içme suyu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
içme suyu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2017 Salı

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 10

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 10



BEŞİNCİ BÖLÜM 

AVRUPA BİRLİĞİ SU ÇERÇEVE DİREKTİFİ 

5.1. Su Çerçeve Direktifine Genel Bakış 

1993 yılında yürürlüğe giren Avrupa Birliğini kuran Antlaşma (Maastricht Anlaşması) ile çevre alanına politika statüsü verilmiştir. Avrupa Birliğinin çevre 
politikasının temel ilkeleri, kirleten öder, bütünleyicilik, yüksek seviyede koruma, kaynakta önleme, önleyicilik ve ihtiyattır. Avrupa Birliğinin çevre politikasının 
gelişiminde, 1973 yılından bu yana hazırlanan Çevre Eylem Programları oldukça etkili olmuştur.335 




Çevre politikalarında önemli bir yer tutan suların korunması, uzun bir zamandır Avrupa Birliği’nin de etkinlik alanlarından biri olmuştur. Bu bağlamda, su 
koruma hukukunun Avrupa Birliği çevre hukukunun en eski alanlarından birini oluşturduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. 1970’li yılların başından beri Avrupa Birliği’nde suların korunmasına ilişkin birçok yönerge kabul edilmiştir. Bununla birlikte bu yönergelerin, yeknesak bir sistematikten yoksun olduğunu belirtmek gerekir. Bu nedenle Avrupa Birliği su koruma hukuku uzun bir süre, farklı niteliğe sahip akımların, düzenleme yaklaşımlarının ve üye devletlerin farklı siyasi ve idari özelliklere ve önceliklere sahip değişen etkilerinin tesiri altında kalmıştır. Avrupa Birliği Komisyonu, Birliğin su koruma hukuku düzenlemelerinin içinde bulunduğu bu uyumsuzluğun aşılabilmesi için özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren ciddi çabaların içine girmiş; 2000 yılının sonunda yürürlüğe giren 2000/60 sayılı Su Çerçeve Direktifi ise bu çabaların en önemli sonucu olarak orta çıkmıştır. Su Çerçeve Direktifi’nin kabulü ile Avrupa Birliği düzeyinde o ana dek mevcut olan su koruma düzenlemeleri tek bir çatı altında birleştirilmiş, sektörel bakış açısı terk edilerek bunun yerine entegre (bütüncül) bir yaklaşım benimsenmiştir.336 

Söz konusu gelişim sürecine dönemsel olarak bakacak olursak, . İlk dönem, 1973 yılında ilk Çevre Eylem Programı’nın ardından 1975 yılında yüzey suyu 
direktifi ve içme suyu direktiflerini kapsamaktadır. Söz konusu bu direktifler su kalite standartlarına ve içme suyu için kullanılan yüzey sularının korunmasını 
kapsamaktadır. İkinci dönem ise 1991 yılında Avrupa Su Yönetmeliği’nin yürürlüğe girmesiyle başlamıştır. Su Çerçeve Direktifi ise, Avrupa Su Yönetmeliklerini de içine alan III. Dönem olarak tanımlanır. Bu dönem önceki iki dönemin yaklaşımlarını birleştirmiş ve Avrupa Birliği su politikası için ortak bir çerçeve oluşturmuştur. 2000 yılından günümüze AB, direktifi adapte etme çalışmalarını yürütmektedir.337 

Su Çerçeve Direktifi, 26 madde ve 11 Ek’ten oluşan bir belge olup, uygulanma yönünden oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu nedenle yürürlüğe 
girmesinden sonra muhtelif tarihlerde birçok rehber doküman yayımlanmış olup, söz konusu dokümanlar edinilen tecrübeler ışığında sürekli yenilenmektedir.338 

Su Çerçeve Direktifi’nin “amaç” başlığını taşıyan 1. maddesinde Direktif’in amacının, aşağıdaki hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik olarak yüzey sularının, geçiş sularının, kıyı sularının ve yer altı sularının korunmasına ilişkin hukuki bir çerçeve oluşturmak olduğu belirtilmiştir. Burada belirtilen hedefler ise şunlardır:339 

a) Su kaynaklarının daha fazla tahribatının önlenmesi, korunması ve iyileştirilmesi, 
b) Su kaynaklarının uzun vadeli korunmasıyla sürdürülebilir su kullanımının teşviki, c) Sucul ekosistemlerin ileri derecede korunması ve iyileştirilmesi 
d) Yeraltı su kirliliğinin azaltılıp, daha fazla kirlenmesinin engellenmesi, 
e) Sel ve kuraklık etkilerinin azaltılması. 

1 inci maddede yer alan ifadeler göz önünde bulundurulduğunda Direktif’in esasında, suları ekosistemleri ile birlikte korumayı ve iyileştirmeyi amaçlayan 
hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik olarak yeknesak hukuki bir çerçeve oluşturmayı amaçladığı görülür. Bununla birlikte yönergenin, hem niteliksel hem de niceliksel bir bakış açısını birleştiren bir yaklaşımı benimsendiğini belirtmek gerekir. Zira bir yandan suların daha fazla kirlenmesinin önlenmesi ve suların niteliksel durumunun iyileştirilmesinden, diğer yandan ise mevcut su kaynaklarının niceliksel açıdan korunmasından bahsedilmektedir.340 

Yeraltı suları için ise “iyi” su durumu; yeraltı suyu çekimleri ile yeraltı sularının beslenmesi arasında uzun dönemli sürdürülebilir bir dengenin mevcudiyeti ve 
SÇD’nin temel hedefi, 2015 yılından önce suların kalitesinin “iyi” duruma ulaştırılması olarak özetlenebilir.341 Böylece kalite yönetimine yeni bir boyut ve 
kavram getirilmiştir. Bu da suların “iyi duruma” getirilmesidir. Direktif uyarınca tüm ülkelerin uyması ve uygulaması gerekli hususlara genel olarak bakacak olursak;342 

'' 1) Su sektöründe bütüncül anlayışın gerekliliği, 
2) Önlemler ve önleyici eylem ilkeleri ile çevresel zarar gören kaynağın öncelikli olarak rehabilitasyonu, 
3) Çevre ve doğal kaynakları da kapsamak üzere kirleten-öder ilkesi ve su hizmet bedellerinin geri ödenmesi, 
4) Su çekimlerinin ve kirlilik kaynaklarının olduğu yerlerde kontrole öncelik verilmesi, 
5) Yönetimde hidrografik havza yaklaşımı, 
6) Kirliliğin kaynakta azaltılmasını sağlamak üzere emisyon sınır değerlerinin ve çevresel kalite standartlarının saptanması, 
7) Halkın katılımının sağlanması. '' konuları karşımıza çıkmaktadır. 

Esasen SÇD üye ülkelerdeki akarsuların kalitesinin yükseltilmesi ile ilgilenmektedir. Bu amaca ulaşmak için araç olarak ise bütüncül havza yaklaşımı 
belirlenmiştir.343 Direktifin temel kavramları tanımlar başlıklı 2 nci maddesinde açıklanmıştır. İncelememiz kapsamında önemli olan kavramlara bakacak olursak; yeraltı sularında kimyasal kirlenmenin bulunmaması olarak tanımlanmıştır. Bkz. 2. Madde Water Framework Directive 

Nehir havzası: “Bir dizi yerüstü dereleri, nehirleri ve muhtemelen göller aracılığıyla yerüstündeki bütün akışların su güzergâhındaki belli bir noktadan tek bir nehir ağzı, haliç ya da delta aracılığıyla denize aktığı yeryüzü alanıdır.” ve 

Nehir havza bölgesi: “Nehir havzaları yönetimi için ana ünite olarak tanımlanan; bir ya da daha fazla komşu nehir havzalarının ilgili yer altı suları geçiş ve kıyı suları ile birlikte oluşturduğu kara ve denizalanı anlamındadır” şeklinde tanımlanmıştır. 

Su Çerçeve Direktifi’nin yüzey suları ve yer altı suları için öngördüğü su yönetimi modeli havza esaslı yönetim modelidir. Havza esaslı yönetim modelinde 
idari veya politik sınırlara göre belirlenmiş bir idari yapılanmadan ziyade, doğal, coğrafi ve hidrolojik özelliklere göre oluşturulmuş tek bir birim söz konusudur. 
Su Çerçeve Direktifi’nin 3 üncü maddesinin birinci fıkrası bu bağlamda, üye devletleri kendi topraklarındaki su havzalarını belirlemek ve her bir su havzası için direktifin hedeflerini esas alan bir nehir havza bölgesini oluşturmakla mükellef kılmaktadır. Direktif ’de, küçük havzaların daha büyük havzalarla birleştirilebileceğinden ve komşu küçük havzalar için tek bir nehir havza bölgesinin oluşturulabileceğinden söz edilmektedir.344 Ayrıca Su Çerçeve Direktifi’nin 13 üncü uyarınca üye devletler, her bir nehir havza bölgesi için bir nehir havzası yönetim planı hazırlamakla mükelleftir. 

Diğer önemli düzenlemelerine bakacak olursak; 

Su Çerçeve Direktifi’nin en önemli hükümlerinden biri de, üye devletlerce gerçekleştirilmesi gereken çevresel hedeflere yer veren 4. maddedir. Yüzey suları, yer altı suları ve koruma alanları bakımından geçerli olacak çevresel hedeflerin bu maddede farklı bir biçimde düzenlendiği görülür.345 

Suların durumuna ve kullanımına ilişkin bilgiler, akılcı bir su yönetimi ve suların gerek niteliksel gerekse de niceliksel açıdan korunması için büyük bir önem 
taşıdığından, Su Çerçeve Direktifi’nin 5-8. maddelerinde suların analiz ve izlenmesine ilişkin ayrıntılı düzenlemelere yer verilmiştir.346 

9 uncu maddesinde maliyetin karşılanması ilkesine yer veren Su Çerçeve Direktifi, su yönetimi ve su politikalarında karar alma süreçlerine çevre hukukunun en önemli ilkelerinden biri olan kirleten öder ilkesini entegre etmiştir. Maliyetin karşılanması ilkesi, su kullanımının hem düşürülmesi hem de ekonomik bakımdan optimizasyonu bakımından önemli bir teşvik rolü üstlendiği gibi, su kirliliğinin sürdürülebilir bir seviyeye düşürülmesine de ciddi bir katkı sunmaktadır.347 

Su Çerçeve Direktifi’nin 11 inci maddesi üye devletleri, 4 üncü maddede anılan hedeflerin gerçekleştirilmesi için her bir nehir havza bölgesi veya uluslararası 
nehir havza bölgelerinin kendi topraklarındaki kısmı için bir önlemler programı oluşturmakla yükümlü kılmaktadır. Bu düzenlemeden hareketle nehir havza 
bölgelerini, politik ve idari sınırlamalardan bağımsız bir şekilde önlemler programlarına esas teşkil ettiğini belirtmek gerekir.348 

Su Çerçeve Direktifi’nin 14 üncü maddesinde yerel düzeyde halkın ve diğer tüm paydaşların yakın işbirliği yapması ve önemli kararlara katılım sağlaması hususu 
üzerinde durulmaktadır. Katılımın, özellikle nehir havzası yönetim planlarının geliştirilmesi için önemli olduğu vurgulanmaktadır. Nihai karar verilmeden plan ve programlarla ilgili olarak halkın yeterli düzeyde bilgilendirilmesi esastır.349 

5.2. Su Çerçeve Direktifi’nin Avrupa Birliği Hukukunun Kaynağı Olarak Değerlendirilmesi 

Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın görev alanını belirleyen Topluluk Antlaşmalarının her biri, Divan’ın “bu anlaşmalar yorumlanırken ve uygularken, 
hukuka saygıyı sağlayacağını” belirtmekle birlikte, “hukukun ya da onun kaynaklarının ne olduğunu açıkça belirtmemektedir. Buna rağmen Avrupa Birliği 
Adalet Divanı (ABAD), antlaşma hükümleri ile kendisinde verilen görevleri yerine getirirken değişik kaynaklardan topluluk hukuku olarak yararlanmaktadır.350 

Avrupa Birliği hukukunun kaynakları şunlardır: 

1- Birincil Kaynaklar: Kurucu Antlaşmalar, Tadil Antlaşmaları, Katılım Antlaşmaları İle Bunların Ekleri (Protokoller ve Bildiriler); 
2- İkincil kaynaklar olarak adlandırılan Topluluk organlarının tasarrufları; 
3- Adalet Divanı tarafından tanınan hukukun genel ilkeleri; 
4- Adalet Divanının kararları; 
5- Uluslararası antlaşmalar; 
6- Teamüller. 

Topluluk hukukunun ikincil kaynakları, Topluluk organlarının, antlaşmalarla verilen yetkiler çerçevesinde yaptıkları ve hiyerarşik olarak antlaşma hükümlerinden sonra gelen hukuktur. İkincil kaynaklar (ATA 249, ABİA 288) açısından AP, Konsey ve Komisyon ile birlikte tüzükler yapar (regulations), direktifler çıkarır (directives), kararlar (decision) alır ve tavsiye (recommandations) ve görüşler (opinions) bildirir.351 

Topluluk hukukunun ikincil kaynakları arasında çok önemli bir yer işgal eden direktifler ATA’nın 249 uncu maddesinin üçüncü fıkrasında düzenlenmiştir.352 Buna göre topluluk direktifleri, öngörülen hedef bakımından üye devletler açısından bağlayıcıdır; ancak bu hedeflere ulaşma biçiminin ve yönteminin seçimi ulusal birimlere bırakılmıştır. Bu bakımdan, yönergelerin tümüyle bağlayıcı olan tüzüklerin aksine, yöneldiği her bir devlet için varılacak hedefler bakımından bağlayıcı olduğu; bu hedeflerin üye devletlerin kendi hukuk sistemleri içinde uygulama yöntemlerine ilişkin tercihin ise üye devletlere bırakıldığı söylenebilir. Ulusal hukuk sistemlerinin topluluk hukukuna uyumla hale getirilmesinde, çoğunlukla bunun dolaylı olarak gerçekleştirilmesi eğilimi vardır. Bu yüzden direktifler en çok tercih edilen Topluluk yasama şeklidir.353 Direktifler, bir tür çerçeve kanun oluşturduklarından etkilerini doğurmaları, onların ulusal hukuk düzenine aktarılması ile mümkün olmaktadır. 

Su Çerçeve Direktifine Topluluk hukukunun ikincil kaynakları arasında yer almaktadır. Üye ülkeler açısından bağlayıcı bir düzenlemelidir. 

Aday ülkeler, AB müktesebatının tümünü üstlenmek ve uygulamakla yükümlüdür. Müktesebatı üstlenmeme ve uygulamama gibi bir durum hasıl olmadığından uluslararası müzakere süreçlerinden oldukça farklıdır. Aday ülkelerin katılım müzakereleri boyunca, gerçek anlamda müzakere ettikleri tek konu, ilgili başlığa ilişkin uyum takvimidir. Bu bağlamda aday ülkelerde uygulama takvimi ışığında SÇD’nin gerekleri yerine getirerek iç hukuklarına adapte etmeleri gerekmektedir. 

Türkiye açısından AB ilişkilerinin dönüm noktası, 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde Helsinki'de yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi'dir. 
Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin adaylığı resmen onaylanmış ve diğer aday ülkelerle eşit konumda olacağı açık ve kesin bir dille ifade edilmiştir. Helsinki Zirvesi'nde, diğer aday ülkeler için olduğu gibi Türkiye için de Katılım Ortaklığı Belgesi hazırlanmasına karar verilmiştir. 17 Aralık 2004 tarihli Brüksel Zirvesi' nde ise Türkiye'nin siyasi kriterleri yeteri ölçüde karşıladığı belirtilerek 3 Ekim 2005'te müzakerelere başlanması kararı alınmıştır.354 

21 Aralık 2009 tarihinde ise AB ile gerçekleştirilen Hükümetlerarası Konferans’ta "çevre" faslı görüşmelere açılmıştır, Bu çerçevede, AB’ne aday ülke 
olarak kapanış kriterleri çerçevesinde diğer hususların yanı sıra "sınıraşan" konuları da içerecek şekilde Su Çerçeve Direktifi ’ne uyum sağlamamız beklenmektedir.355 

5.3. Su Çerçeve Direktifinin Sınıraşan Sulara İlişkin Hükümleri 

5.3.1 Genel Olarak Değerlendirme 

Avrupa Birliği sınırları içerisinde ve sınırlarını aşan yaklaşık 69 sınıraşan havza vardır. Bu havzaların yaklaşık 17 tanesi Avrupa Birliği ve Avrupa Birliği üyesi 
olmayan ülkeler sınırları içerisindedir.356 Her nehir havzasının kendine özgü teknik, sosyo-ekonomik ve politik bir yapısı vardır. Belirtilen nedenlerle suların kıyıdaş ülkeler arasında kullanımına ilişkin sorunların niteliği de havzadan havzaya önemli farklılıklar göstermektedir. Direktif dahilinde, ulusal su havzaları ve uluslararası havzaları hiçbir fark gözetmeden ele alınmaktadır. Ulusal sular için geçerli olan hedefler, sınıraşan sular için de geçerlidir.357 

Direktif, sınıraşan sular konusunda havza bazında çözümlerin geliştirilmesini amaçlamıştır. Buna göre birlik içerisinde üye ülkeler arasında akan suların başarılı ve etkin denetimi entegre havza yönetimi ile mümkün olacak ve böylece öncelikli hedef olan havza bazında ekosistemlerde sürdürülebilirlik sağlanmış olacaktır. Direktifin eko sistemlerin korunmasına öncelik vermesi de, Berlin Kuralları özelinde de bahsedilen günümüzde sınıraşan sular konusundaki genel yaklaşımın temeli olan su kullanımından su yönetimine doğru gelişen eğilimin yansıması olarak görülebilir.358 

SÇD ‘de giriş bölümünde sınıraşan sulara ilişkin;359 “Üye Devletlerin Topluluk sularının korunmasını nitelik ve nicelik bakımından geliştirme, sürdürülebilir su kullanımını teşvik etme, sınırları aşan su sorunlarının kontrolüne katkıda bulunma, su ekosistemlerini ve karasal ekosistemlerini ve bunlara doğrudan  bağlı bulunan bataklık bölgeleri korumak ve Topluluk sularının potansiyel kullanıcılarını korumak ve geliştirmek amaçlı çabalarını koordine etmek için ortak prensipler gereklidir.” ve “Suyun kullanımının sınırları aşan etkilerinin olabileceği bir nehir yatağında, bu Direktif uyarınca oluşturulan çevresel hedeflerin gerçekleştirilmesi şartları ve özellikle bütün önlem programları bütün nehir yatağı bölgesi için koordine edilmelidir. Topluluk sınırlarını aşan nehir yatakları için, Üye Devletler ilgili üye olmayan Devletlerle uygun koordinasyonu sağlamaya çaba göstereceklerdir. Bu Direktif su koruma ve yönetimi hakkındaki uluslararası sözleşmelerden, özellikle Sınıraşan suyolları ve uluslararası göllerin korunması ve kullanımı hakkında 95/308/EC1 sayılı Konsey Kararıyla onaylanan, Birleşmiş Milletler Sözleşmesinden doğan Topluluk yükümlülüklerinin uygulan masına katkıda bulunacaktır.” İfadeleri Direktif’in sınıraşan sulara ilişkin verdiği önemi göstermektedir. 

Bir nehir havzasının birden çok devletin ülkesinde yer alması durumunda Direktifin anılan bölgenin tümüyle AB üyesi devletlerde bulunması durumu ile bir kısmı AB üyesi olmayan devletlerde bulunması durumu arasında bir ayırıma gitmektedir. Nehir havzasının tümü AB üyesi devletlerin ülkelerinde bulunuyorsa, direktif bu suların bütün olarak tek bir uluslararası nehir havzası bölgesi çerçevesinde ele alınmasını öngörmektedir. İlgili üye devletlerin isteği üzerine Komisyon böyle bir uluslararası nehir havzası bölgesinin kurulmasına yardımcı olacaktır. Bu durumda, her üye devlet ilgili uluslararası nehir havzasının kendi ülkesinde bulunan kısmı için Direktifte öngörülen kuralların uygulanması amacıyla, yetkili makamın belirlenmesi dahil, uygun yönetsel önlemleri alma yetkisine sahiptir.360 Üye devletler Direktifte öngörülen çevresel amaçlara uymak zorunda olup, bütün önlem programlarını nehir havzası yönetiminin tümü açısından eşgüdüm içinde yürütmekle yükümlüdürler. 
Uluslararası nehir havzası bölgeleri için ilgili Üye Devletler bu koordinasyonu hep birlikte sağlayacaklar ve bu amaçla uluslararası sözleşmelerden doğan mevcut 
yapıları kullanabileceklerdir. İlgili Üye Devletlerin talebi üzerine, Komisyon önlemler programlarının oluşturulmasını sağlamak için harekete geçecektir.361 Bir nehir havzası bölgesinin Topluluk sınırları ötesine uzanması halinde, ilgili Üye Devlet ya da Üye Devletler ilgili üye olmayan Devletlerle, bu Direktifin amaçlarının nehir havzası bölgesinin tamamında gerçekleştirilmesi amacıyla uygun koordinasyonu kurmaya çaba göstereceklerdir. Bu durum mümkün değilse üye Devletler bu Direktifin kurallarının kendi toprakları içinde uygulanmasını sağlayacaklardır.362 

Sınıraşan sulara ilişkin olarak kıyıdaş devletlerin AB üyesi olmayan devletler olması durumunda, üye devletlere getirilen havza çapında uygulama durumu sadece bir tavsiye niteliğindedir. Madde metninde geçen ifadeden bu anlaşılmaktadır. Nitekim “çaba sarf etme” yükümlülüğü devletler için yeterlidir. Benzer şekilde madde metninde ifade edilen “uygun koordinasyon” (appropriate coordination) durumun niteliğine bağlı olarak saptanacaktır. Bunun tersini düşünmek mümkün değildir. Zaten üye olmayan, dolayısıyla SÇD ile bağlı olmayan, başka bir devletin bunu uygulama yönünde iradesini ortaya koymaktan kaçınması halinde ne üye devletlerin ne de kurum olarak Birliğin bunu uygulatma imkânı bulunmaktadır. Bunun nedeni SÇD ile ifade edilen yükümlülüklerin uluslararası hukuk açısından bağlayıcı olmamasıdır.363 

Bu durumla birlikte SÇD içerisinde yer alan “uluslararası nehir havzası” kavramının, uluslararası su hukukunca benimsenmiş terminoloji ile uyumlu 
olmadığının altının çizilmesi gerekmektedir. Nitekim BM tarafından hazırlanan Uluslararası Suyollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanımına İlişkin Sözleşme’nin 
ilk taslaklarında “uluslararası havza” terimi yer almışsa da söz konusu terimin çok geniş kapsamlı olduğu ve devletlerin kendi topraklarında yer alan havza bölgeleri üzerindeki egemenlik hakları ile çeliştiği çok sayıda ülke tarafından ileri sürülmüştür. Bu itirazlar nedeniyle “uluslararası havza” yerine “suyolu” (watercourse) ve “uluslararası suyolu” (international watercourse) terimlerinin kullanılması tercih edilmiş ve sözleşmede belirtilen kavramların açıklamalarına yer verilmiştir.364 Nehir havzası doğrudan doğruya egemen devletlerin toprakları içindeki bir bölgeyi ifade etmektedir. Türkiye ve yukarı-kıyıdaş konumunda olan ülkelerin büyük bir çoğunluğu 1997 BM Sözleşmesi’nde “uluslararası suyolu” yerine “sınıraşan suyolu veya sınıraşan sular” (transboundary watercourse or transboundary waters) teriminin kullanılması gerektiğini belirtmişlerdir.365 



BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


335 Avrupa Birliği Sürecinde Çevre Faslı, http://www.abgs.gov.tr/files/SEPB/yayinlarveraporlar/cevrekitap.pdf  (en son erişim:03/04/2014) 
336 Güneş, Ahmet Mithat, Avrupa Birliği Su Çerçeve Yönergesi ve Türk Su Hukuku, Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, S. 2, İstanbul 2010,s. 167-191, s.167-168 
337 Maden, Tuğba Evrim, Avrupa’nın Su Kaynaklarının Korunmasına Yönelik “Blueprint” Planı, 
http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/analizgundemgoster.aspx?ID=4507,(ensonerişim: 01/04/2014) 
338 Bilen, Özden, Türkiye’nin Su Gündemi, s.133 
339Water Framework Directive, http://eur-lex.europa.eu/legal content/EN/TXT/?uri=CELEX:32000L0060 ( En son erişim:04/03/2014) 
340 Güneş, s.171-172 
341 Su Çerçeve Direktifi’nin ana amaçlarından biri olan “iyi duruma” ulaşma yolundaki AB, Nehir Havza Yönetim Planlarının değerlendirilmelerinin sonucu 2015 yılında bu hedefe erişilemeyeceği önceki raporlarda yer almıştır. Komisyon, havza planlarını incelerken her bir üye devletin üzerindeki hidromorfolojik baskılar, kirlilik ve aşırı kullanım su kaynakları üzerindeki baskılardan da söz etmektedir. Bu sebeple “iyi durumda” suya erişim tarihinde sarkmalar meydana gelecektir. Bu sebeple hedeflere ulaşma tarihi 2027 ve sonrasına kaydırılmıştır. Bkz. Maden, Avrupa’nın Su Kaynaklarının Korunmasına Yönelik “Blueprint” Planı 
342 Burak, Selmin, Su Gündemi, Su Kaynakları, Yönetimi, Sınır Asan Sular, Beta, İstanbul 2009, s.105 
343 İyi yüzeysel su durumu, dengeli ve sürdürülebilir bir ekosistem ve çevresel kalite standartlarına uygun bir su ortamı olarak tanımlanmıştır. 
344 Güneş, s.173 
345 Water Framework Directive 
346 Water Framework Directive 
347 Bilen, Türkiye’nin Su Gündemi, s.134; Güneş, s.175 
348 Güneş, s.175 
349 Tuğaç, Çiğdem, Avrupa Birliği Su Çerçeve Direktifi Kapsamında Sınıraşan Sular, Orsam Su Araştırmaları Programı Rapor No: 19, Mayıs 2013, s.21 
350 Bozkurt, Enver- Özcan, Mehmet - Köktaş, Arif, Avrupa Birliği Hukuku, Ankara 2008, s.161 
351 Özkan, Işıl, Avrupa Birliği Kamu Hukuku, Ankara 2011, s.116 
352Güneş, Ahmet Mithat, Avrupa Birliği Yönergelerinin Doğrudan Etkisi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (AÜHFD), C. 58, S. 2, Ankara 2009, 
s. 281-318, s.283 
353Tapan, Ruhi, Avrupa Birliği Hukukun Kaynakları, Sayıştay Dergisi, S.32, Ankara 1999, s.89-122, s.104 
354Türkiye-AB İlişkilerinin Tarihçesi, http://www.ab.gov.tr/index.php?p=111&l=1 (en son erişim:05/03/2014) 
355 Dışişleri Bakanlığı-Avrupa Birliği ile Su Konusu 
356 Maden, Tuğba Evrim, AB Su Çerçeve Direktifi ve Sınıraşan Sular: Peipsi Gölü Örneği, 
http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/analizgundemgoster.aspx?ID=4651, (en son erişim : 01/14/2014) 
357 Bilen, Türkiye’nin Su Gündemi, s.189 
358 Bozçağa vd., s.38 
359 Water Framework Directive 
360 Mad. 3/3, Water Framework Directive 
361 Mad.3/4, Water Framework Directive 
362 Mad 3/5, Water Framework Directive 
363 Kaya, İbrahim, AB Su Çerçeve Direktifi, Sınıraşan Akarsular ve Türkiye, Karpuzcu, Mehmet- Gürol, Mirat D.- Bayar, Sanem, DSİ Matbaası, Sınıraşan Sular ve Türkiye, 
Şubat 2009, s.129 
364 Bilen, Türkiye’nin Su Gündemi, s.227 

365 Bilen, Türkiye’nin Su Gündemi, s.228 

11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 9

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 9

4.2.2. Diğer Esaslar 

Planlanan projeler hakkında detaylı bir prosedür içeren hükümler 1997 BM Sözleşmesi 3 üncü bölümünde yer almaktadır. Genel olarak su yolu devletlerinin bilgi alışverişinde bulunabilecekleri, birbirlerine danışabilecekleri ve gerektiğinde planlanan projelerin uluslararası su yolu üzerindeki olası etkileriyle alakalı müzakerelerde bulunabileceğini öngörmektedir.308 

Bu genel düzenlemeyle birlikte planlanan projelerin muhtemel olumsuz etkilerini ilişkin kapsamlı bir prosedür öngörmüştür. Bu kapsamda bir suyolu 
devletinin, diğer suyolu devletleri üzerinde önemli boyutlarda olumsuz etkilere sahip olabilecek nitelikte planlanmış projelerini uygulamaya koymadan veya uygulama iznini vermeden önce, ilgili devletlere, gerekli bildirimleri zamanında ulaştırmasını düzenlemektedir. Sözleşme gereği bildirimler herhangi bir çevresel etki değerlendirme sonuçları da dahil olmak üzere, mevcut veri ve bilgilerle birlikte sunulmalıdır.309 Bildirimde bulunan devlet söz konusu verileri incelemek, değerlendirmek ve vardığı sonuçları iletmek üzere bildirimde bulunulan devlete 6 aylık süre tanıyacaktır. Bu süre bildirime tâbi planlanan projenin değerlendirilmesinin özel zorluk arz etmesi durumunda bildirimde bulunulan devletin talep etmesi üzerine 6 ayı geçmeyecek şekilde uzatılabilir.310 Söz konusu süre zarfları içinde bildirimde bulunan devlet311; 

1) Bildirimde bulunulan devletlere elinde bulunan ve doğru değerlendirme için gerekli olan her türlü ek veri ve bilgiyi sağlayarak bu devletlerle işbirliği yapacak, 
2) Ayrıca bildirimde bulunulan devletlerin onayı olmadan planlanan projeleri uygulamaya koyamayacak veya uygulama izni veremeyecektir. 

Bildirimde bulunulan devlet söz konusu sürelere riayet ederek en kısa sürede cevabını karşı tarafa iletecektir. Bildirimde bulunulan devlet planlanan projelerin 
hakça ve makul kullanım ile önemli zarar vermemeye ilişkin hükümlere aykırı olduğuna karar verirse, gerekli evraklar ve gerekçelerini cevabına ekleyecektir.312 
Bildirime cevap verilmediği takdirde, bildirimde bulunan devletin hakça ve makul kullanım ile önemli zarar vermemeye ilişkin yükümlülüklere bağlı olarak planlanan projelerini uygulamaya koyabilecektir. 

Projeleri planlayan su yolu devleti tarafından bildirimde bulunulmaması durumuda ise; bir su yolu devletinin, diğer bir su yolu devletinin kendisine önemli boyutta önemli boyutta olumsuz etkileri olabilecek projeler planladığına inanmak için makul nedenleri bulunuyorsa, bu devlet, diğer devletten bildirim prosedürünün işletilmesini isteyebilir. Projeleri planlayan devlet 12 nci madde de öngörülen bir bildirimde bulunma yükümlülüğü altında olmadığı sonucuna varması durumunda bu durumu gerekçeleri ile birlikte diğer devlete bildirecektir ve bundan sonra diğer devletin bu bildirimi yerinde bulmaması durumunda taraflar arasında danışma ve müzakere süreci başlayacaktır.313 

Ayrıca sözleşmede öngörülen danışma ve müzakerelerin yürütüldüğü süre içerisinde, bildirimde bulunan/projeleri planlayan devlet, diğer devletin danışma ve müzakereleri başlatma isteğinde bulunduğu zaman bu yönde bir talepte bulunmuş olması halinde, aksi kararlaştırılmadıkça projeleri uygulamaktan veya uygulama izni vermekten 6 ayı aşmayacak bir süre kaçınacaktır.314 Bu suretle, projenin etkilerini iyi niyetle inceleyip müzakere için çaba gösteren bir aşağı ya da yukarı kıyıdaş devlet projeyi on sekiz ay süreyle geciktirmiş olacaktır.315 19 uncu maddenin bu sürelerin söz konusu olmayacağı acil durumlara ilişkin getirdiği düzenleme, projenin hayati aciliyeti bulunması durumunda, hakça ve makul kullanım ve önemli zarar vermeme hükümlerine bağlı olarak “derhal” uygulamaya geçilebileceğini öngörmekteyse de, konumuz açısından “derhal” uygulamaya konulabilecek bir projenin, taşkın, kirlenme, zararlı atık gibi acil durumlar dışında mümkün olmadığı açıktır.316 

 Hâlihazırdaki düzenlemede haber verme mecburiyeti, karşı tarafın itirazı halinde çalışmaların yapılamaması ve bir ön izin alma durumunu ortaya çıkarmakta ve aşağı kıyıdaş devleti, kaynak ülkenin yapacağı çalışmaları bile denetleyip izin verip vermeme noktasına taşıyan bir güç odağı durumuna sokmaktadır.317 Aşağı - yukarı kıyıdaş durumundaki komşu ülkelerin, suyolunun kullanımı açısından iş birliği içerisinde olmaları genel kabul gören bir husustur. 
Ancak, menfaatleri çatışan ülkelerin, bu türlü bir düzenleme ile karşılıklı olarak bir menfaatin kullanımı konusunda kolayca engellemeye başvurması mümkün hale gelmektedir. Dolayısıyla sözleşme, bu haliyle, uluslararası hukukun geldiği noktaya rağmen bir geriye dönüşü de anlaşılmaz biçimde gündeme getirmektedir.318 

Türkiye’nin en fazla muhalefet ettiği kısım, herhalde Sözleşme’nin bu bölümü olmuştur. Bununla ile ilgili olarak; Türkiye, 11 inci madde hariç, bir paket 
öneri sunmuştur. Etiyopya tarafından tamamen, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti tarafından da kısmen desteklenen bu teklif, kabul görmemiştir. Bunun üzerine 
Türkiye 11 inci madde hariç III. Bölüme tümüyle karşı görüş bildirmiştir.319 

Taraflar arası veri ve bilgi paylaşımda sözleşme istisnai bir düzenleme de ihtiva etmektedir. Bu düzenleme uyarınca bir su yolu devleti ulusal savunması veya 
güvenliği için hayati önemi olan veri veya bilgiyi vermeye zorlanamaz.320 

Sözleşmenin IV. Bölümünde; "Koruma, Muhafaza ve Yönetim", V. Bölümde "Zararlı Şartlar ve Acil Durumlar"a dair hususlar düzenlenmiştir. Altıncı bölüm; 
silahlı çatışma zamanında uluslararası suyolları ve tesisleri, dolaylı yöntemler, ulusal savunma ve güvenlik bakımından hayati veri ve bilgi, ayrım yapmama, 
uyuşmazlıkların çözümü gibi maddeleri içermektedir. Yedinci bölümde ise imza, onaylama, yürürlüğe girme konuları hükme bağlanmıştır. 

Burada son olarak Sözleşme’nin yönetim konusunda getirdiği düzenlemeye değinmek gerekir. Sözleşme uyarınca su yolu devletleri aralarında herhangi birinin isteği üzerine, ortak bir yönetim mekanizmasını da içeren görüşmelere başlayabileceklerdir. Burada bahsi geçeni yönetim;321 

1) Bir uluslararası su yolunun sürdürülebilir gelişimini planlamak ve kabul edilen planların yürürlüğe sokulmasını sağlamak, 
2) Su yolunun akılcı ve en uygun kullanımını ile korunması ve denetimi başka biçimlerde teşvik etmeyi özellikle amaç edinmelidir. 

4.2.3. Sözleşmeye Göre Uyuşmazlıkların Çözüm Yöntemleri 

1992 Helsinki Sözleşmesinin değerlendirilmesinde de belirtildiği üzere uygulamada ve uluslararası hukukun genel kurallarına göre, hiçbir devlet, 
uyuşmazlık sırasında açıkça belirtmedikçe ya da taraflar arasında mevcut ve yürürlükte olan bir antlaşmadan kaynaklanmadıkça, kendi iradesi dışında, bir 
uyuşmazlığı yargısal ya da siyasal yollardan çözümlemeye mecbur edilemez.322 1997 BM Sözleşmesi, taraf olan devletler bakımından uyuşmazlıkların çözümü konusunda tarafları alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemlerine ya da yargısal yola başvuruya yönlendiren hükümler ihtiva etmektedir. 

1997 BM Sözleşmesi’nin anlaşmazlıkların barışçı yollardan çözümü başlıklı 33 üncü maddesi323 bir çerçeve sözleşme için ayrıntılı denilebilecek ölçüde ve 
özellikle sorunu uluslararası hale getirecek biçimde hükme bağlanmıştır. Maddenin birinci ve ikinci fıkralarında, uluslararası hukukun uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin; artık tartışılmayan ve konuyla ilgili her kaynakta kolayca bulunabilecek; üçüncü bir tarafın dostça girişimi, arabuluculuk, ve uzlaştırma gibi yöntemler sayılmış, tarafların uyuşmazlığı, hakem mahkemesine veya Uluslararası Adalet Divanına götürmek için karar alabilecekleri belirtilmiştir. 

Kıyıdaş taraflar 6 ay içinde anlaşmazlıklarını müzakereler veya alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemleriyle çözüme kavuşturamamışlarsa, anlaşmazlığa taraf olanlardan herhangi birinin isteği üzerine ve aksi kararlaştırılmadıkça anlaşmazlık soruşturma komisyonuna sunulacaktır. Bu usulde de asıl olan uyuşmazlığın Uluslararası Adalet Divanı’na veya sözleşme uyarınca getirilen tahkim usulü ile çözümlenmesidir.324Yani Soruşturma komisyonu Divan’ın veya tahkim mahkemesinin işleyişine tabi olarak faaliyetlerini yürütecektir. 

Sözleşmenin uyuşmazlıkların çözümü bakımından getirdiği ana yapı ise; taraf olan devletlerin uyuşmazlıkların Uluslararası Adalet Divanı’nı veya sözleşme 
uyarınca getirilen tahkim mahkemesi önünde çözümlenmesidir. Taraf devletler bu iki usulden birini seçebilirler. 

Hakemlik kurumu bakımından, uyuşmazlık taraflarının uluslararası hakemliğe başvurmaları, somut uyuşmazlığın ortaya çıkmasından sonra yapılan bir hakemlik antlaşması veya daha önceden yapılmış uluslararası bir antlaşmaya konulan bir hükümle (bir hükmün yorum veya uygulamasından doğan uyuşmazlıklar için özel hakemlik kaydı, antlaşmanın tümü için genel hakem kaydı) ya da bütün uyuşmazlıkların hakemliğe götürülmesi yükümlülüğünü öngören genel hakemlik antlaşmalarıyla gerçekleştirebilirler.325 Hakemlik sözleşmesinde, taraflar, uyuşmazlık konusunu, hakem mahkemesinin nasıl kurulacağını, uygulanacak uluslararası hukuku ve usulü de belirtirler. Burada 1997 BM Sözleşmesi gereği söz konusu usulü sözleşmenin ekinde belirlenmiştir. Yargılamanın usulü safhası bu ek uyarınca yürür. 





Uluslararası Adalet Divanının yargı yetkisi ise, ilke olarak daha önce belirtildiği üzere isteğe bağlıdır. Devletler, uyuşmazlıklarını Divana sunmakta görüş 
birliğinde iseler, Divan bu anlaşmazlığa bakabilir. Ayrıca devletler yaptıkları bir antlaşma ile uyuşmazlıklarını Divana sunmayı önceden kararlaştırabilirler. Böyle 
durumlarda, taraflar belirli bir anlaşmazlık tek yanlı bir başvuruyla uyuşmazlığı divana götürebilirler.326 
Örneğin Türkiye, kıta sahanlığı sınırlandırılması sorununun, görüşmeler yoluyla gerçekleştirilecek bir antlaşma ile çözümünü istemektedir. 
Bu nedenle Türkiye, Yunanistan’ın, sorunu Uluslararası Adalet Divanına götürmesini reddetmekte ve gerekçesini uluslararası hukukun böyle bir zorunluluk getirmediğine dayandırmaktadır. 
Nitekim, Uluslararası Adalet Divanı da, Yunanistan’ın 1976 yılında sorunu “tek taraflı” olarak Divan önüne getirmesi sonucu, Türkiye’nin Divanın yetkisizliğini ileri sürmesi üzerine 1978 tarihli “Ege Kıta Sahanlığı Davası’na ilişkin kararı ile Yunan başvurusunu reddetmiştir.327 

1997 BM Sözleşmesinin 33 üncü maddesinin üçüncü ve onuncu fıkralar birlikte değerlendirildiğinde Sözleşme; özel antlaşma olmaksızın, muhtemel bir 
uyuşmazlığın “taraflardan herhangi birinin isteği üzerine” yargı yoluna götürülebilmesi yolunu açmaktadır. Sözleşmeye taraf olan devletlere ilişkin 
uyuşmazlıklarda tek taraflı başvuru durumu ile karşılaşılabilir. 

4.3. Sözleşmenin Yürürlüğe Girme Usulü ve Güncel Durumu 

BM Uluslararası Hukuk Komisyonu, 1970’den itibaren üzerinde çalıştığı Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanımı Sözleşmesini 21 Mayıs 
1997 tarihinde BM Genel Kurulana sunmuş ve 103 kabul, 27 çekimser ve 3 ret oyu ( Çin, Burundi ve Türkiye ) ile kabul edilmiştir.328 
akan su yolu üzerinde tartışmasız egemen olan Devletin ülkesel egemenliği ilkesini de yansıtmamaktadır. Aynı zamanda aşağı kıyı Devleti ile yukarı kıyı Devletinin hak ve yükümlülükleri arasında da dengesizlikler görülmektedir. Sözleşmenin uyuşmazlıkların çözümüyle ilgili düzenlemeleri BM kurucu antlaşmasında geçen uyuşmazlıkları çözme hükümleriyle uyuşmamaktadır. 

Hükümetimiz tüm uyuşmazlıkların barışçı görüşmeler çerçevesinde çözülmesinden yanadır. Bu nedenle bu sözleşmenin aleyhinde oy kullandık." Şeklindedir. 
Görüleceği üzere Çin’de hem uyuşmazlıkların çözümü için getirdiği düzenlemeye hem de sözleşmenin genel yaklaşımına karşı çıkmaktadır. 
Detaylı bilgi bkz., Dalar, s.183 

Sözleşme kabul edildiği 21 Mayıs 1997’den 20 Mayıs 2000’e kadar tüm devletlerin ve bölgesel ekonomik entegrasyon örgütlerinin imzalamasına açık 
kalmıştır. Bu süreçte 16 devlet sözleşmeyi imzalamıştır. Aynı süre zarfında Sözleşme’yi onaylayan devlet sayısı ise 6’dır.329 1997 BM Sözleşmesi 35. Onay 
belgesinin depo merciine tevdiinden sonra 90 ıncı gün yürürlüğe girecektir. Sözleşme uzun yıllar yürürlüğe girmesi için gereken sayıya ulaşamamıştı. Ancak son dönemlerde onay veren ülkelerin sayısında hızlı bir artış olduğu gözlenmektedir. 
2013 yılı Şubat ayında Nijer , 24 Eylül 2013 tarihinde Karadağ ve 25 Şubat 2014 tarihinde ise Fildişi Sahilleri de onay veren ülkeler arasında katılmıştır.330 
Bu onaydan sonra Sözleşme’ye taraf olan ülke sayısı 34'e yükselmişti. Aradan geçen 17 yılın ardından 19 Mayıs 2014 tarihinde Vietnam’ın sözleşmeyi onaylamasıyla bu sayı 35’e yükseldi. Bu durum bize sözleşmenin bu tarihi takip eden 90 ıncı gün yürürlüğe gireceğini öngören amir hükmüne binaen 17 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe gireceğini göstermektedir. Sözleşme’yi onaylayan 35 ülkenin; 12 ‘si Afrika’dan, 16'sı Avrupa’dan ve 7’si Asya ülkelerinden oluşmaktadır. Sözleşmeyi Amerika kıtasından hiçbir ülke onaylamamıştır. 

Sınıraşan sulara ilişkin olarak uluslararası alanda kodifikasyon çalışmalarına uzun süreçler almaktadır. Çoğulcu bir yaklaşımla bu metinlerin hazırlanmasında 
devletlerin bu süreçlere katılımı oldukça önemlidir. Büyük umutlarla hazırlanan BM Sözleşmesi kabul edildikten 17 yıl sonra yürürlüğe girebilmiştir. Bu durum bize bu alanda uluslararası hukuk kaynağı yaratmanın ne kadar zor olduğunu göstermiştir. Ayrıca 17 yılın küresel ölçekte birçok değişim olmuş ve sözleşmenin bazı hükümlerinin bu değişikliklere karşılayamayacağı kanaatindeyiz. Bu suretle Sözleşmenin yürürlüğe girmesinin akabinde bir revizyon ihtiyacı hasıl olacaktır. 

4.4. Sözleşmenin Hukuksal Durumu 

1997 BM Sözleşmesi uluslararası hukukun asli kaynaklarından antlaşmaların kapsamında yer almaktadır. Uluslararası hukukun kaynakları antlaşmalar 1992 
Helsinki Sözleşmesinde kapsamlı olarak ele alındığından tekrar değinilmeyecektir. Ancak burada şunu vurgulamakta fayda vardır, antlaşmalar kural olarak sadece taraf olan devletleri bağlarlar. Bu minvalde sözleşmenin Türkiye açısından hukuksal bir bağlayıcılığı yoktur. 

Sözleşme aradan geçen 17 yılın ardından yürürlüğe girecek olması ve taraf devlet sayının ancak 35 ülke ile sınırlı olması durumu uluslararası alanda genel bir kabulü yansıtmadığına ilişkin en önemli kanıttır. 1997 BM Sözleşmesi içerdiği hükümler bakımından yoğun bir şekilde tartışmalara maruz kalmıştır. Ayrıca 
günümüz su kaynakları yönetimi bakımından gelinen noktayı yansıtmamaktadır. Tüm bu durumlarla birlikte yürürlüğe girmediğinden ötürü sınıraşan sularla ilgili 
kıyıdaş devletlerin herhangi bir uygulamasından da söz edemeyiz. Sözleşme’nin bu yönleri ile uluslararası hukuka ne kadar katkı sağlayacağı hususu tartışmaya açıktır. Bu sayılan sebepler Ülkemiz açısından uluslararası alanda gelebilecek eleştirilere karşı oluşturulacak gerekçelere dayanak oluşturabilecek mahiyettedir. 

Ülkemiz söz konusu Sözleşme’nin çeşitli safhalarında bazı maddelere ilişkin muhalefet şerhini ortaya koymuştur. Bu durumda aklımıza söz konusu maddelere çekince koyulup taraf olunup olunamayacağı sorusu gelmektedir. Uygulanan uluslararası hukuka göre, kural olarak bir antlaşmanın aksi bütün taraflarca kabul edilmedikçe ya da antlaşmada izin verilmedikçe bir bütün olarak uygulanması gerekir. Eğer sözleşme açısından çekince koyulma konusunda bir engel yoksa sözleşmenin kimi hükümlerine karşı çekince koyulabilmekte dir. Yalnız bu durumda da söz konusu çekince antlaşmanın konusuna ve amacına ya da temel koşullarına aykırı olmamalıdır.331 1997 BM Sözleşmesi mahiyeti itibariyle bütünlük arz ettiğinden ötürü, hükümlerine çekince koymaya cevaz vermemektedir. Ayrıca Ülkemiz açısından ileri sürülebilecek çekinceler, antlaşmanın konusuna ve amacına ya da temel koşullarına aykırılık teşkil edilebilecek nitelikte olduğu için, Sözleşmenin muhalefet şerhi koyduğumuz hükümlerine, uluslararası hukuk uyarınca çekince koyma yolu işletilebilecek nitelik arz etmemektedir. Sözleşmenin oylaması esnasında 1997 BM Sözleşmesine karşı Ülkemiz tarafından tümüyle ret oyu kullanılmıştır. 

Burada şu durumu da göz önünde bulundurmamız gerekecektir. Uluslararası alanda 1997 BM Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesinden sonra, Sözleşmeye taraf olan komşularımız sınıraşan sulara ilişkin yürütülecek görüşmelerin Sözleşme uyarınca yürütülmesi talebinde bulunacaklardır. Söz konusu sözleşmeye komşularımızdan Yunanistan, Irak ve Suriye taraftır. Bu durumu örnek olarak; 9-10 Haziran 2014 tarihinde Londra’da Chatman House ve ESCWA tarafından gerçekleştirilen toplantıyı gösterebiliriz. Söz konusu toplantıda Irak temsilcileri “ Türkiye’nin yürürlüğe girecek olan 1997 BM Sözleşmesine biran önce taraf olmasını ve bu Sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmesini beklediklerini, Fırat Nehri sularının paylaşılması için BM Sözleşmesi temelinde bir tahsis antlaşmasına gidilmesi gerektiğini ve bu süreçte BM kuruluşlarının katalizör görev üstlenebileceğini belirtmiştir.” Suriye temsilcileri de Irak tarafının ileri sürdüğü bu görüşü desteklemiştir.332 Her iki talebinde Sözleşmeye taraf olmayan ülkemiz açısından herhangi bir hukuksal bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Kaldı ki Sözleşme henüz yürürlüğe girmemiş ve geçen süreç içinde de Sözleşmeye taraf komşularımız 1997 BM Sözleşmesi uyarınca ilişkilerini yürütmüş değillerdir. Kıyıdaş devlet konumunda olan komşularıyla sürekli diyalog halinde ilişkilerini yürüten Ülkemiz, sınıraşan sularımızda uluslararası hukukun esaslarını gözeterek faaliyetlerde bulunmaktadır. Ayrıca Sözleşme’nin getirdiği hakça, makul ve optimum kullanım esası Ülkemizin sınıraşan sulara ilişkin benimsediği politikanın ana unsurları arasında yer almaktadır. Ancak Sözleşme bir bütün halinde değerlendirildiği ülkemizin yürüttüğü projeler bakımından sıkıntı doğurabilecek hükümler barındırmaktadır. Sözleşme’nin hazırlık sürecinde sınıraşan sulara ilişkin projelerini tamamlamış devletlerin görüşlerinin yansıtıldığı, metin detaylı bir şekilde incelendiğinde karşımıza çıkmaktadır. 

 Genel nitelikli antlaşmaların yanında, uluslararası ilişkilerde, su kaynaklarının kullanımı, yönetimi ve korunması; her akarsu havzası ve sisteminin kendine özgü nitelikler taşıması nedeniyle, yalnızca ilgili devletler arasında sürekli işbirliğini sağlayan bölgesel antlaşmalarla tatmin edici bir biçimde düzenlenebilir. Çünkü uluslararası hukukun genel kuralları bu kadar farklı özelliklerle başa çıkamaz.333 

Bu durumda; sözleşmeye birlikte taraf olmayan, ancak aralarında sınıraşan sulara ilişkin uyuşmazlık bulunan devletlerin, uyuşmazlığı çözme konusunda 
başvuracağı kuralların ne olacağı sorusunun cevabı bulunmalıdır. Sorunun cevabı yine uluslararası hukuk olmakla birlikte, bu kez taraflar uluslararası hukukun bütün kaynaklarından yararlanabileceklerdir. Bu kapsamda taraf olmayan devletler açısından bağlayıcı olmamakla birlikte teamülü hukuku yansıttığı ölçüde 1997 BM Sözleşmesinden de yararlanmak mümkündür. Ancak daha önce incelenen konular dikkate alındığında; nasıl ki artık benimsenmeyen doktrinler doğrultusunda çözümler kabul görmeyecekse, gelecekte de sınıraşan sular konusunda günün koşullarına göre gelinen aşamaları kısmen yansıtan Sözleşme ile getirilen ilkeler benimsendiği ölçüde çözüm alanın daralacağı gözden uzak tutulmamalıdır.334 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

310 Bkz. 13. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
311 Bkz. 14. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
312 Bkz. 15. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
313 17. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
 314 17-18. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
315 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.71 
316 Toklu, s.49 
317 Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, I. Kitap, Ankara-1995, s.51 
318 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.71 
319 Toklu, s.48 
320 31. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
32124. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
322 Mengiler, s.37-39 
323 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
324 Toklu, s.50 
325 Mengiler, s.64 
326 Toklu, s.51 
327 Toklu, s.51 
328 Bu sözleşmeye ret oyu veren Çin Halk Cumhuriyeti temsilcisi Gao Feng görüşlerine bakacak olursak: "Sözleşme taslağında önemli zafiyetler açıkça görülmektedir. 
Bunlardan biri, tüm Devletler arasında genel bir antlaşma mahiyeti yansıtmadığı gibi ana su rezervlerine sahip olan Devletlere yönelik genel bir antlaşma mahiyetinde de değildir. İkinci husus ise sözleşme metni, topraklarından Türkiye üçüncü tarafların sınıraşan sulara müdahalesine yol açabilecek bu maddeye itiraz etmiştir. 
Üçüncü tarafların müdahalesi devletlerin ön yargılı oldukları bu alanda uyuşmazlıkları çözmekten ziyade daha da derinleştirebileceği kaygısı giderek artmaktadır. 
329United Naitons Treaty Collection, 
https://treaties.un.org/Pages/ViewDetails.aspx?src=IND&mtdsg_no=XXVII12&chapter=27&lang=en  (En son erişim: 05/06/2014) 
330 United Naitons Treaty Collection 
331 Pazarcı, Uluslararası Hukuk, s.84; Ünal Şeref, Uluslararası Hukuk, Yetkin Yayıncılık, Ankara 2005, s.58-60 
332 9-10 Haziran 2014 tarihinde Londra’da Chatman House ve ESCWA tarafından gerçekleştirilen toplantıya İlişkin Dışişleri Bakanlığı Toplantı Raporu 
333 Toklu, s.53 
334 Toklu, s.53 

10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

SINIRI AŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM BÖLÜM 8



SINIRI AŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM BÖLÜM 8


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 

BM ULUSLARARASI SU YOLARININ ULAŞIM DIŞI MAKSATLARLA KULLANIMINA İLİŞKİN SÖZLEŞME (1997 BM SÖZLEŞMESİ) 

Sözleşmede sınıraşan sular kavramı yerine uluslararası su yolları kavramı benimsenmiştir. Bu kapsamda sözleşme uluslararası su yollarının kullanım, geliştirme, muhafaza, yönetim ile korumasını ve günümüz ve gelecekteki nesiller için optimal ve sürdürülebilir kullanımın geliştirilmesini güvence altına almayı amaç edinmiştir.246 

Yedi bölümden oluşan Sözleşme 37 maddeyi içermektedir. Sözleşmenin ilk bölümü Sözleşme’nin kapsamı ile ilgili konuları içermektedir. İkinci bölüm 
terimlerin kullanımı, üçüncü bölüm ise planlanmış tedbirler başlığını taşımaktadır. Dördüncü bölümde suyun korunması, muhafazası ve yönetimi ile ilgili hükümlere yer verilmiştir. Beşinci bölüm zararlı koşullar ve acil durumlarla ilgili yükümlülükleri içeren iki maddeden oluşmaktadır. Altıncı bölüm; silahlı çatışma zamanında uluslararası suyolları ve tesisleri, dolaylı yöntemler, ulusal savunma ve güvenlik bakımından hayati veri ve bilgi, ayrım yapmama, uyuşmazlıkların çözümü gibi maddeleri içermektedir. Yedinci bölümde ise imza, onaylama, yürürlüğe girme konuları hükme bağlanmıştır.247 

4.1. Sözleşmenin Tarihsel Gelişimi 

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1959 gibi erken bir tarihte aldığı 1401 sayılı kararı ile “uluslararası nehirlere” ilişkin hukuki sorunların kodifikasyonunun 
mümkün olup olmadığına dair ön çalışmaların başlaması çağrısında bulunmuştur.248 1959 yılında “doğal kaynaklar üzerinde egemenlik” konusunu incelemek üzere kurulan özel bir komisyon, 1961 yılında yayınladığı raporunda “doğal kaynaklar” kavramı içine ulusal ve ulusal olmayan akarsuları da almıştır. Bu rapor Genel Kurulun 17nci dönem toplantısında tartışılmış ve Genel Kurul, 14 Aralık 1962’de, 1803 Sayılı Kararla “Doğal Kaynakların Üzerinde Devamlı Egemenliğe İlişkin Bildiri”yi benimsemiştir.249 Bildirinin çalışmamızı ilgilendiren 1nci maddesi şöyledir: “Ulusların ve halkların kendi doğal zenginlikleri ve kaynakları üzerindeki devamlı egemenlik hakkı, ilgili devlet halkının refahı ve ulusal gelişmesi yararına kullanılmalıdır.”250 Bu tarihten 1970 yılına kadar BM Genel Sekreteri’nin bu konu hakkında hazırladığı rapor dışında önemli bir gelişme kaydedilmemiştir. 1966 yılındaki Helsinki kararlarından dört yıl sonra 1970 yılında Finlandiya, Helsinki ilkelerinin uluslararası su yollarıyla ilgili bir model olmasını öneren bir kararın BM Genel Kurulu tarafından çıkarılmasını istemesi üzerine, BM'nin Altıncı Komisyonu 251, bu öneriyi tartışmak için gündeme almıştır.252 8 Aralık 1970 Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 2669 sayılı ve “Uluslararası Suyollarına İlişkin Uluslararası Hukuk Kurallarının Gelişmesi ve Kodifikasyonu” başlığı taşıyan bir karar kabul etmiştir. Bu karar ile Uluslararası Hukuk Komisyonu253, sınıraşan suyollarının ulaşım dışı kullanımlarına ilişkin çalışmalara başlamıştır. 1959 yılında alınan Birleşmiş Milletler Genel Kurul kararı ile 1970’te alınan Birleşmiş Milletler Genel Kurul kararı arasındaki temel fark, ilkinde nehirlerden bahsedilmesine karşılık ikincisinde suyolu kavramının kullanılmasıdır. Suyolu kavramı bir yandan nehirleri kapsarken diğer yandan da göller ve yer altı suları gibi nehirler ile doğrudan hidrolojik bağlantı içinde olan suları da kapsamaktadır. Bu değişiklik ise uluslararası kamuoyunun su  döngüsüne ilişkin bilgi birikiminin arttığına işaret etmektedir.254 1974 yılındaki yirmi altıncı oturumunda Komisyon, Genel Sekreterin gönderdiği ulaşım dışı uluslararası nehirlerin kullanımına dair hukuksal problemlerle ilgili ek raporunu da gündemine almıştır. Aynı oturumda Komisyon uluslararası nehirlerin ulaşım dışı kullanımıyla ilgili bir alt komisyon kurmuştur.255 

1991 yılında Komisyon, 1970’ten itibaren sürdürdüğü raporlarını ve BM Genel Kurulunda ele alındığı çalışmalarını, 43 üncü oturumunda, 32 taslak maddenin 
ilk okunması sonucunda kabul ettiği, “Maddeler Taslağı” adıyla ortaya koymuştur. Komisyon 22 Temmuz 1994 tarihinde Cenevre’de yapılan 46 ncı oturumda ise taslağı tamamlamış, “Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanımına İlişkin Maddeler Tasarısı” na son şeklini vererek BM Genel Kurulu’na sunmayı kararlaştırmıştır. 7-25 Ekim 1996 tarihleri arasında Genel Kurula bağlı 6 ncı Komisyonun, Çalışma Grubu olarak yaptığı toplantıda ele alınmış, daha sonra 24 Mart - 4 Nisan 1997 tarihleri arasında, yine aynı usulle yapılan toplantıda son şeklini almıştır. Tasarı 21 Mayıs 1997’de BM Genel Kurulunda oylanarak kabul edilmiştir.256

4.2. Sözleşmenin Hükümleri 

4.2.1. Genel İlkeler 

1997 tarihli BM Sözleşmesinin hazırlanması sürecinde, hazırlanan sözleşmenin detaylı kurallar içeren bir sözleşme değil, devletlere yol gösteren ilkeleri 
içeren bir çerçeve sözleşme olması yönündeki görüşler ağırlıktaydı. Bir çerçeve sözleşmeyle getirilen genel ilke ve kurallar özel bir antlaşmanın yokluğunda 
uygulanacak ve antlaşma yapma görüşmelerinde rehber niteliğinde olacaktır. Her sınıraşan suyun diğerlerinden farklılığı nedeniyle, suların kullanımı, yönetimi ve korunması açısından en iyi sonuç sınıraşan suyun özelliklerine ve devletlerin ihtiyaçlarına uygun bir antlaşmanın yapılmasıyla alınabilecektir.257 Bu minvalde 
Sözleşme’nin giriş kısmında da çerçeve bir sözleşme olduğu belirtilmektedir. Ancak Sözleşme, kabul edilen haliyle, çerçeve sözleşme kavramının dışına taşmakta ve amacına ve niteliğine aykırı bir şekilde, planlanan projeler için oldukça detaylı bir mekanizma oluşturmaktadır. Türkiye, oylama sırasında Genel Kurul tutanaklarına geçmesi talebiyle bu hususu gündeme getirmiştir.258 

1997 BM Sözleşmesinin 2 nci maddesinin birinci fıkrası su yolunu259, "fizikî ilişkileri yoluyla bölünmez bir bütün oluşturan ve normal olarak nihaî bir varış 
yerine akan, yeraltı ve yerüstü suları sistemi" olarak tanımlamıştır Maddedeki "normal olarak" ifadesi, Taslağın ikinci okumasının aksine, birinci okumasında yer almamıştır. 1997 BM Sözleşmesinin hazırlanması aşamasında, hükümetlerin yorum ve gözlemleri arasında, su yolu kavramının açık olmadığı ileri sürülmüş, yerine kullanılmak üzere "sınıraşan sular" kavramı önerilmiştir. Kavramı kabul etmekle birlikte, havza/drenaj alanı yaklaşımının öneminin vurgulanmasını veya tanıma "ilgili ekosistemler"in eklenmesin önerenler de olmuştur.260 

Aynı maddenin 2 nci fıkrasına göre, uluslararası su yolu, kısımları farklı ülkelerde bulunan bir su yoludur. "Farklı ülkelerde yer alma"yla kastedilen, suyun 
statik hâlde olması değildir. Suların içinde bulunduğu akarsu mecrası, göl yatağı ve akifer sabit olsa da su devamlı hareket halindedir. Sözleşme su yolu devletini261 şöyle tanımlamıştır: " Ülkesinde bir uluslararası su yolunun bir kısmı bulunan mevcut Sözleşmeye taraf bir devlet veya bir veya daha fazla üye devletinin ülkesinde uluslararası bir su yolunun bir kısmı bulunan bir bölgesel ekonomik bütünleşme örgütü olan bir taraftır ” 262 

1997 BM Sözleşmesinin hazırlanması aşamasında, bazı UHK üyelerince, "su yolu" kavramının sadece su yollarını içerdiği, içindeki suları kapsamadığı ileri 
sürülmüş, havza yaklaşımına itiraz edilmiştir. Bu konudaki tereddütleri kaldırmak için 1991 Taslak metnine "ve onların suları" ifadesi dâhil edilmiştir. 1997 BM Sözleşmesinin, Sözleşmenin uygulama alanını belirleyen 1 inci maddesi de bu şekildedir. Böylece, söz konusu kuralların uygulama alanı, sadece su yolunun kendisinin (kıyılar, akarsu yatağı, bent vs.) kullanımını değil, sularının kullanımı da içerir.263 

1997 BM Sözleşmesi, yüzey sularıyla bölünmez bir bütün oluşturan ve ortak bir varış yerine akan yeraltı sularını, su yolu kavramı içine dâhil etmiştir. Böylece 
uluslararası bir sınır tarafından bölünüp, yüzey sularıyla bağlantılı olmayan yeraltı suları (bağlantısız yeraltı suları) sözleşmenin kapsamı dışındadır. 

UHK.’nın çalışmaları sırasında, bir uluslararası suyoluna bağlı olmayan yeraltı sularının da Maddeler Taslağına yeni bir madde eklenerek veya yan protokol 
yapılarak, dâhil edilmesi yolunda ABD’li özel raportör tarafından, Meksika ile ABD arasındaki yeraltı suyu problemlerini çözme amacıyla yapılan girişimi UHK.nun 
diğer üyeleri tarafından önlenmiştir. “Yeraltı suyu sorununun UHK statüsünün 16ncı Maddesi uyarınca yeterince incelenmediği, bilgi, belge ve devletlerin pratiğinin toplanmadığı, sınıraşan sular üzerinde 20 yılı aşkın sürede hazırlanan ilke ve prensiplerin, boyutu ve niteliği henüz bilinmeyen bir sahaya uygulanamayacağı” görüşü, yapılan önlemenin temel dayanağını oluşturmuştur.264 

Türkiye, uluslararası suyolu tanımının "bir sınırı oluşturan suyolları ve iki ya da daha fazla devletin içinden geçen sınıraşan suyolları" biçiminde sınıflandırılarak 
belirtilmesini teklif etmiş, ancak bu teklif kabul edilmemiştir. Uygulamada ve doktrinin büyük çoğunluğunda iki kategori nehre de aynı kuralların uygulandığını belirten Sar, çalışmasında; iki çeşit nehir kategorisini belirtmek üzere bu ayırımı kullanmıştır. "Ulaşıma elverişlilik" kıstasından "etki" kıstasına gelinen süreçte de, bu ayırımın yapılmaması ve bu durumdaki tüm akarsuların "uluslararası" kategorisinde değerlendirilmesi durumunda birçok sorunun cevapsız kalacağı açıktır.265 
Ayrıca uluslararası olarak nitelendirme kıyıdaş devletlerin haricindeki devletlerin söz konusu sularda müdahalesi gibi bir duruma yol açma ihtimalinden ötürü 
eleştirilmiştir. 

1997 BM Sözleşmesi’nin 3 üncü maddesine göre266; 

1-Aksine bir sözleşme olmadığı sürece, Sözleşme bir su yolu devletinin Sözleşmeye taraf olduğu tarihte yürürlükte olan antlaşmalardan doğan haklarını ve yükümlülüklerini etkilemeyecektir. 

2-Sözü edilen antlaşmalara taraf olan devletler, gerekli olduğunda bu tür antlaşmaları Sözleşme’nin temel ilkeleriyle uyumlulaştırma yolunu seçebilirler. 

3-Su yolu devletleri, bir uluslararası su yolunun veya onun bir kısmının kullanımlarına ve özelliklerine Sözleşmenin hükümlerini uygulayan ve uyarlayan 
veya "su yolu antlaşmaları" olarak anılan bir veya daha fazla antlaşma yapabileceklerdir. 

4-İki veya daha fazla su yolu devletleri arasında bir su yolu antlaşması yapıldığında, antlaşmanın uygulandığı suların belirlenmesi gereklidir. Böyle bir 
antlaşma, antlaşmanın su yolunun sularının bir veya daha fazla devlet tarafından kullanımını, onların açık rızaları olmaksızın önemli bir derecede olumsuz olarak 
etkilememesi şartıyla, su yolunun tamamı veya onun bir bölümü veya belirli bir proje programı veya kullanımına ilişkin olarak yapılabilecektir. 

Görüleceği üzere 3 üncü maddenin getirdiği düzenleme ile 1997 BM Sözleşmesi’nin yürürlüğe girdiği tarihte bir su yolu devletinin yürürlükteki 
antlaşmalardan doğan yükümlülük ve haklarını etkilemeyeceği ve devletlerin Sözleşmenin temel ilkeleriyle bu tür antlaşmalar uyumlulaştırma yolunu 
seçebilecekleri açıklığa kavuşmuştur.267 Uyuşmazlıklarını bu güne kadar çözmüş olan ülkelere, nasıl çözdüklerine bakılmaksızın hiçbir yaptırım getirmezken, uyuşmazlıklarını henüz çözememiş ülkeleri, uluslararası ortak iradeyi yansıtmadığı değerlendirilen bir uluslararası hukuk kaynağı ile karşı karşıya getirmektedir.268 

Ayrıca mezkûr madde ile kıyıdaş devletlere sınır aşan suyun tamamını kapsamayan antlaşmalar yapma olanağı sağlanmıştır. 

1997 BM Sözleşmesinin kullanım ile ilgili esaslar düzenleyen "Hakça ve Makûl Kullanım ve Katılım" başlıklı 5 inci maddesi şöyledir:269 

" 1- Su yolu devletleri kendi ülkelerinde bir uluslararası su yolunu hakça ve makûl bir şekilde kullanırlar. Özellikle bir uluslararası su yolu, su yolu devletleri 
tarafından ilgili su yolu devletlerinin çıkarlarını dikkate alarak, su yolunun uygun korunmasıyla bağdaşır şekilde, onun optimum ve sürdürülebilir kullanımını ve 
yararlar elde etmek için kullanılır ve geliştirilir. 

 2-Su yolu devletleri bir uluslararası su yolunu hakça ve makûl şekilde korumaya, geliştirmeye ve kullanmaya katılırlar. Böyle bir katılım Sözleşmede 
öngörüldüğü gibi, su yolunu kullanma hakkını ve hem de onun gelişimi ve korunmasında işbirliği yükümlülüğünü içerir." 

Bir sınıraşan akarsuyun, paylaşılabilecek bir mal olmadığı, sadece hakça, makul, optimal ve sürdürülebilir bir şekilde kullanılabileceğinin açıkça ifade 
edilmesi olumlu bir yaklaşım olmasına rağmen, hakça kullanımın niteliğinin belirsiz olması nedeniyle yetersizdir. Bu nedenle hakça ve makul kullanımın, su yolu devletlerince suyolunun özel koşulları doğrultusunda belirlenmesi gereklidir. Hakça ve makul paylaşım ilkesinin ardındaki "hakların eşitliği" genel prensibinin, suların kıyıdaş devletler tarafından "eşit" şekilde bölünmesini gerektirdiği yolundaki bir anlayış, hiçbir dönemde uluslararası hukukta hakim olmamıştır. Nitekim ilgili maddenin yorumunda "hakça kullanım" prensibinin temel ilkeyi oluşturduğu belirtilmektedir. Burada amaç ve yöntem kullanımdır ki, bu kullanımı da, zaten o suya sahip olan devletler yapacaklardır. Dolayısıyla sulardan yararlanma konusunda, özellikle, genel bir su sorunu söz konusu olduğunda; eğer bir devlet ihtilaflı suya kıyıdaşsa, kullanım hakkına sahip olabilecektir.270 Kıyıdaş durumunda değilse, o sularla doğrudan ilişkisi yoksa (ilgili devlet değilse); bu sular üzerinde paylaşma amacıyla hukuki açıdan herhangi bir hak iddiasında bulunması da söz konusu olmayacaktır.271 5 inci maddede sınıraşan sularla ilgili bir paylaşım söz konusu değildir. Vurgulanan nokta, hakça, makul ve optimum kullanımdır. Hakça ve makul kavramları son derece göreceli nitelikte olduklarından bu madde memba ülkelerine 
oldukça geniş bir hareket hakkı sağlamaktadır.272 

Ayrıca madde de kıyıdaş devletlerin suyolunu “optimum” şekilde kullanmaları ve geliştirmeleri gerektiğini belirtmektedir. Böylelikle bu cümle bir yandan hakça ve akılcı kullanıma bir sınırlama getirmekte ve öte yandan da, dolaylı olarak, kavramı biraz tanımlamış olmaktadır. Getirilen sınırlama “optimum” 
kelimesinden  kaynaklanmaktadır. UHK bu terimi suyun “maksimum” şekilde kullanılması kavramından farklı olarak özellikle seçmiştir. Çünkü burada kastedilen, suyun, en fazla yarar sağlayacak biçimde (maksimum) kullanılması değildir. Örneğin, sudan sağlanacak kısa vadeli "maksimum" yarar uzun vadeli kayıplara sebebiyet verecek ise, UHK, bunun “optimum” kullanıma özellikle aykırı olacağı görüşündedir. Bunu, soyut bir örnekle, elindeki para ile karayolu inşa edecek bir hükümetin kararına benzetebiliriz. Bu para ile mümkün olan en uzun karayolunu inşa etmek, paranın "maksimum" şekilde kullanılmasına benzetilebilir. Onun yerine belki daha kısa fakat, daha fazla kullanıcıya taşıma hizmeti verebilecek bir karayolu inşa edilmesi ise, paranın, “optimum” şekilde kullanılmasıdır.273 

Yukarıda izah olunan “maksimum” ve “optimum” mukayesesini, kıyıdaş devletlerden birinin, suyu, daha rasyonel kullanması nedeniyle daha çok su 
kullanmaya hak kazanması şeklinde anlamamak gerekir. Nitekim, UHK, bir kıyıdaş ülke eğer suyu daha müessir bir şekilde kullanıyorsa, örneğin su israfını öteki kıyıdaş ülkelere nazaran daha geniş ölçüde önleyebilecek teknolojiler kullanıyorsa, bu durumun o kıyıdaş ülkeye, daha fazla su kullanma hakkı vermeyeceği görüşündedir.274 

5 inci maddenin ikinci fıkrasında suyolu devletlerinin, suyolunun kullanımına, geliştirilmesine ve korunmasına hakça ve makul bir şekilde iştirak 
edecekleri, bunun için de ilgili devletlerin aynı zamanda iş birliği yapma görevlerinin olduğu belirtilmektedir. Maddede belirtilen iş birliğinin gerekliliği, farklı çıkarların çatıştığı bu özel durumda daha da önem kazanmaktadır. Görüleceği üzere bir kıyıdaş devletin, suyun kullanımında kendisiyle işbirliği yapılmasını talep etme hakkı vardır. UHK, bu cümlede yer alan hakkın kullanılması için kıyıdaş devletlerin, aralarında ayrı bir anlaşma imzalamalarının şart olmadığı görüşündedir. Aşağı kıyıdaş devlet açısından aynı zamanda bir hak olarak yorumlanabilecek bu kavram, fıkranın ikinci cümlesinde yukarı kıyıdaş devlet için hem bir yükümlülük, hem de hak olarak düzenlenmiştir. Nitekim ikinci cümlede, “katılma, hem suyu kullanma hakkını, hem de suyun korunması ve geliştirilmesi için işbirliği yapma yükümlülüğünü içerir” hükmü yer almaktadır.275 Bu maddede düzenlenen, işbirliğine kapıyı açık tutma yükümlülüğü, hiçbir zaman, o devletin kendi ülkesindeki suyun kullanımı için 
yapacağı işleri önlemek üzere başka bir kıyıdaş devlete verilmiş veto hakkı haline dönüşmemelidir.276 

Sözleşmenin 6 ncı maddesinde ise, hakkaniyete uygun ve makul kullanımın tespitinde hangi esasların ve şartların göz önüne alınacağı, daha önce değinilen 
Helsinki Kuralları maddeye yansıtılarak, aşağıda olduğu gibi belirtilmiştir.277 

a. Coğrafi, hidrografik, hidrolojik, iklimsel, ekolojik ve diğer doğal tabiatlı faktörler, 
b. İlgili suyolu devletlerinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları, 
c. Her bir suyolu devletindeki suyoluna bağımlı nüfus, 
ç. Bir suyolu devletindeki kullanım veya kullanımların diğer suyolu devletleri üzerindeki etkileri, 
d. Suyolunun mevcut ve potansiyel kullanımları, 
e. Suyolundaki su kaynaklarının kullanımının muhafazası, korunması, geliştirilmesi ve ekonomisi ile buna bağlı alınan tedbirlerin maliyetleri, 
f. Özellikle planlanan veya mevcut kullanımlara ilişkin benzer değerdeki alternatiflerin mevcudiyeti. 

Bu faktörlerin nasıl ve hangi kuruluşlar tarafından belirleneceği sorusunun cevabı ise, Sözleşme tarafından açık ve net bir şekilde düzenlenmemiştir. Bununla 
beraber, sözleşmenin genel niteliği dikkate alınırsa, ilgili devletlerin işbirliği içinde antlaşma yapmaları öngörülerek bu tür sorunları iyi niyetle ve sözleşmenin ruhuna uygun olarak kendi aralarında çözümlemeleri önerilmekte dir. Nitekim 6 ncı maddenin ikinci fıkrası itibarıyla; 5 inci maddenin veya 6 ncı maddenin birinci fıkrasının uygulanmasını ilgili devletler gerektiği takdirde işbirliği ruhuna uygun olarak birbirleriyle dayanışma halinde olarak sağlarlar. Yukarda sayılan faktörlerin hangisinin önemli ve öncelikli olmasına gelince; aynı maddenin üçüncü fıkrası şöyle bir tespitte bulunmaktadır: "Her faktöre verilecek ağırlık diğer faktörlere verilecek önem derecesine kıyasla belirlenecektir. Hangi kullanımın hakça ve makul olduğunu belirleme konusunda ise tüm faktörlerin birlikte değerlendirilmesi ve sözleşme bir bütün olarak esas alınarak bir sonuca ulaşılması gerekmektedir."278 Bu faktörlere spesifik ağırlık veya hiyerarşi verilmemesi sonucunda anlaşmazlıkların çözümünde bu faktörler referans kaynağı olmayacağı için daha çok siyasi yollar kullanılmaya devam edilecektir. Başka bir deyişle, sınıraşan suların kullanımı konusunda hukuksal yöntemler bir tarafa bırakılmasına yol açabilir. Ayrıca bu maddedeki sayım sınırlı olmadığın dan, sınır aşan suların çeşitliliği ve insan ihtiyaçları gereği, burada 
sayılmamış olan faktörler de değerlendirmede dikkate alınabilecektir.279 Her özel durumun koşullarına göre ortaya çıkan bu faktörlerin bütün uyuşmazlıklara 
uygulanacak şekilde tahdidi bir listesinin yapılması ihtimali zayıftır.280 

Türkiye; söz konusu faktörlere, "pedoloji" (toprak kalitesi ve buna bağlı toprak sınıflandırması bilim dalı) teriminin ve Helsinki Kurallarında da belirtilmiş 
olan, "her havza devletinin suyoluna yaptıkları su katkısı"281 ifadesinin ilave edilmesini önermiş ancak; pedoloji terimine, Suriye ve Irak'ın da bulunduğu 6 ülke, su katkısına ilişkin ifadeye, ABD, Suriye, Irak, Lübnan, Sudan ve Mısır'ın da aralarında bulunduğu 12 ülke karşı çıkmıştır.282 

7 nci Maddede geçen " Önemli zarara yol açmama " ilkesine gelince; bu ilke başlangıçta UHK' nin taslak maddelerinde "kayda değer zarar vermeme" şeklindeydi. Bu ilke "kendi malını komşuna zarar vermeyecek biçiminde kullan" şeklindeki tarihsel teamül kuralına dayanmaktadır. Aynı su kaynaklarını paylaşan A ve B Devletlerinin kendi topraklarındaki suyu kullanırken birbirlerine önemli zarar vermeyecek şekilde kullanmalarını prensip edineceklerdir.283 Bu durum 7 nci maddenin birinci fıkrası "Suyolu devletleri, ülkelerindeki uluslararası bir suyolunu kullanırken, diğer suyolu devletlerine sebebiyet verilecek önemli zararları önlemek için tüm uygun tedbirleri alacaklardır" biçiminde ifadesini bulmuştur.284 . Buna göre bir kıyıdaş Devlet, suları hakça ve makul kullandığı takdirde, bu kullanımdan dolayı diğer Devlet zarar görse de bu kullanım, önemli zarar kapsamında değildir.285 Madde hükmü gereği kıyıdaş devlet, toprakların dan geçen suları kullanırken diğer kıyıdaş devletlere önemli zararları önleyecek tüm uygun tedbirleri alacağı hükmünü getirmiştir. Ayrıca bu fıkrada sözü edilen “önemli zarar (significant harm)” deyimi, “esaslı zarar (substantial harm)” anlamına değil, objektif verilerle doğrulanabilen ve bir kullanımı gerçekten kısıtlayan etkiler anlamında kullanılmıştır.286 

Aslında bu ilkenin amacı zayıf aşağı kıyıdaş devletin güçlü yukarı kıyıdaş devletin tek taraflı işlemlerinden kaynaklanabilecek zararından korumaktır. Ancak 
zarar kavramı ele alındığında bununla ilgili olarak tek sorumluluğun yukarı havza ülkelerine yüklenemeyeceği, bazı durumlarda aşağı havza ülkelerinin de zarara 
neden olabileceği hususu göz önünde bulundurulmalıdır. Birleşmiş Milletler Hukuk Komisyonu raportörlerinden Stephan C. McCaffrey’in konudaki görüşü şöyledir:287 

“Su kaynaklarını ilk önce geliştiren bir aşağı kıyıdaş ülke, daha sonra yukarı kıyıdaş ülke tarafından ele alınacak projeleri, kendisine zarar vereceğini iddia 
ederek engelleme hakkına sahip değildir. Sulardan hakça yararlanma ilkesi böyle bir anlayışa cevap verememektedir. Kaynağın aşağı kıyıdaş ülkece önceden 
geliştirilmesi, sulardan faydalanma ve hakkaniyet esasına göre tahsisinde göz önünde bulundurulacak pek çok faktörlerden sadece birisidir.” 

"Önemli zarar vermeme" ilkesi hem su miktarı hem de çevre unsuru açısından uygulanacak önemli bir ilkedir.288 Türkiye; önemli zarar kavramının, hakça ve makul kullanımla çatıştığını belirterek, maddenin metinden çıkarılması gerektiğini öne sürmüştür. Öneri, su yolunun kullanımının hakça ve makul olması halinde zaten diğer kıyıdaşlara önemli zarar vermeyeceği görüsüne dayanmaktadır. Türkiye ayrıca, zarar kavramının taraflı yorumlanabileceğine, yukarı kıyıdaş ülkenin ekonomik kalkınmasının engellenmesinin de yukarı kıyıdaş ülke açısından zarar olarak değerlendirebileceğine dikkat çekmiş ve bu nedenle, yalnızca maddi zararın göz önüne alınmasının yukarı kıyıdaş ülkenin meşru kalkınma amaçlarını göz ardı etmek olacağını da vurgulamıştır.289 

Eğer su yolları hakça ve makul kullanıldığı halde önemli zarar ortaya çıkarsa ilgili devletlerin bu sorunu nasıl çözecekleri konusunda 7 nci maddenin ikinci fıkrası 
şöyle bir düzenleme getirmektedir.290 

“Buna rağmen, diğer bir su yolu devletine önemli bir zarar verilirse, kullanımları söz konusu zarara sebep olan devletler, böyle bir kullanıma dair bir 
antlaşma olmaması durumunda, , 5 inci ve 6 ncı maddelerdeki hükümleri göz önünde tutarak, meydana gelen zararı ortadan kaldırmak veya hafifletmek ve uygun olduğunda tazminat meselesini tartışmak için etkilenen devletle danışma halinde tüm uygun önlemleri alacaklardır.” 

Madde metninde geçen buna rağmen ifadesiyle devletlerin ülkesindeki sınıraşan bir suyu kullanırken tüm uygun tedbirleri almasına rağmen önemli bir 
zarara yol açması durumu kastedilmiştir. Madde hükmü uyarınca eğer kıyıdaş devletler arasında suyolunun öteki kıyıdaş devletlere "önemli zarar" verecek şekilde kullanılmasına bir bakıma cevaz veren (bu tür kullanımı düzenleyen) bir anlaşma yoksa, zarara sebebiyet veren devletin zarara uğrayan devletle istişare etmesi gerekir. Bu ifadeden, kıyıdaş devletlerin, suyolunu birbirine "önemli zarar" verebilecek şekilde kullanmayı düzenleyen antlaşmalar imzalayabilecek leri sonucu çıkmaktadır. İlk bakışta mantık dışı gibi görünebilecek bu hususu şöyle anlamak gerekir: Kıyıdaş devletler, suyolunu "optimum şekilde kullanma" uğruna, bazı devletlerin "önemli zarar"a maruz kalmalarını göze alabilmek tedirler. Ancak suyolunun, böyle, bir veya birkaç devlete zarar verebilecek şekilde kullanılması karşılığında elde edilecek yararın, uğranan zarardan çok daha büyük olması gerekir. Aksi takdirde böyle bir çözümü haklı göstermek zor olurdu.291 

Üzerinde durulması gereken bir başka husus 1994 Taslağında yer alan 7 nci maddenin birinci fıkrasında yer alan "gereken ihtimamı göstermek (due diligence)" kavramıyla ilgilidir. Bu kavram da Tasarı’ya ikinci müzakere aşamasında girmiştir. Bu değişikliğin anlamı şudur: Tasarının ilk şeklinde bir kıyıdaş devlet öteki kıyıdaş devlete zarar vermişse, zarar veren devletin böyle bir zarara sebebiyet vermemek için gereken ihtimamı gösterip göstermediğine bakılmayacak, zararın verilmiş olması, olayın bu Tasarı kapsamına girmesi için yeterli sayılacaktı. Yapılan değişiklikle, zarar veren tarafın böyle bir zararın ortaya çıkmaması için gerekli ihtimamı gösterip göstermediğine de bakılması zorunlu hale getirilmekte ve ilgili kıyıdaş devlet, bir zarar ortaya çıkmaması için elinden gelen çabayı sarfetmişse, bu vecibesini yerine getirmiş olacaktır.292 

1997 BM Sözleşmesi’nde ise, taslağın ilgili 7 nci maddesindeki "due diligence" ifadesinin yerini, "bütün uygun tedbirlerin alınması"na bırakması, McCaffrey'e göre aynı şeyin bir başka şekilde ifade edilmesidir.293 Burada söz konusu olan, sonuç değil, davranış yükümlülüğüdür. Davranış yükümlülüğü devleti 
araçların seçiminden yoksun bıraktığı için, sonuç yükümlülüğünden daha sıkı olabilir. Devlet due diligence yükümlülüğünü yerine getirmemişse sorumlu olacaktır. Üzerinde anlaşılmış uluslararası standartların yokluğunda, due diligence gereği, devlet, gelişme durumuna göre kendisinden makul olarak beklenebilecek tedbirleri almalıdır.294 Her birinin farklı özellikleri ve bu konudaki düzenlemelerin azlığı nedeniyle, sınır aşan sular konusunda bu tür genel olarak kabul edilmiş standartların varlığını tespit etmenin güçlüğüne de durumu da karşımıza çıkmaktadır.295 

Kullanımın hakça ve makul olduğunu kanıtlama yükümlülüğü, doktrinde ağır basan görüşe göre, zarara sebebiyet veren devlete düşmektedir.296 Tabii ki bu 
kanıtlama yükümlülüğü ancak, zarara uğrayan tarafın böyle bir zarara uğradığını iddia etmesi ve bu iddiasını kanıtlaması halinde söz konusu olabilir. Fakat burada karşılıklı yükümlülükler konusunu biraz daha açmak yararlı olacaktır. Zarara sebebiyet veren taraf, zarara uğrayan taraftan, bu zararını kanıtlamasını talep etme hakkı vardır. Ancak bu hak, zarara sebebiyet veren tarafa, zararın "hakça ve makul olmayan" bir kullanımdan ileri geldiğini de kanıtlamasını talep etme hakkı vermez. 
Başka bir deyişle, zarara uğrayan devletin hem zarara uğramış olduğunu, hem de bu zararın, hakça ve makul olmayan bir kullanımdan kaynaklandığını kanıtlama yükümlülüğü yoktur. Zararın verilmiş olduğunu kanıtlaması yeterli olacak, zarara sebebiyet veren kullanımın, hakça ve makul bir kullanım olduğunu kanıtlama yükümlülüğü ise zarara sebebiyet veren devlete ait olacaktır.297 

Hakça ve makul kullanım ile önemli zarar vermeme kavramı arasındaki farkı şöyle açıklayabiliriz; Her ikisi de sosyo-ekonomik ve çevresel gereksinimlerle ilişkili olduğu düşünülse de " hakça ve makul kullanım" ilkesi pozitif karakterli, "önemli zarar vermeme" ilkesi ise negatif karakterlidir.298 

Sözleşmenin 8 inci maddesi, Devletlerin bu konuda nasıl işbirliği yapacaklarıyla ilgili genel hükümler getirmiştir. Uluslararası suların optimum kullanımı ve yeterince korunması amacıyla devletler, egemen eşitlik, toprak bütünlüğü, karşılıklı çıkar ve iyi niyet ilkeleri temelinde işbirliği yapacaklardır. Bu işbirliği şeklinin mahiyeti ise, devletlerin gerekli gördükleri müşterek mekanizmaların ve komisyonların oluşturulmasıyla belirlenecektir.299 

UHK tarafından, amaçların daha ayrıntılı biçimde sayılmasının uygun olup olmayacağı tartışılmış, fakat sonuçta genel bir ifadenin daha uygun olacağı sonucuna varmıştır. 

Çünkü suyollarındaki kullanımların çok çeşitli olması karşısında, amaçların sayılmasının yanıltıcı olabileceği düşünülmüştür.300 Bu tespitin yanında UHK 
tarafından kıyıdaş devletler arasında işbirliği sadece birtakım hukuk kurallarının kabul ettirilmesiyle sağlanamayacağı görüşü de belirtilmiştir. İşbirliği kıyıdaşlar 
arasında karşılıklılık temelinde gerçekleştirilebilir. Bu da sınır oluşturan sularda sınıraşan sulara oranla daha belirgindir. Bu nedenle sınır oluşturan sularda işbirliği daha güçlü olacaktır. Çünkü genellikle, bu tür sularda kıyıdaş devletler arasında fizikî durumdan kaynaklanan avantajlar söz konusu değildir.301 

Sözleşmenin "Düzenli Bilgi ve Verilerin Değişimi" başlıklı 9 uncu maddesine göre ise, su yolu devletleri işbirliği yükümlülüğüyle ilgili maddeye uygun olarak, 
özellikle hidrolojik, meteorolojik, hidrojeolojik ve ekolojik nitelikteki ve ilgili tahminler kadar su kalitesiyle ilgili su yolunun durumu hakkında kolaylıkla elde 
edilebilir veri ve bilgileri düzenli olarak birbirlerine iletirler. Bir su yolu devleti kendisinden diğer bir su yolu devleti tarafından talep edilen, kolaylıkla elde edilebilir olmayan bilgi veya veri sağlamak için azamî çabayı sarf eder. Fakat bu talebe uymasını, talep eden devletin bu veri veya bilginin toplama ve gerekiyorsa işleme tabi tutmaya ilişkin makul bedelleri ödemesi şartına bağlayabilir. Su yolu devletleri kendisine iletildiğinde su yolu devletleri tarafından, kullanımını kolaylaştıracak şekilde veri ve bilgileri toplamak ve gerektiğinde işlemek için azamî çabayı sarf ederler.302 

Düzenli veri ve bilgi değişimiyle ilgili olarak ileri sürülen bir görüşe göre, bu yükümlülük yerine getirilmeksizin hakça ve makul kullanımın gerçekleştirilmesi 
olanaksız olmasa da çok zordur. Bu yükümlülük kıyıdaş devletler arasında daha yakın işbirliğini sağlayabilir.303 Ancak, baskın görüş bu yönde yükümlülük öngören bir uluslararası örf ve âdet kuralının henüz oluşmadığı, bu tür bilgilere ulaşmak isteyenlerin bunların elde edilmesinde harcanan masraflara katılmak zorunda olduğu yönündedir.304 

Maddedeki bilgi alışverişi yükümlülüğünü, Sözleşme’nin 3 üncü maddesiyle birlikte mütalaa etmek gerekir. Eğer söz konusu madde çerçevesinde herhangi bir uluslararası suyolu için kıyıdaş devletler arasında bir anlaşma yapılmış da o anlaşmada bilgi alışverişi esasen öngörülmüşse, o anlaşmadan doğacak 
yükümlülükler saklı olacaktır. Eğer o anlaşmada belirtilen bilgi alışverişi ihtiyacı karşılamıyorsa, 9. maddeden kaynaklanan yükümlülüklere başvurulabilecek tir.305 

Sözleşmenin 10 uncu maddesi farklı kullanım şekilleri arasındaki ilişkiyi düzenlemektedir. Eğer bir suyolu için imzalanmış spesifik bir antlaşma varsa, 
muhtemelen hangi kullanış tarzının önceliği olduğu hususu o antlaşmada düzenlenmiş olacaktır. Bu nedenle 10 uncu maddenin birinci fıkrasında "aksine bir anlaşma veya teamül yoksa" ibaresiyle başlamaktadır. Eğer antlaşma veya teamül varsa özel kuralların genel kurallara önceliği ilkesine göre, bu Sözleşme’nin değil, o antlaşmada yer alan hükümlerin veya teamülün uygulanacağı doğaldır. Burada "teamül”e yapılan atıf, genel olarak bu alandaki teamülün ne olduğu değil, o spesifik su yolunun şu veya bu şekilde kullanılışına teamülen bir öncelik verilmekte olup olmadığı şeklinde anlaşılmalıdır.306 Maddenin ikinci fıkrasında ise kullanım şekilleri arasında ihtilaf çıkması halinde sözleşmenin hakça ve makul kullanımın belirleyen maddeleri ile önemli zarar vermeme maddesi uyarınca temel insani ihtiyaçların gereklerine özel önem verilerek çözümlenecektir. Burada öncelikleri belirleyen bir antlaşma varsa, herhangi bir ihtilafın ortaya çıkmayacağını varsaymamız gerekir. 

Çünkü, öncelik, o anlaşmada belirlenen tarzda uygulanacaktır. Anlaşmazlık, hem böyle bir antlaşmanın imzalanmamış olması, hem de kullanış tarzlarından hangisine öncelik verilmesi gerektiği konusunda görüş ayrılığı olması halinde ortaya çıkacaktır. Ancak burada anlaşmazlık, kıyıdaş devletler arasındaki genel bir anlaşmazlık değil, hangi kullanılış tarzının önceliği olacağıyla ilgili bir anlaşmazlıktır.307 Ancak taraflar arasında birçok konuda uyuşmazlık olması durumunda, bu uyuşmazlıkların esaslı unsuru kullanım şekilleri oluşturuyorsa 10 uncu maddenin ikinci fıkrasının amir hükmünün uygulanması durumu ile karşılaşabiliriz. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

246 Dursun, s.37; Toklu,s.37 
247 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
http://legal.un.org/ilc/texts/instruments/english/conventions/8_3_1997.pdf (en son erişim:05/04/2014) 
248 M.A. Salman, The United Nations Watercourses Convention Ten Years Later: Why Has its Entry into Force Proven Difficult?, s.1-15 
249 Dursun,s.35 
250 Tiryaki, s.18 
251 Altıncı Komisyon: Hukuki konulara bakmaktadır. The United Nations Today, 
http://www.unicankara.org.tr/today/6.html ( en son erişim: 03/05/2014) 
252 Dalar, Mehmet, Uluslararası Hukuk Açısından Uluslararası Nehirler Ve Fırat-Dicle Nehirlerinin Hukuksal Statüsü(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Uludağ Üniversitesi, Bursa 2004,s.39-40 
253 Uluslararası Hukuk Komisyonu: Genel Kurul tarafından 1947 yılında, uluslararası hukukun geliştirilmesi ve tedvini için kurulmuştur. Komisyon, Genel Kurul tarafından 5 yıllığına seçilen 34 üyeden oluşmakta ve yılda bir kere toplanmaktadır. Üyeler dünyanın başlıca yasal sistemlerini temsil etmekte ve kendi hükümetlerinin temsilcileri olarak değil; icra ettikleri görevin uzmanı olarak hizmet vermektedirler. Komisyon ülkeler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesiyle ilgili pek çok konuyla ilgilenmektedir. Komisyonun çalışmaları nın büyük bölümünü uluslararası hukukun vecheleri için taslakların hazırlanması oluşturur. Bazı konular Komisyon tarafından seçilir; diğerleri de Genel Kurul tarafından getirilir. Komisyon bir konu üzerindeki çalışmalarını tamamladığında Genel Kurul taslağı kurallara çevirmek için yetkili kişileri çağırarak uluslararası bir konferans düzenler. Daha sonra taslak, ülkelere taraf olmaları için açılır. Bu, ülkelerin gönüllü olarak bu koşulları kabul etmeleri demektir. 
The United Nations Today 
254 Kılıç, Seyfi, Uluslararası Suyollarının Ulaşım–Dışı Kullanımına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ve 2012 Değerlendirmesi, Ortadoğu Analiz, C.5, S. 49, 
Ocak 2013, s.116-119 
255 Dalar, s.44 
256 Toklu, s.35; Tiryaki, s.36 
257 Acabey, s.155 
258 Toklu, s.37 
259 Sınıraşan su tabiri yerine uluslararası su yolu ifadesini benimsediğinden ötürü metin değerlendirmesi yapılırken bu husus gözetilecektir. 
260 Acabey,s.64 
261 Sözleşme metninde kıyıdaş ülkeler su yolu devleti olarak tanımlandığından ötürü sözleşme içinde yapılacak değerlendirmelerde kıyıdaş ülke terimi yerine 
su yolu devleti ifadesi kullanılacaktır. 
262 Acabey, s.64-65 
263 Acabey, s.65 
264 Çelik, s.34 
265 Sar, s.58; Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.66 
266 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
267 Acabey, s.159 
268 Toklu, s.41 
269 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
270 Toklu, s.42 
271 Pazarcı, Su Sorununun Hukuksal Boyutları, s.47 
272 Üste, A. Nazmi Uluslararası Politika Ve Türk Dış Politikası Açısından Sınıraşan Sularımız, D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, C.13, S.1, 1998, s.231-246 
273 Yakış, Yaşar, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi, Dış Politikası Dergisi , Cilt 6, Sayı: 1, Ankara, 1995 , 
http://www.yasaryakis.com.tr/TR/belge/1-413/bsinirasan-sularin-hukuki-rejimib-idis-politika-dergisi-.html (en son erişim:02/02/2014) 
274 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
275 Dalar, s.51 
276 Yakış,Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
277 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
278 Dalar, s.51 
279 Kaya, İbrahim, uluslararası akarsular ve hukuk, 
http://www.usakgundem.com/yazar/530/uluslararasi-akarsular-ve-hukuk.html, (en son erişim:05/02/2014) 
280 Acabey, s.187-188; Sar, 300-301 
281 Acabey’e göre her ne kadar 1997 BM Sözleşmesinin 6 ncı maddesinde bir kullanımın hakça ve makûl olup olmadığının değerlendirilmesinde dikkate alınacak faktörler arasında sayılmasa da, maddedeki sayım sınırlı olmadığından, her bir durumun özelliklerine göre bu maddede sayılmayan (örneğin kıyıdaş devletin sulara katkısı gibi) faktörler de değerlendirmeye alınabilecektir., Acabey, s.190-191 
282 Toklu, s.45 
283 Dalar, s.54 
284 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
285 Doktrinde ileri sürülen bir görüşe göre; yukarı kıyıdaş devletin ülkesi içerisindeki su kaynaklarını hakça, makul ve optimum kullanıyor olsa bile bu kullanımları sonucunda aşağı kıyıdaş devletin benzeri kullanımlarına önemli zarar veriyor ise, kendi aşağı kıyıdaş devletin benzeri kullanımlarına önemli zarar veriyor ise, kendi kullanımlarından hakça, makul ve optimum da olsa aşağı kıyıdaş devlet lehine kaçınması gerekecektir. Bu bizi önemli zarar vermeme yükümünün kıt su kaynaklarına uygulanmasında hakça, makul ve optimum kullanma ilkesine göre üstünlüğü sonucuna götürür ki, bu bir anlamda aşağı kıyıdaş devletlerin ön kullanımlarına ayrıcalıklı bir nitelik kazandırmakla aynıdır, hatta bir yazarın iddia ettiği gibi bu "doğal durumun bütünlüğü doktrini"nin bir şekli olmanın ötesinde değildir. Bkz. Erdem, Mete, Kitap İncelemesi Akmandor N., Pazarcı H. Ve Koni H., Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, MHB Yıl 13 Sayı 1-2, s.50-53 
286 Toluner, Sevin, Milletlerarası Hukuk Açısından Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları, Beta Yayınları, 2004, s.432-433 
287 Toklu,s.47 
288 Dalar, s.55 
289 Toklu, s.46 
290 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
291 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
292 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
293 McCaffrey, Stephen C., The law of international watercourses , Oxford ; New York : Oxford University Press, 2007., s.307 ; ACABEY, s.211-212 
294 McCaffrey, The law of international watercourses, s.374-375 
295 Acabey, s.212 
296 İspat durumu açısından diğer bir nokta, sınıraşan sular konusunda bir devletin diğer devletin davranışı sonucu önemli zarara uğradığını ortaya koyması halinde, diğer devletin zararı önlemek için due diligence yükümlülüğünü yerine getirdiğini ispatla yükümlü olmasıdır. Bu devlet due diligence yükümlülüğünü yerine getirdiğini kanıtlarsa ayrıca davranış veya kullanımının hakça ve makul olduğunu da ispatlama yükü altındadır. Zararın (harm) ağırlığı ve zarar veren devletin zararı önlemek için yaptıkları, zarar veren devletin kullanımının hakça ve makul olup olmadığının tespitinde dikkate alınacaktır. 
Bkz. McCaffrey, The law of international watercourses, s.380 
297 Yakış, SINIRAŞAN SULARIN HUKUKİ REJİMİ 
298 Dalar, s.57 
299 Bkz. Sözleşmenin 8 inci maddesi “ 
1-Suyolu devletleri, uluslararası bir su yolunun optimum şekilde kullanılmasını ve yeterli şekilde korunmasını sağlamak amacıyla, egemen eşitlik, toprak bütünlüğü, karşılıklı yarar ve iyi niyet temeline dayalı olarak işbirliği yapacaklardır. 
2- Söz konusu işbirliğinin yöntemini belirlerken suyolu devletleri, değişik bölgelerde mevcut olan ortak mekanizmalar ve komisyonlar vasıtasıyla edinilen tecrübeler ışığında, gerekli gördükleri takdirde, ilgili önlemler ve prosedürler üzerinde işbirliğini kolaylaştıran, ortak mekanizmalar veya komisyonlar kurmayı düşünebilirler”, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
300 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
301 Acabey, s.227-228 
302 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
303 McCaffrey, The law of international watercourses, s.412 
304 Acabey, s.218-219 
305 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
306 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
307 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
308 Bkz. Madde 11, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
309 Bkz. 12. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 

9.CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 7

SINIRI AŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM BÖLÜM 7


3.2.1.3. Kurumsal Yapılanma 

Sözleşmenin yürütme organı taraflar toplantısıdır. 17 nci madde uyarınca ilk toplantının sözleşmenin yürürlük tarihinden en fazla bir yıl sonra yapılması ve devam eden toplantıların ise 3 yılda bir yapılması öngörülmektedir. Ancak taraflardan birinin yazılı talebi yahut olağan bir toplantı sırasında alınan karar uyarınca, tüm taraflara altı ay önceden bildirilmesi ve yazılı talebin tarafların en az üçte biri tarafından uygun bulunması kaydıyla acil toplantı yapılabilmekte dir.220 

Taraflar toplantısının yetkisi dahilinde bulunan önemli hususlar; 

1- Sözleşmenin hükümlerinin uygulanmasını gözden geçirmek 
2-Sözleşmede yapılacak değişiklikleri ele almak ve karar bağlamak 
3-Sözleşmede öngörülen hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik ilave tedbirler konusunda karar vermek, olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunların yanında taraflar toplantısında, taraflardan birinin veya birkaçının taraf olduğu ikili ve çok taraflı antlaşma ve düzenlemelerin uygulanması ve sonuçlandırılması sırasında edinilen tecrübelerle ilgili bilgilerde paylaşılmaktadır. 

Sözleşmenin 19 uncu maddesi uyarınca sekretarya görevi Avrupa Ekonomik Komisyonu İdari Sekreterliği tarafından yürütülür. Sekretarya’nın görevleri;221 

1-Tarafları toplantıya çağırmak ve toplantıyı organize etmek, 
2-Sözleşmenin hükümleri uyarınca elde edilen rapor ve diğer bilgileri taraflara aktarmak, 
3-Taraflarca kararlaştırılacak diğer işlevleri yerine getirmek, olarak düzenlenmiş tir. 

3.2.2. Sözleşmeye Göre Uyuşmazlıkların Çözüm Yöntemleri 

Uygulamada ve uluslararası hukukun genel kurallarına göre, hiçbir devlet, uyuşmazlık sırasında açıkça belirtmedikçe ya da taraflar arasında mevcut ve 
yürürlükte olan bir antlaşmadan kaynaklanmadıkça, kendi iradesi dışında, bir uyuşmazlığı yargısal ya da siyasal yollardan çözümlemeye mecbur edilemez. Ancak uyuşmazlığın uluslararası barışı ve güvenliği tehdit eder bir mahiyet taşıması halinde BM Antlaşmasının 33. Maddesi gereğince, taraflar aralarındaki uyuşmazlığı barışçıl yollarla çözümlemek zorundadırlar.222 

1992 Helsinki Sözleşmesi öncelikle, hükümlerinin uygulanması ve yorumlanması konusunda iki veya daha çok taraf arasında uyuşmazlık çıkması durumunda, tarafların uyuşmazlıklarını müzakere ederek yahut hepsinin ortak kabul edeceği herhangi bir tahkim aracılığıyla çözmeye çalışmasını öngörmektedir. 

Sözleşmenin tasdik, kabul, onay ve katılım süreçleri sırasında veya daha sonra herhangi bir taraf depo merciine yukarıdaki yöntemlerle çözüme  kavuşturula mayan bir uyuşmazlığı yazılı olarak beyan ettiğinde, aşağıdaki uyuşmazlık çözüm araçlarından birinin ya da her ikisinin birden uygulanmasını zorunlu olarak kabul etmiş olur:223 

1-Uyuşmazlığın Uluslararası Adalet Divanına sevk edilmesi, 
2- Sözleşme uyarınca öngörülen usuller uyarınca tahkim sürecine gidilmesi. 

Ayrıca taraflar her iki uyuşmazlık çözüm aracını birden kabul ederlerse, taraflar aksine karar vermedikçe uyuşmazlık Uluslararası Adalet Divanına (UAD) 
sevk edilebilir. 

Uluslararası Adalet Divanı’nın zorunlu yargı yetkisi, somut uyuşmazlığın Divan’a götürülmesi için yapılacak özel bir antlaşma, ileride doğacak uyuşmazlıklara 
ilişkin yapılacak bir antlaşma ya da antlaşmanın bir hükmü ve UAD Statüsünün 36 ncı maddesinin ikinci fıkrası uyarınca tek taraflı bildirim ile doğmaktadır.224 

Ancak tek taraflı bildirim durumunda forum prorogatum yolu devreye girmektedir. Bu durumda divan dilekçeyi uyuşmazlığın diğer tarafına ileterek cevap istenmektedir. 
Divanın yetkili olabilmesi için verilen cevapta yetkinin kabul edildiğinin bildirilmesi, davanın özüne ilişkin sorunlara divan önünde cevap verilmesi ya da divanın yetkisizliği nin öne sürülmemesi veya daha sonra bu yetkisizlik savından vazgeçilmesi gerekmektedir.225 

1992 Helsinki Sözleşmesi tarafları tek taraflı olarak Divan’a başvuru hakkı tanınmamıştır.226 Burada taraflara iki yollu bir seçim hakkı tanınmıştır. Uluslararası Adalet Divanı’nın yanında uyuşmazlık çözüm yöntemi olarak tahkimi kabul etmiştir. Tahkim ilişkin usuli esaslar Sözleşme’nin ekinde belirlenmektedir. 

3.3 Sözleşmenin Yürürlüğe Girme Usulü ve Güncel Durumu 

1969 Viyana Sözleşmesi antlaşmaların nasıl yürürlüğe gireceğine ilişkin bir düzenleme getirmiştir. Buna göre227; 

1- Bir antlaşma, kendisinin öngördüğü veya görüşmeci Devletlerin mutabık kalabilecekleri tarzda ve tarihte yürürlüğe girer. 
2- Böyle bir hüküm veya mutabakat yoksa antlaşma bütün görüşmeci Devletler için antlaşma ile bağlanma rızası tespit edilir edilmez yürürlüğe girer. 
3- Antlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonraki bir tarihte bir Devletin antlaşma ile bağlanma rızasını açıklaması halinde, antlaşma aksini öngörmedikçe, o 
Devlet bakımından antlaşma o tarihte yürürlüğe girer. 
4- Bir antlaşma metninin tevsiki, Devletlerin antlaşma ile bağlanma rızasının tespit edilmesi, yürürlüğe giriş tarzı veya tarihi, çekinceler, depoziter makamının işlevleri ve antlaşmanın yürürlüğe girmesinden önce zorunlu olarak ortaya çıkan diğer meseleleri düzenleyen hükümleri, antlaşma metninin kabulü (adoption) zamanından itibaren uygulanır. 

Viyana sözleşmesi uyarınca antlaşmaların yürürlüğe girme usulleri antlaşma metninde düzenlenebilir Antlaşmaların, isim, sayı yahut kategori bazında 
zikredilecek bazı devletlerin imzalaması ya da daha yaygın olarak onaylaması koşuluna bağlı olarak yürürlüğe girmesi öngörülebilir. Bu kapsamda 1992 Helsinki sözleşmesi 26 ncı maddesinde228 “Bu sözleşme on altıncı tasdik, kabul, onay veya katılım aracının depo merciine bildirilmesinin üzerinden geçen doksanıncı günde yürürlüğe girer.” şeklinde düzenleme getirmiştir. Metinde bir sayı öngörülerek antlaşmanın yürürlüğe girmesi usulü düzenlenmiştir. Antlaşma 16 Ekim 1996 tarihinde mezkûr prosedürlerin tamamlanması neticesinde yürürlüğe girmiştir. 

Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (BMAEK) üyesi olmayan ülkelerin de söz konusu Sözleşme’ye taraf olabilmesi için 2003 yılında 
gerçekleştirilen 3. Taraflar Toplantısı’nda İsviçre’nin öncülüğünde 1992 Helsinki Sözleşmesi’nin 25. ve 26. maddeler değiştirilmiştir. 2003 yılında Sözleşmeye taraf olan 34 üye ülke ile Avrupa Birliği’nden 2/3’üne denk gelen 25. üye ülkenin 8 Kasım 2012 tarihindeki yazılı onayını müteakip Sözleşme’de ki değişiklik 6 Şubat 2013’de yürürlüğe girmiştir.229 Ayrıca Sözleşme’nin hükümleri uyarınca yapılan bu değişikliğin, değişiklik öncesi sözleşemeye taraf olanlar için hüküm doğurması, ilgili tarafların sözleşmeye kabul ilişkin beyanının depo merciine tevdi etmesinden 90 gün sonra olacaktır. 

Sözleşme 25 devlet ve Avrupa Birliği tarafından imzalanmıştır. 2014 yılı itibariyle sözleşmeye 38 devlet ve Avrupa Birliği taraftır.230 Sözleşmeyi BM-AEK 
üyesi olmayan devletlerin katılımına açan değişikliğe ise 34 devlet ve Avrupa Birliği kabul etmiştir.231 

3.4. Sözleşmenin Hukuksal Durumu 

3.4.1. Uluslararası Hukukun Kaynağı Olarak Değerlendirilmesi 

Birleşmiş Milletler Adalet Divanı Statüsündeki düzenleme esas alındığında uluslararası hukukun asıl kaynaklarını 

(1) Antlaşmalar, 
(2) Teâmül (örf ve âdet hukuku) ve 
(3) Genel hukuk ilkeleri olarak sıralamak mümkündür. 

Hukukun yardımcı kaynakları ise 

(1) Mahkeme kararları ile 
(2) Uzman yazarların görüşleridir (öğreti ya da doktrin). Yardımcı kaynaklar, uluslararası hukuk kurallarını yaratmayan fakat onların varlığının ya da içeriğinin saptanmasında yardımcı olarak kendilerinden faydalanılan kaynaklardır.232 

3.4.1.1. Asli Kaynaklar 

3.4.1.1.1 Antlaşmalar 

Uluslararası hukukun asıl öznesi olan devletler, kendilerinin bizzat yerine getirebilecekleri fonksiyonları uluslararası topluma devretmeye soğuk yaklaştıkları için, özelikle çıkarlarını doğrudan ilgilendiren konularda hukukun ne olduğunu belirmekte söz sahibi olmayı tercih etmektedirler. Bu da iki ya da daha fazla devlet arasında ikili ya da çok taraflı antlaşmalar yapmak suretiyle mümkün olmaktadır. 

Taraflar antlaşma yapmak suretiyle uluslararası teâmülün bir normunu –ahde vefa ilkesini (pacta sunt servanda)- uygulamış ve aynı zamanda bir uluslararası 
hukuk normu yaratmış olurlar. Yaratılan bu norm, tarafların yüklendiği antlaşmadan doğan borçlar ve yine tarafların faydalanacağı antlaşmadan doğan haklar şeklinde ortaya çıkar.233 

3.4.1.1.2. Teamül 

Uluslararası örf ve adet hukuku kurallarının hepsi devletlerin ve diğer uluslararası hukuk kişilerinin uygulamalarında ve devletlerarası ve diğer uluslararası ilişkilerin düzenlenmesinde kendilerini gösterirler. Uluslararası Örf ve Adet Hukukunun oluşması için iki öğenin bir araya gelmesi gerekmektedir. Bu öğeler maddi ve psikolojik ögelerdir. Maddi öğe, örf ve adet hukukunun genel uygulamasıdır. Yani aynı durumlarla karşılaşılması durumunda, aynı davranışlarda bulunulması anlamına gelmektedir. Psikolojik ögeyse “opinio juris” tir. Yani sürekli aynı şekilde tekrarlanan davranışların, hukuken bağlayıcı olduğu ve buna uyulması gerektiği yönünde bir inancın varlığıdır.234 

Bir antlaşmanın öngördüğü hukuksal yükümlülüklere girmek istemeyen devletin o antlaşmaya taraf olmaması yeterlidir. Oysa uluslararası teâmül kuralları 
bazı devletlerin iradeleri dışında gelişip yerleşebilir. Dolayısıyla, iradesinin dışında ve rızası hilafına gelişen bir teâmül kuralının kendileri açısından bağlayıcı olmasını istemeyen devletlerin, o teâmül kuralının kendilerini bağlamadığını ısrarlı biçimde öne sürmesi gerekmektedir. Uluslararası hukukun oluşumunda devletlerin iradeleri esas olduğundan, bir teâmül kuralı aleyhine menfi tutumunu ısrarlı biçimde yineleyen devlet (ısrarlı muhalif-persistent objector) açısından o kuralın hukuken bağlayıcı olduğu ileri sürülemez.235 

3.4.1.1.3. Hukukun Genel İlkeleri 

Hukukun genel ilkeleri, eski Roma’daki jus gentium ilkesine dayanmaktadır. Bu düşünceye göre bir ulusun tanıdığı ve benimsediği bir hukuk ilkesi, uluslararası 
hukuk alanında geçerli olabilmektedir. Diğer bir ifadeyle, eğer bir ilke, yerel düzeyde de olsa bütün ulusal hukuk sistemleri tarafından tanınıyor ve uygulanıyor ise bu ülke hukukun genel bir ilkesi haline gelmiş demektir. Yani eğer bir ilke, bütün uluslar tarafından tanınıyor ve uygulanıyor ise söz konusu ilke bütün uluslara tatbik edilecek kadar önemlidir ve aynı nedenden ötürü bütün uluslar tarafından bağlayıcıdır.236 

Genel hukuk ilkelerine örnek olarak şunlar gösterilmektedir: iyi niyet (bona fides), sebepsiz zenginleşmenin hukuken korunamayacağı ilkesi, ahde vefa (pacta sunt servanda), edinilmiş haklara saygı, hakkın kötüye kullanılmaması, kimsenin sahibi olduğu haklardan fazlasını devredemeyeceği kuralı (nemo plus transfere podest quam ipso habet), verilen zararın tazmini, kesin hüküm (res judicata pro veritate habentur), kimse kendi davasında hâkim olamaz kuralı (nemo judex in re sua) vb. Sadece uluslararası hukuka has genel hukuk ilkelerine ise şu örnekler gösterilmektedir: Uluslararası hukukun üstünlüğü, devletin sürekliliği, devletlerin eşitliği ve bağımsızlığı, açık denizlerin serbestliği, devletlerin sorumluluğuna hükmedebilmek için yerel başvuru yollarının tüketilmesi vd.237 

3.4.1.2. Yardımcı Kaynaklar 

İçtihat, mahkeme kararı anlamına gelmektedir. Uluslararası hukuka kaynaklık eden mahkeme kararları sadece uluslararası mahkeme kararları olmayıp, hakem kararları ve ulusal mahkeme kararları da bu işlevi görebilmektedir. Mahkemelerin yetkileri ve verdikleri kararların ne zaman ve ne kadar bağlayıcı olduğunu taraflar önceden belirler. Örneğin Uluslararası Adalet Divanı’nın yargılama yetkisi sahip olması her olay bakımından devletlerin uyuşmazlığı mahkeme önüne taşımalarına bağlıdır ve verilen karar o olayla sınırlı olarak tarafları bağlar.238 

Doktrin de hukukun bir başka yardımcı kaynağı konumundadır. Çeşitli ülkelerin düşünürleri ve bilim adamları uluslararası hukukun gelişimine ve yeni 
kuralların oluşturulmasına yardımcı olmaktadırlar. Doktrinde savunulan ve üretilen fikirler, bir uluslararası örf ve adet hukuku kuralının varlığı için kanıt da teşkil edebilecektir.239 

Görüleceği üzere uluslararası hukukun kaynakları asli ve yardımcı kaynaklar olarak ikiye ayrılmaktadır. Asli kaynaklar açısından ise antlaşmalar ayrı bir öneme sahiptir. Bu minvalde 1992 Helsinki Sözleşmesi uluslararası hukukun asli kaynakları arasında yer alan çok taraflı bir antlaşma niteliğindedir. Taraf devletlerin iradelerini yansıtmaktadır. 

3.4.2. Taraf Olmayan Ülkelerin Hukuksal Durumu 

Uluslararası hukukta geçerli olan kurala göre bir anlaşma sadece kendisiyle bağlı olanlara uygulanır; yani kendisine taraf olmayan devletler açısından ne hak ne 
de borç yaratır (pacta tertiis ilkesi). 1969 Viyana Sözleşmesinin 34 üncü maddeside bu ilkeyi benimsemiş ve antlaşmaların üçüncü bir devlet bakımından rıza gösterilmedikçe hak ve borç yaratmayacağı hükmünü getirmiştir. Bu genel kurala getirilecek istisnalar bakımından Viyana Sözleşmesini hazırlayan Komisyonda tartışmalar yaşanmış ve bu mesele haklar ve borçlar bakımından ayrı ayrı ele alınmıştır.240 

Borçlar bakımından Viyana Sözleşmesi’nin 35 inci maddesi üçüncü devlet açısından taraf olmadığı bir antlaşma hükmü ile bir borç yaratılmasının ancak 
antlaşma taraflarının böyle bir niyette olmaları ve üçüncü devletin bu borcu açıkça ve yazılı bir şekilde kabul etmesi durumunda mümkün olabileceğini öngörmektedir. 

Yine bu şekilde doğmuş olan bir borcun ortadan kaldırılabilmesi için de antlaşmaya taraf olanların ve üçüncü devletlerin rızası ile geri alınabilir veya değiştirilebilir. Meğer ki, tarafların başka türlü mutabakata vardıkları tespit edilmiş olsun. 241 

Üçüncü bir devlete haklar getiren antlaşmalar bakımından da öncelikle tarafların böyle bir niyette olup olmadıklarına bakılacak ve yine üçüncü devletin 
rızası aranacaktır. Ancak Viyana Sözleşmesi bu rızanın üçüncü devlet aksini belirtmedikçe varsayılacağı hükmünü getirmiştir. Üçüncü devletin bir antlaşmada tanınan hakkını kullanırken yine bu hakla ilgili söz konusu antlaşmada belirtilen veya bu antlaşmaya uygun olarak tesis edilmiş koşullara uygun davranması gerekir. Bu şekilde tanınmış bir hakkın geri alınması veya değiştirilebilmesi için şayet antlaşma tarafları bunun aksine bir düzenleme yapmamışlarsa üçüncü devletin rızası aranmaz. Ancak üçüncü devletin bu hakka dayanarak üstlendiği yükümlerin telafisi gerekir. Uygulamada üçüncü devletler açısından hak veya borç öngören antlaşmalar belli birtakım üçüncü devletler ya da genel olarak bütün devletler bakımından hak ve borçlar getirebilir.242 

Yukarıda açıklandığı üzere uluslararası antlaşmalar kural olarak taraf olan devletler açısından bağlayıcıdırlar. Bu minvalde 1992 Helsinki Sözleşmesi’nin 
sözleşmeye taraf olmayan devletler açısından hukuksal bağlayıcılığı yoktur. Uluslararası hukukta devletlerin iradeleri ön plandadır. Bu kapsamda söz konusu sözleşmeye taraf olmayan devletler bakımından hukuksal sonuçlar doğurması olanaksızdır. 1992 Helsinki Sözleşmesi taraflara ilişkin düzenlemeler ihtiva eden bir sözleşmedir. Üçüncü taraflara ilişkin olarak yükümlülük getirmemektedir. Kaldı ki böyle bir yükümlülük getirseydi bile, üçüncü taraflara haklar getiren veya borç yükleyen antlaşmalar açısından rıza şartı arandığından üçüncü taraflar açısından hukuksal bağlayıcılığı olmayacaktır. 

Sözleşmeye Türkiye taraf değildir. Ülkemizin bulunduğu coğrafya açısından durumu değerlendirecek olursak, 1992 Helsinki Sözleşmesine komşularımızdan 
Yunanistan ve Bulgaristan taraftır. Diğer sınıraşan sularımızda kıyıdaş devlet konumunda ülkeler Sözleşmeye taraf değildir. Taraf olan Yunanistan ve Bulgaristan açısından Meriç Nehri’nde 1992 Helsinki Sözleşmesi getirdiği düzenlemelerin uygulanmadığını söyleyebiliriz. Kısacası Yunanistan-Bulgaristan taraf olmasına rağmen Meriç Nehri’ne ilişkin olarak ilişkilerini bu Sözleşme uyarınca yürütmemektedirler. Ülkemizin, diğer sınıraşan sularında kıyıdaş devlet konumunda ülkelerin Sözleşmeye taraf olmadığı düşünüldüğünde bu Sözleşme uyarınca kurulmuş bir işbirliğinden söz etmek söz konusu değildir. Her ne kadar Sözleşme’nin Avrupa sınırları içerisinde başarılı uygulama örnekleri karşımıza çıksa da Ülkemizin bulunduğu coğrafya için aynı şeyi söylemek söz konusu değildir. 

Ülkemiz sınıraşan komşularıyla ilişkilerini yürütürken uluslararası hukuka aykırı etmemekte ve Sözleşme’nin temel prensiplerine aykırı faaliyetlerde 
bulunmamaktadır. Ülkemiz açısından hukuksal bağlayıcılığı olmayan söz konusuSözleşme, bulunduğumuz coğrafya açısından an itibariyle uygulanabilir olmaktan uzak gözükmektedir. Sözleşmenin su kaynaklarını koruyucu düzenlemeleri olumlu mütalaa edilse de uygulamada sıkıntı doğurabilecek birçok hükmü barındırmaktadır. 
Uluslararası alanda Ülkemize 1992 Helsinki Sözleşmesi’ne taraf olmaması hasebiyle eleştiriler gelmektedir. Ancak, görüleceği üzere bulunduğumuz coğrafya açısından ne Ülkemizin tek başına taraf olması sınıraşan sulara ilişkin yaşanan sorunları çözecek ne de an itibariyle taraf olmaması sınıraşan sularda yaşanan ihtilafların çözümünde engel teşkil eden ana faktör oluşturacaktır. 

 Sözleşme açısından taraf olunmasının, Avrupa Birliği’ne tam üyeliğin ardından gerçekleşeceği beyan edilmiştir.243 Hakça ve makul kullanım konusundaki 
belirsizlik ve sınıraşan sular üzerinde yapılacak projelerde ön bildirim zorunluluğu, Türkiye’nin mevcut su, sulama ve hidroelektrik kapasitesini oluşturan sınıraşan sular kapsamında yapacağımız çalışmaları olumsuz etkileyecektir. Ayrıca getirdiği zorunlu yargılama mekanizması da Türkiye’nin çekinceleri arasında yer almaktadır. 

3.5. Sözleşmenin Alt Protokolleri 

3.5.1. Su ve Sağlık Protokolü 

Protokolün amacı sınıraşan ve uluslararası bağlamın yanı sıra ulusal olarak, uygun olan her düzeyde, sürdürülebilir kalkınma çerçevesinde, su ekosistemlerinin korunması dahil olmak üzere su yönetimini iyileştirme ve suyla-ilgili hastalıkları önleme, kontrol etme ve azaltma aracılığıyla hem kişisel hem de kolektif insan sağlığı ve refahının korumasını teşvik etmektir.. 17 Haziran 1999 tarihinde kabul edilmiş ancak 4 Ağustos 2005 yılında yürürlüğe girmiştir.244 

3.5.2. Sivil Sorumluluk Protokolü 

 Söz konusu Protokol sınıraşan sularda kaza sonucu oluşan kirlenmelerde uygulanacak esaslara ilişkin detaylı düzenlemeler içermektedir. Protokol 21 Mayıs 2003 tarihinde kabul edilmiştir. Sivil Sorumluluk Protokolü 16 ülkenin depo merciine onay belgelerini göndermesini takiben yürürlüğe girecektir. Henüz bu sayıya ulaşılmadığından mevcut Protokol yürürlüğe girmemiştir.245 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


220 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
221 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
222 Toklu, s.17 
223 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
224 Mengiler, Özgür, Birleşmiş Milletler Çerçevesinde Uluslararası Uyuşmazlıkların Barışçı Çözümü, Platin Yayınları, Ankara 2005, s.67 
225 Kılıç, Seyfi, Uluslararası Hukuk Açısından Mısır ve Nil Sorunu, http://www.orsam.org.tr/tr/sukaynaklari/analizgundemgoster.aspx?ID=4947 (En son erişim:01/04/2014) 
226 Bilen, Özden, Türkiye’nin Su Gündemi, s.239 
227 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi 
228 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
229 Kimençe, Taner, Görev Raporu, 
230 UNECE Water Convention https://treaties.un.org/Pages/ViewDetails.aspx?src=TREATY&mtdsg_no=XXVII-5&chapter=27&lang=en (en son erişim:05/05/2014) 
231 UNECE Water Convention 
232 Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, s.37; Çakmak, Cenap, Uluslararası Hukuk, Ekin Yayınevi, Ankara 2014, s.31-34 
233 Çakmak, s.35 
234 Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, s.104-106; Çakmak, s.38 
235 Höbek, Tufan, Türk Hukukunda Antlaşmaların Yapılması Ve Yargısal Denetim (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Çankaya Üniversitesi,Ankara, s.17 
236 Çakmak,s. 43 
237 Höbek, s.19 
238 Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, s.134 
239 Çakmak, s.45 
240 Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, s.87 
241 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi 
242 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi; PAZARCI, Uluslararası Hukuk Dersleri, s.87-90 
243 Dışişleri Bakanlığı-Avrupa Birliği ile Su Konusu, http://www.mfa.gov.tr/avrupa-birligi-ile-su-konusu-.tr.mfa (en son erişim:06/05/2014) 
244 The Protocol on Water and Health to the 1992 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
https://treaties.un.org/Pages/ViewDetails.aspx?src=TREATY&mtdsg_no=XXVII-5-a&chapter=27&lang=en (en son erişim: 04/05/2014) 
245 The Protocol on Civil Liability and Compensation for Damage Caused by the Transboundary Effects of Industrial Accidents on Transboundary Waters, 
https://treaties.un.org/pages/ViewDetails.aspx?src=TREATY&mtdsg_no=XXVII-16&chapter=27&lang=en (en son erişim: 05/05/2014) 


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..



***