1 Ağustos 2016 Pazartesi

DEVLET YOLUYLA KAPİTALİZM BÖLÜM 1



DEVLET YOLUYLA KAPİTALİZM BÖLÜM 1




Devlet Yoluyla Kapitalizm 
Ersin DEDEKOCA 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Bilimsel Danışmanı 
Sayı: 1 / Eylül-Ekim-Kasım  2012 
21. Yüzyılda Sosyal Bilimler Dergisi,


Özet: 

1970’lerden bu yana, özellikle gelişmiş ekonomiler ve onların periferilerinde hakim olan ve yaygın olarak “demokratik kapitalizm” veya “pazarın belirleyici 
olduğu kapitalizm (market-driven capitalism/free market capitalism) denilen ekonomik faaliyetler ve onların düzenlenme biçiminde devletler, kendi hudutları içindeki hükümranlıklarını, BM ve insan hakları evrensel kurallarına göre kullanmakta ve olayları kontrol etmekteydiler. 

Ancak, küreselleşmenin hız kazandığı 1990’lı yıllardan itibaren, ABD ve AB gibi, Batılı gelişmiş ekonomiler dışında kalan ve çoğu G20 üyesi olan Brezilya, 
Çin, Rusya, Suudi Arabistan başta olmak üzere monarşik Körfez ülkelerinin başını çektiği, kamu serveti-yatırımı ve sahipliliğinin ana unsurları olduğu “devlet kapitalizmi-state capitalism”in yaygınlaştığını görmekteyiz. Anılan yaygınlaşma nın; bazı sektörlerde yoğunlaşmasının yanında, 2000’li yılların başından itibaren de, kamu sermayeli şirketler üzerinden yapıldığı gözlenmektedir. 

Aşağıdaki çalışmada, görünürde “serbest piyasa” karşısına kuvvetli bir rakip olarak çıkan “devlet kapitalizmi” ile ilgili süreç; etkenler, yaygın şekilleri, sonuçları, küreselleşmeye entegrasyonu, ulus devlet egemenlik alanına karşı/birlikte yapılanması ve genel panoramadaki yeri parametreleriyle irdelenmeye çalışılmıştır. 

Anahtar Kelimeler : Devlet kapitalizmi, küreselleşmenin ekonomik boyutu, egemenlik, ulus devlet, ulusal varlık fonları (SWF), uluslararası nitelikli hükümetdışı örgütler (NGO), özelleştirme, sermaye ve emeğin mobilitesi, devletçilik, kamu sermayeli şirketler(SOE), piyasaya müdahale, uluslararası şirketler, şirket kurtarma operasyonu ve sermaye enjeksiyonu. 


















GİRİŞ 

19 ve 20. yüzyıllarda, özellikle Batı ülkelerinden başlayıp, sonrasında tüm dünyayı saran “ulus-devlet” yapılanması, 1980’den bu yana “küreselleşme” olarak isimlendirilen yeni dalga ile kırılmaya çalışılmaktadır. 1929 dünya ekonomik buhranı ve bunun bir ürünü olan “eksik istihdam” sorununu çözmeye yönelik Keynesyen politikaların özü; kapitalizmi kurallara bağlamak (regüle etmek) ve işleyişindeki aksaklıkları “kamu müdahalesi” ile düzeltmekti.1 

İngiltere’de Margaret Thatcher(1979-1990), ABD’de Renald Reagan’un (19811989) öcülük ettiği “ neo-liberalizm”’in hakim olduğu 1970’lerden sonra ise, özellikle gelişmiş ekonomiler ve onların uydularında (periferilerinde) hakim olan ve yaygın olarak “demokratik kapitalizm” veya “pazarın belirleyici olduğu kapitalizm” süreci başlamıştır. Bir diğer anlatımla, Keynescilikten “monetarizm”e ve neo-liberalizme, açık ya da örtülü güdümlülükten “pazar ağırlıklı çözümlere”, parasal genişlemecilikten “kısıtlılığa”, merkantilizm’den “serbest ticarete” doğru bir dönüşüm gözlemlendi.2 

Bu süreç, kamuya ait ekonomik kurum ve kuruluşlarının hantal ve verimsiz olmaları savı ile başlayan ve 1980-90’ larda ekonomilerde başat rol oynayan “özelleştirme” dalgasını da içine almaktadır. 

Tüm bu özelleştirme dalgasına karşın, yine de devlet sahipli veya kontrollu teşebbüslerin GSMH’ daki payı Afrika ülkelerinde yüzde 50, Doğu Avrupa, Asya ve Güney Amerika’da yüzde 15’in üzerindeydi.3 

Ancak, 2000’li yılların başından itibaren, ABD ve AB gibi, Batılı gelişmiş ekonomiler dışında kalan ve çoğu G20 üyesi olan Çin, Rusya, Suudi Arabistan başta olmak üzere monarşik Körfez ülkelerinin başını çektiği, kamu serveti-yatırımı ve sahipliliğinin ana unsurları olduğu “devlet kapitalizmi-state capitalism”in yaygınlaştığını; hükümetlerin petrol gibi bazı sektörlerde hakim durumda olduklarını (bu hakimiyet oranı, toplam ham petrol rezervlerinin yüzde 75’ini temsil etmektedir) ve bu devlet kontrolündaki veya özel imtiyazlı petrol şirketlerini kullanarak havacılık, gemicilik, enerji üretim tesisleri, silah üretimi, telekominikasyon, metal, mineral, petro-kimya sektörlerine müdahale ettiklerini görmekteyiz.4 

Batının “piyasa ve demokrasi özellikli liberalkapitalizm”ine karşılık, genelde kaynak zengini ülkelerde görülen ve enerji gelirlerini, sosyal baskıyı azaltmak amacıyla kullanan (aksi halde çıkacak faturanın daha yüksek olacağını biliyorlar) “liberal olmayan kapitalizm” ile, “ihracat destekli-devlet yönlendirmeli kapitalizm” (Çin örneğinde olduğu gibi) şeklinde iki tür öne çıkmaktadır.5 

Genellikle “devlet kapitalizmi” olarak bir süredir literatürde yer alan6 anılan trend; liberal ekonomistlerin “görünmez el (invisible hand)” in hüküm sürdüğü 
görüşüne karşın, “devlet kapitalizmi”nde piyasaya “görünen el (visible hand)”in müdahale ettiği, 1990’ların “asgari devlet” şampiyonluğunun yerinde yeller estiği şimdilerde egemen olduğu belirtilen “devlet kapitalizm”ini çeşitli boyutlarıyla işleyen The Economist Dergisinin 21-27 Ocak 2012 tarihli sayısındaki “özel rapor“7 ve ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın 19 Şubat 2012’de, Meksika’nın Los Cabos şehrinde yapılan G20 toplantısında yaptığı, devlet kapitalizmi ve ulusal varlık fonları hakkındaki görüşlerini içeren konuşma8 ile daha da güncellik kazanmıştır. 

Anılan raporda, politikacılara “liberal kapitalizm” dönemine göre daha çok “güç” sağlayan ve “yeni elitler” yaratan “devlet kapitalizmi”nin özellikle, “yükselen 
ekonomiler” olarak adlandırılan Çin’in yanı sıra Brezilya, Rusya, Hindistan ve Singapur’da oldukça etkin olduğu; bunun yanında da Güney Afrika’nın da son zamanlarda bu yöne doğru bir kayış içinde olduğuna dikkat çekilmektedir. 

DEVLET ELİYLE KAPİTALİZM SÜRECİ 

“Coğrafi mekan”ın bir yönetim ölçeği olma özelliğini yitirdiği “küreselleşme” fazında, 200 yıldır milli pazarlarda doğmuş, milli sınırlar içerisinde temel bulmuş 
ve başından beri devlet desteğine dayanmış olan kapitalizm ile ulus-devlet arasındaki ilişkinin sonuna gelindiği; bazılarının hükümranlığını güçlendiren, bazılarının otonomilerini azaltan devletler arası yeni bir güç dengesini kurumsallaştığı;9 yoğun yabancı sermaye girişi ile “devletsiz (çokuluslu) firmalar (multinational companies)”ın sayı ve boyutça ulusal ekonomideki payının arttığı; uluslararası ekonomik örgütler tarafından ticaret ve ekonominin şekillendirildiği gözlenmektedir. Keza, yine bu aşamada ulus devletlerin, yetkilerinin bir bölümü ulus-devlet-üstü kurum ve mekanizmalara devredilirken, diğer bir bölümünü de yerel yönetimlere aktarılarak, “ yerelselleşme (desantralizasyon)” olgusu yoluyla da küreselleşmenin desteklendiği, kısaca, iki binli yıllara doğru, “ sanayi toplumundan bilgi toplumuna” geçiş sürecine, “merkezi ağırlıklı yönetim sistemlerinden güçlü yerel yönetime”, “temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye” doğru gelişmelerin eşlik ettiğini10 söyleyebiliriz. Anılan bu süreç, karar alma süreçlerini kısaltarak, merkezi veya yerel yönetimlerin “devlet kapitalizmi”nin yeşerip, güçlenmesi anlamında uygun ortam yarattığı düşüncesindeyiz. 

