sınırı aşan sular etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sınırı aşan sular etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2017 Salı

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 5

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 5

1.3.5. Kıyıdaş Devletler Topluluğu Doktrini 

Bu doktrin sınır aşan su havzalarının politik sınırlardan bağımsız olarak yönetilme si ilkesini benimsemektedir. Bu yaklaşım bir nehrin havzasını paylaşan bütün ülkelerin bu havzanın ve suyolunun ortak sahipleri olduklarını ileri sürmekte ve yapılacak düzenlemelerin bu anlayışla gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmekte  dir. Bu şekilde sınıraşan kirliliğin de önüne geçilebileceği ileri sürülse de bu ilke günümüz uluslararası sisteminin temelini oluşturan devletlerin ülkesi üzerinde ki münhasır egemenliği ilkesi ile kesin bir şekilde çatışma durumundadır.160 

Bu doktrin uyarınca sınıraşan suların bulunduğu havza ekonomik bir birim olarak görülmektedir. Devletlerin birlikte sınıraşan havzayı yönetmesini ya da havza 
kurulacak bir heyete yetki devri ile söz konusu heyetin havza üzerinde karar almasını öngörmektedir.161 Doktrin siyasal sınırlamaları dikkate almadığı ve ülkesel egemenlikle kavramı ile çeliştiğinden için eleştirilmektedir. 


İKİNCİ BÖLÜM;  SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUK OLUŞTURMA ÇABALARI 

2.1. Genel Olarak 

19. yüzyılın başlarında nehirlerden seyrüsefer amacıyla yararlanmaya dair kurallar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak seyrüsefer kurallarını içeren 
düzenlemelerin 19. yy. başlarında ortaya çıkmasına rağmen aradan geçen iki yüzyılda nehirlerden seyrüsefer amacı dışında kullanımlara ilişkin genel bir 
düzenlemeye ulaşılamamıştır. Bunun sebebi ise ilk olarak söz konusu dönemlerde ulaşım amacının nehirlerden faydalanmaya ilişkin temel kural olması, bir başka deyişle hidrolik enerjisi üretiminin olmaması ve sulama amacı ile nehirlerin kullanımının son derece kısıtlı olmasıdır. İkici sebep olarak ise seyrüsefer amacı içeren faydalanmalar üzerinde daha kolay anlaşmaya varılması olarak gösterilebilir.162 

19. yy. ile beraber nehirlerden ulaşım amacıyla faydalanmanın yüksek oranlara ulaşması ile Avrupalı devletler bu alana ilişkin olarak düzenleme ihtiyacı 
duymuşlar ve Napolyon Savaşlarından sonra kurulacak düzenin karara bağlandığı 1815 Viyana Kongresi’nde bu konu hakkında da düzenleme sevk edilmiştir. Burada kıyıdaş devletlerin tüm nehir boyunca seyrüsefer özgürlüğüne sahip olması temel esas olmuştur. Söz konusu Viyana Kongresinin Nihai senedinde milletler arası akarsular hakkında belli başlı beş kaide tespit edilmiştir:163 

a- Seyrüsefere müsait bir akarsuya kıyısı olan devletler, bu akarsularla ilgili olarak bütün düzenlemelerini birlikte yapacaklardır. 

b- Milletlerarası akarsulara kıyısı olan her devlet için Seyrüsefer serbestliği mevcuttur. 

c- Seyrüsefer intizamı ile ilgili nizamlar bütün milletler için aynı şekilde ve ticareti aksatmayacak biçimde uygulanacaktır. 

ç- Her kıyıdaş devlet, akarsuyun kendi ülkesinden geçen kısmında seyrüsefer için gerekli işleri yapmak mükellefiyetindedir. 

d- Gümrük vergisi ve seyrüseferle ilgili olarak yapılmış bayındırlık işlerini karşılamak için konmuş olan resimler hariç, öteki her türlü resimler, harçlar ve 
ücretler kaldırılmıştır. 

1885’e gelindiğinde ise Berlin Kongresi’nde bu kararlar tekrar edilmiş ve Kongo ve Nijer nehirlerinde tüm kolonyal güçlere ait gemilere seyrüsefer özgürlüğü 
hakkı tanınmıştır. Söz konusu düzenlemenin 1815 Viyana düzenlemesinden farkı kıyıdaş olmayan ülkelere de seyrüsefer hakkı tanımış olmasıdır. 1919 Versay 
Antlaşması da Avrupa’nın tüm nehirlerini Avrupalı tüm devletlere açarak Seyrüsefer hakkını genişletmiştir. Ayrıca 20 Nisan 1921 tarihinde imzalanan ve 31 Ekim 1922 tarihinde yürürlüğe giren Barcelona Sözleşmesi (Convention and Statute on the Regime of Navigable Waterways of International Concern) de seyrüsefer konusundaki serbestliği tekrar etmenin yanı sıra, ulaşım dışı bir takım faydalanmalara da değinen ve bu anlamda bir ilk olma özelliği taşıyan bir 
sözleşmedir. Söz konusu sözleşme ile birlikte artık nehirlerden hidrolik enerji üretme amacıyla faydalanma konusu da “uluslararası hukuka uygun” ifadesi ile birlikte gündemde yer almaya başlamıştır.164 

Sınıraşan suların uluslararası hukuka konu olmasının tarihsel arka planına gene olarak bakacak olursak ilk aşamada devletler arasında sınıraşan sularla ilgili 
yapılan antlaşmaların çoğunluk itibariyle sınıraşan sulardan ulaşım amacıyla yararlanma bağlamında yapıldığı gerçeğiyle karşılaşırız. Batı’da ancak sanayi 
devrimiyle birlikte ulaşım dışı kullanım önem kazanmış ve giderek ulaşım amacıyla kullanımın önemi azalmıştır. Bunun da nedeni sanayinin gelişmesi ve teknolojik imkânların da artması ile baraj yapım tekniklerinin muazzam ölçüde ilerlemesi sonucu yukarı kıyıdaş devletin ilk başlarda tarım, sonraları da enerji olmak üzere sınıraşan sulardan yararlanma isteğidir.165 

Ulaşım dışı amaçlarla sınıraşan sudan yararlanma konusunda ilk sorunlar Avrupa ve Kuzey Amerika’da sanayinin ve teknolojinin gelişmesine paralel olarak 
ortaya çıkmıştır. Bu bölgeler dışında ise uluslararası akarsuların ulaşım dışı kullanımlarına ilişkin sorunlar daha sonraları ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla teamül 
uzun süreden beri uygulama gerektirdiğinden, bu alanda teamül hukukunun yetersiz olacağı ilk bakışta göze çarpmaktadır. Var olan teamül kurallarının derlenerek yazılı hale getirilmesine kodifikasyon adı verilmektedir. Sınıraşan suların ulaşım amacıyla kullanılmasıyla ilgili uluslararası antlaşmalar yüzyıllardan beri yapılmakta olduğu için bu kullanımla ilgili kurallar belirlenmiş ve benimsenmiştir. Buna karşın, sınıraşan suların ulaşım dışı amaçlarla kullanımı, ancak geçen yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında anlaşmazlık konusu olmaya başladığı için, bu alandaki kodifikasyon çalışmaları da yirminci yüzyılın başlarında başlamıştır.166 

Günümüzde henüz devletlerin, ülkelerinde bulunan sınıraşan sularla ilgili hak ve yükümlülüklerini belirleyen kapsamlı kural veya ilkeler, tam olarak 
şekillendirilmiş değildir. Birçok sınıraşan su için, taraf ülkeler arasında varılmış antlaşmalar mevcut olmasına rağmen, bu antlaşmalardan hiçbirini, başka bir 
sınıraşan akarsuya aynen uygulamak mümkün değildir. Bu antlaşmaların her biri değişik koşul ve durumları yansıttıklarından ve bazen benzer sorunlara dahi farklı çözümler getirdiklerinden, yapılan antlaşmalar sınıraşan suların ulaşım dışı amaçlarla kullanımına ilişkin genel kabul görmüş hukuk kurallarının oluşumunu 
sağlayamamıştır.167 Günümüzde kodifikasyon çalışmalarının önemi giderek artmıştır. Birçok uluslararası kuruluş bu konuda faaliyet göstermektedir. 

Uluslararası hukuk, sınıraşan sular konusunda devletlerin etkin kurumlar oluşturabilmelerine zemin hazırlayacak başlıca ilke ve kuralları sağlar. Öte yandan, ulusal hukukun temel niteliklerinden olan gerektiğinde yargılama yetkisi ve yaptırım araçlarını kullanma gibi özelliklerden yoksun olan uluslararası hukuk devletler üstü olmayan bir sistemdir ve ancak devletlerin rızası ve onların oluşturduğu ilke ve normlara dayanarak uygulama olanağı vardır. Uluslararası hukuk sisteminin bu zayıf uygulama ve yaptırım yapısına rağmen, devletler çoğunlukla uluslararası hukukun birçok normuna uygun hareket ettiklerini kanıtlamaya çalışarak, uluslararası hukuk sistemini temel bir referans olarak kabul etmişlerdir.168 Devletler için bu alanda uluslararası hukukun oluşması son derece önemlidir. 

Bu kapsamda sınıraşan sularla ilgili uluslararası hukukunun oluşumuna katkı sağlayan Uluslararası Hukuk Derneği ve Uluslararası Hukuk Enstitüsü’nün 
çalışmaları önem arz etmektedir. Birleşmiş Milletler Hukuk Komisyonu’nun çalışmaları da kodifikasyon çalışmaları bakımından oldukça önemlidir. Ancak söz 
konusu komisyonun çalışmaları 1997 BM Sözleşmesi altında kapsamlı olarak değerlendirilecektir. 

2.2. Uluslararası Hukuk Derneği 

Uluslararası Hukuk Derneği (UHD-International Law Association-ILA), 1873‘de Brüksel‘de kurulmuştur. Amacı, uluslararası hukuk üzerinde çalışmalarda 
bulunarak çeşitli kavramların daha açık hale getirilmesi ve geliştirilmesi olan derneğin Birleşmiş Milletler ile ilişkisi olmakla beraber aldığı kararlar sadece bir 
danışmanlık boyutundadır, resmi bir nitelik taşımaz ve yaptırımı söz konusu değildir. Genel merkezi Londra‘da bulunan derneğin dünyanın pek çok yanından 3700‘den fazla üyesi vardır. İki yılda bir dünyanın değişik yerlerinde düzenlenen ve şimdiye dek 72‘den fazlası tamamlanan konferanslarla çeşitli çalışmalar ve uygulamalar yapılmıştır. Bu konferanslar sonucunda alınan kararlar düzenlendiği yerin adını alarak yayınlanmakta ve uluslararası hukukta yönlendirici etkileri olmaktadır.169 

Uluslararası Hukuk Derneği, 1954 Edinburgh Konferansından itibaren sınıraşan sularla ilgili kural oluşturma konuları üzerinde çalışmalar yapmış, 1956’da 
Dubrovnik’de daha sonraki çalışmalara ışık tutacak bazı temel ilkeleri tespit ettikten sonra, 1958 New York Konferansında geçici kararlar almış, 1966 Helsinki Toplantısında da somut bazı sonuçlara varmıştır.170 

Uluslararası Hukuk Derneği, 1956 Dubrovnik toplantısında, birden fazla devlet tarafından kullanılan akarsuları “Uluslararası Akarsu” olarak tanımlarken, 
bunları “iki ya da daha fazla devletin içinden geçen akarsular” biçiminde değerlendirmiş ve oybirliği ile şu ilkeleri kabul etmiştir: 171 

1. Her devlet uluslararası akarsuların kendi ülkesindeki bölümünden yararlanırken, bu kullanımın diğer devletlere etkilerini göz önünde bulunduracaktır. 

2. Bir devlet diğer bir devlete zarar verdiği ölçüde kamusal ve özel eylemlerden sorumlu olacaktır. 

3. Akarsulardan faydalanmada; her devletin makul kullanım hakkı, her devletin o akarsuyun sularına bağımlılığı, karşılaştırmalı sosyal ve ekonomik 
kazançlar, ilgili devletler arasındaki mevcut antlaşmalar ve mevcut kullanımlar dikkate alınacaktır. 

Uluslararası Hukuk Derneği’nin 1958 tarihli 48. toplantısında konu ile ilgili aldığı kararda, birden fazla devletin sınırlarına giren akarsuların kullanımında, kendi 
ülkesinde yer alan kısmından faydalanırken, ilgili devletlere zarar vermeme kriteri ve iyi niyet kurallarının göz önünde bulundurulması belirtilmiştir.172 

UHD’nin 1956 ve 1958 kararları, kıyıdaşların eş değer faydalanma haklarının teyit edildiği ve bu doğrultuda da Helsinki Kuralları’na giden yolun adımları olarak değerlendirilebilir. Nitekim, UHD 1966 yılında gerçekleştirdiği toplantı ile kodifikasyon konusunda önemli bir girişimde bulunmuştur. Yapılan çalışmalar 
sonucunda, bağlayıcı özelliği olmayan bazı kurallar tavsiye niteliğinde kabul edilmiştir. 

Helsinki’de yapılan çalışmalarda suyolları uluslararası drenaj havzaları olarak ele alınmıştır ve toplantıların sonunda bağlayıcı özelliği bulunmayan, ancak tavsiye 
niteliği taşıyan bazı kararlar kabul edilmiştir. Helsinki İlkeleri olarak adlandırılan bu kararlar, kıyıdaş ülkeler arasında sudan ortak yararlanmada hakça ve makul kullanım kavramını ortaya koymuştur. Hakça ve makul kullanımın belirlenmesi için sınırlayıcı olmamakla beraber, bazı kıstasların esas alınabileceği ifade edilmiş ve bu nitelikteki bir tahsis için bütün faktörlerin dikkate alınması gerektiği kaydedilmiştir.173 

Kurallar bağlayıcı olmamakla beraber, daha sonraki yıllarda bu konudaki çalışmalara ışık tutar mahiyet kazanmıştır. Ancak herhangi bir uluslararası kurum aracılığıyla yürürlüğe giren hukuki bir metin olmamıştır. Aynı zamanda kurallar, günümüzde sınıraşan sulara ilişkin tartışmalarda önemli bir yere sahip olan akiferler konusunda herhangi bir madde içermemektedir. Bu durum Helsinki Kuralları’nın üzerine yeni normların geliştirilmesini mecbur kılan etkenlerden biri olmuştur.174 

UHD Su Kaynakları Komitesi, 1997 yılında Roma toplantısında ihtilaflı sınıraşan suların birçoğunun antlaşmalar dahilinde bile bir çözüme ulaşamadığını; 
1997 BM Sözleşmesinin onaylanma sürecinin yavaş gelişmesi; Helsinki Kurallarının 21. yüzyılın uluslararası veya küresel su yönetiminin yarattığı problemlerin üstesinden gelebilecek biçimde yenilenmesi gerekliliği fikrine varmıştır. 1997-2004 yılları arasında yaklaşık 10 toplantı gerçekleştiren bu komite, 1999 yılında, 1966 Helsinki Kuralları orijinal belgesi ve 30 yıl içinde kabul edilen kuralları içeren ikili belgeyi İtalya’da birleştirmiştir.175 Bu kapsamda yapılan çalışmalar neticesinde 2004 yılında, “Su Kaynakları Hakkında Berlin Kuralları” isimli bir metin ortaya çıkarmıştır. 

Berlin Kuralları, Helsinki Kurallarının üstünden geçen 40 yılda gelişen ulusal üstü insan hakları, uluslararası çevre hukuku, savaş ve silahlı çatışma ile ilgili insani 
hukuk normlarını dikkate alarak, suyun hem ulusal hem de uluslararası kullanımını bütüncül bir çerçevede incelemeye çalışmıştır. Berlin Kuralları, aynı zamanda sınırdaş ülkelerin suyun üzerinde eşit hakları olduğunu vurgulayan suyun hakça ve makul “kullanımı” prensibini, suyun hakça ve makul “yönetimi” olarak değiştirmiş ve “belirgin zarar” prensibi ile eş seviyede tutmuştur.176 Böylelikle suyun sadece kullanımından ziyade, su kaynaklarının korunması, düzenlenmesi ve kontrolünün de düşünülmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Böylelikle son yıllarda sınıraşan sular için önemli bir yönetim mekanizması olan Entegre Havza Yönetimi mantığına yakınlaşmıştır.177 Berlin Kuralları bir uluslararası hukuk normu olarak bağlayıcı bir nitelik taşımasa da, sınıraşan sular ile ilgili normlar konusunda önümüzdeki yıllarda ortaya çıkabilecek olası gelişim alanlarına yol göstermesi açısından önemlidir. 

2.3. Uluslararası Hukuk Enstitüsü 

Uluslararası Hukuk Enstitü Gustave Moynier ve Gustave Rolin-Jaequemyns ile dokuz tanınmış uluslararası avukat tarafından 8 Eylül 1873'te Belçika'daki Gent 
Belediye Binası'nda bulunan Salle de l'Arsenal'de kuruldu. Dünyanın uluslararası hukuk alanında çalışan önde gelen avukatlarının üyesi olduğu, uluslararası hukukun gelişimini amaçlayan bir organizasyon olan bu Enstitü’nün resmî sloganı olan Latince justitia et pace sözü, "adalet ve barış" anlamına gelir.178 

Uluslararası Hukuk Enstitüsü’nün (UHE.-International Law Institute-ILI) 1911 Madrid Bildirisi ve 1961 Salzburg Kararı bu alanda yapılan çalışmaların en 
önemlileridir. Enstitü, 1910 yılında birden çok devlet tarafından kullanılan akarsulardan ulaşım dışındaki faydalanmaları gündemine almış ve 1911 yılında 
uluslararası suların ulaşım dışında kullanımlarına ilişkin “Madrid Bildirisi”ni yayımlamıştır.”179 O dönemde hâkim doktrin olan Harmon Doktrini’ne ters düşen ve genel olarak kıyıdaş devletlerin faydalanmalarına verilebilecek zararı kesin olarak yasaklayan, bu görüşler, akarsuları sınır oluşturan ve ülkeleri kesenler olarak iki kategoride değerlendirmiştir.180 

1961 Salzburg kararları da sınıraşan sulara ilişkin hükümler ihtiva etmektedir. Kararın 2 nci maddesinde, kıyıdaş devletlerin faydalanma hakkının, aynı nehirde 
ilgisi bulunan diğer devletlerin mukabil faydalanma hakkı ile sınırlandırılması başka bir deyimle, bütün kıyıdaşların eş değerde faydalanma hakkı tanınmıştır.181 Aynı kararın 4 üncü maddesi hükmü;182 

“Bir devlet bir nehrin ya da bir hidrografik havzanın sularında, başka devletlerin aynı suları kullanma imkanlarını ciddi olarak etkileyen kullanımlara ve 
inşaatlara girişemez” şeklindedir. Burada öngörülen kısıtlamanın temelinde, nehrin coğrafi veya fiziki niteliği değil, nehir sularında kullanımlara ilişkin olanaklar yatmaktadır. Öte yandan, yasaklanan eylemlerin bu olanakları ciddi bir şekilde etkilemesi gerektiğinden, böyle bir sonuç vermeyen fiziki değişikliklerin yapılabileceği kabul edilmektedir.183 Görüleceği üzere hem 1911 hem de 1961 bildirileri zarar kavramı üzerine önemli hükümler ihtiva etmektedir. Kullanım açısından kıyıdaş devletlere sınırlamalar getirmiştir. 

2.4. Diğer Uluslararası Belgeler 

2.4.1. 1923 Cenevre Sözleşmesi 

1923 tarihli "Birden Fazla Devleti İlgilendiren Hidrolik Gücün Geliştirilmesine İlişkin Sözleşme" su yollarının ulaşım amacıyla kullanımının önceliği kabul edilmiştir. 
Sözleşme sadece hidrolik enerji üretimi için faydalanmayı düzenlemekte, tarımsal amaçlı girişilen faydalanma sorunlarını ise kapsam dışı bırakmıştır. 
Sözleşme bütün kıyıdaşların haklarını saklı tuttuktan sonra ülkesinde bir hidroelektrik proje geliştirmek isteyen devletlere kıyıdaşlara önemli bir zarar vermeleri durumunda, zarar görecek devletle görüşmede bulunma vecibesi yüklemektedir. Ayrıca sözleşmenin ulaşıma öncelik tanınması, esas olarak Avrupalıların ihtiyaçlarının dikkate alındığı, her su yoluna özgü coğrafi ve ekonomik şartlar görmezden gelindiği için eleştirilmiştir.184 

2.4.2. 1933 Montevideo Sözleşmesi 

Sözleşme 1983 yılında düzenlenen Amerikan Devletleri 7 nci uluslararası konferansında kabul edilmiştir.185 “Uluslararası Akarsuların Endüstriyel ve Tarımsal Kullanımı Hakkında Montevideo Bildirisi”nde, sınır oluşturan ve sınıraşan akarsular bakımından, tarım ve endüstri tesislerinin serbest ulaşıma zarar veremeyeceği, sınıraşan sularda bu tür tesislerin mümkün olduğunca ulaşımı geliştirmesi gerektiği hükme bağlanmıştır.186 Montevideo Sözleşmesi her ne kadar sınıraşan suların endüstriyel ve tarımsal kullanımını konu almışsa da asıl olarak bu tür kullanımların ulaşıma zarar vermemesi gerektiği üzerinde durarak esas itibariyle konunun sözleşmenin başlığından farklı olarak sınıraşan sular üzerindeki ulaşımı düzenlemek olduğu izlenimi uyandırmaktadır.187 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

160 Acar, Eray, Avrupa Birliği’nin Gap ve Su Sorununa Yaklaşımı Çerçevesinde Fırat ve Dicle Nehirlerinin Yönetimi Üzerine Tartışmalar, Güvenlik Stratejileri Dergisi, S. 4, Aralık 2006, s.67-104, s.78; Kılıç, Seyfi, Su Kirliliğinin Sınıraşan Boyutları ve Uluslararası Teamül Hukuku, 
http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/analizgundemgoster.aspx?ID=4525 (En son eşim:01/04/2014) 
161 Salman L.A. Salman, “The Helsinki Rules, the UN Watercourses Convention and the Berlin Rules: Perspectives on International Water Law”, s.627 
162 Kılıç, Seyfi, Uluslararası Hukuk Derneği’nin Sınıraşan Sular Konusuna İlişkin Yaptığı Çalışmalar, 
http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/analizgundemgoster.aspx?ID=4004  (en son erişim :01/04/2014) 
163 Sar, s.51 vd. ; Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri II. Kitap, s.238; Aydın, s.9-10 
164 Salman L.A. Salman, “The Helsinki Rules, the UN Watercourses Convention and the Berlin Rules: Perspectives on International Water Law”, s.626; 
Kılıç, Seyfi, Uluslararası Hukuk Derneği’nin Sınıraşan Sular Konusuna İlişkin Yaptığı Çalışmalar 
165 Tityaki ,s.37 
166 Dursun, s.32 
167 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.61 
168 Kibaroğlu, Ayşegül, Türk Dış Politikası ve Su, Ortadoğu Analiz, C.5, S.53, Mayıs 2013, s.50-59,s.56 
169 Yavuz, Mustafa Yahya, Cumhuriyet Döneminde Türkiye, Irak ve Suriye Arasındaki Sınıraşan Suların Yönetimi (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), 
İnönü Üniversitesi, Malatya 2009, s.69 
170 Sar, s.179 
171 Toklu, s.33 
172 Somuncuoğlu, s.40 
173 Çelebi, Onur, Türkiye’nin Suriye ve Irak İle Olan İlişkilerinde Sınıraşan Suların Etkisi (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Atatürk Üniversitesi, 2009, s.17 ; Toklu,s.34; ILA-The Helsinki Rules on the Uses of 
the Waters of International Rivers 
174 Bozçağa, Özgür- Erzi, İpek- Saatçi, Ahmet Mete, Türkiye ve Sınıraşan Sular , Türkiye ve Sınıraşan Sular: Bir İşbirliği Alanını Çok Boyutlu Düşünmek, 
Dünya Su Forumu Genel Sekreterliği, 
http://vizyon21yy.com/documan/Genel_Konular/Milli%20Guvenlik/Dogal_Kaynaklar_Enerji/Turkiye_ve_Sinir_Asan_Sular.pdf ( en son erişim:05/04/2014) 
175 Maden, Tuğba Evrim, Fildişi Sahilleri 1997 BM Çerçeve Sözleşmesini Onaylayan 34. Devlet Oldu, 
http://www.orsam.org.tr/tr/sukaynaklari/analizgundemgoster.aspx?ID=4958 (En son erişim: 10/03/2014) 
176 Salman, S.M. The United Nations Watercourses Convention Ten Years Later: Why Has its Entry into Force Proven Difficult? Water International, , s. 1-15, 2007, 
http://www.salmanmasalman.org/wpcontent/uploads/2012/12/UNWatercoursesConventionTenYearsFinal2.pdf, (en son erişim: 03/02/2014) 
177 Bozçağa, Özgür- Erzi, İpek- Saatçi, Ahmet Mete, s.36-37 
178Uluslararası Hukuk Enstitütüsü, 
http://tr.wikipedia.org/w/index.php?title=Johann_Kaspar_Bluntschli&action=edit&redlink=1 (En son erişim :03/04/2014) 
179 Toklu, s.33 
180 Sar, s. 177-178; Toklu, s. 33 
181 Sar, s.243-244 
182 Utilisation of Non-maritime International Waters, Session of Salzburg – 1961, http://www.idi-iil.org/idiE/resolutionsE/1961_salz_01_en.pdf  
      ( En son erişim: 15/01/2014) 
183 Sar,s.243; Toklu, s.33 
184 Sar, s.12 vd; Acabey, s.91 
185 Sar, s.12 
186Acabey, s.92 
187 Tityaki, s.40 

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 4

 SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 4


1.3.3. Ön Kullanımın Üstünlüğü Doktrini 

Ön Kullanım Üstünlüğü Doktrini, iç hukukta uygulanan kazanılmış haklar prensibinin uluslararası hukuka aktarılması sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu doktrin uyarınca, arazisindeki suları diğer kıyıdaş maliklerden önce kullanmaya başlayan malikin, bu kullanımı devam ettiği sürece, faydalandığı sular üzerinde bir çeşit kazanılmış hakkı tanınmaktaydı. Suları ilk önce kullanmaya başlayan kıyıdaş, mevcut kullanımların üzerinde, diğer kıyıdaşların hiçbir şekilde etkileyemeyecekleri mutlak bir hakka sahip olmaktaydı.135 

Ancak, bu kazanılmış hak kapsamına ülke topraklarına akan bütün sular girmez. Yalnız, fayda sağlayan, daha doğrusu, fiilen ön- kullanıma konu olan sular girer. 
Görüldüğü üzere, doktrin gereğince, kazanılmış hakkın mesnedini, fiili bir durum, yani, suları belirli bir şekilde kullanma ve kullanmayı sürdürme olgusu teşkil etmektedir. 
Ancak, burada üzerinde durulması gereken önemli bir konu vardır. Kazanılmış hak kapsamına, antlaşma ile kazanılmış haklar girmemektedir. Bu husus, ön-kullanım üstünlüğü doktrininin dışında kalan bir durumdur. Herhangi bir akarsudan faydalanmada, bir kıyıdaş devletin, antlaşma ile kazanmış olduğu hakkı, diğer kıyıdaş devlete karşı ileri sürürken bu doktrine değil; antlaşma hükümlerine dayandırması gerekir.136 Önceki kullanıma işaret etmek üzere, tarihî (historic), doğal (natural) hak, kazanılmış (vested) hak ve kadim (ancient) hak kavramları kullanılmıştır.137 

Uluslararası hukukta, bazı devletlerin iç hukuklarında yer alan zaman bakımından önce gelen, hak bakımından önde gelir (Prior in time, prior in right) 
kavramını otomatik bir şekilde uygulayan bir ön kullanımın üstünlüğü doktrini yoktur.138 Uluslararası hukukta kazanılmış haklara saygı ilkesinin uygulandığı alan, devletlerin halef olmaları durumudur. Günümüzde tartışmalı olan bu ilke, belirli ülkeler üzerinde devlet egemenliğinin değişmesi sonucunda, özel hukuk kişilerinin eski hukuk düzeni altında kazanmış oldukları hakların, yeni hukuk düzeninde korunması şeklinde uygulanmaktadır.139 Uluslararası ilişkilerde devletlerin kazanılmış hak iddialarını sürmelerine imkân yoktur. Çünkü devletlerin milletlerarası hukuk kişisi olarak karşılıklı hak ve yükümlülüklerini tespit eden uluslararası hukuktur. Uluslararası hukukta önemli olan, belirli bir devletin mevcut uluslararası düzeni uyarınca, başka bir devlete karşı ileri sürebileceği bir hakkı bulunup bulunmadığıdır. Bu durumda söz konusu doktrin sınıraşan sulardan faydalanma konusunda, kazanılmış hak doktrinin bir genel hukuk ilkesi gibi uygulanmasıyla, suları diğer devletlerden önce tüketmeye başlayan kıyıdaşa mutlak bir dokunulmazlık tanımaz.140 

 Tarihte ilk kez Amerika Birleşik Devletleri’nin batı eyaletlerinde 10 uncu yüzyılın ikinci yarısında madenciler aracılığıyla ortaya konan ve esas itibariyle milli 
hukukta uygulanan bu kavramı uluslararası hukuka taşıyan E. Vattel olmuştur. E. Vattel; “Hakların esikiliği ve kaynağının, bu hakların özü kadar önemli olduğunu, en eski hakkın mutlak olarak bütün kapsamı ile kullanılacağını ve sonra gelen hakkın birincisine zarar vermediği ölçüde geçerli olacağını belirtmektedir.”141 

Ön Kullanım Üstünlüğü Doktrininin uygulanmasıyla ilgili ilk örnek, Yukarı Rio Grande nehrinin 1894 yılında Amerikalı çiftçiler tarafından saptırılması üzerine 
Amerika ve Meksika arasında yaşanan uyuşmazlıktır. Aşağı kıyıdaş ülke konumunda bulunan Meksika 1895 tarihli nota ile bu görüşü şu şekilde savunmuştur: 




“Uluslararası hukuk, Meksikalı vatandaşların haklarına yeterli bir dayanak teşkil etmektedir. Meksika vatandaşlarının söz konusu nehrin sularını kullanma 
hakları, ABD vatandaşlarının mukabil haklarına kıyasla yüzlerce yıl öncesine dayandığı için tartışma götürmez niteliktedir. Ayrıca hukuk ilkeleri uyarınca 
uyuşmazlık durumunda yıllanmış faydalanma haklarına üstünlük tanınmaktadır.”142 

Adı geçen doktrin, 1931 ve 1936 yılları arasında Colarado akarsuyu ile ilgili yaşanan anlaşmazlıkta da ortaya konmuştur, ancak Meksika 1944 yılında imzalanan ve içerik olarak aşağı Rio Grande, Tijuana ve Colarado akarsularının düzenlenmesini kapsayan antlaşmanın hazırlanması sürecinde bu görüşü desteklemekten vazgeçmiştir. İran ile Afganistan arasında Hilmend Nehri’ne ilişkin çıkan uyuşmazlıkta İran, aşağı kıyıdaş devlet olarak, 1950 yılında ön kullanım üstünlüğü doktrinini ileri sürmüştür.143 

Ön Kullanım Üstünlüğü Doktrini, uluslararası birkaç antlaşmada ve/veya sözleşmede kullanılmıştır. 1919 yılında imzalanan Saint Germain Antlaşması, 
Avusturya ve Çekoslavakya arasında imzalanan 1928 tarihli antlaşma, 1929 Nil Sularının Kullanımına İlişkin Antlaşma, Suriye ve Ürdün arasında uyuşmazlığa 
neden olan Yarmuk akarsuyu ile 1953 tarihli antlaşmanın bazı bölümlerinde bu doktrinden yararlanılmıştır.144 Fırat ve Dicle nehirlerinde aşağı kıyıdaş ülke 
konumunda olan Irak, bu doktrini öne sürmektedir.145 

09.12.1923 tarihli “Birden Fazla Devleti İlgilendiren Hidrolik Enerjinin Geliştirilmesine İlişkin” Cenevre Sözleşmesi’nden ise mevcut kullanımların mutlak korunmadığı ortaya çıkmaktadır.146 

Bahse konu olan doktrin ilk bakışta hem yukarı kıyıdaş devletin hem de aşağı kıyıdaş devletin öne sürebilecekleri bir doktrin olarak kabul edilebilir. Bunun nedeni yukarı kıyıdaş devletin de en az aşağı kıyıdaş devlet kadar mevcut kullanımların devam etmesini öne sürebilme hakkına sahip olmasıdır. Ancak, doktrinin özünü teşkil eden, kazanılmış haklara zarar vermeme yükümlülüğü genelde yukarı-kıyıdaş devlet açısından söz konusudur. Çünkü aşağı ve yukarı-kıyıdaş devletlerin coğrafi konumları farklıdır. Daima, kazanılmış haklara zarar verebilecek durumda olan yukarı-kıyıdaş devlettir. Aşağı kıyıdaş devletin hemen hemen böyle bir imkânı yok gibidir. Diğer önemli bir husus da, aşağı kıyıdaş devletlerin akarsulardan faydalanmaya önce başladıkları gerçeğidir. Bilindiği gibi herhangi bir akar suyun etrafında yerleşme ve endüstri faaliyetleri genellikle akarsuların ağızlarına yakın yerlerde, mecralarının aşağısında başlamaktadır. Nüfus yoğunlaşması ve endüstriyel gelişme akarsuyun mecrasının yukarısına doğru tedricen gelişmektedir. Netice olarak ön-kullanımın üstünlüğü doktrini, aşağı-kıyıdaş devletlerin, faydalanma hakkının kapsamını genişletmek üzere başvurduğu bir doktrindir.147 

Bu doktrine yönelik eleştiriler şu şekilde sıralanabilir:148 

i. Bu görüş, kıyıdaş devletlerden en çok yukarı kıyıdaş devleti/devletleri olumsuz yönde etkileyecektir. Yukarı kıyıdaşın, sulardan makul ve adil kullanımını 
ortadan kaldırarak, ekonomik gelişiminin engellenmesi ihtimalini ortaya çıkarabilecektir. 

ii. Aşağı kıyıdaş devlete böyle bir ön kullanım üstünlüğü tanınması, sulardan faydalanan devletler için eşitsiz bir duruma sebep olacaktır. 

iii. Sınıraşan sulardan sağlanacak fayda, kıyıdaşların karşılıklı ihtiyaçlarına göre dikkate alınmadığı için, devletlerarası işbirliği ve uzlaşma imkânlarını da 
önleyebilecektir. 

Sözü edilen doktrin tüm bu hususlarla birlikte değerlendirildiğinde uluslararası hukukta kabul görmemekte ve günümüzde devletlerin çoğunluğunun 
savunduğu görüşler arasında yer almamaktadır. 

1.3.4. Hakça, Makul ve Optimum Kullanım Doktrini 

Bu doktrinin adlandırılması hususunda yargı kararlarına, bilimsel araştırmalara ve uluslararası antlaşmalara bakıldığında bir birlik olmadığı 
görülmektedir. Hakkaniyete uygun, hakça katılım, faydacı (makul kullanım), optimum faydalanma, adil kullanım ibareleri, bu teori yada prensibi ifade etmek 
amacıyla kullanılan başlıca terimlerdir. Doktrin çalışmamız içinde hakça, makul ve optimum kullanım doktrini olarak adlandırılacaktır. Hakça, makul ve optimum kullanım doktrini, devletler tarafından en fazla kullanılan ve uluslararası komisyonlar tarafından da benimsenen bir doktrin olma özelliğini taşımaktadır. Her kıyıdaş devlet, sınıraşan sulardan kendi sınırları içerisinde faydalanma hakkına sahiptir. Faydalanma hakkına sahip olmakla birlikte, bu hakkını kullanırken, ilgili devletler, diğer devletlere zarar vermeyecek şekilde hakça, makul ve optimum kullanım doktrini ile çelişmeyecek şekilde hareket etmelidirler.149 Ancak, doktrin uyarınca söz konusu edilen hak eşitliği, bir kıyıdaş devlete, akarsuların sularının eşit bölüşülmesi hakkını vermez.150 Yani, yarı yarıya bir kullanım demek değildir. Bu, daha ziyade her kıyıdaş devletin diğer kıyıdaş devletlerin aynı haklarına saygı göstermek suretiyle, ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için uluslararası sulardan faydalanabileceğini gösterir. 

Sınıraşan sulara ilişkin söz konusu doktrini uluslararası hukuka ilk olarak Amerikalı bilim adamı C. Eagleton kazandırmıştır. Adı geçen doktrin en ayrıntılı 
şekilde Amerikalı hukukçu Lipper tarafından ele alınmıştır. Lipper bu teoriyi şu şekilde ifade etmiştir: “Adil Kullanım, kıyıdaş devletlerarasında sınır aşan sularının, her birinin haklı ekonomik ve sosyal ihtiyaçları uyarınca, hepsine azami fayda ve her birine asgari zarar verecek şekilde bölüştürülmesidir”.151 

Hakça, makul ve optimum kullanım doktrini, Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi’nin eyaletler arasında vermiş olduğu kararlarda ortaya çıkmış ve 
daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne mahsup hukukçular tarafından uluslararası hukuka aktarılmıştır. Uygulamada, hakça, makul ve optimum kullanım doktrini ilk kez ABD ile Meksika arasındaki Colorado, Tijuana ve Asagı Rio Grande nehirlerine ilişkin uyuşmazlığın çözümü çalışmaları sırasında, Meksika Hükümetince verilen 19 Mart 1942 tarihli muhtırada ortaya konulmuştur. Ancak bu belgede hakça, makul ve optimum kullanım doktrininin hukuk kuralı olduğunun ileri sürülmediği, yalnız pratik bir çözüm yolu olarak ortaya konulmak istendiği görülmektedir. Başlangıçta Amerika Birleşik Devletleri tarafından uluslararası hukuk kuralı olarak benimsenmeyen doktrin, daha sonra, ABD ile Kanada arasındaki Columbia Nehri uyuşmazlığında, ABD tarafından Kanada’ya karşı ileri sürülmüştür. Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı’nın 1958 yılında mezkûr uyuşmazlığa ilişkin muhtırasında : 152 

“ a) Kıyıdaş devletler, uluslararası nehir sisteminin kullanılmasından ve bunun sağladığı yararlardan makul ve adil bir esas dahilinde pay almaya yetkilidirler. 

  b) Hakça ve makul payın tespitinde, aşağıdaki unsurlardan doğan hakların göz önünde tutulması gerekir. 

 - Antlaşmalar 

 - Mahkeme Kararları 

 - Faydalı ve haklı mevcut kullanımlar 

- Kıyıdaşların her birince yapılacak makul kullanımın değerlendirilmesi bakımın dan nehir sisteminin mevcut gelişmesiyle gelecekteki muhtemel gelişmesi 

- Kıyıdaşların söz konusu nehir sularına ne kadar bağımlı oldukları 

- Söz konusu nehir sularının çeşitli kullanımların sağladığı ekonomik ve sosyal yararlardan kıyıdaşlara düşen pay ile tüm olarak aynı bölgeye düşen payın karşılaştırılması” hususlarını ileri sürmüştür. Görüleceği üzere paylaşımın nasıl olacağı çerçeve olarak çizdikten sonra, hakça ve makul payın tespitindeki unsurları da muhtırada zikretmişlerdir. 

İlk bakışta, hakça, makul ve optimum kullanım doktrini, kapsadığı kurallar açısından, nazari olarak, hem yukarı kıyıdaş devletin hem de aşağı-kıyıdaş devletin yararlanabileceği bir görüş niteliğini taşımaktadır. Halbuki bu doktrin yasakladığı zarar kavramı açısından değerlendirilecek olursa, bilhassa uyuşmazlıklarda zarar gören aşağı-kıyıdaş devleti koruduğu ortaya çıkacaktır. Uygulamada, hakça, makul ve optimum kullanım doktrini, ön-kullanımın üstünlüğü doktrininde olduğu gibi, özellikle, faydalanma hakkını diğer kıyı daşların eylemlerine karşı korumak durumunda olan aşağı kıyıdaş devletin başvuracağı bir görüştür.153 Biraz daha yumuşatılmış bir değerlendirmeyle, hakça, makul ve optimum kullanım doktrini, yukarı kıyıdaş konumu nedeniyle öncellikli kullanımını ve aynı şekilde, aşağı kıyıdaş ülkenin yukarı kıyıdaş ülkenin kullanımlarına karsı veto hakkını engellemiş, nehrin hakça ve makul kullanımını sağlamıştır.154 

Hakça, makul ve optimum kullanım doktrini, iki ya da daha fazla devletin sınırlarını oluşturan ya da bu sınırları aşan bir nehrin sularını, makul ve yararlı bir biçimde kullanma hususunda, tüm kıyıdaşların eşit haklara sahip olmasını öngörmektedir. Hak eşitliğinden kasıt, her bir kıyıdaş devletin, diğer kıyıdaşlarla 
aynı nitelikli haklara sahip olarak, sudan ihtiyaçları ölçüsünde yararlanmasıdır. Bu, kıyıdaş devletlerin birbirlerine en az zarar vererek, ihtiyaçlarını en geniş ölçüde karşılamasını da sağlayacaktır. Hakça, makul ve optimum kullanım doktrini, beş unsuru içermektedir.155 

a. Suyolunun kullanımında, hakların eşitliği söz konusudur, 

b. Hakların eşitliği, suyun eşit taksimi anlamına gelmez, 

c. Hakça ve makul faydalanma, faydacı bir kavramı ifade etmektedir, 

ç. Kavram, suyun faydalanma amacıyla kullanımı ile ilgilidir, 

d. Kullanıcıların güncel ihtiyaçları karşılanamamış iken, gelecekteki ihtiyaç için su tutmak hakça faydalanmaya aykırıdır. 

