YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 12
Terörizmin Temel Kaynakları Nelerdir?
Türkiye kendisini geçmişte en azından dört ayrı türde terörizmin kurbanı olmuş görmektedir: Marksist-Leninist terör; aşırı sağ milliyetçi terör (ülkücüler);
etnik Kürt sol ayrılıkçı terör (PKK) ve radikal İslamcı terör.
Türkiye’de İslamcı terörizm, son tahlilde siyasal veya toplumsal bir sorun değil, büyük ölçüde kolluk bir sorundur, bu yüzden de, yönetilebilir bir meseledir.
Öteki Müslüman ülkelerin büyük çoğunluğu içinse aynı şey söylenemez. Ağustos 2005’te yapılan bir kamuoyu yoklaması Orta Doğu’daki terörizmle alakalı
sorunlar konusunda ilginç bir Türk yaklaşımı açığa çıkarmıştır: Katılımcıların yüzde 91’ine göre Usame bin Ladin bir teröristtir; yüzde 75’ine göre el-Kaide
Müslümanları temsil etmemektedir; yüzde 86’sı ise 11 Eylül saldırılarını hoş görmemektedir.
Küresel terörizmin yayılmasına dünyada hangi aktörün öncülük ettiği sorulduğunda, yüzde 54’ü George W. Bush’un, yüzde 22’si Ariel Şaron’un adını verirken, sâdece yüzde 17’si bin Ladin’in adını vermiştir.
Türkiye, Kürt gerillalarının esasen “bir Kürt denizinde yüzdükleri” Kürt milliyetçisi PKK şiddetine son verme konusunda son derece kararlıdır. Ankara bütün devletlerden PKK’nın-özellikle Avrupa’dakileri olmak üzere-bütün siyasî ve medya faaliyetlerini kısıtlamasını istemekte, Washington’dan da Kuzey Irak’taki her türlü PKK varlığına karşı harekete geçmesini beklemektedir.
Ankara belirli bâzı konularda Washington politikalarından hiç hoşnut değildir ve şunlara inanmaktadır:
* Irak’taki savaş, bölgedeki Türk çıkarlarına zarar vermekte, Kürtleri bağımsızlık yönünde teşvik etmekte, ülkenin parçalanma sürecini hızlandırmakta ve nihayet
tüm bölgeye yayılan yeni bir radikal İslamcı terörizm merkezi yaratmaktadır;
* Washington Irak’ta PKK sorununu çözmek için ciddi ölçüde gayret sarf etmektedir;
* İran’a yönelik ABD politikaları, Türkiye’nin İran enerji arzına erişimini büyük ölçüde karmaşık hale getirmekte, sâdece İran milliyetçilğini ve Batı’ya karşı direniş
ruhunu yoğunlaştırmaya hizmet etmekte ve oradaki şahinleri güçlendirmektedir;
* Washington Türkiye’ye yeterince saygılı davranmamakta, Türkiye’nin kendi güvenliği ve çıkarları üzerinde büyük etkisi olacak başlıca stratejik ve askeri eylemler konusunda Türkiye’ye ciddi olarak danışmamaktadır;
* Washington’un İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız destek politikaları, sürekli olarak Filistin sorununu içinden çıkılmaz hale getirmekte.
Sonuç olarak, AKP’nin Washington ile ilişkisi yoğun karmaşık duygular içermektedir. AKP, bir yandan daha bağımsız bir Türk dış politikası ve geniş anlamda iyi komşuluk politikasından yanadır.
Öte yandan ise AKP içinde birçok kişi, Washington ile arasındaki nazik ilişkilerin korunmasının, Türk ordusu tarafından iktidardan uzaklaştırılmasına karşı, AKP’nin temel sigorta politikası olduğuna inanmaktadır-yâni, Washington’un, harekete geçmesi için orduya yeşil ışık yakmasını engellemek istemektedir.
