4 Temmuz 2016 Pazartesi

Lübnan ve Irak’taki Gelişmeler Işığında Suriye





Lübnan ve Irak’taki Gelişmeler Işığında Suriye


Yazar: Ümit Özdağ
25  MAYIS  2012 CUMA



24 Şubat 2012'de yayınladığımız " Suriye'de İç Savaş-2 " başlıklı yazıda Suriye'de Esad rejiminin dışarıdan bir müdahale ile devrilmesinin Ortadoğu'da Irak-Lübnan ve Suriye'yi kapsayan bir bölgesel iç savaşa neden olacağını ifade etmiştik. Aynı yazıda Suriye'deki gelişmelerin Lübnan'da bir iç çatışmanın ilk ateşini yaktığından bahisle Kuzey Lübnan'daki Tripoli kentinde Esadyanlısı Nasuriler ile muhalefeti destekleyen Sünniler arasında çıkan çatışmalardan bahsetmiştim. Yine aynı yazıda Irak Başbakanı Maliki'nin Suriye'ye Şii milisleri Esad rejimine destek için yollarken, Iraklı selefi grupların da Esad ile savaşmak için Suriye'yegittiklerinin altını çizmiştim.

Aradan geçen üç ay içinde gerek Lübnan'da gerek Irak'ta iç istikrarın daha da bozulduğu görülüyor. Artık Trablusşam ve Beyrut'ta da çatışmalar yaşanıyor. 20 Mayıs'da Sünni Şeyh Abdülvahap'ın öldürülmesinden sonra çatışmalar arttı. Lübnan'da Sünniler ile Şii Hizbullah arasındaki gerilim yükselirken çatışmalar da artıyor. Hizbullah Lübnan'da sadece bir parti değil, kendi ordusu, hastaneleri, okulları ve hatta kara telefon sistemi olan bir devlet. Hizbullah ordusu ile İsrail ordusu bile 2006'da yaşadığı travmadan sonrasavaşma konusunda çok istekli değil. Rus Dış İşleri Bakanlığı 23 Mayıs'ta yaptığı açıklamada Suriye'yi istikrarsızlaştırmak isteyen güçlerin Lübnan Hükümetinin Suriye'ye yabancı müdahalesine karşı tavrını cezalandırmak için Lübnan'ı istikrarsızlaştırdığını iddia etti.(Global Research, May 23, 2012)

Aslında bugün Suriye'de ve Lübnan'da yaşananların 2007'de ABD'nin Ortadoğu stratejisinde yaşanan bir yeniden düzenlemenin devamı olduğu konusunda önemli iddialar olduğunu görüyoruz. Bu düzenlemenin 12 Temmuz-15 Ağustos 2006'da yaşanan İsrail-Hizbullah savaşından sonraya gelmesi de tesadüf değil. Bu yeniden düzenlemeyi Amerikalı ünlü gazeteci Seymour Hersh ilk kez The New Yorker dergisinde 2007 Mart'ında yazdığı "The Redirection" adlı makalesinde açıklamıştı. Hersch, ABD'nin İran'ın Irak savaşından güçlenerek çıkması, Hizbullah'ın İsrail Ordusuna direnmesi ve Suriye-İran ittifakını kırmak için bir strateji geliştirdiklerini kaydetmektedir. Bu stratejinin temelinde asıl tehdidin Sünni radikal terör örgütleri değil, İran olduğu kabulü yapmaktadır.

Yeni strateji ABD ile Suudi Arabistan arasındaki dört ilkeli bir anlaşmaya dayanıyor. Anlaşmanın birinci ilkesi İsrail'in İran konusundaki güvenlik endişelerinin S. Arabistan ve diğer Sünni Arap devletleri tarafından paylaşıldığı hususu. İkinci ilke, S. Arabistan'ın Hamas'ı İran ile bağlarını koparmak, El Fetih ile ortak hükümet kurmak ve daha az anti-İsrail bir söylem geliştirmek konusunda ikna etmesi. (Hersch'in makalesi yazıldıktan beş sene sonra bu süreç başladı.) Üçüncü ilke, Amerikan yönetiminin Sünni Araplar ile Şii Hilaline karşı birlikte çalışması ve dördüncü ilke, S. Arabistan'ın Suriye'de muhalefete para ve lojistik destek aktarması.

Bu anlaşma çerçevesinde Lübnan'a da büyük bir rol düşmesi kararlaştırılmış. Lübnan'da Suriye üzerine yıkılmaya çalışılan Hariri suikastı sonrasında Suriye Ordusu'nun uzun yıllar işgal altında tuttuğu Lübnan'dan çekilmesi sonrasındaABD ve S. Arabistan tarafından desteklenen Siniora Hükümeti, Lübnan'ın kuzeyinde (burası Suriye'nin de güney sınırı) Afganistan'da El Kaide kamplarında yetişmiş radikal Sünni örgütlerin yerleşmesinin önünü açıyor ve silahlanmalarına destek oluyor. Ayrıca Lübnan'da hapishanelerde bulunan Sünni terörist unsurlar da aflar ile 2007'de serbest bırakılmaya başlanıyor. Bu bölgenin Suriye'de ayaklanmanın merkezi olan Humus ve Hama'ya uzaklığı 50/100 kilometre.

Bu arada Lübnan Dürzilerinin lideri Velid Canpolat da 2006 sonbaharında Beşar Esad'ın devrilmesi için ABD'ye çağrıda bulunuyor ve Esad yerine Suriye'de Müslüman Kardeşler ile görüşülmesini öneriyor. Zaten 2005'de Amerikan Milli Güvenlik konseyi ile görüşen Müslüman Kardeşlere ABD'nin desteği ile Suudi ekonomik yardımı başlıyor.

Bugünlere böyle geliniyor. Hersch'in makalesi bir istihbarat raporu gibi açık. Son bir yılda Suriye'de ve son üç ayda Lübnan'da olanları bir de bu gözle okumanızda yarar var.

..

Libya’daki Ramazan ile Suriye’deki Ramazan Farklı mı,?


Libya’daki Ramazan ile Suriye’deki Ramazan Farklı mı,?




Yazar: Ümit Özdağ
03 Agustos 2011 Çarşamba


Libya'ya insan haklarını savunmak adına müdahale eden Fransa'nın Libya'daki olayları tetikleyen Tunus ayaklanması sırasında Tunus diktatörü Bin Ali ülkesinden kaçmak üzere iken diktatöre isyanı bastırması için Fransız askeri birlikleri yollamayı düşündüğü bilinmektedir.

Paris kısa bir süre sonra Kuzey Afrika'daki gelişmelerin kendisine bu coğrafyada, iktidarları muhafaza ederek değil, değiştirerek emperyalist bir atılım yapma fırsatı verdiğini görmüştür. Üstelik Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin 2012'deki seçimleri kazanması için de bir zafere ihtiyacı vardır.

Libya seferi, Libya'ya demokrasi ve insan hakları getirmek adına değil, 21. Yüzyılda Afrika kıtasında yeni paylaşım adına başlatılmıştır. Fransa'nın askerigücü sonuç almaya yeterli olmadığı ve müdahale şekli uluslararası hukuku ihlal ettiği için ABD ve İngiltere'nin müdahalesi ile Libya'ya müdahale bir BM-NATO operasyonuna dönüştürülmüştür.

Türkiye ise önce NATO'nun Libya'da görev üstlenmesini Başbakan Erdoğan'ın açıklamaları ile en sert şekilde eleştirirken daha sonra NATO uçaklarının İzmir'de bulunan NATO Müşterek Hava Komuta Karargahından yönetilmesi kararı alınmıştır.

Kaddafi güçleri, NATO'nun beklediğinden çok daha uzun bir süre NATO hava kuvvetlerinin saldırılarına direnmeyi becermiştir. Üstelik isyancı güçler de aldıkları bütün desteğe rağmen önemli bir mesafe kaydedememişlerdir. Her ne kadar NATO sözcüsü 2 Ağustos 2011 tarihli brifingde "mesele Kaddafi'nin gidip gitmeyeceği değil, ne zaman gideceğidir" dese de 2 Ağustos tarihli Stratfor raporunda"Batının Kaddafi'nin yerine geçeceğini düşündüğü isyancılar anlaşılan bütün ülkeyi değil Doğu Libya'daki bölgelerini dahi kontrol edememektedirler" demektedir.[1]

Batı açısından sonuç alabilmek ancak Kaddafi güçlerine karşı bir kara savaşı ile mümkündür.

Afganistan ve Irak yorgunu Amerikan Ordusu Libya'da hava desteğini ancak Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı'nın baskısı ile vermiştir. İngiltere ve Fransa ise kamuoyu baskısından dolayı ordularını bir kara savaşına sokmak istememektedirler. Ulaşılan aşamada bir askeri pat durumundan söz etmek mümkündür. Bu pat durumu, Libya'nın Doğu ve Batı olarak ikiye bölünmesi tartışmalarının başlamasına neden olmuştur.

1 Haziran 2011'de NATO Genel Sekreteri, NATO güçlerinin Kaddafi güçlerine karşı operasyonlarının 90 gün daha süreceğini açıklamıştır. 

Bu açıklama öncesinde kısa süren bir " Ramazan'da askeri operasyon yapılır mı? " tartışması yapılmış ancak bu tartışma NATO'nun, Ramazan ayında da Kaddafi bölgesini veya Batı Libya'yı bombalama kararı çıkarmasını engellememiştir.

Türkiye'nin de NATO'nun aldığı bu karara karşı çıkmadığı ve Türk Dışişleri Bakanlığının NATO'nun bu kararını kınamadığı bilinmektedir. Esasen Türkiye'nin sert bir şekilde karşı çıkması durumunda NATO'nun bu operasyonu Ramazan ayında yapması mümkün olamazdı.Çünkü bu kararın oy birliği ile alınması gerekmektedir. 12 Temmuz'da bir NATO temsilcisi ateşkes olması durumunda NATO'nun Ramazan'da Libya'yı bombalamayacağını açıklamıştır. Ancak bundan bir sonuç çıkmamıştır.

Libya'da NATO müdahalesi devam ederken, Suriye Ordusu birlikleri bir süreden beri isyancı güçlerin elinde olan Hama'ya yönelik olarak 31 Temmuz gecesi başlayan çok kapsamlı bir saldırı başlatmıştır. Suriye Ordusu'nun Hama'daki saldırısı ve çatışmalar devam etmektedir. Ordu birliklerinin diğer direniş merkezi olan kentlere de gireceği bilinmektedir.
NATO ülkeleri ile birlikte Türkiye de Suriye Ordusu'nun bu hareketini en üst düzeyde sert protestolar ile karşılamıştır. Cumhurbaşkanı A. Gül haklı olarak ''Ramazan ayının ruhuna uygun bir şekilde, sükûnetin sağlanması ve köklü reformların gerçekleştirileceğine dair halkın ikna edilmesi beklenirken, tam aksine Ramazan ayına daha kanlı bir ortamda girilmesi asla kabul edilebilecek ve sessiz kalınabilecek bir gelişme  değildir'' açıklamasını yapmıştır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da Suriye rejimini hem böyle sert bir operasyon yaptığı için hem de bunu Ramazan ayında yaptığı için sert bir şekilde eleştirmiştir.

A. Davutoğlu, "Gerçekten dünkü, özellikle Hama'da yürütülen operasyonlar bizde derin bir hayal kırıklığı ve üzüntü doğurmuştur. Bu operasyonların hem zamanlaması hem yöntemi son derece yanlıştır, şiddetle kınıyoruz" demiştir. Bütün Müslümanlar gibi Suriyelilerin de Ramazana hazırlanırken bu çapta bir operasyon yürütülmesinin ve 100'ü aşkın Suriyelinin acısının ailelerine yaşatılmasının Ramazan'ın ruhuna uygun olmadığını kaydeden Davutoğlu, "Bu bütün Türk halkının hissiyatıdır. Biz de dün Ramazana girmeyi hakkıyla yaşayamadık Suriye'deki gelişmeler yüzünden" diyerek devam etmiştir.

Tabii ki, Suriye Ordusu'nun Hama'da silahsız sivil halka ateş açması kabul edilemez. Ancak Hama'da ve diğer isyanın devam ettiği kentlerde herhangi bir silahlı direniş olmadığını söylemek de mümkün değildir. Diğer bir ifade ile Suriye Ordusu bu kentlere çatışarak girmiştir. Ancak çatışan güçler arasındaki güç farkı çok büyüktür.

Suriye Yönetimi en kısa zamanda çok partili demokratik seçimler için adım atmalı ve verdiği sözleri yerine getirmelidir. Türkiye'nin ve batı dünyasının yapması gereken Esad Yönetimini yoğun temas ve ekonomik/politik baskılar ile demokratik rejim konusunda vermiş olduğu kararları gerçekleştirmek konusunda cesaretlendirmek/teşvik etmek olmalıdır.Ancak Şam'ı, Hama'yı tanklar ile bombaladığı için savaş ile tehdit eden veya ağır şekilde kınayan Batı'nın ve AKP Hükümetinin de Libya'yı bombalamaya devam etmesi ahlaken izah edilebilir bir durum değildir.

2 Ağustos 2011 tarihli Washington Post gazetesinde "In War-torn Libya, no Pause for Ramadan" başlıklı yazıda NATO'nun Ramazanda Libya'yı bombalayacağı haberi verilmektedir. 2 Ağustos'da yine bir NATO brifinginde Ramazan ayının Kaddafi güçlerinin toparlanması ve güçlenmesine izin verilebilecek bir süre olmadığı belirtilmiş ve diplomasi sözcükleri ile ateşkes olmayacağı ortaya konulmuştur.[2]

Bu durumdan çıkarılacak birkaç farklı sonuç olabilir. 

1)Ramazan'da Müslüman ülkelerde iktidarların muhalefeti bombalaması ahlaki değildir. 

2)2011 senesinde Ramazan Suriye'ye gelmiş fakat Libya'ya gelmemiştir. 

3)NATO'nun Ramazan'da Müslüman bir ülkede iktidarı ve iktidarı destekleyenleri bombalaması ahlaki olabilir.


Yukarıdaki traji-komik tespitler Batının çifte standarda dayanan ahlak anlayışından kaynaklanmaktadır. Libya ve Suriye halkları bütün insanlık gibi demokrasiyi hak etmektedirler. 

Ancak demokratikleşme sürecinin petrol rezervlerini ele geçirmek/batıya stratejik direniş gösteren rejimleri devirmek amacı ile saldıran Batılı güçlerin emperyalist politikalarının bir aracı haline gelmesi demokrasiyi zora sokmaktadır.


[1]http://www.nato.int/cps/en/SID-2BD721B2-62148676/natolive/opinions_76803.htm ve Stratfor, "Libya:The Perils of Humanitarian War", 2 August 2011

[2]http://www.nato.int/cps/en/SID-2BD721B2-62148676/natolive/opinions_76803.htm






















3 Temmuz 2016 Pazar

SURİYELİ MÜLTECİLERİ VATANDAŞLIĞA İSTEMİYORUM..



SURİYELİ MÜLTECİLERİ VATANDAŞLIĞA İSTEMİYORUM..



DR.TAHİR TAMER KUMKALE,
03 TEMMUZ 2016 PAZAR

intro-1458162343









  
Harp zaruri ve hayati olmalı. Gerçek kanaatim şudur; Milleti harbe götürünce vicdanımda acı duymamalıyım. ”Öldüreceğiz” diyenlere karşı “Ölmiyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lakin, millet hayatı tehlikeye uğramadıkça, harp bir cinayettir. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk – 1923)


————————————–

BANA SORMADAN SURİYELİ MÜLTECİLERE VATANDAŞLIK HAKKI TANIYAMAZSINIZ…
KABUL ETMİYORUM VE İZİN VERMİYORUM… 
SİZDE İZİN VERMEYİN..

Haber aynen şöyle; Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2 Temmuz 2016’da Kilis’te Kızılay’ın şehit aileleri ve Suriyelilere verdiği iftar yemeğinde yaptığı konuşmada  “ Suriyeli mültecilerden isteyenlere vatandaşlık verileceğini ” söyledi.

Vatandaşlık; bu vatanın gerçek sahiplerine yani bu toprakları kanı ve canıyla vatanlaştıran Türklerin çocuklarına verilen anayasal bir haktır. Bu hakkı Türklerden başkasının kullandırmak için bize, yani vatanın gerçek sahiplerine sormanız ve benden izin almanız gerekmektedir.
Hiç bir makam ve mevki sahibinin yani benim seçtiklerimin benim adıma vatan topraklarını ve vatanın bizlere tanıdığı hakları başkaları ile paylaştırmaya, yani bu vatanın nimetlerine başkalarını ortak etmeye hakları yoktur.. 

Olamaz..

Şiddetle reddediyorum.. Ben Suriyelilere Türk vatandaşlığı payesi verilmesini asla kabul etmiyorum ve şahsen izin vermiyorum.
Ben Suriyelileri Suriye topraklarında kendi bayrakları altında dostum ve kardeşim olarak görmek istiyorum.

Bu vatanın nimetlerini kimseyle paylaşmak istemiyorum. Evime gelen misafiri ağırlamaktan gurur duyuyorum. Ama onları asla evime ortak etmek istemiyorum.

Evet, bugün Suriyeliler sıkıntı içindedir. İnsan olarak onlara sahip çıkmak, yardımlaşmak , acısına ortak olmak benim insanlık görevimdir. Ama bu onları bu toprakların sahibi olarak benim sahip olduklarıma ortak olmayı gerektirmez.

Sıkıntılı günler birlikte aşılır ve Suriyeli ailelerin tamamı kendi vatanlarına ve evlerine dönerler.

78 milyon Türkün de benim gibi düşündüğünü biliyorum.
Sonuç olarak; Türk vatandaşlarını Suriyelilere vatandaşlık hakkı verilmesine karşı çıkmaya davet ediyorum.

Birlik olalım sesimizi yükseltelim. Suriye’ye barışın gelmesine destek için Türk yöneticilerini uyaralım.

Gayretlerini Suriyelileri Türkiye’nin nimetlerine ortak etmeye değil, kendi vatanlarına dönmesi için o ülkede barışın sağlanması yönünde kullanmalarını isteyelim.

https://kumkale.wordpress.com/2016/07/03/suriyeli-multecileri-vatandasliga-istemiyorum/

..


TOHUMLA ÖLDÜRMEK



TOHUMLA ÖLDÜRMEK,


Tahir Tamer Kumkale,
gdo1









Devlet temel unsur olan çiftçiyi ve çobanı kuvvetlendirmek mecburiyetindedir. Bunları kuvvetlendirmek de öyle lafla olmaz. İlmin, fennin ve asrın emrettiği vasıta ve araçlara fiilen sahip olmak lazımdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1923)
——————————————-


Yöneticisi olduğum Güven Hareketi Grubunun 2008 yılı Mayıs ayında yaptığımız periyodik Perşembe toplantılarından birinin konusu genetiği değiştirilmiş organizmalar idi. Konuşmacı olarak konunun dünya çapında uzmanı olan Özbekistan’ın sürgündeki muhalif lideri Muhammed Salih Bey’in biyolog eşi Sayın Dr. Aydın Salih Hanımefendi davet edilmişti.
GDO’su değiştirilmiş besinler konusunda dünya çapında bir uzaman olarak değerlendirilen Aydın hanımın anlattıkları karşısında dehşete düşmemek elde değildi. Genleri değiştirilen bir domatesin artık domates değil, ismi olmayan diğer bir kimyasal madde olduğunu ve bilmeden yediğimiz bu domatesin (veya başka meyve veya sebzelerin) vücudumuzda ne gibi yan etkileri olacağını bilmemizin asla mümkün olmadığını söylüyordu.
Kendisine sorduğum, “Peki, bir insan bir diğer insana bu derece insanlık dışı bir kötülüğü neden ve nasıl yapar?” sorusunun cevabı ise net ve kesindi. Aydın Hanım; “Ben onların insan olduklarını dahi düşünemiyorum. Çünkü bir insan kendi ailesinin de dahil olduğu nesline bu kadar büyük kötülük yapamaz.”şeklinde idi. O, bu değişiklikleri yapanların dünyayı işgal etmeye hazırlanan uzaylılar olabileceğini düşünüyordu. Çünkü insanlara bu insanlık ayıbını yakıştırmak istemiyordu.
Günümüzde ise terörle sarsılan ülkemizdeki en büyük tehlikeyi, yani GDO’lu besinlerle beslenmeyi eski Sağlık Bakanı Rıfat Serdaroğlu aşağıdaki yazısında çok güzel açıklamış.Hepimizi ilgilendiren bu uyarıyı lütfen üşenmeden zaman ayırın ve okuyun. Sonra da şimdi ne yapacağız diye kara kara düşünün..

——————————–
Yer; ABD Texas Şehri. Şirket adı; Monsanto (Herbisit, yani Çalı-yabancı ot-istenmeyen bitkilerin büyümesini kontrol altına almak veya öldürmek için kullanılan kimyasal üretir) Fabrika üretime geçtikten kısa bir süre sonra çalışanlarda, sivilceler çıkmaya- açıklanamayan ateşlenmeler- zayıflık-sinirlilik-libido kaybı başlar.
Olay duyulunca ABD Ordusu, bu kimyasalı “silah” olarak kullanmak ister. Monsanto adlı şirket, Herbisit ’teki dioxin oranını arttırarak, feci sonuçlar doğuracak bir “Kimyasal Silah” elde eder.
ABD, 1961-1971 yılları arasında Vietnam’da ormanlarda gizlenen askerlerin ve sivil halkın üzerine bu kimyasal silahı kullanır!
400 Bin insan ölür. Sonraki yıllarda 500 Bin çocuk sakat doğar ve ölür! Ayrıca ilacın kullanıldığı yörelerde bugün dahi ağaç yetişmez ve tarım yapılmaz! Bu kimyasal silaha “Turuncu Ajan” adı verilir!
Bu şirket ikinci dünya savaşından sonra biyoteknoloji alanına yöneldi, GDO’lu ve hibrit tohum üretmeye başladı. Amerikan Ordusu “Demokrasi getirmek” bahanesiyle nereye girerse, Monsanto da oraya gitti. Girdikleri ülkede doğal olarak elde edilmiş tohum ekimini yasaklayıp, GDO’lu ve hibrit tohum kullanımını şart koştular. Bu tohumlar, her sene yeniden satın alınması gereken tohumlardır. Ekildiği toprağın yapısını bozar ve bir süre sonra toprak ekilemez hale gelir. Ayrıca rüzgârla gelen bir GDO’lu polen, doğal tohumların genetiğini bozabiliyor.
GDO ile ilgili kısa bilgiler verelim;
GDO’lar öldürücü alerjilere neden olabilir. GDO’lu yemler, hayvanlarda antibiyotik direncini arttırır antibiyotiklerin etkisini azaltır. GDO’lu tarım ürünlerinin ekildiği tarlalarda kullanılan yabani ot ilaçları, memeliler için toksik etkisi yapar ve insanlarda hormonal dengeyi bozar.
GDO üretimi, süper dayanıklı böcek ve yabani bitki türleri yaratır.
Tohumu silah haline getirip, insanları tohumla öldürmek ve doğayı tahrip etmek işte budur.
Bir örnek verelim; ABD, Irak’a demokrasi götürmek (!) için işgale başladığında, Monsanto da hükümetteki adamlarıyla oraya gitti. İlk iş olarak, içinde 5 Bin yıllık doğal tohumların saklandığı, Irak Tohum Bankası önce soyuldu ve yerle bir edildi. Çalınan tohumlar, Norveç Kutup Bölgesinde, Grönland adasının doğusundaki Svalbard adasında buzulların altında inşa edilen depolara götürüldü.
Burada 3 Milyon çeşit doğal tohum saklanmakta ve olası bir nükleer savaştan sonra, kimlerin yaşayacağına karar verebilmek için depolanmaktadır!
İkinci adım ise, Irak’a yönetici olarak atanan Paul Bremmer, 26 Nisan 2006 da bir kararname çıkardı. Buna göre Iraklılar, kendileri tohum üretemeyecekler ve ekecekleri tohumları Monsanto’dan alacaklardı! Tohumu silah haline getirip, insanları tohumla öldürmek ve doğayı tahrip etmek işte budur.
Monsanto, Türkiye’ye 1997 yılında geldi. Bursa’daki STK’ların direnişi, kamuoyu oluşturmaları sebebiyle gerekli izinleri alamadılar.
2004 yılında Bush-Erdoğan-İsrail görüşmesinden sonra, şirketin önü açıldı! 

Erdoğan, 4738 sayılı Özel Endüstri Bölgeleri kanununda 22/06/2004 tarihinde 5195 sayılı kanunla şirket lehine değişiklik yaptırdı. Yetmedi Büyükşehir yasasını değiştirip, Gemiç ve Gürle köylerini Gemlik ilçesine bağladı. Sonunda gerekli izinler verildi…
Erdoğan ve AKP Türk Tarımını bakın ne hale getirdi;
-Yunanistan’ın tüm yüzölçümünün 2 katı büyüklüğünde tarım arazisi olan Türkiye, Yunanistan’dan pamuk ithal ediyor!
-Türkiye 126 ülkeden 133 çeşit meyve sebze ithal eden bir ülke haline geldi!
-Türkiye, Taze soğan-kuru soğan ithal ediyor.
-Türkiye Sap-Saman ithal ediyor.
-Her 5 köylüden 3’ü icralık hale geldi.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, her yıl 10 Milyon insan açlıktan ölüyor. Bunun 6 Milyonu maalesef 5 yaşın altındaki çocuklar!
840 Milyon insan, yetersiz beslenme sebebiyle hastalık ve ölümün hazır müşterisi gibiler. Dünyada 1 Milyar insan 1 bardak temiz suya hasret!
Üzerinde yaşadığımız yerküre artık daha fazla insanı besleyemeyecek halde iken, tüm ülkeler tarıma destek vermeyi arttırırken, Türk Tarımını saman ithal edecek duruma getiren Erdoğan ve AKP’nin, doğrudan Yüce Divana gönderilmeleri gerekir.
Çokuluslu şirketlerin çıkarlarını koruyup, kendi insanını açlığa mahkûm etmenin cezası sizce ne olmalıdır? 
30 Haziran 2016, Dr. Rifat Serdaroğlu
https://kumkale.wordpress.com/2016/07/02/tohumla-oldurmek/

..

YAŞAR NURİ ÖZTÜRK’Ü KAYBETTİK. BAŞIMIZ SAĞ OLSUN..



YAŞAR NURİ ÖZTÜRK’Ü KAYBETTİK. BAŞIMIZ SAĞ OLSUN..



Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür. Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkartmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekayı terbiye etmektir. – Gazi Mustafa Kemal Atatürk- (1936)
—————————————–




fft267_mf2282610










Değerli dostum. Yakın arkadaşım, Fikirdaşım, gerçek Atatürkçü ve Türk milliyetçisi Kardeşim Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk Bey hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Bütün ömrünü din simsarlarının ve sahte dincilerin yalanlarına karşı mücadele ile geçiren, Yaşar Nuri Öztürk’ün fikir ve düşünceleri henüz hayatta iken dünya insanlığını aydınlatmaya devam etmiştir.
Bu vesile ile , özellikle Kur’an Ayetlerinin iniş sırasına göre yazdığı “ Kur’an Meali ”, her insanın okuyup feyiz alması ve durup üzerinde derin derin düşünmesi gereken “ Allah ile Aldatmak ” kitabı ve son olarak Türkiye’nin din simsarları elinde sürüklendiği durumu açıklayan “Kötülük Toplumu” kitaplarının her Türk vatandaşının tekrar tekrar okunup incelenmesine yarar görüyorum.
Bugün fani vücudu aramızdan ayrılmıştır. Ama O’nun ismi felsefi ve dini bilimler alanında insanlık var oldukça tüm dünyada yaşamaya devam edecektir. Çünkü batı kültürleri bu büyük ilim adamını bizden önce tanımış ve bilim dünyasında kendisine hak ettikleri gerçek değeri vermişlerdir.
Milli değerimiz Yaşar Nuri Öztürk Bey; Time Dergisinin gerçekleştirdiği “20. Yüzyılın En Önemli Kişileri” anketinin “En Önemli Bilim Adamları ve Islahatçılar” listesinde, tüm dünyadan katılımcıların oylarıyla belirlenmiş yüz ismin, 2001 yılı itibariyle ilk onu arasında yer alarak dünyaya açılan aydınlık yüzümüz olmuştur.
Türk milletine ve tüm İslam alemine Kuran Müslümanlığını öğreten, Kur’anı duvardan indirip günlük yaşamımıza sokan bu büyük insanın hakkını bu millet kolay ödeyemez.
Milletçe başımız sağ olsun.
Değerli Kardeşim Yaşar Nuri; seni hep güler yüzünle hatırlayacağım.
Mekanın cennet olsun.
Adın ve namın özgün fikirlerinle dünya durdukça yaşasın.

https://kumkale.wordpress.com/2016/06/24/yasar-nuri-ozturku-kaybettik-basimiz-sag-olsun/


..

Libya ve Suriye’de Olanlar Planlı mı?



Libya ve Suriye’de Olanlar Planlı mı?



Yazar: Ümit Özdağ
09 EYLÜL  2011 CUMA


Çünkü, Çavuşesku'ya karşı Romanya'da başlayan ayaklanmadan bu yana ayaklanma, isyan ve savaşlar televizyonlardan naklen yayınlanmaktadır. Bu da kitlelere "gözümle gördüm demek ki öyle" ve kesin inançlı olma imkânı vermektedir.

Oysa gözle görülen çoğu şey doğru değildir. Çavuşesku'ya bağlı birlikler tarafından öldürüldüğü söylenen ve sokaklarda cesetleri yatan Romenlerin aslında morglardan alınan cesetler olduğu sonra ortaya çıktı. Saddam'ın Basra Körfezi'ne boşalttığı ham petrolden dolayı üstü başı ham petrol ile kaplı deniz kuşlarına acıyarak bakan insanlar savaştan sonra bu kuşların Kuzey Denizinde İngiliz petrol şirketlerinin denize karışan petrollerinden zehirlenen kuşlar olduğunu anlaşıldı. Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz. Şimdi Suriye başta olmak üzere benzer görüntüleri Arap Baharının bir parçası olarak televizyonlarda seyrediliyor. 
Doğruyu televizyonlardan çok yazılı belgelerde bulmak mümkün.
Orgeneral Wesley K Clark, 1997-2000 yılları arasında NATO'nun Avrupa Birlikleri Komutanı olarak görev yapmış ve Kosova operasyonunu yönetmiştir. Daha sonra Washingon'da bazı görevler alan Org. Clark, Irak'ın işgalinden sonra "Winning Modern Wars-Iraq, Terrorism and The American Empire" (Modern Savaşları Kazanmak-Irak, Terörizm ve Amerikan İmparatorluğu) adlı bir kitap yayınlamıştır. 

Org. Clark, Bush Yönetiminin 11 Eylül sonrasında "Teröre karşı savaş" başlığı altında düzenlediği savaş stratejisini özellikle de Irak'ın işgal edilmesini sert bir şekilde eleştirmiş bir Amerikalı subaydır. Clark, kitabının önsözünde Bush Yönetimini şöyle tenkit etmektedir: "Bush Yönetiminin bizi El Kaide ile yapılacak gerçek bir savaşı yapmamak pahasına Irak ile bir savaşa ittiği, acele ettirdiği, yanlış yönlendirdiği ve manipüle ettiği benim için açıktı."

Org. Clark, kitabının ilerleyen sayfalarında bugünün dünyasını anlamamız için çok daha ilginç ve önemli olan bilgiler vermektedir:"Kasım 2001'de Pentagon'a geri döndüğüm zaman yüksek rütbeli bir kurmay subay ile sohbet etme fırsatı buldum. "Evet, hala Irak'a karşı bir operasyon için iz sürüyorduk söylediğine göre. Ancak daha fazlası da vardı. Bu beş yıllık bir planın parçası olarak konuşulmuştu ve toplam yedi ülke söz konusuydu.Irak ile başlanacak sonra Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan gelecekti. Evet, diye düşündüm bu onların 'bataklığı kurutmak' diye konuştuklarında kastettikleri şeydi. Ayni zamanda bir Soğuk Savaş yaklaşımının da kanıtıydı. 

Terörizminbir devlet sponsoru olması gerekirdi. Ve bu devlete saldırmak daha etkili olurdu."[1]

Tunus'ta bir seyyar satıcının kendisini ateşe vermesi ile başlayan "Arap Baharı"nın bu aşamada bir dış müdahale veya kurgu olmadığını söylemek mümkündür. Ancak olayların, Mısır, Libya ve Suriye'ye sıçrama ve yayılma süreçlerinde ABD'nin gelişmeleri bilinçli bir şekilde yönlendirmeye çalışmadığını söylemek çok zordur. Üstelik, Org. Clark'ın açıklamalarının çok açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi ABD'nin bu ülkeler ile ilgili çalışmalarının kökleri 2001 Eylül-Kasım'ına kadar geri gitmektedir. Bu da Org. Clark'ın bildiği kısmıdır. Amerikalı sistem dışı dış politika analizcilerindenF. William Engdahl, ABD'nin Arap coğrafyasında "Arap baharı" sürecinde uyguladığıpolitikaya "yaratıcı tahrip" adının verildiğini ileri sürmektedir.[2]

Mısır'da Mübarek'i devirmek için gösterilerin devam ettiği bir sırada Mısır Genelkurmay Başkanı Sami Hafez İnan'ın Washington'da olduğunu belirten Engdahl, internet üzerinden Mübarek'e karşı etkili bir mücadele sürdüren Müslüman Kardeşler üyelerinin de Amerikan askeri istihbaratı tarafından eğitildiğini iddia etmektedir. Üstelik Engdahl'a göre Müslüman Kardeşler-ABD işbirliğinin kökleri Nasır'a karşı ortak muhalefete kadar geri gitmektedir.[3]
Engdahl'ın bu açıklaması Libya'da NATO'nun El Kaide militanları ile Kaddafi'ye karşı işbirliği yaptıkları ile birlikte düşünülür ise ABD-Müslüman Kardeşler işbirliğini çok şaşırtıcı olarak görmemek gerekmektedir.[4] Gerek Libya'da gerek Mısır'da her iki taraf da Mübarek/Kaddafi'nin aşılması sonrasında zemini gerekir ise çatışarak kendi lehlerine düzenleme peşindedirler.

Engdahl, Mısır'daki ayaklanmanın Gürcistan ve Ukrayna'daki Turuncu Devrimlerin izlerini taşıdığını ileri sürmektedir. Engdahl, Mısır'da Müslüman kardeşler ile bağlantılı ve Mübarek'e karşı isyanda önemli bir rol oynayan "Kefaya " (Yeter) hareketi ile Gürcistan'da 2003 Turuncu Devriminde rol alan Kmar (Yeter) hareketinin isim benzerliklerinin tesadüf olmadığını ileri sürmektedir.[5]
Engdahl, "Kefaya" hareketi ile ilgili olarak Amerikan Hava Kuvvetleri tarafından desteklenen düşünce kuruluşu RAND'a 2008 yılında Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı-Birleşik Komutanlık, Deniz Kuvvetleri, Deniz Piyadesi ve askeri istihbaratın sponsorluğu ile "The Kefaya Movement: A Case Study of a Grossroots Reform Iniative" adlı bir çalışmanın yaptırılmış olmasını tesadüf olarak görmemektedir. Bu çalışmada Amerikan hükümetine Ortadoğu'da muhalif hareketleri enformasyon teknolojileri konusunda eğitilmesine destek verilmesi önerilmektedir. [6]
Engdahl, uluslararası ilişkiler camiasında muhalif bir isim olarak bilinmektedir. Bundan dolayı tespitleri olgular üzerinden olmasa da kişiliği üzerinden eleştirilebilir. Ancak İngiliz diplomat, Alastair Crooke için ayni şeyleri söylemek mümkün değildir. 
Crooke, AB Dış İşleri temsilcisi Javier Solana'nın eski danışmanı ve Conflicts Forum'un kurucusu ve direktörüdür.

Crooke'un Asia Times'ta yayınlanan 15 Temmuz 2011 tarihli analizi Suriye'de yaşanan ayaklanma ile ilgili oldukça ilginç ve Engdahl'i doğrulayan saptamalarda bulunmaktadır.[7]Suriye'deki protestocularABD hükümeti ve diğer yabancı kaynaklar tarafından finanse edilen sürgündeki gruplardır. ABD'nin Şam Büyükelçiliğinde yapılan bazı yazışmalara göre bu gruplardan çoğu ve bunlara bağlı TV kanalları ABD Dışişleri Bakanlığı ve ABD merkezli vakıflardan on milyonlarca dolar para yardımı yanında eğitim ve teknik destek almaktadırlar.
ABD ile işbirliği yapan bu gruplar Selefi isyancıları Suriye'ye karşı kullanmayı düşünmektedirler. Suriye'deki Selefi grupların büyük bir bölümü El Kaide bağlantılıdır. Bu gruplar Irak Savaşı sonrasında Irak'ta Amerikan Ordusu ve Şii partilere karşı savaşmışlardır. Etkileyici bir iç savaş deneyimi olan bu gruplar Irak'taki çatışmaların durması sonrasında Suriye'ye geri dönmüşlerdir. Plana göre bir Selefi isyanı Suriye hükümetinden büyük bir tepki çekecek, bunun ardından da halkın büyük bir bölümü kutuplaşarak devlete karşı düşmanlık duymaya başlayacak, başlayacak iç savaşa Batı'nın müdahalesi kaçınılmaz hale gelecektir.[8]

Org. Clark, F. William Engdahl ve Alastair Crooke'un söyledikleri bir arada değerlendirildiği zaman Ortadoğu'da uzun soluklu bir planın uygulandığı görülüyor. Clark'ın müdahale edilecek ülke olarak saymış olduğu Irak, Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan'da büyük ilerleme kaydedildiği görülmektedir. Irak işgal edilmiş ve fiilen parçalanmıştır. Lübnan, Suriye'nin etkisinden çıkarılmış ve İsrail tarafından 2005'de işgal edilmek istenmiştir. Sudan, Güney ve Kuzey olarak ikiye bölünmüştür.Libya'da NATO'nun muhalefeti desteklediği bir iç savaş sonrasında Kaddafi rejimi devrilmiştir. Suriye'de Batı destekli isyan yayılmaktadır. İran ise kuşatılmaktadır. Demek ki plan işlemektedir.


[1]Wesley K Clark, "Winning Modern Wars-Iraq, Terrorism and The American Empire" , 2004, s.130

[2] F. William Engdahl,Egypt's Revolution:Creative Destruction for a Greater Middle East?

[3] Age,s.1

[4] NATO-El Kaide işbirliği konusunda yaygın bilgi arasından iki tanesi burada anılmaktadır. The "Liberation" of Libya: NATO Special Forces and Al Qaeda Join Hands "Former Terrorists" Join the "Pro-democracy" Bandwagon by Prof. Michel Chossudovsky,www.globalresearch.com ve /www.telegraph.co.uk/news/worldnews/africaandindianocean/libya/8391632/Libya-the-West-and-al-Qaeda-on-the-same-side.html

[5]F. William Engdahl,Egypt's Revolution:Creative Destruction for a Greater Middle East?, s.4

[6] The Kefaya Movement: A Case Study of a Grossroots Reform Iniative, www.rand.org/pubs/monographs/2008/RAND_MG778.pdf

[7] Alastair Crooke'nin makalesinin Türkçesi için bkz. Turquie diplomatique, 15 Ağustos-15 Eylül 2011, Sayı 31, s.14-15

[8] Asia Times, 15 Temmuz 2011


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2011/09/09/6288/libya-ve-suriyede-olanlar-planli-mi

..