5 Aralık 2017 Salı

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 4

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 4


2.2. ABD’nin “yayılmacı siyasetinin” Ortadoğu’da yansımaları: 

 Günümüzün tek egemen gücü ABD, kendi gücünü ve hâkimiyetini devam ettirebilmek için dünyanın her yerinde yayılmacı bir politika yürütmektedir. Bu durum günümüzde her ne kadar ABD ile özdeşleştirilse de esasında ABD’ye özgü değildir. Devletlerin ve imparatorlukların tarihi incelendiği zaman, hepsinin büyük güç haline gelebilmek ve sağladıkları gücü devam ettirebilmek için kendi dönemlerinde stratejik olan bölgelere, kaynaklara ve bu kaynaklara yakın yollara hâkim olmak istedikleri görülür. Roma İmparatorluğu, Osmanlı Devleti, İngiltere Krallığı’nda nasıl olmuşsa günümüzde de ABD için aynı husus geçerlidir. Fakat ülkeler bulundukları çağın gereği olarak yayılmacı politikalarını uygularken amaç, araçlar ve tarz farklılıkları gösterebilirler. Sanayi devriminden önceki zamanları ele alacak olursak, baharat ve ipek ülkeler için kritik üretim maddesi idi ve baharata ve ipeğe sahip olmak ve bunların üretildiği ve nakledildiği bölgelere hâkim olmak önemli olduğundan yayılma politikası bu çerçevede gerçekleşiyor du. Sanayileşme sonrasında ise baharat ve ipeğin yerini üretim, ulaşım ve modern yaşamın devamı için zaruri olan enerji kaynakları aldı. 

Dolayısıyla günümüzde bu enerji kaynaklarına sahip olan veya enerji kaynaklarını kontrolü altında tutan ülkelerin dünyada egemen güç olacağı söylenebilir.83 

Soğuk Savaş sonrasında dünyanın tek egemen gücü ABD olmuş ve bu konumunu devam ettirebilmek için yayılmacı siyasetine devam etmektedir. ABD’nin Yeni Dünya Düzeni söylemi ile kastettiği de aslında, Amerika’nın politik ideolojisinin dünyaya hâkim olduğu bir sistemdir.84 

 ABD’nin dünya genelinde uyguladığı yayılmacı siyasetin sebeplerini birkaç maddede toplayacak olursak; bunlardan ilki, ABD’nin kendi vatandaşlarının 
ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamak ve memnuniyetlerini sağlamak için daha çok enerji kaynaklarına ihtiyaç duymasıdır. Amerikan arabalarının silindir hacminin 3000- 5000 cc arasında olmasından bu durum çok rahat görülebilmektedir. Ancak ABD vatandaşlarının bu yüksek standartta olan yaşam tarzlarını kendi topraklarında karşılayabilmesi mümkün değildir. Bu kaynakları elde etmek için ABD’nin diğer dünya ülkelerinden kaynak elde etmesi gerekiyordu. Meseleye bu açıdan bakıldığı zaman ABD’nin kendisinden binlerce kilometre uzaklıkta bulunan Kore, Vietnam, Afganistan, Irak gibi ülkelerde yürüttükleri savaş ve operasyonların sebepleri daha anlaşılır olmaktadır. İkinci olarak, savaş sırasında üretime hız veren ABD’nin, savaş sonrası sanayi ve tarım üretiminin kendi ihtiyaçlarının çok ötesinde geçmesine neden olmuştur. 
Bu sebeple ABD’nin siyaset yapıcıları ve ekonomistleri ihtiyaç fazlası ürünleri satmak hem de ekonomik büyümeyi hızlandırmak için yabancı pazarlara girilmesinin gerekli olduğunu inanıyor, hatta bunun sağlanması adına gerekirse saldırgan bir dış politika izlenmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu yayılmacı politikanın nedenlerinden son olarak üçüncüsünü; ABD’ye yön veren aydınlar ve akademisyenler arasında sosyal Darvinizm85 ve ırkçılık düşüncelerinin yaygınlaşması şeklinde ifade edebiliriz. 

Bu düşünce akımının etkisi ile ABD, beyaz ırkı diğer ırklardan üstün sayarak zayıf ve geri kalmış, diğer dünya ülkelerini medenileştirmek ve Hıristiyanlaştırmak istiyordu.86 
Ortadoğu bölgesi için de yayılma politikaları bunlardan çok farklı değildir. ABD gerek Ortadoğu’daki enerji kaynaklarına sahip olmak veya kontrol altında tutmak, gerekse bölgede kendi istediği çizgiye gelmeyen ve kendi güttüğü politika dışında hareket eden ülkelere saldırı düzenleme hakkını kendinde görmektedir.87 ABD prensip olarak uzlaştığı yani istediğini aldığı ülkelere karşı herhangi bir operasyon yapmaz. Örnek verecek olursak Suudi Arabistan, ABD ile anlaştığı sürece istediğini masrafsız alacağından çatışma ortamı doğuracak durumlara girmez. Ancak istedikleri noktasında uzlaşma sağlayamazsa, farklı yollara ve taktiklere başvurarak istediğini mutlaka alır.88 

 ABD bu politikaları kullanarak Ortadoğu bölgesine de hâkim olmuştur. Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile birlikte Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa söz sahibi olarak 
görülmektedir. Ancak ikinci dünya savaşı sonrası bu iki ülkenin zayıflamasını neticesinde Ortadoğu üzerindeki etkileri zayıflamıştır. Bunların çekilmesi ile aynı 
zamanda, bu bölgenin stratejik önemi nedeniyle ABD bölge üzerinde kontrol sahibi olmuş ve günümüze kadar bölge üzerindeki etkisini artırarak, bölgenin en önemli gücü haline gelmiştir.89 