“Devlet kapitalizmi” aşamasının önceleyen ve besleyen bir diğer gelişmeyi de, ulusal hükümetleri by-pass edip, doğrudan dünya siyaseti ve günceli ile ilgilenen, “ulusal” ile “uluslararası” ilişkisini ve ulusalın “ küresel kurum-kuruluşkurallar”a entegrasyonunu hızlandırmayı amaçlayan“uluslararası nitelikli 
hükümet-dışı örgütler (NGO)”in yaygınlaşması olgusu olduğunu belirtmeden geçemeyiz. 

Ian Bremmer, Çin’in “devlet kapitalizmi”ni, Çin firmalarını yabancı rakiplerine karşı güçlendirmek; yeni iş sahaları yaratarak, istihdamı arttırmak ve ihracat güdümlü modelden, daha çok iç talebe dayalı bir büyümeyi gerçekleştirmek amacıyla kullanacağını; bu sistemin büyük ekonomilerden çok, küçük ve sağlıklı ekonomilerde (Singapur gibi) daha başarılı olacağını; keza, son zamanlarda artan “ekonomideki devlet müdahalesi”nin kalıcı bir gelişme değil, geçici olduğunu; ABD’de yaşananların da, önceden olduğu gibi, devletin bazı sektörle daha fazla ilgilenmesinin bir yansıması olduğunu belirtmektedir.11 

Anılan makalede ayrıca, Batı’da görülen “devlet müdahalesi”nin, hükümetlerin öz rollerindeki bir değişim veya serbest piyasanın yerini almak olmayıp, sadece, serbest piyasa ekonomisinin daha sağlıklı olması için yapılan bir restorasyon çalışması olduğu da vurgulamaktadır. 

Devlet kapitalizmi12 ve “kaynak milliyetçiliği-resourse nationalism” olarak nitelenebilecek olan günümüz gelişmesi, iki tür ekonomi temelli gelişmede kendini göstermektedir: Bunlardan biri; Asya, Rusya ve Ortadoğu yönetimlerinin ülke yabancı para rezervlerini ve tasarruflarını, deniz ötesi varlık alımında kullanmaları (bu konsept yeni bir olgu olmayıp; farklılık, bu konuya ilgi duyan ülke sayısındaki artıştır); diğeri ise, bu devlet fonlarının daha çok stratejik enerji varlıklarına yoğunlaşmalarıdır.13 

Sürecin gelişimine baktığımızda da, SSCB’nin dağılması sonrasında Doğu Avrupa, Rusya ve BDT ülkelerinde, öncesinde 1970’li yılların ikinci yarısında 
Çin’deki piyasaya uyum çalışmalarıyla başlayıp, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya ve Türkiye gibi ülkelerde de yeniden yapılanma süreci sonrası güçlenmeye başlayan, yapılan özelleştirmelerle hızı artan “serbest piyasa ekonomisine geçiş”in sonucunda; 

• Devletin ekonomideki payının küçülmüş, ticaret hacminin artmış, globalleşme sonucu tüketici tercihi ve arz zincirlerinin değişmiş olduğunu, 
• Teknoloji ve doğrudan sermaye akımlarındaki serbesti ve yeniklerin de bu akımı güçlendirdiğini, görmekteyiz. 

Ancak özetlediğimiz bu sürecin yarattığı küresel dengesizlikler (bütçe ve cari açıklar, gelir dağılımındaki eşitsizlik, orta sınıfın zayıflaması, enerji savaşları, kuralsızlaşma, globalde ülkeler arasındaki ”nüfus-paylaşılan ekonomik değerler-uluslararası politik etkinlik”, giderek artan eşitsizlik) ve özellikle finansal piyasaların kendi kendini düzeltme yetisinin olmaması ve söz konusu piyasaların iyi çalışmasının otomatiğe bağlanamaması14 sonucu 2008 yılında yaşanan ekonomik kriz, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ikisinde de, devlet müdahalesi ve/veya devlet kapitalizmi olarak tezahür eden trendi tetiklemiştir. “Devlet kapitalizmi”nin böylelikle, piyasanın işlerliğinin aksadığı durumlarda ekonominin itici gücü haline geldiğini saptamaktayız. 

ABD’de çeşitli form ve kamu kuruluşlar aracılığı ile yaratılan “ devlet müdahalesi”nin (1980’lerin sonundan itibaren) ekonomik büyümenin sonunu getirdiğini, kararları iş sahipleri ve yatırımcılar yerine merkezi yönetimce alınmaya başlandığını ve bunun sonucunda da “daha az üretkenlik” ve daha düşük yaşam standardı” ortaya çıktığını belirten Thomas J.DiLorenzo’dan15 farklı düşünüyoruz. Son dönemde ABD, Avrupa ve geri kalan gelişmiş ülkelerin çoğunda görülen “devlet müdahalesi-state interventionism” dalgasının, son ekonomik krizin yarattığı sıkıntı ve sancıları hafifletmeye, resesyon tehlikesini azaltmaya yönelik olup,16 ekonomiyi yönetmek gibi bir iddia taşımadığını; gelişmekte olan ülkelerde ve özellikle otokratik rejimlerin hakim olduğu ülkelerde ise, serbest pazar ekonomisi doktrinine reaksiyonu içeren “ağır bir devlet eli”nin hissedildiğini; bu gelişmenin de, uluslararası ilişkileri ve büyük ölçekli ekonomik güç ve etkinin merkezi otoriteye transfer olmasıyla 
global ekonomiyi etkilediği ve etkilemeye devam edeceğini söyleyebiliriz.17 

2004-2008 yılları arasında BRIC ülkeleri orijinli 117 devlet şirketi veya kamu kontrollu şirket, Forbes Global 2000’in, dünyanın en büyük şirketleri listesinde 
yer almış; öte yandan da toplam 239 Japon, Alman, İngiliz ve ABD firması söz konusu dönemde listeden düşmüştür. 2008-09 döneminde şirketlerin başarısızlığı ve bunun sonucunda, daha önce de bahsettiğimiz “kurtarma amacıyla kamu tarafından hisse alınması (government bailout)” hızlanan bir trend kazanmıştır. Kriz sonrası Batı ülkelerindeki yeniden yapılandırma ve kurtarma faaliyetlerinde sermaye enjeksiyonları aşağıdaki grafikte 
görülmektedir:18 


Kaynak: Reshaping The Global Economy, Jean Pisani-Ferry&Indhira Santos. 


Bunun yanında, özellikle Çin’de, anılan ülkenin en büyük, dünya genelinde de beşinci büyük ulusal varlık fonu (SWF) olan 2007 yılı kuruluşlu China Investment Corporation (CIC)’ın 200 milyar Amerikan Doları tutarında Çin Maliye Bakanlığı kaynaklı sermayesi ile, People’s Bank of China’dan kullandığı 410 milyar Dolar tutarındaki kredi ve yeni kamu fonu arayışları19; yine CIC grubuna dahil China Central Huijin Investment Ltd.in de, Çin Hükümeti’den 50 milyar Dolar nakit yardım alması20, şirket kurtarılması veya yaşatılması veya pazar hakimiyetinin kaybedilmemesi bağlamında, farklı bir rejimden örnek olarak bahsedilmeye değer bulunmuştur. Keza, aynı amaçlar gözetilerek, Rusya’nın, National Welfare Fund’dan sonraki ikinci büyük ulusal varlık fonu olan Russia’s Oil Reserve Fund’un, Ocak 2012’de yaklaşık 30 milyar Amerikan Doları tutarında nakit yardım alması, bu bağlamda bir diğer gerçektir.21 

Devletler, kendi alanlarında “yıldız” konumunda olan şirketleri gizli ve açıktan destekleyerek, bu desteğin getirdiği avantaj sayesinde rakiplerine göre hızlı büyümelerinin ve karlarını arttırmanın üstünlüğünü yakalamış oluyorlar. Çin Halk Cumhuriyeti’ne baktığımızda, devletin en büyük 150 şirketin başat ortağı durumuna geldiğini gözlemekteyiz. Diğer yandan, özellikle petrol sanayiinde dünyanın en büyük ölçekli şirketlerinin kamu sermayeli -veya devlet destekli- olduğunu; iletişim, bankacılık, kimya, taşımacılık gibi çok farklı alanlarda bile dünya liderleri arasında kamu şirketleri bulunduğunu görmekteyiz.. Bu şirketler, yeri geldiğinde ‘liberal kapitalizmin’ araçlarını da kullanıyorlar ve örneğin sermaye piyasaları ile entegre olabiliyorlar. Kamu sermayeli şirketlerin hisse değerlerinin toplam hisse senedi piyasası içindeki payları, Çin’de yüzde 80, Rusya’da yüzde 62 ve Brezilya’da yüzde 38’e ulaştığını da ayrıca vurgulamak gerekir. 

Yukarıda belirttiğimiz “uluslararası ölçekte yıldız yaratma” dışında, özelleştirilmiş bir kısım şirketlerin bir araya gelerek, “ölçek ekonomisi”nden yararlanmaları 
ve böylece uluslararsı sularda rekabet güçlerini artırmayı hedefleyen, ağırlıklı olarak Brezilya ve Güney Afrika’da görülen devlet müdahalelerini de bu arada zikretmeliyiz.22 Zaman içerisinde, ekonomideki itici güçleri arttıkça ve sağlamlaştıkça, bu şirketlerin sistem üzerinde birer kambur olmaktan çıkarak kâr merkezi haline geldikleri de ayrı bir olgu olarak saptanmaktadır.23 

Bu sürecin bir türevi olarak, tümü de devletlerin sahip olduğu 14 firma dünya enerji piyasasını kontrol etmekte ve fiyatların belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Bu realitenin yarattığı “ fiyatları yüksek tutma-enerji zengini devletlerin servetlerinin artması-servet artışı ile birlikte anılan ülkelerin stratejik önemlerinin yükselmesi-sonuçta bu ülkelerin uluslararası arenadaki etkinliğinin yükselmesi-döngüsü sürmektedir.24 Ayrıca kamu sermayeli şirketler birer ‘ulusal ekonomi şampiyonu’ olmanın ötesine geçerek, sınır ötesi şirket satın almaları ile uluslararası arenaya da sıçramış olmaları ayrı bir gerçek olarak durmaktadır. Bir diğer anlatım ve Metin Ercan’ın ifadesiyle, bir yönüyle küreselleşmenin antitezi olarak görülebilecek “devletçilik”, diğer yandan küreselleşmenin içine “entegre” olmuş durmaktadır. 

Bu değişimin finansal krizi derinleştirdiği gibi, global durgunluğu da arttırdığını söyleyen Ian Bremmer, bu sonucun, ABD’nin gücünün azalması veya gelişmekte olan ülkelerin etkisinin artmasından ileri gelmediğini vurgulamak tadır. Ona göre, eğer ülkeler serbest piyasa ekonomisini kucaklamaya devam etselerdi, ABD’in global piyasada düşen payının diğer ülkelerce telafi edilmesi (offset) olasılığı çok kuvvetliydi.25 Öte yandan Joseph E.Stiglitz, zaten gelişmiş ekonomilerde mevcut olan sağlık, enerji, çevre (özellikle küresel ısınma), eğitim, nüfusun yaşlanması, sanayi üretimindeki düşüş, fonksiyonel olmaktan uzak finansal piyasalar, global dengesizlik, ABD’nin büyük rakamlara ulaşmış nakit ve bütçe açıkları nedeniyle uzun süren krizi, mevcut kaynak ve olanakları yanlış kullanan yönetimlerin de derinleştirdiğini;26 özellikle ABD’nin, 2000 yılında yüzde 35, 2009 yılında yüzde 60 olan borç/GSYİH oranının 2019 yılında yüzde 70’e yükselmesinin beklendiğini; bu gelişmelerin de, hükümetin merkez rolünü kuvvetlendireceğini; bundan sonra yapılacak olanın da, piyasa ve devletin rolünün daha iyi balans edilmesi ile, sosyal yapının yeniden inşa edilmesine bağlı olduğunu savunmaktadır.27 

ULUSAL VARLIK FONLARI 

Çalışmamızın önceki bölümünde bahsedilen ülkelerin kamusal kaynakların, diğer ülkelerdeki yatırımlarını genellikle, global yatırım tutarının yaklaşık sekizde 
birini temsil eden “bağımsız varlık fonları(UVF)-sovereign wealth funds”(SWF)28 aracılığı ile gerçekleştirmektedir. Kaynağını, cari fazla veren ve birikimleri gerekli rezervin üstüne çıkan ülkelerden alan ulusal fonlar, son 10–15 yılda toplam değerin aşırı bir şekilde artmasıyla birlikte en önemli bir yatırım aracı haline gelmiştir. 

Yüksek petrol fiyatları ve finansal küreselleşme ile, küresel finansal sistemdeki ülkeler arası dengesizliğin bir türevi29 olan bu süreçte, artışın en önemli iki merkezi petrol zengini Körfez ülkeleri ile, ihracat patlaması sonucu cari fazla veren Asya ülkeleri olmuştur. 1990’ların başında 500 milyar dolar seviyesindeki “ulusal varlık fonları”nın bugün 5 trilyon Amerikan Doları civarında olduğu ve IMF’ye göre 2012 yılında 12 trilyon; Lyons Gerard’a göre de 13,4 trilyon Amerikan Doları’na30 ulaşacağı, Stephen Jen’e göre de resmi rezervleri aşacağı tahmin edilmektedir.31 

Emtea’ya dayalı (commodity-based) ve değerinin yaklaşık 5 trilyon Amerikan Doları civarında olduğu belirtilen UVF’nın yıllar itibariyle değişimi aşağıda sunulmuş olup, 2012 yılında da artış beklenmektedir.32 

Kaynak: http://www.swfinstitute.org/ Sovereign Wealth Funds Could Be Growing Even Faster in 2012, 23.02.201 


“Hedge fonları”, “ Özel sermaye yatırımları (private equity)” gibi başlıca “alternatif yatırım araçları”nın en önemli fonlayıcısı; hisse senedi ve bono piyasalarında en büyük oyuncu olması beklenen devlet kontrollu anılan fonları33 “ Şeffaf olup olmadıklarına ” göre kategorilendiren bir diğer makalede, bunlardan hakim pozisyon almak isteyenlerle, stratejik olarak önemli iş kollarının sahipliliğinde olanlar için kuşku duyulabileceği belirtilmekte; piyasada devletin, Batılı ülkelere göre daha fazla rol üstlenmesini isteyen ve entegrasyon arzusunda olan ülkelerin ortaya çıkışının üzerinde durulması önerilmektedir.34 


UVF’larına büyüklük parametresinden baktığımızda, başta gelen fonları aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz:35 

VARLIK TUTARI ÜLKE FON ADI (milyar $) 

Kaynak: http://www.swfinstitute.org/fund-rankings/ 

Toplamı 4,9 milyar Amerikan Doları’na ulaşmış olan “emtea’ya dayalıUVF”nın yaklaşık yüzde doksanını temsil eden yukarıdaki UVF’nın en büyüküçünün Çin (yüzde 27), beşinin Körfez Ülkeleri (yüzde 37), ikisinin de Singapur 
orijinli olduğunu görmekteyiz. Ufuk Korcan’ın da belirttiği gibi,36 SWF Institute’ün hazırladığı yukarıdaki listenin zirvesinde 627 milyar dolarlık varlığı yöneten Abu Dhabi Investment Authority yer alıyor. 

Anılan Fonu, 567.9 milyar dolar ile, 1997 yılında kurulan ve 2005 yılındaki varlıklarının değeri 181.2 milyar dolar seviyesinde bulunan Çin’in devlet varlık fonlarından SAFE Investment Company izlemekte. SAFE, İhracata dayalı büyüme modeliyle varlıklarını büyüten Çin’in SAFE Investment adlı fonu da geçen 6 yılda yüzde 213 artırmayı başarmıştır. 

40 civarındaki farklı ülkeyenin kontrolunda olan ve sayıları 50’yi geçen “ulusal varlık fonları”nın başlıcaları BAE, Norveç, Singapur, Hollanda, Suudi Arabistan, 
Japonya, Kuveyt, Rusya, Çin, Kanada, Hong Kong orijinli37 olup; ulaştığı rakamlar, ulusal varlık fonlarının “devlet kapitalizmi” trendindeki yerinin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. 

DEVLET GÜDÜMLÜ YENİ SİSTEMİN İRDELENMESİ 

Sevinç Akbudak’ın daha önce zikredilen çalışmasında, küresel finans piyasalarında sermaye dolaşımına engel olup, etkinlikten uzaklaştıran “korumacı” niteliğini vurgulamakta; Ian Bremmer ise, bu sürecin ulaştırdığı “devlet kapitalizmi” veya, Bremmer tarafından yapılan başka bir tanımlamadaki “bürokrasi motoruyla çalıştırılan kapitalizm-bureaucratically engineered capitalism”in, devleti “hakim ekonomi oyuncusu” yaptığını ve bu gücün de politik kazanımlarda kullanılma gibi bir haksızlığa yol açtığını belirtilmektedir.38Ancak tüm bu belirtilenlerin yanında, ister petro-dolar, isterse ihracata dönük yapının sonucu olsun, elde edilen cari fazlanın yarattığı aşırı döviz varlığının, tüketim baskısı nedeniyle enflasyona yol açmaması ve ulusal para birimini zayıflatmaması için “ulusal yatırım fonlarına” yatırım yapıldığı gerçeği de gözlerden uzak tutulmamalıdır39 

Öte yandan, bu gelişme sonunda, piyasanın veya global ticari şirketlerin bu devlet rekabetiyle, stratejik şirket hisse alımlarıyla nasıl başa çıkacakları; deniz aşırı ülkelerdeki fikri mülkiyet haklarından (intellectual property rights) yararlanan Çin’in, aynı hakları kendi ülkesinde güvence altına almaması, özellikle ABD’de sorgulanır olmaya başlamıştır.40Bu gelişmelerin sonunda, özellikle piyasa ekonomisinin daha etkin olduğu Batı ülkelerinde “korumacılık” eğilimlerinin de güç kazandığı; bu cephedeki (serbest piyasa) ülkelerin ABD’den öncülük beklentilerinin arttığı görülmektedir.41Bu arada, Rusya, Çin gibi bazı gelişmekte olan ülke yöneticilerinin, kendi devamlılıklarının güvencesi olarak bazı değerli ulusal aktifleri ellerinde tutmak ve bu kaldıracı yüksek tutmak için çalışma gösterdiklerini de söylemek gerekir.42Bremmer’in “politika ve ekonomini kesişmesi”(intersection of politic and economics) olarak nitelediği bu yaşananlara, yukarıdaki iki örnek dışında Hindistan, Brezilya, Türkiye ve Meksika’yı örnek olarak vermekte; ABD, İngiltere ve Japonya’da da, 2008 krizinden sonra “ Serbest piyasa kapitalizmi ”nin uzun dönem sürdürülebilirliği hakkında tereddütler uyandığını belirtmekte,43 buna ek olarak da, 2008 krizi sonrası en büyük darbeyi, piyasa sisteminin kalesi sayılan gelişmiş ülkelerin alması, buna karşılık Çin, global ticarete daha az entegre olmuş Hindistan, Mısır ile, toksik banka varlıklarına bulaşmamış diğer bazı gelişmekte olan ülkelerin daha az etkilenmelerinin de, serbest piyasa ekonomisi kuramının ve gerçeğinin altını oyan bir diğer faktör olduğu vurgulanmaktadır.44 

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, G20 toplantısında yaptığı ve daha önce sözü geçen konuşmasında, ulusal varlık fonlarındaki, devletin sahipliliği veya 
kontrolünde olan ekonomik birimlerdeki (şirket/girişim) artışın yarattığı ve “devlet kapitalizmi” olarak nitelenen bir oluşumla karşı karşıya olduğumuzu; bunun da, “rekabetçi kapitalizm” için, evrensel boyutta ve rekabetçi koşullardan uzak (devlet desteği, özel koruma vs) bu yeni oluşumlarla mücadele etmesi gibi bir haksızlık yarattığını belirtmektedir. 

Uygulamalarına baktığımızda da gerçekten, devlet kapitalizmi olarak nitelenen bu yeni değişimde, devletin başat ekonomik aktör olarak rol aldığını ve pazarın 
da, siyasi kazanımlar için kullanıldığını görmekteyiz. Diğer yandan, devlet bir kısım şirket ve oluşumları çeşitli yollardan desteklerken, bu desteği alamamış olan özel teşebbüs firmaları zarar görmekte; devlet destekli devler (giants), özel şirketler tarafından genellikle daha verimli kullanılan sermaye ve yetenekli işgücü bolluğu içinde çalışmaktadır. Keza, kamu kontrollu veya sahipli piyasa şirketleri, devlet nezdindeki ayrıcalıkları nedeniyle, özel teşebbüsün kendi olanakları ile oluşturmak zorunda oldukları teknolojiyi, birbirlerini taklit yoluyla kolayca sağladığı da bir diğer gözlenen husustur. 

Bu konuda üzerinde durulması gereken bir diğer husus da, devlet kapitalizmi veya “devlet güdümlü iş yapma” modelinin homojenlik ve stabiliteyi garanti etmemesidir. Bir diğer anlatımla, devlet kapitalizmi ancak, sistemin uzman/ehil (competent) devlet tarafından yönetilmesi durumunda iyi çalışmaktadır. Ayrıca, 
ülke veya bölge halkının sahip olduğu kültür de sistemin başarısında etkin olmaktave farklı sonuçlar vermektedir. Örneğin, Asya ülkelerindeki güçlü mandarin kültürünün Güney Afrika ve Brezilya’da olmaması; Rusya Federasyonunda Kremlin ve iş hayatına egemen olan güçlerin, eski KGB mensubu bürokratlardan oluşması gibi.45 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

Arap Baharı’nın Rüzgarında '' Osmanlı Arayışı ''



Arap Baharı’nın Rüzgarında '' Osmanlı Arayışı ''


Dr. B. Senem ÇEVİK- ERSAYDI* 

* Siyasal İletişim ve Politik Psikoloji Uzmanı ve 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Politik, Sosyal ve Kültürel araştırmalar 
Merkezi Bilimsel Danışmanı, bsenem@hotmail.com 
Aralık’11 • Sayı: 36 
21. YÜZYIL Sosyal Bilimler Derğisi
Dr. B. Senem Çevik-Ersaydı 


Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki ayaklanmalar, “Arap Baharı” olarak ifade edilmekte, tüm halk hareketleri “Arap” kimliği etrafında toplanarak yönetim değişikliklerinin baharla sonuçlanacağını varsayılmaktadır. Yeni yönetimlerin Batı’nın “bahar” tanımına ne kadar uyacağı tartışmalıdır. Kimileri “Arap gururu” veya “Arap Onuru”nu uygun görmektedir. 
Gurur ve onur gerek iç gerekse dış politika açısından büyük öneme sahiptir. Çünkü bu gibi psikolojik etmenlerle bir toplum istenilen yöne çekilebilmekte, toplumsal algılar şekillenebilmektedir. Bu çalışma Arap Baharı olarak adlandırılan hareketlerin iki farklı psiko-politik yönünü ele almaktadır. Birincisi Arap Baharı hareketlerinin yansıtılmayan gerçeği, Türkiye’nin çatışma içine çekilme ihtimali, ikincisi de Arap Baharı ülkelerinde Türkiye’nin mevcut veya abartılmış etkisinin Türk halkındaki izdüşümüdür. 




Ulus Devletlerin Emperyal Hayalleri ve Arap Baharı 

Ulus devlet ile ilgili büyük güçlerden gelişmekte olan ülkelere iletilen tek yönlü mesajlarda bir algı yanılsaması mevcuttur. 
“Ulus devlet bitti” söyleminin gerçekçi olmadığı ve dış politikada sıfır sorun tarzı romantik yaklaşımların yarar getirmediği ABD, Çin, İran gibi bölgesel güçlerin stratejilerinde açıkça belli olmaktadır. Büyük ulus devletler eski emperyal güçlerine kavuşma hayali ile daha küçük ülkelerde nüfuzlarını arttırmak istemektedir. Hegemonyasını İngiltere Krallığı’ndan devralan ABD, gücünü, savaşları psikolojik operasyonlar ile devam ettirerek sağlam bir ulus devlet olmasına borçludur. 

Zakaria, ABD’nin Ortadoğu’da başat güç olduğunu, bölgedeki tüm ülkelerin Washinton ile yakın ilişkileri önemsediğini, petrol, stratejik bağlar ve Amerika’nın İsrail ile özel ilişkisinin bölgede Amerikan müdahalesini mutlak kıldığını ifade etmektedir.1 

11 Eylül sonrasında ABD, İngiltere ve Avrupa’nın asırlık Ortadoğu projeleri yeniden canlanmıştır. ABD açısından radikal eğilimlerin törpülenebilmesi, ehlilleştirilmesi ve zamanla daha ılımlı anlayışların hakimiyeti gerekmekteydi. Tam da bu sırada radikal İslam’ın bir alternatifi ortaya çıkmıştır. Yönetim ve rejim değişikliklerinin “bahar” adı altında anıldığı dikkate alındığında, bölgedeki ilk “bahar”ın Türkiye’de 2002’de gerçekleşen yönetim değişikliği ile başladığını söylemek mümkündür. 
İslami öğeleri barındıran, laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nde AKP, hem halkta büyüyen memnuniyetsizliğe hem de Batı’da gelişen tedirginliğe bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır. 


Türkiye’deki bu yeni yönetime mesafeli duran ABD’deki muhafazakar çevreler dahi artık daha modern ve ılımlı duruşu ile Ortadoğu’da yegane örneğin AKP modeli olabileceğine kanaat getirmiştir. Batı devletleri Ortadoğu’da “din” olgusunu dışlayamayacaklarına, benzeri modellerle aşırı uçlardan ılımlıya geçişin gerektiğine ikna olmuşlardır. Bu bağlamda, Türkiye laiklik ve demokrasinin yanı sıra dinin sosyal-siyasal hayata uyum sağladığı en başarılı ülke olarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya örnek teşkil etmektedir. 

Batı’nın Türkiye desteği ile bölgede yeni bir siyasal yapı ve akabinde yeni bir ekonomik düzen inşa etme niyetinde olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Obama başkan seçildikten sonra ilk ziyaretlerinden birini Türkiye’ye yapmış, kendisinden önce de Dışişleri Bakanı Clinton’ı göndererek Türkiye’nin Obama dönemi politikalarındaki stratejik konumunu netleştirmiştir.2 

Bu çerçevede Türkiye’nin bir taşeron mu yoksa ekonomik pastadan pay kapmaya çalışan ortak mı olduğu tartışmaları, Arap Baharı olarak lanse edilen olayların bir başka yüzünü gölgelemektedir.3 

Afganistan ve Irak’ın “teröre karşı savaş” propagandasıyla işgal edilmesi yeni emperyal düzenin önemli bir adımıdır. 
Ekonomik kriz, Avrupa’nın içindeki düşmanlık duygularını ve güçlenen ulus devleti ortaya çıkarmıştır. Kendini Avrupa medeniyetinin beşiği olarak gören Fransa ve İngiltere, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da sömürgelerini canlandırmak niyetini belli etmektedir. 

Bu bağlamda tarih tekerrür etmekte, eski güçler yeniden dünya siyasetinde yer bulmaktadır.4 

Arap Baharı mı, Yoksa Arap Aldatılışı Mı? 

Tek yönlü bilgi akışı ile zihinleri ve algıları isyanlar lehine yönlendiren propaganda mekanizması bölgedeki bu hareketleri bir uyanış, bahar olarak sunmaktadır. Yüzyıllarca Osmanlı topraklarının parçası olan Ortadoğu ve Kuzey Afrika gerileme ve yıkılış dönemlerinde İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından işgal edilmiştir. Uzun yıllar bölgede sömürgeci varlıklarını sürdüren 
devletler şimdi Ortadoğu’ya barış, demokrasi getiriyor algısı oluşturmaktadır. 

Oysa ki, Ortadoğu’daki karmaşayı, çatışmayı, otoriter rejimleri yaratan, 1917’de bölgeyi şekillendiren bizzat 19. ve 20. yüzyılın bu emperyalist güçleridir. 


<  Yönetim ve rejim değişikliklerinin “ Bahar ” adıyla anıldığı dikkate alındığında bölgedeki ilk “ Bahar”ın Türkiye’de2002’de gerçekleşen yönetim değişikliği ile başladığı açıktır.  >


Ortadoğu’da İngiltere’nin, Batıcı liderlerin ve İsrail’in kurulmasının Arap dünyasında bir ezilmişlik ve aşağılanmışlığa yol açarak Arap milli kimliğinde bir yaraya dönüştüğü söylenebilir.5 

Arap kimliğindeki Filistin travması yönetim değişikliği ile da göz ardı edilmemeli dir. Dolayısıyla Arap halkının hafızasında Batı ve Batı’nın aleti olan liderleri tarafından aldatılmış duygusu hakimdir. Mısır’da da kırılma noktalarından bir tanesi Süveyş Kanalı’ndaki İngiliz hakimiyeti ve İsrail’in bağımsızlığı olmuş, Arap milliyetçisi Nasır, Arapların kırılan onurunu tamir etmeye çalışmış vizyonu tüm bölgeyi etkisi altına almış ancak Enver Sedat Camp David görüşmeleri sebebiyle Amerika’nın piyonu olarak görülmüştür.6 Ekonomik ve sosyal adaletsizlik ile toplumsal baskı Mısır halkının Tahrir’e giden yolunda tetikleyici unsurlar olmuştur. Bu unsurların yüz yıllık Arap psikolojisi ile birleşmesi meşru nedenleri bulunan halk isyanların katalizorü olmuştur. 

Arap Baharı tartışmalarında Mısır ve hatta Tunus’u, Libya ve Suriye’den ayırmak yerinde olacaktır. Çünkü Tunus ve Mısır’daki yönetimler son ana kadar Batı’nın dostu olmuştur. Zakaria, Ortadoğu yönetimlerinin otoktarik, baskıcı ve yolsuzluğa batmış olmasına rağmen yerlerine geçebilecek alternatiflerden çok daha liberal, anlayışlı ve çoğulcu olduğunu; bu liderler yerine daha İslami yönetimlerin gelebileceği tehlikesini savunmaktaydı.7 

Oysa ki Suriye’de Esad yönetimi Bush döneminde “şer ekseni”nin bir parçası olarak tanımlanmıştır.8 

Kaddafi yönetimi sevilmemekle birlikte son dönemde Batı ile işbirliğine girmiş fakat bu bile onu hazin sondan kurtaramamıştır. 
Bu tutum farkı büyük ulus devletlerin emperyal güç olma hevesi ışığında daha net anlaşılacaktır. 
İran’ın müttefikleri konumundaki Libya ve Suriye’deki yönetim değişikliği, İran’ın köşeye sıkışması, Rusya’nın bölgedeki etkisinin azalması ve ABD başta olmak üzere Batı’nın bölgedeki artan nüfuzu ile sonuçlanmıştır. 


Kaddafi liderliğindeki Libya demokratik bir yönetim olmamakla birlikte diğer Arap ülkelerine göre refah içinde yaşamaktaydı.9 Libya özellikle son yıllarda İngiltere ve İtalya başta olmak üzere Batı ülkeleri ile iyi ilişkiler içindeydi.10 Libya’nın 11 Eylül sonrası teröre karşı duruşu Batı’nın takdirini görmüş, Kaddafi Libya’nın kaynaklarını Batı’ya açmaya başlamıştı. Bunlar hazin sonu engelleyememiştir. Kaddafi’nin Libya’yı “ Özgürleştiren ” saldırılarda hunharca katledildiği görüntülerin bir amacı da Libya’da Kaddafi yönetimine olan desteği söndürmek, bölgedeki liderlere psikolojik baskı kurmak olabilir. 
Verilen mesaj benzeri bir olayın bölgedeki bir başka liderin de başına gelebileceğini “ Korku ” teması ile işlemektedir . 

Libya’yı “özgürleştirme” ve “insani yardımın” ardında Libya’yı sisteme dahil ederek enerji kaynaklarını kullanma, yeni bir saha açma yatmaktadır.11 Nitekim “ İsyancıların ” Kaddafi’yi öldürmesinden sonra İtalya ve Fransa ganimet bulmuşcasına yıktıkları ülkeyi yeniden inşa etmek için yarışa girmiştir. İngiltere Savunma Bakanı Yardımcısı Philip Hammond Libya liderinin öldürülmesinden sonra İngiliz şirketlerine derhal Libya’ya gidip ülkenin yeniden inşasında aktif yer almalarını önermiştir.12 


Suriye’deki Esad yönetimi de baskıcı bir yönetimdir, fakat Bayreyn’den, Suudi Arabistan’dan daha baskıcı olduğu söylenemez.
Bu durum Bush’un şer ekseni tanımlaması bağlamında düşünülmelidir. Medyada Suriye protestolarında Esad yönetiminin 3000’e yakın sivili öldürdüğü iddia edilmektedir.13 

Bu protestolar dünya medyasını tekelinde bulunduran Batı medyası tarafından barışcıl hareketler olarak tanımlanmış; ABD muhaliflere destek verdiğini açıklamıştır. Suriye’deki Londra merkezli Adalet ve Kalkınma Hareketi’ne ve Barada TV adlı televizyon kanalına $6.3 milyon, fazladan bir 6 milyon dolar da muhalif gazetecilere 2006-2010 arasında dağıtılmıştır.14 
Suriye’deki gelişmelerin bir özelliği de muhalefetin kısmen dışarıdan destek görmesi ve karışıklıktan istifade yabancı güçleri ülkeye müdahale etmek için provoke etmeleridir.15

<  İsrail’in kurulması, Arap dünyasında bir ezilmişlik ve aşağılanmışlığa yol açarak Arap milli kimliğinde bir yaraya dönüşmüştür.  >

Batı, Libya ve Suriye’de değişim, demokrasi ve insan hakları arayışında iken Bahreyn’de ve Yemen’de Suudi Arabistan desteği ile ezilen muhalefeti görmezden gelmektedir. Aksine Suudi Arabistan’ın baskıcı yönetimi ABD tarafından 60 milyar dolarlık bir silah satış anlaşması ile ödüllendirilmiştir.16 
Mübarek sonrası İngiltere Başbakanı yanına sekiz silah sanayi -savunma firmasını alarak Mısır’da demokrasi turuna çıkmıştır.17 

Batı’nın Libya ve Suriye’de iki yüzlü davrandığı aşikarken Ortadoğu emellerinin rafa kaldırıldığını beklemek bir hayal olacaktır. 
Bölgedeki etkin güç ABD, Fransa ve İngiltere, Suriye ve Libya’yı kendi ekonomik ve siyasal sistemine katmak istemektedir. 
Türkiye de ya bu dönüşüm içinde Batı saflarında yer alarak ekonomik pastadan payını alacaktır ya da etik gerekçelerle Batı’nın karşısında olacaktır. 
Türk dış politikasının karar yapıcıları neticede Türkiye’nin reel, pragmatik bir anlayış benimsemesini uygun görerek kazananı belli olan tarafta açıkca yer almasını sağlamıştır. Bu politikaların doğruluğu tartışılabilir olsa da, bunlara toplumun onay vermesi de önemlidir. Bu ikna sürecinde Türk halkı Osmanlı rüzgarında savrularak belki de farkında olmadan Türkiye’nin etki alanını genişletme hayallerine onay vermiştir. 

Geçmişe Dönüş 

Yüzyılların verdiği hantallık ve büyük güçlerin Ortadoğu’daki siyasi-ekonomik çıkarları nedeni ile Birinci Dünya Savaşı sonunda fiilen yıkılan Osmanlı İmparatorluğu görkemli tarihi ve hatırlattıkları ile Türk toplumunun tarihi belleğinde önemli bir yer tutmaktadır. İmparatorluğun hatırlanmak istenmeyen yönü kaybedilen topraklar, savaşlar, Balkanlar ve Kafkaslar’dan büyük 
göçler ve neticede çöken bir imparatorluk, yıkım içindeki halktır. 

<  Mazlumun hakkını savunan bir Erdoğan imajı Arap belleğindeki yüz yıllık makus talih algısı bağlamında panzehir etkisi
yaratmaktadır.  >


Yine aynı dönemde, özellikle Osmanlı’nın gerileme döneminden itibaren Türkler ve Müslüman dünyası Batı tarafından hor görülmüş, küçümsenmiş ve aşağılanmıştır. Yüzyılların getirdiği bu hor görülme duygusundan ancak Türk’ün Batı’nın bölgesel emellerini kursağında bırakan bağımsızlık savaşı yani Kurtuluş Savaşı sonunda kurtulabilmiştir. 

Son dönem gelişmeleri, çevresindeki ülkeleri etki altına alabilecek bölgede sosyoekonomik olarak en güçlü ülkenin Türkiye olduğunu göstermektedir. AKP’nin iktidara gelmesi ile partinin dindar imajı gereği Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile yakınlık kurması, bir etki alanı oluşturması daha kolay olmuştur. Bu durum bir açıdan Türkiye’nin kendi emperyal geçmişini de hatırlaması, bu geçmişi kucaklaması açısından önemlidir. 
Son yıllarda Türkiye’nin Balkanlar ve Ortadoğu’daki artan etkisi başarılı bir kamu diplomasisi ve yumuşak güç stratejisinin ürünüdür. Ticaretin gelişmesi, Türk dizilerinin ihraç edilmesi gibi faktörler bu gücü oluşturmaktadır. 

Arap tarihi belleğinde 100 yıllık bir utanç, aşağılanma olan İsrail devletinin kurulması ve bunun son yıllarda Gazze ile sembolleşmesi de önemli diğer noktadır. AKP, Arap halkının bu hassasiyetini iyi kavramış ve tam da Türkiye’nin yumuşak gücünün artmaya başladığı dönemde Ortadoğu ülkelerinin Filistin konusundaki başarısızlığını kendi başarısına dönüştürmüştür. 
İsrail’e karşı kafa tutuyor imajı, Filistin davasını her kulvarda savunması ve dindar imajı Başbakan Erdoğan’ı Arap halkları gözünde karizmatik bir lider yapmaktadır. Bunun yansıması Erdoğan’ın Arap Baharı ülkelerini ziyaretinde açıkça görülmektedir. 

Erdoğan’ın liderlik karizmasını olarak öne çıkması hem Filistin tutumu hem de mazlumun yanında olma imajı arttırmaktadır. 
Türkiye’nin ekonomik ve sosyal anlamda Ortadoğu’da giderek etkinleşmesi, bu paralelde Erdoğan’ı ve Türkiye’yi öne çıkarmakta; ülkenin gelişmişliği ve Erdoğan’ın dindar imajı Türkiye’nin etki alanını arttırmaktadır. 
Arap onurunu savunamamış Batıcı yönetimler yerine gerektiğinde Batı’ya kafa tutuyor görüntüsü çizen, delikanlı imajı ile hem sert hem de şefkatli bir lider olarak algılanan Erdoğan, Türkiye ile özdeşleştirilmektedir. Bu doğrultuda Türkiye’nin artan etkisi, Alman Stern dergisinin Kasım sayısında “ Turbo Devlet ” olarak tanımlanmıştır. 

<  Liderleri Batı önünde hor görülen, ekonomik krizlerden kurtulamayan bir Türkiye yerine lideri takdir gören bir Türkiye toplum psikolojisinde yaraları sarmakta, Egoları Şişirmektedir. >

Türkiye’nin Ortadoğu’daki etkisinin attığı şu son yıllarda yeni Osmanlıcılık sıklıkla gündeme getirilmiştir. 
Türkiye, Batı tarafından devamlı dışlanırken AKP iktidarının dindar imajı ile hizmetleri öne çıkarması, tek hedefin Batı olmadığını, eski topraklara el uzatmak gerektiğini belirtmesi yeni bir kapı açmıştır.18 
Erdoğan’ın Arap ülkelerinde “ İslam’ın kurtarıcısı ”, “ Mısır’da Allah’ın gönderdiği melek ” olarak anılması,19 
Erdoğan nezdinde, Türkiye’yi yüceltmiş ve başarı ihtiyacı içinde olan Türk kimliğinde gurur kaynağı olmuştur. 
Liderleri Batı önünde hor görülen, ekonomik krizlerden kurtulamayan bir Türkiye yerine lideri takdir gören bir Türkiye toplum psikolojisinde yaraları sarmakta, egoları şişirmektedir.

Ortadoğu’daki etki iç siyasette etkin olarak sunularak toplumun kendine güvenmesi, eski emperyal geçmişi hatırlaması sağlanmaktadır. Elbette, Osmanlı geçmişi sürekliliğin idraki açısından önemlidir. Ancak Arap ve Türk belleğinde Osmanlı’nın isyanlarla dolu son yılları hakim olduğundan karşılıklı güven sorunsalı bulunmaktadır. Türkiye’nin yol göstericiliği beğenilse de, ağabeylik yapması, Müslüman aleminin liderliğini üstlenmesi Arap kimliği nezdinde kabul görmeyebilir. Türk kimliği Osmanlı gururunu yaşamak isterken Arap kimliğinin Osmanlı himayesini hissetmek istemesi şüphelidir. 



Kaynak;

1 Fareed Zakaria, The Future of Freedom, New York, W.W. Norton &Co, 2004, s. 151. 
2 Clinton In Turkey, Obama Next To Go, CBS News, 
http://www.cbsnews.com/stories/2009/03/07/politics/main4851650.shtml, 8 Mart 2009, (Erişim 14 Kasım 2011; Turkey Warms to Clinton’s Candor, 9 Mart 2009, 
http://www.csmonitor.com/World/2009/0309/p06s01wogn.html, (Erişim 14 Kasım 2011. 
3 Sami Kohen, “Turkey a Partner, Not a Subcontractor”; UK-Turkey Relations and Turkey’s Regional Role, 14 Ekim 2011, 
http://www.publications.parliament.uk/pa/cm201012/cmselect/cmfaff/writev/turkey/turk05.htm, (Erişim 14 Kasım 2011. 
4 Robert Kagan, The Return of History and The End of Dreams, London: Atlantic Books. 
5 Fareed Zakaria, s. 134; Lloyd C. Gardner, The Road to Tahrir Square, London, Saqi, 2011, s.9,10 
6 Lloyd C. Gardner, a.g.e, s. 23-40; Fareed Zakaria, age, s. 132-141. 
7 Fareed Zakaria, The Future of Freedom, New York, W.W. Norton & Co, 2004, s. 120. 
8 Bush State of the Union Address, CNN.com, 29 Ocak 2002, http://edition.cnn.com/2002/ALLPOLI
TICS/01/29/bush.speech.txt/, US Expands Axis of Evil, BBC News, 6 Mayıs 2002, 
http://news.bbc.co.uk/2/hi/1971852.stm, (Erişim 15 Kasım 2011. 
9 Michael Chossudovsky, “Destroying a Country’s Standard of Living: What Libya Had Achieved, What Has Been 
Destroyed”, Global Research, http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=26686, 20 Eylül 2011, 
(Erişim 5 Kasım 2011. 
10 Tony Blair Libya’ya askeri eğitim, daha az riskli savunma stratejileri ve ekonomik ilişkileri geliştirme önerisinde 
bulunmuştur. Blair and Qaddafi: Tony Blair’s Big Tent, The Economist, 25 Mart 2004, 
http://www.economist.com/node/2545931, (Erişim 5 Kasım 2011) ; İngiltere’nin 2010 döneminde Libya ile 55 
milyon dolarlık silah ve askeri anlaşması bulunmaktaydı. Reza Pankhurst, “Gaddafi, Imperialism and Western 
Hypocrisy”, 22 Ekim 2011, http://www.foreignpolicyjournal.com/2011/10/22/gaddafi-imperialism-and-westernhypocrisy/, 
(Erişim 5 Kasım 2011. 
11 Iftekhar A. Khan, “The Lynching of Libya”, 3 Kasım 2011, 
http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=27441, (Erişim 16 Ekim 2011. 
12 Libya’s Image ‘stained’ by Gaddafi Death-Hammond, 23 Ekim 2011, http://www.bbc.co.uk/news/uk-15420312, 
(Erişim 16 Kasım 2011. 
13 The Syrian Opposition Before and After The Outbreak of the 2011 Uprisings, http://www.gloriacenter.
org/2011/10/the-syrian-opposition-before-and-after-the-outbreak-of-the-2011-uprising/, (Erişim 17 Kasım 
2011. 
14 US Admits Fuhnding Syrian Opposition, http://www.cbc.ca/news/world/story/2011/04/18/syria-united-statesbacking-
wikileaks.html, (Erişim 17 Kasım 2011. 
15 Bayram Sinkaya, İran Suriye İlişkileri ve Suriye’de Halk İsyanı, Ortadoğu Analiz, Cilt 3, Sayı 33, ss. 38- 48. 
16 US Confirms $60 bn. Saudi Arms Deal, Al Jazeera, 20 Ekim 2010 http://www.aljazeera.com/news/middleeast/
2010/10/20101020173353178622.html, $60 bn US-Saudi Arms Deal Sends Message to Iran, CBS News, 21 October 2010,
http://www.cbsnews.com/stories/2010/10/21/world/main6977941.shtml, 
(Erişim 16 Kasım 2011. 
17 Prime Minister David Cameron Takes Arms Dealers to Egypt to Promote Democracy, 22 Şubat 2011) 
http://www.dailymail.co.uk/news/article-1359316/Prime-Minister-David-Cameron-takes-arms-dealers-Egypt-promote-democracy.html, 
(Erişim 16 Kasım 2011) 
18 Bkz.Mehmet Şahin, “Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Süreklilik ve Değişim”, Akademik Ortadoğu, Cilt 4, Sayı 2, 2010, ss.9-21 
19 http://www.haberpan.com/news/gods-patron-saint-the-savior-of-islam-erdogan-joyous-welcome-in-egypt 

28 Temmuz 2016 Perşembe

ABD ve Almanya Türkiye'deki Darbenin başarısızlığına çok Öfkeli,





ABD ve Almanya Türkiye'deki Darbenin başarısızlığına çok Öfkeli,

Peter Schwarz
20 Temmuz 2016
İngilizce’den çeviri (19 Temmuz 2016)
Amerikan ve Alman hükümetlerinin Türkiye'deki başarısız darbeye yönelik tepkilerine bakarak, onların başkaldıranları siyasi olarak desteklediği ve başarılarını beklediği konusunda hiçbir kuşkuya yer olmadığını söyleyebiliriz.
Ancak asilerin başarısız olacağı kesinleştiğinde kesin bir dille konuşan Washington ve Berlin, darbeyi kısa ve özlü bir şekilde kınamadan önce uzun süre beklediler.
Darbe gecesi ilk konuşan kişi, Moskova'dan yerel saatle akşam 11'de bir açıklama yapan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry oldu. O anda, darbe başarılı olacak gibi görünüyordu ve Kerry, kesin bir dille konuşmamak için çaba harcıyordu.
O, genel hatlarıyla, “Türkiye'de istikrar ve süreklilik” çağrısı yaptı. Kerry ve Başkan Barack Obama yarım saat sonra, ancak Türk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın FaceTime üzerinden halka direnme çağrısı yapmasından ve durumun değişmeye başlamasından sonra, “Türkiye'nin demokratik olarak seçilmiş hükümeti”ne destek çağrısı yaptılar.
Alman hükümeti daha da uzun süre bekledi. Alman hükümet sözcüsü Steffen Seibert, ancak Cumartesi günü erken saatlerde, Almanya saatiyle gece 1'de, Twitter üzerinden, demokratik düzene saygı ve insanların canlarının korunması çağrısı yapan bir mesaj gönderdi. Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier Cumartesi sabahı ilerleyen saatlerde konuştu ve “Türkiye'deki demokratik düzeni zor yoluyla değiştirmeye yönelik her türlü girişim”i kınadı. Öğleden sonra, Başbakan Angela Merkel kısa bir basın açıklamasıyla darbeyi kınadı.
NATO'nun ikinci büyük ordusu olan ve hem Alman hem de Amerikan silahlı kuvvetlerinin ittifakın komuta kademesinde ve günlük savaş görevlerinde işbirliği yaptığı bir ordunun saflarında gerçekleşen silahlı başkaldırının bir kınama, yorum ve tartışma dalgasına yol açması beklenirdi. Ama bunların hiçbiri olmadı.
Formalite icabı bir demokrasi savunusu ifade eden bu kısa açıklamalar yayımlandığından beri, politikacıların ve medyanın eleştirisi, neredeyse bütünüyle, darbe girişiminin hedefi olan Cumhurbaşkanı Erdoğan'a yöneltilmiş durumda. Amerikan ve Alman egemen seçkinleri, Erdoğan'ın devlet ve ordu aygıtını onların ajanlarından temizliyor, başarısız darbeyi kendi muhaliflerine karşı harekete geçmek için kullanıyor ve sağcı İslamcı destekleyicilerini güçlendiriyor olmasına kızgınlar.
Türk subaylarının, darbeye, Amerikan ve Alman tarafların desteği ve teşviki olmaksızın kalkışmış olması düşünülemez. Cumhurbaşkanı Erdoğan hükümeti ile hem Washington hem de Berlin arasında Kürt sorunu, Suriye savaşı ve Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin düzelmesi üzerine yaşanan gerilimler, geçtiğimiz haftalarda artmıştı.
Bununla birlikte, başkaldıranlar ve onların iplerini ellerinde tutanlar, açıkça yanlış hesap yapmışlardı. Henüz açık olmayan nedenlerle, darbe ters gitti. Ona önderlik edenler, muhtemelen, Erdoğan'ın harekete geçirebileceği halk desteğini küçümsemişlerdi.
Darbe başarılı olsaydı, Washington ve Berlin, aynı önceki yıllarda Ukrayna'daki 2014 darbesinde ve Mısır'daki kanlı karşı-devrimde yapmış oldukları gibi, onu destekleyecekti. Eğer Erdoğan, demokratik olarak seçilmiş önceki Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi gibi şimdi hapiste olsaydı, onlar demokratik ilkeler konusunda tek laf etmeyeceklerdi. Onlar, demokrasi sorununu, yalnızca şimdi ve kendi siyasi hesaplarına uygun olduğunda ortaya atmaktadırlar.
Başkaldıranlara yönelik neredeyse hiçbir eleştiri duyulmazken, Atlas Okyanusu’nun her iki yanındaki politikacılar, Türk hükümetini “intikam, keyfi davranış ve iktidarın kötüye kullanımı” konularında uyarıyor ve “hukukun ve demokratik ilkelerin üstünlüğü”ne uyulmasını tavsiye ediyorlar.
Kerry, Pazartesi günü, Avrupa Birliği dışişleri bakanları ile yaptığı toplantının ardından, Türkiye'yi, hükümetin siyasi muhaliflere karşı davranmaya devam etmesi durumunda NATO üyeliğini kaybedebileceği konusunda, dolaylı olarak uyardı.
Erdoğan ile savaştan harabeye dönmüş ülkelerden gelen  sığınmacıların geri gönderilmesi konusunda kirli bir anlaşmaya varırken hiçbir ilke sergilemeyen Merkel, Türk hükümetinin tehditlerine uygun davranması ve ölüm cezasını yeniden uygulamaya koyması durumunda, AB üyeliği görüşmelerinin derhal son bulacağı tehdidinde bulundu.
Bu kampanyada hükümet propagandasını pompalayan ve başkaldıranlara yönelik sempatisini gizlemeyen medya özellikle sinik bir rol oynuyor.
New York Times, “Türkiye'de karşı-darbe” başlıklı bir başyazıda, saldırısını Erdoğan'ın ve hükümetin darbe sonrasında siyasi muhaliflere yönelik baskısı üzerinde yoğunlaştırdı. Darbenin başarısızlığı karşısındaki şaşkınlığını ve hayal kırıklığını pek gizlemeyen gazete şunları yazdı: “Medya üzerinde acımasız bir denetim uygulayan, insan haklarını ve konuşma özgürlüğünü sınırlayan Bay Erdoğan, düşünceyi ifade özgürlüğünün dostu değildi. Yine de, binlerce insan, onun başkaldıranları dikkate almama ve -Bay Erdoğan onun anlamını aşındırmış olmasına rağmen- demokrasiye değer verdiklerini gösterme çağrısına uydu.”Die Welt, “Ebedi kurban Recep Tayyip Erdoğan” başlıklı bir başyazıda, açıkça, “Başkaldıranlara yapılabilecek tek serzeniş başarısız olmaları değil mi?” diye sordu. Gazete yine de “hayır” yanıtını verdi ama bunu, demokratik gerekçelerle değil, “bir darbe diğerine yol açtığı” ve iktidarın ordu tarafından ele geçirilmesi kurbanlar yarattığı için yaptı.
Welt am Sonntag, “beceriksiz darbe girişimlerinin ilk on sırasına” yerleştirdiği darbeci subayları amatörlükle suçladı. Gazete, yazısını, bir sonraki girişimin daha iyi olması umudunu ifade ederek bitirdi: “Erdoğan kendi İslamcı başkanlık diktatörlüğünü sağlam biçimde oluşturduğunda, dün tankların önünü kesenler, Kemalist demokrasiyi yeniden kurmak için faydacı bir askeri ara dönem isteyecekler.”
Muhafazakar gazete Frankfurter Allgemeine Zeitung, başkaldıranların amatörce girişimlerini “ Darbe neden başarısız oldu ” başlığı altında kınadı ve işleri bir sonraki seferde nasıl daha iyi örgütleyeceklerine ilişkin tavsiyede bulundu.
Rainer Herrmann, “En önemli acil soru, uzun bir 'başarılı' darbeler geçmişine dönüp bakabilen bir ordunun nasıl olup da iktidarı almaya yönelik böylesi amatörce bir girişime kalkışabildiğidir.” diye yazdı.
O, yazısını, “ Eğer darbenin önderleri başarılı olmak istiyor olsaydılar, derhal en önemli devlet kurumlarının denetimini ele geçirmeye çalışmalıydılar. Onlar, aynı öncelleri gibi, devletin sivil zirvesini saf dışı etmeliydiler.” diye sürdürdü.
Herrmann, başkaldıranların hedeflerini açıkça destekliyordu. O, darbecilerin açıklamasının, “ Erdoğan'ın ve onun Başbakan Binali Yıldırım yönetimindeki hükümetinin çoğu karşıtı tarafından desteklenebilecek ” noktalar içerdiğini yazdı. Bununla birlikte, başkaldıranlar, “gelecek aylar için bir yol haritası ya da program” sunamamış.
Ama bu düzeltilebilirmiş. “Darbe girişimi başarısız oldu. Yine de, ordunun ve polisin, büyük kentler dışındaki kamu güvenliğinden sorumlu diğer kesimleri içindeki hoşnutsuzluk devam ediyor.”
Başka makaleler, Erdoğan'ı, darbeyi, kişisel bir diktatörlük kurmaya gerekçe yaratmak için bizzat yapmakla suçluyorlar. ABD'de yayımlanan Politico şunları yazdı: 
 < “ Kimi batılı yetkililer ve uzmanlar, önlenen darbenin, Erdoğan'ın 'Reichstag yangını' haline geleceğini öngörüyorlar. 1933'te Almanya Parlamentosu'nda [Reichstag] çıkartılan ve Hitler'in temel hakları askıya almasına gerekçe işlevi görmüş olan yangın, Nazi diktatörlüğünün başlangıcıydı.” >
Almanya'daki Sol Parti'ye yakın olan Junge Weltgazetesi de, darbeyi olası bir “Türk Reichstag yangını” olarak betimledi. O, başarısız darbenin, “Erdoğan'ın uzun süredir planlanan darbesindeki bir diğer aşama” olduğunu yazdı.
Kerry, Steinmeier ve emperyalist çıkarların diğer pervasız savunucuları, darbenin arkasında durdular. Başkaldıranların merkezlerinden biri olan İncirlik hava üssünde 50 Amerikan nükleer savaş başlığının depolanıyor olması, söz konusu Amerikan çıkarlarının duyarlılığını göstermektedir.
Erdoğan, Otoriter tutkuları olan gerici bir politikacıdır. Ancak onunla hesaplaşma, Türk ordusunun ya da Emperyalist güçlerin değil; Türkiye ve Uluslararası işçi sınıfının görevidir. Darbe girişimi, özellikle, Aşağıdan gelecek bu tür bir hareketin önünü kesmeyi amaçlıyordu. Darbenin başarılı olması durumunda, ordu, önceki darbelerde olduğu gibi, on binlerce militan işçiyi gözaltına alacak, işkence edecek ve öldürecek; Washington ve Berlin kılını kıpırdatmayacaktı.





23 Temmuz 2016 Cumartesi

Ali Hamanei'den ABD'ye: "Anlaşmayı yırtarsanız biz de onu ateşe veririz"


Ali Hamanei'den ABD'ye: "Anlaşmayı yırtarsanız biz de onu ateşe veririz"



Cemalettin Taşken

İran Dini Lideri Ali Hamanei, devletin üst düzey sivil ve asker kanadıyla yaptığı toplantıda, nükleer anlaşmanın uygulanabilirliği ve bölgesel meselelerle ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Konuşmasında ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıya dikkat çeken Ali Hamanei, “Ekonomik durgunluk” ve “işsizlik” gibi iki temel sorunun çözümü için gerekli plan ve yol haritasının belirlenmesi gerektiğine vurgu yaptı. Bu plan ve hazırlığın, İran’ın daha önceden belirlemiş olduğu “direniş ekonomisi”nin devamı için gerekli olduğunu söyledi.  Ülkenin iç meselelerine değindikten sonra özellikle nükleer anlaşmanın uygulanmasındaki aksaklıklara dikkat çeken Hamanei, öncelikle Nükleer Anlaşma metninin, belirsizliklerle dolu olduğunun altını çizerek bu durumdan rahatsız olduğunu yineledi.  

Bu belirsizliğin Nükleer anlaşmanın, Batı tarafından istismara açık bir hale getirilmesine yol açtığını savunan Hamanei,: “Biz Nükleer Anlaşmada mutabakata varılan kararları ihlal etmeyeceğiz çünkü ahde vefa Kur’an’ın emridir ancak ABD Başkan adayları, bize karşı Nükleer Anlaşmayı yırtma tehdidi gerçekleştirirse, biz de anlaşmayı ateşe veririz. Zira bu da anlaşmayı ihlal edenlere karşı yine Kur’an’ın bir emridir.” diyerek anlaşmanın uygulanabilirliği adına her iki tarafı da gelecekte zor günlerin beklediğinin işaretini verdi.[1]  Hamanei, konuşmasının devamında, ABD başta olmak üzere Batı’nın, verdiği sözleri tutmasına ilişkin şunları hatırlattı: “Anlaşma sonrası ABD’nin üzerine düşen, yaptırımları kaldırmaktı ama bu vazifesini yerine getirmedi yani yaptırımların bir kısmını kaldırmış gibi yaptı ama yaptırımlar kalkmadı. Amerikalılar ilk yaptırımları tamamıyla korudular ve bu konu, kaldırılması planlanan ikinci yaptırımları da etkiledi. Uzmanlar bu gerçeğe dikkat etsinler ve bana artık yaptırımlar kaldırıldı sözünü tekrarlayıp durmasınlar.” diyerek toplantıda hazır bulunan cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve ekibine, anlaşmanın gidişatıyla ilgili uyarılarda bulundu.[2]  

Yabancı bankalarla işlem yapabilme sorununun hallolmadığına değinen Hamanei, ABD’nin bankalar arası sorunun halledildiğini söylemesine rağmen pratikte sorunun hala çözüme kavuşmadığını belirtti. Ali Hamanei, Amerikalı bir yetkilinin İran’la ilgili çalışmaların son derece titizlikle yapıldığını söylemesine karşın ABD’nin sözünde durmamakla İran’a karşı hata yaptığını belirtti.  Hamanei, İran tarafı olarak, anlaşmanın sağlanması adına görüşmelerde verdikleri bütün sözleri yerine getirme hususunda kararlı olduklarını belirterek %20 zenginleştirmeyi sonlandırıp, Fordo ve Arak’ı kapattıklarını ancak bu gelişmelerin karşılığına denk gelen taahhütlerin yerine getirilmediğini vurguladı. Toplantıdaki konuşmasında Hamanei, santrifüjlerin üretiminde kullanılan karbon fiber ve 300 kilogram nükleer malzeme ölçümü ile ilgili Batı’nın beklentilerini asla kabul etmemeleri ve Batı’ya teslim olmamaları konusunda İran Atom Enerji Kurumu Başkanı’na da uyarılarda bulundu.  

Ali Hamanei, İran’ın dış ülkelerde bloke edilen paralarının hala serbest bırakılmamasına da değinerek İran’ın, daha önce sattığı petrol paralarını İran’a geri getirmenin kendileri için zor ve masraflı olduğuna dikkat çekti. Petrol paralarının, kendilerine hala teslim edilmemesi konusunda yetkilileri uyaran Hamanei, ABD liderliğindeki Batı’nın, sözünde durmadığı gibi borcunu ödemek isteyen kurum ya da ülkeleri de engellediğini iddia etti. İran’ın ödenmeyen petrol parası ve yaptırım uygulanan malzemelerin satışıyla ilgili el konulan paralarına tepkisini sürdüren Hamanei, ABD’nin bu tavrı karşısında kendilerinin de gerekli gördükleri durumda tekrar eski kapasitelerine dönebileceklerini ve yeni nesil santrifüjlerin sayısını bir buçuk yıldan daha kısa bir sürede, 100 bine çıkarabileceklerini iddia etti. Bu durumda karşı tarafın, İran’ın elinin bağlı olduğunu düşünmekle hata yaptığının altını çizdi.  Ayetullah Hamanei, ABD’nin olası bir sabotajına ciddi bir şekilde cevap verilmesi gerektiğini vurgulayarak toplantıda hazır bulunan devlet yetkililerine şöyle seslendi: “Hak alınmalıdır, hele bu hak ABD gibi bir kurttaysa ağzından çekerek alınmalıdır.” Hamanei, İran’ın %20 zenginleştirilmiş uranyum ve gelişmiş santrifüj elde etmiş olmasının, P5+1 grubunu, kendileriyle anlaşmaya mecbur ettiğini savunarak: “ Eğer İran’ın bilimsel ve teknolojik gücü olmasaydı, ABD bizimle anlaşmayı kabul etmezdi. Dolayısıyla bu gücümüzü artırmalıyız ” diyerek İran’ın, nükleer meselenin geleceğiyle ilgili fikrini ortaya koymuş oldu. Dini Lider, konuşmasını Nükleer Anlaşma Denetleme Kuruluna hitaben sonlandırdı ve kurula: 

Anlaşmadaki muhataplarınızın kötü davrandığını ya da sizi aldattığını düşündüğünüz yerlerde, daha fazla dikkatli olmalı ve halkın menfaatlerini savunmalısınız ” uyarısında bulundu. 

 [1]http://mobile.reuters.com/article/idUSKCN0Z02MA?feedType=RSS&feedName=topNews&utm_source=twitter&utm_medium=Social  

[2] http://www.farsnews.com/13950230000964   


http://www.ankarastrateji.org/yorum/hamaneden-abdye-anla-may-y-rtarsan-z-biz-de-onu-ate-e-veririz/

..