İronik biçimde AKP, kendisine “Amerikan Partisi” etiketi yapıştıran milliyetçi hareket tarafından, CIA marifetiyle dümeni Türkiye’ye çevirerek, bölgede “ılımlı İslam’ın yayılma stratejisinin parçası olmak gibi cidden ağır bir saldırıya maruz kalmıştır. Her ne kadar “ılımlı İslam” terimi, askerleri İslamcı tehlikenin örtbas edilmesi olarak çileden çıkarsa da, muhtemelen bugün AKP Washington’a karşı Türkiye’deki diğer siyasî unsurların çoğundan daha ılımlıdır.
Her halükarda, çoklu yeni bölgesel ve küresel faktörler Ankara’nın bütün ilişkilerindeözellikle de Washington’la olan ilişkilerinde-ciddi bir değişime kapı aralamakta, Washington’un giderek daha fazla rahatsız olacağı ama bu konuda pek de fazla bir şey yapamayacağı, yeni bir Türk stratejik hesabı ortaya çıkmaktadır.
Kısım III
Türkiye’nin Gelecek Yörüngesi
Türkiye’nin Geleceğiyle İlgili Dış Politika Senaryoları
Ankara, gelecekte bir noktada muhtemelen şu üç kuşatıcı dış politika alternatifinden birini seçecektir:
* Başlıca önceliği Amerika Birleşik Devletleri ile olan jeopolitik ilişkisine vereceği, Washington-merkezli bir dış politika,
* AB üyeliğinin önceliğine dayanan Avrupa-merkezli bir dış politika,
* Bakış ve eylem bağımsızlığını vurgulayan, öteki güçleri de içeren geniş bir yelpazede işbirliği ve stratejik etkileşimleri dengeleyen ve de güçlü bir Avrupa
ve Orta Doğu bağı olan Ankara-merkezli bir dış politika.
Washington-Merkezli Bir Politika
Aşağı yukarı altmış yıldır birçok faktör, Türkiye’yi Washington-merkezli bir dış politikaya yöneltmiştir: Sovyet tehdidi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın genel zayıflığı, ABD’nin dünya hakimiyeti gerçeği, Avrupa’nın emperyal kamburuna kıyasla Washington’un tarihi kamburunun nispeten az olması ve Türkiye’nin Doğu ve Güney ile ciddi bir ekonomik bağının olmaması.
Ancak bugün çok şey değişmiş durumdadır:
* Sovyetler Birliği maziye karışmıştır, Türkiye artık Rusya ile önemli bir yeni ilişki geliştirmektedir.
* Bölgedeki ABD müdahaleciliği, bugün Türkiye’nin seçeneklerini nahoş derecede sıkıştırmaktadır.
* ABD bölgesel politikaları ve çıkarları giderek Türkiye’ninkilerden ayrışmaktadır.
* Diğerlerinin yanı sıra Rusya ve Çin, ABD tek-kutupluluğuna ve algılanan hegemonik emellerine karşı alternatif bir güç dengesi yaratmak üzere harekete geçmiştir.
* Herkesle iyi komşuluk ilişkileri hedefleyen uzun dönemli stratejik kaymasının sonucu olarak, Türkiye’nin artık bölgede bir “düşmanı” yoktur.
Bu önemli kaymalara rağmen, gelecek Türk dış politikası için Washington-merkezli bir yönelim hâlâ mümkün görünmektedir. Ancak böyle bir yönelimin devam edebilmesi aşağıdaki faktörlerden birçoğunun var olmasını gerektirmektedir:
*Türkiye’ye karşı yeni ve önemli bir bölgesel güvenlik tehdidinin yükselmesi,
*Türkiye’nin AB üyeliğinin Avrupa Birliği tarafından açıkça reddedilmesi, AB’nin öngördüğü koşulların yerine getirilmesi sürecinde Türkiye’nin Avrupa’dan ciddi biçimde dışlanması veya, pek muhtemel olmasa da, AB projesinin tümden çökmesi,
*Türkiye’nin, askeri modernizasyon konusunda kendisine yardım etmesi için ABD’ye yönelmesi-özellikle de cazip başka bir askeri malzeme tedarikçisinin olmaması halinde.
*Şu noktalarda ısrar eden ılımlı Kemalist bir düşüncenin yeniden dirilmesi:
(1) Türk güvenliğinin başlıca doğal dayanağı olarak Washington ile yakın bağlar kurulması,
(2) Savunmacı bir güvenlik temeli dışında Türkiye’nin Orta Doğu’nun işlerine ciddi düzeyde karışmasına ilişkin yeni bir ideolojik ret. Böyle bir senaryoya Türkiye’deki İslamcı siyasî kazanımların ordu tarafından bastırılması eşlik edebilir. Aşırı İslamcı siyasî ilerleme, İslamcı politikaların ciddi biçimde başarısız olması veya bölgede saldırgan İslamcı rejimlerin ortaya çıkması, böyle bir duruma neden olabilir.
Avrupa-Merkezli Bir Politika
Türkiye’de esas itibariyle yönünü Avrupa’ya doğru çevirmiş yeni bir stratejik yönelim, aşağıdaki koşulların çoğunun mevcut olmasını gerektirecektir:
* Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne entegrasyonu doğrultusundaki tedrici ilerlemenin devam etmesi.
* Üyeliğin elde edilmeye değer bir ödül olması için, Avrupa Birliği’nin genel olarak başarılı gözüken evrimini sürdürmesi.
* Türk siyasetinde AB karşıtı güçlerin ciddi biçimde zayıflaması.
* Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin yüksek düzeyli ekonomik ve askeri ihtiyaçlarını karşılayabilmesi.
* Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin Orta Doğu’da aktif rol oynamasını memnuniyetle karşılaması.
Her ne kadar Türk ilgisinin sağlam şekilde Avrupa’ya doğru kayması, Washington ile belirli alanlarda iyi ilişkiler kurulmasını dışlamasa da, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile sağlam bir ilişki içinde olması durumunda Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkiler arka koltuğa râzı olmak durumunda kalacaktır.
Esasen halihazırda Türkiye, ekonomik anlamda Avrupa ile zâten derin şekilde irtibatlı durumdadır. Örneğin 2004 yılında Türkiye’nin en büyük altı ihracat ortağından beşi AB üyesiydi; ABD yüzde 7.7’lik payı ile üçüncü sırada yer alıyordu. Dolayısıyla birçok ekonomik trend, zâten Türkiye’yi Avrupa-merkezli bir politikaya doğru götürmektedir.
Ancak Hill ve Taşpınar’ın belirttiği gibi “İlginçtir ki, Türkiye içinde aynı zamanda AB karşıtı bir siyasî ve ekonomik lobi de bulunmaktadır ve bu lobi, Rusya ile gelişen ticarete bakarak, Türk ekonomisinin bütün ticaret politikasını AB ile mevcut gümrük birliğine endekslemek yerine, Rusya, İran, Çin ve Hindistan gibi ülkelerle serbest ticarete gitmesinin daha iyi olacağını ileri sürmektedir.”
Türkiye’nin AB üyeliği hedefinin şu andaki seyri yavaş, inişli-çıkışlı ve endişe vericidir; Türkiye bir ayak diremeyle karşı karşıyadır ve Fransa örneğinde görüldüğü gibi, üyeliğine açıkça karşı çıkılmaktadır; bütün bunlar da Türkiye’de AB karşıtı bir tepki doğurmaktadır.
Ankara-Merkezli Bir Politika
Ankara-merkezli bir yönelim, dış politikada kendine güvenen, maksimum bağımsızlık arayan, Doğuda ve Batıda, Kuzeyde ve Güneyde geniş bir dünya devletleri kümesiyle pozitif ve aktif ilişkiler geliştirilmesine dayalı yeni bir yaklaşımla nitelenebilir.
Bağımsız bir Türk dış politikasının entelektüel ve kavramsal temelleri sistematik biçimde ancak son zamanlarda Türk bilim adamı ve AKP’nin dış politika başdanışmanı Ahmet Davutoğlu tarafından ortaya konmuştur. Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” kavramı, özellikle Türkiye’nin dış politikalarını çeşitlendirmeye gitmesi ve bütün devletlerle ilişkilerini derinleştirmesi gereği üzerinde odaklanmaktadır. Bu sayede Ankara’nın büyük güçlerin hegemonyasına karşı kırılganlığı da azalacaktır.
Davutoğlu’nun henüz (İngilizceye) tercüme edilmemiş Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu adlı eseri Türkiye’nin stratejik konumu hakkında belki de şu ana kadar yazılmış en sistematik, detaylı ve kapsamlı vizyondur.
Davutoğlu’nu eleştirenler kendisini birçok konuda zayıf tarihsel okumalar yapmakla suçlamaktadırlar, ancak kitabın önemi, bir dünya tarihi olmasında değil; itici gücü ve geniş kapsamlı vizyonunda yatmaktadır.
Birçokları, Türkiye’ye tarihteki yedi büyük dünya imparatorluğundan birinin mirasçısı olarak atıfta bulunduğu için, Davutoğlu’nun görüşünü “neo-Osmanlı” olarak betimlese de kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını aşan ve Türkiye’nin tarihsel bağlarını ve menfaatlerini Asya, Afrika ve Batı’ya uzatan, çok daha geniş bir vizyon barındırmaktadır.
Davutoğlu, örneğin Asya gibi Türklerin tarih boyunca üzerinde yürüdükleri jeopolitik eksenlerin restore edilmesinden bahsetmektedir. Türkler, Doğu Asyalı/Orta Asyalı kökenleri ve oradaki Türki dünyanın varlığı nedeniyle geleneksel olarak o bölge ile derin ilişki içinde olmuşlardır.
Davutoğlu Rusya ve Çin ile Türkiye arasındaki devletten devlete önemli ilişkilerin, Türkiye’nin bu zor durumdaki Müslüman azınlıklara yardım etmesiyle uyuşmadığının farkındadır, ancak bu, Türkiye’nin bir uzlaşma yolu bulması gereken sorunlardan biridir, özellikle söz konusu gruplarla olan tarihsel bağları dikkate alındığında.
Davutoğlu’na göre, Rusya ve Çin yönetiminde Orta Asya bölgesinin güvenlik ve kalkınmasına çalışan Şangay İşbirliği Örgütü’ne üye olmaya çalışmak Türkiye’nin tamamen yararınadır. Davutoğlu’nun vizyonu aynı anda hem bağımsız, hem milliyetçi, hem İslami, hem Pan-Türkist, hem küresel, hem de Batılıdır; asıl mesele, söz konusu çeşitli ilgileri belirli politikalarla birbirine entegre etmektir.
Davutoğlu’nun stratejik vizyonu hiç kuşkusuz mevcut AKP dış politikası üzerinde büyük etki yapmıştır, fakat AKP dışındaki düşünürlerden direniş görmektedir, ki bunlar arasında dış politikada benzer bir maksimum esneklik ve bağımsızlık isteyen Kemalistler ve solcular da vardır.
Sedat Laçiner’in Stratejik Vizyonu
Gazeteci, bilim adamı ve Ankara’daki Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun direktörü olan Sedat Laçiner Orta Doğu’da bağımsız bir Türk dış politikası için alternatif bir gündem öne sürmüştür.
Laçiner’e göre:
* Türkiye stratejik ihtiyaçlarını karşılamak için Amerika Birleşik Devletleri’ne, İngiltere’ye veya İsrail’e dayanamaz. Bu güçler sâdece bölgeyi karıştırmakta dırlar; Türkiye’nin sorunlarına gerçek çözümleri yoktur ve Türkiye’nin çıkarlarını zedelemektedirler. Sonuç olarak Türkiye, yalnız yürümelidir;
Osmanlı geçmişi bunun için gereken donanımı sağlamaktadır.
* Bölgede, sâdece hükümetler arasında değil, aynı zamanda Orta Doğu halkları arasında da iletişim ve diyalog genişletilmelidir; ki bu halkların görüşleri dünya liderleri tarafından pek duyulmamakta veya bilinmemektedir.
* Türkiye kuraklık, sulama, tıbbi hizmetler, eğitim ve silahsızlanma gibi ortak sorunlar konusunda çalışan daha fazla sayıda ikili ve çok taraflı bölgesel organizasyon kurmalıdır. Gerçek anlamda bir “bölgesel zihniyet” beslenmelidir.
* Türkiye bölgesel ekonomik entegrasyon için çalışmalıdır.
Sonuç
Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı yeni, daha bağımsız bir Türk politikası düşüncesi ve rasyoneli şimdiden epeyce yol almış durumdadır ve Türk toplumunun derinliklerine doğru nüfuz etmektedir.
Dahası, bu tür bir politika izlenmesine ilgi gösteren taraf, yalnızca AKP değildir, bu ilgi Türk siyasî yelpazesinin öteki pek çok unsuru tarafından da paylaşılmakta dır.
* Kemalist sol, büyük güçlerin Türkiye ve bölge üzerindeki emellerine geleneksel olarak hayli kuşkuyla yaklaşmıştır. Tarihi Sevr Antlaşması’na kadar geri gitmekle birlikte, bugün de ABD niyetlerinden kuşku duymakta; mevcut ABD eylemlerinin Kürtleri ve İslamcıları güçlendirmek, Türkiye’yi zayıflatmak ve ABD’ye boyun eğdirmek üzere tasarlandığını düşünmektedir. Kemalist sol hâlâ ordu ile de bağları olan, önemli ve sesi çok çıkan bir ideolojik azınlığı temsil etmektedir.
* Kemalist ana akım ise Amerika Birleşik Devletleri hakkında çok karmaşık duygular beslemektedir. Bir yandan ekonomi ve güvenlik bakımından Birleşik Devletler ile iyi ilişkiler içinde olma gereğinin farkındadır, ama diğer yandan ABD’nin kendi çıkarlarının ne olduğu ve ABD’nin gerektiğinde kendi çıkarları uğruna Türk çıkarlarını feda etmeye hazır olduğu konusunda bir yanılsama içinde değildir. Bu grup Washington’la mümkün olduğu ölçüde seçici işbirliğini koruyacak, ancak çıkarların ayrıştığına dair en küçük bir işarete karşı dahi ihtiyat halinde olacaktır.
11 Eylül’den beri bizzat ABD politikaları tarafından büyük ölçüde ABD’ye mesafeli hale getirilen bu baskın elit grup içinde ABD’ye karşı fazla bir ideolojik
duygusallık yoktur.
* Türk ordusu güvenlik bakımından ABD’ye değer vermekte, bu ilişkinin pratik faydalarını tehlikeye atmak istememektedir, ancak ABD’nin niyetleri ve stratejik emelleri konusundaki genel Kemalist güvensizliği paylaşmaktadır. Her ne kadar ABD anahtar bir silâh tedarik kaynağı olarak önemli ise de, ordu aynı
zamanda tehlikeli biçimde ABD’ye bağımlı kalmaktan kaçınmak için silâh kaynaklarını çeşitlendirmek istemektedir.
* Türkiye’nin katı milliyetçileri, ABD niyetleri konusunda Kemalist solun kuşkularını hararetle paylaşmaktadırlar ve Milliyetçiler Irak’ta ABD rolüne karşı oldukça olumsuz bir tavır almakta ve Washington’un Türkiye’nin bağımsızlığını ve direniş gücünü kırmak için Kürtleri ve İslamcıları desteklediğine inanmaktadırlar.
Milliyetçiler İslamcılardan hoşlanmasalar da, Batı’nın niyetlerinden kültürel açıdan hazzetmeme konusunda onlarla ortak yanları vardır.
ABD ve AB’nin Türkiye’de demokratikleşme ve liberalleşmeye destek vermesi, Türk siyasetinde İslamcıların konumunu doğrudan sağlamlaştırmaktadır.
Türkiye için birbirinden farklı Avrasya geleceklerine bakarken her üç grup da en azından Batı’ya güvenmeme noktasında ortaktırlar.
* Milliyetçiler Avrasya’da Pan-Türki bağlara vurgu yapma eğilimindedirler, bundan dolayı da Rusya ve Çin’e karşı soğukturlar.
* Ancak milliyetçilerin çoğu aynı zamanda gerek Osmanlı dönemi gerekse İslamöncesi dönem olsun Türkiye’nin geçmişteki büyüklüğüyle gurur duyma konusunda İslamcılarla paralel düşünür; çoğu kez-etnik açıdan Araplar ve Farslara yukardan baksalar bile-İslam’ı Türk kimliğinin önemli bir unsuru olarak görürler. Milliyetçi yönelim, dinî mülahazalardan ziyade esas itibariyle etnik mülahazalara dayalıdır.
* Katı biçimde seküler milliyetçiler (“ulusalcılar”-MA) bir yandan Batı’ya güvenmezken aynı anda İslam’a karşı da derin bir güvensizlik besleme bakımından Kemalist kampa katılmaktadırlar. Osmanlı dönemine saygıları yoktur, bunun yerine İslam-öncesi Türk geçmişini bağırlarına basarlar. Sovyet sonrası dönemde Avrasyacı bir yönelimde Rusya’nın merkeziliği, sözü edilen bu laikçiler arasında, özellikle de orduda, en kuvvetli şekilde destek görme eğilimindedir.
* İslamcılar Avrasya’ya bakmakta ama İslami bağların ve Orta Doğu unsurunun önemine vurgu yapmaktadırlar. İslamcıları Avrasyacı Türklere yaklaştıran şey, Pan- Türkizmden çok, İslamdır; ancak İslamcılar Türk tarih ve geleneğine ilişkin bir ulusal gururdan da yoksun değildirler.
Fethullah Gülen düşüncesinde bu önemli bir faktördür. Ilımlı İslamcılar önemli siyasî ilişkiler arasına Batı’yı kolaylıkla dâhil ederler, ancak Batı, kimlik ve yönelimlerinde merkezi bir yer işgal etmez; Batılı bağlar bir pragmatizm meselesi ve Türkiye’nin Batı kulübüne dâhil olmasını “sağladığı” için bir gurur vesilesidir.
Kısaca, giderek daha bağımsız hale gelen bir Türk dış politikası Türkiye’de bugün en güçlü dinamiktir ve yerel, bölgesel ve küresel olaylar tarafından da geniş ölçüde desteklenmektedir.
Sonuç: Washington Ne Yapabilir?
Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’ne ve mevcut politikalarına karşı yaklaşımını ciddi biçimde değiştirebilmek için, muhtemelen ABD politikalarının çoğunun değişmesi gerekecektir. Özellikle de yüksek-etki doğuracak üç politika değişikliği söz konusudur ki bunlar derhal Ankara’nın dikkatini çekecektir:
* Kısa dönemde, Kuzey Irak’taki PKK varlığını ortadan kaldıracak ve oradaki Kürt hükümetini bölgeyi PKK güçlerine kalıcı olarak kapatmaya zorlayacak kararlı bir ABD hamlesi, Türk-Amerikan sürtüşmesinin yakın ve duygusal kaynaklarından biri üzerinde önemli bir etki yapacaktır.
* ABD, ilişkilerinin kötü olduğu ülkelerle irtibata geçmek suretiyle, başkalarına gözdağı vermekten ve ters tepen kapışmalara girmekten vazgeçmek suretiyle,
İran’la formel diyaloga girmek ve Suriye ile ilişkileri iyileştirmek suretiyle, bölgedeki tansiyonu azaltmaya yönelirse, Ankara bu tür bir ABD girişimine olumlu tepki verecektir. Halihazırda, ne yazık ki Washington, İran ve Suriye ile ilgilenme bağlamında az sayıda havuç, çok sayıda sopa kullanmaktadır
.
* Ankara Filistin sorununa bir çözüm bulunmasına yönelik çabalara olumlu tepki verecektir, özellikle de haklı şikayetleri olan Filistinlilerin ve Müslümanların çoğunluğu tarafından adil olarak algılanacak bir çözüm arayışına.
Washington’un bu politikalardan herhangi birini gerçekten değiştirmeye istekli olup olmadığı, açık bir sorudur. Değiştirmemeyi seçerse elde kalan tek seçenek,
Türk kaygılarını izale edecek yollar keşfetmektir. Daha özelde, Amerika Birleşik Devletleri’nin, Türkiye ile mevcut birlikteliklerinin değerini Ankara’yı fayda-maliyet dengesini yeniden hesaplamaya sevk edecek şekilde yükseltmesi gerekecektir.
Amerikan ve Türk çıkarları aynı olmayabilir, ama Türk kaygılarının ciddiye alınması gerekir; sâdece nezaket olsun diye değil, Türkiye’nin gerçekten de söyleyebileceği ve katkıda bulunabileceği değerli şeyler olabileceği için.
Sonuçta, Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgesel meselelerde-kendine özgü, zemini sağlam, meşru ve de bölgede aktivist bir devlet olarak-Türkiye ile yakın temas halinde olmayı ihmal etmesi, çeşitli Arap devletlerine danışmayı ihmal etmesinden çok daha pahalıya mal olacaktır. Her ne kadar dost Arap idarecilerinin görüşleri, Washington’un kulağına, çoğu zaman dobra dobra söylenen Türk görüşlerinden daha hoş gelse de, söz konusu Arap idareciler çoğu kez ürkektirler ve kendi halklarının görüşlerini temsil etmemektedirler, dolayısıyla bölgenin halet-i ruhiyesine ilişkin güvenilir bir ölçü değildirler.
Türk-Amerikan İlişkilerinin Bölge Üzerindeki Etkisi
Türkiye’nin Orta Doğu’da önde gelen bir bölgesel oyuncu olma konusunda büyük bir potansiyeli vardır, özellikle de bölgeye ve bölge halklarına karşı yeni bir ilgi ve kaygı göstermeye başladıkça.
Ankara’ya gösterilen saygı, bağımsız bir güç olarak algılanma düzeyi ile neredeyse tam bir doğru orantı halinde artmaktadır. Örneğin Irak’ın işgali konusunda Türkiye’nin Washington’a “Hayır” demiş olmasının sembolik anlamı, Orta Doğu’nun Türkiye’ye duyduğu ilgi ve saygıya muazzam derecede katkıda bulunmuştur.
Bugün Türkiye’nin Müslüman dünya ve Rusya’daki şöhreti, Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar iyidir. Görünür derecede bağımsız olan bir Türkiye, Arap dünyasına belirli politika reçetelerinin savunusunu yapacak olursa, eski sıkı Batı yanlısı Türkiye’ye kıyasla daha büyük bir dikkatle dinlenecektir.
Hem Doğu hem de Batı dünyasına gerçek anlamda uzanan bir Türkiye, Doğu için de Batı için de değerli bir varlık olacaktır.
Gelecek ne getirirse getirsin, bir şey kesindir: O eski, öngörülebilir ve sadık Amerikan müttefiki olan Türkiye artık tarihe karışmıştır.
Sonsöz
Bugün kamuoyunun geniş ölçüde desteklediği Türk hükümetinin, bütün komşularıyla iyi ilişkiler kurmayı hedefleyen, Orta Doğu ve Avrupa’yı ilgilendiren sorunlarla çok daha içli dışlı, her zamankinden daha bağımsız bir dış politika yönünde derinlemesine ve güvenle ilerlemesi muhtemeldir. Bu, Türkiye’nin geleceği açısından iyiye işarettir. Her ne kadar bu süreç, Washington’un “müttefik” bir Türkiye’ye sâhip olduğu o eski güzel günleri aramasına sebep olabilirse de, yeni Türkiye, aslında, gerek kendi çıkarlarına ve gerekse bölgenin genel istikrarına muhtemelen daha iyi hizmet edebilir. Eminim ki münevver Amerikan gözlemciler, demokratik süreci güçlendirip derinleştirmiş, sorunlu ve çalkantılı Orta Doğu bölgesinde bir istikrar abidesi olan böyle bir yeni Türkiye’nin varlığını takdir edeceklerdir.
KAYNAKÇA
Yeni Türkiye Cumhuriyeti Yükselen bölgesel aktör Graham E. Fuller
Çeviren:
Doç. Dr. Mustafa Acar
1. Baskı olarak 2008 Mart ayında
4. Baskı olarak 2008 Mayıs ayında/Sistem Matbaacılık
***