 ABD Ortadoğu ve dünya üzerindeki yayılmacı siyasetini yürütürken genel itibarı ile asıl hedeflerini gizleyerek, politikalarına dünya kamuoyunda tepki çekmeyecek insan hakları, demokrasi, daha fazla özgürlük ve kadın hakları gibi kılıflar uydurmaktadır. 
Mahir Kaynak ABD politikalarını şöyle değerlendirmektedir; 

“Konu ele geçirmektir. Burada eğer önünde bir engel var ise, orada yerleşmiş bir yapı var ise, demokrasi adına oraya müdahale edilecektir. Oradan demokrasi talep edilecektir.”90 

ABD Ortadoğu bölgesine müdahale ederken de benzer söylemler kullanıp asıl amacını gizlemekte ve her zaman petrol ve enerji kaynakları gibi hususları dile getirmekten kaçınmaktadır. ABD CIA’nin eski yöneticisi James Woolsey, 11 Eylül saldırılarından sonra, ABD’nin Ortadoğu için yürüttüğü mücadeleyi 

“4. Dünya Savaşı başladı. Terörizme karşı savaş bunun sadece bir parçası. Bu savaş 20. Yüzyıl boyunca inşa edip savunduğumuz liberal uygarlığa, Arap ve Müslüman dünyasından gelen tehditlere karşı demokrasiyi genişletme savaşıdır”.91 şeklinde ifade ederek, bu savaşın bölgeye özgürlük getirilene dek devam edeceğini iddia etmiştir. Benzer bir hedef saptırmayı Irak’ın işgali sırasında da görüyoruz. 
ABD’nin Irak’ı işgal bahanesi olarak öne sürdüğü kitle imha silahlarının esasında bir bahaneden ibaret olduğu, asıl maksadın Irak petrolleri olduğu daha sonra anlaşılmış, eski Savunma 

Bakanı Donald Rumsfeld daha sonraki yıllarda yazdığı kitapta kitle imha silahları meselesinin yalan olduğunu itiraf etmiştir.92 

 ABD bölgede kendine gösterilen direnci dikkate almakla beraber uluslararası örgütlerin kendilerine gösterdiği hak ihlalleri ve savaş suçu tepkilerini de hiçe sayarak Ortadoğu’da kanlı eylemlerini demokrasi yalanları ile süsleyerek örtbas etmeye çalışmaktadır. ABD bu örtbas sağlayabilmek radyo, televizyon, dergi gazete ve internet için her türlü medya organını çok etkin bir şekilde kullanmaktadır. Bu araçlar kullanılırken herkesin saygı duyup kabul ettiği demokrasi, insan hakları, fikir hürriyeti, gibi konu başlıkları altında gizliden kendi fikirlerini dayatmaya çalışmaktadırlar.93 

2.3. 11 Eylül terör saldırısı sonrası ABD’nin yeni Ortadoğu Politikası: 

 Clinton yönetiminin Ortadoğu politikasını başarısız gören George W. Bush, Ocak 2001 tarihinde göreve başlamış ve bu politikaları kökten değiştireceğini iddia etmiştir. Bush liderliğindeki yeni yönetimin Ortadoğu politikası bölgeye ilişkin özellikler de taşımakla birlikte küresel siyaset ve ABD’nin liderliğini tesis etme projesinden de büyük ölçüde etkilendi. Bush yönetiminde etkin görevlere gelen yeni muhafazakârların ideolojisi, özellikle ilk döneminde büyük ölçüde Bush yönetiminin politikalarına yön vermiştir. Amerikan küresel liderliğinin hem Amerika için, hem de dünya için iyi olduğuna inanan yeni muhafazakârlar, Amerika’nın liderliğini kurmak ve güçlendirmek için gerektiğinde büyük askeri gücünü kullanmasından yanaydılar.94 
Yeni Muhafazakârlar 1997‘de başlattıkları Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi çerçevesinde 21. yüzyılda yeni bir Roma imparatorluğu kurma hayalini dile getirmişlerdir. 
Her ne kadar Bozaslan bu olayı “Seyyid Kutb gibi, savunma zorunluluğu için cihattan başka seçenek göremeyen Bin Ladin 11 Eylül terör saldırılarını gerçekleştirmiştir” 
şeklinde masumlaştırmaya çalışsa da gerçekleştirilen 11 Eylül saldırılarının hiçbir masum yanı görülmemektedir.95 Bu saldırı sonrasında ABD’de yıkılan ikiz kulelerin dehşet verici görüntüleri arasında terörün insanlık dışı yüzü sergilenip, günler geceler boyunca teröristlerin ne denli acımasız ve insanlıktan uzak olduğu anlatılmıştır.96 

2002’de Amerikan şehirlerine yapılan saldırıların Neo-con’lara dünyayı Amerikan çıkarları ve değerleri doğrultusunda yeniden şekillendirmeleri için gereken fırsatı 
yarattığı yönünde görüşler mevcuttur. Bazı yazarlara göre, saldırılar sayesinde komünizmin ortadan kalkmasıyla, ABD’nin çıkarlarını korumak amacıyla yapacaklarını meşrulaştırmak için ihtiyaç duyduğu düşman bulundu. 
Bu düşman, saldırıyı düzenledikleri iddia edilenlerin kökeni dolayısıyla İslam‘dan kaynaklanan uluslararası terördü. 
11 Eylül saldırıları Amerikan politikasında köklü değişikliklere yol açtı. Clinton döneminde yönetimin politikalarını eleştiren yeni muhafazakârların Amerika’nın küresel liderliğini desteklemek amacıyla 1997’de kurduğu düşünce kuruluşu Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi çerçevesinde yayınladıkları raporlarla ABD’nin tekrar Ronald Reagan döneminde olduğu gibi “askeri güç ve ahlaki açıklık” politikası gütmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu ideolojiyi savunanlar 11 Eylül saldırılarından sonra hem Bush yönetimi içindeki ağırlıklarını arttırdılar, hem de politikalarına kamu desteği sağlamaları kolaylaştı. Böylece 2002’de geliştirilen yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi Bush yönetiminin yeni politikasının ilkelerini ortaya koydu. Amerikan hegemonyasının tesisi için ABD artık “kuşatma” politikası değil, “önleyici savaş” doktrinini geliştiriyordu. 
Bu tür savaşlara girişirken de BM gibi uluslar arası kuruluşların desteğine illa da ihtiyacı yoktu.97 

 Bush yönetiminin yeni stratejisi; ABD’nin düşmanı olarak tanımlanan devletin herhangi bir saldırısından önce, bu devlete dikkat etmeyi, saldırmayı ve hatta rejimini değiştirmeyi öngörür. Bush doktrini olarak adlandırılın bu strateji, Soğuk Savaş dönemindeki “caydırıcılık” ve “çevreleme” stratejilerinden de farklıdır.98 

 Bush doktrini ile ilgili Condoleezza Rice şu ifadeleri kullanmıştır. “Bugünün tehditleri, büyük ordulardan ufak terörist gruplara, güçlü devletlerden küçük devletlere kaymıştır. 11 Eylül hiçbir şüpheye yer bırakmadan göstermektedir ki, ABD güvenliği tıpkı İç Savaş ve Soğuk Savaş dönemlerinde olduğu gibi yaşamsal bir tehdit altındadır.” 
Başkan Bush’un yeni güvenlik stratejisinin ayaklarından bazıları Rice’ın makalesinde şöyle sayılmıştır: “Barışı, teröristler ve yasa dışı rejimlerin şiddetine karşı çıkarak; dünyanın büyük devletleri arasında iyi ilişkiler kurulmasını destekleyerek; özgürlük ve refahı dünya çapında geliştirmeye çalışarak korumak.” Rice makalesinde ABD’nin dünyayı daha güvenli yapmaya yardım konusunda özel bir sorumluluğu olduğunu savunmuştur. Bu bağlamda ABD’nin “terör ağını ve teröristlere destek olan devletleri çökertme; nükleer, kimyasal ve biyolojik silah sahibi olup da bu silahları terörist müttefiklerine verebilecek tiranlarla yüzleşme” görevi olduğunu savunmuş; Bush yönetiminin Irak rejimine karşı tavrı da bu nedenlere bağlanmıştır. Bütünsel bir yaklaşım içinde değerlendirilirse, Bush doktrininin her biri uluslar arası hukuk alanında 
tartışmalı olan üç doktrini birleştirdiğini söylemek mümkündür: Birincisi, terörist örgütlere ve bu örgütleri barındıran devletlere karşı girişilen tek taraflı saldırılardır. 

İkincisi tek taraflı önleyici meşru müdafaa, üçüncüsü ise, tek taraflı insani müdahale doktrinleridir.99 

 Başkan Bush, elindeki her türlü kaynağı küresel terör şebekesini çökertmek için kullanacağını, teröristlerin mali kaynaklarını kurutacaklarını ve teröristleri destekleyen ve barındıran ülkeleri takip edeceklerini ifade etmiştir. Başkan Bush’a göre, dünyanın neresinde olursa olsun devletler, ABD’yle birlikte mi yoksa ona karşımı olduğuna karar vermeliydi. Bu doktrin çerçevesinde ABD, “haydut devletler” kavramını geliştirmiştir. Başkan Bush, kitle imha silahlarına sahip oldukları ve teröre destek verdikleri gerekçesi ile Irak, Kuzey Kore ve İran‘ı “şer ekseni” olarak ilan ettirmiştir.100 

 ABD, 11 Eylül 2001 tarihli terör olayının asıl sorumlusunun Usame Bin Laden olduğunu vurgulamış ve Usame Bin Laden‘in, Afganistan‘da Taliban tarafından 
saklandığını bahane ederek 8 Ekim 2001 tarihinde Afganistan‘a karşı bir hava harekâtı başlatmıştır. Bu harekâtın ABD’nin açıkladığı temel amacı; Usame Bin Laden‘in yakalanması ve Taliban rejiminin cezalandırılıp, ortadan kaldırılmasıdır. Bu harekât ile teröre destek veren, göz yuman veya ABD’nin dünya politikasına karşı çıkan haydut devletler ile cihat gruplarına, Washington‘un kararlılığının gösterilmesi ve bir daha bu gibi tavırlara girilmemesi için gözdağı verilmesi amaçlanmıştır.101 

 ABD’nin girişmiş olduğu “Sonsuz Özgürlük Operasyonu” adıyla duyurduğu bu eylemle Afganistan‘ı hedef alması gerekçe olarak da Usame bin Laden‘in gösterilmesi başta fakir ve çaresiz Afganistan halkı olmak üzere tüm dünyada endişe yaratmıştır. Tüm dünya kamuoyu, ABD’nin bu harekâtta neden Afganistan’ı hedef olarak seçtiğini sorgulamaya başlamıştır. Bu sorgulamalar, Afganistan’ın Güney Asya, Orta Asya ve Ortadoğu’yu birbirine bağlayan önemli bir kavşak noktasında yer alması, petrol ve doğalgaz kaynakları açısından jeopolitik öneme sahip olması, operasyonun ardında önemli askeri, siyasi ve ekonomik çıkarların olduğu fikrini ortaya çıkarmıştır.102 

 11 Eylül 2001 tarihli terör saldırısı ardından küresel güç elde etme mücadelesinde olan Amerika için Afganistan ilk durak olmuştur. Başkan Bush 20 Eylül 2001 günü Kongre’de yaptığı konuşmada “terörle mücadelemiz El Kaide ile başlıyor, fakat onunla sona ermeyecek” dediğinde ne kastettiği tam olarak anlaşılamamıştır.103 

Terörle mücadele gerekçesiyle başlatılan Afganistan savaşı ABD’nin Avrasya’daki etkinliğini artırmıştır. Bu savaşın yaratmış olduğu etki çerçevesinde Orta Asya‘ya birçok Amerikan üssü yerleştirilmiştir. 

11 Eylül terör saldırısını gerekçe gösteren ABD Başkanı George W. Bush, öncelikli olarak saldırıyı gerçekleştirenlerin çok set bir şekilde cezalandırılacağını açıklamış, ardından da saldırının Usame Bin Laden ve onu ülkesinde barındıran Afganistan yönetimi ile bu yönetime destek veren İslam ülkelerinin olduğunu beyan etmiştir. 

ABD’nin Afganistan savaşı ile birlikte İran, Irak, Suriye gibi pek çok 

Ortadoğu ülkelerini ve Somali’yi hedef göstermiş olması, maksadının terörü cezalandırmadan öte bir şey olduğunu göstermesi açısından dikkat çekici olmuştur.104 

 Daha önce birçok defa belirttiğimiz gibi ABD’nin Ortadoğu politikasının temelini, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden 11 Eylül olaylarına kadar ki süre içerisinde enerji kaynakları ve İsrail‘in güvenliği üzerinde yoğunlaştırmıştır. Fakat 11 Eylül saldırılarıyla beraber Ortadoğu bölgesinden kaynaklandığına inandığı radikal İslamcı terörle mücadele ve kitle imha silahlarının bölgedeki bazı rejimlerin eline geçme ihtimalini önlemek de ABD’nin Ortadoğu politikasını belirleyen faktörlerden olmuştur.105 

11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon‘a gerçekleştirilen terörist saldırılarla başlayan, tüm dünyayı tehdit edip, etkisi altına alan ve uluslararası alana yayılabilen terörizm tehdidi, sonuçları açısından yeni bir dünya düzeninin oluşmasına ve bölgede ABD etkisinin artmasına zemin hazırlamıştır. 
Bu özelliklerinden dolayı da 11 Eylül saldırıları ile ilgili, ABD’ye dayandırılan birçok komplo teorisi üretilmiştir. Kaçırılan uçağın neden durdurulmadığı, ikiz kulelerin çökme şeklinin kontrollü yapılan bir iş olduğu görünümü vermesi, Dünya Ticaret Merkezi’nde uçağın çarpmadığı yedi numaralı binanın yıkılması bunlardan sadece bazılarıdır.106 

 Bu sebeplerden dolayı 11 Eylül olayının Afganistan’daki mağaralarda yaşayan insanların yönettiği bir El-Kaide saldırısı değil, Amerika içinde koordine edilen ve terör korkusu yaratmayı ve ortak bir terörizm düşmanı oluşturmayı hedefleyen bir saldırı olduğu düşünülmektedir.107 Bunların yanı sıra çok sayıda Yahudi’nin New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin çevresinden uzak durması konusunda uyarıldıkları yaygın şekilde öne sürülmüştür. Bu durum İsrail gizli servisiyle El-Kaide korsanları arasında bir bağ bulunduğuna işaret etmektedir.108 

 ABD Senatosu’nun, ABD Anayasası gereğince Başkan Bush‘a verdiği 15 Eylül 2001 tarihli “Askeri Kuvvet Kullanma” yetkisi hakkındaki kanunda; 11 Eylül 
saldırısının, ABD vatandaşlarına ve ulusal güvenliğine karşı olağanüstü tehdit oluşturan bir ihlal olduğunu belirtmiştir. Kanunda, muhtemel hedeflerinin, uluslararası terör örgütlerine, terörist kişilere ve teröre destek veren ülkeler olduğu açıklanmış, bunu yanı sıra Anayasanın verdiği yetki çerçevesinde uluslararası terörizme karşı koruyucu ve caydırıcı tedbirler almak hakkının; ABD’nin Meşru Müdafaa ve ABD vatandaşlarının güvenliklerinin korunması hakkına dayandığı, ifade edilmiştir. 

Bu kanun ışığında ABD, 11 Eylül terör eylemlerini, Anglosakson medeniyete yapılmış bir savaş ilanı olarak tanımlamış ve terörün küresel bir güç olduğu algısını oluşturarak, dünyanın sürekli bir savaş ortamında tutulmasını kurumsallaştırma ve meşrulaştırma çabası içine girmiştir.109 

 ABD Başkanı George Bush‘un 15 Eylül 2001‘de ABD halkına yönelik yaptığı konuşma da, bu açıdan bakıldığında oldukça anlamlıdır: “Sizden istenen sabırlı 
olmanız, çünkü bu savaş kısa sürmeyecektir. Sizden istenen azimli olmanız, çünkü bu savaş kolay geçmeyecek. Sizden istenen kuvvetli olmanız, çünkü zafere giden yol uzun olabilir.” Aynı konuşmada, Başkan Bush tarafından bundan sonra izlenecek politikaların alacağı şekil, şu sözlerle ifade edilmektedir; 

“ABD‘ye savaş açanlar, kendi yıkımlarını kendi elleriyle seçmişlerdir. Zafer, terörist örgütlere ve onlara kucak açıp destekleyenlere yönelik bir dizi kararlı eylemle sağlanacaktır. Sizi temin ederim ki, sembolik bir eylemle yetinmeyeceğiz. Bizim vereceğimiz karşılık çok kapsamlı, güçlü ve etkili olmalıdır”.110 

Başkan Bush’un bu söylemlerden de anlaşıldığı üzere 11 Eylül, ABD’nin küresel güç olma konumunu devam ettirme konusunda aradığı meşruiyeti sağlayan önemli bir gelişme olmuştur. 

 Bush, 26 Eylül‘de Kongre‘deki mesajında tüm ülkelere bir seçim yapması gerektiğini, “ya bizimle berabersiniz, ya da bizim karşımızda teröristlerle” ifadeleriyle bundan sonra izleyeceği politikaları net bir şekilde ortaya koymuştur. Bush, açıkça, ABD ile birlikte hareket etmeyen ve kendileri gibi düşünmeyen tüm devletleri onlarla birlikte görme eğiliminde olduğunu belirtmiştir. Böylelikle, yeni Amerikan politikasında artık “Sovyet tehdidi” söyleminin yerini “terör tehdidi” almıştır.111 

 11 Eylül 2001‘de El-Kaide’nin ABD‘ye karşı yönelttiği terör saldırısı Ortadoğu’nun kaderini de derinden etkiledi. 11 Eylül saldırısından sonra El Kaide’nin konuşlanmış olduğu Afganistan‘a karşı BM Güvenlik Konseyi’nin onayı ile ve ABD’nin liderliğinde uluslararası bir askeri operasyona girişilmesi kaçınılmazdı.112 

Nitekim 11 Eylül saldırılarından kısa bir süre sonra El-Kaide örgütünün ve Usame Bin Laden‘in olayla bağlantısı anlaşılınca 7 Ekim 2001 tarihinde ABD ve İngiltere 
öngördükleri plan çerçevesinde Afganistan‘a hava saldırılarında bulunmaya başladılar. 

 Sonuç olarak ABD’nin İkinci Dünya Savaşından beri izlediği kendisine rakip olabilecek güçlerin doğmasına engel olma politikasının bir uzantısı olarak Afganistan hemen akabinde Irak’a saldırdığını söyleyebiliriz. 11 Eylül saldırıları sadece bu politikanın uygulanabilmesine zemin hazırlamıştır. Bu nedenden dolayı yukarıda da belirttiğimiz gibi 11 Eylül saldırısı ile ilgili komplo teorileri üretilmekte ve günümüze kadar yaşanan olaylar, bu teorilerden bazılarının doğru olabilecekleri şüphesi uyandırmaktadır. 

2.4. Kitle imha silahları ve ikinci Irak müdahalesi: 

 Irak lideri Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları ürettiğini savunan ABD, bu ülkeye uyguladıkları ambargo aracılığıyla Irak‘ı çevreleme politikası yürütmüş ve Bush yönetimi de; iktidara gelir gelmez Irak meselesine ağırlık vereceğinin işaretlerini, açıklamaları ve bazı uygulamalarıyla göstermiştir. Örneğin, Bush Yönetimi’nin yurtdışında gerçekleştirdiği ilk operasyon “Irak’ta uçuşa yasak bölgenin dışına taşan bir bombardımana onay vermesi” olmuştur. 113 
Irak’a savaş açmak Bush yönetiminin temel Ortadoğu politikalarını gerçekleştirmek açısından anlamlı görünüyordu. 

ABD bir taraftan Irak üzerinden Ortadoğu’da zayıflayan itibarını onaracak, gücünü ve azmini dosta düşmana gösterecek ve başat rolünü yeniden tesis edecekti. 
Öte yandan Saddam sonrası oluşacak “özgür ve demokratik Irak” tüm Ortadoğu’ya örnek teşkil edecek ve bir domino etkisi yaratılacak, dünyada yaşanan liberal dönüşüme en dirençli bölge olan Ortadoğu’da dönüşümün fitilini ateşleyecekti.114 Ancak işgal ile birlikte Irak için atılan her adım ülkeyi yeni bir kaosa sürüklemiş, bulunduğu coğrafyayı da bilinmez bir sürece sokulmuştur.115 

 ABD’li yetkililer, Saddam’ı 11 Eylül saldırılarından sorumlu tutacak bir kanıt gösterememelerine rağmen Irak’a terörle mücadele kapsamında bir operasyon 
planlanmasını bir kaç gerekçeyle açıklamaktadır. İddialara göre, Saddam tarafından yönetilen bir Irak hem kendi halkı hem de bölgedeki istikrar açısından ebedi bir tehdit unsurudur ve kitle imha silahları üretme çabalarından vazgeçmeyecektir. Bu yüzden ABD’nin askeri bir müdahaleyle Irak’ta bir rejim değişikliği gerçekleştirmesi şarttır. Bu çerçevede Türkiye’nin böyle bir harekâta onay vermesinin önemi Washington’daki politik çevrelerce her fırsatta vurgulanmaktadır.116 

11 Eylül 2001 saldırıları sonrası ABD, Irak’ı şer ekseni sıralamasında ilk sıraya yerleştirmiştir. ABD, 25 Ekim 2002‘de, teröre yataklık ettiği veya edeceği ve 
silahsızlanma konusundaki yükümlülüklerini ihlal ettiği ve elindeki kitle imha silahlarını sorumsuzca kullanacağı gerekçeleri ile BM Güvenlik Konseyi izini 
olmaksızın oluşturulacak bir koalisyon ile Irak‘a karsı kuvvet kullanabileceğini resmen açıklamıştır.117 ABD’nin ileri sürdüğü sebeplerin hepsi asılsız, temelsiz ve kuşkulara dayalıdır. ABD ve Güvenlik Konseyi arasında yoğun pazarlıklar yapılmıştır. BM Güvenlik Konseyi 3 Nisan 1991 tarihli 687 sayılı Kararda öngörülen yükümlülüklerin yerine getirilmesini uluslararası denetim altında bir takvime bağlayan ve yükümlülüklerin sürekli ihlalinden ötürü ciddi sonuçlarla karşılaşacağı yolunda Irak‘ı ısrarla uyaran 8 Kasım 2002 tarih ve 1441 sayılı kararı kabul etmiştir.118 

Ancak ABD, Irak’ın işbirliği kabulünü samimi bulmamış ve çalışmalarına devam etmiştir. Bu bağlamda ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, 5 Şubat 2003’te, 
BM‘ye dönerek, denetim rejiminin işlemediğini ve Irak’ın hala kitle imha silahlarını sakladığını belirtmiştir. İspanya ve İtalya dâhil sekiz Avrupa ülkesi gerilimin arttığı ve görüş ayrılıklarının derinleştiği bu dönemde, ABD'nin tavrını benimsediklerini belirten bir tezkere imzalamışlardır. Denetim rejimi çalışmalarını 11 hafta sürdürdükten sonra, 14 Şubat 2003 tarihinde silah denetçileri, Irak‘ta kitle imha silahları olduğuna ilişkin hiçbir kanıta ulaşamadıklarını fakat sebebi izah edilemeyen pek çok parça ve maddelere rastladıklarını belirten raporlarını BM Güvenlik Konseyi’ne sunmuşlardır. 24 Şubat 2003 tarihinde ABD, İngiltere ve İspanya, Irak’ın 1441 sayılı karar 
çerçevesinde silahsızlanma konusunda kendisine tanınan son fırsatı değerlendirmede başarısız olduğu bir karar tasarısı sunmuşlar ancak Fransa, Rusya ve Çin‘in bunu veto edeceklerini açıklamaları karşısında, tasarıyı geri çekmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra Beyaz Saray Sözcüsü Ari Fleischer, yönetimin amacının artık Irak'ı basitçe silahsızlandırmak olmadığını fakat amacın artık rejim değişikliği haline geldiğini ifade etmiştir.119 

BUSAM’in analizine göre ABD’nin Irak’a ikinci müdahalesi süreci şu şekildedir; 

“ABD, 11 Eylül saldırılarının doğrudan kendisini hedef almadığını, aslında tüm uygar ve özgür toplumlara karşı olduğunu ilan etmiştir. Bu görüş 2002 yılında yayınlanan Amerikan Ulusal Güvenlik Doktrini’nde de yer almış ve 20. Yüzyılda totalitarizm ile özgürlük arasında yaşanan savaşı özgürlüğün kazandığına işaret edilerek, 21. yüzyılın da benzer bir mücadeleye sahne olacağı öngörülmüş tür. Bu öngörüye göre uluslararası sistemin dengesi ve insanlığın geleceği için, temel insan hakları ile ekonomik ve siyasal özgürlüklere bağlı ulusların, özgürlük, demokrasi ve serbest girişimi savunmaları gerekmektedir. Bu çerçevede, 11 Eylül saldırıları sonrasında Irak’ın da içinde bulunduğu bir grup ülkenin ABD tarafından şer ekseni ilan edilmesi ile başlayan süreç, ABD’nin Irak‘a müdahalesinin zeminini hazırlamıştır. Yine aynı dönemde yayınlanan Ulusal Güvenlik ve Strateji belgesinde ortaya çıkan ön alıcı saldırı kavramı ile ABD için orta ve uzun dönemde güvenlik riski oluşturduğu düşünülen ülkelere tehdidin oluşma aşamasında askeri operasyon düzenleme hakkı ortaya konmuştur. Bu çerçevede Saddam Hüseyin‘in Kitle imha Silahlarına sahip olduğu iddiası, BM 
gözlemcileri ile işbirliği yapmayarak BM deneticilerini sınır dışı etmesi ve BM kararlarını uygulamaması, önleyici saldırının gerekçeleri olarak vurgulanmıştır. Bu bağlamda 20 Mart 2003’te, ABD’nin, Saddam Hüseyin‘in elinde olduğu iddia edilen kitle imha silahlarını yok etmek, Irak’ı silahsızlandırmak, Ortadoğu‘ya demokrasiyi getirmek ve Irak halkını özgürleştirmek söylemi ile Irak’ı işgali gerçekleşmiştir.”120 

Irak’ın bölgedeki ABD müttefikleri için bir tehlike olmaktan çıkarılmasının dışında bu ülkedeki enerji kaynaklarını denetimi altına alan ABD, bu yolla bölgeyi yani 
İran’ı, Türkiye’yi, hatta Rusya’yı, Pakistan’ı ve tüm bölgeyi denetlemeyi amaçlamıştır. Ancak ne var ki işgal ne Bush yönetiminin amaçladığı gibi bölgede ABD’nin başat pozisyonunu sağlamlaştırmış, ne İran’ı etkisizleştirmiş, ne de bölgede ABD’nin istediği bir dönüşümü sağlamıştır. ABD açısından tek başarı amaçlandığı şekilde Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması olmuştur. Ancak bu başarı da çok büyük bedeller karşılığında olmuştur. Savaşın çok sayıda sivil Iraklının ve ABD askerinin hayatına mal olduğu açıktır. Ayrıca savaş ve Amerikan işgali Irak’ın alt yapısını ve kurumlarını yerle bir etmiştir. ABD işgali Amerikan ekonomisine de çok büyük bir yük getirmiş ve bu yükün halen sürmekte olan ekonomik krizin önemli nedenlerinden biri olduğu ileri sürülmüştür. Amerikan işgali Irak’ta büyük bir kargaşa ve istikrarsızlığa neden olmuş ve savaş karşıtlarının daha önce uyardığı gibi Irak radikal grupların üssü haline gelmiştir. Irak’ta kimlikler üzerine inşa edilen yeni siyasi yapı siyasi istikrarsızlık 
yaratmış ve mezhepsel ve etnik düşmanlıkları körüklemiş, ülke Sünni ve Şii mezhep çatışmalarına sahne olmuştur. Bush yönetiminin beklentilerinin aksine ülkedeki bu durum nedeniyle Irak petrolleri hala tam olarak dünya piyasasına girememiştir. Genel olarak ABD’nin Irak politikaları hem Irak’ta, hem de bölgede Amerikan karşıtlığını körüklemiştir.121 

 Irak’ta KİS bulunduğu ve üretildiğinin gerçek dışı bir beyan olduğu ve Irak işgali için uydurulduğunun anlaşılmasından sonra, dünyada ABD inandırıcılığını ve 
ABD’nin üstünlük iddialarının etkisini azaltan bir etki yarattı. Irak ordusunu, hava gücünü, ekonomisini çökerten işgal, İran’ın önemli bir bölgesel güç olarak ortaya çıkmasını sağladı ve bölgede, özellikle Irak‘ta gücünü artırmasına yol açtı.122 

Irak’ın 20 Mart 2003 tarihinde ABD’nin önderliğindeki koalisyon güçleri tarafından işgaliyle başlayan süreç, Irak‘ta ve Ortadoğu‘da etkilerini hala sürdürmeye devam ediyor. Kısa sürede biten savaş neticesinde Baas rejimi yıkıldı ve Irak‘ta Saddam Hüseyin ve sonrası yeni bir dönem başladı. Irak’ın işgali ABD için ilk bakışta bir rejim değişikliği idi, ancak sonrasında gelişen olaylar nedeniyle her bakımdan masraflı bir işgal ve zorlu bir devlet inşası sürecine dönüştü. ABD’nin Irak işgalinden sonra ortaya çıkan sıkıntıları şu şekilde sıralayabiliriz. Geçici Koalisyon Yönetiminin yaptığı hatalar: Amerikalı yetkililer, subay-asker ayrımı yapmadan Irak ordusunu ve bütün güvenlik 
güçlerini lağvettiler ve Baas partisine mensup bütün memurların işlerine son verdiler. 

Bu politikanın büyük bir hata olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Başlangıçta sadece belli sayıda yüksek rütbeli Baas partisi üyeleriyle sınırlı kalması planlanan ‘Baassızlaştırma’ politikası neticesinde, Baas partisine üye bütün bürokratlar ile öğretmen ve doktorlar da dâhil olmak üzere kamu çalışanları işten çıkarılmış ve yaklaşık 750 bin kişi işsiz kalmıştır. Öte yandan, uzun yıllar devam eden ambargo sürecinden etkilenmiş olan devlet kurumları, savaşın bitiminden sonra yapılan yağma sonucu işlemez duruma gelmişlerdir. Eski rejime bağlı grupların silah gücünü koruması: Saddam Hüseyin rejiminin destekçisi olan Sünni aşiretler ve Baas partisine bağlı militer organizasyonlar hiçbir zarar görmeden, ellerindeki silah gücünü korudular. Bu grupların elinde olan iktidarın Şii Araplara geçmemesi için her türlü yola başvurmaları ve bu uğurda yukarıda saydığımız gerekçelerle diğer Arap devletlerinden destek alabilmeleri şaşırtıcı değildir. Nitekim ellerindeki silahları koruyan gruplar her geçen gün büyüyen organize bir direniş hareketi başlatmışlardır. Sivillere yönelik uygulamalar: Amerikan birliklerinin savaş sonrası yanlış ve masum sivillere zarar veren uygulamaları öç alma ve direnme duygusunu körüklemiş ve Ebu Gureyb hapishanesi gibi hadiseler hem Irak’taki direnişe hem de genel olarak Amerikan karşıtlığına ivme kazandırmıştır.123 

Yapılan hatalar ve öngörülemeyen faktörler nedeniyle, Saddam Hüseyin’i devirmek işin kolay tarafı oldu. İşgal sonrası istikrarı sağlamak ve siyasi yapılanmayı sürdürmek ise en karmaşık ve zor kısım haline geldi. Savaşın hemen ertesinde Irak‘ta devlet cihazı çöktü ve muazzam bir iktidar boşluğu doğdu. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

83 Ahmet Özer, 11 Eylül, “Bölünen Dünya, Huntington ve Çatışma”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt 4, Sayı 2, (2007), s. 1-23. 
84 Hasan Şafak, Büyük Orta Doğu Projesi, İsrail’in İmparatorluk Planı, Profil Yayıncılık, İstanbul, (2006), s.28 
85 Sosyal Darwinizm: Darwin'in kuramının genişletilerek sosyal alanda uygulanmasıdır. Yani, bireysel organizmalar arasındaki rekabetin çevreye en uygun olanın idame etmesi yoluyla biyolojik evrimsel değişikliğe neden olması gibi; bireyler, gruplar veya uluslar arasındaki rekabetin de insan topluluklarında 
sosyal evrime neden olduğu kuramıdır. Bu sistemde amaç üstün bireyleri desteklemek ve zayıf bireyleri sistem dışına taşımaktır. Daha geniş bilgi için, 
http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/sosyal_darwinizm, 10.05.2014 
86 Altuğ GÜNAL, “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, www.medyaokuryazar.com/wpcontent/2012/12/bop.pdf, s.158, 24.02.2014 
87 Özer, A.g.e, s.1 
88 Mahir Kaynak ve Emin Gürses, Büyük Ortadoğu Projesi, Timaş Yayınları, İstanbul, (2008), s.18 
89 Çevik, A.g.e, s.11 
90 Kaynak-Gürses, A.g.e., s. 18 
91 Mehmet Oruç, “İslam’a karşı topyekûn savaş sürüyor”, 
http://www.mehmetoruc.com/detay.asp?i=104, 12.03.2014 
92 Irak işgalinin mimarlarından Donald Rumsfeld’den “yalan ifade” itirafı, 
http://www.hurriyet.com.tr/planet/16964833.asp, 12.03.2014 
93Alp, A.g.e, s.6 
94 Meliha Benli Altunışık, Ortadoğu ve ABD: Yeni bir Döneme Girilirken, Ortadoğu Etütleri, (2009), Cilt 1, Sayı 1, s.74 
95 Hamit Bozarslan, Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi, İletişim yayınları, İstanbul, (2010), s.306 
96 Kemal Akmaral, Ben Bush, Evangelist Bush, Şimdi Yayınları, İstanbul, (2005), s.72 
97 Altunışık, A.g.m, ss.74-75 
98 Yavuz Gökalp Yıldız, “Bush Doktrini Ve Irak Üzerine Savaş”, New Perspectives Quarterly Türkiye, Cilt: 4, Sayı: 4, ( 2002). S.12 
99 Utku Yapıcı, “Uluslararası Hukukta Terörizme Karşı Kuvvet Kullanımı Sorunu”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 2, No: 7 ss. 33-34, (2006), 
http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/aEgARk8xFaeIRxshAoZCcYf83zmglK.pdf, 15.03.2014 
100 Pax Americana yolda yollar kapalı, http://www.diplomatikgozlem.com/TR/belge/1-6906/paxamericana-yolda-yollar-kapali.html, 11.09.2002, 15.03.2014 
101 Fevzi Uslubaş, SSCB’den Sonra Rusya’da mı? Afganistan, Küresel Terör ve ABD İmparatorluğun Bataklığı, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, ( 2005), s. 240 
102 Bülent Aras ve Gökhan Bacık (der.), 11 Eylül Öncesi ve Sonrası, Etkileşim yayınları, İstanbul, (2006), s.222. 
103 Sedat Laçiner ve Arzu Celalifer Ekinci, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, USAK Yayınları, Ankara, (2011), s.42 
104 Refet Yinanç ve Hakan Taşdemir (der.), Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye, Seçkin Yayıncılık, Ankara, (2002), s.297 
105 Mustafa Aydın ve Nihat Ali Özcan, Riskler ve Fırsatlar Kavşağında Irak’ın Geleceği ve Türkiye, TEPAV, Ankara, (2007), s. 9 
106 11Eylül saldırısı ve 5 komplo teorisi, 
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/08/110829_nine_eleven_conspiracy.shtml, 26.08.2011,    15.03.2014 
107 Ümit Sayın, Küresel Terörün Perde Arkası: Gizli Örgütler, 11 Eylül ve Büyük Ortadoğu Projesi, Neden Kitap, İstanbul, (2006), s.105 
108 Fred Halliday, Ortadoğu Hakkında 100 Mit, Can Cemgil (Çev.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, (2008), s.27 
109 Orhan Gökçe, Terörün Görüntüleri, Görüntülerin Terörü, Çizgi Kitapları, Konya, (2004), s.85-86 
110 Fatma Taşdemir, Uluslar Arası Terörizme Karşı Devletlerin Kuvvete Başvurma Yetkisi, USAK Yayınları, Uluslar arası Hukuk Serisi:3, Ankara, (2006) , s.154 
111 Railya Elif İdrisoğlu, “Rusya’nın ve ABD’nin SSCB Sonrası Ortadoğu Politikası”, Yüksek Lisans Tezi, Konya, Selçuk Üniversitesi, (2010), s.39 
112 İlter Türkmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası, BİLGESAM Yayınları, No. 4, (2010), s.30 
113 Yakup Beriş ve Aslı Gürkan, TÜSİAD ABD Temsilciliği Değerlendirme Raporu, Temmuz 2002, s. 28 
114 Altunışık, A.g.m, s.77 
115 Mete Çubukçu, Ortadoğu’nun Yeniden İşgali, Kalkedon Yayınları, İstanbul, (2006), s.255 
116 Beriş ve Gürkan, A.g.m, s.28 
117 Taşdemir, A.g.e, ss.153-155 
118 Arı, A.g.e, s.500. 
119 Taşdemir, A.g.e, s. 244. 
120 ABD’nin Irak’tan Çekilme Süreci Ve Bölge Dinamikleri Açısından Değerlendirilmesi, BUSAM , İstanbul 2009, 
 http://busam.bahcesehir.edu.tr/rapordosya/080109abd-iraktan-cekilme-sureci.pdf, s.1,    26.03.2014 
121 Altunışık, A.g.m, ss.77-78 
122 Recep Boztemur, “Irak Savaşı Sonrası Orta Doğu”, SAREM 5. Uluslararası Sempozyum Bildirileri, Ankara, Genel Kurmay Başkanlığı Basımevi, (2008), s. 155 
123 Gökhan Çetinsaya, SETA Irak Dosyası, Irak’ta Yeni Dönem, Orta Doğu ve Türkiye, SETA Yayınları, Ankara, Nisan 2006, s. 7. 

5 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder