OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN SON DÖNEMİ VE TÜRKİYE'Yİ BÖLME ÇABALARI (1908–1918) BÖLÜM 2
Savaş ilânı ve Osmanlı Seferberliği
1 Ağustos 1914'te Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Osmanlı yönetimi, savaşa girmekten kaçınıyor, ama seferberlik ilân ediyordu. Bunun üzerine kimi Ermeniler ve daha sonra bazı Kürtler, asker kaydolunmaya karşı çıkıyor; ama Kürtlerin büyük çoğunluğu asker kaydolunuyordu. İngiliz büyükelçi Sir Louis Mallet'in iddia ettiğine göre, Diyarbakır ilinde kimi Kürt ve Ermeni köylüler asker kaydına veya savaş amaçları için maddi yardımda bulunmaya karşı çıkıyorlardı. Yine Mallet'e bakılacak olursa, "Kürt önderlerin en müfsitleri" İran toprakları üzerinde bulunuyor ve orada Rus konsolosluk yetkilileri tarafından "dikkatle güdülüyorlardı". Bu Kürt önderlerin kimileri Rus yandaşı bir tutum izlenilmesini salık veriyor; bu önderler arasında Abdurrezzak da bulunuyordu. İran hududu ötesindeki bu Kürt önderlerin iyice örgütlenmiş ve silâhlanmış yandaşları vardı; dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğu ülkelerindeki Kürtlerden, askeri açıdan daha tehlikeli bir durum yaratıyorlardı.
İngiliz büyükelçi, Ruslar Erzurum ve Van illerini işgal ederlerse, İran topraklarındaki Kürtlerin, kendi seçeneklerini kullanarak, huduttan Türkiye'ye girmeleri olasılığının var olduğuna; Rus ve İran hudutlarından uzakta bulunan Kürt aşiretlerin, Rus etkisinden de uzakta bulunduklarına; Bedirhan ailesinin, "gerçek önderleri" olan ve etki merkezleri Diyarbakır iline bağlı Cezire'de bulunan Abdurrezzak'ın kardeşlerinin İngiliz yandaşı olduklarına inanıyordu. Yine Mallet'e bakılacak olursa, Osmanlı Kürtleri, ilk Rus zaferinden sonra Türkleri terkedeceklerdi. Sir Louis Mallet, bu konuda Sir Edward Grey'e 25 Eylül'de gönderdiği yazısını şöyle bitiriyordu:
"Sözü edilen bölgeleri (Doğu Anadolu) işgal eden yabancı bir güç, Türkler dışında tüm soylar tarafından hoş karşılanacaktır; ancak, işgal kökleştikten sonra ve yöneticiler çeşitli hizipler arasındaki toprak anlaşmazlıkları ve öteki sorunları çözümlemeye çalışınca, güçlükler başlayacaktır. Ancak, toprak anlaşmazlığı, Kürtlerle Ermeniler arasında sürekli bir sürtüşme nedeni olacaktır. Her iki halk da Türk yetkisine karşı aynı kini beslediği için birbirlerine yaklaşma belirtisi olmakla birlikte, her iki soy arasında, şu sırada, gerçekten içten ilişkiler kurulması için görünürde pek az ümit vardır".
Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa girişi ve Kürtleri kışkırtma önerileri
Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1914'de Birinci Dünya Savaşı'na giriyordu. 26 Aralık 1917 tarihli İngiliz gizli istihbarat raporuna bakılacak olursa, Osmanlı hükümetinin savaş amaçları, Rus tehlikesini ortadan kaldırmaya yönelikti. Bu rapora göre, İttihat ve Terakki yönetimi, Çarlık Rusya'nın İstanbul, Boğazlar, Doğu Anadolu, İskenderun ve İmparatorluğun tüm kuzey yarısını ele geçirmek için çevirdiği düzenlerden gerçekten korkuyor; Almanya'ya karşı "sigorta politikası" güden Türkiye'nin eski koruyucuları İngiltere ile Fransa tarafından Rusya'ya carte blanche (dilediği gibi davranma hakkı) verildiğine inanıyordu. Osmanlı yönetimi, Rusya'nın bu düzenlerini, onun geleneksel politikasından, Balkan savaşlarında oynamış olduğu rolden; Anadolu'da ıslahat yapılması için 1913 yılında izlemiş olduğu tutumdan; Kürtlerle çevirdiği düzenlerden ve Türkiye'yi İran aracılığıyla ablukaya almasından iyice kavramış bulunuyordu.
Savaş boyunca, Kürtlerin çoğunluğu, Türk yönetimine sadık kalıyor; Sultan-Halife'nin cihad çağrısına olumlu biçimde karşılık veriyor ve Ruslara karşı kahramanca savaşıyorlardı; ama, çıkar düşkünü, kendini beğenmiş ve serkeş kimi militanlarla, Kürt halkı temsil etmeyen birkaç sözde "önder", Osmanlı İmparatorluğu'na karşı cephe alıyor ve yabancıların çıkarları için çalışıyorlardı. Henüz 15 Aralık 1914'te, Doğu'da, siyasi sorunlar konusunda kitaplar yazan, "Arap bağımsızlık akımını" temsil eden, Kahire'de yayımlanan L'Egypt adlı gazetenin muhabiri olan ve kendisini Tonkin'deki Fransızların asbaşkanı olarak tanıtan Eugene Jung adlı birisi, Paris'teki İngiliz büyükelçiliğine giderek, M. Delcassé'nin başkanlığı altındaki Fransız yönetimi adına şu öneride bulunuyordu: "İngiltere, Fransa ve Rusya, yönetmekte oldukları İslâm toplumlarının önderlerine de danışarak, kendi ortak koruyuculukları altında Araplara bağımsızlık verdiklerini açıklamalı....ve aynı zamanda, doğrudan Peygamberin sülâlesinden gelen birisinin Halife olmasına yardımcı olmalıdırlar. Halife olacak bu kişiye, Hicaz ili sivil bir devlet olarak verilmeli ve böylece, Türkiye Sultanı'nın Halife olarak yetkisi ve milyonlarca Müslümanın ona karşı olan bağlılığı, en azından Arap dünyasının görüşünde, ortadan kaldırılmış olmalıdır". Jung, ayrıca, Kürtlere, İngiltere'nin koruyuculuğu altında özerklik sözü verilerek, Şerif Paşa aracılığıyla onların kullanılmasını öneriyordu; ama Jung'a güvenilmediği için bu önerileri pek ciddiye alınmıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu hudutları içindeki etnik ve dini azınlıkları ayaklandırmak konusu, 30 Aralık 1914'te, Paris'te, bağlaşıklar arasında yapılan gizli bir toplantıda yine gündeme geliyordu. Bu toplantıda, Sir Henry McMahon, İngiltere Dışişleri Bakanlığını; M. Gout ise Fransa Dışişleri Bakanlığı'nı temsil ediyorlardı. M. Gout'a, Fransa Savaş (Savunma) Bakanlığını temsil eden Albay Hamelin ve Dışişleri Bakanlığı sorumlularından M. Peretti; McMahon'a ise, İstanbul'daki İngiliz büyükelçiliği yetkililerinden G.H. Fitzmaurice ve Paris'teki İngiliz büyükelçiliği yetkililerinden Percy Loraine eşlik ediyorlardı. Görüşme sırasında M. Gout, Araplar arasında Türklere karşı bir akım kışkırtılmasını; Maronitler ve öteki azınlıklar arasında kışkırtmalarda bulunacak ajanlar kullanılmasını öneriyordu. Buna karşılık veren McMahon, bağlaşıkların etkin desteği olmadan bu denli isyanlar kışkırtmaya çalışmanın görünürde akıllıca olmadığını vurguluyordu.
Buna karşın, Ermeni, Maronit, (Nesturi) Süryani, Arap, Kürt ve öteki kimi halkların, savaş günlerinde, bağlaşıklarca veya onların gizli ajanlarınca isyana kışkırtılmış olduklarını gösterecek kanıtlar vardır. Aynı zamanda bağlaşıklar (İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya) arasında imzalanan gizli antlaşmalarla Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığı ortadan kaldırılıyordu. İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Mart/Nisan 1915'te yapılan İstanbul Sözleşmesi'yle Rusya'ya, İstanbul ve Boğazları kendi ülkelerine katmak hakkı tanınıyor; Fransa'ya, Suriye ve Kilikya (Çukurova)'yı kendi etkisi altına alması için söz veriliyordu. 26 Nisan 1915'te imzalanan Londra Antlaşması, ile, İtalya'ya, Anadolu'nun Antalya iline bitişik Akdeniz bölgesi ve Oniki Adalar tahsis ediliyor; Ocak-Mayıs 1916 arasında imzalanan Sykes-Picot anlaşması, Fransa'nın etki kesimini tanıyor; bu kesimi, Mezopotamya (Irak)'ta Musul'a kadar uzatıyor ve İngiltere'ye, Mezopotamya'da Bağdat'a dek uzanan ve Hayfa ile Akra'yı (Akkâ'yı) içine alan bir bölgeyi etkisi altına alma hakkı tanınıyordu. Buna karşılık olarak, Nisan/Mayıs 1916 arasında yapılan başka bir anlaşmayla, Rusya'ya verilecek ülkeler, Doğu'da Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini kapsamak üzere genişletiliyordu.
Ermeni yer değiştirmeleri (tehciri)
1915 yılı Ocak ayında, Türklerin Sarıkamış felâketinden sonra Rus orduları Doğu Anadolu'yu işgale başlarken, Kafkasya ve Türkiyeli Ermenilerden oluşan gönüllü milis güçleri onlara öncülük ediyorlardı. Bu birliklerden biri, Hasan Arfa'nın "kana susamış bir maceracı" olarak nitelendirdiği Antranik adlı bir Ermeni haydudun komutasındaydı. Bu Ermeni çeteleri, 1894–6 yılları arasında Anadolu'da patlak veren Türk-Kürt-Ermeni olayları sırasında öldürüldüklerini iddia ettikleri soydaşlarının öcünü almak için her türlü canavarlıklar yapıyor; 1915 ile 1918 yılları arasında, Türkiye'nin Doğu İlleri'nde, Arfa'nın tahminine göre, 600.000'i aşkın Türk ve Kürt öldürüyorlardı.
Bu sırada kimi Ermeni önder ve militanların düşmanlarla işbirliği yaptıklarını saptayan Osmanlı hükümeti, onları stratejik bölgelerden kaldırarak, pek zararlı olamayacakları yörelere sevk etmek kararını alıyordu. Bu kararı yerine getirirken, savaş koşulları, iklim değişiklikleri, kimi eşkıyanın Ermeni konvoylarına saldırıları, gıdasızlık, hastalık v.s.'den ötürü bazı Ermeniler yolda ve gittikleri yerlerde yaşamlarını yitiriyorlardı. Bu sırada, kendi aralarında yaşayan Ermeni ve Süryanileri İslâmın ve Osmanlı İmparatorluğu'nun düşmanı olarak gören Kürtler, onlara karşı saldırıya geçiyordu. Gizli bir İngiliz raporuna göre, Urmiye'deki Rus askeri gücünün komutanı Süryanilerle düzen çeviriyor ve onları, Kürt aşiretlere ve Türklere karşı savaşmaya kışkırtıyordu. Yine bu komutan, aynı zamanda, Süryanileri Ruslarla birleşmeye inandırmak için, Kürtleri, Türkiye-İran hududunda, Urmiye'nin birkaç kilometre batısında bulunan Mergevar ve Tergevar adlı ilçelerdeki Hıristiyan köylere saldırtıyordu.
Kürtler, o yöredeki ve Anhar köyündeki birçok Hıristiyanlara karşı sert davranıyor; Hıristiyan halk Urmiye'ye sığınmak zorunda kalıyordu. Bunun üzerine, sözü edilen Rus komutan, " kendi nefislerini savunmak" özrünü öne sürerek, Süryanileri, Kürtlere karşı silâha sarılmaya inandırıyor; bu düzenlerinde başarı sağlıyordu. Öteyandan, Urmiye'deki Rus konsolos yardımcısının çevirmeni P. Ellow, 6 Nisan 1915'de İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na Selmas'tan gönderdiği yazıya, Türklerin cihad ilân ettiğini kanıtladığını iddia ettiği 8 belge iliştiriyor, şöyle diyordu: "Müslümanlar, Urmiye, Selmas ve Kürdistan'da binlerce Süryani ve Ermeni'yi kırımdan geçirmiş bulunuyorlar".
Bu gelişmeler üzerine ve Rus yönetimince de sürekli kışkırtılan Eçmiyatzin (Echmiadzin) katolikosu, 1915 yılı Mayıs başlarında, bağlaşık devletler önderlerine gönderdiği yazılarda, Ermenilerin Türkler ve Kürtlerce kırıma tabi tutuldukları iddiasında bulunuyordu. Petrograd'daki İngiliz büyükelçi Sir George Buchanan da, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na 11 Mayıs'ta gönderdiği telyazısında, Rusya Dışişleri Bakanı'nın, "Bağlaşıkların, savaş sonunda, Türkiye'yi herhangi bir Ermeni kırımından sorumlu tutacaklarını açıklamak gerektiğine inandığını ve üç bağlaşık yönetimin (İngiltere, Fransa ve Rusya), aşağıdaki bildiriyi, saptanan bir günde, resmi gazetelerinde yayımlamasını önerdiğini bildiriyordu. Bildiri şöyleydi:
"Yaklaşık olarak geçtiğimiz ayda (Nisan), Ermenistan'ın (Doğu İlleri) Kürtleri ve Türk halk, Osmanlı yetkililerin de hoşgörüsü ve yardımıyla Ermenileri kırıma tabi tutmuşlardır. Bu denli kırımlar, yaklaşık olarak Nisan ortalarında Erzurum, Dertcha (?), Egin, Bitlis, Muş, Zeytun ve tüm Kilikya'da yer almıştır. Van yakınlarındaki 100 kadar köyün sakinlerinin tümü de öldürülmüştür. O kentteki Ermeni semti Kürtler tarafından çevrilmiştir... Osmanlı yönetiminin olaylarda parmağı olan tüm üyeleri ve ajanları, Ermeni kırımlarından kişisel olarak sorumlu tutulacaklardır".
Londra'da, Ermeni yandaşı İngiliz milletvekili Lord Bryce, Türkiye'deki Hıristiyanlara karşı yapıldığını iddia ettiği sözde "kırımlar" hakkında, 28 Temmuz 1915'te Lordlar Kamarası'nda bir soru soruyor ve hiçbir kanıta dayanmadan şöyle diyordu:
"Elbette ki Kürtler bunda başlıca rolü oynamışlardır. Aranızda, 1895 ve 1896 yıllarının korkunç olaylarını hatırlayanlar, Kürtlerin o sıralarda nelerden suçlu olduklarını anımsayacaklardır. Onların (Kürtlerin) şimdiki olaylar sırasında kadınlara karşı birçok canavarlıklarda bulunmuş olduklarını söylemeye gerek yoktur".
Bir süre sonra, Osmanlı hükümeti, kırım yapıldığı yolundaki iddiaları yadsıyor ve Ermenilerle Kürtler arasında yer alan olayların tüm suçunu bağlaşıklara yüklüyordu. Cemal Paşa da, daha sonra yayımladığı anılarında, "Türkler, Kürtler ve Ermeniler arasında 70 yıldan beri birikmekte olan nefrete" değiniyor; şöyle diyordu: "Yüzyıllar boyunca, barış içinde, birlikte yaşayan bu üç toplumu (ulusu) birbirlerine karşı öldürücü biçimde düşman yapmaktan sorumlu olan Moskof siyasetidir".
Rus-Ermeni Vahşeti
Türkiye'nin Doğu İlleri, Kasım 1914 ile Ekim 1918 tarihleri arasında bir savaş sahası oluşturuyor; askeri harekât alanı, kuzeyde Sarıkamış'tan, güneyde Hanikin'e ve batıda Erzincan'a dek uzanıyordu. Savaş sırasında Türkler gibi Kürt ve öteki Müslümanlar da insanca çok zayiat veriyorlardı. Rusya'nın Doğu Anadolu'yu işgali üzerine birçok Kürtler ve öteki Müslümanlar, Batı Anadolu'ya sığınıyor; geride kalanlar ise, Ruslar ve bağla-şıkları Ermenilerce her türlü zulüm ve gaddarlığa tabi tutuluyordu. İngiliz Albay Marsh'ın, Askeri İstihbarat Şefi'ne 24 Mayıs 1916'da gönderdiği gizli rapordan öğrendiğimize göre, Rus hükümeti, birçok ilçelerde küçük garnizonlarca korunan mevzileri "Kürtlerin ihanetinden" kurtarmak için cezai önlemler almak zorunda kalıyordu. Bu önlemleri uygulamada kullanılan Rus askerler, genellikle Kazaklardan, Ermeni milislerden ve çoğunluğu Ermeni olan hudut milisi ve askerlerinden oluşuyordu. Onlara, Rus düzenli ordusuna mensup olan ve yurttaşlarının Kürtler tarafından katledildiklerini iddia eden, Nazarbekof, Chernozubof ve Teremen gibi Ermeni generaller komuta ediyorlardı. General Teremen'in 1916 yılı Şubat ayında Suçbulak yakınlarındaki cezai harekâtı sırasında yakalanan, askerlik çağındaki her Kürt'ün katledildiğine dair çevrede söylentiler dolaşıyordu. Gerçekten, İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Tahran'daki ortaelçisi Charles Marling'e, 29 Mayıs 1916'da gönderdiği kapalı telyazısında, bu söylentilerin doğru olup olmadığını ve doğruysa, alınan bu "örnek önlemlerin" huduttaki aşiretler üzerinde etkisinin ne olduğunu saptaması talimatını gönderiyordu.
Kürtlere karşı girişilen Rus ve Ermeni vahşeti o kadar korkunçtu ki, Mekke Şerifi Hüseyin'le oğulları Faysal ve Ali, Rus askerlerin, "Kürt ilçelerindeki" davranışları konusunda, Kahire'deki İngiliz yüksek komiser Sir Henry McMahon aracılığıyla İngiliz yönetimine yakınıyorlardı. İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Rus yönetiminin bu denli davranışları desteklediği ve bunlar olmuşsa, Türklerle Kürtlerin Ermenilere karşı işlemiş oldukları "kor-kunç gaddarlıkların" öcünü almak iştiyakıyla davranan yerel, gönüllü milis güçlerinin eseri olduğuna dair Şerif Hüseyin'e bilgi vermesini yüksek komiser McMahon'a bildiriyordu.
Öte yandan, İngiliz İstihbarat Servisi mensuplarından Albay Sir Mark Sykes 5 Haziran 1916'da kaleme aldığı ve Araplarla Kürtleri Osmanlı Halifeliği'ne karşı kışkırtmak konusuyla ilgili gizli bir raporda şöyle diyordu:
"Ruslar, Arap ve Kürt-Arap politikasında işbirliğine heveslidirler; ama maalesef, onların personeli, Araplarla bağlayıcı zinciri oluşturan Güney Kürtlerinin ve Musul'la Diyarbakır bölgelerindeki Kürt ve Arapların zihniyetlerini ve yerel koşulları bilmiyorlar... Asker sıkıntısı çeken Ruslar, 'Güney Kürdistan'daki Ermeni milis gücünü kullanmak zorundadırlar; bu da, korkarım ki, ‘à outrance' direnişe, Müslüman göçmenlerin Musul'a akın etmelerine ve o yörelerdeki Osmanlı gruplarını birleştirecek söylentilere yol açacaktır".
"Asya'da Arabistan" başlıklı başka bir gizli raporda ise Sykes şu iddialarda bulunuyordu:
" Sağlanan son haberlere göre, Kürtler, Serdaşt-Revandız savaş kesiminde, Cihad'ın yeşil bayrağı altında, Rus birliklerine saldırmaktadırlar. Rus komutanlara, Kürt bölgesine girince, silâhsız tüm sivil halka, barışcı işlerini sürdürmek için izin vermeleri buyrulmuştur. Bunlar dışında, komutanların davranışları kısıtlanmamıştır".
Raporda yine iddia edildiğine göre, Ermeni asıllı Rus general Teremen'in Suçbulak yöresinde yapmış olduğu cezai harekât sırasında, askere alma çağında olan ve Şubat ayında yakalanmış bulunan Kürtlerin öldü-rüldüğü yolundaki söylentiler henüz doğrulanmamıştı. Öteyandan, uzun bir süreden beri Ruslardan para aldığı bilinen Abdurrezzak Bedirhan ve Simko adlı etkili iki Kürt önderin Ruslara ihanet ettikleri saptanmıştı. Abdurrezzak, kuzey Kafkasya'da göz hapsine alınmış; Simko ise Türklere katılmıştı.
Bu rapor, Albay Marsh tarafından da doğrulanıyordu. Bu İngiliz albay, İngiliz Askeri İstihbarat fiefi'ne 26 Mayıs 1916'da gönderdiği kapalı telyazısında şöyle diyordu:
"Uzun bir süreden beri Ruslardan para almakta olan Abdurrezzak Bedirhan ve Simko Bey adındaki etkili iki Kürt önder, yararsız ve hatta tehlikeli müttefikler olduklarını kanıtlamışlardır. Türklere yardımda bulunduğu için 1915 yılı Ocak ayında tutuklanan Simko, Rus genel kurmayının itirazına karşın Grand Dük tarafından özgür bırakılmış ve Kürtleri bağlaşıklardan yana çekmek amacıyla Bitlis'e özel siyasi ajan olarak atanan Prens Shakhovskoi'ye refakat etmiştir. Simko, Shakhovskoi'yin güvenini kazandıktan sonra Ruslardan kaçarak Türklere sığınmıştır; bir Ermeni subayın komutasındaki Kazak birlikleri onun peşine düşmüşlerdir".
Bu arada, Ermeni yandaşı, Türk ve Kürt düşmanı iddialardan yararlanan Ermeni dostu İngiliz milletvekili Aneurin Williams, İngiltere hükümetini, Ermeni yandaşı bir politika izlemeyi üstlenmeye sıkıştırıyor ve İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na 27 Eylül 1916'da sunduğu "Ermenistan'ın siyasi geleceği konusunda tasarı" başlıklı bir andıçta şöyle diyordu:
"Ermeniler, daha az gelişmiş bir halk tarafından ve özellikle, 2.000 yıldan çok bir süreden beri barışçı komşularını yağma eden ve soyan barbar Kürtler tarafından çevrilmiş bulunmaktadırlar". Aneurin Williams, İngiltere Dışişleri Bakanlığı sorumlularından Lord Robert Cecil'e 15 Mart 1917'de gönderdiği yazıda şöyle diyordu: "Kürtlerin, kimi yörelerde, çok sayıda Ermeni'yi rehine olarak tuttuklarını ve onları, kişi başına bir veya iki sterline teslim etmeye hazır olduklarını herhalde biliyorsunuz".
Türklere ve Kürtlere karşı yapılan bu dil uzatmalar bir türlü sona ermiyordu. 1917 yılı sonbaharında, İngiliz harekât ordusu başkomutanı General Allenby'nin Kudüs'ü işgalinden sonra, Türk General Cemal Paşa ve komutasındaki "Kürt güruhun", Filistin Musevilerine zulüm yaparak onları kırıma tabi tuttuklarına dair, Türkiye'yi destekleyen dünya Musevileri arasında söylentiler yayılıyordu. Ancak, İngiliz Devlet Arşivi'ndeki İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın 3055 sayılı dosyasında korunan 124949 sayılı belgeden de görüleceği gibi, bu söylentilerin hiçbir esası yoktu. Kudüs'teki İspanya konsolosu, İstanbul'daki İspanya ortaelçisi ve Vatikan da bu söylentilerin asılsız olduklarını kanıtlıyorlardı.
İngilizler Kürtleri Kullanmayı tasarlıyorlar
1917 yılında savaş bağlaşıklar için hiç de iyi gitmiyordu. Dolayısıyla, bağlaşıkların savaş gayretlerine yardımcı olur ümidiyle, Osmanlı İmparatorluğu hudutları içindeki azınlıkları kullanmak; onlar aracılığıyla isyan veya olaylar çıkartmak ve onlardan her bakımdan yararlanmak amacıyla kimi projeler üzerinde tartışmalar yapılıyordu. F.R. Maunsell adlı İngiliz uzman, İngiltere Savaş (Savunma) Bakanlığı sorumlularından Albay Gribbon'a 24 Ekim 1917'de gönderdiği bir yazıda, "Buhtan Kürtlerinin kullanılması olasılığına" değiniyor, şöyle diyordu: "Bu Buhtan Kürtleri, yaşamakta oldukları dağlık bölgeden uzakta harekete geçmeye inandırılırlarsa - ki bu kuşkuludur - onların izleyebileceği en kolay hat, Siirt yoluyla Diyarbakır'a karşı saldırıya geçmek ve böylece, Bitlis ve Muş'la olan ulaşımı kesmektir". Beş gün sonra gönderdiği başka bir yazıda ise, "Hizan'daki 30.000 Türk kaçağın kullanılması olasılığına" değiniyordu.
30.000'e yaklaşık Türk asker kaçağı ve Kürt'ün, Bitlis'in doğusunda, Hizan ilçesinde toplandığı bildirilmişti. Bu kaçakların kimileri, Bitlis'in güneyindeki Türk ulaştırma hatlarına saldırıyorlardı. Maunsell şu yorumda bulunuyordu:
"Bu kaçakların tümünün, Türkler için artık savaşmayı dilemeyen Kürt kökenli adamlar olması olasıdır. Savaştan önce Bitlis kenti ve ilçesi, hoşnutsuz Kürtlerin sürekli bir merkezi olmuştur; sonra 70 yıla yaklaşık bir süre önce Bitlis'i Kürt Beylerin yönetmiş olduğu hatırda tutulmalıdır... Sorun şudur: Hizan'daki hoşnutsuz Kürtler, Türk ulaşım hatlarına yapılacak saldırılarda en iyi biçimde nasıl kullanılabilir? şimdiki durumda, bu Kürtler, görünürde Bitlis geçidine saldırıda bulunmakla yetiniyorlar; ama bunun bize bir yararı yoktur. Belki Siirt yoluyla Diyarbakır'a sevk edilebilirler..., ama Türk askerlere açıktan açığa saldırmayı dilemiyorlar. Sonra Diyarbakır doğrultusunda yapılacak bir akımın bizim harekâtımıza pek az yardımı olacaktır. Ama, Kürtler, Bohtan ve Cezire yoluyla güneye doğru hareket etmeye ve Bağdat demiryoluyla Musul arasında başlıca ulaşımı oluşturan Nisibin-Musul yoluna saldırmaya inandırılırlarsa, kendi dağlarının sağladığı siperden ayrılmayarak, Dicle harekâtımız açısından oldukça etkili olabilirler..."
Yazısını sürdüren Maunsell, "Türklerin Pan-İslâmik teorilerini" yıkmak için görünürde en iyi projenin, "İslâmın merkezini Arap soylarına iade etmek" olduğunu; bu olursa, Kürtlerin, İstanbul'un bulunduğu batıya bakacaklarına, bakışlarını, en saygı-değer evliyaları olan Abdul Kadır Gilâni'nin mezarının bulunduğu Bağdat'a (güneye) çevirmeye gönüllü olacaklarını; Araplarla Kürtlerin Sunni mezhebine mensup olduklarını ve dini görüşlerinin Arap kökenli olduğunu iddia ediyor, şöyle diyordu:
"Onlar arasında propaganda yapmak amacıyla, Bağdat'taki hududumuzun kuzeyindeki bir noktadan, örneğin, "Khoshnau ve Girdi" aşiretlerinin yaşadıkları bir merkez olan ve orda muhtemelen bir Türk garnizonu bulunmayan "Shalhlawa'dan" uçaklarla bildiriler dağıtılamaz mı? Bu yöre, Erbil ile Revandız arasındadır. Veya Jaf yöresinde bulunan Halepça kullanılabilir... Bu bildirilerde, onların ulusal duygularına hitap edilebilir; yüce Selâhettin'in (Eyyubi), yüce tarihçi Bitlisli İdrisi'nin, Hakkâri Mirlerinin ve Bedirhan Bey gibi ırsi önderlerinin günlerindeki Kürdistan'ın görkemine değinilebilir. Ulusal özerklikle Kürdistan'ın geçmişteki görkemleri canlandırılabilir".
F.R. Maunsell, yine Albay Gribbon'a 5 Aralık 1917'de gönderdiği yazıda, "Pan-Turanizme karşı Kürt ulusçuluğu" projesini sunmayı dilediğini; yazısına eklemiş olduğu haritada, "Kürt ilçelerini" renklendirdiğini ve bundan da görüleceği gibi, "Kürtlerin, Turan hattını yaracak önemli bir takoz olarak kullanılabileceklerine inandığını" vurguluyor, şöyle diyordu:
"Medlerin ve M.Ö. 500'de Ksenofon'un askeri birliklerini hırpalayan Karduçi'lerin muhtemelen torunları olan Kürtler, kesinlikle Turan soyuna mensup değillerdir. Onların güneyinde yaşayan Sami kökenli Araplarla birlikte, Turan öğelerine karşı güçlü bir blok oluşturabilirler... Dolayısıyla, onlara özerklik sözü verilerek ulusal duyguları üzerinde çalışılabilir ve böylece, Türklerin, Turan zincirlerini birleştirmeleri önlenebilir".
Önerilen bu projenin uygulanması için resmi düzeyde çalışıldığını gösterecek belgeler İngiliz Devlet Arşivi'nde bulunamamıştır. Gerçekte, bu gibi belgeler dosyalardan çıkarılmış ve birçokları da tahrip edilmiştir. Buna karşın, bu projeye ilişkin olarak yapılan öneriler, İngiltere Savaş Bakanlığı'nda ilgiyle izleniyordu. Bu belgeler, İngilizlerin, Kürtleri istismar ederek nasıl kullanmayı dilediklerini göstermeleri bakımından büyük önem taşırlar.
Bolşevik İhtilâli ve Kürt-Süryani Çatışması
Batılı yazarlardan Stephen Pelletiêre şöyle der: "Birinci Dünya Savaşı'nın Doğu Anadolu bölgesini nasıl yıktığı Batı'da iyice bilinmiyor. Ruslar bu bölgeyi işgal ederken, oradaki gıda maddelerine el koyuyor; sulama tesislerini tahrip ediyor; bahçeleri yakıyor ve genellikle tüm Müslüman ülkeleri soyuyorlardı. Ancak, Rus Bolşevik ihtilâli bu durumu büsbütün değiştiriyordu. Eskiden Rusların koruyuculuğu altında bulunan Ermeniler ve Süryaniler, Bolşevik ihtilâlinden sonra büsbütün korumasız kalıyorlardı. Hıristiyan olan Süryaniler, Protestan İngiltere'yle ilişki kurmuşlardı, ama Ortodoks Rusya'yla da düzen çeviriyorlardı. Rus orduları Doğu Anadolu'dan çekilince, Süryaniler yalnız kalıyorlardı. Dağlık bölgede (Hakkâri dolaylarında) yaşayan Jelou (Celu) olarak bilinen ve Ruslarca silâhlandırılmış olan 25.000 Doğu Süryani savaşçıları vardı. Ruslar çekilince, evlerini bırakarak İran'a sığınmak zorunda kalıyorlardı.
1915 yılı sonbaharında, Jelou aşiretine mensup bu savaşçılar, güven içinde olmadıklarını sezerek, patrik ve ulusal önderleri olan Mar Shimoun tarafından, İran'ın Selmas ovasına ve Urmiye (Rezaiye)'ye sevkediliyor; oradaki Hıristiyan halka katılıyor; Amerikalı misyonerlerin koruyuculuğu altına giriyorlardı. Uzun yıllardan beri orda üslenmiş bulunan bu misyonerler, Nesturi (Süryani) Hıristiyanları Portestan yapmaya çalışıyorlardı. İngiliz yazar ve rahip W.A. Wigram'a göre, Türkler, Süryanilerle iyi geçinmeye çalışıyorlardı, ama, ABD bağlaşıklardan yana savaşa girmeden önce bile oldukça Türk düşmanı olan misyonerler aracılığıyla yapılmakta olan Rus ve Amerikan propagandası, onları, Ruslardan yana geçmeye inandırmıştı. Ancak, Ruslar Van'dan öteye ilerleyemedikleri için, Süryaniler, İran'a çekilmek kararını alıyor ve yol boyunca Oramar, Bervar ve Artoş'taki Kürt aşiretleriyle ve Şeyh Ahmet Barzani'yle çarpışıyorlardı.
1917 yılı sonlarına doğru, Süryani Patrik Mar Shimoun, Rusya'nın çöküşünden hemen önce ve sonra silâhlandırılmış bulunan 5.000 Süryani savaşçıya komuta ediyordu. Bolşevik ihtilâlinden sonra, o bölgedeki bağlaşık temsilciler, Süryanileri örgütlemeye çalışıyor ve geride kalan kimi Rus askerlerle birlikte, savaş kesimini Türklere karşı savunmada kullanıyorlardı. Gönüllü birkaç Rus ere ek olarak 6.000 silâhlı Hıristiyan seferber edilmişti. Bu gibi güçlü ve silâhlı bir Hıristiyan gücün varlığı, Urmiye kentinin Müslümanları ve özellikle Şikak aşireti önderi İsmali Ağa Simko'ca bir tehdit olarak görülüyordu.
O tarihe dek, Urmiye ilçesinin Müslüman ve Süryani köy halkı birbirleriyle iyi geçiniyorlardı; ama savaşçı Süryani dağ aşiretinin sahnede belirmesi üzerine durum çabucak değişiyordu. O bölgeye sığınan 25.000 kadar Süryani'nin hiç parası yoktu ve gördükleri her şeye para ödemeden el koymaya kalkışıyorlardı. Yerel ve yansız halk, onlara, gerçekte savaş durumu yüzünden kıt olan erzak sağlamak için bir neden görmüyordu. Bunun üzerine Jelou Süryanileri, pazarları yağma etmeye başlıyor; kimi Müslümanlar mallarını savunmaya yeltenince, daha önce Müslümanlara dost görünen yerel Süryanilerin de yardımlarıyla, Jelou Süryanileri Müslüman halkı kırıma tabi tutuyorlardı. Her geçen gün birçok kişinin ölümüne neden olan bu olayları durdurmak amacıyla Papa'nın temsilcisi Mgr. Sontag Süryanileri etkilemeye çalışıyor; ama Amerikalı misyoner Dr. Shedd müdahalede bulunmaya karşı çıkıyor; Süryanileri destekliyor ve onları, İran katlarına ve halkına karşı kış-kırtıyordu.
Simko, Mar Shimoun'u niçin ve nasıl öldürdü
Bu sıralarda, bağlaşıklar, Kafkasya halklarını, kendilerinden yana ve Türklere karşı savaşmaya tahrik ediyor, ama Müslümanlar, Gürcüler ve hatta kimi Osmanlı Ermenileri buna karşı çıkıyor; yalnız savaş düşkünü Jelou Süryanileri Türklere karşı savaşmak meyli gösteriyorlardı. Bunun üzerine, bağlaşıklar, Rus ordusunca kullanılmak üzere Tiflis'te birikmiş oldukları savaş malzemesini Süryanilere dağıtmak amacıyla Urmiye'ye sevk ediyorlardı. Başta Patrik Mar Shimoun ve Ağa Petros adlı kışkırtıcı komutanları olmak üzere, Süryaniler, Urmiye'yi ve daha sonra Selmas bölgesini, savaşta resmen yansız kalan bağımsız ve egemen bir devlete ait olmalarına karşın, ele geçirerek orda ulusal bir yurt kurmayı amaçlıyorlardı.
Şakak aşiretine mensup Kürt önder İsmail Ağa Simko, oraya sığınan Hıristiyan göçmenlere karşı düşmanlık duyguları beslemekle birlikte, yansız kalıyordu. Süryanilerin, Kürtlerce meskûn bulunan Hakkâri dağlık ve kurak bölgesine döneceklerine, o sırada Süryanilerce işgal edilmiş bulunan verimli bölgede bağımsız veya en azından özerk bir statü sağlamak niyetinde olan Süryani önder Mar Shimoun, geçici bir süre için bile olsa, yerel Kürtlerle işbirliği yapılmadan bu plânını gerçekleştiremeyeceğini anlıyordu. Aynı zamanda, bağlaşıkların zaferinden ve Türklerin yenilgisinden sonra, o bölgenin Kürtlerini ortadan kaldırmayı ümit ediyordu. O sırada, Simko, o bölge-deki en etkili Kürt önderdi; dolayısıyla, Mar Shimoun, yerel bir Ermeni aracılığıyla Simko'yla ilişki kuruyor ve aralarında bir görüşme yapılmasını sağlıyordu. Görüşmenin, Selmas ilçesine bağlı Şahpur ve Simko'nun yaşadığı Çehrik kentleri arasında bulunan Köhne-Şehir köyünde yapılması ve bölgeye giren Türklere ve İran'ın yasal yönetimine karşı ortak harekâta geçilmesinin görüşülmesi kararlaştırılıyordu. Ancak, görüşmeden önce, Simko, bunun başarı şansını ölçüp tartıyor ve Türkiye hududuyla Urmiye Gölü arasındaki "Kürt kesiminin" yöneticisi olacaksa, kendi yetkisine asla boyun eğmeyecek olan ve o sırada bağlaşıklarca desteklenen Süryanileri ve Jelou Hıristiyanlarını ortadan kaldırması gerektiğini düşünüyordu.
25 Şubat 1918 tarihinde (bazı yazarlar bunu 3 Mart veya Martın 3. haftası olarak verirler), Patrik Mar Shimoun, refakatinde silâhlı 140 Jelou Süryani savaşcı ve 2 top olduğu halde, Köhne-şehir'e ulaşıyordu. Simko kuşku yaratmamak için, silâhlı birkaç adamıyla beliriyor; ama iki önder arasında yapılan görüşmeden sonra birçok silâhlı Kürtler de toplantı yerine ulaşıyorlardı. Toplantı bir evde yapılıyordu, ama Simko, daha önce, kendi silâhlı adamlarını, bitişikteki evlerin yassı damlarına yerleştirerek pusuya yatırmış bulunuyordu. Atlarından inen Süryani savaşcılar, atlarıyla birlikte meydanda bekleşiyorlardı. Toplantıdan sonra, Mar Shimoun, Simko'nun refakatinde evden çıkıyor ve dışarıda, her iki önder, oldukça dostane biçimde el sıkışıyordu; ama Mar Shimoun atlı arabasına binince, Simko, muhafızlarından birinin silâhını elinden alarak Mar Shimoun'u arkadan vuruyordu. Mar Shimoun yere yıkılınca, Simko'nun kardeşi tabancasını çekerek onu öldürüyordu. Simko'nun ateş edişini bir işaret olarak bilen Kürtler de hep birlikte silâhlarını patlatmaya başlıyor ve birkaç an içinde, Süryani muhafızların çoğunluğunu atlarıyla birlikte öldürüyorlardı. Onlardan pek azı kaçıp kurtulabiliyordu. Kurtulanlar arasında, Mar Shimoun'un küçük kardeşi David de bulunuyordu. Bu olaydan sonra Simko, adamlarıyla birlikte, Köhne-şehir'den ayrılarak Çehrik'e sığınıyordu.
İngiliz kaynaklarına bakılacak olursa, Mar Shimoun'u görmeye giden İran'lı elçiler, ona, Selmas'ta ikamet eden ve "oldukça kötü ad yapmış olan bir Kürt aşiretinin önderi ve eşkiya olan" Simko'yla görüşmesini önermiş; Mar Shimoun da bunu kabul etmişti. Bu arada Simko, "Tebriz'den gelen elçilerin de bilgisi ve kasti plânlarıyla", ikametgâhının bitişiğindeki evlerin damlarında silâhşörlerini pusuya yatırıyordu. "Kürt eşkıya önderiyle" yapılan görüşme bitince, Patrik, kendisini muhafızlarının beklediği avluya çıkınca, kurşun yağmuruna tutuluyor ve adamlarından yalnız altısı kaçarak kurtuluyor ve işlenen "komplo ve cinayetler" hakkında bilgi veriyorlardı.
Süryaniler Öç Peşinde
Süryaniler bu olayları duyar duymaz, Mar Shimoun'un kızkardeşi, onlara, bulabilecekleri gücüyetmez ve masum Müslümanlardan öç almayı emrediyordu. Gemi ağıza alan Süryani silâhşörler, hiç ayrım yapmadan yüzlerce Müslüman erkek, kadın ve çocuğu öldürüyor; evlerini yağma ediyorlardı. Bir Süryani aşiret mensubu şu demeci veriyordu: "Mar Shimoun'un ölümünden sonra artık Kürt tutsak almaz olduk". O sırada Çehrik (Chara)'teki kalesinde bulunan Simko'yu cezalandırmak amacıya Ağa Petros ve Malik (Melik) Khoshaba komutasında bir Süryani gücü ivedilikle seferber ediliyor; 36 saat süren çarpışmadan sonra Simko yenilgiye uğratılıyordu. Batılı yazar Perley'in iddiasına göre, Simko'nun kalesinde, Tebriz'in İranlı valisince gönderilmiş bulunan ve Mar Shimoun'un öldürülmesini talep eden bir mektup bulmuşlardı. Ancak, İngiliz Devlet Arşivi'nde, bu iddiayı doğrulayıcı herhangi bir belge bulunamamıştır.
Çarpışma sırasında birçok kişiler yaşamlarını yitiriyor, mal ve mülk tahrip ediliyor ve her iki yan da yağma davranışlarında bulunuyordu. Simko'nun kardeşi ölüyor; kendisi ise yaralı olarak, 200 adamıyla birlikte Hoy'a kaçıyor; o tarihten sonra kaçak yaşam sürmeye başlıyordu. Süryanilerin Müslümanlara karşı işledikleri vahşet o kadar dayanılmaz bir kerteye geliyordu ki, 1918 yılı Mart ayı sonunda, Kotur yakınındaki Yezidekent sakinleri adına 6 Kürt aşiret önderince imzalanan bir dilekçe, Van komiserine gönderiliyordu. Bu dilekçede, Süryanilerin, İranlıların silâhlarını almak ve kenti tahrip etmek amacıyla Hoy doğrultusunda ilerledikleri; Van ilçesine girerek "sadık Kürt halkı" öldürecekleri bildiriliyordu.
İngiliz İstihbarat Servisi mensubu Binbaşı E.W.C. Noel, bu olaylardan çok sonra, 1919 yılı Mayıs ayında kaleme aldığı bir raporda şöyle der:
"1916 (?) yılının ilkbahar ve yazında, Rus ordusunun ve ona eşlik eden Hıristiyan öç ordusunun işgal ederek tahrip ettiği bölgede yapmış olduğum ve 3 ay süren gezi sonunda, Albay Ağa Petros'un mektubunda Türkler aleyhine yapmış olduğu şikâyetler kadar, Türklerin de kendi düşmanlarına karşı güçlü şikâyetleri olduğunu söylemekte zerre kadar kuşkum yoktur. Yerel sakinlerin ve görgü tanıklarının genel ifadelerine göre, Ruslar, kendilerine eşlik den Nesturi ve Ermenilerin önerileri ve kışkırtmalarıyla, - ki bunda bizzat Ağa Petros baş rolü oynamıştır -ellerine düşen Müslüman sivil halkı, hiç ayrım yapmadan kesip öldürmüşlerdir. Revandız kentinin tahribi ve ora halkının toptan kırıma tabi tutulmuş olması bunun tipik bir örneğini oluşturur. Revandız ve Neri ilçelerinden geçen bir gezginci, orada, Hıristiyanların Müslümanlara karşı genel ve toptan yapmış oldukları vahşetin belirtilerini bulacaktır. Bundan daha korkunç ve daha yaygın bir olay düşlemek güç olacaktır".
Ermeni Militanlar yine sahnede
Militan Süryanilerin bu vahşeti sürerken, militan Ermeniler de rahat oturmuyorlardı. Doğu Anadolu'da korkunç eylemlerde bulunan, ama Türk ordusu önünden kaçarak, Ağa Petros komutasındaki Süryani milis gücüyle bağlantı kurmak üzere çeteleriyle birlikte İran topraklarına giren Ermeni çete başı Antranik, bağlaşıkların tahrikiyle kuzeyden Hoy'a saldırıyordu. Bu sırada Şahpur'u işgal eden Süryani milisler, oradaki masum Müslüman halkı korkunç bir katliamla ortadan kaldırdıktan sonra, güneyden Hoy üzerine yürümeye başlıyordu. Ancak, Hoy halkı, Türk güçleri ulaşıncaya dek Antranik'in milis gücüne karşı direniyor; onun plânlarını altüst ediyor; Antranik, Erivan'a doğru geri çekilmeye zorlanıyor; Ağa Petros ve milisleri ise Urmiye'ye dönüyorlardı.
Gümrü'deki İngiliz istihbarat subayı Robert McDowell'in Yüzbaşı Gracey'e 25 Nisan 1918'de gönderdiği yazıda, Ermenilerle Süryanilerin İngiliz denetimi altında askeri sahada işbirliği yapmaları olasılığına değiniyor, şöyle diyordu:
"Dağ Süryanilerini Antranik'le birleşmeye inandırabileceğime güvenim vardır. Onlar, yaklaşık olarak 7.000 adamdan oluşacaktır... Emir Han gibi Kürt önderleri ve Çölemerik Kürtlerini, ya yansız kalmaya, ya da bizimle birleşmeye, doğrudan doğruya, veya kimi Süryanilerin aracılığıyla inandırabileceğim... Urmiye ve Sırdaşt arasındaki Kürtlerin daha bir çoğunu kazanarak, Süleyman Han'ın işini sürdürebileceğim".
İngilizler Süryanileri istismar etmeyi tasarlıyor
Bu arada, İngiliz General Dunsterville, Urmiye bölgesindeki Hıristiyan Süryaniler hakkında bilgi sağlıyor ve onları yeterince silâhlandırarak, birkaç İngiliz subayın komutasında, Türklerin ulaşım hatlarını tehdit edebilir ümidiyle onlarla ilişki kuruyordu. O sırada Türkler Culfa'dan hareket ederek Tebriz'i işgal etmişlerdi ve onların Bakü'ye girerek petrol kaynaklarını ele geçirmelerini önlemeye çalışıyordu. Dunsterville, bu amacı gözönünde tutarak, Zancan ve Tebriz arasındaki Mianeh'i işgal ediyor; Sayın Kale'ye süvari birlikleri ve Urmiye'ye bir uçak gönderiyordu. Uçağın pilotu, Teğmen Pennington, Hıristiyanlar tarafından iyi karşılanıyordu. Yapılan görüşmede, Süryani müfrezesi Urmiye ile Suçbulak (Mahabad) arasındaki Türk ve Kürt güçlerini yararak Sayın Kale'ye (Şahin Kale ?) gitmesi; oradaki İngilizlerden silâh ve mermi alması ve Tebriz'le Culfa arasındaki Türk ulaştırma hatlarına saldırmak amacıyla Urmiye'ye dönmesi kararlaştırılıyordu.
Bu operasyonun birinci evresi bütünleniyordu; ama yola geç çıkan Süryani müfrezesi, Sayın Kale'ye saptanan tarihten sonra ulaşıyor ve İngiliz bölüğünün oradan ayrıldığını öğreniyordu. Süryani müfrezesi Sayın Kalede'yken, Türklerin kuzeyden Urmiye'ye saldırmalarını önlemek amacıyla Selmas ovasına gönderilen Süryani birlikleri, Urmiye'ye çekiliyor ve Ağa Petros'un güneye çekildiğini öğrenince, terkedilmiş olduklarını sanıyorlardı. Türklerin sahnede yeniden belirmesi üzerine, Simko ve öteki Kürtler yine tehdit edici bir tutum izlemeye başlıyor ve bundan paniğe tutulan Süryaniler, karıları, çocukları ve sürüleriyle kentten kaçmaya başlıyor; Mahabad bölgesindeki Kürt aşiretleri yarmayı başarıyor, ama General Ali İhsan Paşa'nın Tebriz'e vali atadığı İran'lı Majd-es-Saltaneh'in gönderdiği bir İran müfrezesi tarafından Miandab'da saldırıya uğruyor ve ağır zayiat veriyorlardı. Yapılan çarpışmalar sırasında Kürtlerle Süryaniler birbirlerine hiç acıma göstermiyor; 10.000'e yaklaşık Süryani de dahil olmak üzere, birçok kişiler ölüyor veya tutsak ediliyordu. Ancak 50.000'e yaklaşık Süryani, Sayın Kale'ye ulaşıyor; oradan Hamadan'a götürülüyor; Hamadan'da İngiliz koruyuculuğu altına alınarak daha sonra Irak'a sevkediliyorlardı.
Savaşın Sonu;
30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Bırakışması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisi kesinleşinceye dek, başta İngiltere, Fransa ve Rusya olmak üzere, Bağlaşık Devletler, uzun yıllar o İmparatorlukta güven, barış ve gönenç içinde yaşamış olan Rum, Ermeni, Süryani, Kürt ve öteki etnik ve dinsel toplumları kendi çıkarları için ve bol sözlerle çelerek ayaklandırmışlar; Anadolu halklarını birbirlerine kırdırmışlar ve onlara vermiş oldukları sözleri, kendi çıkarları sağlandıktan sonra unutmuşlardır.
Ancak, bu düzen, kışkırtma ve istismar politikalarını Türk Kurtuluş Savaşı döneminde de, Lozan Konferansı'na dek ve dahası, ondan sonra da ve belki günümüze dek sürdüre gelmişlerdir..
http://www.ttk.gov.tr/tarihveegitim/osmanli-imparatorlugunun-son-donemi-ve-turkiyeyi-bolme-cabalari-1908-1918/
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder