sebebiyet vereceğini beyan ederek talebi reddetmiştir (BOA, İ. MVL: 294/11862). Daha ileriki tarihlerde de Belen’in 
Reyhaniye kazasıyla birleştirilerek müstakil bir kaymakamlık merkezi yapılıp Halep eyaletine bağlanması düşünülmüş ancak de hayata geçirilmesi 
mümkün olmamıştır. 

Bütün bu teşebbüslere rağmen aksi bir gelişme yaşanmıştı. Adana Eyaleti İdare Meclisi daha önce oluşturulan İskenderun İskele Müdüriyetini lağv etmek 

istemişti. Gerekçe olarak da Belen sancağının ve ona tâbi olan İskenderun İskelesi’nin, iki ayrı idareci tarafından idare edilmesinin uygun olmadığını ileri 
sürmüştü. Onlara göre, İskenderun İskele Müdüriyeti lağv edildikten sonra iskele müdürünün maaşı olan 500 kuruşun Belen sancağı yöneticisinin maaşına 
ilave edilip, zayıf iki idareci yerine, sadece Belen’e dil bilen, siyasetten anlayan, liyakat sahibi bir kişinin atanması daha doğru idi. 

Netice itibariyle bu karar uygun bulunmuş ve İskenderun İskele Müdüriyeti lağv edilerek, Belen Sancağı idaresi ile birleştirilmiştir (Ürkmez, 2012:25). 


Ancak bu idarî düzenleme herhangi bir soruna çözüm olmamış aksine şikâyetleri daha da arttırmıştı.


Belen’in Adana’ya bağlı olması Halep ile ticaret yapan tüccarların Belen havalisinde soyguna uğrayanları mağdur etmekteydi. 


Çünkü Adana valisi bölgeyle çok fazla ilgilenmemekteydi. Adana valisinin Belen ile ilgilenmeme gerekçesi ise İskenderun İskelesi’nden gelen ticarî emtianın vergisinin Halep’te alınmasıydı.


Şikâyetler üzerine lağvedilen İskenderun İskelesi Müdürlüğü tekrar ihdas edilmişti. Haydutluk olaylarının artması ve yaşanan mağduriyetlerin gün geçtikçe çoğalması, Belen’in Halep’e bağlanması fikrini iyice güçlendirmişti. 1856 senesinde bu fikri artık Adana valisi de olumlu karşılamaktaydı. Aynı sene Belen

Sancağı İdare Meclisinin, bölgenin Halep’e bağlanması hususundaki mazbatası Babıaliye ulaştıktan sonra Belen, 13 Mart 1857 tarihinden itibaren 
Halep eyaletine bağlanmıştır (BOA, İ. MVL: 367/16102; Ürkmez 2012: 26).

Belen’in, Halep eyaletine bağlanması İskenderun’un konumunu yükseltmişti. 

Bu sebeple 1860 yılında Belen kaymakamı Edip Efendi, Belen kaymakamlığının 
aynı miktar maaşla İskenderun’a nakledilmesini talep etmişti. Edip Efendi’nin muhtemel gayesi yeni ihdas edilecek kazanın kaymakamlığına daha yüksek 
maaşla tayin edilmekti. Muhtemelen Halep yönetimiyle de ilişkileri iyi değildi, ya da mahalli yönetimin, talebine karşı çıkacağını veya kendini yeni ihdas 
edilecek yere yönetici olarak atamayacaklarını düşünüyordu. Bu sebeple Belen kaymakamlık merkezinin İskenderun’a taşınması fikrini Halep vilayetine
değil de doğrudan Babıaliye yazmıştı. Bu tavrından dolayı Babıali tarafından uyarılmıştır. 

Çünkü mevcut kurallara göre fikrini öncelikli olarak Halep vilayetine yazması gerekmekteydi (BOA, A. MKT. UM: 431/14; Ürkmez, 2012: 28). 

Onun bu talebi, mevcut durumda Belen’in, Karamurt Derbendi ile Bereket Dağı civarında olması nedeniyle reddedilmiştir. 
Çünkü bahsi geçen muhit eşkıya yatağıydı (BOA, A. MKT. UM: 127/42)4.

Bu eşkıya takımı İskenderun’dan Halep’e gidip Halep’ten İskenderun’a gelen tacirleri vergiye tâbi tutmakta ve bölgede soygunlar gerçekleştirmekteydi. 

Bölgede güvenliği sağlayabilmenin yollarından biri, Belen’in idarî anlamda kaza statüsünün devam ettirilmesiydi. Bu sayede asker sayısı kâfi miktarda 
tutulacaktı. Aksi halde asker sayısı azalacağı için emniyet sağlanamayacaktı (BOA, A. MKT. UM: 443/86; BOA, A. MKT. UM: 443/87). 

Aynı tarihlerde Amerikalı bir papazın, eşkıya tarafından öldürülmesi ve cinayeti işleyenlerin yakalanamaması gözleri bölgedeki idarecilere çevirmişti. 

Hadisenin yaşandığı sırada Üzeyr kaymakamı olan Mustafa Paşa’nın görevden alınması düşünülmüş, ancak Reyhaniye’deki idarî boşluk ve Belen Kaymakamı
İzzeti Efendi’nin hasta ve yaşlı olması bunu engellemiştir. 
Bu sebeple 1862 senesinin Eylül’ünde Reyhaniye’nin, Belen ile birleştirilerek buranın kaymakamlığına 3.000 kuruş maaşla Mürsel-zade Ahmed Paşa’nın getirilmesi kararlaştırılmıştı (BOA, MVL: 763/57).

Nam salmış Cebel-i Bereket yani daha eski ismiyle Gavur Dağı eşkıyası, sürekli İskenderun’dan Belen’e giden yola taarruz etmekteydi. 

Bu sebeple yolcular on, on beş kişi olmadıkça İskenderun’dan Belen’e hareket etmiyorlardı (Cevdet Paşa, 1991: 132). 

Bazen gurup halinde hareket etmek de çözüm olmuyordu. Mesela Cebel-i Bereket eşkıyası, 1862 senesinde Belen ile Reyhaniye arasında ikisi Osmanlı, 

sekizi ise yabancı devlet tebaasından olan on tüccardan 170.000 kuruş gasp etmişti. Gasp edilenler arasında İngiltere, Fransa, İtalya ve İspanya 
Devletlerine mensup tacirlerin bulunması, meseleyi diplomatik bir hüviyete dönüştürmüştü. İlgili devletlerin konsolosları, Halep valisi nezdinde girişimde 
bulunarak gasp edilen paranın tazmin edilmesini istemiş, Halep Valisi de olayın açığa çıkarılması ve gasp edilen paranın ele geçirilmesi için bölgeye asker 
göndermişti. Netice itibariyle vali, gasp edilen paranın yarısını ele geçirerek tekrar tüccarlar arasında taksim etmişti (BOA, A. MKT. MHM: 241/27).

Otoritenin zayıfladığı bu dönemde devletin daha önce Kırım Harbi ile meşgul olması da eşkıyaya rahat bir ortam hazırlamıştı. Eşkıyalık yapan aşiret 

mensuplarının göçebe olmaları kontrol altına alınmaları önündeki diğer bir engeldi. Kırım Harbi sırasında 1853-1856 yıllarında devlet asker ihtiyacını 
karşılamak için Cebel-i Bereket ile Kozan Dağı arasındaki aşiretlerden asker temin etmek istemiş ancak aşiretlerin muhalefeti ile karşılaşmıştı. 
Savaştan sonra hem bahsedilen asayişsizliği ortadan kaldırmak, hem de aşiretleri kontrol altına alıp, yeni askerî kaynaklar temin etmek isteyen hükümet, bölgeye bir operasyon planlamıştı. Bu gaye ile 1865 yılında aşiretleri ıslah edecek “Fırka-i Islahiye” ismiyle bir ordu kurulmuş, başına da Derviş ve
Ahmed Cevdet Paşalar tayin edilmiştir. Ordunun başlangıçta kondurulduğu yer Belen ve civarıydı (Cevdet Paşa, 1991: 139; Yavuz, 2012: 114, 115, 120, 122). 

Yapılan operasyon neticesinde yöredeki aşiretler itaat altına alındığı gibi bölgede yeni bir idarî düzenlemeye de gidildi. Bu sırada vilayet nizamnamesiyle, 

eyaletler vilayetlere dönüştürülmekteydi. Halep ve Adana eyaletlerindeki dönüşüm de bu operasyon sonrasında hayata geçirilmiştir. 

Bu çerçevede 26 Şubat 1866 (10 L 1282)’da Halep eyaleti de vilayete tahvil edilmiştir (BOA, İ. MVL: 548/24602).5


Yeni tesis edilen Halep vilayetinin başına da Fırka-i Islahiye komutanı Ahmed Cevdet Paşa, vali olarak tayin edilmişti. İdari düzenleme neticesinde Halep vilayeti; Adana, Halep, Maraş, Urfa, Kozan, Payas olmak üzere yedi sancağa bölündü. Taksimattan anlaşıldığı üzere Adana artık Halep’e bağlı bir sancak olmuştu, Belen ise sancak olmaktan çıkarılmış Payas sancağının Payas, Osmaniye ve Belen isimli üç kazasından biri olmuştu. Payas sancağı, 

kaza sayısı açısından en zayıf olanıydı. İdari düzenlemeden zararl çıkan yerlerden biri, hiç şüphesiz Belen’di. Ancak düzenleme uzun ömürlü olmadı. 
1870-1871’de Adana vilayetinin teşkiliyle birlikte Payas ve Osmaniye kazalarından oluşan Payas sancağı buraya bağlanmıştı (Efe, 2013b: 184). 
Son düzenlemeden önce Payas sancağına tâbi olan Belen ise Halep vilayetinin Halep sancağına bağlı bir kaza merkezi haline getirilmişti (HVS, 1287: 44).

İskenderun’un Belen’in aleyhine büyümesi, bu idarî birime güç kaybettirecekti. Buradaki ticaret hacminin sürekli artması, İskenderun İskelesi’nde ticaret 

yapan tacirlerin Belen aleyhinde şikâyetlerine neden olmaktaydı. Çünkü İskenderun, kaza merkezi olan Belen’e tâbiydi ve kadı, yani mahkeme Belen’de
bulunmaktaydı. En küçük bir uyuşmazlıkta mahkemeye başvurmak için İskenderun’dan Belen’e gidilmesi gerekmekteydi. Bu sebeple 22 Nisan 1876 tarihli bir mahzar ile 9 tüccar, 7 esnaf ve 8 idareci İskenderun’un kaza merkezi yapılmasını talep etmişlerdi. Onlara göre İskenderun kaza yapıldıktan sonra Belen’de kaymakamlık makamının olmasına gerek kalmayacak, buradan sağlanacak tasarrufla İskenderun’un idarî personelinin masrafları karşılanabilecekti  (BOA, ŞD: 2887/14)6. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***


31 Aralık 2017 Pazar

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM BÖLÜM 2

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM  BÖLÜM 2



OSMAN NURİ EYÖVGE- Atma.

MUSTAFA TAMER- Atmazsan ne yapacaksın?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Atma, bir yerde tıkansın.

MUSTAFA TAMER- Atmadığın zaman bitti devlet, zaten bir şey yok.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Tıkansın.

MUSTAFA TAMER- Ne yapacaksın, yani yol ayrımına gelmişsin. İl özel idaresinin 
parasına, diyelim ki 30 kişilik il genel meclisinde 25 tane HADEP'li hâkim, senin vali olarak orada bir yetkin yok ki, ne yapabilirsin?

OSMAN NURİ EYÖVGE- O zaman yetkiniz yoksa, valilik de yapmayın beyefendi.

MUSTAFA TAMER- Neticede diyeceğim şu: Fiilen sistemi mevcut haliyle muhafaza ederek, çürütmeye devam etmenin yanında, acil tedbirler alıp, "oralarda neler yapılabilir?" konusunun iyi araştırılması lazım. Bence olağanüstü hal bölge valiliği sadece güvenlik mülahazalarıyla değil, ekonomik ağırlık olarak devam ettirilseydi veyahut da kaldırılmasaydı. GAP İdaresi var, şu anda devam ediyor, neden Ankara'da oturuyor bu adam? Bölge valiliğini ekonomik valilik şeklinde dönüştürüp, o bölgeye süratle nüfuz etmek lazım. 


Özetle demek istediğim şu Komutanım: Mevcut yapıyı aynı şekilde muhafaza etme bence yeterli değil, çünkü öteden beri bu araştırmalar söz konusu, ta Osmanlıdan beri geliyor. Yeni bir model ortaya çıkarıp, ama tabii, ulusal devlet, güvenlik ve bizim ulusal bütünlüğümüz, idarenin bölünmez bütünlüğü ilkeleri çerçevesinde yeni arayışlara açık olmakta fayda var. Teşekkür ederim.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Soruları ve katkıları bekliyoruz efendim. Buyurun efendim.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Efendim, ilk soruyu size soracağım, ikinci soruyu da Sayın Tamer'e soracağım. Ümit Bey de aynı şeyi söyledi, siz de söylediniz; telaffuz ettiğiniz federalizm, nihai şekillenme mi, bir ara geçiş mi? Şu anda soruyorum: Üniter yapıda da, federal yapıda da bir üst idare var. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Anladım ben. Bundan sonra Türkiye'nin bizim ifade etmeye çalıştığımız konu, şu anda il idaresine, yani illere göre bir yönetim 
vardır. Ancak gerek Avrupa Birliği giriş sürecinde ve gerekse bu süreci 
destekleyen iç dinamikler, yerel yönetimlere daha çok yetkiler vermek suretiyle, 
merkezle olan bağı mümkün olduğu kadar hafifletmek.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Ayrılığın altyapısı.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Evet, dolayısıyla ayrılığın altyapısını oluşturmak ve bu altyapılar vasıtasıyla bölge valilikleri de tesis etmek suretiyle, o alt yapılar içerisinde federatif bir yapıya doğru gitmek ve bu federatif yapıları zaman içerisinde güçlendirmek; şu anda bizim gördüğümüz manzara bu. Bunu bir ara geçiş olarak kabul etmek, zaman ilerledikçe, şartlar müsait oldukça bu federal bölgelerin kopma noktasına gelip, daha sonra da kopmasını temin etmek; tarif etmeye çalıştığımız manzara bu. "Biz idareyi iyileştiriyoruz" derken, ülkenin bütünlüğüne zarar verecek bir uygulama içerisine girmeyelim, bunun tehlikeleri var, bunları nasıl önleriz, bunun için uygun hareket tarzı nedir diye bir araştırma içerisindeyiz.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Şimdi Sayın Tamer'e sormak istediğim, biyografisini görmedim, 
lisans eğitiminiz hukuk mudur acaba?

MUSTAFA TAMER- Bu kitabın arkasında var, Siyasal Bilgiler.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Siyasal Bilgiler Kamu Yönetimi Bölümü.

MUSTAFA TAMER- Evet.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Bunu şunun için sordum: Anlattıklarınızı dinlerken, bu bölgesel 
yapılanmaların meri hukuktaki yerini merak ettim, anayasal dayanağı var mı diye sormak isteyeceğim. Ethem hoca idare hukuku doçentidir, şüphesiz o çok daha vukufla söyleyecek. Türk devlet sisteminde merkezi yönetimle taşra teşkilatı arasındaki ilişkilerin nasıl düzenlendiği malum. Bu sözünü ettiğiniz sistem buna oturuyor mu, bunun dışına çıkıyor mu, tüm anayasanın ruhunun değişmesi icap edecek mi? 

SALONDAN- Edecek.

SAVAŞ ÖZDAĞ- O zaman nasıl söyleyeyim, anayasal iradeyi arayacağız. Bu mümkün olabilecek mi, yani Meclisten sadece bir kanunun oylanmasıyla bu 
söylediklerinizin hayata geçmesi sanıyorum mümkün olmayacak, değil mi?

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Ondan sonra ek kanunlar falan çıkması gerekiyor, anayasayı zorluyor.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Acaba değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek hükümler arasına bu giriyor mu? Sınırlı bir anayasal irade dahi bunları hayata geçirmeye yetmez 
diyebilir miyiz, yani kurucu irade deriz ya, anayasayı ilk yapan irade, o anlamda bir irade gerekiyor mu? Merak ettim. 

OSMAN NURİ EYÖVGE- Belediye Kanunu hakkında, Özel İdare Kanunu hakkında Anayasa Mahkemesinde davalar sürmekte ve anayasaya aykırılıktan açılmış bir davadır. 

SAVAŞ ÖZDAĞ- Muhalefet partilerinin şeyi.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Hatta Cumhurbaşkanının açtığı davalar da var.

MUSTAFA TAMER- Ben söylemiştim, anayasamıza göre il sistemi asıldır, bölge 
istisnaidir. Dolayısıyla Bölge Valiliği Kurulması Hakkındaki Kanun, bu nedenle 
anayasaya aykırı bulunduğu için, yeni bir kanunla kaldırıldığını biliyoruz. 
Neticede bu İçişleri Komisyonu Raporu var, bu kitabı baktığınız zaman, 58 nci 
sayfada var. İçişleri Komisyonu 1984 yılında "İl sistemi asıldır, yeni bir 
kademe yaratılmaktadır, bölgesel kuruluşlara yasal dayanak getirilmeye 
çalışılmaktadır. Neticede danışma meclisinin ve diğer kurumların getirdiği 
düzenlemeler anayasaya aykırıdır" diye rapor vermiş. Bölge uygulaması fiilen 
var, ama ben dediğim gibi, fiilen bölge kurulması asıl olmuş, il teşkilatı 
istisna gelmiş, ama anayasaya göre asıl olan il teşkilatıdır, bölge istisnaidir, 
sadece sınırlı kalması lazım. Mevcut eğilim de, mevcut hükümetin şeyine de 
baktığımızda, esasında bu bölgesel kuruluşları kaldırmaya çalışmaktadır; Köy 
Hizmetlerinde olduğu gibi. Ama bunları kaldırmaya gücü yeter mi, yetmez mi 
bilemiyorum tabii.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Paşam, ben bu konulara çok daha değişik bir açıdan bakmak istiyorum. 1982'de bölge valiliği, o ihtilal hükümetinin bir şeyi, genelge gibi bir metinle kurulmuş bir şey, onu ben bölge valili anlamında görmüyorum. Bölge valiliği anlamında ilk kuruluş Olağanüstü Hal Bölge Valiliği Hakkındaki Kanun Hükmünde Kararname. Cumhuriyet kuruluşundan bu yana üniter devleti sonuna kadar savunurken, ilk yarayı bu Olağanüstün Hal Bölge Valiliği Kararnamesiyle aldı. Bu kararname, Doğu ve Güneydoğu'da birtakım iller bu bölge valiliği kapsamına dahil edildi ve Türkiye'de ayrı bir idari yapılanmaya gidildi, üniter devlet ilk büyük yarayı Bölge Valiliği Kanunuyla aldı. Daha sonra AKP'nin iktidar olması birlikte birtakım kanunlar geçilmeye başladı. AKP mecliste anayasayı değiştirecek bir çoğunluğa sahip olduğu halde, anayasayı değiştirmeksizin, çıkardığı bu kanunlarla, anayasanın rejimiyle kurumların çatışma noktasına getirilmesine sebebiyet verdi; anayasal rejim veya üniter devlet ile kurumları çatıştırır hale gelmiştir. Ben şöyle yorumluyorum: Erbakan'ın deyimiyle, kanlı mı olacak, kansız mı olacak? Kurumlarla rejim arasında yaptırılmak isteniyor. Bu kanunların en önemlisi, Kamu Yönetimi Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun. Bu kanunla devlet bir şirket, kamu hizmeti bir mal, vatandaş ise müşteri şeklinde tarif edilmek edilmektedir. Tekrar ediyorum, devlet bir şirket, kamu hizmeti bir mal, vatandaş ise müşteri olarak tarif edilmektedir. 

Bu çıkarmak istedikleri kanunların hemen hepsi tercüme kanunlardır. Şuna bakmak lazım: Bu kanunları en başta savunan kişi Başbakanlık Müsteşarı. Başbakanlık Müsteşarının gerek anayasa, gerekse idare hukuku açısından hiçbir nosyonu yoktur. Başbakanlık Müsteşarı bir işletme profesörüdür. İşletme profesörü olduğu için, kamuyu da bir işletme olarak görme eğilimindedir. 

Bu kanun, Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri Hakkındaki Kanunu bir sundular, 
tepkiler üzerine geri çektiler. Geri çektiler, ama ne yaptılar? Diğer kanunlara 
serpiştirmeye başladılar. Bunlardan en önemlisi, kalkınma ajanslarının kuruluş 
ve koordinasyonu ve görevleri hakkında bir kanundur. Bu kanun yeni çıktı, daha 
Cumhurbaşkanı imzalamadı bu kanunu. Bu kanun ilk sevk edildiğinde İngilizce 
ismi, o İngilizce tam karşılığı olan, "bölgesel kalkınma ajansı" ifadesi 
kullanılmıştı, bölgesel niteliğini de özellikle vermişlerdi. 

Daha sonra Özel İdare Kanunu çıkarıldı. Bu Özel İdare Kanunu, aslında Prens 
Sabahattin'in ademimerkeziyet ve hür teşebbüs felsefesinin Cumhuriyet  felsefesine karşı zafer kazanmasından başka bir şey değildir. Tekrar ediyorum,  
Özel İdare Kanunu, Prens Sabahattin'in ademimerkeziyet ve her teşebbüs
felsefesinin Cumhuriyet felsefesine karşı zafer ilanıdır. 

SALONDAN- Hangi prens Sabahattin?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Ademimerkeziyeti ilk savunanlardan. İl kademesinde yönetsel federalizm, il özel idarelerini merkezi sisteme karşı özerk kılarken, kurduğu borçlanmaya ve ihale imtiyaza dayalı çalışma sistemiyle, küresel mali 
merkezlere, imtiyaz arayıcılara bağımlı kılmaktır. Bu özellikle küreselleşme 
sürecinin ancak yerleşmeyle, yerelleşmeyle yürütülebileceğini çoktan ilan etmiş 
olan küresel reform felsefecileri tarafından açıklanmış özelliklerden ibarettir. 
Şimdi bu kanunla başka kurum ve kuruluşlara verilmeyen mahalli müşterek 
nitelikteki her türlü görev ve hizmeti yapar hükmü getirilmektedir. Değil mi 
Sayın Tamer?

MUSTAFA TAMER- Evet, durduruldu Anayasa Mahkemesinde.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Bu maddeyi de, sınırları açık olarak belirtilmeyen bir yerel yönetim biçimi oluşturulmaktadır. Sınırı yok bunun. Yurtiçinde ve yurtdışında mahalli idareler ve mahalli idare birlikleriyle karşılıklı işbirliği yapılmasına karar vermek yetkisi il genel meclislerine tanınmıştır. Bu hüküm ile mahalli müşterek ihtiyaç kavramı dışına çıkılmış ve merkezi idarenin dışında yabancı ülkelerin idareleriyle ilişki kurma ve yapılanmaya gitmeleri yolu açılmıştır. 

Yine, kanunun 22/B maddesiyle, il özel idaresine verilen görevlerle ilgisi 
olmayan siyasal konularda karar alırsa, İçişleri Bakanlığının bildirisi, 
Danıştay kararıyla feshedilmektedir özel idareler. Fakat bu hüküm ile il genel 
meclisinde siyasi konuların görüşülmesinin aslında yolu açılmış bulunmaktadır. 
Karar vermeyi engelliyor, ama görüşmeyi engellemiyor, görüşmenin yolu açılmış bulunuyor. Söz konusu hüküm, siyasi konularda karar alınmasını engellemekte, ama siyasi konuların görüşülmesine mani olmamaktadır. Ayrıca görevleri arasında bulunan konularda siyasi kararlar alınabileceğini de hükme bağlamış bulunmaktadır. Örneğin, eğitim alanında, il genel meclisi toplantılarında laiklik, anadil ve benzer konularda görüşme yapılıp, karar alınması da olağan hale gelecektir, "Anadilde eğitim yapacağız" diyecektir. Bu kanun ile merkezin illerdeki temsilcisi olan valilik kurumu ya tamamen etkisizleştirilmekte ya da seçimle gelmesi sağlanarak, merkezin temsilcisi olma niteliğinin ortadan kaldırılması hedeflenmektedir; ya seçim, ya şimdiki gibi etkisiz bir valilik. 

Sayın Tamer çok güzel söyledi, ilde belediye başkanı var, özel idare başkanı 
diye niteleniyor, il genel meclisi başkanı var, tokmak bunların elinde, davul da 
valinin omzunda, vali de encümen başkanlığı görevini yapıyor. Encümen eskiden haftada bir toplanırken, şimdi buna karşılık il genel meclisi yılda iki defa 
toplanırken, şimdi il genel meclisi her ay toplanır. Özel idarelerde daimi 
encümene de ihtiyaç kalmayacak, her ay toplandığına göre, genel karar organı da il genel meclisi olduğuna göre, o kararı verecek, vali de sadece onların verdiği kararları yürütecek. İkinci tercih, il genel meclisinin başkanı vali seçimle 
gelecek olursa, o zaman kopmanın yolu daha da çabuklaştırılacak, çünkü seçimle gelmiş kuvvetli bir vali il genel meclisinin başında, istediği her türlü kararı alabilir. 

Bu yasa, anayasamızın 123, 127'nci maddelerindeki üniter devlet yapısını 
düzenleyen maddelerin hepsine aykırıdır. Bu nedenle de iptal edilmesi büyük 
ölçüde imkân dahilindedir. Aslında Cumhurbaşkanlığının bu yasayı geri 
göndermesi, il özel idaresi düzenlemesi ve öbür kamu reformu taslak tasarı yasa metinlerini gözden geçirmek için bir fırsattır. Ancak bu iktidar bu uyarıları 
dikkate alıp, değerlendirmek yerine, aynı metni birkaç değişiklikle yetinerek 
Türkiye Büyük Millet Meclisine yeniden sunmayı uygun gördü ve kanunlaştırdı. 

Sadece Özel İdare Kanunu değil, üniter devlete karşı diğer bir kanun Büyükşehir Belediye Kanunu. Gerek bizde, gerekse diğer ülkelerde idari bir birim kurulurken, üç tane önemli kriter var; iktisadi şartlar, coğrafi şartlar ve kamu hizmetlerinin gerekleri. Büyükşehir Belediye Kanunu bu üç kriterin üçü de göz ardı edilmiş, pergel metodu denilen bir metot getirilmiştir. Ne bu pergel 
metodu? Valilik binası merkez kabul edilmek suretiyle, nüfusu 1 milyona kadar 
büyükşehirlerde yarıçapı 20 kilometre, nüfusu 1 milyondan 2 milyona kadar olan büyükşehirlerde yarıçapı 30 kilometre, nüfusu 2 milyondan fazla olan 
büyükşehirlerde yarıçapı 50 kilometre olan dairenin sınırı büyükşehir
belediyesinin sınırını oluşturmaktadır. Hükümet konağının üzerine koyuyor
pergeli ve çeviriyor. İstanbul ve Kocaeli için ise, mülki sınırları ilin idari
sınırlarının tamamını belediye sınırları haline getiriyor. Başka bir deyişle, 
İstanbul ve İzmit'te Bizans'ı yeniden ihya ediyorlar. Bu kanunla yalnızca belde
ve belde sakinleriyle oynanılmakla kalınmayıp, halihazırda mevcut Köy Kanununa rağmen ve bu kanuna aykırı biçimde, bu sınırlar içinde kalan köyler bir anda mahalle oluşturdu. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Şu Bizanslaşmak ve Bizans'ı yaratmak, yani belediye sınırları ile il sınırlarının birleşmesi suretiyle Bizanslaşma konusunu açar mısınız?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Ben biraz açayım, biraz da Şakir Paşama açması için şey edeceğim. Jandarma ve polisin görev alanlarını belirtirken, jandarma daha çok kırsal kesimde, polis ise belediye hudutları içerisinde görev alıyor. Benim 
orada bir bakıma kastetmek istediğim şey şu: İzmit ve İstanbul'da jandarma 
çıkarılmak istenilmektedir. Jandarmanın çıkarıldığı İstanbul ve İzmit'te 
politize olmuş bir polisle hangi yeraltı ve yerüstü dünyalarının kurulacağını da 
ben sizin takdirinize bırakıyorum Paşam. Belki biraz katı oldum, ama altında 
yatan amaç budur. 

SALONDAN- Şimdi mevzie gireceğiz, gidip evde şimdi mevzi yapacağız, savaşmaya hazırlanacağız.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Efendim, ben hem kendim silahlanıyorum, hem milleti de silahlanmaya teşvik ediyorum; suç olduğunu bile bile. Ayrıca, Sayın Valiye bir şey daha soracağım: İl Özel İdaresi ve Belediye Kanunun en önemli tanımlarından biri, mahalli mahiyetteki müşterek ihtiyaç. İstanbul'da ve İzmit'te mahalli mahiyetteki müşterek ihtiyaçların tanzim ve tespitiyle mükellef iki şey var, bir büyükşehir belediyesi, bir de özel idare. Eğer İstanbul Büyükşehir Belediyesi "bütün bu mahalli mahiyetteki ihtiyaçları ben karşılayacağım" dediği takdirde, İstanbul'da ve İzmit'te özel idareye gerek kalacak mıdır?

MUSTAFA TAMER- Özel idarenin fiilen yapması gerektiği konusunda görevler 
sayılmış kanunda. Dolayısıyla özel idarenin görev alanına girip de, örneğin 
milli eğitim, örneğin gençlik spor, örneğin çevre, örneğin köy hizmetlerini bir 
tarafa bırakmıyoruz, bu konular devam edecek, yine özel idarenin kendi 
görevleri.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Hayır, devam etmeyecek. Kanunda onları koymuş, ama kanunun ana felsefesi, mahalli mahiyetteki ihtiyaçlar. 


MUSTAFA TAMER- Ama onu Anayasa Mahkemesi durdurdu.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Dur bakalım ne çıkacak, daha sonra ne çıkacak.

Ben birkaç başka şey daha söylemek istiyorum: Sadece mahalli idare mevzuatıyla sınırlı kalmıyor bu çabalar, mesela bir dernekler kanunu çıkardılar, dernekler, benzer amaçlı derneklerde, siyasi partilerde, işçi ve işveren sendikalarında ve meslek kuruluşlarından yardım alabilirler ve adı geçen kurumlara maddi yardımda bulunabilirler. Bununla da kalmayıp, yine dernekler yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan ayni ve nakdi yardım alabilirler; bu hüküm de getirildi. 

Ayrıca, son dönemde teftiş dönen müfettiş arkadaşlarımın belirttiği bir konu 
var, bu da özel güvenlik teşkilatı kurulmasına dair bir kanunla ortaya çıkan bir 
şey. Özel güvenlik teşkilatıyla da, tahminen 150-200 bin kişilik güvenlik 
güçleri dışında silahlı bir güç yaratılmak isteniyor. Diyarbakır Belediyesini 
teftiş eden müfettişlere şu söyleniyor: Belediyenin önünde özel güvenlik 
teşkilatı duruyor. Polis içeri girecek. "Hayır, giremezsiniz. 
Burada özel güvenlik teşkilatı var" diyor. 

SALONDAN- Nereye bağlı?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Özel güvenlik teşkilatı tamamen şirket esasında kurulu bir teşkilat. 

SALONDAN- Ama sözleşme olması lazım herhalde.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Kanunu var. Kanun şirketler özel güvenlik teşkilatı 
kurabilirler diyor. 

SALONDAN- Ama yasada ne diyor? İstediği an denetler diyor. 

OSMAN NURİ EYÖVGE- Denetleme şeyi var. Ama yetkilerini aşarak, şimdi bakın, 
polise, jandarmaya vermediğiniz yetkileri, Karum'a gidin, "sizi arayacağım" 
diyor. Arama yetkisi yok bu adamın. Diyarbakır'da da diyor ki, "siz 
giremezsiniz, burada özel güvenlik teşkilatı vardır" Maalesef, denetimi…

SALONDAN- İçişleri Bakanlığı yapıyor, o yetkisi var, kanuna göre var.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Kanuna göre var da, yapılmıyor.

SALODAN- 2495 sayılı Kanun. 

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Ben bizzat bu işle uğraştığım için, Tunceli'de üç tane baraj yapıyor benim mensubu bulunduğum firma. Güvenlik gücü kurduğumuz zaman, mesela o buyurduğunuz şirket, belediyenin korunması, bunların silahlanma müsaadesini valilik veriyor. Valilik onlara silah taşıma müsaadesi vermiyor zaten, onların şeydeki güvenlik görevlilerinin, sizin ifade ettiğiniz, Migros'taki, şuradaki, buradaki, hiçbir tanesi silahlı değildir.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Ama büyük işletmelerde silahlı.

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Büyük işletmeler dediğiniz, valilik ve jandarma, 
Tunceli'de olan, eğer "bunların güvenliğinin silahlı olmasına ihtiyaç var, şu, 
şu silahları alabilir" derse, o yetkiyi de yönetmeliğin 13 üncü maddesine göre 
Genelkurmay'a soruyor. Genelkurmay bütün MİT'e, şuraya, buraya, "bu firmanın geçmişi, geleceği nasıldır, bu adamlara silah verirsek devlet aleyhine kullanır mı?" diye tetkik ediyor, "evet" diyor valilik ondan sonra, "bunlara silah 
verebilirsiniz" diyor, ondan sonra silah veriyor ve silahları da mümkün mertebe 
sınırlı ölçüde. Mesela, bizim firmamıza makineli tüfeği vermedi. Mesela, ben 
havan topu da isteyebilirdim, yani nasıl olsa ben orada güvenlik komutanlığı 
yaptım diye, havan topu da iyi olur diyebilirdim, ama bunların hiçbirini uygun 
görmedi. Mesela, gidip gelmek için zırhlı araç istedim, "yok, sizin bölge içinde 
kalacağı için size zırhlı araç da vermiyoruz" dedi. Zırhlı araçtan kastım, o 
silahlı falan, var yani, onları kastettim, onlar uygun görülmedi. Olay bu 
şekilde. 

OSMAN NURİ EYÖVGE- Paşam, burada bir küçük saptama daha yapacağım: Bu kanunda mütekabiliyet esasına göre yabancı şirketler de Türkiye'de güvenlik şirketi kurabilirler. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Yalnız, bir şey daha var. Biraz önce "polis giremez" dediniz, yani belediye özel güvenlik şirketiyle anlaşmış ve oranın güvenliğini almış, polis bir konuyla ilgili girmek istiyor, polise dur diyor. Emin misiniz bundan?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Eminim.

SALONDAN- O yetkisi olduğu için değil.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Yetkisi olmadığı halde diyorum. 

ALİ GÜLBAHAR- Söylediğiniz bir fiili durum olabilir, ama yasal olmadığı bir 
gerçek, çünkü sadece silahlanma konusunda değil, benim bildiğim kadarıyla, yani bildiğim için söylüyorum, güvenliği sağlanacak olan şirketlerin türlerine göre güvenlik elemanı sayısını da saptıyor il koordinasyon kurulları. Dolayısıyla o sizin sözünü ettiğiniz güvenlik örgütlenmesi, mevcutlara alternatif bir 
örgütlenme değil, yani orada bir fiili durum yaratılmış olabilir, yasası vardır, 
tebliği vardır, 2495 sayılı Yasa, sonradan birtakım ilavelerle yasa numarası 
değişti, onu bilmiyorum, ama özü değişmedi, özü itibariyle yine aynıdır ve 
silahsız güvenlik anlayışı esastır o kanunda.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Ama silahlı güvenlik de var.

ALİ GÜLBAHAR- Var tabii. Örneğin, BOTAŞ için böyledir, hatta beyefendinin 
söylediği gibi, kariyerler falan da alınıyor, uzun menzilli silahlar, otomatik 
silahlar, gece görüş dürbünleri.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Ama yeni bir silahlı güç oluşturuluyor. Polis ve jandarmanın dışında bir silahlı güç.

ALİ GÜLBAHAR- Çok aşırı bir tespit gibi geliyor bana.

MUSTAFA KÜÇÜKÇAKIR- 1980 yılında sıkıyönetim eşgüdüm toplantısındayız Ankara'da, o zaman Necdet Üruğ 1. Ordu Komutanıydı, "benim askerim falanca bankanın emniyetini sağlamakla görevli değil, özel güvenlik kuvvetleri kurulsun, korusun" dedi. Ne oldu? Eğer siz bunu bu şekilde müsaade de etmezseniz, o zaman sağlamak durumundasınız; işin bir de bu tarafı var. Daha sonra bu özel güvenlik kuvvetleri yayılmaya başladı.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Peki, size şunu söylesem katılır mısınız? AKP iktidarıyla 
beraber, sermaye el değiştirdi, bürokrasi el değiştirdi, bu değişen sermaye 
kuruyor bu şirketleri. Bu sermayenin menşeine bakarsanız, biraz tereddütler 
hasıl olmaz mı?

MUSTAFA KÜÇÜKÇAKIR- Olur tabii, oluyor zaten.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Biraz da onu kastediyorum.

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Şuna katılıyorum: Silahsız olması silahlı olmasından 
daha tehlikeli derseniz, ona katılırım. Güruh önünüze çıktı, silah 
kullanabiliyor musunuz? Şu ortamda Türkiye'de bu güruhu zaptetmek için silah 
kullanabiliyor musunuz? Yetkiniz var mı? Yetkimiz var, ama kullanamıyoruz. 
Neden? Baskıdan kullanamıyorsunuz. Zaten bir de kendi milletiniz, demokratik 
ortam diyorsunuz. Bu işte herkesin … ben olsam ben de ederim. 

HÜSEYİN DURAN- Bu silahlı özel kuvvetleri bir yerde ihtiyaçtan doğduğunu 
biliyorum, çünkü her yere güvenlik kuvvetleri yetişemiyordu Güneydoğu'da. 
Haberleşme merkezleri, yansıtıcılar gibi, dağ başındaki telsizlerle yetişemediği 
zaman, bunların eğitimi, denetimi ve atışları da gene kontrolü yine resmi 
güvenlik kuvvetlerindeydi. Bu denetim sıkı bir şekilde uygulanırsa, bunların 
mahzurları asgariye indirilir.


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

11 Eylül 2015 Cuma





AVRUPA BİRLİGİNİN GAP VE SU SORUNUNA YAKLAŞIMI ÇERÇEVESİNDE FIRAT 
VE DİCLE NEHİRLERİNİN YÖNETİMİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR 
BÖLÜM 4


5.2. AB’nin Su Sorununa Getirdigi Çözüm Önerisi: Uluslararası Yönetim 

Uluslararası yönetim kavramı, burada altı çizilmesi gereken kavram olarak karsımıza çıkmaktadır. Etki Raporu’nda bahsedilen uluslararası yönetim kavramına açıklık getirilmemis, dolayısıyla yoruma açık bırakılmıstır. Bu kavram ile kastedilenin ne oldugu konusunda iki önemli çıkarımda bulunmamız mümkün; 

a) Türkiye’nin, su meselesine taraf olan komsuları ile (Suriye ve Irak) üzerinde anlasabilecekleri bir çözüm önerisi bulmak suretiyle su rejimini, uluslararası hukuka ve birligin taraf oldugu ilgili sözlesmelerin gözetilmesi kaydıyla kendi egemen iradeleri baglamında düzenlemeleri. 

b) Türkiye ve su meselesine taraf olan ve taraf oldugu düsünülen ülkeler arasında (Suriye, Irak, İ ran ve İsrail ) su konusunda bir uzlasmanın ihtimal dısı görülmesi nedeniyle, bu suların rejiminin düzenlenmesi görevinin, AB öncülügünde olusturulacak uluslararası bir idareye verilmesi. 

Uluslararası yönetim kavramı, Avrupa'daki sınırasan sular (Ren ve Tuna) nedeniyle AB'nin yabancı olmadıgı bir kavramdır. 1990'lı yıllarda oluşan Entegre Havza yönetimi anlayışı, "Su kalitesi" etrafında olusmustur. Önerilen yaklasım; uyumlu hale getirilmis, katılımcı ve koordine edilmiş iş birligidir. Entegre havza yönetimi, henüz yeni bir kavram olmasına karşın, sınıraşan/sınır oluşturan sular açısından uygulamadaki başarının taraf ülkelerin uzlasma kültürü ile orantılı olacaktır.69 

Yukarıda bahsettigimiz ilk çıkarımdan yola çıkılırsa, AB sürecinde Türkiye'nin karsısına çıkacak ve AB mevzuatı ile uyumlastırılması istenecek hususlar Katılım Ortaklıgı Belgesi ve İlerleme Raporları’nda  belirtildigi gibi; Su Çerçeve Direktifi 70 , Sınırasan Su Yollarının Korunması, Kullanımı ve Uluslararası Göllere liskin Sözlesme71 ile Sınırasan Boyutta Çevresel Etkilerin Degerlendirilme si Sözlesmesi72 öngörülen hususlar ile sınırlıdır. 

68 http://www.abgs.gov.tr/indextr.html.ilerlemeRaporu.pdf. 10.11.2006 
69 Vefa Toklu, a.g.e.s.21-23. 


SÇD’nin Amacı (Madde 1) 73 

1. Nehir havzalarının entegre yönetimi (su sisteminin politik sınırlarda bitmediginin kabulü ve sınır ötesi isbirligi), 
2. Yüzeysel sular ve yeraltı sularının bütüncül olarak korunması, 
3. 2015’e kadar suların “iyi durum”a gelmesinin saglanması, 
4.Su kalite standartlarının ve emisyon kontrolünün birlikte degerlendirilmesi ve öncelikli zararlı maddelerin ortadan kaldırılması, 
5.Suyun mantıklı bir sekilde kullanılmasını saglayacak sekilde dogru fiyatlandırılması, 
6.Bütün paydasların ve vatandasların su yönetimine katılması; çevre ile yararlananların çıkarlarının dengelenmesidir. 

Bu mevzuat çerçevesinde olabildigince, simdiye kadar oldugu gibi Irak ve Suriye'ye önerilecek, iş birligi ile çözüm yolları arastırılacak,  bu arayısların sonuç vermemesi halinde diger "kıyıdas" ülkelerin bu konudaki mevcut tavırlarını sürdürerek iş birliginden kaçınmaları durumunda; Türkiye, Su Çerçeve Direktifi’nin 13. Maddesi uyarınca havzanın kendi sınırları içinde kalan bölümü için havza yönetim planları hazırlayıp AB yönetimine sunabilecektir. 

Meseleye bakış açımızın ikinci çıkarım dogrultusunda oldugu varsayarsak; Türkiye ve su sorununa taraf olan ülkeler açısından çözümden ziyade çözümsüzlük hakim olacaktır. Zira Ortadogu'nun, hatta daha açık ifadeyle srail'in su sorununu çözmekte Türkiye'nin su kaynakları kullanılacaktır. Türkiye'nin sınırasan sular sorunu; dünyada benzeri görülmemiş biçimde, ilk kez suya kıyısı olmayan, menba ya da mansap ülke olmayan ( srail) ve bugüne kadar su sorununa hiç taraf olmamış (İran) ülkelerin taraf edilmesiyle çözülmeye çalısılacaktır. 

Avrupa Birligi su sorununu gerek srail-Filistin, gerekse İsrail-Suriye geriliminde temel anlasmazlık noktalarından biri olarak görmektedir. Bölge barısının tesis edilmesinde Fırat ve Dicle nehirleri vasıtası ile basat bir rol üstlenmek istemesi ihtimal dısı degildir. 

70 Council Directive 64,2000/60/EC 
71 Convention Non-Navigational Uses of International Watercourses, General Assembly ResolutionUN/ECE, 51/229, 21 May 1997.
72 Convention on Environmental Impact Assessment in a Transboundary, General Assembly ResolutionUN/ECE 10 September 1991.
73 Ayla Efeoglu, Avrupa Birligi Su Çerçeve Direktifi Ve Bu Alanda Türkiye’de Yürütülen Çalısmalar, DSİ Genel Müdürlügü Yayınları, Ankara, 2005, s.7. 


Zira bölgede, ABD odaklı gelismeler nedeniyle geri planda kalan Avrupa Birligi için Fırat ve Dicle sularının paylasımı konusu bölgede etkin ve söz 
sahibi olabilmek için önemli bir fırsattır. Bu baglamda Filistin sorununun baslangıcında su sorununun da etkili oldugu düsüncesin den hareket 
ederek, 74  Seria Havzası’nı çekirdek kabul edip, Dicle ve Fırat Nehirleri’ni bu çekirdegi besleyen kollar olarak görmektedir. Seria havzasındaki su 
sorunu da Türkiye’yi dolaylı olarak ilgilendirmektedir. Çünkü Suriye, İsrail ile arasındaki en büyük sorun olan Golan Tepeleri’ni isgal atında tutan 

İsrail ile bir anlasmazlık yasamaktadır. Bu anlasmazlıgın temel noktalarından birisi Golan Tepelerini zengin su kaynaklarına sahip olmasından kaynaklanıyor. Hem Suriye hem de srail bu tepeler üzerinde hak iddia ediyor. Su an İsrail’in kontrolü altında bulunan bu tepelerin kontrolünün Suriye’ye tekrar bırakılması ancak İsrail’in alternatif su kaynakları bulması ile mümkün olabilecektir. Bölgedeki diger su kaynakları konusunda da en cazip ülke Türkiye’dir. Benzer sekilde Türkiye’den İsrail’e su gönderilmesi konusu da bu baglamda gündeme 
gelebilir. Her iki seçenekte de Türkiye bu bölgedeki sorunun bir parçası haline gelmektedir. Ancak tüm bunlara ragmen, Ortadogu’nun hidrolojik açıdan bir bütün olarak ele alınmasını mümkün görülmemekte ve çözüm üretirken her havzanın kendi basına ele alınmasını gerekmektedir.75 

Ancak burada dikkat çekilmesi gereken husus, dünyada bir örnegi olmamasına karsın İran ve srail’in de soruna taraf edilerek, AB öncülügünde olusturulacak Uluslararası bir yönetimin; Türkiye'nin ve komsuları Irak ve Suriye'nin de kabulü halinde gerçeklesmesinin mümkün olacagıdır, ki asıl tehlike buradadır. Yani böyle bir yapılanma, örnegi görülmese de mümkündür. 76 

Sonuç ve Öneriler 

Sahip oldugu su kaynakları itibariyle bölgede görece olarak su zengini bir ülke olarak görülen Türkiye, artan nüfus oranı dikkate alındıgında gelecekte su sıkıntısı çekebilecek bir konumdadır. Bu baglamda su kaynaklarını iyi kullanması ve sınır asan sularını da en iyi sekilde degerlendirme ihtiyacıyla karsı karsıyadır. Mevcut durumda, Türkiye'nin varolan akarsularının belli bir bölümü komsu ülkelere aktıgı için bu ülkelerce kullanılmaktadır. Komsu ülkelerden Türkiye'ye giriş yapan sulardan ise komsu ülkeler optimum düzeyde yararlandıgı için 
Türkiye, bir yarar saglayamamaktadır. Türkiye’nin su zengini bir ülke oldugu fikrine ihtiyatla ve dikkatle yaklasılmalıdır. 

74 Özden Bilen, Ortadogu’da Su Sorunları ve Türkiye, Ankara, TESAV Yayınları, 1996, s. 24-36. 
75 Bilen, a.g.e., s.41 
76 Toklu Vefa, a.g.e., s.21-23 

Sınır asan sular konusunda vurgulanması gereken bir önemli husus da, Türkiye'nin yaptıgı barajlarla debi düzensizligi içinde olan nehirlerin akıntılarını zararsız hale getirmiş oldugudur. Bu yolla Türkiye suyu zaman bakımından uyumlastırıp; asagı çıgır ülkelerine ücretsiz bir su düzenleme ve ıslah hizmeti vermektedir. Özellikle Suriye için saniyede 500 m³ su taahhüt edilmesi, bu açıdan Türkiye'nin üstlendigi ve yerine getirdigi bir yükümlülüktür. 

Türkiye gelismekte ve kalkınmakta olan bir ülke olarak enerji ihtiyacını karsılamak zorundadır ve bu çerçevede kendi imkanlarını kullanma hakkına sahiptir. Özellikle GAP’ın gerçeklesmesi ve ülke kalkınmasına istenen katkıyı yapması, Fırat ve Dicle üzerindeki tesislerin istenen kapasitede çalıstırılmasına baglıdır. Türkiye’nin 1960’lardan bu yana ortaya koydugu tavır ve uygulamaların istikrarlı bir seyir izledigi, komsularının haklarını da göz ardı etmedigi ortadadır. 

Bölgedeki Su sorununun çözümünde bölge ülkeleri arasında güven unsurunun eksikligi en önemli sorundur. Bu sebepten, taraflar her çözüm önerisinin altında bir art niyet aramaktadırlar. Özelde Suriye’nin, genelde Arap kamuoyunun tutumu bu yöndedir. Bölge ülkeleri arasındaki siyasi rekabetler ise sorunun baska dış politika konularıyla iliskilendirilmesine yol açmaktadır. 
Türkiye’nin srail’le gelistirdigi stratejik isbirligi, bu güven bunalımını daha da perçinlemektedir. Tüm bu olumsuzluklara ragmen Türkiye; sorunun çözümü için iyi niyetli çabalarını devam ettirmiş ve ettirmektedir. 
Bölge ülkelerinin büyük tepki gösterdikleri GAP’la ilgili erken sonuçlar, bu projenin öncelikle asagı kıyıdaş ülkelere ve beraberinde bölge ülkelerine de katkı saglayacagı yönündedir. 

Fırat ve Dicle nehirlerinin kullanımı ve paylasımı, bu akarsularla ilgili projeler ve bölgede su yönetimi AB'yi; çevre, sürdürülebilir kullanım, bu akarsularla ilgili stratejilerde havza yönetimi anlayısı ile hareket etme ve bu konularda suya kıyıdaş ülkelerle iş birligi boyutunda ilgilendirmektedir. Bu çerçevenin dısında bir girisim uluslararası hukukta konuya iliskin düzenlemelerle bagdasmayacaktır. Uluslararası hukukun geçmisin birikimleri ve günümüz gelismeleriyle her gün, her olayda yeniden yapılanacagı dikkate alınsa dahi, çözüm adına AB'nin Türkiye’nin soruna barısçıl bakısını göz ardı ederek, meseleye iliskin tek 
taraflı ve zorlayıcı ifadeleri, üyelik ve müzakere anlayısı ile izah edilemeyecektir. Bir ülkenin egemenlik haklarının, mütekabiliyet olmadan üçüncü ülkelerle paylastırılması demek olan bu taleplerin raporlarda yer alabilmesi, ülkemizin dış politikada ve diplomaside gelismelerin gerisinde kaldıgını göstermektedir. 

Türkiye'nin su alanındaki uluslararası kurulusların görüş ve çalısmalarına çok temkinli yaklasması gerekiyor. Ülkemizin su kaynaklarının uluslararası yararlanmaya konu edilmesine yönelik çalısmalara ihtiyatlı yaklasmalıyız. Her seyden önce sular meselesinin, ülkemizin gelecekteki ihtiyaçları ve güvenligi için tasıdıgı önemi politikacılarımız ve bilim adamlarımız vasıtası ile, gerek AB’nin yetkili organlarına, gerekse üye ülkelere ifade etmeli sarf edilen iyi niyetli çözüm çabalarını anlatmak suretiyle AB’yi karsımıza degil, yanımıza çekmeye yönelik realist, tutarlı ve kararlı bir politika izlemeliyiz. Bu amaçla Türkiye’nin yapabileceklerine iliskin önerilerimizi su sekilde maddeler halinde sıralayabiliriz: 

a) Etkin bir su politikası izleyerek, uluslararası alanda ve BM çerçevesinde kendi lehine uluslararası kamuoyu yaratmalıdır. 

b) Türkiye, su konusunda bölgesinin özelliklerini, kendi ihtiyaçlarını ve AB’nin su ve çevreye iliskin kriterlerini de dikkate alacak çözüm önerileri hazırlayarak, bunları uluslararası kamuoyuna açıklamalıdır. Aksi takdirde “bölgenin su sorununa çözüm”, adı altında dayatmacı politikalara maruz kalması kaçınılmaz dır. 

c) Türkiye, su sorununu ulusal çıkarlarına uygun sekilde çözümleyebilmek için su konusunda yapılacak olan zirve ve konferansların düzenlenmesinde inisiyatifi elinde bulundurmalıdır. 

d) Türkiye’nin su sorununa yönelik arastırma ve inceleme yapan her kesimi (akademik olan ve olmayan) desteklenmeli, ortaya çıkan bulgularla, basta AB zeminleri olmak üzere, komsu ülkelerin bilim ve medya kurulusları yogun bir sekilde beslenmelidir. 

e) Bundan sonra daha agır taleplerle karsılasmamak ve iliskileri kopma noktasına getirmemek için konu bilimsel ve ekonomik yönleriyle ayrıntılı olarak ele alınarak her zeminde islenmelidir. "Toplumsal dayatma düzeyi"nin böylece yükseltilmesi ile yönetimin dogru kararlar almasını, stratejik yanlıslar yüzünden ülkenin geleceginin tehlikeye atılmamasını saglamak için protesto, lobi, elestiri vb. yöntemler kullanılmalıdır ki; bunlar üyesi olmak istedigimiz AB kültüründe çok daha itibarlı yöntem ve araçlardandır. 

Lozan Bogazlar Sözlesmesi'ne göre kurulan, uluslararası nitelikteki "Bogazlar Komisyonu" kosullarında benzer bir durumla karsı karsıya kalan izledigi strateji ile Montrö Sözlesmesi'ni imzalayarak egemenlik haklarını tekrar tesis eden Türkiye, hukuki statüsü tamamen farklı bir nitelik arz eden Fırat-Dicle nehirleri için ulusal egemenliginin hiçe sayıldıgı bir uluslararası yönetime razı olmayacaktır. Ulus olarak, egemenlik ve bagımsızlıgımıza yönelen tehditlere karsı verilen haklı tepkileri Sevr sendromuna kapılmış AB karsıtlıgı olarak egerlendirmektense, uluslararası arenada mücadele edilerek kazanılmış hakları ve inisiyatifi elden bırakmadan, AB hedefine yürümek; hem mesru hem de onurlu bir politika olacaktır. 

KAYNAKÇA 

KİTAPLAR VE MAKALELER 

1) AGIRGÜN Sami,”Su Kaynaklarının Kirlenmesi, Arıtım Tesisleri ve Arıtımın Önemi”,Yeni Türkiye,Yıl:1, Sayı5, Temmuz-Agustos 1995, 
2) AKMANDOR Neset, Su Sorunun Fiziksel Boyutları:Ortadogu Ülkelerinde Su Sorunları, Tesav Yayınları, Ankara,1994, 
3) BİLEN Özden, Ortadogu Su Sorunu ve Türkiye, Tesav Yayınları, Ankara, 2000, 
4) BISWAS, A.K, "International waters of the Middle East from Euphrates-Tigris to Nile". Oxford, University Press, 1994. 
5) BOSNJAKOVIC, B. Regulation of international watercourses under the UN/ECE regional agreements. "Water International", V.25, N.4, 2000. 
6) BULLOG John, DARW SH Adel; Su Savasları, Çeviren: Mehmet Harmancı, Altın Kitap Yayınevi, stanbul, 1994. 
7) ÇAKMAK Belgin, Turhan Aküzüm, Nizamettin Çiftçi,Zeynep Zaimoglu, Bilal Acar Mehmet Sahin, Zeki Gökalp, “Su Kaynaklarının Gelistirme ve Kullanımı”, 1.Ulusal Sulama Kongresi, Antalya, 2001. 
8) DAVUTOGLU Ahmet, “Stratejik Derinlik” -Türkiye’nin Uluslar arası Konumu, Küre Yayınları, stanbul, 2001. 
9) EFEOGLU Ayla, “Avrupa Birligi Su Çerçeve Direktifi Ve Bu Alanda Türkiye’de Yürütülen Çalısmalar”, DS. Genel Müdürlügü Yayınları, Ankara, 2005. 
10) ERG L Dogu, “Körfez Bunalımı”, Gündogan Yayınları, Ankara,1990. 
11) FIRAT Melek -KÜRKÇÜOGLU Ömer, “1980-90 Arası Ortadogu ile İliskiler”, Türk Dış Politikası C.II, Ed. Baskın Oran, letisim Yayınları, İstanbul, 2001. 
12) GAP, Orta Dogu ve Su Meselesi, Aydınlar Ocagı Yayını, 1996. 
13) GÖNLÜBOL Mehmet, “Olaylarla Türk Dış Politikası”, Ankara, SBF Yayınları, No.279, Sevinç Matbaası, Ankara, 1974. 
14) GÖNLÜBOL Mehmet, “Olaylarla Türk Dış Politikası” (1919-1995), Siyasal Kitabevi, 1999 
15) KARTAL Filiz, ”Su Yönetimi: Son Dönemdeki Politika Arayısları” Çagdaş Yerel Yönetimler, Cilt.8, Sayı:4, Ekim 1999. 
16) KIRAN Abdullah “Ortadogu’da Su: Bir Çatısma ya da Uzlasma Alanı”, Kitap yayınevi, stanbul 2005. 
17) KOCAOGLU Mehmet, “Ortadogu”, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1995. 
18) KULEL. Serap, “Su Kaynakları Yönetimi”, Yeni Türkiye, Yıl:1, Sayı:5, Temmuz-Agustos, 1995. 
19) SÖNMEZOGLU Faruk, “Türk Dış Politikasının Analizi”, Der Yayınları, stanbul, 1994. 
20) KÜRKÇÜOGLU Ömer, “Osmanlı Devletine Karsı Arap Bagımsızlık Hareketi” (1908-1918) , Ankara, AÜSBF Yayınları,1982. 
21) MAZLUM İbrahim, “Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları Açısından Sınırasan Sular Sorunu”, En uzun on yıl Büke Yayınları, Mart 2000. 
22) ÖZİŞ Ü, TÜRKMAN F, BARAN T, ÖZDEM R Y., ”Güneydogu Anadolu Projesi ve Hidropolitik Yönleri”, Mühendislik ve Diger Meslek Odaları zmir Subeleri, " zmir Su Kongresi", Mayıs 2000. 
23) PAZARCI Hüseyin, “Uluslararası Hukuk Dersleri” II.Kitap, 3. B, Turhan Kitabevi, Ankara. 1993. 
24) RUSSELL Malcom, “The Middle East and South Asia”, Stryker-Post Publications, 1999. 
25) Siyasi Ve Sosyal Arastırmalar Vakfı, “Ortadogu ve Gelecegi”, SİSAV Yayını, stanbul. 1992. 
26) SOYSAL smail,”Hatay Sorunu”, Belleten Dergisi, Sayı:193, Ankara, Nisan, 1985. 
27) TEK NEL Osman, “Ortadogu Su Sorunu ve Ülkeler Arasındaki İliskilere Etkisi", Çukurova Üniversitesi, Ceyhan Meslek Yüksek Okulu Yardımcı Ders Notları:20. 
28) TİRYAK. Orhan, “”Sınırasan Sular ve Ortadogu’da Su Sorunu”, Hak Yayınları, stanbul, 1994. 
29) UÇORAL Rıfat, “Siyasi Tarih” (1789-1994), Baglam Yayınları, İstanbul,1995. 

GAZETELER 

30) TOKLU Vefa, “Fırat ve Dicle”, Cumhuriyet Strateji, 06.06.2005. 
31) TOKLU Vefa, “AB suda Sınırları Zorluyor”, Cumhuriyet Strateji, 30.01.2006. 
32) srail’e Manavgat Suyu Projesi ptal, Milliyet Gazetesi, 02.02.2006. 
33) YALÇINKAYA Alaeddin, “AB Raporlarında Fırat-Dicle ve srail”, Vatan Gazetesi, 3 Kasım 2006. 
34) KAPLAN Pervin, “Bereket Yerine Felaket,” Radikal, 3 Aralık 1998. 

İNTERNET KAYNAKLARI 

35) http://www.abgs.gov.tr/tur_ab_iliskileri_dosyalar/turab_iliskileri_kronoloji.htm.04.10.2006. 
36) http://www.abgs.gov.tr/indextr.html.ilerlemeRaporu.pdf. 10.11.2006 
37) http//www.belge.net.Avrupa Komisyonu Türkiye lerleme Raporu, Brüksel, 2005. 02.11.2006. 
38) http/www.belge.net., Avrupa Parlamentosu lke Kararı Md. 42. (15 Aralık 2004 Tarihli Oturumda Kabul Edilen Metin) 02.11.2006. 
39) http://www.dsi.gov.tr/duyuru/s_sukonusma1.htm Alison BARTLE Sosyal ve Ekonomik Kalkınmada Barajların Rolü, 02.11.2006. 
40) http://www.ekitapyayin.com/id/062/susorun02-02.htm. 01.10.2006. 
41) http://europa.eu.int/comm/enlargement/report_2004/pdf/tr_recommendation_en. 02.11.2006. 
42) http://europa.eu.int/comm/enlargement/report_2005/pdf/tr_recommendation_en. 02.11.2006. 
43) http://ekutup.dpt.gov.tr/ab/kob, 
44) http://www.kho.edu.tr/yayinlar/btym/haftalikbasbultenleri/basinozetleri/2003/2428subatic.htm.11Mayıs 2003 
45) http://www.khrp.org/documents/turkish/korayduzgoren.doc Sally Eberhardt, Nicholas Hildyard. Antonio Tricario, Heike Drillisch, Douglas 
Norlan, The Preliminary Report FromThe Ilısu Dam Fact Finding 
Mission, 9-16 October 2000. 30.10.2006 
46) http://www.mfa.gov.tr/NR/rdonlyres/5E459993-FDC9-49D5-BC1AE9C10718DA40/0/KOB.pdf. 30.10.2006. 
47) http://www.suvakfi.org.tr/sudosyalari/uluslararasisu/suhukuku.htm, ÖzisÜnal,Özdemir Yalçın, Baran Türkay, Türkman Ferhat, Fıstıkoglu 
Okan, Dalkılıç Yıldırım,”Türkiye'nin Sınır Asan Sularının Su Hukuku ve Su Siyaseti Açısından Durumu” 31.10.2006. 
48) http://www.tsrsb.org.tr/NR/rdonlyres/178F1B9F-99D9-4458-B2CBECF714F85909/1091/2005 lerlemeRaporu.pdf 02.11.2006. 
49) http://www.tsrsb.org.tr/NR/rdonlyres/178F1B9F-99D9-4458-B2CBECF714F85909/1091/2005 lerlemeRaporu.pdf 02.11.2006. 

RESMİ BELGELER

50) Accessıon Partnershıp Wıth Turkey,14 April 2003. 
51) Avrupa Birligi Müktesebatının Üstlenilmesine liskin Türkiye Ulusal Programı, 2003/5930, 23 Haziran 2003. 
52) Convention Non-Navigational Uses of International Watercourses, General Assembly ResolutionUN/ECE, 51/229, 21 May 1997. 
53) Convention on Environmental Impact Assessment in a Transboundary, General Assembly ResolutionUN/ECE 10 September 1991. 
54) Council Directive 64,2000/60/EC 
55) Issues Arısıng From Turkey’s Membershıp Perspectıve 6 October 2004. 
56) Katılıma Dogru Türkiye’nin lerlemesine Dair 2004 Tarihli Avrupa Komisyonu’nun Tavsiyesi Ve Düzenli Raporu Hakkında Avrupa Parlamentosu lke Kararı, P6_TA-PROV ,0096, 2004. 
57) Negotıatıng Framework Principles Governing The Negotiations, 3 October 2005. 
58) Presidency Conclusions 16238/1/04, 16/17 December 2Of The 004. European Council, Brussels, 
59) U.N. "Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of İnternational Watercourses". New-York, United Nations, A/51/869, 1997. 

RAPORLAR 

60) “Türkiye’de Baraj Yapımının Alt-Havza Etkileri” Suriye ve Irak’ta İncelemeler Yapan Gerçekleri Arastırma Heyetinin Raporu Çeviren: 
Emin Sogancı, Mayıs 2002. 

AVRUPA BİRLİGİNİN GAP VE SU SORUNUNA YAKLAŞIMI ÇERÇEVESİNDE FIRAT VE DİCLE NEHİRLERİNİN YÖNETİMİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR BÖLÜM 3




AVRUPA BİRLİGİNİN GAP VE SU SORUNUNA YAKLAŞIMI ÇERÇEVESİNDE FIRAT 
VE DİCLE NEHİRLERİNİN YÖNETİMİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR 
BÖLÜM 3







4.2. Manavgat Su Temin Projesi 

Akdeniz Bölgesinde yer alan Manavgat Çayı, Akdeniz’e, ortalama olarak her gün 4 milyon metreküp su bosaltmaktadır. Projeye göre, çayın suları Belen mevkiinde depolanacak ve toplanan 500 milyon metreküp suyun, 2 milyon metre küpü tarımda, kullanılacak, 250 milyon metreküp ise, Akdeniz’e döküldügü yerde, kıyıdan 1300 m Uzaklıkta, deniz üzerinde yapılacak iki adet platforma sevk edilecek ve buradan tankerlerle Ortadogu ülkelerine sevk edilecektir. Manavgat projesinin teknik sorumlulugunu DSİ Genel Müdürlügü üstlenmistir. Bakanlar Kurulu kararıyla Agustos 1990’da baslatılan projenin Agustos 1992’de altyapı insaatlarına fiilen baslanmıstır. 8 Aralık 1998 tarihinde Manavgat Çayı Su Temin Tesisi, zamanın Basbakanı Mesut Yılmaz tarafından açılarak hizmete girmis45 ve bu tarihe kadar 147 milyon ABD doları  harcanmıstır. 

Manavgat Projesi’ne iliskin isletme hakkının özel sektöre devredilerek su satış ve dagıtımının özel kuruluslar eliyle yürütülmesi öngörülmektedir. Türkiye’nin su satabilecegi baslıca Ortadogu ülkeleri Suriye, srail ve Filistin yönetimidir. Bu üç ülkeye, bölge dısından Kıbrıs ve Kuzey Afrika ülkelerinin katılacagını düsünülebilir. Son zamanlarda  İsrail ve Ürdün’ün Manavgat suyundan faydalanması ile ilgili çalısmalar yapılmaktadır. Anlasmaya göre srail 2006'dan baslayarak 20 yıl boyunca Türkiye'den yılda 50 milyon metreküp su ithal edecektir.

43 Akmandor,a.g.e.,s.34. 
44 www.basarm.com.tr/yayin/politik/susorun02.htm. (15 Mayıs 2003) 
45 Dogu Ergil, Körfez Bunalımı, Gündogan Yayınları,Ankara,1990, s.129 


İsrail’e yaklasık metreküpü 1$’a mal olacak su özel tankerlerle tasınacak ve İsrail'in yıllık toplam ihtiyacının % 3'ünü karsılayacaktır.46 Ancak, İsrail 
ekonomik olabilmesi için suyun kendilerine maliyetinin bir doların altında olması gerektigini belirterek öneriye soguk bakmakta, Türkiye ise, Manavgat’a yapılmış olan yatırımların karsılıgını alabilmek için, fiyat hususunda esneklik tanımamaktadır. srail, Manavgat’tan tankerlerle su tasımak yerine son olarak Türkiye’ye; Göksu nehir suyunun yeraltına kurulacak bir hat vasıtası ile tasınmasını teklif etmis, ancak Türkiye bu öneriye net bir cevap vermemistir.47 

Sonuç olarak, bölgede bir isbirligi ortamı yaratarak güvenlik ve istikrarı yaratmak amacıyla ve büyük bir iyi niyetle ortaya atılan Barış Suyu Projesi, Üç Asamalı Plan ve Manavgat Su Temin Projesi, Ortadogu'nun karmasık ortamı içinde ya tamamen yanlış yönlere çekilmis, ya da suyun fiyatlandırılması konusunda anlasılamamıstır. Önerilen bu planlara karsı çıkmakta direnen bölge ülkeleri, aynı sekilde GAP projesi çerçevesinde yapılacak olan barajlar sayesinde Suriye ve Irak’ın da lehine olacak düzenli bir su rejimine kavusulacak olmasını da göz ardı ederek GAP Projesine siddetle karsı çıkmıslardır. Bunların yanı 
sıra, bölgede asırı sulama nedeniyle baslayan “tuzlanmaya baglı çoraklasma” tehlikesinin önlenmesi bakımından GAP bölgesinde ileri teknolojiye dayanan sulama sistemlerinin kullanımı bölge için büyük bir avantaj olmustur. 

Bazı kesimlerce GAP kapsamında barajların yapılması sırasında göl alanları altında kalan köylerin etnik nedenden dolayı yerlerinden edildigi48 iddiaları bile dile getirilmistir. GAP politikalarından etkilenen insanların dıslandıkları, görüslerine basvurulmak bir yana onlara zorunlu konularda bilgi bile verilmedigi, 2001 yılının sonlarında kaba yapımı bitip su toplamaya baslayan GAP kapsamında ki Birecik Barajının binlerce Kürt’ün yer degistirmesine sebep oldugu ileri sürülmüstür.49 Oysa dünyanın her yerinde barajlar yapılmakta ve baraj sahasında kalan yerlesim birimleri tahliye edilmektedir, bundan daha dogal bir sey yoktur. Mısır’daki Asuan Barajı da geçmiste büyük tartısmalara neden olmustu. Fakat su anda Mısır’da kuraklıgın giderilmesinde büyük rol oynamakta dır.50 


ÜZERİNDE BARAJ  OLAN NEHİRLERİMİZ




46 Vefa Toklu, Fırat ve Dicle, Cumhuriyet Strateji, 06.06.2005, s.21-23. 
47 “ srail’e Manavgat Suyu Projesi ptal”, Milliyet Gazetesi, 02.02.2006 
48 Müftüoglu, a.g.e., s.10. 
49 “Türkiye’de Baraj Yapımının Alt-Havza Etkileri” Suriye ve Irak’ta ncelemeler Yapan Gerçekleri Arastırma Heyetinin Raporu Çeviren: Emin Sogancı, Mayıs 2002, s.17. 
50 http://www.dsi.gov.tr/duyuru/s_sukonusma1.htm Alison BARTLE Sosyal ve Ekonomik Kalkınmada Barajların Rolü, 02.11.2006. 


5. Avrupa Birligi (AB)’nin Resmi Belgeler Baglamında Fırat-Dicle Meselesi ve GAP’a Yaklasımı 

Türkiye’nin en uzun ve en önemli projesi olan Avrupa Birligi üyeligi süreci, gelinen müzakere asamasında oldukça çetin görüsmelere ve sıkı bir çalısmaya sahne olacak gibi görünüyor. Türkiye’nin tam üyelige giden yolda artıları ve eksileri ile degerlendirilecegi bu süreçte, sosyo-ekonomik ve siyasal bünyesinde yapması gereken degisim ve dönüsümler yine bu müzakere asamasında sekillendirilecek. Müzakere Çerçeve Belgesinin Ek-1. “Avrupa Birligi’nin Türkiye ile katılım müzakerelerinin baslamasına iliskin açıklaması” baslıgı altında 9. 
madde de belirtildigi gibi, hem AB, hem Türkiye açısından zorlu geçmesi beklenen bu süreç, dogru yönetildigi takdirde, her iki taraf için de önemli 
fırsatlar sunabilecektir51 . 

Türkiye -AB iliskilerine bakıldıgı zaman, Avrupa Birliginin Türkiye’yi “Avrupa standartlarına tasıma” gerekçesi ile Türkiye’den birtakım talep ve beklentileri, hatta zorlamaları oldugu görülecektir. Avrupa Birligi ile iliskilerimizde bazen gerilimlere, bazen de görüsmelerin durma noktasına kadar gelmesine sebep olabilen bu istek ve beklentiler, Türk kamuoyu tarafından tartısılmakta AB karsıtlarına göre, ulusal egemenligi tehdit eden AB’nin bu istek ve beklentileri siddetle karsı çıkılması gereken kararlar olarak algılanırken, AB yandaslarına göre de; muasır medeniyete ulasabilmenin kaçınılmaz ve katlanılması gereken bir önkosulu olarak görülmüstür. AB’nin, özellikle son üç yıldır resmi belgelerin de ortaya atılan ve Türk kamuoyunun da tepkisini çeken ve ulusal egemenlik açısından bir tehdit olarak algılanan önemli bir mesele de, AB’nin Fırat ve Dicle nehirleri özelinde, Türkiye’nin su sorununa yaklasımı ve sundugu çözüm önerileridir. 

Türkiye'nin üyelik sürecinde Fırat ve Dicle suları ile bu sular üzerindeki tesislerin, basta srail olmak üzere bölge ülkeleri ile ortak kullanımı önerilmektedir. Karsılıklılık ve esitlik esasına dayanması gereken Türkiye'nin AB ile üyelik sürecinde, egemenlik haklarını bir üçüncü ülke ile paylasması anlamına gelecek olan bu düzenlemenin, belgenin özelligi geregi baglayıcı olmadıgı, ancak önemli siyasi anlamları oldugu açıktır. Öte yandan, Türkiye gerekli girisimlerde bulunmadıgı takdirde, bu tür baglayıcı olmayan metinler, daha güçlü ve baglayıcı belgelere aktarılabilecektir. Devletlerin ve halkların direnme ihtimali olan düzenlemeler, genellikle önce kesin olmayan ifadelerle raporlarda veya 
"soft law" olarak kabul edilen belgelerde yer alır, kamuoyu tepkisi "aşındıktan" ve kamuoyu hazırlandıktan sonra zorunlu düzenlemeler haline gelir. 

51 Negotıatıng Framework Principles Governing The Negotiations, 12823/05, Brussels, 3 October 2005. 


AB raporlarının tavsiye niteliginde olması veya taleplerin yerine getirilmesinin hukuken zorunlu olmaması, iliskilerin dinamik karakteri göz önüne alındıgında, Türkiye'nin sessiz kalmasını gerektirmez.52 

Türkiye Avrupa Birligine Üyelik sürecinde, Avrupa Birligi ile iliskilerini düzenleyen bir çok belge imzalamıstır. Bu belgeler arasından özellikle Türkiye’nin Avrupa Birligine tam üye adaylıgının ilan edildigi 1999 Helsinki zirvesi sonuç belgesinden itibaren temel belge niteligi tasıyan seçilmiş bazı resmi metinlere kronolojik sırayla kısaca deginmekte fayda var: 

11-12 Aralık 1999: Helsinki'de gerçeklestirilen Avrupa Konseyi Zirve Toplantısında Türkiye'ye adaylık statüsü tanındı. 
13 Ekim 2000: Avrupa Komisyonu Türkiye için 3. İlerleme Raporu’nu açıkladı. 
8 Kasım 2000: AB Komisyonu Türkiye hakkındaki lerleme Raporlarından 3. Üncüsünü, Katılım Ortaklıgı Belgesi Taslagı’nı ve Genisleme Stratejisi’nin açıklamıstır. 
19 Mart 2001: TBMM “Topluluk Müktesebatının Üstlenilmesine İliskin Türkiye Ulusal Programı”nı kabul etti. 
13 Kasım 2001 : IV. lerleme Raporu yayınlandı. 
9 Nisan 2002: Kopenhag siyasi kriterlerine uyum amacıyla hazırlanan II.Uyum Paketi (dernekler,siyasi partiler ve basın kanunları basta olmak üzere önemli yasal degisiklikler getiren) yürürlüge girmistir. 
20 Kasım 2002: “Aday Ülkelerin Üyelik Yolunda lerlemelerine  İliskin Tavsiye Kararı” Avrupa Parlamentosu raporu (Genisleme Raporu), AP’nin genisleme konulu Genel Kurul toplantısında kabul edilmistir. 
15 Nisan 2003: Türkiye-Avrupa Birligi Ortaklık Konseyi’nin 42. toplantısı Lüksemburg’da yapılmıstır. Toplantıda Avrupa Birligi tarafı Türkiye’ye gözden geçirilmiş Katılım Ortaklıgı Belgesi’ni sunmustur 
24 Temmuz 2003: 2003 yılı Katılım Ortaklıgı Belgesi ısıgında güncellestirilmiş olan Avrupa Birligi Müktesebatının Üstlenilmesine liskin Türkiye Ulusal Programı yürürlüge girmistir 
5 Kasım 2003: AB Komisyonu Türkiye’nin üyelik yönünde attıgı adımları siyasi, ekonomik ve müktesebat uyumu kriterleri açısından degerlendiren 2003 Türkiye lerleme Raporunu ve Strateji Belgesi’ni yayınlamıstır 
17-18 Haziran 2004: Türkiye’nin reform sürecinde gösterdigi ilerlemeleri takdirle karsıladıgını belirtmistir. 2004 yılı sonunda gerçeklesecek Zirve toplantısın da,Komisyonun Türkiye için hazırladıgı ilerleme raporu ve tavsiye kararlarına dayanarak, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirdigine karar vermesi durumunda, Türkiye ile katılım müzakerelerine gecikmeden baslanacagı teyit edilmistir. 
6 Ekim 2004: Avrupa Komisyonu, 2004 Türkiye lerleme Raporu ve rapora baglı tavsiye belgesini yayımladı. Söz konusu belgelerde Türkiye’nin siyasi kriterleri gerekli ölçüde karsıladıgı belirtilerek, birlige katılım müzakerelerinin baslatılması tavsiyesinde bulunuldu. 
15 Aralık 2004: Parlamenter Camiel Eurlings tarafından hazırlanan Türkiye Raporu Avrupa Parlamentosunun Strazburg'ta yaptıgı toplantıda kabul edildi. Avrupa Parlamentosunda yapılan oylama sonucu 407 evet, 262 hayır ve 29 çekimser oy çıktı. 
16-17 Aralık 2004: AB Devlet ve Hükümet Baskanları Konseyinin Brüksel'de yapmış oldugu Zirve Toplantısında Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini müzakereleri açmak için yeterli ölçüde karsıladıgına karar verildi ve 3 Ekim 2005 tarihinde müzakerelere baslaması öngörüldü. 
29 Haziran 2005: Avrupa Komisyonu, 2005 yılı içinde Türkiye’ye yönelik olarak hazırlanması öngörülen belgelerden, “Türkiye çin Katılım Müzakereleri Çerçevesi Taslagı”nı açıkladı. Taslakta, müzakereleri düzenleyen genel ilkeler, müzakereler in içerigi, müzakere prosedürleri ve müzakere baslıklarına iliskin taslak liste yer aldı. 
3 Ekim 2005: Lüksemburg'ta toplanan AB Genel sler ve Dış iliskiler Konseyi, Aralık 2004 tarihinde AB Devlet ve Hükümet Baskanları Toplantısı Sonuç Bildirgesinden aldıgı yetki ile Türkiye ile AB'ye üyelik müzakereleri çerçeve belgesini onayladı. 
9 Kasım 2005 : AB Komisyonu, 2005 Türkiye ilerleme raporu, Strateji Belgesi ve yenilenmiş katılım belgesini (KOB) onayladı. AB Komisyonu ilerleme raporunda öncelikle raporun kapsadıgı dönemde Türkiye’de gerçeklesen siyasi ve ekonomik gelismeler ayrıntılı bir sekilde ele alındı. 
17 Ocak 2006: Türkiye Cumhuriyeti ile Katılım Ortaklıgında Yer Alan lkeler, Öncelikler ve Kosullara liskin Konsey Kararı" 17 Ocak 2006 tarih ve 15671/05 sayı ile kabul edildi.53 

Yukarıda sayılan temel metinler dısında Avrupa Birligi Türkiye iliskilerini düzenleyen daha bir çok belge bulunmaktadır. Bu belgeler arasında göreceli olarak önemli gördügümüz temel belgelere kısaca degindik. 

52 Alaeddin Yalçınkaya, “AB Raporlarında Fırat-Dicle ve srail”, Vatan Gazetesi, 3 Kasım 2006. 
53 http://www.abgs.gov.tr/tur_ab_iliskileri_dosyalar/tur-ab_iliskileri_kronoloji.htm 

Ancak burada belirtilmesi gereken bir husus var ki; Avrupa Birligi yukarıda adı geçen belgelerde Türkiye’nin sınır asan suları olarak Fırat ve Dicle nehirleri suyunun kullanımı ve paylasımı konusunda 2003 katılım ortaklıgı belgesinde konuya iliskin olarak ilk kez bir degerlendirme de bulunmustur. Avrupa Birligi’nin bu konuda ilk kez 2003 yılı ilerleme raporunda bir degerlendirmede bulunmasının sebebi ile iliskili olarak su ön bilgiyi vermekte fayda var: Su kaynaklarının paylasımı sürecinde çıkacak savaslara iliskin senaryoların genellikle Ortadogu’da önemli savaş ve barış süreçlerinin yasanmakta oldugu dönemlerde gündeme getirilmesi, bu meselenin gerek küresel gerekse 
bölgesel aktörler tarafından bölge-içi dengeleri etkilemek için kullanılan, diplomatik manipulasyona uygun bir potansiyel çatısma alanı olarak 
yorumlandıgını ortaya çıkarmaktadır.54” 

Bu varsayımdan hareketle, kanımızca ABD’nin Irak devletine yönelik yapmış oldugu II. Körfez harekatı sonrası bölgede siddetlenen güç ve hakimiyet savaslarının da bunda büyük payı vardır. Zira; Avrupa Birligi, ABD ile girdigi Ortadogu’da güç ve hakimiyet savasında, bölge için hayati önem arz eden su meselesinde en büyük aktör olarak ipleri elinde tutmak suretiyle güç dengesi saglayıp bölgede söz sahibi olma çabasına girmistir. Avrupa Birligi adaylıgı sürecinde Türkiye’ye Fırat ve Dicle nehir sularının kullanımı ve paylasımı konusunda yön tayin ederek hem güçlü bir bölgesel aktör, hem de srail ve ran gibi iki sorunlu ülkenin de su yönetimine katılmasını saglayarak; çözümü imkansız görünen Ortadogu su sorununu çözüp, bölge ülkeleri üzerinde güven ve otorite tesis etmeyi amaçlamaktadır. Birligin politikasını netlestirmek açısından, 

Türkiye’nin sınırasan sularına yönelik dogrudan veya dolaylı olarak hüküm içeren Avrupa Birligi belgelerine maddeler halinde kısaca deginmekte fayda var: 

a. 14 Nisan 2003 Türkiye Katılım Ortaklıgı Belgesi 

AB, ilk olarak 14 Nisan 2003 tarihli Türkiye Katılım Ortaklıgı Belgesi’nde çevre baslıgı altında sular konusuna deginerek, Türkiye’nin, AB Çerçeve Su Direktifi (SÇD) ve AB’nin taraf oldugu uluslararası sözlesmeler (Su Çerçeve Direktifi, Sınırasan Su Yollarının Korunması, Kullanımı ve Uluslararası Göllere liskin Sözlesme, Sınırasan Boyutta Çevresel Etkilerin Degerlendirilmesi Sözlesmesi)55 Oysa Türkiye, AB’nin atıfta bulundugu sulara iliskin üç sözlesmenin hiçbirine taraf degildir. 

54 Ahmet Davutoglu, Stratejik Derinlik -Türkiye’nin Uluslar arası Konumu, Küre Yayınları, stanbul, 2001, s.337-338. 
55 Accessıon Partnershıp Wıth Turkey,14 April 2003. 

Katılım Ortaklıgı Belgesine karsılık olarak Türkiye’nin hazırladıgı Ulusal Program56 da sözlesmelerin tam üyelikle birlikte degerlendirilecegi belirtilmisti. Baska bir deyisle sorun ileri bir tarihe bırakılmıstı. 

b. 06 Ekim 2004 Etki Degerlendirme Raporu 

03 Ekim 2005’te kabul edilen Müzakere Çerçevesi Belgesi57 AB Komisyonu’nun 06 Ekim 2004’te sundugu Etki Degerlendirme Raporuna atıf yapıyor.58  
Bu Etki Raporu’nda Ulusasırı konular baslıgı altında su ifadeye yer verilmisti: “Ortadogu’da su önümüzdeki yıllarda giderek artan biçimde stratejik bir konu haline gelecektir. Türkiye’nin AB’ye katılımıyla beraber su kaynaklarına ve altyapılarına (Fırat ve Dicle nehirleri havzaları üzerindeki barajlar ve sulama sistemleri, srail ve ona komsu ülkeler arasında su alanında sınır ötesi isbirligi) uluslararası yönetimin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir.” 

Bu degerlendirmede iki nokta dikkat çekiyor. 

Birincisi, Türkiye’nin görüsünün aksine olarak Fırat ve Dicle ayrı ayrı havzalar olarak gösterilmiş ve bu havzalarda sınır asan boyutta entegre havza yönetimi konseptinin benimsenmesi geregi vurgulanmış 

İkincisi ise; bu konseptin uygulanması Türkiye’nin Avrupa Birligi’ne katılımı ile dogrudan iliskilendirilmistir. 


c. 15 Aralık 2004 Avrupa Parlamentosu İlke Kararları 

16-17 Aralık 2004 tarihinde yapılan Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirgesi59’nin 21. maddesi aynen söyledir:” Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu tarafından 15 Aralık 2004 tarihinde kabul edilen kararı not etmektedir.” Avrupa Konseyi’nin atıfta bulundugu Avrupa Parlamentosu 

İlke Kararları’nın 60    42. maddesi GAP ve su sorununa iliskindir ve aynen söyle der. ”Bölgesel istikrarın gelistirilmesine ve komsularla iyi iliskiler kurulmasına devam edilmesi kapsamında, Türkiye’nin komsu ülkelerin, özellikle Atatürk Barajı’nın insa edilmesi sonrasında su akımının önemli ölçüde azaldıgı Irak ve ran’ın asagı Mezopotamya bölgesindeki su ihtiyaçlarına karsı daha duyarlı olmasını ve Suriye’nin de dahil oldugu komsu ülkelerle, Türkiye’den dogan ve bu ülkelere akan nehirlerdeki suyun adil ve esit dagıtımının saglanması konusunda çalısma gruplarının olusturulmasını ister 61 

56 Avrupa Birligi Müktesebatının Üstlenilmesine liskin Türkiye Ulusal Programı, 2003/5930, 23 Haziran 2003. 
57 Negotıatıng Framework Principles Governing The Negotiations, 12823/05, Brussels, 3 October 2005. 
58 Issues Arısıng From Turkey’s Membershıp Perspectıve 6 October 2004. 
59Presidency Conclusions Of The European Council, Brussels, 16238/1/04, 16/17 December 2004.
60 Katılıma Dogru Türkiye’nin lerlemesine Dair 2004 Tarihli Avrupa Komisyonu’nun Tavsiyesi ve Düzenli Raporu Hakkında Avrupa Parlamentosu lke Kararı, P6_TA-PROV ,0096, 2004. 


Bu ilke kararında Avrupa parlamentosu 2004 etki degerlendirme raporuna paralel olarak meseleyi çok aktörlü bir sorun olarak gördügünü, bu aktörlerden Irak ve Suriye’nin haricinde ran ve üstü kapalı bir sekilde Suriye’nin Komsusu olan İsrail devletinin de katılımıyla ortak bir çalısma grubu olusturularak meseleye uluslararası yönetim anlayısı içerisinde barısçıl bir çözüm getirilebilecegi tavsiyesinde bulunmaktadır. Ancak, kanımızca; bu ilke kararında bugüne kadar Fırat ve Dicle nehirlerinin sularının paylasımı konusunda taraf olmamış olan ran ve srail gibi iki ülke de soruna dahil edilerek, çözümden ziyade çözümsüzlük tetiklenmistir. 

d. 09 Kasım 2005 Türkiye lerleme Raporu ve Katılım Ortaklıgı Belgesi 

Kasım 2005’te yayınlanan ilerleme Raporu62 ve Katılım ortaklıgı belgesi nin63 çevre bahsinde yer alan ifadeler ise su sekilde olmustur. ‘Çerçeve Su direktifi ile Avrupa Toplulugunun taraf oldugu uluslar arası sözlesmeler dogrultusunda, sınırasan sular alanında isbirliginin gelistirilmesine devam edilmesi.’64 

Yukarıda özetle Avrupa Birligi ile müzakere sürecinde Türkiye’nin çözmesi gereken bir sorunu olarak görülen; Fırat ve Dicle nehir sularının Türkiye ve komsuları arasındaki paylasımına dair yakın geçmiste resmi belgelerde AB’nin ortaya koymuş oldugu yaklasımını vermeye çalıstık. 

Gerek 06 Ekim 200465 tarihli lerleme raporunun çevre baslıgı altındaki degerlendirmeleri, 09 Kasım 200566 tarihli ilerleme raporunun 27 nolu müktesebat faslı ve gerekse, 09 Kasım 200567 Katılım Ortaklıgı Belgesi'ndeki ifadelere ve yaklasıma bakıldıgında; Türkiye'deki su kaynakları, kullanım, yönetim, kirlilik, çevre gibi konulara deginilip sınırasan sular alanında Toplulugun taraf oldugu Uluslar arası anlasmalar çerçevesinde isbirligi ve çözüm önerilirken, Etki Raporu'nda tamamen farklı bir bakış açısı, anlayış ve öneri görülmektedir. 

61 http/www.belge.net., Avrupa Parlamentosu lke Kararı Md. 42. (15 Aralık 2004 Tarihli Oturumda Kabul Edilen Metin)02.11.2006.62
http://www.tsrsb.org.tr/NR/rdonlyres/178F1B9F-99D9-4458-B2CBECF714F85909/1091/2005 İlerlemeRaporu.pdf 02.11.2006. 
63 http://www.mfa.gov.tr/NR/rdonlyres/5E459993-FDC9-49D5-BC1A-E9C10718DA40/0/KOB.pdf 
64 http//www.belge.net.Avrupa Komisyonu Türkiye lerleme Raporu, Brüksel, 2005. 02.11.2006. 
65 http://europa.eu.int/comm/enlargement/report_2004/pdf/tr_recommendation_en. 02.11.2006. 
66 http://europa.eu.int/comm/enlargement/report_2005/pdf/tr_recommendation_en. 02.11.2006. 
67http://www.tsrsb.org.tr/NR/rdonlyres/178F1B9F-99D9-4458-B2CBECF714F85909/
1091/2005 lerlemeRaporu.pdf 02.11.2006. 


e. 09 Kasım 2006 tarihinde yayınlanan Türkiye İlerleme Raporu 

Son olarak 09 Kasım 2006 tarihinde yayınlanan Türkiye lerleme Raporunda da Çevre faslında konuya deginilmis, Türkiye’nin Su Çerçeve Yönetmeligiyle uyumlastırma ve özellikle Üye Ülkelerle sınırasan su isbirliginin gelistirilmesine yönelik olarak gerekli adımların atılmadıgı68 belirtilerek AB’nin bu konudaki ciddiyeti ve hassasiyeti tekrar vurgulanmıstır. 


4 CÜ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR..