5 Aralık 2017 Salı

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 3

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 3


1.3. Sınıraşan Suların Kullanımına Yönelik Temel Doktrinler 

Devletlerin akarsuları, endüstriyel ve tarımsal amaçlarla kullanımlarına yönelik olarak, geliştirdikleri saptırma ve depolama faaliyetleri dikkate alındığında, 
bu faaliyetlerin başlıca üç kategoride toplandığı görülmektedir.101 

1- Suyun nitelik ve niceliğini değiştirmeyen yararlanma faaliyetleri 
2- Suyun niteliğini değiştiren yararlanma faaliyetleri 
3- Tüketici ya da yoksun bırakıcı yararlanma faaliyetleri 

Akarsularda su sporları yapılması, balıkçılık, tomruk sevkiyatı, yöresel ulaşımlara ilişkin kullanım, hatta son zamanlara kadar hidroelektrik enerji üretimine 
dönük kullanım, suyun nitelik ve niceliğini değiştirmeyen kullanım olarak değerlendirilmektedir. Tarımsal amaçlarla yapılan sulama işlemleri ve suyu tüketen kimi endüstri dallarının kullanımları “tüketici kullanım” olarak ifade edilmektedir. Kullanımdan sonra akarsuya iade edilen suların kirletici ya da zehirli atıklar içermesi, suyun niteliğini değiştiren yararlanma biçimleridir. Ulaşım dışı kullanımlarım artmasıyla devletler sınıraşan suları kullanımlarında kendileri 
destekleyen savlar ileri sürmeye başlamışlardır. Bunlardan bazıları devletlerarası ilişkilerde dönemsel olarak hüküm sürmüşlerdir. Bazıları ise geçerliliklerini devam ettirmektedirler. 

Sınıraşan suların ulaşım dışı kullanılmasına dair hukuksal kuramlar, Birleşmiş Milletler (BM) ve Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (BM-
AEK) gibi büyük organizasyonlar tarafından ele alınana kadar, genel olarak ülkeler arasında yapılan antlaşmalarda veya anlaşmazlıklarda ileri sürülen doktrinler olarak gelişmişlerdir. Antlaşmalarda çoğunlukla güçlü olan tarafın görüşlerinin yer alması diğer tarafı ya da tarafları memnun etmezken, anlaşmazlıklarda tarafların ortak noktada buluşamaması krizlere yol açmıştır. Doktrinlerin ana temasını ise, teoriyi geliştirenin coğrafi konumu belirlemiştir. Nehrin yukarı kıyıdaşları ve aşağı kıyıdaşları olarak ayrılan taraflar kendi çıkarlarını gözetecek şekilde hareket etmişlerdir.102 Bu iddialar, uluslararası hukukun kaynakları arasında yer alan ve Milletler Cemiyeti döneminde Uluslararası Sürekli Adalet Divanı Statüsü’nün 38. maddesinde, Birleşmiş Milletler döneminde de Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün yine 38. maddesinde yardımcı kaynak olarak geçen doktrinlere dayandırılmaktadır. 

Bu minvalde doktrinler sınıraşan sulara ilişkin çıkan uyuşmazlıklarda dönemsel olarak değişiklikler arz etmekle birlikte devletler uluslararası alanda kendi 
çıkarları doğrultusunda sınıraşan suları kullanımlarını bunlara dayandırmışlardır. Söz konusu doktrinleri kapsamlı bir şekilde ele almak ulaşım dışı kullanımların 
gelişimini ve sözleşmelere giden süreçte hukuksal gelişimi anlamamıza yardımcı olacaktır. 

1.3.1. Mutlak Ülke Egemenliği Doktrini (Harmon Doktrini) 

Genel olarak, yukarı-kıyıdaş devletin, aşağı-kıyıdaş devletin etkilenmesini göz önünde bulundurmadan, akarsuların sularını dilediği gibi, herhangi bir 
sınırlamaya tâbi olmadan saptırabilmesi ya da kullanabilmesi olarak tanımlanmaktadır.103 Alman hukukçu Klüber, 1851 tarihli eserinde, her devletin kendi amaçlarını gerçekleştirmek için başka devletler yönünden zararlı etkiler doğursa bile, akarsuların mecralarını değiştirmek suretiyle düzenleme hakkına sahip olduğunu ileri sürmüştür. Ancak bu görüşe adını veren, Amerika Birleşik Devletlerinde(ABD) başsavcısı olarak görev yapmakta olan Harmon olmuştur. Bu görüşü savunanlar görüşlerini Harmon'un mütalâasına dayanmışlardır.104 

    1891-1895 yıllarında ABD'nin sulama çalışmaları nedeniyle akarsudaki su seviyesinin düşmesi, Rio Grande (Rio Bravo del Norte)'nin ulaşıma elverişli bir sınır akarsuyu olduğunu ve izni olmadıkça akarsuyun suyunu büyük ölçüde azaltacak tedbirlerin uygulanamayacağını ileri süren Meksika'nın protestosuna neden olmuş, bu süreçte yaşanan ihtilaf sonucunda mutlak ülke egemenliği doktrini ortaya çıkmıştır.105 

Amerika Birleşik Devletleri ile Meksika arasında Rio Grande Nehri ihtilafında dönemin ABD Dışişleri Bakanı, Başsavcı Judson Harmon’dan sorunun 
çözüme kavuşturulması için hukuki görüş belirtmesini istemiştir. Başsavcı Harmon’a göre, ABD vatandaşları kendi ülkelerinin sınırları içinde kalan sulardan yararlanma imkânından mahrum edilmemelidir. Harmon bu konudaki fikirlerini 1895 tarihinde şu şekilde ifade etmiştir:106 

”Milletlerarası hukuk kuralları, Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) Rio Grande Akarsuyunun ülkesi içinde kalan kesimindeki sulardan yararlanma imkânını 
– söz konusu yararlanma neticesinde akarsuyun ABD ülkesinde kaldığı noktadan aşağıdaki kesiminde suların miktarı azalmış olsa bile – kendi vatandaşlarından 
esirgemek yolunda hiçbir vecibe yüklememektedir. Bu çeşit bir vecibenin bulunabileceği faraziyesi ABD’nin ulusal sınırları dâhilinde var olan egemenliğine 
aykırı düşer.”107 

Buna göre, Amerika Birleşik Devletleri kendi ülkesi içinde olduğu sürece bütün sular üzerinde mutlak egemendir; uluslararası hukukun hiçbir ilkesi bu sulan 
dilediği şekilde kullanımını engellemez. 

Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı, Meksika Hükümeti’nin Rio Grande Nehri ile ilgili şikâyetlerine devam etmesi üzerine 1 Mayıs 1905 tarihinde 
ikinci bir nota ile Harmon Doktrini’ni savunmaya şu şekilde devam etmiştir:108 

“Rio Grande Sularının ABD’ de yaşayan Amerikan vatandaşlarına ait toprakların sulanması amacıyla saptırılması ve bunun sonucunda, Meksika 
vatandaşlarının, Meksika ülkesindeki topraklarını sulamak için gerekli suyu bulamamaları yüzünden, ABD Hükümetinin Meksika Hükümeti’ne karşı doğabilecek hukuki sorumluluğu meselesini inceleyen Bakanlığımız, böyle bir sorumluluğun dayanabileceği gerekçelerin milletlerarası hukukta bulunmadığı görüşündedir. 
Bununla beraber, ABD Hükümeti, hareket tarzını yüksek hakkaniyet ilkelerine ve iyi komşular arasında tesisi gereken dostça duygulara uygun bir şekilde tespit etmek kararındadır.” 

Amerika Birleşik Devletleri ve Meksika tarafından oluşturulan Uluslararası Sınır Komisyonu 25 Kasım 1896 tarihli raporunda Rio Grande'nin sularının iki ülke 
arasında paylaşımını öngören bir antlaşmanın yapılmasını tavsiye etmiş ve 21 Mayıs 1906 tarihinde ABD'nin taraf olduğu tamamen sularla ilgili problemleri konu alan ilk antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre; Amerika Birleşik Devletleri, kuraklık mevsimini de göz önünde tutarak, belirli bir miktarda suyu, Meksika’ya bırakmayı taahhüt etmiştir; ancak Amerika Birleşik Devletleri aynı antlaşmanın başka maddelerinde ortaya koyduğu gerekçelerle de söz konusu antlaşmaya, herhangi bir talep için hukukî bir dayanak oluşturmasını kabul ettiği anlamına gelmeyeceğini beyan etmiştir.109 

Amerika Birleşik Devletleri’nin sınıraşan sular konusunda sorun yaşadığı bir başka ülke Kanada’dır. ABD ile Kanada arasında uyuşmazlıklara neden olan Milk ve St. Mary Nehirleriyle alakalı sorunların çözüme kavuşturulabilmesi amacıyla 1909 yılında, Kanada Dominyonu110 adına hareket eden İngiliz Hükümetiyle Sınır Sularına ve İki Devlet Arasında Çıkan İlgili Meselelere İlişkin Antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşmanın temeli de Harmon ilkelerine dayanmakla birlikte bazı sınırlı değişiklikleri de içermektedir. Amerika Birleşik Devletleri, Harmon Doktrin’inden vazgeçtiğinin ilk işaretlerini 1944 yılında Meksika Hükümeti ile imzaladığı Rio Grande, Tijuana ve Colorado nehirlerinin kullanımıyla ilgili antlaşmanın çalışmaları sırasında vermiş ve 1958 yılında hazırlamış olduğu muhtıra ile yeni tavrını şu şekilde ortaya koymuştur;111 

“Kıyıdaş devletin, uluslararası nehir sisteminin egemenliği altında bulunan kesiminden azami faydalanmayı öngören ve her bir kıyıdaşın mukabil hakkı ile 
uyuşan, egemen bir hakkı vardır... Kıyıdaşların, uluslararası nehir sistemlerinin kullanım ve yararlarından, adil ve makul bir esasa dayanarak, pay almaya hakları vardır.” 

Amerika Birleşik Devletleri’nin Harmon doktrinini kesin olarak reddetmesi ve uluslararası alanda başka bir devlete karşı farklı bir görüşü öne sürmesi Colombia nehri sularının kullanılmasına ilişkin olarak Kanada ile çıkan uyuşmazlık sırasında olmuştur. Uyuşmazlık, Kanada hükümetinin, 1955 yılında, Colombia nehrinin, ülkesinde kalan kesimindeki sularını saptırarak, bütünüyle kendi topraklarındaki Frazer nehrine akıtmayı öngören projesini açıklamasıyla başlamıştır. Bu kez aşağı kıyıdaş durumunda kalan Amerika Birleşik Devletleri Colombia nehrinin kendi kesimi üzerinde, hidro-elektirk enerji üretimi amacıyla, önceden gerçekleştirmiş olduğu tesislerin ve ileride gerçekleştirmeyi planladığı projelerin, Kanada’nın saptırma isteği ile tehlikeye düşmesi karşısında, Harmon doktrinini kesin olarak terk etmek zorunda kalmıştır.112 

Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savası sonrasına kadar Harmon Doktrini’ni benimsemiş olmasına karşın özellikle Soğuk Savaş Dönemi’nde bu görüşten vazgeçmiştir. Bunun temel nedeni de kendisinin yukarı kıyıdaş devlet olduğu sınıraşan su anlaşmazlıklarında ortaya attığı ve aşağı kıyıdaş devlete her hangi bir hak tanımadığı doktrinin kendisinin aşağı kıyıdaş olduğu sınıraşan sularda kendisine karşı kullanılabilme tehlikesini fark etmiş olmasıdır.113 

Amerika Birleşik Devletleri dışında; Hindistan, Avusturya, Etiyopya , Şili gibi bazı ülkeler de Harmon Doktrinini savunmuşlardır. Hindistan; Indus nehri ve 
kollarının kullanılmasına ilişkin olarak, Hindistan ile Pakistan arasında çıkan ve 1947-1960 yılları boyunca devam eden uyuşmazlıkta, yukarı kıyıdaş olan Hindistan, mutlak ülke egemenliği görüşünü benimsemiş ve bu tezi aşağı kıyıdaş olan Pakistan’a karşı ileri sürmüştür.114 Şili ve Bolivya arasında Rio Mauri akarsuyu uyuşmazlığında, Şili akarsudan yararlanması hususunda, ülkesel egemenlik hakkına sahip olduğunu belirtmiştir.115 

Uluslararası Hukuk Enstitüsü’nün (UHE) 1911 Madrid Kararında, bir devletin bir başka devletin ülkesine akan sular üzerinde diğer devletin rızası olmak sızın, bu devletin sularla ilgili durumunu değiştirecek veya zedeleyecek tedbirler alamayacağı belirtilmiştir. UHE'nün 1961 Salzburg Kararı konuyla ilgili örf ve âdet kurallarının mevcut olduğunu, Harmon doktrininin mevcut uluslararası hukuk kurallarının unsuru olmadığı ve devletin hareket özgürlüğü nün sınırlarının bulunduğu yönündedir. 1923 Cenevre Sözleşmesinin 1 inci maddesinde, söz konusu Sözleşmenin, devletlerin uluslararası hukukun sınırları içinde gerekli gördüğü hidrolik enerjinin işletilmesi bakımından, kendi ülkesi içinde dilediği çalışmaları gerçekleştirme haklarını etkilemeyeceği belirtilmiş tir.116 1933 Montevideo Bildirisinin 2 nci maddesinde ise, devletlerin sınıraşan suların egemenlikleri altındaki kesiminde faydalanma hakları teyit edildikten sonra, bu hakkın sınırsız olmadığı ifade edilmiştir.117 

Hakemlik Mahkemesinin Lanoux Gölü kararında da, sulardan yararlanma hakkının uluslararası örf ve âdet kurallarıyla sınırlanabileceği ve kıyıdaşların 
birbirlerinin çıkarlarını gözetmeden dilediği gibi hareket etme serbestliğine sahip olmadıkları belirtilmiş, böylece doktrin reddedilmiştir.118 

Doktrini savunana yazarlar bakamından, Sar bu doktrini savunan yazarların neredeyse tamamının yukarı kıyıdaş devlet vatandaşı olduğunu belirtmekte dir.119 

Oysa devletlerin yukarı kıyıdaşa veya aşağı kıyıdaşa mutlak haklar tanıyan aşın görüşleri benimsemeleri, çıkarlarına uygun değildir. Bazen devletler bir akarsu 
bakımından yukarı kıyıdaş iken bir diğeri bakımından aşağı kıyıdaş devlet olabilmektedir. Hatta aynı akarsu bakımından bir devlet hem aşağı hem de yukarı kıyıdaş olabilmektedir. 

Harmon Doktrini, temelde, sadece tek bir devletin mutlak egemenliğini benimsediğinden oldukça eleştirilmiştir.120 Zira diğer komşu devletin eşit egemenliği bu doktrinde bir kenara itilmiş olmaktadır. Bir devletin ülkesi üzerindeki egemenliğinin iki yönü vardır. Egemenlik, devlete sadece haklar bahşetmeyip; hakların yanında bazı vecibeler de yüklemektedir. Milletlerarası Adalet Divanı bir kararında “her devletin, ülkesini diğer devletlerin haklarına aykırı eylemler için kullanmaya müsaade etmeme vecibesi olduğunu” belirterek mutlak egemenliği reddetmektedir.121 

Doktrin, antlaşmalar, yargı kararları ve yazarların büyük çoğunluğu tarafından reddedilmiştir. Baskın görüş, yukarı kıyıdaşların yararına olan bu 
doktrinin bugün geçerliliğini yitirdiği yolundadır. Bu doktrin, su uyuşmazlıklarının çözümü için uygun bir görüş değildir. Sadece bir devletin menfaatlerini esas 
aldığından uygulanabilir olmaktan uzaktır. Aşağı ve yukarı kıyıdaşların karşılıklı menfaatleri dengelemek gibi bir gayesi bulunmamaktadır. 

1.3.2. Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini 

Harmon Doktrinine karşı bir fikir olarak ortaya atılan “Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini” kaynağını ulusal hukuktan almaktadır. Kıyıdaş devletlerin 
ülkelerinde akan nehirlerin doğal durumlarında herhangi bir değişiklik yapamayacakları esasına dayanmaktadır. İngiltere’de Common Law çerçevesinde uygulanan kıyıdaş hakları doktrininden122 esinlenen bazı yazarlar bu fikrin savunuculuğunu üstlenmişlerdir. 

Yukarı kıyıdaş devlet, kendi ülkesinde sular da dahil aşağı kıyıdaş devlet ya da devletlerin zararına olabilecek hiçbir değişiklik yapma hakkına sahip değildir. 
Suları hem nitelik, hem de miktar olarak değişikliğe uğratacak eylemlerden uzak durmak zorundadır. Bir başka deyişle, bu doktrin sınıraşan suların yukarı kıyıdaş devlet tarafından, sınırsız kullanım hürriyetini değil, doğal paylaşımını, yani suyu doğal dengeyi bozabilecek, akışı gözle görülebilir şeklinde azaltabilecek ölçüde kullanmamayı öngörmektedir.123 

Uygulamada, bu doktrini kullanan aşağı kıyıdaş devletler doğal durumun bütünlüğü doktrinini “her türlü fiziki değişimin yasaklanması” gibi aşırı nitelikteki yalın haliyle ileri sürmekten çok, aynı sonuçları doğuran rıza şartı kuralına başvurmaktadırlar. Aşağı kıyıdaş devletler, egemenlik alanlarına giren nehir sularının doğal durumunu sürdürmek, başka bir deyimle, bu durumun bütünlüğü üzerinde münhasır takdir yetkilerini saklı tutmak amacıyla, sınıraşan nehirler üzerinde girişilecek faydalanma eylemlerinin, kıyıdaş devletlerin mutabakatına bağlı bulunduğunu öne sürmektedirler.124 

Bu şekilde formüle edilen “rıza şartı” kuralının, ilk bakışta, nazari açıdan yukarı-kıyıdaş devletin olduğu kadar aşağı-kıyıdaş devletin de faydalanma hakkını 
kısıtladığı düşünülebilir. Oysa sınıraşan sularda girişilecek faydalanma eylemlerini kıyıdaşların rızasına bağlamak, uygulamada, yalnız yukarı-kıyıdaş devletin faydalanma hakkını kısıtlamak ve bu hakkın kullanılmasını aşağı kıyıdaş devletin takdir yetkisine bırakmak demektir. Çünkü kıyıdaşların rıza şartını öngören kuralın formüle edilmesinde başvurulan yol, “zarar” veya “önemli zarar” durumunda, ya da zarar verebilecek faydalanmalarda rıza şartının aranması şeklindedir. Aşağı-kıyıdaş devletin yapacağı faydalanma eylemlerinin yukarı-kıyıdaş devletin ülkesindeki sınıraşan suları etkilemeyeceği göz önünde tutulursa, aşağı-kıyıdaşın yukarı-kıyıdaş devletin rızasını alması söz konusu olmayacağı ve her zaman bunun aksinin varit olacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. 

Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini ile ilgili sınıraşan sulardan faydalanma konusunda görüş belirten ve destekleyen hukukçuların önde gelenleri; İsviçreli 
hukukçu Max Huber ile İngiliz hukukçu Oppenheim'dir. 

Huber kıyıdaş devletlerin ülkelerinde akan nehirlerin doğal durumlarında değişiklik yapılamayacağını belirtmekte ve şöyle demektedir:125 

“Genel kural olarak, her devlet ülkesinde istediği gibi tasarrufta bulunur ve bu ülke üzerinde otoritesini münhasıran kullanır. Devlet yabancı bir ülke üzerinde 
eylemlere girişemeyeceği gibi, kendi ülkesi üzerinde de bu çeşit eylemlere katlanmak zorunda değildir. Devletin, sınırlarının ötesine uzanan eylemleri arasında hukuk dışı sayılabilecek olanlar ancak, başka bir devletin ülkesindeki doğal olarak mevcut bulunan durumları etkilemek suretiyle bu devletin haklarım zedeleyen eylemlerdir. 
Milletlerarası hukuk bakımından tartışma kaldırmayan kural şudur: Bir devlet alttaki komşusuna suyu, doğal durumu gereği olarak, aktığı şekilde vermeye mecburdur." 

Oppenheim da görüşünü şu şekilde belirtmektedir: 

“Ülke egemenliği sınırsız hareket özgürlüğü sağlayamaz. Ülke egemenliğine rağmen devlet kendi ülkesindeki doğal şartları komşu devletin doğal şartlarının 
aleyhine değiştirmeye, örneğin, kendi ülkesinden komşu ülkeye akmakta olan nehrin akımım durdurmaya ya da saptırmaya yetkili değildir. Ulusal olmayan nehirler, sınır teşkil eden nehirler ve uluslararası nehirler kıyıdaş devletlerden herhangi birinin keyfi denetimi altında değildir. Çünkü sınıraşan sularla ilgili uluslararası hukuk kuralı uyarınca, hiçbir devlet kendi ülkesindeki doğal şartları, komşu devlet ülkesinin doğal şartları aleyhine değiştiremez. Bu yüzden devletin yalnız kendi ülkesinden komşu devlete akan bir nehrin sularını durdurması ya da saptırması değil, fakat aynı zamanda, nehir sularının komşu devlete zarar verecek veya bu devletin nehrin akımından kendi kesiminde faydalanmasını önleyecek şekilde kullanması da yasaklanmıştır."126 

Söz konusu doktrinin karşımıza çıktığı bazı uyuşmazlıklara bakacak olursak; Doğal Durumun Bütünlüğü Teorisi, İspanya’nın Lanoux Gölü ve Carol nehri 
uyuşmazlığında, yukarı kıyıdaş Fransa’nın saptırma projesine karşı savunduğu görüşün uygulamada doğal durumun bütünlüğü doktrininin yalın şekliyle ortaya 
atılmasının tipik örneğini teşkil ettiği ileri sürülmüştür.127 1924 yılında ortaya çıkan ve 1929 yılında geçici bir süre için bile olsa çözüme kavuşturulan Nil Nehri 
Uyuşmazlığında Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini baz alınmış ve uygulanmıştır. Mısır o dönemde İngiltere’nin yönetimi altında bulunan Sudan’ın gerçekleştirmek istediği geniş çaplı sulama projesine karşı çıkmış ve yukarıda adı geçen doktrine dayanarak, 1925 yılında verdiği nota ile konu ile ilgili görüşünü şu şekilde açıklamıştır:128 

“Mısır Hükümeti her zaman ve ısrarla, söz konusu sulama projesinin hiçbir şekilde Mısır’daki sulama faaliyetlerine zarar verecek nitelikte olmaması ve ayrıca bu ülkede, sayısı gittikçe artan tarım nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için, elzem olan muhtemel projelerine de zarar vermemesi gerektiği düşüncesindedir." 

Mısır’ın notada ileri sürdüğü görüş, yukarı kıyıdaş Sudan’ın yapmaması gereken eylemlere son derece geniş bir kapsam kazandırmıştır. Mısır’ın ilerideki 
muhtemel projelerine zarar verilemeyeceği öne sürülmekte ve Sudan’ın, Nil nehrinin kendi kesiminde, Mısır’daki suların doğal durumunu değiştirecek hiçbir eylememe girişmemesi gerekmektedir. 

Suriye gibi birden fazla nehre sahip olan devletler ise bu nehirlerin kullanımı ile ilgili komşu devletlerle yaptıkları görüşmelerde, memba veya mansap ülke 
konumunda olmalarına göre her iki görüşe de sahip çıkabilmekte ve birbiriyle çelişen farklı tutumlar sergileyebilmektedirler. Asi Nehri’nin kullanımında yukarı kıyıdaş ülke konumunda bulunan Suriye Türkiye'ye karşı Harmon Dokrini'ne yakın bir uygulama içindeyken, aşağı kıyıdaş ülke konumunda bulunduğu Fırat ve Dicle nehirlerinin doğal akımlarının değiştirilmesine karşı çıkmaktadır.129 

Bu doktrinin kabul edilip uygulanması durumunda üç sonuç ortaya çıkmaktadır; 130 

a) Uluslararası akarsuyun aşağı kıyıdaş devletin ülkesinde yer alan kesimindeki suların fiziki niteliğinde yukarı kıyıdaş devlet herhangi bir değişiklik yapamaz. 
b) Aşağı kıyıdaş devletin, uluslararası nehrin yukarı kıyıdaşça kullanılmasında veto hakkı vardır. 
c) Aşağı kıyıdaş devletin gelecekteki muhtemel kullanımları korunmaktadır. 

Sınıraşan sularla ilgili olarak yapılan genel ve özel nitelikli antlaşmalarda, Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini'ni destekleyen hükümler yoktur. Genellikle, bu 
antlaşmalarda, kıyıdaşların akarsularda "önemli değişiklik" yapamayacakları ya da "önemli zarar" veremeyeceklerini belirten benzer hükümler vardır.131 Doğal 
Durumun Bütünlüğü Doktrininin uluslararası hukuk açısından değerlendirilmesi sonucunda sınıraşan sulardan faydalanmada, kıyıdaş devletlerin ön anlaşmasını 
zorunlu kılan bir kuralın varlığından söz edilemeyeceği, kıyıdaş devletlerin ilerideki muhtemel kullanımlarını koruyan bir kuralın bulunmadığı, söz konusu doktrinin bir hukuk kuralı olmadığı ve reddedildiği ortaya çıkmıştır. Ayrıca, teori, sınıraşan sulardan faydalanma eylemlerini düzenleyebilecek yeterlilikte de değildir.132 

Yukarı da incelediğimiz iki doktrin birbirinin tam tersi olan durumları savunsalar da birbirleriyle çıkış noktaları bakımında yakın ilişki halindedirler. 
Mutlak Ülkesel Egemenlik Doktrini ile Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini arasındaki temel ayrım noktası, birinin yukarı kıyıdaşın diğerinin ise aşağı kıyıdaşın egemenlik konusundaki düşüncelerine öncelik tanınmasında yatmaktadır. Birincisinde yukarı kıyıdaş ülkesi sınırları içinde dilediği gibi davranma özgürlüğünü savunurken, ikincisinde aşağı kıyıdaş, ülkesine akan sularda bir başka ülkenin sınırları içinde yapılan değişikliğin kendi ülkesinde etkilerinin egemenliğine zarar verdiği düşüncesindedir. Birinci görüş, suların akış yönüne göre en yukarıdaki devletin, ikinci görüş en aşağıdaki devletin lehine görünmektedir. İşte tam bu noktada doktrinlerin ikisinin de iki aşırı ucu savunması birlikte değerlendirilmelerini kaçınılmaz hale getirmektedir. Ancak durum göründüğünden daha karışıktır. Zira bazen aynı akarsu bakımından bile, bir devletin hem aşağı hem de yukarı kıyıdaş olduğu dikkate alındığında, bir devletin birinci görüşü savunduğunda, aşağı kıyıdaş olduğu başka akarsular bakımından söyleyecek sözü kalmamaktadır. 

Ayrıca günümüzde uluslararası hukuk açısından ülke egemenliğinin, devletlere mutlak ve sınırsız bir hareket özgürlüğü tanımadığı kabul edilmektedir. 
Dolayısıyla devlet, kendi ülkesinde ülke egemenliğine dayanan hak ve yetkilerini kullanırken, uluslararası hukuk kurallarının getirdiği sınırlamalara uymak 
zorundadır.133 Bu sınırlamalarının başında ise, ülke egemenliğine dayanan hakların, başka devletlerin çıkarlarına zarar verecek şekilde kullanılmamasını öngören “sicutere tuo ut alienum non laedas (hakkını veya malını başkasını ızrar etmeden kullanmalısın/hakkın kötüye kullanılması yasağı)” sözü ile anılan genel nitelikteki teamülü kural gelmektedir. Her iki doktrini de bu minvalde hakkın kötüye kullanılması yasağı çerçevesinde değerlendirebiliriz. Acabey’e134 göre uluslararası antlaşmalarda her iki doktrinin de geçerliliği olmamakla birlikte bu görüşleri savunan devletlerin anlaşma masasına oturduklarında doğal olarak yumuşadıklarını ancak masaya otururken ellerini kuvvetli tutmak için bu görüşleri ortaya attıklarını belirtmiştir. Çeşitli pazarlıklarla ortak bir yaklaşım sağlanabilmektedir. Zaten sırf bu görüşler dikkate alınırsa suların en iyi şekilde kullanımı düşünülemez ve sorun devam eder. Bu bakımdan, Doğal Durumun Bütünlüğü Görüşü de Mutlak Egemenlik 

Görüşü gibi geçerliliğini yitirmiştir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

101 Sar, s.94 
102 Dursun, s.27 
103 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.45 
104 Sar, s.104 
105 Acabey, s.95 
106 Kesik, Ünal, Ortadoğu’da Su Sorunu ve Türkiye’nin Sınıraşan Suları(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Bolu 2009, s.13-14; KAPAN, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı,s.105; SAR, 104 vd. 
107 Mutlak ülke egemenliği doktrinin temel unsurunu ortaya koyan bu görüş, bir devlet içinde ulusal bir makama verilmiş mütalaa niteliğini taşıdığından 
uluslararası hukuk açısından başka devletleri bağlamamaktadır.Bkz. Sar, s.108 
108 Toklu, s. 21. 
109 Kesik, s.14; Acabey, s.97 
110 Dominyon: Büyük Britanya İmparatorluğunun, başka ülke ile aynı haklara sahip olan denizaşırı parçalarından her birini ifade etmektedir. Bkz. Yılmaz, s.173 
111 Acabey, s.99-101; Tiryaki, s.25 
112 Sar, s.124-125 
113 Tityaki, Mutullah, Sınıraşan Sular ve Fırat ve Dicle Nehirlerinin Durumu (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Gazi Üniversitesi, Ankara 2008, s.25 
114 Kesik, s.15; Sar, s.49-50 
115 Şimşek, s.52
116 Acabey, s.110 
117 Sar, s.50 
118 Sar, s.161-162; Acabey, s.11 
119 Sar, 173-176 
120 Tiryaki, s. 26 
121 Bir, s. 84 
122 Kıyıdaş hakları doktrini, kıyıdaş malikin arazisine giren suların doğal durumunu muhafaza ederek, hiç bir değişikliğe uğramadan akmaya devam etmesini öngörür. Başka bir ifadeyle yukarı-kıyıdaş durumundaki malik, kendi mülkünün aşağısındaki malikin arazisine akan nehir ya da ırmakların sularını doğal durumlarında ( yani olduğu gibi) bırakmak zorundadır. Bkz. Tiryaki, s.26-27; Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.48 
123 Ilgar, Rüştü- Khalef, Salem, Türkiye’nin Sınıraşan Akarsu Anlaşmalarına Coğrafi Açıdan Bir Bakış, Marmara Coğrafya Dergisi, S. 10, İstanbul Temmuz 2004, s.53-72, s.59-60 
124 Sar, s.220 
125 Sar, s.217; Karşı görüş :Doğal durumun bütünlüğü doktrinin “engelleyici” niteliği başka bir deyimle, yukarı kıyıdaşın yapabileceği her türlü fiziki değişikliği 
yasaklamak suretiyle sınıraşan sularda faydalanmayı yalnız aşağı kıyıdaşa bırakması bu doktrini eleştiren yazarların başlıca gerekçesini oluşturmaktadır., 
Bkz. SAR, s.240 
126 Sar, s.218 
127 Somuncuoğlu, s.34 
128 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.112 
129 Bilen, Özden, Ortadoğu Su Sorunları ve Türkiye, TESAV Yayınları, Ankara 2000, s.77 
130 Toklu, s.24 
131 Bir, s.88; Örneğin, 9 Aralık 1923 tarihli “Birden Fazla Devleti İlgilendiren Hidrolik Enerjinin Geliştirilmesi Hakkındaki Cenevre Sözleşmesi”nin 1 inci maddesinde, bütün kıyıdaşların faydalanma hakları saklı tutulduktan sonra, 4 üncü maddesinde ülkesinde bir hidroelektrik proje geliştirmek isteyen devletlere, diğer kıyıdaşlara ancak önemli bir zarar vermeleri durumunda, zarar görecek devletle görüşmede bulunma vecibesi yüklemektedir. Bkz. Sar, s.231-232 
132 Toklu, s.24 
133 Somuncuoğlu, s.34 
134 Acabey, s. 118-119 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder