cezaevleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cezaevleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Aralık 2018 Pazartesi

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 18

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 18


Derken büyük bir hışımla içeriye, 4–5 adam girdi. Bay Sfenks'te bunlar arasında
bulunuyordu. Aldılar beni, ilk önce zemin kata çıkardılar, sonra sola, daha sonra,
birkaç adım atıldı ve 20–25 merdiven çıkıldı. Çıkılırken, eğil-kalk v.s. gibi komutlar veriyorlardı. Bunlar manevi baskı yöntemleriydi. Çünkü kollarımı tutanların hareketlerinden benimle beraber eğilmedikleri anlaşılıyordu. Kör olmanın kendine özgü duygulan olmalıydı.

Ayaklarımdaki prangalar, tangur tungur bir ahşap döşemede ses çıkarıyordu ki,
durduruldum. Doğrusunu söylemek gerekirse, bundan önceki aşağılık
uygulamalardan pek heyecan duymamıştım. Şimdi kalbim 60'tan 100'e fırlamış gibi çarpıyordu. Bir süre öylece tutuldum. Tok bir ses:
- "Gel bakalım Talat Turhan" diyordu. "Bir ucu kuvvet komutanlarına, bir ucu
İstanbul'un en karanlık batakhanelerine kadar dayanan, Türkiye'deki bütün şiddet hareketlerinde ve soygunlarda parmağı olan adam."
İstanbul'un namlı kabadayılan arasına yenisini ekliyorlardı. Hoş biz ölsek,
cenazemize ne "Bakan" ne de "başkaları" çelenk gönderirdi. (13) Ama herhalde
onlardan iyi bilemezdim. Yeni gangster yaratıyorlardı. Fakat ucu Kuvvet
Komutanlarına dayalı olanlarını. Her halde başka türlüsü de vardı. (14)
Birkaç adım attırıldım ve bir iskemleye oturtuldum. Sağ ve sol omzuma birer namlu dayanmıştı. Konuşan ses devam etti:
"- Nerede olduğunu biliyor musun?"
"- Hayır," dedim tabii.
"- Burası Genelkurmay Başkanlığına bağlı Kontrgerilla örgütü."
Anlamıştık ama bizde de biraz kurmaylık vardı. Türk Silahlı Kuvvetlerindeki
değişiklikleri, emekli olmama karşın izlerdim.
Emekli olduktan sonra böyle bir örgüt kurulmadığını biliyordum TSK'yla organik
ilişkim kopmamıştı. Çünkü bir seferberlik halinde Kurmay Yarbay rütbesi ile emir
aldığımda, 48 saat içinde 15. Kolordu İstihbarat Şubesindeki görevime katılacaktım.
"Sefer Görev Emri" cebimde duruyordu. Seferde Türk Silahlı Kuvvetleri'nde görev alacak olan ve geçmişinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin şerefini temsil eden bir kişi olarak, işkenceye tabii tutulmuştum. Yapanlar ve yaptıranlardan tarih önünde hesap sormak Türk Silahlı Kuvvetleri'ne düşer... Bu örgütü, Anayasa, kurulu düzen ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin örgütlenmesi ile karşılaştırdım. Yasa dışı bir Sağ Cunta'nın amacına hizmet için kurulduğu kanısına vardım.
Acaba bilerek mi yapılıyordu bu kavram karışıklığı? Genelkurmay ile Orgeneral
Memduh Tağmaç'ı eş anlamlı mı tutuyorlardı? Acaba bu yasa dışı gizli örgütün lideri, Tağmaç mı diye düşündüm. Nasıl olurdu. O, böyle tertipler içinde bulunabilir miydi? Muhtıradan önce, Demirel hükümetinin desteğinde ve yanında bulunan Tağmaç, nasıl olmuştu da onun hükümetine karşı muhtıra vermişti? Ve sonra nasıl olmuştu da, Demirel'in istemleri paralelinde Anayasa değişiklikleri yapılması için, aynı Tağmaç, Erim hükümetini zorlamıştı. (15)
Tabii bir anda aklımdan geçen bu sorulara, gerçekçi yanıtlar verebilmek olanaksızdı. Buna karşın, gerçek olan da, bu gizli örgütte Genelkurmay Başkanlığı'nın adının kullanılması idi.

Meçhul kişi konuşmasını sürdürdü:

"Hasan Cevahir was a patron. He made his fortune and acquired his influences as a profiteer in the heroin business. (Hasan Cevahir bir patron idi. O eroin işinden yararlanarak servetini ve etkinliğini kazandı).
Sunay'larla Oflu Hasan ailesinin yakınlığını bilmeyen kalmamıştı ve de İşkenceci'ler Sunay ve ekibine hizmet ediyorlardı. Tabii bu ekibin iç ve dış bağlantıları da vardı. Bizi sorgulayacak olanlar işte bunlardı... Tüm bunları bildiğim içinde, 16 Haziran 1973 günkü duruşmadaki sorgumda: "İstanbul
Mafyası olarak nitelenen tertipçilerin ta Sunay Çankaya'sına kadar uzanan delillerini...........tertipçilerin yüzüne fırlatacağım" diyordum. (Duruşma Tutanağı: s,39)

—Ben Albayım..." (16)
—"Burada, Anayasa, kanun falan geçmez..." arkasından küfürler savurdu ve
devamla:
—Harp esiri muamelesine tabi tutulacaksın."
Oysa harp esirlerine, Uluslararası Cenevre Anlaşması hükümlerine göre davranılırdı.
Buradaki muamele çok daha ağırdı aslında...
Ben, kendi yurdumda, kendi insanlarımca esir alınmıştım. (17)
Politik tutkuları ve iktidarı ellerinden kaçırmamak için beni tehlikeli sayan bir çete elinde rehine olduğumu kabullenmek daha doğru olurdu.
Bu barbarlığı, tüm yetkili organlara, Türk ve dünya basınına, ve insan hak ve
hürriyetlerine ilişkin çaba gösteren dünyanın tüm örgütlerine duyururum.
Daha sonra, Türkiye'nin iç ve dış durumuna ilişkin bir panoroma çizildi. Benim gibi, jeopolitik ve jeostratejiyi iyi kötü bilen bir kimse için bunlar pek yavandı. Ama zorunlu olarak Albayı(!) onayladım. Tartışılacak yer değildi burası. Eğer güçleri yeterse, Ankara'dakiler bu örgütün gerçek niteliğinin ne olduğunu öğrenirler. Ama (Le Monde) adresini verdi Ocak 1973'lerde. Bu köşkte yapılanlar ise, ülke sınırlarını aşmış yılın aktüel konusu olarak batıda 236 kitaba konu teşkil etmişti. Yetkililer yalanlamaya devam ededursunlar...
Sonra bir başka ses söze karıştı:
-"Burası Cibali Karakolu değil" diyordu. "Komandolarımız adamın hamurunu
çıkartırlar." o sırada tak tuk sesler oldu odada... Komandolar(!) emre hazır olduklarını bildiriyorlardı herhalde...
Bay Albay, sözü yeniden aldı:
-"Suçlarını söyledim, istersen bir daha söyleyeyim" diye devam etti. "Faruk Gürler, Muhsin Batur, Kemal Kayacan ile senin ve arkadaşlarının
kudaslarının tüm ilişkilerini, 12 Mart'ın nasıl yapıldığını, Taksim soygununu nasıl
yaptırdığını, bütün örgütlerle olan ilişkilerini, bunların içinde bulunan bütün
tanıdıklarını, evinde yapmış olduğun toplantılarda vermiş olduğun soygun ve
patlatma direktiflerini, 84 sanıklı davayı nasıl arzu ettiğiniz yöne çevirdiğini, Milli
Birlikçilerle cunta irtibatını, Boğaz Köprüsünü nasıl havaya uçuracağını, bir günde 300 generali nasıl öldüreceğini... Şimdi sana kalem kağıt vereceğiz, bütün bunları aşağı inip odanda yazacaksın."

Masaya oturduğum zaman zorla bir su içirtmişler bu arada bir-şeyler koklatmışlardı. Burnumdaki rahatsızlık nedeniyle pek koku almazdım. Fakat bu öylesine bir kokuydu ki, ben bile hissetim. Kıpırdanmak olanaksızdı. Malum: Gözler, bilekler ve eller ve de ayaklar bağlı idi. Namluların uçlarını omuzlarımda hissediyordum. Birden bayılmıştım. Ne kadar öyle kaldım bilmiyorum. Bunun bir narko analiz olup olmadığından da haberim yoktu. Ancak yüzüme vurulan sayamadığım kadar çok sayıda tokatla kendime geldim.

Bay Albay:(!)

-"Numara yapma ulan." diyordu.
Bütün vücudumun yanmakta olduğunu ve bir ter boşaldığını hissediyordum.
Kendime gelmem için biraz beklenildi. Bay Albay emir verdi:
-"Hepiniz dışarı çıkın" diye.
Bay Albay'ın sesi daha yumuşaktı şimdi:
-"Bak Talat, ben senin eski bir arkadaşınım. Ne de olsa senin fenalığını istemem.
Örgüt seni öldürme kararı aldı. Ben seni kurtarmaya çalışacağım. Bana yardımcı ol." dedi ve birden sertleşti:
-"Komandolarımız adamı haşat etmek için hazır bekliyor. Şunu da söyleyeyim ki, ben seni sevdiğim için başkalarının vurmasına dayanamadım. Onun için suratına ben vurdum. Sakın üzülme..."
Dışarıdakiler, patır patır içeri girdiler ve namlular omuzlarımdaki yerini buldu.
Sonraları gerçekten anlayacaktım ki, bu adam, beni çok iyi tanıyordu. Bu iki başlı bir tanıma idi. Söylediği anıların bir kısmı Çocukluğum ve gençliğime ait olanlar idi... MİT adamın çocukluğunu bilmezdi. Meçhul kişi, anamı babamı da tanıyor gibi rol yapıyordu. Sorgudan önce bu amaçla hazırlık yapmıştı18 sonra bir zaman gelecek:
-"Sen 1959'da İskenderun’da Saray Lokantası’nın önünden geçerken bir gün de
burada biz yemek yiyeceğiz demedim mi?"
Diye soracak ve anlayacaktım ki; MİT o zamanlardan beri, benimle ilgilenmeye
başlamıştı.

Böyle bir cümle kullanıp kullanmadığımı anımsamam olanaksızdı. Ama bir gerçek
vardı. Demek ki 1959'larda ben Kurmay Binbaşı olarak, Saray Lokantası'nda yemek yiyebilmek maddi olanağına sahip değildim. Derken Bay Albay söze devam etti:
-"Şimdi sana kağıt kalem vereceğiz, suçlarını bize yazacaksın." İçirilen ilaç nedeniyle gerçekten kişiliğimde bir farklılık hissediyordum. Dışarı çıkarıldım. Aynı yöntemle odama getirildim. Oyunun birinci perdesi bitmişti.
Beccaria diyor ki: "Bir adama, hakimin hükmünden önce suçlu gözü ile bakılamaz. Ortada suç ya vardır, ya yoktur. Varsa o suça ancak kanunun tespit ettiği ceza verilecektir ki, bu takdirde işkence faydasızdır. Şayet suç yoksa bir masuma eza ve cefa etmek, müthiş bir vahşet olmaz mı?"
Şimdi ben ne yapacaktım? Yazacağım yazılar 5 Temmuz 1972 sabahına yetişecekti.
Fakat ben bildiğiniz gibi, bu odada zaman kavramını yitirmiştim.
Masaya oturdum ve yazmaya başladım.
Bileklerim, ayrıntılarını açıkladığım biçimde zincirlenmiş ve kilitlenmiş, sızım sızım sızlanmaya başlamıştı. Aradaki kilidin fazla geldiğini hisseder olmuştum. Ve böyle elim zincirli olarak bana yükletilen tüm uydurma suçlamalar için bir şeyler yazacaktım.
Peki, neyi, nasıl yazmalıydım? Aslında işkencecilerin senaryolarına göre benden
istenilenler belirli bir baskı içinde açıklanmıştı.
Varsayalım ki, bütün bu suçlamaların bir kısmı gerçek ve ben bunları kabulleniyorum.
Gerçek olmayanlar için, kalem gücüme göre inandırıcı birer senaryo  uydurmalı idim.
Peki, henüz ayaklarından başka hiçbir kısmı yapılmayan Boğaz Köprüsü'nü nasıl
tahrip edecektim?

İktidar kavgası için kurban olarak seçildiğimi anlamıştım. Anti emperyalist ve Tam Bağımsızlıkçı inançlarımdan korkanlar ve emperyalist uşağı kodamanlar kinlerini tatmin için, bir daha belimi doğrultamamacasına bir darbe indirmek istiyorlardı bana. Hiçbir sonuç alamazlarsa, attıkları çamurla Türkiye'nin
geleceğinde söz sahibi olmamı engellemek istiyorlardı. "At bir çamur, yapışmazsa bile lekesi kalır" sözü vardı ya. Vicdanen müsterih ve kendimden emin olmanın huzuru içindeydim. Balık üzerinde nasıl su durmazsa, bize atılan çamurlar da ne yapışır, ne de iz bırakırdı. Fakat buradan nasıl kurtulacaktım? Beterin beteri vardı. O sıralarda aydınlanmamış üç olay olmuştu. Büyükada'da kendini asan iki kişi ile bavul cinayeti ve sabotaj olayları... Bunların da faili olabilirdim onlarca...

Hatta beni mafya lideri gibi, uluslararası şöhrete ulaştırmak istiyorlardı bunlar...
"Boğaz Köprüsünü havaya uçuracak adam" diye.

Sonraları ceza ve tutukevinde benim gibi(!) bu işin birçok isteklisi olduğunu öğrenerek üzüldüm doğrusu. Köprü provokasyonu suçlamasının tekelini elimden kaçırdığım için... Çünkü Köprüyü havaya uçurmak isteyenlerin sonu gelmiyordu.
Bir gün gazeteler, "Köprünün 400 metreden atılan füzelerle havaya uçurulacağım"

İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığınca 23 Kasım 1972 tarihinde yapılan brifinge
dayanarak açıkladılar. (19)

El elden üstündü. Anarşistler füze imal etmişti fakat keratalar akıllarını iyiye
kullanmıyorlardı. Mısır'ın kendi füzesi vardı. "El Nasır" derlerdi adına, Mısır'lı benim füzem var diyebiliyordu. Bize ise, büyük dost ve müttefikimiz verirse alırdık. Bazen verdiklerini geriye aldığı da olurdu. Böyle, hem verici, hem de alıcı dostumuz(!) vardı.

Küba krizi sonucu Türkiye'ye sorulmadan Kennedy-Kruşçev'le pazarlığa oturmuş,
Türkiye adına da karar vermişti. Dostlukta böyle şeyler olurdu(!) Jüpiter füzeleri geri çekilmişti. (20) Daha sonra Edward Kennedy yazdığı anılarında bu olaydan söz edince Türk kamuoyu gerçeği öğrenmişti...

"Tam Bağımsızlık" ilkesini Atatürk ortaya koymuş ve uygulamıştı.

Ama şimdi komünistler sahip çıkmıştı... NATO'cular CENTO'cular, TOTO'cular artık
"Tam Bağımsızlık" istemiyorlardı. Onlar dünün Amerikan mandacılığını milliyetçilik diye ulusa yutturmaya çalıyorlardı.

Bizim füzecileri alıp, milli füzemizi yaptırmak ne kadar isabetli olurdu değil mi?
Füzeciler ortaya çıktığı için, biz köprü işinden kendimizi kurtarmış sayıyorduk ki,
Savcının iddianamesi elimize geçti. Gördük ki gençliğin "En Büyük Devrimci Eylemi" olacak nitelenen bu iş gene bizim üstümüzde kalmış.
Gönlümüz isterdi ki, tüm savcıların sıfatı Cumhuriyet Savcısı olsun ve de teminatı bulunsun. Fakat bizim Savcının sıfatı "Sıkıyönetim Savcısı." İyi ama Savcı, sıkıyönetim komutanından daha mı iyi biliyordu bu işleri? Herhalde öyle ki, iddianamesi ile komutanı yalanlıyordu.
"Ya Yüksek Mahkemenize sunulan bu iddianame doğrudur, ya da İstanbul
Sıkıyönetim Komutanlığınca yapılan 23 Kasım 1972 tarihli açıklama."
Nerede kalmıştık? İşkenceciler tarafından suçlandığım konularda, yönlendirme ve baskı yapılarak odaya indirilmiş ve masa başına oturtulmuştum. Gelen, verilen kağıt kalemle görevimi yapmalıydım. Bileklerim zincirli olarak, yeni bir yazı yöntemi bulmam gerekiyordu.
Bu düşünceler içinde kıvranırken, bodrumun koridorunda bir şarjör mermi boşaltıldı.

Patlamalar, ahşap, köhne köşk içinde yankılandı...

Bu silah tehdidi de, bütünüyle bana yönelikti. Çünkü bir defa daha aynı tarzda
davranıldığının tanığı olacaktım.
Yazmaya başladım, işi uzatıyor, nöbetçi baktıkça yazar gibi yapıyordum. Çünkü
burada oturmak, yatmaktan daha iyi idi. Bir şeyler karaladım.
İçeri, Bay Yüzbaşı girdi. Her halde bu yoklama idi. Tuvalete gitmemin ne kadar güç bir iş olduğunu anlamıştım.
—Yüzbaşım, sizden bir dileğim var." dedim. Ve ekledim; "Ben prostat hastasıyım (21) sık sık tuvalete çıkarım. Bunun için mümkünse bir plastik kabın, bedeli karşılığı alınmasını istirham ediyorum" dedim.
Bay Yüzbaşı:
—Peki" dedi.
Rahatlamıştım. İşkence köşkünde kopardığım ilk ödündü bu. Şu anda hiçbir şey beni bu ölçüde mutlu edemezdi. Çünkü kapıda nöbet tutan Mehmet'in ilkel hakaretinden, kendimi kurtarıyordum bir anlamda.
İcabında ötekini bir iki gün tutardı insan. Bu suretle de Mehmet'le ilişkiyi en azına indirmiş oluyordum.

Kap geldi. İnsan bazen nelere sevinebiliyordu. Yazı yazmaya başladığımda, 2. katta bulunan işkence odasındaki sesler, inilti halinde geliyordu. Odadan ormandaki hayvanlarda belki benzerine rastlanan insan çığlıkları yükseliyor ve komşu odalardan iniltiler duyuyordum. Kapıların çarptırılması, oda kapılarına süngü ve tekme ile vurulması ise değişmeyen yöntemlerdi.
Yazdıklarım bana göre bitmişti. Ne yazdığımın da gerçekten farkında değildim. Ama şu kadarını biliyordum ki, orda bulunduğum süre içinde el yazımla yazdığım bu notlarda, gene Türkiye'nin sorunlarını kendi bakış açımdan dile getirmeye
çalışmıştım. Ve sanırım, bunların meraklı okuyucuları da çıktı.
Yorulmuş ve uyumuştum. Tabii sırt üstü... Fakat soğuktan titriyordum. Tarih 4–5
Temmuz 1972 gecesi olmalıydı.
Ertesi gün yazdıklarımı alıp götürdüler. Anladığıma göre, sabah ve akşam bir-iki kişi yoklamaya geliyordu. Bunların hepsinin sivil kişiler olduğu anlaşılıyordu. Aralarında çok temiz yüz hatları olan kişiler görüyor ve şaşırtıyor dum.
Benden daha irice, aklaşmış saçlı, bir Bay Yarbay vardı. Gözlerine renkli numaralı gözlük takıyordu. Efendi ve terbiyeli bir adama benziyordu. Bir gün bana, işlerinin idari olduğunu, sorgulama işi ile ilgisi olmadığını açıklamak gereğini duymuştu.
Herhalde ima yoluyla bir şeyler anlatmak istiyordu. Bir başkası, gene alaburos tıraşlı, kır saçlı, ufak tefek efendi bir insandı. Merhametli görünüyordu. Yaptığı işten pek memnun değildi görünüşe göre.
Daha başkaları da vardı, bu idareci personel içinde. Odama girdiklerinde hepsini
görüyor ve tanıyordum. Bugün de onları tek tek teşhis edebilirim.
Fakat sorgulama yapan Bay Albay, Bay Yarbay, Bay Binbaşı'yı görmek mümkün
değildi. Onlar, kendilerini nedense gizliyorlardı. Bir müddet sonra, gene birkaç kişi içeri girdi. Bay Yüzbaşı, Bay Sfenks'te vardı içlerinde. Pamuk ve bantlı gözlükten nereye gideceğimi anlamıştım. Bilinen yöntem ile yukarı çıkartıldım ve oturtuldum.
Bay Albay söze başladı:
-"Bize hikaye anlatıyorsun. Kül yutturmaya çalışıyorsun. Örgütümüz bütün Türkiye'ye hakim, bilmediğimiz tek şey yok. Bak sen akıllı bir Kurmay'sın. Şimdi sana şablon da vereceğiz, sorularımızı yeniden cevaplandıracak sın."
Kendilerinden bana yardımcı olmalarını, suçlamaların soyut olduğunu ve somut
sorular şeklinde sorgulama yapılması dileğinde bulundum.
Gene o, ikinci ses: "Burası Cibali Karakolu değil" diyordu. Nedense Cibali Karakolu ile çok zora vardı; aklını bir kere takmıştı...
Bay Albay devam etti:
-"Ya Talat Turhan, sen Kontrgerilla Örgütünü uyuyor mu sanıyorsun? Bu memleketi size mi bırakacaktık? Bizi bırakın da, rahat rahat memleketi idare edelim."
Bu sözleri ancak bir "Faşist Cunta" yetkilisi söyleyebilirdi. Gerçekten anlaşılıyordu ki, çeşitli güçlerden oluşturulan ve cuntalaşan bir örgüt, İstanbul'u ve belki de Türkiye'nin bir kısım bölgelerini kontrol altına almıştı. Benim kanıma göre, bunlar ister subay, ister MİT elemanı, ister polis görevlisi isterse sivil olsunlar, bu örgüt içinde, sıfatlarını yitirirler ve örgüt hiyerarşisine göre sıralanırlardı. Bu bir "Faşist Cunta" idi ve gerçekten Anayasa'yı, tebdil ve tağyir fiilini işleyen ve işleten, bir gizli örgüttü; tıpkı "Halaskar zabitan grubu" gibi. Bu gizli örgütün baskılan ile Anayasa durmadan değişiyordu. (22)
Bence, (23) bu gizli örgütün iktidar olmaya yönelen bir hedefi olduğu anlaşılıyordu. Bu amaçla insanlara işkence yapılıyor ve gereksinme duydukları bazı " itiraf nameler " alınıyordu. Ben de seçilen bu insanların önde geleni sayılıyordum onlarca. Kuşkusuz sahte Albay, Yarbay, Binbaşı kendi
başlarına bu tertiplere girmiyorlardı. Başlarında Generalleri olmalıydı. O generallerin de dayandığı güçler vardı. Ve belliydi ki, onlara kendi kendilerine rütbe verip bu işlerin Türk Silahlı Kuvvetleri adına yapıldığı izlenimini yaratıyorlardı.
Bizce olayın en korkunç yönü buydu.
Bay Albay devam etti:
-"Bizim burada 21 kurmayımız var." diye.
Biz ayrılalı, kurmay görevleri çeşitlenmişti herhalde... Tüm kurmaylarımızın
bilgilerine... Kurmayların ismini de işkenceciler kullanarak yıpratıyorlardı. Gerçekten de burada her şey vardı, her istenilen bir saniyede bulunuyordu. Kıdem sıra kitapları,
General, Amiral albümleri, kişilere ait dosyalar v.s. Bu bina elbette MİT'e aitti. İşkenceciler içinde de MİT görevlileri bulunuyordu. Ancak bu kişiler MİT İstanbul Bölgesi Başkanı Turan Deniz'in denetiminden çıkmışlardı. 
Tümg. Memduh Ünlütürk  yönetiminde Org. Faik Türün hiyerarşisi içinde çalışmaktaydılar. Bazı sorularla, beni istedikleri doğrultuda ikrara zorluyorlardı.
Direndiğim de, omzumdaki namlular daha sertçe basılır gibi oluyordu. Gene ilaçlı su içirilmiş ve burnuma bir şeyler koklatılmış tı.
Tanıdığım kimselerin bir kısım itiraflarında söz ediliyor:
-"Enayiliğin anlamı yok, herkes her şeyi söyledi, bilmediğimiz tek şey yok. Bak işte filanın ifadesi, bak ne diyor. Başkalarının ifadesi de belli. İstersen bu adamları getirelim buraya, konuşsunlar senin yanında."
Gibi sözler sarf ediyorlardı.
Israrla Orgeneral Faruk Gürler, Orgeneral Muhsin Batur, Oramiral Kemal Kayacan ile olan ilişkilerimden, 12 Mart'tan söz ediyorlar ve bu konudaki örgütsel çabalarımın ne olduğunu öğrenmek istiyorlardı.
Özellikle, 84 Sanıklı Dava'da Mahkemeye nasıl etki yapıp, davayı çökerttiğimi
soruyorlar, bu konuda da bazı kişilerin ifadelerinden bölümler okuyorlardı. Ve Taksim Soygununun direktifim altında yapıldığını söylüyorlardı.
Artık çok ileri gitmiştim. Benimle uğraşacak halleri mi vardı? Bileklerim bağlı iken yazamadığımı, mümkünse yazı yazarken kilidin Çözülmesini rica ettim. Ama bu istek kabul edilmedi.

Odama gönderilirken, baskılar devam ediyordu. Masa başına oturdum. Kağıtlar ve kalem yine gelmiş, bu defa şablon da vardı. Çünkü anlatırken unuttum; işkencecilere göre bir sıfatım vardı. "İstanbul ve Trakya bölgesi komutam" diye. Şimdi kuvvet dökümünü de benden istiyorlardı.
Çoğu kez yazdıklarım yine Türkiye'nin hayatî sorunlarını içeriyordu.
İlk yemek, 48 saat sonra 5 Temmuz akşamı verildi. Bu iki küçük dilim ekmekle, 1/4 porsiyon nohuttu. Gece yine soğuktu. Rutubet aynı rutubetti, işkence sesleri devam ediyordu, nöbetçiler acımasız kontrollerinde hiç sektirmiyordu insanı. 6 Temmuz 1972 günü sabah kahvaltısı 3 tek zeytin, bir küçük dilim ekmekti. Bundan sonra yemekler hep böyle öldürmeyecek kadar verilecekti. Zeytin 3–6–9 adet olarak değişiyordu.
Kahvaltıda bazen pek küçük bir parça peynir ile bir küçük dilim ekmek veriyorlardı.
Hiç unutmam bir gün, akşam yemeği olarak 50gram ekşimiş karpuz ile bir küçük dilim ekmek verilmişti.
Hani rejim yapanların işine gelirdi burası. Yeni bir zayıflama türü keşfetmişlerdi. İnsan yerinden kıpırdamadığı halde zayıflıyordu. (24)

1 Ağustos 1972'de, Selimiye'deki Asayiş Bölüğüne geldiğimde, bel kemerim yasak diye alındı. Kemersiz pantolonumu elle tutup ancak yürüyebiliyordum. Sonra eve gönderip 12cm daraltılmasını istedim. 12cm göbek, kaç kilo eder bilemem tabii. Ama iyice zayıflamıştım.
6 Temmuz 1972 günü bilinenlerin dışında yeni bir şey olmadı. Bütün gün sırtüstü
yatmak durumundaydım. Sıkıldıkça el kitabını okuyordum. Tabii bu arada,
yazdıklarımı alıp götürdüler. Ama bütün gün işkence sesleri, derinden derine geldi.

Bu korkunç sesler bir insan için ıstırapların en büyüğü idi.
7 Temmuz 1972 günü, sabahleyin sorguya götürmek için geldiler ve yukarı
çıkarıldım. Bay Albay:
-"Sen artık çok ileri gittin. Bize gene kül yutturmaya kalkmışsın" dedi.
İkinci adamın tekerlemesi değişmiyordu:
-"Burası Cibali Karakolu değil." diyordu.
Sorgular, sorgular. Hep aynı tehditler... Nihayet anlaşılmıştı. Komandolara görev
düşüyordu. Esasen Komandolar vatani görevleri yapmak için bekliyorlardı(!)
-"Yatırın şu adamı", emri verildi.
Ellerimin kilidi açılıp kollarım serbest bırakıldı. Sonra başladı meşhur falaka sahnesi...
Bütün dünyam yıkılmıştı sanki o anda. Mahvolmuştum. Komandolar şevkle görev
yapmaya devam ediyorlardı. Bu işkence ne kadar devam etti, bilemezdim tabii.
O anda neler söylediğimin farkında değilim. Ayaklanma indirilen sopa darbelerinin acısını artık duymaz olmuştum.
Birden "Cibali Karakolu"nu pek çok seven ses haykırdı.
-"Burası cami değil ulan!" diye. İşkence durdu.
-"Biz adamı konuşturmasını biliriz. Daha dur bakalım, bu gördüğün hiçbir şey değil.
Komandolarımız adamın hamurunu çıkarırlar." gibi sözler söylendi. Konuşup
konuşmayacağım yeniden soruldu.
O sırada Bay Albay'ın sesi duyuldu:
-"Sana işkence yapılmasına dayanamadığım için dışarı çıkmıştım, yazık ediyorsun kendine."
Bay Albay'a; yaptıklarından utanmaları gerektiğini söyledim ve öldürülmemi istedim.
Bunu eğer kendileri yapmayacaklarsa intihara hazır olduğumu bildirdim. Arzu edildiği şekilde mektup bırakmaya da razıyım dedim.
Yanıtı:
-"Biz adamı ne zaman öldüreceğimizi biliriz." oldu.
Daha sonra, benden istenilenlerin biraz daha açılmasını ve yardımcı olunması
dileğimi yineledim.
Benden önce gözaltına alınan, bazı tanıdığım kişilerin ifadelerini okudular.
Anlaşılıyordu ki, aynı koşullar altında, gerçek olmayan bu itirafları almayı başarmışlar ve bu ikrar nameleri doğrulama mı istiyorlardı.
Bu arada, yeni bir suçumu daha öğrendim: Gn. Sedat Kirtetepe'yi
Emniyet Genel Müdürlüğüne ve Gn. Nihat Aslantürk'ü İstanbul Emniyet Müdürlüğüne nasıl tayin ettirmiştik? (23)
-"Nihat Aslantürk Trabzonludur. Sunay tayin ettirmiş olabilir" dedim.
-"O bizim adamımız değil." yanıtını aldım.
-Hımmm...
Bir gerçeği daha anlamıştım ki; evime gelen polisler şeklen onun emrinde idiler, ama bu örgütün elemanı olarak görev yapıyorlardı...
O anda sanki hayatım anlamını yitirmişti; intihar etmeliydim. Ama bunu nasıl
yapabilirdim?
Bu açıklamalarımı, dün birisi gelip anlatsaydı kolay kolay inanmazdım doğrusu...
Ayaklarım şişmişti, yürüyemiyordum. Sürüklene sürüklene odaya götürüldüm.
Beş dakika sonra yine mermiler atılıyordu koridorda. Bu varan ikiydi. Hemen
sorgudan geldiğime göre, bu tehditler herhalde bana yapılıyordu.
Sakalım, uzadıkça uzuyordu, kokmaya başlamıştım. Taharet edemiyordum. El ve
ayak kemiklerim sızlıyor, rutubetin tüm olumsuz etkilerini hissediyordum. Sırtım yara olmuş olmalıydı ki, sızım sızım sızlıyordu.
Biraz sonra Bay Yüzbaşı girdi içeri. Bir şey yazacak düşünecek halde değildim.
Kalem kağıt getirmişti.
Ancak, yarın yazabileceğimi söyledim ve bir istirhamda bulundum.
-"Mümkünse çamaşır değiştirmek istiyorum" diye.
Ne de olsa insandı, halimi görüp üzülmüş olmalıydı. Yüz hatlarından
alkolik olduğunu sezinliyordum. Kalender olurdu böyleleri. Bir kere düşmüştü
buraya... Görev, görevdi...
Evden ayrılırken bir el çantası hazırlanmıştı. Bay Yüzbaşı bu çantayı getirdi. Tabii bu kadarı yetmezdi. Çamaşırlarımı değiştirmek için el ve ayaklarımdaki zincirlerin sökülmesi gerekti.
Önce ellerim çözüldü. Fanila değiştiriyordum ki, Yüzbaşı'nın gözü sırtıma takıldı.
Herhalde somyanın demir yaylarının, halka halka izlerini görmüştü.
Ayaklarımı çözüp, dışarıya çıkmak nezaketini gösterdi. İğrenç bir kilottu çıkardığım.
Çantamda bulunan tıraş makinesinden bir jilet çıkartıp, yattığım yerin sağında,
duvardaki sıva çatlağının içine yerleştirdim.
Bay Yüzbaşı içeri girmişti.
Eski çamaşırlarımı, çantama tıktım. Yüzbaşı el ve ayaklarımı zincirledi ve kilitledi...
Bu birkaç dakikalık serbestlikten ve isteğimin yerine getirilmesinden memnun
olmuştum.
Yanında iki Mehmet'te vardı. Biri çavuş olmalıydı. Bazen denizci elbisesi(26) bazen karacı elbisesi giyiyor, bazen de sivil giyiniyordu. Ordu'luydu sanırım. Soyadının Kara olduğunu tahmin ediyorum.
Yüzbaşı, birisine bit battaniye getirmesini emretti battaniyeyi iki kat yapıp, yayların üzerine konulmasını sağladı.
Bu arada, sırtım çok ağrıdığı için, yatak üzerinde oturup oturamayacağımı sordum.
İzin verdi. Fakat buraya belli bir saatten sonra Mehmet'ler hükmediyordu. Bu hususu garantilemek için:
-"Nöbetçiler müsaade etmiyorlar da" demiş bulundum.
Bu konuşmama, nöbetçi eri içerledi. Sanki kendisini şikayet ediyormuşum gibi geldi ona...
Bay Yüzbaşı, sürahideki suyu her zamanki gibi döşemeye serpti. Yaptığı iyilik yeterli idi. Rutubetin biraz daha artması için, sabah akşam bu rutin hizmet aksatılmıyor du. Her ne olursa olsun, işkence köşkünde bu kadar ilgi
insana yeter de, artardı bile...
Sonraları, aynı tezgâhtan geçen arkadaşlarımın öykülerini dinleyecek ve bunların
birer özel işlem olduğunu anlayacaktım.
Bay Yüzbaşı Mehmet'ten yeni su getirmesini istedi. Kızdığını anladığım Çavuş Kara, suyu biraz gecikerek getirdi.
Kapı tekrar kapanmıştı.
Şimdi vicdan muhasebesine sıra gelmişti. İntihar etmeli miydim, etmemeli miydim?
Jilet elimin altında idi.
İntihara karar verseydim, uygulaması oldukça zordu. Bileklerim bağlı idi, ellerimi
kullanamazdım. Yazı yazarken açmaya başlamışlardı ama o araya sığmazdı bu iş...
Çünkü Mehmet tetikte, iki dakikada bir durumu kolaçan ediyordu. İstanbul'un
elektrikleri sık sık kesilirdi ya, böyle bir anı beklemeliydim.
Sonra, intihar etmenin bir bakıma suçluluğu kabul anlamına geleceği ve bir dava
adamına yakışmayacağını, istençsizlik (iradesizlik) olduğunu düşündüm ve bu
saplantıdan vazgeçtim.
Tabii, bu o kadar kolay olmadı. Bu karan dört günde alabildim. Daha sonra jileti
tuvalete atarak yok ettim.
Sorgular sektirmeden her gün devam ediyordu. Tüm düşünsel gücümü toparladım ve bir durum muhakemesi yaptım:
Türk Silahlı Kuvvetlerinde iki grup Gn. Kur. Bşk.'lığı ve Kuvvet Komutanlıkları'nı ele geçirmek için kıyasıya bir çatışma içindeydiler. Bu kavgada benim, Orgeneral Faruk Gürler, Orgeneral Muhsin Batur, Oramiral Kemal Kayacan ve arkadaşları safında olduğum varsayılıyor, ilk önce ve en kolay hesabı görülecek adam olarak seçildiğim çok net biçimde anlaşılıyordu.
Arkadaşlık ve tanışma ilişkileri saptırılarak, seçilen kişilerden, her türlü işkence
yöntemleriyle beni suçlayan, aslı esası olmayan ifadeler almışlardı.
Benden istenilen bunların onaylanması idi. İlk evrede Org. Faruk Gürler'in
Genelkurmay Başkanı olmasını engellemek, daha sonra Org. Muhsin Batur ve Org. Kemal Kayacan ve yakınlarını temizleyip Türk Silahlı Kuvvetleri'ne tümüyle egemen olmak istiyorlardı. Ama tüm tertiplere karşın, Ağustos 1972 ortalarında Org. Faruk Gürler Genelkurmay Başkanı oluyor, "Rövanş almak" isteyenler Bomba Davası'nı kullanıp oyunlarına devam ediyorlardı.
Bunun için Emekli Tümgeneral Celil Gürkan'la olan arkadaşlığımdan yararlanmak
istiyorlardı. Beni Gürkan'a, onu ise diğerlerine bağlamayı planladıkları anlaşılıyordu.
Daha sonra bu kanımı doğrulayan olaylara tanık olduk.
Bunlardan önde geleni 24 Ağustos 1972'den sonra bu örgütün hiyerarşik ilişkisini yeniden düzenlediğini, Zihni Paşa Köşkü'nden Selimiye Ceza ve Tutuk evine gelenlerden öğrenmemdi.


BU BÖLÜM DİPNOTLARI.,

13. O dönemde ölen ünlü mafya babasının cenazesine gönderilen çelenkler ABD'de bile yankı uyandırmış hatta The Heroine Trail adlı kitaba fotoğraf konulmuştu, s.30.
14 Ağustos 1972'de Oflu Hasan ölmüş cenazesine Çalışma Bakanı katılmış ve zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın oğlu Dr. Atilla Sunay'da çelenk göndermişti. Cenaze resimleri basında yer aldı. Daha sonra Amerika'da 1974 yılında basılan The Heroin Trail adlı kitapta bu resme yer verilecek ve Oflu Hasan hakkında ilginç savlar öne sürülecektir, (s. 30-31).
15. Kurtul Altuğ, 12 Mart ve Nihat Erim Olayı.
16. Daha sonra bu kişinin Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ayrılmış uzun süre MİT'in Komünist masasında görev yapmış Top. Bnb. (E) Eyüp Özalkuş olduğunu saptayacak, ilk kez adını duruşma tutanağına geçirecek ve yetkililere duyuracaktım.
17. Sorgulayıcılar Esir Sorgulama Yöntemi olan "Teknik Sorgulama" yapıyorlardı. Bu amaçla onlar için işkence dahil her türlü tertibe başvurmak olağandı. Bomba Davası -Savunma 2'de (Ek–9) da örneğini sunduğum bir yüksek askeri okulumuzda okutulan İstihbarat Ders Notları'nı incelediğimde neden Kontrgerilla Gizli Örgütü'nce esir alındığımı daha iyi algıladım.
18. Bu yönteme Esir Sorgulamada Yakınlık Gösterme Usulü denilmektedir.
"Bu usulü kullanan, sorguya çektiği esire karşı arkadaşça davranır, ona ilgi gösterir, doğup büyüdüğü şehri söyler, oradaki gazino ve eğlence yerlerinden bahseder."
19. Daha sonra "Sabotaj Davası"nda Mahir Cayan ve Ömer Ayna imzalı bir mektup okundu:
"... Boğaz Köprüsü'nün bir ayağı da yakın gelecekte havaya uçacak, izin verirseniz onu söylemeyelim" Milliyet: 8 Haziran 1973, Son Havadis: 8 Haziran 1973, Tercüman: 8 Haziran 1973.
20. Türkiye'de konuşlandırılan bu füzeler hükümete haber verilmeksizin geri alındı... Tıpkı bugün İncirlik Üssü'nün kullanıldığı gibi...
21. İşkencecilerden ödün alabilmek için doğallıkla yalan söylüyordum. Çünkü burada tuvalete gitmek her seferinde ayrı bir işkence idi.
22. Bu nedenle yasal organlara sürekli yazılı olarak dilekçeyle başvurup bu Sağ Cunta'nın saptanılmasını istedim. Bugün de istemimi yineliyorum. İşlenen suç TCK 146/1'dir ve Af Yasası dışındadır.
23. Bu savımın doğruluğunun saptanılması için 12 Haziran 1973 günü mahkeme aracılığıyla Başbakanlığa, GKB'ye ve KKK'ya bir dilekçe verip Parlamento Araştırması istedim. Aradan 28 yıl geçti. Benden sonra TBMM'de aynı doğrultuda yapılan girişimler sonuçsuz kaldı. Anayasasında "Demokratik Hukuk Devleti" yazan Türkiye’de...
—1997 yılında yayınlanan "Ergenekon" -Devlet İçinde Devlet- (Can-Dündar, Celal Kazdağlı, İmge Yayıncılık) adlı kitapta işkenceci tosuncukların Pentagon'un hizmetindeki vatanseverlerden(î) oluştuğu yazıldı...
24. Zihni Paşa İşkence köşkünde bir ay misafir edilip daha sonra serbest bırakılan bir kişi zayıflama nedenini soran arkadaşlarına Faktürün(!) ilacı kullandığı söylüyordu. (Samim Akay, Yeni Gündem, sayı 40, 7–20 Şubat 1986). Çok kişi eczanelerde bu ilacı aramıştı. Oysa Samim Akay, Faik Türün isminden bu ilacı üretmişti(!)..
25. İstanbul Emniyetine Elrom'un öldürüleceği hakkında ciddi ihbar yapılmıştı. Bu ihbarlar üzerinde durulmamış ve olay gerçekleşmişti. Bu durumu incelemek için, o dönemde Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanı olan Adnan Çakmak görevlendirilmiş ve verdiği rapor sonucu, Elrom'un öldürülmesi'nde İstanbul Emniyeti'nin ihmali görüldüğü için, Em. Md. Muzaffer Çağlar, Emniyet 1. Şube Müdürü Ilgız Aykutlu v.b. görevden alınmışlardı. Adnan Çakmak arkadaşım olduğu için, işkenceciler kendi adamlarının görevden uzaklaştırılmasını bana bağlıyorlar ve bunun da intikamını almak istiyorlardı. Adnan Çakmak'ta bir bahane ile Zihni Paşa Köşkü'nde işkenceye alınmıştı...
26. Daha sonra Zihni Paşa İşkence Köşkü'nde görev yapan askerlerin çoğunun 1951 doğumlu olduğunu, Gölcük Donanma Üssü'nden Donanma Komutanı Amiral Kemal Kay acar? Tarafından burada görevlendirildiğini öğrendim. Amiral Kemal Kayacan aynı zamanda İstanbul Sıkıyönetim Komutan muaviniydi. Ama bu işkence köşkünde O'nun da aleyhinde ifade alıyorlardı. Bu köşkte görev yapanların bir ödülle konuşturulması olanaklı olabilirdi. Bunun yapılmamasının ayıbı hepimizin dir...


19 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 17

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 17


  İlk önce arka üstü yatmayı denedim, gözlerimi yumdum. 

Bütün geçmişimi düşündüm bir şerit gibi, bir noktada takıldım kaldım. Evdeki korkunç arama sahnesine... Hadi ben çekiyordum, daha da çekecektim. Bir kısım insanlar kendi iktidar yollarında beni engel görmüşlerdi; onların kimliksiz ve kişiliksiz liklerin den, ahlâksızlıkların dan ve hırsızlıklarından her yerde söz ediyordum. Onlar beni hasım sayıyorlardı, icabıma bakacaklardı. Demokratik hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti sınırlan içinde ve Erenköy'deki eski, ahşap, 3 katlı bir köşkte... Peki, o manzaranın korkunçluğunu benimle beraber yaşayanlar ne yapıyorlardı şimdi? Bu vahşet onlara gösterilmeden gözaltına alınamaz mıydım? Elbette olurdu, bir davet yetmez miydi, benim yetkili mercilere başvurmamı söyleseler, olmaz mıydı? Fakat bu sahne de, onlarca yazılmış bir senaryonun sadece bir bölümü idi. (1)
Beni bu daldığım hayalden, kapıya vurulan madeni bir eşyanın gürültüsü uzaklaştırdı.
Dışarıdaki ses, yüzümü kapıya dönmemi emrediyordu. Zorunlu olarak sol yanıma döndüm. Sol ayağım karyolaya bağlı idi ve sol tarafa dönmüştüm. Bakın Savcıya bir malzeme daha... Bir adamın solcu olduğunun bundan büyük bir kanıtı olur mu?
Sıra odayı incelemeye gelmişti. Aslında bir kısmını daha önce söyledim. Rutubetli idi, hem de çok. Tahminen 2.5x3.5 m boyutunda ve 2.5m kadar yükseklikte idi. İçersinde bir somya, bir komedin, bir şifoniyer, 3 koltuk vardı. Hep eski cinsten görülmeye değer hani... Köşk eski olmasına eskiydi ama besbelli bir zamanlar umur da görmüştü.
Şimdi işkence hane olarak kullanılıyordu. Zaten eşyalarla içinde olanın ilgisi
olamazdı. Çünkü biliyorsunuz ayağımdan bağlanmıştım. Yattığım yerin tam
karşısında bir pencere vardı. Sıkı sıkı perdelenmişti. Tavanda yüz mumluk bir ampul devamlı yanıyordu. Ampulün sönmesi için ya cereyan kesilmesi, ya da ampul yanmalıydı. Gece gündüz bu böyleydi. Denemeye değer doğrusu. Bu da bir başka işkence yöntemiydi.

Duvarların döşenmeden, 2.10 m kadar yükseklikte olan kısmı rutubetten maviden mora, mordan-maviye, mordan-eflatuna kadar değişen bir renk armonisi teşkil ediyordu. Hangi niyetle baksan, o niyete yanıt veren bir tablo görünümü veriyordu.
Tabii yer yer sıvalar da dökülmüştü. (Odanın krokisi mahkemeye verildi). (2)

Bu oda, bodrumdaydı, iniş merdiveninin tam karşısına denk geliyordu. Gözler kapalı olsa da insan bazı şeyleri anlayabiliyordu. Tıpkı körler gibi. Kapının bulunduğu duvarda Atatürk'ün "Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmeli" cümlesi bir kartona yazılıp asılmıştı. Demek ki, işkenceciler komünistlerle savaşa girmişlerdi. Bu amaçla her yöntemi ve kalleşliğin her türlüsünü deniyorlardı. Ama komünist kavramı neye göre saptanılıyordu? İşin orasını en iyi Kel Eyüp biliyordu. Yıllarca MİT'in K masasında çalışmıştı ve burada, şimdi de Teknik Sorgulama Timine(!) başkanlık yapıyordu.

Komedinin üzerinde, kirli boş bir plastik sürahi, pis yarım bardak su ve de bir küçük cep kitabı vardı. Kırmızı zemin içinde elips şeklinde ATA'nın bir resmi ve üzerinde "Atatürk, Türk Gencinin El Kitabı" yazıyordu. Biz kitap görünce okumamazlık edemezdik. Hele bu kitap Atatürk'e ait olursa. Bir de Rıza Nurun kiler var. Ondan da zamanı gelince söz ederiz. El kitabını Başbakanlık Basın. Müdürlüğü basmıştı. Ciddi bir araştırma ürünü olmalıydı. Bileklerimden bağlı ellerle aldım ve okumaya başladım.
Bir kere yetmedi, bir daha. Sanırım okumam birkaç saat sürdü... Okuma arzumuzu burada kaldıkça, bu el kitabını yeniden okuyarak giderdim ve adeta ezberledim.
Böylece işkenceciler, Atatürkçü olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlardı(!)
Kitap bir girişle başlıyordu. Ondan sonraki kısmı derleme idi. Esasen bütün mesele de önsözde idi. "2, Kurtuluş Savaşına"(3) çatıyordu. Tıpkı savcı gibi... (4) Egemen güçler gerçekten kurtulmuşlardı. Onların kurtuluşa gereksinmeleri yoktu elbette. 
Tabii, Kurtuluş Savaşı isteyenler ölümlerden ölüm, işkencelerden işkence beğenecekler di... 
Emperyalist uşaklarına göre onlar komünistti ve başlan ezilmeliydi.. İşkenceciler bu kutsal görev(!) için iş başındaydı...
Kitabın ikinci bölümü, Atatürk'ten derleme sözleri kapsıyordu. Doğrusu, Başbakanlık adına üzülecek bir durumdu bu... Atatürk böyle bir derleme ile, gençliğe üstünkörü sunulamazdı. Hakkında binlerce cilt eser yazılan Atatürk, bu cahil kalem sahiplerinin eli ile, gençliğe yeniden sunuluyordu. Bu görevi Sayın Prof. Enver Ziya Karal çok daha önceleri (Atatürk'ten Düşünceler) adlı kitabında yapmıştı. Dünya'yı yeniden keşfetmek gerekmezdi. Ama anlaşılan o idi ki, bunu Atatürk sevgisinden değil, birçokları gibi Atatürk'ü kendilerine göre sömürmek için yapıyorlardı.
Kitabı okuduğum sürece, düzensiz aralarla, herhalde bu amaç için yapılmış bir kapı, bütün gücü ile açılıp kapatılıp gürültü yapılıyordu. Bu sesi, Mehmet'in kapıya vurduğu süngü sesi izliyordu.

Kapı kapalı idi ama üzerinde kapı dürbünü vardı. Mehmet, sık sık oradan bakmakla görevliydi. Tek battaniye vardı, Temmuz sıcaklarından söz ettiğimi sanmayın. Burada insan gece gündüz üşüyor ve bazen titriyordu. Peki, her şey iyi güzel ama gerçekten her güç anında "Vatanı Kurtaran" bu dünyada eşi bulunmaz kahramanlık, insanlık ve erdem simgesi Mehmetçik bu işlerde nasıl kullanılıyordu? Türk Milletinin töresinden gelen niteliklerini bozmağa kimsenin hakkı olmamalıydı değil mi? Ne yazık ki burada, durum böyle değildi. Mehmet'e köşke getirilen herkesin "Komünist" olduğu öğretilmiş ve beyni yıkanmıştı. Diyalog kurmak ne mümkün... Tek sözcük etmek olanağı yoktu.

Komünist; ırz düşmanı, din düşmanı, mal düşmanı idi... Öyleyse ezilmeli idi...
Büyükler de komünistlerin başını ezmek için gece gündüz çalışıyorlardı. Onlar da bu kutsal görevde kendilerine düşeni yapmalıydılar. Peki, nerde kalmıştı Mehmet'in öz cevherleri... Acıma duygusu, soyluluğu... Hani bu ulus, düşmanına karşı dahi hoş görülü, bağışlayıcı bir karaktere sahipti?
Belki onlar beyinleri yıkandığı halde, komüniste dahi hoşgörülü davranırlardı. Ama köşkün yöntemleri böyle bir davranışı olanaklı kılmıyordu.
Zorbalık; insanları korkak, alçak ve bağışlamasız yapardı. Burada her gün insanlara akla, mantığa ve hayale gelmeyen işkenceler uyguluyorlardı.
Mehmet bir açık verdiği an başına gelecekleri biliyordu. Doğrusu başka türlü de
davranamazdı... Mehmet, gene aynı Mehmet idi.
Ben, geceleri onların koğuşlarına girip üstü açılanların üstünü örtmüştüm. Evladım gibi sevip okşadığım, kızdığım günler olmuştu. Ama onun hakkını yememiş ve yedirtmemiş tim... Eğitmiş, kafasının ışımasına çalışmıştım. Böyle bir dekor içinde de olsa hasrettim ona... Çünkü Mehmet'i postalının kokusundan, çorabının kokusuna kadar severdim.

El kitabını okurken sızmışım. Ne kadar sonra uyandım bilmiyordum. Çünkü saatimi de almışlardı. Bunu, bileğimin bağlı olmasından dolayı yapmamışlardı. Komedinin üstüne koyarlardı isteselerdi. Bu da ayrı bir yöntemdi. Zaman kavramının yitirilişi ayrı bir psikolojik baskı yöntemi idi.

Savcının Marksist-Leninist, Komünist kelimelerini bolca kullanması karşısında,
işkence Köşkü'yle ilişkisi konusunda kuşkuya düşmemek olanaksız. Ama hiç
Tanrı'nın adaletini, yer yüzünde gerçekleştirmekle görevli, eline adalet terazisi
verilmiş bir kişi böylesine şerefsiz, alçak, yüz kızartıcı tertiplere girer mi? Hakimlik mesleğinin kutsal geleneğini kirletir mi?
Hem benim bu mesleğe sonsuz saygım bir anlamda duygusaldı. Çünkü: Babam da hakimdi... Evde hep hak, hukuk, adalet kavramlarının kutsallığı hakkında duyduğum telkinlerle büyümüştüm.

Uyandığımda tuvalete çıkmak ihtiyacında olduğumu hissettim.
Mehmet'e seslendim. Okkalı bir küfürle yanıtladı beni. Peki, ne yapmalı idim?
Beklemeliydim ama ne kadar? Dayanabildiğim kadar... Bu da bir başka işkence idi.
Ama Mehmet gene mazurdu... Neden mi? Tuvalete gitmem için, yetkili kişiye haber vermesi gerekti. Kimse o kişi... Çünkü karyolaya bağlanmış ayaklarımdaki pranganın kilit anahtarı onda idi. Eğer, bu gereksinim uygun bir saatte değilse Mehmet'in bana ettiğinden daha fazla bir küfürle karşılaşması işten bile değildi. Bu istek ne kadar sürdü bilemem. Sonuçta kapı açıldı. Söylemeye gerek yok, kapının anahtarı da Mehmet'te değildi; içeri giren Mehmet ilk karşılaştığımız işkence aracı ile (siyah bezden, gözleri kapayan bir bant) gözlerimi kapattı. Kenarlardan belki görebilirim diye pamukları da yerleştirdi. Bundan sonra, somyanın ayağına sarılı kilit açıldı, sağ ayağımı zincire vurup, bu kilitle bağladılar. Yürümeye başladım. Tabii, bu şekilde yürümek olanaksızdı. Ayağımdaki pranganın uzunluğuna göre ki ancak her ayak sürüyüşümüz de 15 cm. kadar ilerleyebiliyor dum. Kapının yanında bir er daha kolumu tuttu. Yöntem aynı idi kollarımı iki er kıskaç gibi kavramış olduğu halde, ayaklarımı
sürüyordum. Böyle atılan 20 adımdan sonra (bir ayak boyu tahriben 30cm olduğuna göre ve ayaktaki pranga 15cm'lik bir harekete izin verdiğine göre, her adım 45cm'lik oluyordu) yürütüldüğüm uzunluk 9metre idi. Bu bölümün tabanı mozaik ti. Sonraları bant kenarlarından gördüğüme göre, burası pis bir koridordu. Sağında solunda kovalar, fenerler, bir kısım öteberi vardı. Bir tarafına alçak bir somya uzatılmış, üzerine pis bir yatak konmuştu. (5)

Evet, 9metre idi bu koridor. Sonra "merdiven" dedi birisi; her seferinde bir merdiven çıkıyorduk. Yedi merdiven böylece çıkıldı. Sonra "sola" dediler. Döndük. "Düz" dediler; iki adım daha attım. Burası merdiven sahanlığı idi. Demek ki bu sahanlık ta (bir-birbuçuk) metre idi. Sonra tekrar "merdiven" dendi ve altı merdiven daha çıkıldı. 13 Merdiven ile çıkılmıştı. Normal olarak bir merdiven 17cm. olduğuna göre 13x17=251 cm ediyor ve bu bodrumun yüksekliğini gösteriyordu. (6) Sonra sekiz adım daha düz götürüldüm. Demek ki holün genişliği 3 metre 60 cm. idi. Sonra "sağa dediler, döndük, bir merdiven aşağı indik. "Sola" dendi, iki adım daha yürüdük. Burası 1,5 metrelik bir yerdi. Gözlerim açıldı. 75x75 cm'lik, tam karşıda yukarısında küçük bir penceresi olan, pis bir yerdi burası... Kapı açık bırakılacaktı. Tabii öyle yapıldı; ayaklardaki zincirler ve kilitler alaturka tuvaletin tüm pisliklerine sürünüyordu. Şu anda
bunlar önemli değildi elbette... Beni bağışlayın tuvalete çıkmanın insanı bu ölçüde mutlu edebileceğini düşünemezdim tuvalette öyle istediğiniz kadar kalamazdınız.
Tüm gereksiniminizi Mehmet'in saptadığı kısa süre içinde tamamlamanız gerekti...
Yoksa kapı yüzünüze doğru tekmelenir, her türlü hakaretin hedefi olabilirdiniz.
Peki, bizim törelerimiz tahareti gerektirirdi. O nasıl olacaktı? Ellerdeki zincir buna izin vermiyordu. Buraya gelen "Vatan Hainleri"nin(!) taharet etmesi gereksizdi. Çünkü onlar komünistti, gâvurdu. Gâvurlar taharet etmezlerdi. Peki, aşağıya indirdiğiniz kilot ve pijamayı nasıl yukarı çekecektiniz. O da oldukça zor bir işti. Tuvaletten çıkar çıkmaz, karşımda bir dolap, solda açık bir kapı gördüm. Bulaşık
kokuları geliyordu solumdan. Burası bir bulaşıkhane idi. Sağda küçük bir lavabo
vardı; el yüz yıkamak için izin istedim. Mehmet'in gözlerinde biraz acıma, biraz
hoşgörü hissettim. Mehmet, benim kim ve ne olduğumu bilmiyordu. Ona, içeri alman herkesin komünist olduğu söylenmişti. Sabun istedim. Bu bir cesaretti. Sabun verilmesi yasaktı. Geceden beri, bana bırakılan yarım bardak su ile yetinmek zorunda kalmış ve susamıştım. Musluktan su içtim. Bu berbat bir şeydi. Şebeke suyuna benzemiyordu. Acı bir kuyu suyuydu... Artık ben işi epeyce uzatmıştım. Ama Mehmet'le aramda duygusal bir bağ kurmalı idim. Onun hareketinden kurtulma çarelerini bulmalıydım. Bir atak daha yaptım. Abdest almama izin verilmesini istedim.

Şöyle bir yaşıma başıma baktı. Babası yaşındaydım. Belki de gerçekten komünist
değildim. Hem de onun anlayışına göre abdest almak isteyen bir kimseye karşı
gelmek günahtı... İstemeyerekte olsa izin verdi; ancak başına gelebileceklerden
korkup sağı solu kollamağa başladı. Ben abdestimi aldım. Düşünemiyordu ki, taharet etmemiş bir insanın abdesti geçerli sayılmazdı. Ne günahı vardı Mehmet'in, kafasını aydınlatmamışlardı. Onun bilgisizliğini kendi çıkarlarına uygun görenler düzene egemendi ve o düzeni korunmak için işkence köşkleri kurulmuştu.
Peki, prangalı çıplak ayaklarla nasıl abdest alınırdı? Mes, yapmak var ya... Zincirli bileklerimle, prangalı ayaklanma mes yaptım. Daha önce söylemeye unutmuşum, ayaklarımda şöyle iyice eskimiş, pis, tokyo denilen lastik terlikler vardı. Tabii, çorap giymek de yasaklar arasında bulunuyordu.
İşim bitmişti, acı su kursağımı yakarak mideme oturdu. Gözler pamuklandı, bandandı.
Gelirkenki seremoni tersten uygulandı. Ama bir değişiklik vardı. Sağımdaki,
solumdaki Mehmet'ler daha insancıl tutuyorlardı kollarımı. Seslerinde belirgin bir
yumuşama olduğunu algılamıştım. Öyle ya, bazen "yaşın yanında kuru da" yanmaz mıydı? Belki bu adam komünist değildi. Bak abdestte almıştı... Tabii nöbet tutan Mehmet'ler hep aynı kişiler değildi. Fakat ne de olsa fiskosla birbirleriyle dertleşirlerdi her halde, zaman zaman. Bu yolla, Mehmet'in ilkel hakaretinden geniş ölçüde kendimi kurtarmayı başarmıştım.
Diğer işkencecilerin, yaptıkları işten elde etmek istedikleri bir sonuç vardı ve bunu bilerek uyguluyorlardı. Onlarla başa çıkılamazdı bu şartlar içinde... Başa gelen çekilecekti...

Odaya döndürüldüm ve gözlerim açıldı. İlk gelişimde olduğu gibi somyaya bağlandım.
Burada gece gündüz belli olmuyordu ama tuvalette iken günün ışıdığını anlamıştım.
Biraz sonra, akşam beni karşılayanlardan biri kaldığım odaya girdi. Erler bu kişiye Yüzbaşım diyorlardı. Herkesin bir konuda pratiği vardı tabii. Bu adamın yüzbaşı olmadığını anlamıştım. Fakat işkencelerin Türk Silahlı Kuvvetleri adına yapılmış olduğu izlenimini vermek ve bu suretle Türk Silahlı Kuvvetleri'ni, milletle karşı karşıya getirmeye çalışıp, bundan kendi stratejilerine göre çıkar umulduğunu ve gerçekte polis veya MİT görevlisi olan bu kişinin ve diğerlerinin rütbeli olarak tanıtılmasında, yarar görüldüğünü sezinlemiştim.
Kanıma göre, burası Devletin çeşitli güçlerinden oluşan ve onları gerçekten kontrol altına alan bir sağ Cunta'nın işkence ve sorgu merkezi idi.
Bay yüzbaşı, ayağımın kilidini açtı, ayaklarımı birbirine bağladı ve oda değiştireceğimi bildirdi. (7) Çıkarıldım, sola döndürüldüm, bir iki adım attıktan sonra tekrar sola, 3–4 adımdan sonra yine sola... Gözlerimi açtılar; artık her zaman belirtmeye gerek yok, odadan her çıkarılışta gözler bağlanıyordu. Bu kural bir ay boyunca hep aynı şekilde uygulanacaktı... Tekrar gözler açıldı. Burası bundan önce kaldığım odanın yanındaki, başka bir oda idi. 4x3.5m büyüklüğünde denilebilirdi. Solda köşede, yaylı eski ve köhne bir yatak, sağda köşede bir şifoniyer, girince tam karşıda tek kişilik bir masa ve de üzerinde 3 şey, plastik sürahi, plastik bardak ve daha önce bahsettiğim el kitabı.
Yerde 1.5x1.5 m boyutunda ve tam masanın altında bordo renkli bir hah...
Rutubet ve küf kokusu, birinci odaya taş çıkartacak cinstendi. Sonra bunun
deneyimini yapmak fırsatını bulacaktım. Ne ile mi? Tuzla... Getirttiğim tuz, üzerinden bir gün geçmeden su gibi olmuştu bu Temmuz sıcağında. Bu rutubetin ne ölçüde olduğunu, bir meteoroloji uzmanları, bir de buralarda yatan bilirdi. Islak bir soğukluk, insanın bedenini yalıyor, bu odanın rutubeti inceden inceye adamın gerçekten iliklerine işliyordu. Bu arada, iki Mehmet içeri girip şöyle birkaç sürahi su dökerek süpürdü odamı. Tabii beni düşünüyorlardı. Kirli yerde yatmamı arzu etmiyorlardı(!)
Yatağa yatırıldım. Tam karşımda yine bir levha vardı. Hani şu komünistler hakkındaki levhalardan. İzin isteyip masadaki sürahi, bardak ve el kitabını yere, yanıma koydum. Çünkü yataktan kalmanın yasak olduğu söylenmişti... Odanın penceresi yukarda ve soldaydı. Gece ve gündüzü anlayabilmek olanaksızdı. Duvarların dekoru ilkininkine benziyor tavandaki ampul süresiz yanıyordu...

Somya olmadığı için, ayaklarımın birini onun ayağına bağlamak mümkün olmamıştı bu nedenle ayaklarım zincirle birbirine bağlandı. Sol ayağımdaki zinciri bağlayan kilidin numarasının 7 olduğunu da bu arada görmüştüm. Kendi kendime bir formül bulmuştum: Sol ayağım 7, sağ ayağım 49, 7x7=49 etmez miydi? Dahası da vardı. 49- 7=42 ederdi. Bu sayı ayağımda pranga olarak kullanılan zincirin bakla adedinin sayısı idi. Hani şu 26 milyon kredinin bölümüne dair bir hikaye dolaşmıştı ya fısıltı gazetesinde, onun gibi bir şey... (8)

İlgililer işlerini bitirdiler ve gittiler. Şimdi ben yeni gözlemler yapmalıydım. Tabii ilk gözlem, yatağı tanımakla başladı. Buna, gerçekte yatak denilemezdi. Eski ve yaylı bir somyanın üzerine, ince bir bez örtülmüştü sadece. Dikeyliğini kaybeden eskimiş yaylar, sırtımı bir başka şekilde acıtıyordu. Aslında, bunun üzerine bir yatak konularak, yer divanı olarak kullanılabilirdi. Uzatmayalım, o eski demir yaylar halka halka bir vantuz gibi sırtıma yapışmıştı. Yan dönmeye çalıştım. Kollarım bağlı olduğuna göre, insan bu manevrayı ancak sırtı ile yapabilirdi. Yaylar öyle sesler çıkartıyordu ki; Mehmet'i alarme etti. Gözünü kapı dürbününe yapıştırdı. Tetikte idi Mehmet... Derhal emrini verdi: "Arka üstü yatacaksın ve hiç kıpırdamayacak sın." Hani kural vardı ya, Mehmet dürbünden baktığında yüzünü görmeliydi... Emri yerine getirip, sırtımı yayların masajına terk ettim. İnsanlar her şeye alışmalıydı. Hint fakiri olsaydım, bu somya dan belki de zevk alırdım. Neden daha önce Hint fakirliğini denememiştim ki?

Bu emri yapmamak aslında olanaksızdı. Kıpırdarsan yayların sesi Mehmet'i
uyarıyordu. Sonra ne yapılacağı belli olmazdı. (9)

Ne de olsa, emekli bir subaydım... 

Az mı esas duruşta durmuştuk. Birden ta 19 Mayıs 1944'e gittim. Ankara'da Harp Okulu Öğrencisi olarak, 19 Mayıs Stadyumunda merasim için toplanmıştık. Milli şef konuşuyordu. Bize Atatürk'ün en yakın arkadaşı diye öğretmişlerdi' onu. At gezintilerinde Harp Okulu'na uğramayı ihmal etmez, hatırımızı sorardı. Okulda 26 ders gösterirlerdi. İçinde ipe sapa geleni pek yoktu. İkinci Dünya Savaşı bütün şiddeti ile devam edip, harp tekniği büyük ilerleme gösterdiği bir dönemde, bizler Kirazlı Dere'de talim yapardık.10 At arabasının parçalarını öğretirlerdi bize. Hiç unutmam, ön düzen-arka düzen-sandık diye... Ama askerlikte disiplin gerekti. Kıpırdamadan durmayı iyi başarırdık. Esas duruş derlerdi bizim zamanımızda buna."

Milli Şef konuşurken, tüm Harbiye heykel gibi olmuştu. Pek konuşmalarından
anladığımız yoktu ama kımıldamıyorduk. Bayılanlar oluyor, kaldırıp götürüyorlardı.

Fakat yine kıpırdamıyor duk.

Şefimiz o sıra, Turancılık üzerinde duruyordu. Bu konuşma iki saat sürmüştü. O
deney geldi aklıma birden. Bir tek farkı vardı. O zaman ayakta iken, şimdi yatarken kıpırdamayacak tım... Ne de olsa deney deneydi, yararlandım.
Bir süre sonra, insan bulunduğu yere alışıyor... Bir ara su içmeyi denedim. Sürahideki sıvı sudan başka her şeye benziyordu. Çünkü içine ilaç katılmıştı. Herhalde ilacın ne olduğunu bu örgütün doktoru bilirdi.12 Doktor işkencelerin bilimsel olması için(!) sağlık gözetiminde bulunurmuş.

3 Temmuz 1972 de akşam yemeğini, isteksiz evde yemiştim. 48 saat aç bırakıldıktan sonra, 5 Temmuz 1972 akşamı iki lokma, öldürmeyecek kadar yemek vermişlerdi...
Bir ara nöbetçinin değiştiğini hissettim. Oturmayı denedim. Daha sert bir emirle arka üstü yatmam istenildi. Yatağımın sağında, duvarda, bir el büyüklüğünde sıva kopukluğu görüyordum. Onun üzerine bir işkence kurbanı "of anam!" diye yazmıştı. Burası han duvarı değildi. Herkes istediğini yazamazdı. Bu zavallı nasıl olmuşsa cesaret göstermişti. Burada kaldığı sürece insanın tırnaklan da kestirilmezdi. Bu uzun tırnaklar işe yarıyordu demek...

a) SCOPOLAMINE
b) SODIUM AMYTAL
c) SODIUM PENTOTHAL
d) MESCALIN

(Bakınız: Amerika FM 19–20, Department of the Army Field Manual, "Modern Sorgu Tekniği" Öğretmen Em. Md. Ertuğrul Korhan'ın polis ders kitabı).
(Bakınız: "Emniyet örgütündeki yayınlar ve eleştirileri" - Talat Turhan 7 Gün Dergisi: 22 Haziran 1977 ve 29 Haziran 1977).


DİPNOTLAR;

1. Her ne kadar Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu'nda aramanın kuralları açıklanmış ise de, bu kurallar yasa egemenliğine saygılı bir yönetim için geçerlidir. Oysa o dönemde Sıkıyönetim Komutanı olan Org. Türün'ün mantığı farklıdır. Türün, Kore'de komünistlerle çarpıştığından aynı işi Türkiye'de
yaptığını sanmakta ve yeni bir iç düşman kavramı geliştirmektedir. (Bakınız: Tercüman 6–25 Aralık 1985 "Faik Türün Anlatıyor: 'Kore'den 12 Mart'a" , Yazan: Ergun Göze) Bu durumda yasalar değil, talimnameler yürürlüğe konulmuştur. Nitekim ST 31–15 Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât talimnamesinin 18. maddesi konuya aydınlık getirmektedir.
"... Arama ve müsadere gece ve gündüz, her saatte yapılır, a) Bir arama ve müsadere faaliyeti, ilgili topluluğa, kontrollü bir rahatsızlık verme maksadını güder. Evi, barkı aranan, eşyası müsadere edilen kimseler, gayri nizami kuvvet üyelerini ileride barındırmaya veya desteklemeye cesaret edemeyecek
şekilde heyecanlandırılmak ve sindi/ilmelidir..."
Bu madde gerek 12 Mart sonrasının arama uygulamalarına ışık tuttuğu gibi, Faik Türün'ün Fırtına I ve II Tatbikatları düzenleyerek toplu arama yapmasının amacını da kesinlikle belirtmektedir.
Evet, "Arama kontrollü bir rahatsızlık verme maksadını güder"miş. Benim evde de bu yapıldı.
Diğerlerinde olduğu gibi...
2. Mahkemeye verilmiştir.
3. 1970 yılında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a yazdığım açık mektupta "2. Kurtuluş Savaşı"ndan söz ediyordum. (Kitaba alınmıştır).
4. Atatürk -Türk Gençliğinin El Kitabı - Önsöz'den seçmeler: "Sol kanat propagandalarının" Tam bağımsızlıktan anladıkları, NATO'dan ve CENTO'dan çıkmak, Ortak Pazar'a girmemek, Amerika Birleşik Devletleri'yle ve Batı Blokuna mensup ülkelerle sıcak ve soğuk bir savasın içinde olmaktır."
"Atatürk'ün 'inkılapçılığı' Marksistlerin anladığı şekilde bir 'Devrim'cilikten de çok farklıdır. O, gelişmeyi Türk toplumunun yönetimindeki temel felsefe olarak gösteriyor ve ihtilâlciliği reddediyordu."
"istiklâli tam" sözünü diledikleri gibi yorumlayarak II. Kurtuluş Savaşı, sloganları ile ortaya çıkanlar, Atatürk'ü olduğu gibi değil, kendi ideolojik açılarından "olması lazım geldiği" gibi göstermek isteyenlerdir."
Oysa ben, "Tam Bağımsızlık" ve "İkinci Kurtuluş Savaşçılığı"nı savunan, anti emperyalizm ve anti kapitalizmi benimsemiş ve bu uğurda kavgaya girmiş bir insandım. Emperyalizmin maşalığım yapan işkencecilerin boy hedefi olmamdan daha doğal ne olabilirdi? Kitap Atatürk'ün ihtilâlciliğini ret edecek ölçüde tarihi gerçeklere sırt çevirmişti.
5. Tüm bu ayrıntıyı, daha sonra yasal makamlara başvurmayı tasarladığım için saptamaya çalışıyordum.
6. Daha önce ben de yattığım odanın yüksekliğini 2.50 m. olarak tahmin etmiştim.
7. Gözaltında olan kişi üzerinde kuşku ve güvensizlik yaratıp sürekli diken üzerinde oturuyormuş
izlenimini vermek için bu yer değiştirme yöntemine baş vurulmakta idi. 27 Mayıs'tan-28 Şubat'a F/22
8. 1970'li yıllarda 26 milyonluk kredi yolsuzluğu kamu vicdanını zedeledi. Daha sonraki yıllarda milyarlık bankerlik skandalları, hayali ihracat ve kurtarma operasyonlarına tanık olunacak "Serbest Piyasa Ekonomisi" adına tüm bu yolsuzluklar toplumda eskisi gibi tepki uyandırmayacak tı.
9. Oda planı mahkemeye verilmiştir.
10. Harp Okulu'nun eğitim alam.
11. 1942–1944 yıllan arasında Kara Harp Okulu'nda öğrenim gördüm.
12. Ceza ve tutukevinden çıktıktan sonra yaptığım araştırmalarda, Hakikat Serumu da denilen bu ilaçların ne olduğunu saptadım ve bir dergide yayınladım.


18 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 16

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 16



VIII. BÖLÜM

İŞKENCE İŞKENCENİN ULUSLARARASI BOYUTU

İlerici-devrimci ve yurtsever bir asker olarak sorumluluk üstlendiğim dönemlerde
Türkiye'nin sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel, etnik, coğrafî, vb. pek çok sorununu yakından gözlemlemek, öğrenmek, tartışmak, bazı analizlerde bulunmak için "Asker Ocağı", önemli imkân ve fırsatlar sunuyordu. Askerî okullardaki eğitimimiz, kurmaylık öğrenimimiz bizlere temel bazı bilgiler vermişti, kuşkusuz. Her ne kadar resmî tarih ve resmî ideolojilerin etkisinde kalanlar olduğu gibi, bu kanaldan esinlenen bilgilerle yetinmeyerek genel kültürünü, bilgisini, araştırma ve bilinçlenmesini geliştiren nitelikli
insanlarımızı da görmek mümkündü, bu "Asker Ocağı"nda. "Asker Ocağı" aynı zamanda ülkenin her yöresinden gelen insanlarımızı (Mehmetçiği) tanıma, onları sevme ve eğitilmeleri sırasında onlarla kaynaşma olanakları sunuyordu. İlerici-devrimci ve yurtsever bir kurmay subayın Mehmetçik ile diyalogu taraflara, karşılıklı etkileşim ve yeni nitelikler kazandıran ve çok yönlü zenginliklerle dolu bir ortam veya zemin de hazırlıyordu.
Gerek bilgi birikimimizi, gerekse bilinçlenmemizi hazırlayıp yoğuran "Asker Ocağı"na çok şeyler borçlu olduğumu söylemeliyim. Eğer bugünkü bilgi ve bilinçlenmemiz ile insana ve insanlığa yararlı olmaya çabalıyorsak, kuşkusuz bunu bu coğrafyanın yetiştirdiği insanlara ve değerlere borçluyuz. Bizlerin sosyal bilimlerle, sanat ve estetikle, siyasal-ekonomiyle, felsefeyle tanışmamızda önemli etken olan insanımıza karşı borcumuzu ödememiz gerekiyor.
"Asker Ocağı" kapitalist enternasyonalin çok yönlü kuşatmaları karşısında "boy
hedefi" olarak seçtiği alanlardan biridir. Çünkü bu ocakta ülke gerçekleriyle,
insanımızla tanışan biri, eğer akıl, mantık, namus, ahlâk vb. gibi niteliklerini
kaybetmemişse, mutlaka ilerici bir grafik çizgisine sahip olacaktır. Kaldı ki, insanı insan yapan kimlik ve kişilik konusu sağlam ise, yukarda sayılan özellikleriyle her insan mutlaka bir tavır geliştirmek durumundadır.

Ordu'daki subay, astsubay ve erler arasında, gerek bilgi ve bilinçleri, gerekse kimlik ve kişilikleriyle öne çıkmış insanlarımızın daha ilerde risk ve sorumluluk üstlenmeleri tek başlarına onların elinde değildir. Sosyal hayatta, üretimde rol alanların bilinçlenerek iktidarları zorlamaları, kapitalist anarşiye karşı tutarlı bir tavır belirlemeleri, işçi sınıfı, emekçiler, ezilen ve sömürülen insanlarımızın daha donanımlı örgütsel güvencelere kavuşmasıyla doğru orantılı olarak "Asker Ocağı"ndaki ilerici unsurlar halkın bilinçli desteğini yanlarına almış oldukları için, onların bulundukları yerlerde işlevsel olmaları bir güvenceye bağlanmış demektir. "Asker Ocağı"ndaki bilinçlenmenin kalıcı olması ve yeni nitelikler kazanması siyasî iktidarların destek ya da kösteği ile de ilişkilidir.
Gerek dünyadaki gerekse ülkemizdeki tüm gelişmelerin politikayla çok yakından
ilişkili olduğunu burada tekrar etmeye herhalde gerek yoktur. Yasal ve anayasal
çerçevelere karşın, "Asker Ocağı" da politikayla yakından ilgilenir.
Türkiye'de 1908 Meşrûtiyet'in ilanından bu yana askerler politikada etkindir; söz ve karar sahibidir. Askerlerin Osmanlı'nın çöküş sürecindeki etkinliği, Cumhuriyet'in kurulması süreciyle Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın önderliği ile günümüze taşınmıştır.
Günümüz, ne Osmanlı'nın çöküşü ve ne de Cumhuriyet'in kuruluş günüdür.
Günümüzde neler sürekliliğini korumuştur, neler bu süreklilik ve kopuş sürecinde
nicelik ve nitelik değiştirmiştir? Tarihsel ve sosyal açıdan benzerlikler, farklılıklar
nelerdir? Türkiye neden siyasi-ekonomik kriz dönemlerini yaşamaktadır? Sağlı "sol'lu burjuva partileri bu yapısal krize neden çözüm yöntemleri üretemiyorlar? Sistemi, düzeni, rejimi köklü reformlarla temelden değiştirip dönüştürmek isteyenler, tarihsel haklılıklarına karşın, neden işlevsel olamıyorlar? Uluslararası sermaye, hegemonlar ve onların gizli örgütleri insanı ve insanlığı neden yeni sömürgeci yöntemlerle tutsak etmek istiyorlar? Egemen gerici sınıflar, uluslar ötesi emperyalizmin uzantısında neden hâlâ kaba güce ve zora başvuruyorlar? Kapitalist anarşi neden zora başvurmadan iktidarda kalamıyor? İnsanın insanlaşma sürecinde düşünen, isyan eden, ayağa kalkan, taleplerini haykıran, ihtiyaçlarının gerçekleşmesi için mücadele eden insan, neden yeniden yere düşürülmek isteniyor? Sosyal mücadelede insanlığın kazandığı ve kat ettiği bunca yola ve ilerici değer yargıları yaratmalarına karşın, neden egemen gerici sınıflar işkenceden yarar umuyor ya da sistematik işkenceyi sürdürebiliyorlar? Sovyet deneyiminin çözülüp gerilemesiyle birlikte, "yenidünya düzeni", "küreselleşme" söylemleriyle öne çıkan egemen gerici sınıflar ve onların satılık sözcüleri insana nasıl oluyor da "refah, bolluk, bereket, özgürlük" türküleri söyleyebiliyorlar?
Yaşamım boyunca bu ve benzeri soru ve sorunların nedenlerine bilimsel yanıtlar
aradım. Çözüm yöntemleri üzerine zihin talimleri yaptım. Tekrarına gerek var mıdır?
Biliyorsunuz işkenceyi en hayasızca biçimde bizzat yaşadım; iliklerime kadar
işkenceyi hissederken, daima işkencecileri, onları bu kirli ve aşağılık işe zorlayıp
kullanan-lan, bu çürümüş insan müsvettelerinin arkasındaki kişi, grup ve örgütleri, dahası, kapitalist enternasyonali, onların gizli örgütlerini, cinayet şebekelerini gördüm; değerlendirmelerimi ulusal boyuttan uluslararası boyuta taşımak gerektiğini öğrendim. Şimdi de hayat ve mücadelenin bana öğrettiği onurlu bir görevi yerine getiriyorum. Kapitalist enternasyonalin gizli-açık tüm örgütleriyle pisliklerini ve onların yerli ortaklarını zevkle açığa vuruyorum... Dünyanın sahipleri hegemonlar çok yönlü uluslararası kurumlara dayanarak baskı ve sömürüsünü sürdürüyordu. Baskı, sömürü (artı-değer sömürüsü) üretim, mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinde, daha adil, daha eşit, daha özgürlükçü, daha demokratik bir dünya ideali için savaşım verenlere karşı uygulanıyordu. Sosyalistler, komünistler daha henüz enternasyonalist olamamış, mevcut sosyalist kuruluşlarını koruyamamışlardı; fakat hegemonlar enternasyonalizmi keşfedivermişlerdi. Ulusal kurtuluş savaşımı veren "Üçüncü Dünya Halkları"na "geri kalmış" ya da "gelişmemiş" sıfatları uygun görülüyordu. Bu halklar
da ne ulusal ve ne de sosyal kurtuluşlarını tamamlayabilmişti. "Küreselleşme" yöntemleriyle günümüzde hem eski sosyalist ülkeler, hem de "geri kalmış" veya
"gelişmemiş" sıfatına layık görünen ülkeler hegemonların çıkarları doğrultusunda ve yeni sömürgecilik anlayış ve bağlantılarıyla daha geri bir konuma getirilmişlerdir.
Egemen gerici güçler, "Aydınlanma Çağı"nın, bilimsel bilgi ve bilinçlenme sürecinin ve toplumsal kurtuluş çağının bütün kazanımlarını baskı, tehdit, işkence, keyfî ve fiilî infaz vb. yöntemleriyle geri almayı düşünmektedir. Toplumsal devrimleri, "sosyal devlet" ve "sosyal adalet" değer yargılarını hegemonlar bugün "YDD" adına birer birer geri almanın hesabı içindedir.
Hegemonlar bir yandan gizli cinayet şebekeleriyle, yerel ve mevzii savaşlar çıkarma yöntemleriyle, ezilen ve sömürülen emekçi halkları birbirine karşı kışkırtarak kullanmaktadır; öte yandan insanlığın kazanımları olan özgürlük, gerçek demokrasi, eşitlik vb. gibi kavramları asıl anlamlarından soyutlamaktadır; "Küreselleşme Çağı"nın zorunlu bir aşama veya süreç olduğunu vurgulayan hegemonlar, sistematik işkencenin başka biçimde devamı için okullar açmakta, eleman yetiştirmekte en hain yöntemleri denemektedir.
İşkence olgusu, evrensel ölçekteki egemen gerici sermayenin gücünün kırılmasıyla, insanı insan yapan eşitlikçi, özgürlükçü bir toplum ütopyasının ete kemiğe bürünmesiyle ancak ortadan kalkabilecektir. Kapitalist anarşi yerli yerinde kalacak sermayenin mafyalaşması, talan ve yağma düzenlerine dokunulmayacak, "YDD"nin yeni sömürgeci emperyalist niyeti kınlamayacak, ölüm tüccarlarının fabrikaları üretime devam edecek ve fakat işkence yeryüzünden kalkacak?! İşkencenin ideolojik ve sınıfsal karakterine değinmeden sözüm ona yapılan "işkence karşıtı" söylemler bize hiçbir şey anlatmıyor. Çünkü bizzat en büyük işkencecileri eğitip yetiştiren ABD, "İnsan Haklan" ve "İşkenceye karşı" örgütleri doğrudan finanse ediyor, CIA ve AID kanalıyla... Emperyalizmin bu ikiyüzlülüğünü açığa vurmadan, anılan örgütler ağıyla ne insan haklan savunulur, ne medenî haklar ve ne de işkenceye karşı savaşım yerli yerine oturur. Egemen gerici güçlerin ideolojik, sınıfsal kimliği araştırılıp sorgulanmadan yapılan insan haklan ve işkence karşıtı savaşımların sonuç alması düşünülemez. Tutarlı bir savaşım, ancak egemen gerici güçlerin sınıfsal yapısı karşıya alınarak yapılmalıdır. Bu savaşım çok yönlü ve karmaşık, fakat anlaşılabilinir açıklıkta ve onurlu biçimde verilmektedir.
Düzenin sistematik bir uygulaması olan işkence olgusuna bireysel bir olgu olarak
bakamayız. Emperyalizm, oltasına taktığı bütün ülkelerde, hegemonyasını sürdürmek ve çıkarlarını korumak için gerektiğinde her yola başvurmaktadır. İşkence, fiilî infazlar, insanların ortadan kaldırılması, terör olayları, başvurulan yöntemlerden sadece birkaçıdır. Türkiye'deki işkence uygulamaları dünya genelindeki uygulamalarla benzerlik- göstermektedir. Çünkü sistem ve mekanizma aynı amaca kurguludur. Emperyalizmin ya da bugünün deyimiyle "küreselleşme"cilerin denetimindeki okullarda, istihbarat örgütleri denetiminde ve finansmanında tüm dünya ülkelerine darbeci, provokatör, sabotajcı, devlet teröristi, "Teknik Sorgulayıcılar, işkenceciler yetiştiriyor. Tüm dünyaya işkence aletleri pazarlıyorlar... Pek çok kitabımda tekrarladığım kimi konulan burada özetlemek istiyorum: Genel deyimiyle bu okullara "School of the America' s" SOA denilmesine karşın başka isimlerle kurulmuş olanları da vardır.
—İlk okul Panama'da 1946 yılında kurulmuş olup 1984 yılına kadar Latin
Amerika'daki tüm faşist darbecileri, sağcı AAA simgeli ölüm mangası liderlerini ve işkenceli sorgulama timlerini yetiştirmiştir.
—Panama’daki okul ABD'de Columbus kentinde Fort Benning garnizonunda bulunan ABD piyade okulu içine taşınmıştır. Fort Benning'teki SOA'da aynı türden insanlar tüm ABD kıt'asını içine alacak şekilde işlevini sürdürmektedir.
—Bu amaçla kurulan okulların en büyüğü ve etkin olanı ABD'nin Kuzey Caroline
bölgesi'nde Fort Bragg'ta konuşlandırılan J.F. Kenedy Özel Savaş Okulu olup tüm dünyaya hitap etmektedir.

Bu tür okulların Avrupa ayağı Almanya'nın küçük bir kasabası olan
Oberammergau'da:
—Ayaklanmaları Bastırma Okulu ve
—İstihbarat Okulu adı altında NATO ülkelerine hitap etmektedir.
Dünya Medyası'nda bu okullara:
—Darbeci, suikast ve cinayet okulları da denilmektedir.
ABD'de yoğunlaşan tepkiler üzerine Temsilciler Meclisi ve Senato'da yapılan tüm
girişimler sonuçsuz kalmıştır.

Dünyada ve ülkemizde işkence sürüyor. Küreselleşmeciler işledikleri cinayetlere
yasal kılıf uydurma girişimlerini sürdürecek kadar azgınlaştılar.
Dünyada pek çok devrimci insan, kırda, kentte, ceza evinde, işyerinde, üretimde,
okulda, çeşitli ve çok yönlü baskı, tehdit ve işkence altındadır. İşkenceye karşı
savaşımda risk ve sorumluluk alanlara sahip çıkmamız, onları kavgalarında yalnız bırakmamamız gerekiyor.
Burada güncel olduğu için yalnızca birine yer vermek istiyorum; bu konuda
kavgamıza omuz veren herkesi yüreklendirmek ve selamlamak istiyorum:
Türkiye'de bu konuya ilk kez ciddiyetle eğilen "TBMM İnsan Haklan İnceleme
Komisyonu" başkanı Dr. Sema Pişkinsüt görevden alınmış, 1974'lü yıllarda işkenceyi engellemek vaadi ile iktidara gelen "Karaoğlan" Ecevit yandaşlarınca 29 Nisan 2001 günü yapılan DSP kongresinde tartaklanarak susturulmuştur.
TBMM İnsan Haklan İnceleme Komisyonu Eski Başkanı Dr. Sema Pişkinsüt ve
arkadaşlarının onur savaşımlarının kutluyor, daha ileri adımlar atmalarını diliyor ve destekliyorum.

Dr. Sema Pişkinsüt'ün rol ve sorumluluk aldığı değerli çalışmaları, şöyle sıralanabilir:

TBMM İnsan Haklan İnceleme Komisyonu Raporu:

1. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Şanlıurfa raporu, 1998–2000.
2. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Erzincan raporu, 1998–2000.
3. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Erzurum raporu, 1998–2000.
4. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Elazığ raporu, 1998–2000.
5. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Tunceli raporu, 1998–2000.
6. Soruşturma ve Kovuşturma İstanbul raporu, 2000.
7. Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi raporu 1998–2000.
8. Elazığ Çocuk Islahevi raporu, 1998–2000.

KURMAY SUBAYA İŞKENCE(*)

(...) Evet, Talat Turhan Atatürk devrimcisi idi. Satılmıyordu; evinde otursa iyi idi...
Büyüklerimize zaman zaman dil de uzatıyordu. Hesabına bakılmalı idi. Fırsat bu
fırsattı...
İstanbul'un tüm yetkili kademelerinde oturan kişilerin çoğuyla, Harp Okulu ve Kara Harp Akademisi mezunu olarak ya da "Silahlı Kuvvetler Birliği'nden" ortak yanımız vardı.
Ve de evim 3-4 Temmuz 1972 gecesi, bir işgal ordusunun yapamayacağı kadar
çirkin, ayıp, utanç verici bir aramaya tabi tutuluyordu. Tüm Harp Okulu ve de tüm Harp Akademileri mezunlarının ve de eski "Silahlı Kuvvetler Birliği" örgütü
arkadaşlarımızın bilgilerine...
Arabamız gecenin sessizliğinde çabuk erişti Kadıköy'e. Kaymakamlık binasının
önünde indik. Burada arkası kapalı, tenteli bir kamyonet bekliyordu. Bu kamyonete bindirildim. Gözlerim siyah bezden bu amaçla yapılmış, bir bantla kapatıldı. Ellerim kelepçelendi. Daha Önce de iki er silahlarını üzerime doğrultmuşlardı esasen... O sırada bir ses duydum. Bu sesin sahibi evimde arama yapanlardan biriydi. Oldukça içerlemişti bana adam... Nasıl olur da, hem de Sıkıyönetim içinde bize haktan, hukuktan, kanundan bahseder diye... Tabii bu kadar yüzeysel de değil. Belki bir şebekenin adamıydı ve belki de o şebeke bana karşı idi; belki, karşı-devrimciydi, belki faşist veya hilafetçiydi... Anlaşılıyordu ki bir görevli değil, bir intikamcı, bir düşmandı...
Ne olduğu bilinmeyen kişi erlere soruyordu:

—Kıpırdıyor mu?" ve ekliyordu.
(*) Bknz.: -Talat Turhan, Bomba Davası Savunma 2 İşkence, s. 91-146, 1986. Talat Turhan'ın Savunması, Klasör: 2-1975.
- "Kıpırdarsa parayla mı verdiler vurursunuz..." Bu birinci fasıl...
Araba hareket etti. Ve beni "Milli İstihbarat Teşkilatı"na ait olduğunu ve "Erenköy"de bulunduğunu sandığım eski bir köşke sorgulama bürosuna getirdi. Onlar bunun farkına varmayayım diye gecenin karanlığında, kapalı bir araba içinde gözlerimi bantlamışlar dı ama...
Burada, aylardan beri, özellikle Mahir Cayan ve arkadaşlarının hapishaneden kaçma olayından sonra, insanlık dışı, çağ dışı bir işkence sürdürülüyordu. Uğraşı Türkiye'nin sorunları üzerine düşünmek ve davranmak olan bir kimse için, bu barbarlığın ve bu yerin bilinmemesi olanaksızdı.
Esasen, ta 1961'lerde bana MİT'in İstanbul Bölgesi Başkanlığı önerilmişti. Buna ait belgeyi sicil dosyamda bulmak mümkündür. Ben bu görevi kabul etmemiştim. Ne büyük öngörü değil mi? Belli olmaz, eğer o zaman peki deseydim, bugün belki bende işkenceciler arasında bulunacaktım.
Evet, şimdi bu yerde bana işkence yapılıyordu... Nereden, nereye değil mi? Ama ben yine de memnundum yerimden. Bu asırda işkence yapanlar safında bulunmaktansa, işkence görenler arasında olmayı yeğ tutardım.
İki el kıskaç gibi kollarımı sıkıyordu. Her hareket bilinerek yapılıyor ve yapıcıları
rollerini doğrusu çok iyi öğrenmiş bulunuyorlardı.

Birkaç merdivenden çıkarıldım. Sağımda solumda bulunanlar rahat yürüyorlardı.
Sonradan gördüğüme göre beyaz mermerli giriş merdivenleri idi bunlar... Sonra dar merdivenlerden indirilip bodrumda bir odaya götürüldüm. Gözlerim açıldı.
İçeride sivil elbiseli iki yeni insan vardı. Ellerimdeki kelepçeler çözüldü. Biri uzun
boylu, Boşnak tipli, kır saçlı, sfenks gibi bir adamdı. Yaptığı işten memnun muydu değil miydi, anlaşılması olanaksızdı. Saat 01.00 günlerden 4 Temmuz 1972... Ve beni bu çilehanede Amerikan Kurtuluş Bayramı'nı kutlamaya getirmişlerdi herhalde...

Bir siyah levha üzerine, tebeşirle tarih ve ismim yazılmıştı. Tarihte 3 Temmuz 1972 yazıyordu. Oysa gün 4 Temmuz 1972 olmuştu. Değiştirilmesini istedim, gün tarihi olsun diye(!)
.. Ama sanırım karşımdakinin kültürü ne demek istediğimi anlamaya yeterli değildi.
.. Aslında kültürü ve insanlığı olsaydı herhalde ekmek parasının böylesine tenezzül etmezdi...

Elime bir levha tutuşturuldu, göğsüme koymam istenildi, "Bay Sfenks" fotoğrafımı çekti. Daha sonra bu kişinin başka görevleri de olduğunu görecektim.
Fotoğraf bir cepheden, bir de yandan çekildi. Tabii yandan çekilirken levha
konulamıyordu. Bay Sfenks'in görevi bitmiş ve gitmişti. Odaya bir berber girdi.
Saçlarımı bir no’lu makineye vurdu. Berber gitti. Burada mesai 24 saatti... Doğrusu gece gündüz "vatan kurtarmak için"(!) çalışıyorlardı. Ona göre ödenekleri vardı. Ama bu ödeneklerden berbere bir pay düşmezdi. Çünkü o, bir ere benziyordu. Onun da baş tıraşı benim gibiydi. Kafasının içindekiler tabii bilinemezdi. Görevini bitirdi ve gitti. Öteki sivil şahıs, benim boyumda, zayıf, yaptığı işten pek memnun görünmeyen, çok içtiği anlaşılan, sigaradan dişleri paslanmış hatta çürümüş bir insandı.

Daha sonra köşk görevlileri içinde bu adamı beğenecektim. Ceplerimde ne varsa
boşlatmamı istedi ve öyle de yaptım. Bir zabıt ta tuttu. Sonra askerlere hastanede verilen cinsten pijama getirdiler. Bana soyun dediler. Bir don ve bir gömlek kaldım. Bu pijamaları giyecektim. Oysa ne olur ne olmaz diye, evden ayrılırken bir küçük bavul hazırlanmış içerisine pijama da konulmuştu. Fakat buranın kendine özgü bilimsel(!) işkence metotları vardı. Bunlar, ara nağmeleri idiler. Pijamaları giydim. Bu arada bir soru sormam gerekti karşımdakine. Beni tersliyordu: "Sen askersin, buranın da askeri bir yer olduğunu anladın herhalde, bana kumandanım diyeceksin(!)" Biz Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ayrılalı doğrusu epeyce mesafe alınmıştı anlaşılan... Ama ben, buranın hâlâ askeri bir yer olduğuna inanmak istemiyordum. Asker pijamalarını giydim. Ne de olsa eski bir askerdim. Askerin hâlâ her şeyini severdim. Hatta bu eski, kirli pis ve en adi cins bezden yapılmış pijamasını bile... Bu seremoniyi bir diğeri izledi. Ellerime zincir, ayaklanma pranga vurulması... Bir zincir getirildi. Bu zincir 3 mm kalınlığında ve 3 cm Tik birbirine geçen 18 halkadan oluşmuştu. Tüm uzunluğu 45 cm kadar idi. Arta kalan uzunluk zincir baklalarının birbirine geçmesinden azalıyordu. Bu zincir, bir 8 yaparak bileklerime sarıldı ve iki bilek arasına bir kilit vuruldu. Normal büyüklükteki bir asma kilitti bu. Markasını bulamadım. Katmer katmer maden parçalarından yapılmıştı.

Üzerine bir kağıt ve bant yapıştırılmıştı. Kilidin numarası 18 idi. Savcıya böyle bir
zincir takarak bir saatlik bir deney yapmasını salık veririm. Bilekler ve kemikler,
zaman geçtikçe sızım sızım sızlayacak yatma pozisyonum buna uydurulacaktı. Tabii, insan deneyle en iyisini buluyordu. Akıl bu deney için yaratılmamıştı ama, buna da yarıyordu. Sonra da odada bulunan tek kişilik somya üzerindeki, nasıl olacağı kolayca tahmin edilen bir yatağa yatmam istendi. Daha sonra, bu yatağın pek konforlu(!) olduğunu anlayacaktım. Yattığımda yeni bir zincir getirildi. Bu zincir ellerim dekiler ile aynı cins idi. Uzunluğu 105 cm kadardı; fakat biraz daha büyük bir asma kilitle bağlandı. Kilidin öteki ucu sol ayağıma dolanıyordu. Dolanan kısım 30 cm kadardı; ayaktaki kilidin numarası 49 idi. Böylece, peşrev kabilinden sayılan ikinci işkence aracını görmüş oldum. Bilekleri birbirine bağlayan zincir, zincirleri birbirine bağlayan 18 no’lu kilit ve de ayağa bağlanan pranga...

Oda korkunç bir rutubet ve küf kokuyordu. Bu mevsimde bodrum katı da olsa böyle rutubet olmazdı ama dışarıdan bu amaçla devamlı su dökülürse neden olmasın dı.
Burada da öyle yapılıyordu herhalde!..
İçerideki kişi, yanımdaki komedinin üzerinde duran plastik, üstü açık sürahiden suyu bu rutubetli yerin, köhneleşmiş ahşap tabanına bir güzel serpti. Herhalde serinleme mi düşünmüyordu. Komedinin üzerinde duran plastik, pis küçük bir su bardağının yarısını da bana bıraktı... 

Besbelli bu da bir yöntemdi. Kapı üzerime kilitlendi. Kapatıldığım odada yapayalnızdım.


17 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri, BÖLÜM 15

27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri,  BÖLÜM 15



SUNAY'A YAZILAN AÇIK MEKTUBUN BASINDAKİ YANKILARI ASKER DOSTLARIN İLGİNÇ AÇIKLAMALARI (1)


Çetin Akan
Akşam, 22 Ocak 1970


Asker dostların zaman zaman yaptıkları açıklamaları izlerken çokcası:
— Yahu bizim şu Türkiye'de olup bitenlerden hiç mi hiç haberimiz olmuyor, gibi bir duyguya düşerim. Ve bir kere daha görürüm ki birçok perde arkası önemli olayları bilenler yine asker dostlardır. Binde bir bu kalın perdeyi araladıkları zaman kamuoyuna gösterdikleri gerçekler, hepimizi afallatacak niteliktedir.
Örneğin son Devrim'de birçok olaya karışmış ve genç yaşta emekliye ayrılmış yiğit bir kumandan olan Talat Turhan'ın Sayın Sunay'a yazdığı bir açık mektup vardı. Hiç haberimizin olmadığı ilginç açıklamalar taşıyan bu mektuptan bazı kısımları aktarıyorum: (2)

Biz de başlangıçta Sayın Sunay'ın Cumhurbaşkanı olmasını çok istemiş ve bu
konuda yazılar yazmıştık. Ama sonra Sayın Sunay'ın AP'ye doğru fazla bir eğilim
gösterdiğini işaret etmek zorunda kaldık... Ve hakkımızda dört dava birden açıldı... Neyse... Biz umut bağladığımız kişilerin politika harmanında olmadık sürprizler yaratmasına alışığız.
Yine son Devrim'de eski kumandanlardan Dündar Seyhan'ın da bir yazısı var. Onun da emekliye çıkartılan beş genç teğmenle ilgili olarak yazdığı şu satırlar dikkatimizi çekti:
"Gençlerin emekliliğini bu gün gözünü kırpmaksızın, vicdanı sızlamaksızın onaylayan kalemin, 1961 yılı 21 Ekim'inde Parlamentoyu toplamadan iktidara el koymak için düzenlenen protokolü büyük bir istekle imza attığını hatırladığımız zaman, bazı kişilerin mevki, rütbe ve ikbal uğruna ne durumlara geldiğini görmek, insanın kanını donduruyor."'
Bütün bunlar hiç bilmediğimiz olaylar bizim... Ve yine herhalde ne bilmediğimiz
olaylar olmakta şu sıralarda... Bir gün gelir belki onları da yine şaşa şaşa öğreniriz.

1. Yazıldığı gibi yayınlanıyor.
2. Açık mektubumu Çetin Altan olduğu gibi sütununa aktardığından tekrar olması için bu bölüm boş bırakılmıştır.
3. Cevdet Sunay kastediliyor.

SUNAY'A YAZILAN AÇIK MEKTUBUN BASINDAKİ YANKILARI BU VATAN KİMİN? (1)

İlhami Soysal

Akşam, 10 Şubat 1970

Yazının başlığına bakıp, kocaman bir hoppalaaa çekebilir, bu da nereden çıktı?
diyebilirsiniz. Elbette bu vatan bizim, başka kimin olabilir ki, diye düşünebilirsiniz.
Doğrudur da... Ama gelin, doğrudur hükmünü hemen basmadan önce, Mithat Cemal Kuntay'ın ünlü şiirinin şu beytini hatırlayalım:
"Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır."
Şecaat ve sirkat

"Bu vatan kimin?" sorusunun nereden çıktığını söylemeden önce, gelin size bir de çok bilinen bir tekerleme nakledelim: "Merd-kıpti, şecaat arz ederken sirkatin söyler"
Tamam mı? Şayet tamam diyorsanız şimdi gelin Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde orgeneralliğe kadar yükselmiş, yıllarca ve yıllarca Genelkurmay Başkanlığı yapmış bir eski askerin şecaat arz ederken sirkatini söylemesini görün:
Öyle değil de böyle
Haftalık "Devrim" Gazetesinde bundan bir süre önce, Emekli Yarbay Talat Turhan'ın, Cumhurbaşkanına hitaben bir açık mektubu yayınlandı. Bu mektubunda bir devrimci olarak Talat Turhan, Cumhurbaşkanına, pek ilgi çekici bazı hatırlatmalar yapıyordu. Bunlardan biri de Sayın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın Genelkurmay İkinci Başkanı olduğu 27 Mayıs öncesi günlerinde Genelkurmay Başkam olan Orgeneral Rüştü Erdelhun'un, İzmir'de Amerikalı general ve subaylara karşı yaptığı bir konuşmaydı.
Bizim değil, sizindir
Talat Turhan o günlerin Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun'un İzmir'de Six Ataf denilen NATO Hava Kuvvetleri Karargahında bir brifingde 1958 yılında Amerikan generallerine, "Bu memleket bizini değil sizindir"
dediğini yazıyordu. Bu iddia üstüne, Devrim'in geçen haftaki sayısında, emekli
orgeneral Erdelhun'un bir açıklaması çıktı. 27 Mayıs'ın alaşağı ettiği bu eski
Genelkurmay başkanı mızrağı çuvala sokmaya çalışarak şöyle diyor:
Hoca Ali-Ali Hoca2


Şimdi söyleyin

Evet Türk Silahlı Kuvvetlerinin başında, yıllarca Genelkurmay Başkanlığı yapmış,
orgeneralliğe kadar yükselmiş bir askerin şöyle, ya da böyle bu vatan savunması için söylediğini itiraf ettiği söz bu sabık Genelkurmay Başkanı Orgeneral, "Bunu", diyor, "Sadece Amerikalı generallere değil, Six Ataf Karargahını teşkil eden Türk, Amerikan, İtalyan ve Yunan general ve subaylarına hitaben söyledim." İyi mi? Türkiye'nin şu ya da bu alandaki savunması konusu, bu vatanın çocuklarına değil de Yunanlısından İtalyanına, Amerikalısından bilmem nesine kadar yetmiş iki millete kalmış. Şimdi nasıl olur da sormazsınız, bu vatan kimin? diye ve nasıl olur da hatırlamazsınız Mithat Cemal'in, "Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır" mısra ını?

1. Yayınlandığı gibi yineleniyor.
2. Rüştü Erdelhun'un açıklamasını İlhamı Soysal özetleyip sütununa aktardığından tekrar olmaması için bu bölüm boş bırakılmıştır.

SUNAY'A YAZILAN AÇIK MEKTUBUN BASINDAKİ YANKILARI

Devrim Gazetesi 16 Şubat 1970

ERDELHUN'UN AÇIKLAMASI (1)

Devrim gazetesinin 20 Ocak 1970 Salı günkü nüshasında Sayın Talat Turhan'ın
(Sayın Sunay'a açık mektup) yazısında benim Genelkurmay Başkanı iken İzmir'de SIX AT AF Karargahında Amerikan Generallerine "Bu memleket bizim değil sizindir" yolunda bir ifadede bulunduğum yazılıdır. Genel efkârda yanlış bir iz bırakmaması için bunu açıklamayı zaruri gördüm.

1- Sayın yazarın milli hassasiyetini takdir eyler fakat sübjektif yorumunu red ederim.
2- 1958 yılında Genelkurmay Başkanı iken İzmir'de SIX AT AF denilen NATO Hava Kuvvetleri Karargâhında bir Brifingde bulundum. Bana SIX ATAF'ın Hava harekâtı ve Türkiye'nin Hava Savunması hakkında planları üzerinde esaslı bilgiler verilmişti.
Brifingden sonra sorumlu personelin görevlerinin önemini belirtmek suretiyle aziz yurdumuzun Hava Savunmasının pekleştirmek maksadıyla bir komutanın Astlarına yüklediği ağır görevin şeref ve sorumluluğunu göz önüne koyma kabilinden (Hava Savunma babında bu memleket sizindir), yolunda bir ifadede bulunduğumu hatırlamaktayım.

3- Yazıda olduğu gibi karşımda Amerikan Generalleri değil SIX ATAF karargâhını
teşkil eden Türk, Amerikan, İtalyan ve Yunan General ve subayları vardı. Bu
Karargâh NATO Güney doğu kanadının Hava harekatından sorumlu idi. (2)
4- İfadelerimin muhatabı Şahıs veya devlet değil Türkiye'nin dahil bulunduğu
müşterek Savunma sistemi içinde bir teşekkül olan SIX ATAF idi.
5- Fikir ve ifade itibarıyla bunun her türlü aşağılık duygularından (inferiority complex) ari olduğunu Sayın Yazara ve bu yazıları koyanlara arz ederim.
Saygılarımla.

Rüştü Erdelhun
Em. Orgeneral
Eski Genelkurmay Bşk.


1. Yayınlandığı gibi yineleniyor.
—Aslında kanımca Erdelhun'un bu yanıtı bir yönüyle de olsa savlarımı doğrular niteliktedir
—Yanıt yazısı, D.P. dönemi Genelkurmay Başkam ağzından bağımlılık politikasının açıklanması
açısından da bize göre tarihsel önem taşıyor.
2. Askeri Bağımlılık'a da karşı olan Atatürk'ün Türkiye’sinin özellikle Demokrat Parti döneminde ne
duruma düşürüldüğünü göstermesi yönünden de ibret vericidir.
—Erdelhun bu açıklamasıyla tevil yolu ile de olsa savlarımı doğrulamıştır.


VII. BÖLÜM


İŞKENCE VE KONTRGERİLLA SON HAVADİS GAZETESİ YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ'NE(1)

(TALAT TURHAN'IN AÇIKLAMASI)

5 Aralık 1974 günlü gazetenizin î ve 7'nci sayfalarında Muhsin Batur'u eleştiren
yazınıza benim duruşmadaki açıklamalarımın bir kısmını almak gereğini
duymuşsunuz.

Takdir buyuracağınız gibi bir metin içerisindeki bir pasajı almak, diğerlerini göz ardı etmek gerçeğin ortaya çıkarılmasında uygulanan sakıncalı bir yöntemdir.
Oysa siz, bir yandan açıklamalarıma yer verirken, diğer yandan da Org. Faik
Türün'ün beyanlarını almak suretiyle kendi tezinizi kuvvetlendirmek amacıyla hatalı olan bu yolu seçmiş bulunuyorsunuz. Halbuki ben Faik Türün'ün bu açıklamalarını mahkeme huzurunda eleştirmiş ve belgeler gösterip yalanlamış bulunuyorum.

Örneğin; Bomba Davası'nda 8 Haziran 1973 tarihli duruşmadaki sorgumda: "Bugün
İstanbul'da işkence şebekesi vardır. Şebeke Faik Türün tarafından yürütülmektedir.
Orada General Ünlütürk'te vardır. İşkencelerle tespit olunmuş ifadelerle burada icrai adalet yapılamaz." (Ek-1'deki Duruşma Tutanağı, s. 16'ya bakınız).
Bilindiği gibi bu dönemde Faik Türün İstanbul Sıkıyönetim Komutanıdır ve
açıklamaları bir suç ihbarı niteliğinde ve kamu görevlilerini doğrudan doğruya
harekete geçirecek mahiyetteydi. Bununla da yetinmeksizin 12 Haziran 1973 tarihli bir dilekçeyi Başbakanlığa sunarak işkenceci Faik Türün hakkında bir Parlamento Komisyonu kurulup savımın araştırılmasını istedim. O günün ağır koşullan altında bu çabalarım dahi Parlamentoya olan saygımın ifadesidir. (2)
Eğer olay bu kadarla kalsaydı bugüne kadar olduğu gibi susma yolunu şimdilik
kaydıyla yeğleyebilirdim. Fakat gazeteniz duruşmadaki bir kısım açıklamalarımı
aslına bağlı kalmaksızın değiştirmiş ve beni Parlamentoya karşı çıkan bir kişi olarak göstermiştir. Bu durumda düzeltme hakkımın bulunduğunu takdir edersiniz. Şimdilik bu yola başvurmaksızın açıklamamın aynen yayınlanmasını diliyorum.
Bu konuda size yardımcı olabilmek için (Ek–2) de duruşma tutanağının 15. sayfasının fotokopisini sunuyorum.
Tutanakta görüleceği gibi Parlamento konusundaki açıklamalarım aynen şöyle:
"Mevcut Parlamentoda esrar kaçakçısı, eroin kaçakçısı, hırsız gibi kimseler varsa
ben bu parlamentoyu kabul etmiyorum."
Sanırım bu nitelikteki kişilerden oluşmuş bir Parlamentoyu kabul edecek aklı başında bir vatandaş düşünülemez. Doğal olarak gazetenizin de bu görüşte olduğunu kabul ediyorum.
Bu inançtan hareketle gazetenizin ilk çıkacak sayısında açıklamalarımın
yayınlanmasını rica ediyorum. Esasen bildiğiniz gibi yayınınızın Anayasa'mızın 132. maddesine ve yasalara da aykırı nitelikte olması bu sayede önlenmiş olacaktır. (3)
M. Talat Turhan
Ekler:
Ek–1 Bomba Davası Duruşma Tutanağı, s.16 (İşkenceci Faik Türün'le ilgili
açıklamalarım).
Ek–2 Bomba Davası Duruşma Tutanağı, s. 15 (Parlamento ile ilgili açıklamalarım).
1 a) Bir bölümü gazetenin 9 Aralık 1974 günlü sayısında manşetten yayınlandı, b) Dili sadeleştirilip, yeniden düzenlenmiştir.
2. 1973 yılından günümüze değin savlarım doğrultusunda T.B.M.M.'ye yaptığım aynı doğrultudaki sayısız girişimlere karşın sonuç alınamamıştır. Bu olgu bile tek başına savlarımın doğruluğunun kesin kanıtıdır.
3. Son Havadis Gazetesi'nde Muhsin Batur'la ilgili bir yayında adım geçmesi üzerine bu düzeltme yazısı yazılmış ve gazeteye gönderilmiştir.
Son Havadis gazetesi basma örnek oluşturacak bir duyarlılıkla düzeltme yazımı manşete taşımış ve yayınlamıştır.
Buna karşın işkenceye ilişkin savımızı o dönemde yayın yapan tüm sağcı gazeteler gibi "Cunta ve işkence edebiyatı" başlığı altında göz ardı edip gerçeği yadsımıştır. Günümüzde de ülkemiz, insan haklarındaki olumsuzluklar nedeniyle tüm uluslararası kuruluşlar tarafından kınanmakta ve AB kapısında bekletilmektedir.
Kuşkusuz zaman en iyi ayraç görevi de görmektedir. Bu bakımdan o dönemde işkenceyi reddedip işkenceciye arka çıkanların bu utancın ağırlığı altında eğer vicdanları varsa ezilmeleri gerekecektir.

“KONTRGERILLA İTHAMLARI AÇIKLIK KAZANIYOR"

Günaydın-Haber
28 Ocak 1978

"Milli İstihbarat Teşkilatının (MİT) çalışmaları ve 'Kontrgerilla' konusu, bütçe
görüşmeleri sırasında ele alındıktan sonra kamuoyunda büyük bir tartışma konusu oldu. Bu konuda değişik görüş sahipleri ortaya çeşitli iddialar attılar. Konuya adlan karışan kişilerin birbiri peşinden yaptıkları açıklamalarla tartışma büyüdü. Kontrgerilla konusunda öne sürülen değişik görüşleri ve tartışmaları, bu konuyu bir ölçüde de olsa aydınlığa çıkartır düşüncesiyle aşağıda sunuyoruz...
Kontrgerilla nedir?
"Kontrgerilla bu konuda iç ve dış yayınlardan edinilen bilgiye göre, az gelişmiş
ülkelerde gerilla eylemlerinde bulunan kişilere karşı mücadele amacıyla kurulan
örgütlerdir. Bu örgütlerin kuruluş biçimi ve uygulama yöntemlerinin Amerika'da tespit edilerek yayıldığı belirtilmektedir. Kontrgerilla örgütlerinin insan haklarına ve uluslararası anlaşmalara aykırı yöntemler benimsediği de bu konudaki görüş
sahiplerince öne sürülmektedir...

Turhan: 'Kontrgerilla tüm az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de
uygulanmıştır!

Türkiye'de Kontrgerilla tartışmasını genişliğine ilk defa açan kişi 21 Mayıs
olaylarından sonra emekliye ayrılan Kurmay Yarbay
—Gazete o dönemde bu konuda adı geçen kişiler içinde: Süleyman Genç, Suphi Karaman, Cihat Akyol, Sadi Koçaş, Faik Türün'ün görüşlerini yansıtıyor ve özellikle "Türkiye'de Kontrgerilla tartışmasını genişliğine ilk defa açan kişi" olduğumu vurguluyordu.
Talat Turhan; Yedigün dergisinde yayınlanan yazılarında bu konuda şu iddialara yer verdi:
"Amerika'da geliştirilen, gerillalarla mücadeleyi amaçlayan Kontrgerilla yöntemleri Türkiye'de ve tüm az gelişmiş ülkelerde uygulamaya koyulmuştur. Bu anlayışla, teknik sorgulama timleri kurulmuş ve 12 Mart döneminde özel sorgular yapılmıştır.
Zamanın İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün bu gerçeği itiraf etmiştir.
Erenköy işkence köşkünde "teknik sorgulama" yöntemleri uygulanmıştır. Esirlerin sorguya çekilmeleri uluslararası anlaşmalarla tespit edildiği halde, tüm az gelişmiş ülkelerde teknik sorgulama yöntemleri askeri ve polis okullarının eğitim programına dahil edilmiştir."
Genç: "Kontrgerilla örgütü 'özel savaş grubu' adı altında kuruldu"
Kontrgerilla konusu Millet Meclisi'ne CHP İzmir Milletvekili ve bu parti içindeki
"Demokratik Sol" grubunun önde gelen isimlerinden Süleyman Genç tarafından
getirildi. Evine atılan bombadan da Kontrgerilla'yı sorumlu tutan Genç, bütçe
görüşmelerinde şöyle konuştu:
"1965 yılında Genelkurmayın 'Ayaklanmayı Bastırma Talimatı(2) ve Sahra
talimatnamesiyle Kontrgerilla örgütü "Özel Savaş Grubu" adı altında kuruldu. Bu
örgüt silahlı kuvvetlerin emir-komuta zinciri dışında kaldı. Türkiye'de Kontrgerillanın kurucusu General Cihat Akyol'dur, Akyol 1975'den sonra birinci MC hükümetince Sivil Savunma Sekreterliğine getirildi ve burada Kontrgerilla yöntemlerini uyguladı. Ayrıca 12 Mart döneminin Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş, anılarında o dönemde yasa dışı operasyonlara girişildiğini belirtiyor. Bazı konular karanlıkta kaldı diyor. Bunlar açığa çıkartılmalıdır."
Karaman: "12 Mart'tan sonra yapılan bir brifinge katılan ve görev alanlar kimdi?"
Millet Meclisi Bütçe komisyonu görüşmelerinde söz alan Tabii Senatör Suphi
Karaman, CHP Milletvekili Süleyman Genç'le birlikte Kontrgerilla konusuna değindi.

27 Mayıs devriminin yapıcılarından biri olan Emekli Albay Suphi Karaman, bütçe görüşmeleri sırasında şöyle konuştu:
"12 Mart'tan sonra galiba Nisan sonlarında Ankara'daki Marmara Köşkünde bir brifing yapılmıştı. (3) Bir Cumartesi günüydü. Brifingden çıkanlar ellerinde listelerle bütün Anadolu'ya yayılmışlardı. Ertesi gün Senato'daki grup arkadaşlarımı toplayıp durumu anlattım. Bugün, yarın önemli olaylar cereyan edebilir dedim. Bir kaç gün sonra radyodan yayınlanan hükümet bildirisiyle büyük tevkifat başladı. Bütün valiler kollan sıvamış en çok tevkifi kendi bölgelerinde yaptırmak için yarışa girmişlerdi. Bu brifingi yapanlar ve katılanlar kimlerdi? O günlerde Elrom'u öldürenler kimlerdi? Bunların aydınlanması lâzım.."
Akyol: "Ben Kontrgerilla kurucusu değil savunma uzmanıyım!" Meclisteki bütçe
görüşmeleri sırasında CHP Milletvekili Süleyman Genç tarafından Kontrgerilla
örgütünün kurucusu olarak takdim edilen Emekli General Cihat Akyol, kendisine
yöneltilen suçlamalarla ilgili olarak bir gazeteye verdiği demeçte ve dün yaptığı basın toplantısında özetle şunları söyledi:
"Bana suçlamalar yönelten CHP'li Milletvekili Kontrgerilla dairesi olarak tanımladığı "Özel Harp" dairesinin 1964 yılında kurulduğunu söyledi. Ben o tarihte Moskova'da askeri ataşeydim. Ben Kontrgerilla'nın kurucusu değil 12 Mart döneminde Lüleburgaz'da görev yaptım. 1975'den sonra İçişleri Bakanlığı'nda görev yaptığım 14 ay süresince yalnızca sivil savunma işleriyle uğraştım. Bunun Kontrgerilla ile hiç ilgisi yoktur. Beni sol çevrelere boy hedefi halinde sağcı olarak takdim ediyorlar. Bunu adi bir oyun olarak niteliyorum."
Koçaş: "Kontrgerilla" 12 Mart'ta Genelkurmay Başkanı'nın emriyle kuruldu"
12 Mart döneminin Başbakan Yardımcısı Emekli Kurmay Albay Sadi Koçaş,
anılarında(4) o dönemin bazı uygulamalarına değindiği için bütçe görüşmelerinde
onun da adı geçti. Sadi Koçaş kontrgerilla konusunda bilgilerini şöyle açıkladı:
"Kontrgerilla 12 Mart döneminde Genelkurmay Başkanının emri üzerine İstanbul
Sıkıyönetim Komutanı ve MİT yetkililerinin birlikte çalışacakları bir soruşturma örgütü olarak kuruldu, İstanbul’daki Zihnipaşa Köşkü'nde birtakım soruşturmalar yaptı. Yasa dışı bu örgütün bazı ilgilileri, üst kademelerden yasa dışı emirler alarak uygulamışlardır. Kontrgerilla'da ifadeleri alınmış tutuklu subaylarla konuştum. Onlardan geniş bilgi aldım. Bu anayasa ve yasalara aykırı bir
kuruluştu. Halen faal durumda olduğunu sanmıyorum..."
Türün: "Kontrgerilla" diye bir örgüt kurulmamıştır. MİT özel görevler yüklenmiştir."
Sadi Koçaş'ın ve Talat Turhan'ın Kontrgerilla örgütünün kurucuları arasında saydığı  12 Mart döneminin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı ve şimdiki AP Manisa Milletvekili Faik Türün, bu yoldaki suçlamalarla ilgili olarak şöyle konuştu:
"Kontrgerilla diye bir örgüt kurulmamıştır. 12 Mart döneminde MİT güvenlik için özel görevler yapmıştır. Buna özel mahiyet verilemez. O tarihte Erenköy'de Ziverbey Köşkü'nde yapılan sorgulamaya bir kez yarım saat katıldım. Burada MİT'ten gelen müşavirler görev yapıyordu. Bu güvenlik kuruluşlarının yaptığı ve yapmakta oldukları bir görevdir. Normal bir polisin bilgisiyle komünizm eylemlerinin sorgusunu yapmak imkânsızdır. Bu yüzden MİT müşavirleri görev almıştır. MİT'te çok sayıda sivil giyinmiş asker görev yapmaktadır. Bu yüzden sanıkların gözleri bağlanmıştır..." (5)


BU BÖLÜM DİPNOTLARI.;

1. Yazıldığı gibi yayınlanıyor.
2. Talimatı değil "Hareketleri" ('Kontrgerilla Cumhuriyeti' adlı kitabıma bakınız).
3. Marmara Brifingi Kaynak yayınları tarafından 1995 yılında yayınlandı.
4. Sadi Koçaş, Atatürk'ten 12 Mart'a, Beş ciltlik kitap.
5. Geçen süre içinde Faik Türün'ün gerçeği yansıtmadığını kamuoyu öğrendi. Eğer öyle olmasaydı. 'Basın Toplantısı' davetimi kabul ederdi.


16 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***