Hakça, makul ve optimum kullanım doktrinini tamamlayan kavramlardan birisi de ilgili ülkelere yükletilmiş bir sorumluluk olarak görülen “zarar verme 
yasağı”dır. Hakça ve makul kullanım kavramının ihtiva ettiği anlamlardan birisi de sınıraşan suyun niceliğine ve niteliğine herhangi bir zarar vermeden en uygun biçimde kullanılması gerekliliğidir. Zarar vermeme yükümlülüğü çerçevesinde ilgili devletler özellikle yukarı kıyıdaş devlet özen gösterme yükümlülüğünü yerine getirmesine rağmen zarar meydana gelirse, gerekli özeni göstermiş bulunan devleti söz konusu zarardan sorumlu tutmak mümkün olamayacaktır. Önemli zarar kavramından yola çıkacak olursak birtakım küçük ve ihmal edilebilir zararların meydana gelmesi bu yükümlülüğün ihlal edilmesi olarak düşünülmemelidir. Fakat burada aradaki ince çizginin aşılıp aşılmadığının nasıl tespit edileceği uluslararası hukukta halen tartışmalı olan bir konudur.156 

Bazı yazarlar, hakça, makul ve optimum kullanım doktrini uyarınca, hakça ve makul payın ne olduğunun her özel durumun ortaya koyduğu faktörlerin ışığında tespit edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Ancak her özel durumun kendine özgü şartlarına bağlı bu faktörlerin, bütün uyuşmazlıklara uygulanacak şekilde genelleştirilmesi güçtür. Uluslararası kuruluşlar söz konusu faktörleri genel olarak belirleme yönünde çalışmalar yürütmüşlerdir. Bu minvalde Uluslararası Hukuk Derneği(UHD), 1966 yılında aldığı Helsinki kararlarında, hakkaniyete uygun kullanımın kıstaslarını sınırlayıcı olmamakla birlikte şu şekilde belirlemiştir; 157 

a. Her havza devletinin ülkesine düşen drenaj alanının oranı da dahil olmak üzere, havzanın coğrafi durumu, 

b. Her havza devletinin su katkısı da dahil olmak üzere havzanın hidrolojik durumu, 

c. Havzayı etkileyen iklim, 

ç. Mevcut kullanımlar da dahil olmak üzere, havza sularının geçmiş kullanımı, 

d. Her havza devletinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçları, 

e. Her havza devletinde, havza sularına bağımlı nüfus, 

f. Her havza devletinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak alternatif imkanların maliyetlerinin karşılaştırılması, 

g. Diğer kaynakların mevcudiyeti, 

ğ. Havza sularının kullanılmasında yersiz israftan kaçınma, 

h. Kullanımlar arasındaki çatışmaları uzlaştırma çaresi olarak bir veya daha çok havza devletine tazminat verme imkanları, 

ı. Havza devletinin ihtiyaçlarının, diğer bir havza devletine ciddi bir zarar verilmeden karşılanabilme derecesi. 

Dernek, bu kuralların hiçbirinin diğerine göre bir üstünlük taşımadığını ve her özel durumda ilgili tüm faktörlerin, bir bütün olarak ele alınıp değerlendirileceğini de belirtmiştir. 

Hakça, makul ve optimum kullanım doktrini Uluslararası Hukuk Derneği’nin 1966 Helsinki kararlarının yanında Amerikalılararası Barolar Birliği’nin 1957 
Buenos Aires Deklarasyonu, Uluslararası Hukuk Enstitüsünün 1961 Salzburg kararı, ve 1986 Seul kurallarında da yer almaktadır.158 

Sözü edilen doktrin uyarınca tüm kıyıdaş devletler öncelikle iyi niyetli davranarak suyu hakkaniyetle ve başkasına zarar vermeden kullanacaklardır. Aslında bir dereceye kadar hem aşağı kıyıdaş devletin hem de yukarı kıyıdaş devletin suları kullanımı sınırlandırılmaktadır. Şöyle ki, yukarı kıyıdaş devletin sınırlarını aşan akarsuları kullanımı, aşağı kıyıdaş devletin aynı akarsuları kendi sınırları içerisinde kullanımıyla sınırlandırılmıştır. Yani kıyıdaş devletler suların her türlü kullanımında birbirlerinin çıkarlarını da göz önüne almak durumundadırlar.159 

Aynı doktrin çalışmamız içinde yer alan BM Uluslararası Su Yolarının Ulaşım Dışı Maksatlarla Kullanımına İlişkin Sözleşme’nin (1997 BM Sözleşmesi) 
hükümleri uyarınca da karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde akdedilen iki veya çok taraflı antlaşmalarda çoğunlukla söz konusu doktrinin kullanıldığı görülmektedir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

135 Durmazuçar, Vedat, Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2003,s.50 
136 Tiryaki, s.111 
137 Acabey, s.139; Tiryaki, s.107 
138 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.51 
139 Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk, 3. Baskı, Ankara 2005 ,s. 360-365 
140 Sar, s.278 
141 Toklu, s.26 
142 Sar, s.279 
143 Sar, s.282 
144 Çelik, s.26 
145 Bir, s.96 
146 Çelik, s.26; Sözleşmenin 2 nci maddesi “Hidrolik enerjinin rasyonel bir biçimde değerlendirilmesi için devletler arasında bir incelemenin gerektiği durumlarda, ilgili akit devletler, bu incelemeye katılacaklardır. İlgili devletler bütün çıkarlarının karşılanması bakımından en uygun çözüm yolunu aramak ve başlatılmış ya da tasarlananlarda dahil olmak üzere, mevcut tesisleri göz önünde tutarak, mümkün olduğu takdirde, bir düzenleme programını tespit amacıyla işbirliği yapacaklardır.” Görüleceği üzere Cenevre Sözleşmesinin taraf devletlere getirdiği yükümlülüğün kapsamı içinde, ön kullanımın mutlak üstünlüğü değil, yalnız mevcut kullanımları göz önünde tutma yükümü getirmektedir. Bkz. Sar, s. 283-284 
147 Sar, s.275-276; Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.51; Kesik, s.22-23; Karşı görüş: Olmstead tarafından verilen bir örnekte de 
görüleceği üzere, aşağı kıyıdaş da yukarı kıyıdaşa zarar verebilmektedir. Söz konusu örnekte bir akarsuyun sularını yukarı kıyıdaş devlet içme suyu olarak, aşağı kıyıdaş devlet sulama amaçlı kullanmaktadır. Aşağı kıyıdasın fazla miktarda su kullanması sonucu seviyesi düşen akarsuya deniz suyunun dolmasıyla sular, sulama için kullanılabilir olsa da, içme suyu olarak kullanılamayacak kadar tuzlu olduğunda, aşağı kıyıdasın da yukarı kıyıdaşa zarar verebildiği görülmektedir. 
Bkz. Acabey, s.139-140 
148 Toklu, s.27 
149 Somuncuoğlu, s.37 
150 İnan, Yüksel, Sınır Aşan Suların Hukuksal Boyutları, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. 49, Ocak-Haziran 1994, s. 243-253. 
151 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.126; Kazan-kazan prensibini öngörmektedir. Ulaşılan çözüm uyarınca kıyıdaş devletlerin 
tamamının kazanmış olacağı bir yaklaşım. 
152 Sar, s.297-304 
153 Tiryaki,s.33 
154 Toklu, s.30 
155 Şimşek, s.80; Toklu, s.29-30 
156 Tityaki, s.34 
157 Salman L.A. Salman, “The Helsinki Rules, the UN Watercourses Convention and the Berlin Rules: Perspectives on International Water Law”, Water Resources Development, C. 23, No. 4, Aralık 2007, s. 625–640, ILA, “The Helsinki Rules on the Uses of the Waters of International Rivers” 
http://www.internationalwaterlaw.org/documents/intldocs/helsinki_rules.html (en son erişim : 05/02/2014) 
158 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.57 
159 Acabey, s.123 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 3

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 3


1.3. Sınıraşan Suların Kullanımına Yönelik Temel Doktrinler 

Devletlerin akarsuları, endüstriyel ve tarımsal amaçlarla kullanımlarına yönelik olarak, geliştirdikleri saptırma ve depolama faaliyetleri dikkate alındığında, 
bu faaliyetlerin başlıca üç kategoride toplandığı görülmektedir.101 

1- Suyun nitelik ve niceliğini değiştirmeyen yararlanma faaliyetleri 
2- Suyun niteliğini değiştiren yararlanma faaliyetleri 
3- Tüketici ya da yoksun bırakıcı yararlanma faaliyetleri 

Akarsularda su sporları yapılması, balıkçılık, tomruk sevkiyatı, yöresel ulaşımlara ilişkin kullanım, hatta son zamanlara kadar hidroelektrik enerji üretimine 
dönük kullanım, suyun nitelik ve niceliğini değiştirmeyen kullanım olarak değerlendirilmektedir. Tarımsal amaçlarla yapılan sulama işlemleri ve suyu tüketen kimi endüstri dallarının kullanımları “tüketici kullanım” olarak ifade edilmektedir. Kullanımdan sonra akarsuya iade edilen suların kirletici ya da zehirli atıklar içermesi, suyun niteliğini değiştiren yararlanma biçimleridir. Ulaşım dışı kullanımlarım artmasıyla devletler sınıraşan suları kullanımlarında kendileri 
destekleyen savlar ileri sürmeye başlamışlardır. Bunlardan bazıları devletlerarası ilişkilerde dönemsel olarak hüküm sürmüşlerdir. Bazıları ise geçerliliklerini devam ettirmektedirler. 

Sınıraşan suların ulaşım dışı kullanılmasına dair hukuksal kuramlar, Birleşmiş Milletler (BM) ve Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (BM-
AEK) gibi büyük organizasyonlar tarafından ele alınana kadar, genel olarak ülkeler arasında yapılan antlaşmalarda veya anlaşmazlıklarda ileri sürülen doktrinler olarak gelişmişlerdir. Antlaşmalarda çoğunlukla güçlü olan tarafın görüşlerinin yer alması diğer tarafı ya da tarafları memnun etmezken, anlaşmazlıklarda tarafların ortak noktada buluşamaması krizlere yol açmıştır. Doktrinlerin ana temasını ise, teoriyi geliştirenin coğrafi konumu belirlemiştir. Nehrin yukarı kıyıdaşları ve aşağı kıyıdaşları olarak ayrılan taraflar kendi çıkarlarını gözetecek şekilde hareket etmişlerdir.102 Bu iddialar, uluslararası hukukun kaynakları arasında yer alan ve Milletler Cemiyeti döneminde Uluslararası Sürekli Adalet Divanı Statüsü’nün 38. maddesinde, Birleşmiş Milletler döneminde de Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün yine 38. maddesinde yardımcı kaynak olarak geçen doktrinlere dayandırılmaktadır. 

Bu minvalde doktrinler sınıraşan sulara ilişkin çıkan uyuşmazlıklarda dönemsel olarak değişiklikler arz etmekle birlikte devletler uluslararası alanda kendi 
çıkarları doğrultusunda sınıraşan suları kullanımlarını bunlara dayandırmışlardır. Söz konusu doktrinleri kapsamlı bir şekilde ele almak ulaşım dışı kullanımların 
gelişimini ve sözleşmelere giden süreçte hukuksal gelişimi anlamamıza yardımcı olacaktır. 

1.3.1. Mutlak Ülke Egemenliği Doktrini (Harmon Doktrini) 

Genel olarak, yukarı-kıyıdaş devletin, aşağı-kıyıdaş devletin etkilenmesini göz önünde bulundurmadan, akarsuların sularını dilediği gibi, herhangi bir 
sınırlamaya tâbi olmadan saptırabilmesi ya da kullanabilmesi olarak tanımlanmaktadır.103 Alman hukukçu Klüber, 1851 tarihli eserinde, her devletin kendi amaçlarını gerçekleştirmek için başka devletler yönünden zararlı etkiler doğursa bile, akarsuların mecralarını değiştirmek suretiyle düzenleme hakkına sahip olduğunu ileri sürmüştür. Ancak bu görüşe adını veren, Amerika Birleşik Devletlerinde(ABD) başsavcısı olarak görev yapmakta olan Harmon olmuştur. Bu görüşü savunanlar görüşlerini Harmon'un mütalâasına dayanmışlardır.104 

    1891-1895 yıllarında ABD'nin sulama çalışmaları nedeniyle akarsudaki su seviyesinin düşmesi, Rio Grande (Rio Bravo del Norte)'nin ulaşıma elverişli bir sınır akarsuyu olduğunu ve izni olmadıkça akarsuyun suyunu büyük ölçüde azaltacak tedbirlerin uygulanamayacağını ileri süren Meksika'nın protestosuna neden olmuş, bu süreçte yaşanan ihtilaf sonucunda mutlak ülke egemenliği doktrini ortaya çıkmıştır.105 

Amerika Birleşik Devletleri ile Meksika arasında Rio Grande Nehri ihtilafında dönemin ABD Dışişleri Bakanı, Başsavcı Judson Harmon’dan sorunun 
çözüme kavuşturulması için hukuki görüş belirtmesini istemiştir. Başsavcı Harmon’a göre, ABD vatandaşları kendi ülkelerinin sınırları içinde kalan sulardan yararlanma imkânından mahrum edilmemelidir. Harmon bu konudaki fikirlerini 1895 tarihinde şu şekilde ifade etmiştir:106 

”Milletlerarası hukuk kuralları, Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) Rio Grande Akarsuyunun ülkesi içinde kalan kesimindeki sulardan yararlanma imkânını 
– söz konusu yararlanma neticesinde akarsuyun ABD ülkesinde kaldığı noktadan aşağıdaki kesiminde suların miktarı azalmış olsa bile – kendi vatandaşlarından 
esirgemek yolunda hiçbir vecibe yüklememektedir. Bu çeşit bir vecibenin bulunabileceği faraziyesi ABD’nin ulusal sınırları dâhilinde var olan egemenliğine 
aykırı düşer.”107 

Buna göre, Amerika Birleşik Devletleri kendi ülkesi içinde olduğu sürece bütün sular üzerinde mutlak egemendir; uluslararası hukukun hiçbir ilkesi bu sulan 
dilediği şekilde kullanımını engellemez. 

Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı, Meksika Hükümeti’nin Rio Grande Nehri ile ilgili şikâyetlerine devam etmesi üzerine 1 Mayıs 1905 tarihinde 
ikinci bir nota ile Harmon Doktrini’ni savunmaya şu şekilde devam etmiştir:108 

“Rio Grande Sularının ABD’ de yaşayan Amerikan vatandaşlarına ait toprakların sulanması amacıyla saptırılması ve bunun sonucunda, Meksika 
vatandaşlarının, Meksika ülkesindeki topraklarını sulamak için gerekli suyu bulamamaları yüzünden, ABD Hükümetinin Meksika Hükümeti’ne karşı doğabilecek hukuki sorumluluğu meselesini inceleyen Bakanlığımız, böyle bir sorumluluğun dayanabileceği gerekçelerin milletlerarası hukukta bulunmadığı görüşündedir. 
Bununla beraber, ABD Hükümeti, hareket tarzını yüksek hakkaniyet ilkelerine ve iyi komşular arasında tesisi gereken dostça duygulara uygun bir şekilde tespit etmek kararındadır.” 

Amerika Birleşik Devletleri ve Meksika tarafından oluşturulan Uluslararası Sınır Komisyonu 25 Kasım 1896 tarihli raporunda Rio Grande'nin sularının iki ülke 
arasında paylaşımını öngören bir antlaşmanın yapılmasını tavsiye etmiş ve 21 Mayıs 1906 tarihinde ABD'nin taraf olduğu tamamen sularla ilgili problemleri konu alan ilk antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre; Amerika Birleşik Devletleri, kuraklık mevsimini de göz önünde tutarak, belirli bir miktarda suyu, Meksika’ya bırakmayı taahhüt etmiştir; ancak Amerika Birleşik Devletleri aynı antlaşmanın başka maddelerinde ortaya koyduğu gerekçelerle de söz konusu antlaşmaya, herhangi bir talep için hukukî bir dayanak oluşturmasını kabul ettiği anlamına gelmeyeceğini beyan etmiştir.109 

Amerika Birleşik Devletleri’nin sınıraşan sular konusunda sorun yaşadığı bir başka ülke Kanada’dır. ABD ile Kanada arasında uyuşmazlıklara neden olan Milk ve St. Mary Nehirleriyle alakalı sorunların çözüme kavuşturulabilmesi amacıyla 1909 yılında, Kanada Dominyonu110 adına hareket eden İngiliz Hükümetiyle Sınır Sularına ve İki Devlet Arasında Çıkan İlgili Meselelere İlişkin Antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşmanın temeli de Harmon ilkelerine dayanmakla birlikte bazı sınırlı değişiklikleri de içermektedir. Amerika Birleşik Devletleri, Harmon Doktrin’inden vazgeçtiğinin ilk işaretlerini 1944 yılında Meksika Hükümeti ile imzaladığı Rio Grande, Tijuana ve Colorado nehirlerinin kullanımıyla ilgili antlaşmanın çalışmaları sırasında vermiş ve 1958 yılında hazırlamış olduğu muhtıra ile yeni tavrını şu şekilde ortaya koymuştur;111 

“Kıyıdaş devletin, uluslararası nehir sisteminin egemenliği altında bulunan kesiminden azami faydalanmayı öngören ve her bir kıyıdaşın mukabil hakkı ile 
uyuşan, egemen bir hakkı vardır... Kıyıdaşların, uluslararası nehir sistemlerinin kullanım ve yararlarından, adil ve makul bir esasa dayanarak, pay almaya hakları vardır.” 

Amerika Birleşik Devletleri’nin Harmon doktrinini kesin olarak reddetmesi ve uluslararası alanda başka bir devlete karşı farklı bir görüşü öne sürmesi Colombia nehri sularının kullanılmasına ilişkin olarak Kanada ile çıkan uyuşmazlık sırasında olmuştur. Uyuşmazlık, Kanada hükümetinin, 1955 yılında, Colombia nehrinin, ülkesinde kalan kesimindeki sularını saptırarak, bütünüyle kendi topraklarındaki Frazer nehrine akıtmayı öngören projesini açıklamasıyla başlamıştır. Bu kez aşağı kıyıdaş durumunda kalan Amerika Birleşik Devletleri Colombia nehrinin kendi kesimi üzerinde, hidro-elektirk enerji üretimi amacıyla, önceden gerçekleştirmiş olduğu tesislerin ve ileride gerçekleştirmeyi planladığı projelerin, Kanada’nın saptırma isteği ile tehlikeye düşmesi karşısında, Harmon doktrinini kesin olarak terk etmek zorunda kalmıştır.112 

Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savası sonrasına kadar Harmon Doktrini’ni benimsemiş olmasına karşın özellikle Soğuk Savaş Dönemi’nde bu görüşten vazgeçmiştir. Bunun temel nedeni de kendisinin yukarı kıyıdaş devlet olduğu sınıraşan su anlaşmazlıklarında ortaya attığı ve aşağı kıyıdaş devlete her hangi bir hak tanımadığı doktrinin kendisinin aşağı kıyıdaş olduğu sınıraşan sularda kendisine karşı kullanılabilme tehlikesini fark etmiş olmasıdır.113 

Amerika Birleşik Devletleri dışında; Hindistan, Avusturya, Etiyopya , Şili gibi bazı ülkeler de Harmon Doktrinini savunmuşlardır. Hindistan; Indus nehri ve 
kollarının kullanılmasına ilişkin olarak, Hindistan ile Pakistan arasında çıkan ve 1947-1960 yılları boyunca devam eden uyuşmazlıkta, yukarı kıyıdaş olan Hindistan, mutlak ülke egemenliği görüşünü benimsemiş ve bu tezi aşağı kıyıdaş olan Pakistan’a karşı ileri sürmüştür.114 Şili ve Bolivya arasında Rio Mauri akarsuyu uyuşmazlığında, Şili akarsudan yararlanması hususunda, ülkesel egemenlik hakkına sahip olduğunu belirtmiştir.115 

Uluslararası Hukuk Enstitüsü’nün (UHE) 1911 Madrid Kararında, bir devletin bir başka devletin ülkesine akan sular üzerinde diğer devletin rızası olmak sızın, bu devletin sularla ilgili durumunu değiştirecek veya zedeleyecek tedbirler alamayacağı belirtilmiştir. UHE'nün 1961 Salzburg Kararı konuyla ilgili örf ve âdet kurallarının mevcut olduğunu, Harmon doktrininin mevcut uluslararası hukuk kurallarının unsuru olmadığı ve devletin hareket özgürlüğü nün sınırlarının bulunduğu yönündedir. 1923 Cenevre Sözleşmesinin 1 inci maddesinde, söz konusu Sözleşmenin, devletlerin uluslararası hukukun sınırları içinde gerekli gördüğü hidrolik enerjinin işletilmesi bakımından, kendi ülkesi içinde dilediği çalışmaları gerçekleştirme haklarını etkilemeyeceği belirtilmiş tir.116 1933 Montevideo Bildirisinin 2 nci maddesinde ise, devletlerin sınıraşan suların egemenlikleri altındaki kesiminde faydalanma hakları teyit edildikten sonra, bu hakkın sınırsız olmadığı ifade edilmiştir.117 

Hakemlik Mahkemesinin Lanoux Gölü kararında da, sulardan yararlanma hakkının uluslararası örf ve âdet kurallarıyla sınırlanabileceği ve kıyıdaşların 
birbirlerinin çıkarlarını gözetmeden dilediği gibi hareket etme serbestliğine sahip olmadıkları belirtilmiş, böylece doktrin reddedilmiştir.118 

Doktrini savunana yazarlar bakamından, Sar bu doktrini savunan yazarların neredeyse tamamının yukarı kıyıdaş devlet vatandaşı olduğunu belirtmekte dir.119 

Oysa devletlerin yukarı kıyıdaşa veya aşağı kıyıdaşa mutlak haklar tanıyan aşın görüşleri benimsemeleri, çıkarlarına uygun değildir. Bazen devletler bir akarsu 
bakımından yukarı kıyıdaş iken bir diğeri bakımından aşağı kıyıdaş devlet olabilmektedir. Hatta aynı akarsu bakımından bir devlet hem aşağı hem de yukarı kıyıdaş olabilmektedir. 

Harmon Doktrini, temelde, sadece tek bir devletin mutlak egemenliğini benimsediğinden oldukça eleştirilmiştir.120 Zira diğer komşu devletin eşit egemenliği bu doktrinde bir kenara itilmiş olmaktadır. Bir devletin ülkesi üzerindeki egemenliğinin iki yönü vardır. Egemenlik, devlete sadece haklar bahşetmeyip; hakların yanında bazı vecibeler de yüklemektedir. Milletlerarası Adalet Divanı bir kararında “her devletin, ülkesini diğer devletlerin haklarına aykırı eylemler için kullanmaya müsaade etmeme vecibesi olduğunu” belirterek mutlak egemenliği reddetmektedir.121 

Doktrin, antlaşmalar, yargı kararları ve yazarların büyük çoğunluğu tarafından reddedilmiştir. Baskın görüş, yukarı kıyıdaşların yararına olan bu 
doktrinin bugün geçerliliğini yitirdiği yolundadır. Bu doktrin, su uyuşmazlıklarının çözümü için uygun bir görüş değildir. Sadece bir devletin menfaatlerini esas 
aldığından uygulanabilir olmaktan uzaktır. Aşağı ve yukarı kıyıdaşların karşılıklı menfaatleri dengelemek gibi bir gayesi bulunmamaktadır. 

1.3.2. Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini 

Harmon Doktrinine karşı bir fikir olarak ortaya atılan “Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini” kaynağını ulusal hukuktan almaktadır. Kıyıdaş devletlerin 
ülkelerinde akan nehirlerin doğal durumlarında herhangi bir değişiklik yapamayacakları esasına dayanmaktadır. İngiltere’de Common Law çerçevesinde uygulanan kıyıdaş hakları doktrininden122 esinlenen bazı yazarlar bu fikrin savunuculuğunu üstlenmişlerdir. 

Yukarı kıyıdaş devlet, kendi ülkesinde sular da dahil aşağı kıyıdaş devlet ya da devletlerin zararına olabilecek hiçbir değişiklik yapma hakkına sahip değildir. 
Suları hem nitelik, hem de miktar olarak değişikliğe uğratacak eylemlerden uzak durmak zorundadır. Bir başka deyişle, bu doktrin sınıraşan suların yukarı kıyıdaş devlet tarafından, sınırsız kullanım hürriyetini değil, doğal paylaşımını, yani suyu doğal dengeyi bozabilecek, akışı gözle görülebilir şeklinde azaltabilecek ölçüde kullanmamayı öngörmektedir.123 

Uygulamada, bu doktrini kullanan aşağı kıyıdaş devletler doğal durumun bütünlüğü doktrinini “her türlü fiziki değişimin yasaklanması” gibi aşırı nitelikteki yalın haliyle ileri sürmekten çok, aynı sonuçları doğuran rıza şartı kuralına başvurmaktadırlar. Aşağı kıyıdaş devletler, egemenlik alanlarına giren nehir sularının doğal durumunu sürdürmek, başka bir deyimle, bu durumun bütünlüğü üzerinde münhasır takdir yetkilerini saklı tutmak amacıyla, sınıraşan nehirler üzerinde girişilecek faydalanma eylemlerinin, kıyıdaş devletlerin mutabakatına bağlı bulunduğunu öne sürmektedirler.124 

Bu şekilde formüle edilen “rıza şartı” kuralının, ilk bakışta, nazari açıdan yukarı-kıyıdaş devletin olduğu kadar aşağı-kıyıdaş devletin de faydalanma hakkını 
kısıtladığı düşünülebilir. Oysa sınıraşan sularda girişilecek faydalanma eylemlerini kıyıdaşların rızasına bağlamak, uygulamada, yalnız yukarı-kıyıdaş devletin faydalanma hakkını kısıtlamak ve bu hakkın kullanılmasını aşağı kıyıdaş devletin takdir yetkisine bırakmak demektir. Çünkü kıyıdaşların rıza şartını öngören kuralın formüle edilmesinde başvurulan yol, “zarar” veya “önemli zarar” durumunda, ya da zarar verebilecek faydalanmalarda rıza şartının aranması şeklindedir. Aşağı-kıyıdaş devletin yapacağı faydalanma eylemlerinin yukarı-kıyıdaş devletin ülkesindeki sınıraşan suları etkilemeyeceği göz önünde tutulursa, aşağı-kıyıdaşın yukarı-kıyıdaş devletin rızasını alması söz konusu olmayacağı ve her zaman bunun aksinin varit olacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. 

Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini ile ilgili sınıraşan sulardan faydalanma konusunda görüş belirten ve destekleyen hukukçuların önde gelenleri; İsviçreli 
hukukçu Max Huber ile İngiliz hukukçu Oppenheim'dir. 

Huber kıyıdaş devletlerin ülkelerinde akan nehirlerin doğal durumlarında değişiklik yapılamayacağını belirtmekte ve şöyle demektedir:125 

“Genel kural olarak, her devlet ülkesinde istediği gibi tasarrufta bulunur ve bu ülke üzerinde otoritesini münhasıran kullanır. Devlet yabancı bir ülke üzerinde 
eylemlere girişemeyeceği gibi, kendi ülkesi üzerinde de bu çeşit eylemlere katlanmak zorunda değildir. Devletin, sınırlarının ötesine uzanan eylemleri arasında hukuk dışı sayılabilecek olanlar ancak, başka bir devletin ülkesindeki doğal olarak mevcut bulunan durumları etkilemek suretiyle bu devletin haklarım zedeleyen eylemlerdir. 
Milletlerarası hukuk bakımından tartışma kaldırmayan kural şudur: Bir devlet alttaki komşusuna suyu, doğal durumu gereği olarak, aktığı şekilde vermeye mecburdur." 

Oppenheim da görüşünü şu şekilde belirtmektedir: 

“Ülke egemenliği sınırsız hareket özgürlüğü sağlayamaz. Ülke egemenliğine rağmen devlet kendi ülkesindeki doğal şartları komşu devletin doğal şartlarının 
aleyhine değiştirmeye, örneğin, kendi ülkesinden komşu ülkeye akmakta olan nehrin akımım durdurmaya ya da saptırmaya yetkili değildir. Ulusal olmayan nehirler, sınır teşkil eden nehirler ve uluslararası nehirler kıyıdaş devletlerden herhangi birinin keyfi denetimi altında değildir. Çünkü sınıraşan sularla ilgili uluslararası hukuk kuralı uyarınca, hiçbir devlet kendi ülkesindeki doğal şartları, komşu devlet ülkesinin doğal şartları aleyhine değiştiremez. Bu yüzden devletin yalnız kendi ülkesinden komşu devlete akan bir nehrin sularını durdurması ya da saptırması değil, fakat aynı zamanda, nehir sularının komşu devlete zarar verecek veya bu devletin nehrin akımından kendi kesiminde faydalanmasını önleyecek şekilde kullanması da yasaklanmıştır."126 

Söz konusu doktrinin karşımıza çıktığı bazı uyuşmazlıklara bakacak olursak; Doğal Durumun Bütünlüğü Teorisi, İspanya’nın Lanoux Gölü ve Carol nehri 
uyuşmazlığında, yukarı kıyıdaş Fransa’nın saptırma projesine karşı savunduğu görüşün uygulamada doğal durumun bütünlüğü doktrininin yalın şekliyle ortaya 
atılmasının tipik örneğini teşkil ettiği ileri sürülmüştür.127 1924 yılında ortaya çıkan ve 1929 yılında geçici bir süre için bile olsa çözüme kavuşturulan Nil Nehri 
Uyuşmazlığında Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini baz alınmış ve uygulanmıştır. Mısır o dönemde İngiltere’nin yönetimi altında bulunan Sudan’ın gerçekleştirmek istediği geniş çaplı sulama projesine karşı çıkmış ve yukarıda adı geçen doktrine dayanarak, 1925 yılında verdiği nota ile konu ile ilgili görüşünü şu şekilde açıklamıştır:128 

“Mısır Hükümeti her zaman ve ısrarla, söz konusu sulama projesinin hiçbir şekilde Mısır’daki sulama faaliyetlerine zarar verecek nitelikte olmaması ve ayrıca bu ülkede, sayısı gittikçe artan tarım nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için, elzem olan muhtemel projelerine de zarar vermemesi gerektiği düşüncesindedir." 

Mısır’ın notada ileri sürdüğü görüş, yukarı kıyıdaş Sudan’ın yapmaması gereken eylemlere son derece geniş bir kapsam kazandırmıştır. Mısır’ın ilerideki 
muhtemel projelerine zarar verilemeyeceği öne sürülmekte ve Sudan’ın, Nil nehrinin kendi kesiminde, Mısır’daki suların doğal durumunu değiştirecek hiçbir eylememe girişmemesi gerekmektedir. 

Suriye gibi birden fazla nehre sahip olan devletler ise bu nehirlerin kullanımı ile ilgili komşu devletlerle yaptıkları görüşmelerde, memba veya mansap ülke 
konumunda olmalarına göre her iki görüşe de sahip çıkabilmekte ve birbiriyle çelişen farklı tutumlar sergileyebilmektedirler. Asi Nehri’nin kullanımında yukarı kıyıdaş ülke konumunda bulunan Suriye Türkiye'ye karşı Harmon Dokrini'ne yakın bir uygulama içindeyken, aşağı kıyıdaş ülke konumunda bulunduğu Fırat ve Dicle nehirlerinin doğal akımlarının değiştirilmesine karşı çıkmaktadır.129 

Bu doktrinin kabul edilip uygulanması durumunda üç sonuç ortaya çıkmaktadır; 130 

a) Uluslararası akarsuyun aşağı kıyıdaş devletin ülkesinde yer alan kesimindeki suların fiziki niteliğinde yukarı kıyıdaş devlet herhangi bir değişiklik yapamaz. 
b) Aşağı kıyıdaş devletin, uluslararası nehrin yukarı kıyıdaşça kullanılmasında veto hakkı vardır. 
c) Aşağı kıyıdaş devletin gelecekteki muhtemel kullanımları korunmaktadır. 

Sınıraşan sularla ilgili olarak yapılan genel ve özel nitelikli antlaşmalarda, Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini'ni destekleyen hükümler yoktur. Genellikle, bu 
antlaşmalarda, kıyıdaşların akarsularda "önemli değişiklik" yapamayacakları ya da "önemli zarar" veremeyeceklerini belirten benzer hükümler vardır.131 Doğal 
Durumun Bütünlüğü Doktrininin uluslararası hukuk açısından değerlendirilmesi sonucunda sınıraşan sulardan faydalanmada, kıyıdaş devletlerin ön anlaşmasını 
zorunlu kılan bir kuralın varlığından söz edilemeyeceği, kıyıdaş devletlerin ilerideki muhtemel kullanımlarını koruyan bir kuralın bulunmadığı, söz konusu doktrinin bir hukuk kuralı olmadığı ve reddedildiği ortaya çıkmıştır. Ayrıca, teori, sınıraşan sulardan faydalanma eylemlerini düzenleyebilecek yeterlilikte de değildir.132 

Yukarı da incelediğimiz iki doktrin birbirinin tam tersi olan durumları savunsalar da birbirleriyle çıkış noktaları bakımında yakın ilişki halindedirler. 
Mutlak Ülkesel Egemenlik Doktrini ile Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini arasındaki temel ayrım noktası, birinin yukarı kıyıdaşın diğerinin ise aşağı kıyıdaşın egemenlik konusundaki düşüncelerine öncelik tanınmasında yatmaktadır. Birincisinde yukarı kıyıdaş ülkesi sınırları içinde dilediği gibi davranma özgürlüğünü savunurken, ikincisinde aşağı kıyıdaş, ülkesine akan sularda bir başka ülkenin sınırları içinde yapılan değişikliğin kendi ülkesinde etkilerinin egemenliğine zarar verdiği düşüncesindedir. Birinci görüş, suların akış yönüne göre en yukarıdaki devletin, ikinci görüş en aşağıdaki devletin lehine görünmektedir. İşte tam bu noktada doktrinlerin ikisinin de iki aşırı ucu savunması birlikte değerlendirilmelerini kaçınılmaz hale getirmektedir. Ancak durum göründüğünden daha karışıktır. Zira bazen aynı akarsu bakımından bile, bir devletin hem aşağı hem de yukarı kıyıdaş olduğu dikkate alındığında, bir devletin birinci görüşü savunduğunda, aşağı kıyıdaş olduğu başka akarsular bakımından söyleyecek sözü kalmamaktadır. 

Ayrıca günümüzde uluslararası hukuk açısından ülke egemenliğinin, devletlere mutlak ve sınırsız bir hareket özgürlüğü tanımadığı kabul edilmektedir. 
Dolayısıyla devlet, kendi ülkesinde ülke egemenliğine dayanan hak ve yetkilerini kullanırken, uluslararası hukuk kurallarının getirdiği sınırlamalara uymak 
zorundadır.133 Bu sınırlamalarının başında ise, ülke egemenliğine dayanan hakların, başka devletlerin çıkarlarına zarar verecek şekilde kullanılmamasını öngören “sicutere tuo ut alienum non laedas (hakkını veya malını başkasını ızrar etmeden kullanmalısın/hakkın kötüye kullanılması yasağı)” sözü ile anılan genel nitelikteki teamülü kural gelmektedir. Her iki doktrini de bu minvalde hakkın kötüye kullanılması yasağı çerçevesinde değerlendirebiliriz. Acabey’e134 göre uluslararası antlaşmalarda her iki doktrinin de geçerliliği olmamakla birlikte bu görüşleri savunan devletlerin anlaşma masasına oturduklarında doğal olarak yumuşadıklarını ancak masaya otururken ellerini kuvvetli tutmak için bu görüşleri ortaya attıklarını belirtmiştir. Çeşitli pazarlıklarla ortak bir yaklaşım sağlanabilmektedir. Zaten sırf bu görüşler dikkate alınırsa suların en iyi şekilde kullanımı düşünülemez ve sorun devam eder. Bu bakımdan, Doğal Durumun Bütünlüğü Görüşü de Mutlak Egemenlik 

Görüşü gibi geçerliliğini yitirmiştir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

101 Sar, s.94 
102 Dursun, s.27 
103 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.45 
104 Sar, s.104 
105 Acabey, s.95 
106 Kesik, Ünal, Ortadoğu’da Su Sorunu ve Türkiye’nin Sınıraşan Suları(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Bolu 2009, s.13-14; KAPAN, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı,s.105; SAR, 104 vd. 
107 Mutlak ülke egemenliği doktrinin temel unsurunu ortaya koyan bu görüş, bir devlet içinde ulusal bir makama verilmiş mütalaa niteliğini taşıdığından 
uluslararası hukuk açısından başka devletleri bağlamamaktadır.Bkz. Sar, s.108 
108 Toklu, s. 21. 
109 Kesik, s.14; Acabey, s.97 
110 Dominyon: Büyük Britanya İmparatorluğunun, başka ülke ile aynı haklara sahip olan denizaşırı parçalarından her birini ifade etmektedir. Bkz. Yılmaz, s.173 
111 Acabey, s.99-101; Tiryaki, s.25 
112 Sar, s.124-125 
113 Tityaki, Mutullah, Sınıraşan Sular ve Fırat ve Dicle Nehirlerinin Durumu (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Gazi Üniversitesi, Ankara 2008, s.25 
114 Kesik, s.15; Sar, s.49-50 
115 Şimşek, s.52
116 Acabey, s.110 
117 Sar, s.50 
118 Sar, s.161-162; Acabey, s.11 
119 Sar, 173-176 
120 Tiryaki, s. 26 
121 Bir, s. 84 
122 Kıyıdaş hakları doktrini, kıyıdaş malikin arazisine giren suların doğal durumunu muhafaza ederek, hiç bir değişikliğe uğramadan akmaya devam etmesini öngörür. Başka bir ifadeyle yukarı-kıyıdaş durumundaki malik, kendi mülkünün aşağısındaki malikin arazisine akan nehir ya da ırmakların sularını doğal durumlarında ( yani olduğu gibi) bırakmak zorundadır. Bkz. Tiryaki, s.26-27; Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.48 
123 Ilgar, Rüştü- Khalef, Salem, Türkiye’nin Sınıraşan Akarsu Anlaşmalarına Coğrafi Açıdan Bir Bakış, Marmara Coğrafya Dergisi, S. 10, İstanbul Temmuz 2004, s.53-72, s.59-60 
124 Sar, s.220 
125 Sar, s.217; Karşı görüş :Doğal durumun bütünlüğü doktrinin “engelleyici” niteliği başka bir deyimle, yukarı kıyıdaşın yapabileceği her türlü fiziki değişikliği 
yasaklamak suretiyle sınıraşan sularda faydalanmayı yalnız aşağı kıyıdaşa bırakması bu doktrini eleştiren yazarların başlıca gerekçesini oluşturmaktadır., 
Bkz. SAR, s.240 
126 Sar, s.218 
127 Somuncuoğlu, s.34 
128 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.112 
129 Bilen, Özden, Ortadoğu Su Sorunları ve Türkiye, TESAV Yayınları, Ankara 2000, s.77 
130 Toklu, s.24 
131 Bir, s.88; Örneğin, 9 Aralık 1923 tarihli “Birden Fazla Devleti İlgilendiren Hidrolik Enerjinin Geliştirilmesi Hakkındaki Cenevre Sözleşmesi”nin 1 inci maddesinde, bütün kıyıdaşların faydalanma hakları saklı tutulduktan sonra, 4 üncü maddesinde ülkesinde bir hidroelektrik proje geliştirmek isteyen devletlere, diğer kıyıdaşlara ancak önemli bir zarar vermeleri durumunda, zarar görecek devletle görüşmede bulunma vecibesi yüklemektedir. Bkz. Sar, s.231-232 
132 Toklu, s.24 
133 Somuncuoğlu, s.34 
134 Acabey, s. 118-119 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 2

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 2

1.2.4 Uluslararası Akarsu Havzası 

Daha önceleri suların ulaşım amacıyla kullanımı önem taşıdığından, suların sadece ulaşıma elverişli kısmıyla ilgili düzenlemeler yapılıyordu. Ancak zamanla, 
suların ulaşım dışı kullanımlarının önem kazanmasıyla, havzanın ulaşıma elverişli olan kısmı dışındaki unsurlarla da ilgilenilmeye başlanmıştır. Uluslararası akarsu 
havzası kavramının ortaya çıkışı, başta etki kıstası olmak üzere, bir takım gelişmelerle yakından ilgilidir. Nehir havzasının unsurları arasında doğal ve fiziksel karşı bağımlılık mevcuttur. Buna göre, havzanın herhangi bir yerinde suya yapılan bir müdahale, etkisini havzanın diğer bütün kısımlarında hissettirmektedir. Havza içindeki yer altı suları, akarsuyun kolları, kanallar ve göller bu müdahaleden etkilenebilmekte ve suyun niceliğinde ya da niteliğinde değişmeler meydana gelmektedir.61 

Kavram, akarsular, göller, yeraltı sularının planlanması ve yönetimini esas alan bir birim olarak 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Uluslararası akarsu havzası 
kavramı, ilk olarak 1958 yılında Uluslararası Hukuk Derneği tarafından kullanılmıştır.62 Uluslararası Hukuk Derneği “düzenlenen su alanı” anlamına gelen “drenaj havzası” terimini benimsemiştir.63 

1966 da kabul edilen “Helsinki Kuralları”ının birinci maddesinde, söz konusu kuralların kapsamının “Uluslararası Nehir Havzaları” olduğunu şöyle belirtiyor: “Bu bölümlerde belirtilen uluslararası hukukun genel kuralları bir uluslararası nehir havzasındaki suların kullanımına uygulanır.” 64 

Uluslararası Hukuk Enstitüsünün 1961 tarihli Salzburg Kararında, birkaç devletin topraklarını kapsamına alan bir hidrografik havzanın sularına uygulanan 
modern teknolojinin bütün bu devletleri etkilediği, doğal kaynaklardan azamî yararlanmanın ortak menfaati ilgilendirdiği, suların kullanımında, ortak olarak 
yapılan plânlarla, danışmalarla ve karşılıklı imtiyazlarla bir doğal kaynağın daha akılcı kullanımının avantajlarının elde edilebileceği belirtilmiştir. Görüleceği üzere söz konusu kararda havza yaklaşımı karşımıza çıkmaktadır. 

Düzenlenen, su alanı birimi olarak “havza” kavramını ileri süren yazarlar ve uluslararası kurumlar, “drenaj havzası”, “hidrografîk havza”, “akarsu havzası” gibi terimler kullanmaktadırlar. Aslında bu çeşit deyimler, aynı coğrafi terime verilen farklı isimlerdir.65 Nitekim coğrafyacılar da aynı hususu farklı terminolojiyle dile getirmektedirler. Mesela Öngör’e göre akarsu havzası, bir ırmak, bütün kolları ile birlikte, belirli bir bölgenin veya sahanın sularını toplar ki, suları boşaltılan böyle bir bölgeye “akarsuyun su toplama bölgesi” veya “beslenme havzası”, “akarsu havzası” denir. 66 
Su kaynaklarının rasyonel bir şekilde kullanılması, yönetilmesi ve korunması gereksiniminden dolayı, bazı yazarlar ve kuruluşlar tarafından ileri sürülen akarsu havzası kavramının, devletlerin işbirliği çalışmalarını destekleyici bir niteliği olduğu ileri sürülmüştür. Bu durumun sebebini ise; akarsu havzasını paylaşan tarafların, hidrolojik olarak birbirine bağımlı olması ve bir tarafın su kaynaklarıyla ilgili tasarrufu, diğer taraf veya tarafları yakından etkilemesi durumu gösterilmiştir. 

Ancak uluslararası akarsu havzası kavramı devletler tarafından çeşitli mülahazalarla kabul görmemiştir. İtiraz eden devletlerin itirazlarının temelinde, 
havzanın sadece sınıraşan suları değil, belirli bir arazi parçasını da kapsamına alması ve toprağın yönetimini de içermesi yatmaktadır. 
Bu ise, devlet egemenliğine bir sınırlama getirilmesi anlamını taşımaktadır. Sınıraşan sularla ilgili olarak devletler genellikle, egemenliklerine getirilen sınırlamalara bir noktaya kadar anlayış gösterebilmekte, ancak kendi sınırları içinde yer alan toprakların ve hatta topraklarındaki diğer doğal kaynakların "uluslararası" düzenlemeye ve bunun sonucu olarak sınırlamalara ve büyük olasılıkla kıyıdaş olmayan devletlerin müdahalelerine konu olması kıyıdaş devletler tarafından kabul edilmemektedir.67 

Sınıraşan suların kullanımını düzenleyen hukuk, günümüzde uygulanma alanı bakımından, uluslararası akarsu havzasını değil, coğrafi kriter temel alınarak, iki 
veya daha çok devletin ülkesinden geçtiği ya da ayırdığı için uluslararası olarak adlandırılan akarsuları dikkate almaktadır. Düzenlenen su alanının genişletilmesi 
süreci, ulusal kolları da düzenlenen alanın içine sokan eğilimden öteye gitmemektedir. Bu eğilim ise, uluslararası akarsu kavramının kapsamını genişletmiş olmakla birlikte, coğrafi bir alan teşkil eden uluslararası akarsu havzası kavramına geçiş sağlamamıştır.68 

1.2.5. Ulusal-Uluslararası Akarsu 
1.2.5.1 Ulusal Akarsu 

Ulusal akarsuyun tanımı üzerinde geniş bir görüş birliği vardır. Bu bağlamda, ulusal akarsu, kaynağından ulaştığı denize, göle, ya da bir başka akarsuya kadar, bir devletin sınırları içinde kalan akarsular şeklinde ifade edilmektedir.69 Burada önemli olan husus, akarsuyun tamamının, yani bütün mecrasının tek bir devletin ülkesi içinde kalmasıdır. Akarsuyun ulaşıma elverişli olup olmaması önemli değildir.70 
Devletin ulusal akarsular üzerindeki faydalanma hak ve yetkisi, ülke egemenliği nin verdiği hak ve yetkilere dahil olduğundan, bu niteliği ile kesinlik ifade eder. Bu itibarla, ulusal akarsular tamamen ulusal hukuk hükümlerine tabi olup; uluslararası hukuka konu teşkil etmezler. 
Zira devletin kendi ülkesi içinde yer alan milli kaynakları değerlendirme biçimi ve bunlardan faydalanması konusu, devletin “ulusal yetkisi” çerçevesinde olup,diğer devletleri ilgilendirmemektedir. 

1.2.5.2. Uluslararası Akarsu 

"Uluslararası akarsu" kavramı uluslararası hukuka 1879 tarihli Fransız hukukçu Engelhardt tarafından kazandırılmıştır. İlk zamanlarda uluslararası 
akarsuların diğerlerinden ayırmada coğrafî ölçütün yanında, görevsel ölçütten, yani ulaşıma elverişlilik ölçütünden yararlanılmıştır. 

Uluslararası akarsu kavramı üzerindeki tartışma ve yorumlar, zaman içinde daha çok ulaşıma elverişlilik ve coğrafi kıstaslar üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu 
kıstasları ihtiva eden “uluslararası akarsu” kavramına Viyana Kongresi’nin, 9 Haziran 1815 tarihli nihai senedinin 108 nci maddesinde, 30 Mart 1856 tarihli Paris Antlaşması’nın Tuna Nehri’ne ilişkin 15 nci maddesinde, Versay Antlaşması’nın 331 nci maddesinde, Milletlerarası Hukuk Enstitüsü’nün 1934 tarihindeki Paris oturumunda uluslararası akarsularla ilgili kabul ettiği Nizamname’nin birinci maddesinde yer verilmiş ve bu akarsularla ilgili bazı düzenlemeler getirmiştir.71 

19 uncu yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlayan teknolojik gelişmeler, uluslararası akarsulardan faydalanma eylemlerini etkilemeye başlamıştır. O zamana kadar temel faydalanma şekli olan ulaşımın yanında, öteden beri yapılmakta olan tarımsal sulamanın önemi artmış, enerji üretimi ile endüstride su kullanımı gibi yeni faydalanma şekilleri de ortaya çıkmıştır. Teknolojik ve dolayısıyla ekonomik alanda görülen bu önemli değişiklik, geleneksel “uluslararası akarsu” kavramını da etkilemiştir. “Uluslararası Akarsu” nun geleneksel tanımında, coğrafi kıstasın yanı sıra kullanılan ulaşıma elverişlilik unsuru; kavramın yeni kullanımlar açısından değerlendirilmesi sebebiyle önemini kaybetmiş ve geriye sadece “coğrafî kıstas” kalmıştır.72 Böylece uluslararası suların belirlenmesinde coğrafi kriter dikkate alındığında, akarsuların ulaşıma elverişli olup olmadığına bakılmaksızın, iki veya daha fazla devletin ülkesinden akan ya da bu devletlerin sınırlarını oluşturan akarsular şeklinde belirlenmiştir 

Milletlerarası Hukuk Derneği’nin 1956 yılındaki Dubrovnik toplantısında karar altına alınan “Dubrovnik İlkeleri” ilk maddesine göre ise; “Uluslararası akarsu, 
iki veya daha çok devletin ülkelerini kesen ya da ayıran akarsulardır.”73 Bu tanımlamada coğrafi kıstas dikkate alınarak yapılmıştır. 

Bu yeni tanımlama, yani coğrafi bir birim olarak tek bir akarsuyu ele almakta ve bunu uluslararası akarsu olarak kabul etmektedir. Oysa akarsular çoğu zaman, 
hidrolojik özellikleri bakımından, ana akarsu ve buna bağlı kollardan oluşan bir sistemi oluşturur. Birden fazla devletin sınırlarını kateden veya ayıran bir akarsuyun kollarının da sınıraşan bir nitelik taşıması, coğrafi ölçüt açısından kolaylıkla kabul edilmektedir. Ancak bir akarsuyun ulusal nitelikte kollarının varlığı, coğrafi ölçüte göre durumu tartışmalı hale getirmektedir.74 Örneğin, uluslararası akarsu olarak kabul edilen Meriç Nehri’ne dökülen Tunca ve Arda kolları (Tunca kolunun, Bulgaristan ve Türkiye’yi, Arda kolunun ise Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan’ı kesmesinden dolayı) coğrafi ölçüte uydukları için uluslararası akarsu niteliğindedir. 
Buna rağmen, Dicle Nehrinin, Türkiye’de doğup, Türkiye’de dökülen Batman, Garzan gibi kolları, bu anlamda ulusal kol niteliği taşımaktadır.75 

Görülüyor ki, uluslararası akarsu kavramının kapsamı sorunu bağlamında bir akarsuyun ulusal nitelik taşıyan kollarının durumunun, yapılan ikili antlaşmalar 
incelendiğinde, muğlâk olduğu ortaya çıkmıştır. Bazıları, ulusal kolları ana akarsuyun statüsü dışında tutarken, bazıları ana akarsu statüsüne dâhil etmiş, bazıları da belli bölgedeki kolları bu statüye dayandırmıştır.76Ancak uluslararası yargı ve hakemlik organlarının kararları, ulusal kolların ana akarsuyun statüsüne göre şekilleneceği yönündedir. Uluslararası akarsuyun ulusal kollarının sınır ötesi etkileri olduğu sürece uluslararası sularla birlikte ele alınması gerektiği hususu halihazırda kesin bir hukuk kuralına bağlanmış olmamasına olarak rağmen, gittikçe kabul gören bir yaklaşım olarak ortaya çıktığı tespit edilmiştir.77 Burada ulusal kollara ilişkin durum son derece önemlidir. Kanaatimizce bir antlaşmayla aksi öngörülmedikçe, sınıraşan sularla bağlantılı olan ulusal kolların, sınır ötesi etkilere neden olduğu veya bu tür etkilere maruz kaldığı ölçüde, sınıraşan sularla birlikte ele alınması gerekmektedir. 
Sınıraşan veya sınır oluşturan suları nitelemek için "uluslararası" teriminin kullanılması, bu tür suları uluslararası nitelikte kabul ederek bunlarla ilgili konulara kıyıdaş olmayan devletlerin de dâhil edilmesine neden olabilecektir. Bu ise sorunların çözümüne değil, yeni sorunların ortaya çıkmasına hizmet eder. 
"Uluslararası akarsu" kavramı özellikle sınır aşan sulardan ulaşım amacıyla yararlanmayla ilgili olarak kullanılmış olup, bu kavramın doğrudan bu tür suların 
ulaşım dışı kullanımı konusunda da geçerli olacağını kabul etmek isabetli olmaz.78 

1.2.6. Uluslararası Sular Sistemi 

Uluslararası sular sistemi kavramı belirli bir uluslararası nehri, bu nehrin kollarını ve aynı sistem içinde fiziki bağlantıları dolayısıyla, gölleri ve kanalları da 
kapsamaktadır.79 

Akarsu sisteminin uluslararası niteliğini de, uluslararası nehir havzasında olduğu gibi, coğrafi bir ölçüt belirlemektedir. Söz konusu coğrafi ölçüte göre, 
herhangi bir akarsu sisteminin esas unsurlarından bir ya da birden fazlasının birçok ülke sınırları içinde yer alması, onun uluslararası nitelik kazanması için yeterli olmaktadır. Görüleceği üzere uluslararası sular sisteminin kapsamına sadece yüzey suları dahil edilmiş olup, yer altı sularına değinilmemiştir. 

Ancak bu kavram gerek yazarlar arasında gerekse bilimsel kurumların 
çalışmalarında fazla tutunamamış ve yerini “uluslararası akarsu havzası” kavramı almıştır. 

1.2.7 Uluslararası Su Yolu 

Su yolları kavramı, esasen İngilizcedeki karşılığı olan “watercourse” kelimesinin sözlük anlamında bir devletin kara ülkesi içinde mevcut olan su 
yollarıdır, denizlere açılan boğazlar ve diğer deniz ulaşım yollarından ayrı olarak ele alınmaktadır.80 Uluslararası su yolu kısımları iki veya daha fazla ülkede bulunan fizikî ilişkileri yoluyla bölünmez bir bütün oluşturan ve normal olarak nihaî bir varış yerine akan, yeraltı ve yerüstü suları olarak ifade edilmektedir. 

Uygulanacak kurallar bakımından, su yollarını oluşturan akarsular, göller, kanallar, yeraltı suları gibi değişik öğeler arasında temel bir ayrıma gidilmemiştir. 81 
Pazarcıya göre, bir bölgede bulunan ve birbiriyle bağlantılı olan bütün su yollarının (akarsular, göller, yeraltı suları gibi) birlikte değerlendirilmesini öngörür. 
Bu kavram çerçevesinde çeşitli suların bir bütün oluşturmasının ölçütü ise, birbiriyle bağlantılı olan sulardan birinden yararlanılmasının diğerini de etkilemesidir 

Aşağı kıyıdaş devletler tarafından bu kavram, “uluslararasılaştırma” olarak algılanmakta ve ilgili suyoluna ilişkin düzenlemeler yapılırken suyolunun kıyıdaş 
devletler arasında neredeyse ortak egemenliğe konu olması gerektiğini ileri sürmektedirler.82 

1.2.8 Yeraltı Suyu 

Yeraltı suları83, yeryüzünde erişilebilen tatlı su kaynakları içinde önemli bir yere sahiptir. Yağmur sularının, erimiş kar sularının ve nehir sularının yer altındaki 
kaya katmanlarındaki gözeneklere ve tortulara sızması ile oluşur. Sınıraşan nehir havzalarının yönetimleri ile ilgili uzun yıllardan beri çok sayıda çalışma yapılmış 
olmasına rağmen, sınıraşan yeraltı suları ile ilgili tartışmaların geçmişi oldukça yenidir. Dünyada çok sayıda olduğu bilinen sınıraşan yeraltı su kaynakları için 
topyekün bir belirleme çalışması yapılmamıştır. Ancak, Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu’nun (UNECE) yapmış olduğu araştırma sonucunda sadece 
Avrupa’da 100’den fazla sınıraşan yeraltı suyu havzası belirlenmiştir. Sınıraşan (transboundary), paylaşılan (shared) veya uluslararası (internationally shared) yeraltı suları olarak adlandırılan bu sular, yüksek miktarda su içermektedir. Yüzey suları gibi kolaylıkla görünemeyen bu sular, yeraltındaki kayaçların gözenek, yarık, çatlak v.b. boşluklarında depolanmaktadırlar.84 

Sınıraşan yeraltı suları ile ilgili doğrudan yapılan ilk çalışma Helsinki Kuralları’nın yer altı sularına uyarlandığı, 1986 tarihli Uluslararası Yeraltı Suları 
Hakkında Seul Kuralları’dır. (Seoul Rules on International Groundwaters). Bu çalışma, kendi içinde bölümlere ayrılan dört ana maddeden oluşmaktadır. Helsinki Kurallarına da atıf yapılarak, öncelikle sınıraşan (ancak metinde uluslararası yeraltı suları olarak geçer) yeraltı sularının tanımı yapılmış, bu tip suların kullanımı, paylaşımı ve korunması ile ilgili ilkeleri sıralamıştır. Yeraltı suları hukuku ile ilgili en önemli kaynak dokümanlarından biri olan bu çalışmanın temel hükümleri aşağıdaki gibidir.85 

i. İki veya daha fazla devletin sınırları tarafından bölünen akiferin suları uluslararası yeraltı sularıdır. Böyle bir akifer86, sularıyla birlikte uluslararası havzayı yayınlarak yürürlüğe giren Yeraltı Sularının Kirlenmeye Ve Bozulmaya Karşı Korunması Hakkında Yönetmeliğin 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının a bendi uyarınca ise; Yeterli miktarda yeraltı suyu akışına ya da içerdiği yeraltı suyunun kullanılmasına izin veren gözeneklilik ve geçirgenliğe sahip litolojik birimler olarak tanımlanmıştır veya onun bir kısmını teşkil eder. Havza devletleri, uluslararası hukuka bağlı olarak haklarını kullanırlarken, yeraltı sularıyla diğer sular arasındaki karşılıklı bağlılığı, kendi alanlarında gerçekleştirilen eylemler nedeniyle, akiferlerden geçecek sızıntıları dikkate almak zorundadırlar. 

ii. Havza devletleri, yeraltı sularında mevcut olan ve gittikçe artan kirlenmeyi azaltmak ve yeraltı sularını uluslararası hukukun uygulanabilirliği çerçevesinde 
korumakla yükümlüdürler. 

iii. Akiferlerin, jeolojik yapısından kaynaklanan bozulmasının önlenmesi, yeraltı su kaynaklarının, miktarındaki azalmalara karşı korunması ve çevrenin 
korunması için havza devletleri, herhangi birinin isteği doğrultusunda, bilgi ve verilere ulaşarak, görüş alışverişi yapmakla yükümlüdürler. 

Ayrıca Birleşmiş Milletler Uluslararası Hukuk Komisyonu, 19 maddeden oluşan Sınıraşan Akiferler Hukuku’na ilişkin çalışmasını 2008 yılı toplantısında 
tamamlamış ve bu taslak maddelerini Genel Kurul’a göndermiştir. Genel Kurul, 11 Aralık 2008 tarihinde 63. toplantısında Sınıraşan Akiferler Hukuku’nu bir kararla kabul etmiştir.87 Söz konusu taslakta da “akifer”, altındaki daha az geçirgen bir katman üzerinde su taşıyan geçirgen bir coğrafi oluşum ve bu oluşumun doygun bölgesinde tutulan su olarak tanımlanmıştır. Sınıraşan akifer ise sırasıyla, bölümleri farklı ülkelerde bulunan akifer veya akifer sistemleri olarak ele alınmıştır.88 

1.2.9. Sınır Oluşturan – Sınıraşan Sular 
1.2.9.1. Sınır Oluşturan Sular 

İki ülke arasındaki siyasi sınırların tamamını ya da bir kısmını oluşturan nehirler sınır oluşturan nehirler olarak tanımlanmaktadır.89 Bu bağlamda sınır 
oluşturan su–sınıraşan su ayrımı konusunda farklı görüşler mevcuttur. Doktrinde sınır oluşturan sularla, sınıraşan sular arasında suların kullanımı konusunda esaslı farklılıklar bulunduğu ve sınır oluşturan sularda, su yolunu kesin olarak ayırmanın ve suları diğer kıyıdaşlardan bağımsız olarak kullanmanın olanaksız olduğunu ileri sürmüşlerdir.90 Sınır oluşturan su–sınıraşan su ayrımını yerinde bulmayanlar ise, bu yönde bir ayrıma kullanımların az, su dolaşımının çok iyi bilinmediği zamanlarda başvurulmuştur. Suların bir devlet tarafından kirletilme si, diğer ülkede taşkınlara neden olan tesislerin yapılması veya suların aşırı kullanılması durumlarında olduğu gibi olumsuz etkiler ister sınır oluşturan ister sınır aşan akarsu olsun diğer devleti etkileyecektir. Tuna, Mekong, Zambezi gibi akarsularda olduğu gibi, aynı akarsu hem sınır oluşturup hem de sınır kateden bir akarsu olabilir.91 Sınır oluşturan akarsuların sularının kullanımı, sınırın diğer tarafında doğrudan hissedilebilecek etkilere neden olabilecektir. Suların fizikî olarak sınırları aşmadığı kabul edilse de, etkileri bakımından sınıraşan nitelik taşımaktadırlar. Suların fizikî olarak sınırları aşmadığı ileri sürülse de, sınır oluşturan sularda, suları kıyıdaş devletler arasında ayırmak neredeyse olanaksızdır. Ayrıca, bu tür sular üzerinde sadece kıyıdaş devletlerin hakları ve yükümlülükleri söz konusu olduğu için, sınıraşan su kavramının kullanılması daha uygundur.92 

Sınır oluşturan – sınıraşan su ayrımında üzerinde durulması gereken bir başka nokta ise, sınır oluşturan suların uluslararası su olarak öngörülmesi ve sınıraşan 
suyun ise ayrı bir şekilde varlığını devam ettirmesi şeklinde ileri sürülen ve her iki kavrama farklı bir mana yükleyen görüştür.93 

Kanaatimizce sınıraşan- sınır oluşturan sulara uygulanacak kurallar bakımında ayrıma gitmek uluslararası hukuk bakımından birçok sakınca barındırır. 

Bu kapsamda sınıraşan sulara ilişkin uluslararası hukukta kavramsal açıdan fikir birliğini varılamamışken uygulanacak kurallara ilişkin olarak ayrı bir şekilde 
düzenleme yoluna gidilmesi devletler arasında yaşanan ihtilafları daha da artıracaktır. 

1.2.9.2. Sınıraşan Sular 

Sınıraşan sular kavramı, ulaşım kıstasını kapsam dışı bırakmaktadır. Ancak, diğer kullanımların ulaşımı etkilememesi veya ulaşım nedeniyle diğer kullanımların etkilenmemesi esastır. Sınıraşan sular kavramı, hem “sınıraşan” hem de “sınır oluşturan” akarsuları ve fiziksel ilişkiler içinde bir bütün oluşturan ve bu şekilde bir deniz veya göle ulaşan yüzey ve yeraltı sularını da kapsamaktadır. Bazı akarsular, bazı bölgelerde sınır oluştururken, bazı bölgelerde ise sınır katetmektedir. Bundan dolayı, sınır oluşturan ve sınıraşan su kavramları açısından, bir üst kavram olan “sınıraşan su” kavramı kabul edilmektedir.94 

Akmandor’a göre, sınıraşan sular, “iki ya da daha fazla ülkenin topraklarını kat ederek akan, suyun çıktığı ülke ile aktığı ülke arasındaki kullanımı veya 
paylaşımı eşit olması söz konusu olmayan sular”dır.95 

Zehir ise sınıraşan suları, “bir ülkenin topraklarından doğan, iki ya da daha çok ülkenin topraklarını katederek bir denize veya göle dökülen akarsuların kollarını 
da kapsayan sular” olarak tanımlamıştır.96 

Her iki tanımda da, sınıraşan sular kavramı, ulaşım ölçütü kapsam dışında bırakılarak tanımlanmış ve sınır oluşturan sular bu kavrama dahil edilmemiştir. Bu sularda egemenlik açısından yapılan değerlendirmede ise bu alanın ünlü kuramcılarından İsviçreli hukukçu Sauser Hall’a göre, “Sınıraşan sular üzerinde 
ortak egemenlik uzun süre ayakta tutulamaz. Suyun çıktığı ülkeler ile aktığı ülkeler arasında eşit egemenlik söz konusu olamaz.”97 Ortak egemenliğe karşı çıkan görüşe destek verirken, İngiliz hukukçu L. Oppenheim da, “Uluslararası Hukuk” adlı eserinde; “Bazı akarsular iki veya daha fazla devletin ülkelerinden geçtikten sonra denize ulaşır. ‘Çok uluslu akarsular’ denilen bu akarsular arasındaki egemenlik hakkı suladıkları ülkelerde o devletlere ait bulunur.” açıklaması ile egemenlik yönünden bu suların uluslararası olamayacağını ifade etmektedir.98 

Türkiye de sınıraşan – sınır oluşturan sular ayrımını kimi yazarlarca kabul edilmektedir. Hatta Su Kanunu Tasarısı Taslağında; sınıraşan sular, birden fazla ülke toprağından akan sular; sınır oluşturan sular ise, iki veya daha çok ülkeyi birbirinden ayıran sular şeklinde tanımlanmaktadır.99 Ancak burada bir hususa vurgu yapmak gerekir ki, bu ayrıma çoğunlukla teknik mülahazalarla gidilmekte; uygulanacak uluslararası hukuk bakımındansa bir farklılık gözetilmemektedir. Ayrıca uluslararası alanda “transboundary river” sınıraşan su terimi genel olarak kullanılmaktadır. 

Doktrinde, özellikle yabancı yazarlar arasında "uluslararası su yolu" kavramının kullanılması yönünde ağırlıklı bir eğilim bulunmaktadır. "Uluslararası su yolu" kavramının "sınıraşan su" kavramına eşit olduğu veya havza kavramından daha geniş olduğu şeklinde görüşler ileri sürülmüştür. 

Pazarcı’ya göre; uluslararası akarsu kavramının, sınır oluşturan ve sınıraşan suların her ikisini de kapsayan bir kavram olduğu, kavramsal düzeyde belirtilen bu ilişkinin bugünkü verilere aykırı bir yanının olmadığı ancak, uluslararası akarsu kavramının bugün bir takım suların kullanımına ilişkin farklılıkları vurgulamada yetersiz kaldığı, bu nedenle Türkiye ve diğer bazı devletlerin kıyıdaş oldukları suların sınıraşan sular olduğunu vurgulamaya özen göstermektedir.100 Burada söz konusu uluslararası su/ su yolu kavramlarının, kıyıdaş devletlerin yanında farklı devletlerin müdahalesinin öngörebileceği yönünde çekinceler ve kavramların bir çok metinde farklı şekilde yorumlanması sınıraşan sular kavramının kullanımını daha da önemli hale getirmiştir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

61 Çelik, s.12 
62 Söz konusu kararda uluslararası akarsu havzası İki veya daha çok devletin ülkeleri dahilinde kalan ve içindeki yüzeyde gerek doğal, gerekse sun’i bütün 
akarsuların, belirli bir alanın sularını akıtarak bir denize mahreci bulunmayan kapalı ülke-içi kısımlara açılan ortak mahreçlerde son bulduğu bölge 
şeklinde tanımlanmaktadır. Bkz. Sar, s.73 
63 Somuncuoğlu, Ecehan, Orta Doğu’da Su Meseleleri ve Türkiye (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Gazi Üniversitesi, Ankara 2007, s.24-26 
64 Sar, s.74 
65 Aksi görüş: Pazarcı’ya göre, uluslararası akarsu havzası ile uluslararası drenaj havzası arasında biraz fark bulunmaktadır. "Uluslararası akarsu havzası", 
akarsu ve kollarının bir bütün oluşturduğu ve aynı rejime bağlı olmaları gerektiği düşüncesine dayanır. "Uluslararası drenaj havzası"nda ise belirleyici 
öge, yeraltı suları dâhil, havzayı oluşturan bütün suların birbiriyle bağlantılı olması ve belirli bir yere akmasıdır. Bkz. Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, II. Kitap, Ankara 2003, s.266 
66 Öngör, Sami, Coğrafya Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1980, s.16 
67 Acabey, s.59 
68 Sar, s.78 
69 Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri II. Kitap, s.236 
70 Sar, s.50 
71 Tiryaki, s.4 
72 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.9; Dursun, s.25; 
73 Kapan, İsmail; Dünyayı Su Savaşları mı Bekliyor?: Suyun Stratejik Dalgaları, Babıalî Kültür Yayıncılığı, İstanbul 2007, s.38 
74 Acabey, s.28 
75 Tiryaki, s.9 
76 Tiryaki, s.10 
77 Sar, s.70 
78 Acabey, s.27 
79 Amerikalılararası Barolar Birliği Buenos Aires’de 14-24 Kasım 1957 tarihleri arasında düzenlediği konferansta; “Uluslar arası nehir ve göllerin kullanılmasını 
tanzim eden hukuk ilklerine dair aldığı kararda, hukukun uygulamaalanı olarak “Uluslararası sular sistemi” deyimini kullanmıştır. Bkz. Sar, 71; Acabey, s.39 
80 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.6-7 
81 Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri II. Kitap,s. 262, Yazar, Hakemlik Mahkemesi'nin Lanoux Gölükararını buna örnek olarak göstermiştir 
82 Şimşek, s.12 
83 Yeraltındaki durgun veya hareket halinde olan bütün sulardır. ( 16/12/1960 tarih ve 167 sayılı  YERALTI SULARI HAKKINDA KANUN’un 2 nci maddesi uyarınca yapılan tanım ) 
84 Çetinkaya, Neşe, Sınır Aşan Akiferlerin Kapsamı ve Gelişimi,TMMOB Su Politikaları Kongresi Bildirileri Kitabı,C.2, 2006, s.640-650, s.641-643 
85 The Seoul Rules On International Grounwaters 
http://www.internationalwaterlaw.org/documents/intldocs/seoul_rules.html (en son erişim:01/03/2014) 
86 Akifer: Gözenekleri yeraltı suyu ile dolan, bu suyun hareketine olanak veren, suyun uzak mesafelere gitmesini sağlayan, pınarlara veya kuyulara ulaşmasında etkin olan jeolojik oluşumlara akifer denmektedir. Bkz. Somuncuoğlu, s.26 ; 07/04/2012 tarih ve 28257 sayılı Resmî Gazete’de 
87 Kılıç, Seyfi, Sınıraşan Akiferler Hukuku Taslak Maddeleri Üzerine Bir Değerlendirme, ORSAM Su Araştırmaları Programı Rapor, No: 12, Şubat 2012, s.6 
88 Draft articles on the Law of Transboundary Aquifers 
http://legal.un.org/ilc/texts/instruments/english/draft%20articles/8_5_2008.pdf (En son erişim:05/04/2014) 
89 Suyun Stratejik Dalgaları 
90 Pazarcı, Hüseyin, “Su Sorununun Hukuksal Boyutları”, Pazarcı,Hüseyin-Akmandor,Neşet-Köni,Hasan, Orta Doğu Ülkelerinde Su Sorunu, Toplumsal, Ekonomik, Siyasal Araştırmalar Vakfı, 1994, s.45-46 (Su Sorunu); Toklu'ya göre bu ayırım yapılmadığı takdirde, kullanıma ilişkin farklılıkların belirlenmesinde sorunlar çıkacaktır. Bkz. Toklu, s.41 
91 Bu iki tür akarsu arasında uygulanacak hukuk kuralları açısından değil, uygulanabilirlik derecesi açısından fark bulunmaktadır. Sınır oluşturan akarsularda herhangi bir faydalanma eylemine girişebilmek için mutlaka diğer tarafın rızası gerekli iken, diğerlerinde devlet, akarsuyun kendi ülkesindeki kesimi üzerinde dilediği gibi faaliyette bulunabilecektir. Bkz. Bir, s.32 
92 Acabey, s.80 
93 Saltürk, s.25-26; Yakış, Yaşar -Röportaj: Maden,Tuğba Evrim- Kılıç ,Seyfi, Ortadoğu Analiz C.3, S. 33, Şubat 2011, s.69-73, s.72-73; Tacar, Pulat, Atatürk’ümüz” 
Paneli Türkiye’nin Sınır Aşan Sularla İlgili Sorunları,
http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/ataturkumuz-panelinde-yaptigi-konusma-turkiyenin-sinir-asan-sularla-ilgili-sorunlari (En Son Erişim :27/01/2014) 
94 Acabey, s.80 
95 Akmandor, Neşet, ‘Su Sorununun Fiziksel Boyutları’, Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, TESAV, Ankara 1994, s.15 
96 Zehir, Cemal, Türkiye ve Ortadoğu’da Su Meselesi, Marifet Yayınları, İstanbul 1998, s.41 
97 Tiryaki, s.12. 
98 Dursun, s.24 
99 Su Kanunu Tasarısı Taslağı, 
http://suyonetimi.ormansu.gov.tr/AnaSayfa/su_kanunu_taslagi.aspx?sflang=tr (en son erişim:25/02/2014) 
100 Pazarcı, Su Sorununun Hukuksal Boyutları, s.46 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***