21 Aralık 2016 Çarşamba

SARI KIZ'IN VE TAHTACI TÜRKMENLERİNİN DİYARINDAN GEZİ NOTLARI



SARI KIZ'IN VE TAHTACI TÜRKMENLERİNİN DİYARINDAN  GEZİ NOTLARI

AÇELYA  OGUZ

Sarıkız’ın diyarı, Kaz Dağları, Balıkesir – Güre... “Bu gençler, eğlence, deniz, güneş gibi sosyalleşme imkânlarının bulunduğu yerler varken; burada ne yapıyorlar?” Yöre halkının akıllarından geçen soruyu tahmin etmek zor olmadı. Türkoloji ile ilgili yapılan bir öğrenci sempozyumu için toplanan bu gençler, akademik çalışmalarının yanı sıra bir de kendi kültürlerine, kendi milli geleneklerine sahip çıkma hevesi içinde bütün bir toplumu en temiz milli ve manevi hislerle kucaklıyorlar. 

Bildiri, akademik çalışmalar, bilimsel faaliyetler bir yana; Balıkesir başlı başına o ortamda bulunmak için yeterli bir sebep aslında. Işıl ışıl deniz, ormanlarla kaplı Kaz Dağları’nın buluşması görsel bir şölen oluşturuyor. 

Yöre insanı Türk misafirperverliğini fazlasıyla yansıtıyor. İletişime açık, canlı, kültürel ögelerle süslü bir toplum düşünün. Arkadaşlarımızla çıktığımız keşif gezilerinde hiç tanımadığımız insanlarla muhabbet etme fırsatını yakaladık. Sarıkız Efsanesini merak eden üç kafadar düştük yollara. Sırtımızda heybemiz, arkamızda güneş, içimizdeki kıpırtı... Bir derleme çalışması için gereken üç şey bizdeydi. Teknolojinin nimetlerinden de yararlanmayı ihmal etmedik tabi ki... Bilgi edinmeye yöre esnafından başladık. Sarıkız Efsanesini, inançlarını, ritüellerini kimden öğrenebileceğimizi sorduk. Alınan cevap “ Tahtacı Türkmenleri ” oldu. Türklüğün, Türk gibi yaşamanın sembolü Tahtacılar… 

Birkaç kişiden isim aldık; yola koyulduk. Bahçivanlık yapan iki Tahtacı Türkmeni Yusuf ve Şahin Beyleri muhabbetteyken yakaladık. 

Bizler de muhabbete dâhil olup Sarıkız Efsanesini birinci ağızdan dinledik. 

Efsane şu şekide: “Sarıkız civarın en güzel kızıymış. İpek gibi altın sarısı saçları varmış. Bu yüzden ona Sarıkız derlermiş. Köylüler Sarıkız’ın güzelliğine hasetlenmişler. 
İftira atmışlar; ahlaksız diye… Bu sözler babasının kulağına gitmiş. O da inanmamış ama içten içe kızına kırılır olmuş. Sarıkız, babasının bu 
haline içerlemiş. Almış başını Kaz Dağları’nın zirvesine kaçmış. Köylüler, babayı kışkırtmaya başlamışlar. Namusunun kirlendiğini kızını öldürmesi gerektiğini söylemişler. 
Baba dayanamamış Kaz Dağları’na çıkmış. Kızını kazları beslerken bulmuş. ‘Kızım bir su getir de abdest alayım.’ demiş. Sarıkız elini uzatıp denizden su getirmiş. 
Babası kızının erenlere karıştığını anlayıp oradan ayrılmış. O gün bu gündür Sarıkız yolda kalanlara yardım eder, yol gösterirmiş.” (01.10.2016) Kendilerinden efsaneyi öğrendikten sonra tekrar yollara düştük. Acaba bu Sarıkız’ın türbesi nerede? Gideceğimiz yerin uzak bir dağ yamacı olduğunu bilmeden oraya yüreme kararı aldık.

Yoldan arabasıyla bizi Şahin Bey durdurdu. Sadece bir kere gördüğü, muhtemelen de bir daha hiç göremeyeceği bu insanları arabasına aldı; yola revan olduk. Bir an durup düşündük. Türk gibi yaşamak böyle bir şey olsa gerek…

Şehirlerin çıkarcı, egoist havasından gelip böyle temiz niyetli birini tanımak bizi çok duygulandırmıştı.

Arabasıyla rotamızı “ Tahtakuşlar ” köyüne çevirdi. Kendimizi “ Alibey Kudar Etnografya Galerisi ” önünde bulduk. Denizi gören şirin bir dağ köyünde görmeyi umduğumuz en son şey müzeydi herhalde. Bölgenin kültürel motiflerinin sergilendiği bir köyün medeniyetin kendisi olduğunu söyleyebiliriz. İnsanların kocaman bir gülümsemeyle hiç tanımadığı insanları kucaklaması, ormanla iç içe yaşamaları, sabahları denizin ferah kokusu... İşte bunlar Tahtakuşlar köyünü yaşanabilir kılıyor. Bizi aracıyla hiçbir karşılık beklemeden köye götüren Şahin Bey ile müzeyi ziyaret ettik. Müze müdürü Selim Kudar’ı girişte yakaladık. Kendisi atalar diniyle yakinen ilgileniyor. 

Müzede Kök Tengri Dininin izlerini taşıyan birçok öge tesbit ettik. Müze, bölgenin giyim kültürü, çadır düzeneği, büyüsel işlemlerde kullanılan objelerle dolup taşıyordu.

Kendisiyle birkaç saat muhabbet ettikten sonra oradan ayrıldık; kampımızın yoluna koyulduk. Yol boyunca Şahin Bey ile yaptığımız muhabbetler bölgede halk inanışlarının canlılığını koruduğu fikrine götürdü bizi. Bölgede yatır, türbe gibi kutsal sayılan mekânlar ululanmaktadır. Sarıkız’a dua etmek için dağa çıkan köylüler şu ritüelleri gerçekleştirmektedirler: “15 Ağustos’ta Sarıkız’a gidilir; çadırlar kurulur. İki türbe var; biri baba biri kızı.. İki yatırın arasında kurban kesilir. Türbelere mumlar yakılıp dua edilir. Babanın türbesine biz Cılbak Baba Türbesi deriz. Sarıkız’ın tılsımı var. Orada çadırlarda on beş gün konaklanır. Orası serindir. Kalbi kötü adam oraya çıkarsa fırtına çıkar. Temiz bir kalple gidilmesi gerekir.” (01.10.2016) “Bölgede Sarıkız’dan başka türbe yok mu?” sorusuna Şahin Bey: “Kıbrıs savaşında asker Şıpşıp Dede adında biriyle tanışır. Birlikte çarpışırlar. Savaştan sonra Balıkesir’de gel bul beni der. Savaş bittiğinde asker Balıkesir’e gider köylülere dedenin nerede olduğunu sorar. Herkes ona ‘burası Şıpşıp Dede yatırıdır’ der. O gün asker savaşta onunla çarpışan kişinin kim olduğu öğrenir.” (01.10.2016)

Araştırma yaptığımız Güre ve çevresinde ateş kültü de önemli bir yere sahiptir. 
Ateşin arındırıcılığına inanılıyor.

Şahin Bey bu arındırmayı şu şekilde aktarmaktadır: “ Kesilen et ateşe tutulur. Öyle verilir. Çiğ et verilirse kaza bela gelir. Et ya haşlanır ya kavrulur.” (01.10.2016)

Türklerin ata toprağından günümüze kadar taşıdığı bu inanışların hala bir yerlerde değerli olduğunu bilmek mutluluk vericiydi. Yol boyunca refüjlerin arasında antik dönemlere ait heykeller gözümüze çarptı. Yöre insanı mitolojik anlatılara oldukça hakim ve meraklı… Türk kültürü dışındaki bütün kültürel unsurlara, tarihi kalıntılara büyük bir sevgiyle bağlı olan yöre insanına hayran olmamak elde değil.

Yol bittiğinde keyifli sohbetimiz de sona erdi. Araştırma arkadaşlarım Mehmet Batuhan Kaynakçı ve Serdar Nasip ile çıktığımız bu keyifli çalışmadan çok şey öğrendik.
Müzesinin kapılarını sonuna kadar açan Selim Kudar Beyefendi’ye, hiç tanımadığı üç kişiye bildiği her şeyi anlatan, aracıyla köy köy gezdiren Şahin Bey’e, kocaman gülüşleriyle bütün Tahtacı Türkmenleri’ne teşekkürü bir borç bilirim.

GENCAY
Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 58 – Kasım 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
bilgi@gencaydergisi.com


**

YAŞAMA BİR KAÇ KISA SEYİR NOTU



YAŞAMA BİR KAÇ KISA SEYİR NOTU;


MEHMET BATUHAN KAYNAKÇI,


Bir sükût akşamı, insanlar; yaşamak adlı atölyelerde, yalnızlık isimli projelerini yontuyor. Bir yaşamak gailesi portresini, ölmüş kadavralardan alınmış mürekkeplerle, o mürekkeplerden yapılma pastel renklerle, şöyle ya da böyle çiziyorlar. İnsanların elinde hiçlik isimli tükenmez kalemler... İnsanların elinde, varlık zücaciyecisinden alınmış, hiçlik isimli kalemler… Biraz deniz karıştırıp kavanoz diplerine sonsuzluk lafsını altın hatlarla nakşediyorlar. 

Görseniz, anarsın bir ihtilal akşamı, Fransa’da namünasip bir kasaba… Namünasip kelli felli bir kadın, caddede salına salına elindeki parşömen kâğıdını, kâğıtta adı yazılı insanlara pazarlıyor. Cadı avı, akşam polosunu oynayan polo oynayıcıları arasında başlamış. Başlamak ne kelime, gündüzden arta kalan kelimelerle, geceleyin gökyüzüne sual mahkemeleri kurulmuş. Bilirsiniz sual insandır, insan sualden yapılma… Toplumlar sualin pangea halidir. Pangea ise insanların en kısır döngüsü… 

Darwin’i tanımam ama balkondaki sinekkapan çiçeğinin flört ettiği sivrisinekte öğrendim doğal seçilimi. İnsanın hangi virajı alamayacağını, o virajları hangi usta Çinli mühendislerin yaptığını, Çinli mühendislerin hangi lüks yanan mekteplerde okuduğunu… 

Bana soracak olursanız, insanlar ellerindeki hiçlik kalemini atmamalı. Hiçlik kalemini ve Metro duraklarında geçirilen zamanı… Evet atmamalı. Atölyelerin kepenkleri inik, insanlar sanmayın ki uyumada. Kimisi bir filozof ile hoşbeş ediyor; kimisi okeye döndüğü okeyde muvaffak(!). Kepenkler inik, sanmayın insanlar uykuda. İnsanların ki sohbetim yoktur birçoğuyla. Meşguliyetleri var. Mecburiyet isimli meşguliyetleri... 

Akşam olunca yalnız akşam çöküyor topluluklara. Ötesini hiç tanımadım. 

..

Ne öz çekim ne öz yaşam öyküsü. Hepimiz fizik adlı deccal diktatörün bir köşesinden tutunmuş gidiyoruz. Yonttuğumuz taşlar avuç içlerimizde tuz buz. Gitmek üzere çıktığımız yolda yaşanıyor zaman kırılması. İnsanları az çok tahmin edebiliyorum. Kimisi ertesi sabah yapacağı kahvaltıyı dert ederek uykuya dalıyor; kimisi dün yaptığı kahvaltıyı dert ederek… Sadece çok az bir kısmı rüyasından terler ve kâbuslar içinde kalkıyor ve kalan bazı azları, gece geçirdiklerini gündüze değişme hülyasında… 

Zaman bize sertçe bir blok koyuyor. Ne adım atacak yerimiz kalıyor ne de geride pas atacağımız bir adam. İşte o sıralarda oturup sadece bize; toplumu, topluma ait olanşeyleri seyretmek düşüyor. Bakıyoruz; insanlar zamanla büyük bir mücadele içinde.

Sanki o büyük patlama sırasında, bir kaos içinde savrulan tozlar, bu yaşayanların ataları değilmiş gibi bir mükemmel elense denemesi zamana karşı. Hadi diyelim ki zaman geriye bir adım atacak; bize bırakacak o umduğumuz şeyleri… Peki, bulabilecek miyiz kelliğe çareyi ve Londra Konferansı orada görüşülürken elimizdeki cımbızı bir kenara koyabilecek miyiz? Hayır, düşündüğümüz şeyler apaçık bir hengâme.

Akşam olunca bunları düşünmeden edemiyor insan. Diğer insanlar ne düşünür bilmem. Dediğim gibi sohbetim yoktur pek çoğuyla.
Şikâyet edeceğim konuları bitirdim sanıyorum. Bir tek insanlar kaldı; diktatörlerden, sinek kapan çiçeğinden ve heykeltıraşlardan bahsettim.

İnsanlar, bulundukları toplumun hukuku, etiği ne olursa olsun yalnız yaşıyorlar. Doğdukları gün, ergenliğe girdikleri gün, yirmili yaşları ve nicesi… Tek kişilik kâbuslar görüyorlar. Sabahları tek başlarına kaçırıyorlar sabah otobüslerini. İşlerine ve okullarına tek başlarına geç kalıyorlar. Öğlen molasına yahut ders arasına tek başına çıkıyorlar.
Sıhhiye’den Kızılay’a giderken çarpıştığım insanlar, o yolu tek başlarına yürüyorlar. Kitapçılara tek başlarına uğruyor ve hatta bir milyon satan bir kitabı tek başlarına okuyorlar. Bir milyon satan bir kitabın yazarı o kitabı tek başına yazıyor. Şayet yazar kısmında iki isim varsa o iki kişi, tek başına yazıyor o kitabı. Kitabın editör ekibindeki her bir kişi, işin kendine düşen kısmını tek başına yaptı. Tek başınalıktan kurulu bir insan yığını, yığınlığını tek başınalık ile muhafaza ediyor.

Ne garip bir şey, ne normal bir şey…

İnsanlar ölüyorlar, insafsızca. Geçen gece sabahladığım Gazi Hastanesi’nin acilinde bunu fark ettim. Duvara sırtını yaslamış, dizlerine değin bükülmüş, biri en fazla kırk, biri en fazla yetmiş yaşında iki kişi... Birisi evladı için, birisi torunu için gözyaşı döküyor. Anneyi soracak olursanız fenalaştı; yoğun bakımda. Evladının ölüm nedeni nedir; bilmiyorum.
Ölüm, ölümdür işte. Ansızın, insana dair… İnsafsızca dedim; bu sert bir kelime olabilir.
Ancak o an aklıma gelen ilk şey ve belki de tek şey buydu. Koşar adım uzaklaşmak istedim oradan.
Ölümden uzaklaşmak istemek garip bir seyir cümlesidir aslında. Her ne kadar ruhum o sırada bunu buram buram arzulasa da ayaklarım tek bir adım atamadı. Hayat, fizik, doğa kanunu ne derseniz deyin adına.
Dedim ya ‘’ İnsanlar; yaşamak adlı atölyelerde, yalnızlık isimli projelerini yontuyor. Bir yaşamak gailesi portresi ellerinde...’’ Ne garip! Gerçekten hayatın kısa özeti bu olabilir benim için. 

İlk çağlarda simyacıların sıkıntısı, ötesinde Kavimler Göçü, ötesinde Konstantin’in Fethi... Dahası ve saire…

Ne garip! Bir ‘yığın’ kişinin aklına bulaşmamış bir düşünce, tek bir kişinin beyin damarlarında tohumlana biliyor. O tohum, kurak toprağını yarıp kıtlıktan kırılmak üzere olan bir halka ağaç oluyor. O ağaç ise sırasıyla fotosentez ve hayat oluyor. Doğa için ve doğaya dâhil olan insan için fotosentez neyse toplumlar için ve topluma dâhil olan insanlar için de fikirler aynı şey değil midir?


GENCAY
Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 58 – Kasım 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
bilgi@gencaydergisi.com


..

HASBİHAL YA DA BİZE DAİR,



HASBİHAL YA DA BİZE DAİR,

A. AFŞİN KÜÇÜK

Elimize bir puzzle parçası alıp bu kötüdür diye bağırmamız esasında anlamsız bir olaydır; eğer o puzzle parçalarının tamamının birleşmesinden doğacak büyük resim daha korkutucu boyutta ise. Fertleri bir bir ele almak, toplum kaygısına düşmemek, toplumu ve medeniyeti var eden kurucu paradigmalardan uzaklaşmak veya hiç tanımamak... 

İçtimai meseleleri iptidai ele almak gibi daha büyük dertlerimiz var. Örneğin tecavüz vakaları var. Bu konuda yapılan en yaygın yanlış ise mağdur kadına telkin ve nasihatlerde bulunmak. Kadına nas veren toplum, kadınla empati kurmaya zorluyor kendisini; çünkü erkekle empati kurabilecek kuvvette değil. Ben yapmamın garantisini veremiyor. Neden? Doğduğu günden itibaren profesyonel bir ahlaksız olmak için eğitilmiş olabilir mi ya da yaptıkları şeyler toplumda ona statü kazandırıyordur yahut da daha sert bir soru sormak lazım; toplumun bu fikirler üzerine bina edilmiş olma ihtimali var mıdır? Reklamında, filminde, iş yerinde, kahvesinde, sokağında, dergisinde, müziğinde, içtimai hayatında ve aile hayatında bu davranışı kabul ve makbul bir davranış olarak görülüyor mu? 

Kast ettiğim olay sadece cinsel tatminsizlik olayı değil. Toplumumuzun romantik hayallerle ululadığımız kurucu paradigmalarında sıkıntı var mıdır yok mudur olayıdır. 
Tecavüz gibi olaylar, 40 yılda bir yaşanıyor ise o kişide sorun bulabilirsiniz; ancak bu daimi bir hal almış ise toplumun tamamı hastadır veya hastalıkla mücadele edebilecek direnci yoktur denilebilir. Örneğin toplumda infial etkisi yaratmasını öngördüğümüz bir olayın “ Atasözü ” leşebilmesi, “ Deyim ”leşebilmesi ruhsal ve mantıki açıdan ne derece vicdanlarımızı rahat bırakabilmektedir? 

Şimdi sağınıza, solunuza, internetinize, kitabınıza, reklam tabelalarına, gözünüzün gördüğü, kulağınızın işittiklerine dikkat kesilin; bu hastalığın bağrışmalarını duyacaksınızdır. Kadın vücudunun nasıl metalaştığına, bunun nasıl “ Normalleştiğine ” tanık oluyoruz. Tecavüz kültürünün tuğlasını oluşturan küfrün sıradan olduğu bir toplumda “ Ahlak ” bir o kadar sıra dışı bir mefhumdur dersek şayet yanlış mı olur? 

Dediğim gibi; olay sadece ve sadece tek bir parça ile kendini gösteren bir olay değil. Peki, ya bu puzzle parçaları birleşince, ortaya daha büyük bir rezalet çıkıyor mu? 

Ne dersiniz? 

Başımızdaki en büyük dert kendi olmak zorunda olduklarımızla, olamadıklarımız arasındaki makas açıklığından kaynaklıdır ve olmak zorunda olduklarımıza dair en ufak bilgimizin olmayışındandır. 


Herhangi bir konuda ilgi sahibi iseniz o konuda ahkâm verenlerin, o konuyla ilgili herhangi bir bilgisinin olmadığını hemen kavrar ve sezinlersiniz. Telkin ve nas’ın kurucuparadigmalar yerine geçtiği çarkımızda mesnedi ve mantığı olmayan nas’lardan başka aktarımın olmadığını müşahede etmenizle birlikte fikri sancılarınızın başlaması pektabiidir; ancak bir şartla!

Bilmeliyiz ki bir hastalık, direnci kırılmış bir vücudun en zayıf düşmüş yerinde kendini gösterir. Toplum olarak içinde bulunduğumuz durum bir Palindromu andırıyor.Başarısızlıklarımız ödüllendiriliyor. Bu durum birçok konuda böyle; Milli takımdan tutun da akademilere, oradan siyasete ve hukuka, hatta aile yapısından içtimai hayatışekillendiren öğelere kadar…

Toplumun gerçeklerinden uzaklaşılıp romantik kaygılarla bakınca “ Milliyetçilik ” kavramının günümüzde maalesef yüksek bir seciyenin tezahürü değil; içi boş bir
narsisizmin neticesi olduğunu itiraf etmekte zorlanıyoruz. 
Bir çeşit dilemmadayız.

Bazılarımız bu durumun farkında ve çarkı kırmaya karşı mücadele verirken kendisini saldırgan, kırıcı ve ötekileştirici bir tutum içinde buluyor. Bazıları için durum tamamenfarklı; bu dilemmayı hiper realite olarak kabul edip, kendilerine bir simülasyon evreni yaratıyorlar.
Simulakrlarıyla realitenin bütün kaygılarından uzak, idrak ve sırat kaygısından ziyade yaşantısının en önemli yönlendiricisinin hissi kablel vuku olduğu bir anlayışla hayatınıbirilerinin şekillendirmesine teslim etmiş durumda.

Toplum birkaç ferdin davranışlarını sergiliyor adeta, bu konuda her cenah kendi ferdini hem zihnen hem de şeklen teşekkül ettirmiş durumda. Toplum, cenah cenah birbirinemuhalefet ederken, ortak hasletlerin egosantrik ve antroposantrik kaygılarla kurulduğu bir mutlak. Örneğin Avrupa’da olduğu gibi etnisite övgüsüne dayalı narsist bir ırkçılıkanlayışı ülkemizde dalga dalga yayılırken hâlâ ve hâlâ çok kültürlülüğe, bilimsel bilgiye,istatistik verilerine, realizme ve ekolojik kaygılara karşı olanca direnç trajikomik ve anlaşılamaz bir boyut almış durumda.
Histerik kişilik bozukluğu bir fıtrat olarak fert fert üzerimize giydirilmiş durumda. İçi doldurulamayan ve sadece rant eksenli inşa edilen Gnostik bakış; ferdi, tefekkür zemininden uzak tutmakta. Mefkûresiz ve tefekkürsüz kalan bireyin tutarsızlıklarının hepsi esasında bir tutar arz etmekte. Sorun odaklı değil çözüm odaklı bakamadığımız sürece, “neden”e değil “nasıl”a odaklanamadığımız sürece, kaygısını güttüğümüz Meritokrasi’nin yerini elbette mediyokrasi’ye terk etmek mecburiyetinde kalacağız ya da Polybius’un üç siyasî rejiminin oluşum ve devinim sürecini mükerreren yaşayacağız.

Elbette bu realitenin farkında olmakla birlikte eğer herkesten ve her şeyden tiksinerek ve karanlığa söven bir duruş sergileyerek yaşarsak; ümit var düşüncelerden ve tutumdan vazgeçersek, bu dilemmayı kırıp Namık Kemal gibi Merkez-i hâke atsalar bizi, küre-i arzı patlatır çıkarız diyemezsek şayet aydınlığı getirmek şöyle dursun bu aydınlık için mum yakanların da şevkini kırarız.

Vicdanı ve mantığı terk etmeyerek, ümit var yarınlara uyandığımız günlere olsun.

...

Dipçe:

Puzzle: Yapboz bulmacalar.
Nas: Dogma
Narsizm: Özseverlik
Palindrom: tersinin de aynı olduğu şey.
Dilemma: mantık konularında yaşanılan ikilem
Simülasyon: Bir şeyin ikamesi, benzetileni ya da sahtesi,gerçek olmayan gerçeği temsil eden
göstergelerdir.
Sümulakr: bir olay veya nesneyi varmış gibi yapmak. Ayrıca yazar önerisi Jean Baudrilland
İdrak: Algılama
Hiper realite: Gerçeğin yerini alan şey
İçtimai hayat: Toplum yapısı
Hissi kablel vuku: önsezi, 6. hisse göre karar vermek, davranmak
Egosantrizm: her şeyi kendine dayandırmak, kendine bağlamak, kendine indirgemek, her şeyde kendi
görüş açısından hükümde bulunmak, her şeyde kendini esas almak
Antroposantrizm:insanın her şeyin merkezinde olduğunu öne sürmek. Evrendeki her şey insan içindir ya
da insana hizmet etmek için vardır.
Haslet: huy
Sırat: Yol, hedef
Teşekkül ettirmek: biçimlendirmek
Gnostisizm: din ve aklın yetersiz olduğu sadece sezgilerle ve ezoterizm ile bilginin bilinebileceği anlayışı
Mefkûre: ideal, ülkü
Tefekkür: Düşünce
Meritokrasi:yönetim gücü, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne, yani liyakata dayandığı yönetim
biçimi
Mediyokrasi: yönetme becerisinden yoksun çevrelerin iktidarda egemen olduğu yönetim şekli.
reh-güzâr: Geçilen yol, yol üstü
turfa: acemi, yeni yetme, ham, olmamış
müneccim: yıldız ilmi ile uğraşan kişi


GENCAY
Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 58 – Kasım 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
bilgi@gencaydergisi.com


***

18 Aralık 2016 Pazar

TÜRK DÜNYASI DÜNÜ – BUGÜNÜ, DERTLER - ÇARELER BÖLÜM 2



TÜRK DÜNYASI DÜNÜ – BUGÜNÜ, DERTLER - ÇARELER BÖLÜM 2


Böylece Otuz çeşit Türk yarattılar. 

Özbek ayrı millet oldu. 
Kazak ayrı millet oldu. 
Azerbaycan ayrı millet oldu. 

Hepsi ayrı millet haline getirildi. Hâlbuki Özbekler Özbek Hanın tebaasıdır. Tıpkı Osman Gazinin tebaası gibi. Osman Gazinin tebaası Türklerdir. Özbek Hanın tebaası da Türklerdir ama Özbek Hanının tebaasına Özbekler denildi. Kazak Han’ın tebaasına Kazaklar denildi. Ve onlar ayrı millet gibi muamele gördüler. 

Ve bunlar çok iyi teşvik edildi. Onlara ona göre sınırlar yapıldı. İhtilaf daima çıkacak şekilde sınırlar çizildi. Ve birbirleriyle anlaşamamaları için her türlü tedbir alındı. 

Ve Türk coğrafyası ham madde kaynağı ilan edildi. Ne demek bu? 

Özbekistan pamuk tarlası ilan edildi. Özbekistan’da yalnız pamuk üretildi. 5 milyon ton…! Ancak Amerika’da üretiliyor bu kadar pamuk. 5 milyon ton pamuk üretilen Özbekistan’da bir tane iplik fabrikası yapılmadı. Bir dokuma atölyesi yoktur. Bir tane tekstil fabrikası yoktur. Özbekistan’ın vazifesi sadece ve sadece pamuk üretmek ve pamuğu göndermekti. Nereye? Urallar’ın batısına. Yani Rusların bol olduğu yerlere. Üretim, nihai üretim orada yapıldı. Biz hammadde üreticisi olduk. Hangi fiyatlarla aldılar bunları? Kazakistan bütün petrolünü Rusya’ya akıttı. Rusya’ya akan petrole karşılık. Kazaklara Sovyetler ittifakı 252 bin ruble borçlandı. Bütün petrolün karşılığı olarak. Yüzde yedisini mamul olarak geri aldı. Kullanacağı petrol olarak. Yüzde yedisine 872 milyon ruble ödedi. Veya borçlandı. 

Düşünün 252 milyon rubleye tamamını alıyor, yüzde yetmiş ikisini 872 milyon rubleye satıyor. Bu nedir biliyor musunuz? 

Bu dünyada görülmüş soygunun sömürünün en dehşetidir. En korkuncudur. 

İngilizler Hindistan’ı sömürmüştür. Bu doğrudur. Bu soygundan dolayı Hindistan’ın iki yakasının bir araya gelmesi de mümkün değildir. Ama Rusların Türkleri sömürmesi soyması İngilizlerinkinin yanında çok daha fecidir. Şu söylediğim fiyatlara göre. 

Aynı fiyatlarla Azerbaycan’ın bütün ham mallarını almıştır. Ve buna rağmen Azerbaycan 70 yıl boyunca Rusya’dan yılda ortalama 1,5 milyar ruble veya dolar Sovyetler ittifakından 500 milyon dolar yılda ortalama alacaklı olmuştur. Tabi Sovyetler diye bir şeyi kabul etmemek lazım. Hepsi Rusya’dır. Azerbaycan 1990 da Rusya’dan 2 milyar dolar yıllık, yani 70 yılda 140 milyar dolar alacaklıydı. Hangi fiyatlarla? Demin söylediğim Kazakistan’da tatbik edilen fiyatlarla. 

Fiyatlar cari fiyatlar olsa ne olurdu? Dünya fiyatları olsa ne olurdu? 

Arkadaşlar şu olurdu; 

Azerbaycan’daki her insanın fert başına geliri en az İsviçre’deki insanların fert başına gelirine eşit olurdu. Ve Azerbaycan’daki binaların üstündeki kiremitlerin tamamı yarım cm kalınlığında altından yapılabilirdi. 

Tekrar ediyorum Azerbaycan’daki bütün binaların üstündeki kiremitlerin tamamı yarım cm kalınlığında altından olurdu. Yani Azerbaycan o derece sermaye 
biriktirebilirdi. Öylesine müreffeh bir ülke olabilirdi. Eğer kaynakların dünya fiyatlarıyla satabilseydi. 

Bunlar da yeterli değil. 

Rusların Türklere karşı uyguladığı politikalar içinde arkadaşlar atom denemeleri var. 

Yalnız Türklerin olduğu yerde atom denemesi yaptı. Dünya zaten öyle yaptı. Çinliler de öyle yaptı. Amerikalılar da öyle yaptı. ABD Nevada’da yani Tuva 
Türkleri ile aynı genleri taşıyan Kızılderililerin üstünde atom denemeleri yaptı. Ruslar Kazakistan’da Semey bölgesinde sadece Kazak Türklerinin yaşadığı bölgede atom denemeleri yaptı. Çinliler de Uygur Türklerinin yüzde yüz olarak bulunduğu bir bölgede atom denemelerini yaptı. 

Sonuç nedir biliyor musunuz? 

Sonuç, Kazakistan’daki şu anda Semey bölgesinde yaşayan Türk kadınlarının tamamı daha önümüzdeki elli yıl süreyle yüzde elli ihtimalle sakat çocuk 
doğuracaklarını bilerek yaşamaktadırlar. 

Aynı şey Uygur Türkleri için de geçerlidir. 

Ve Nevada’daki o hanımlar için de geçerlidir. 

Bu da yetmez. Türklere uygulanan istihdam şartları o derece ağır ve alçakça olmuştur ki, komünizm eşitlik demektir. Ama bırakın eşitliği insanlığı, “alçakça” tabirini bilerek kullanıyorum. Ve tekrar tekrar söylüyorum; Özbekistan’da pamuk tarlalarında çalışan Türk kadınları dünyada en fazla ölü çocuk doğuran kadınlar unvanına sahiptir. Son beş yıla kadar dünyada en fazla ölü çocuk doğuran kadınlar Özbekistan’daki analarımızdır. Neden? Çünkü pamuk tarlalarında yalnız onlar çalıştırıldı. Ve dünyada eşi görülmemiş bir gaddarlıkla korkunç istihdam şartları altında çalıştırıldı. 

Komünizm eşitlik demektir. Ama Türk topraklarında uygulanan asgari ücretliler, toplam ücretliler içinde en az yüzde 75 nispetinde pay işgal ediyordu. Ama Beyaz Rusya’da bu pay yüzde 5’i bile bulmuyordu. Ne ücrette eşitlik, ne de insanı muamelede eşitlik. Asla yapılmadı. 

Ve sonuç: Daha söyleyeceğim çok şey var ama bunlar sadece misal olarak yeterli. 

Arkadaşlar…! Bütün bunları yapmasının nedeni neydi? Sovyetler ve onu yöneten Ruslar Rus ırkçıları çok iyi biliyorlardı ki, aynı Atatürk’ün dediği gibi “Bir gün 
Sovyetler dağılabilir. Türkler ellerinden kaçabilir. 
Kaçarlarsa bir araya gelemesinler. Ve asla Türkiye’yle beraber olmasınlar”(1) Onun için Türkiye’yle Azerbaycan arasında Azerbaycan’ın malı olan Zangezur dediğimiz bölgeyi, Azerbaycan parlamentosunun kararıyla Ermenistan’a verdirdi Stalin. Böylece Türkiye’yle Azerbaycan arasında kara bağlantısını kesti. Aynı 
bağlantıyı Kuzeyde Samara bölgesini, yani Orenburg bölgesini, Doğrudan Moskova’ya bağlamak suretiyle, Kazakistan Türkleri ile Ural Türklerini, yani Çuvaş, Başkurt ve Tatar Türklerinin arasını da kesti. Aynı kesintiyi Altay Türkleri ile Yakut Türkleri arasındaki o Baykal Gölü dediğimiz ki doğum yerimiz sayılır orası bizim. O bölgeyi de doğrudan Moskova’ya bağlamak suretiyle onlarında arasını kesti. 

Yani Türkleri bölük bölük etmek için ne gerekirse yaptı. 

Ha bu karayolundan gidiş gelişin olmayışının bugünkü önemi nedir? Çok büyüktür. 

Arkadaşlar petrolü havadan getirmezsiniz. Pamuğu da getiremezsiniz. Kömürü de getiremezsiniz. Demiri de getiremezsiniz. Emniyetli bir karayolu şarttır. Osmanlı Devleti güçlüydü. Kervansaraylarla bu işi yaptı. Güçlü ordusuyla kim yolu kestiyse gitti kardeşi de olsa başını kesti. Ama Türkiye Cumhuriyeti bugün bunu yapamıyor. Yapamadığı için dünya kritik kaynaklarının yüzde altmışına sahip olan Türklerin zaten bir araya gelmelerini de mümkün kılmayacak tedbirler alınmış, Türkiye’yle de karadan münasebetleri kesilmiş. Biz Bakü Ceyhan diye 16 yıldır çırpınıp duruyoruz. 

Sonuç ne? Bakü Ceyhan açılacak, doğru. Gürcistan üzerinden geçecek, yanlış. 

Ermenistan üzerinden geçmeliydi. Zengezur’u delmeliydi. Ve biz Zengezur’u geri almasak bile kontrol etmeliydik. Ve Ermeniler üstünde kılıcımız asılı 
durmalıydı. Onu eğer keserlerse Türk ordusu başını ezmeliydi. Tıpkı eskiden kardeşlerinin başını ezdiği gibi. 

Ve daha önemlisi tabi, yol kısalmalıydı. Toprak bizim mal bizim. Burada bizim Türkiye’nin hissesi Elçibey’in tayin ettiği gibi olmalıydı. Yani yüzde 35 (otuz beş) olmalıydı. Yüzde otuz beşi de Azerbaycan’ın olmalıydı. Geriye kalan yüzde 30 da Amerika ve iki Batı devletinin olmalıydı. Ama ne yaptılar? Yüzde 1,75. Sonra lütfedip yüzde 5 (beş) daha verdiler. Yüzde 6,75. Yani bu yol Türkiye’nin istediği gayeye giden yol olmadı. 

Ne istiyoruz? 

Türk Dünyasının kritik kaynaklarının eskiden olduğu gibi, Türkiye üzerinden geçerek ve Türkiye’nin ihtiyacı karşılandıktan sonra, artan kısmının dünya fiyatlarıyla dünyaya çıkmasını istiyoruz. Bu bize neyi getirir? 

Dünyanın en güçlü devleti olma imkânını getirir eskiden olduğu gibi. 

Kritik maddelerin kontrol imkânını getirir eskiden olduğu gibi. 

Ve dünyanın en müreffeh milleti olma imkânını getirir, eskiden olduğu gibi. 

İşte bunu bildikleri için bir taraftan Amerika bunu engelliyor. Bir taraftan Avrupa ABD’ye alabildiğine destek oluyor. Amerika da AB ye destek oluyor. 

Ve ne yapıyorlar? Sovyetlere akış devam ediyor. Rusya’ya akış devam ediyor. 

Öbür taraftan ABD Azerbaycan petrollerinin kendi şirketleri vasıtasıyla dünyaya çıkışını sağladı. Bize 6.75’lik hisseyi verdi. Bu da bizim ekonomimize hiçbir zaman müspet tesir yapmayacaktır. 

Diğer taraftan ne yaptı? Geldi Irak’a el koydu. 

Irak’ta Amerikalılarla Araplar çarpışmıyor. 
Kiminle çarpışıyor? Türklerle çarpışıyor. Türkiye’yle çarpışıyor. 

Yani Amerika’yla Türkiye asanda devam ediyor. 

Gizli görünmeyen bir savaş devam ediyor. 

Neyin savaşı? Kritik madde savaşı. 

Iraktaki kritik madde kimindir? Benimdir. 

Kerkük Musul benimdir. Türk toprağıdır. Ve kritik kaynaklar oradadır. 

Atatürk orayı biliyorsunuz “misak-ı mili” hudutları içinde ilan etmiştir. Ve onun için onlara “misak-ı milli” bayrağı vermiştir. 

Yani “paralel çizgili gök bayrak”. Tıpkı Kıbrıs’a verdiği gibi. 

Ve Atatürk sekiz defa da çizme giymiştir Kerkük ve Musul için. 

Her defasında İngilizler sandıklar dolusu altınlarla Doğu Anadolu’daki aşiret reislerini isyana sevk etmişlerdir. 

Ve bu isyanı bugün de devam ettiriyorlar. Kim besliyor? Gene Avrupa ve Amerika besliyor. Bize karşı savaşan PKK’nın kritik kaynakları, iktisadi kaynakları tamamen Avrupa’nın ve Amerika’nın eliyle sağlanıyor. 
Sonra ne yaptı? Gitti Afganistan’a yerleşti. Afganistan’da 15 milyon insan Türkçe konuşur. 8 (Sekiz) milyonu kayıtsız şartsız doğma Türk’tür. 

Ve Afganistan’a diğerlerini de yanına alarak biz dâhil, gitmekle ABD’nin yaptığı şey nedir? Bin Ladini yakalamak mı? Bin Ladini Amerika isterse 100 milyon 
dolara yılanın deliğinden çıkartıp Bush’un önüne getirtebilir. Eğer bütün mesele ıraktaki Saddam idiyse Saddam’ı 50 milyon dolara canlı veya cansız Bush’un 
önüne getirebilirlerdi. 

Ama Irakta 100 milyarlarca dolar para harcıyor. 
Ama değer mi? Değer. Bir trilyon dolar harcasa değer. 
Afganistan’a bir trilyon dolar harcasa değer mi? Değer. 
Çünkü Afganistan’a yerleşmekle Türk kaynaklarına daha yakınlaşmış olmaktadır. 
Türk kaynakları üzerindeki kontrolünü kökleştirmiş olmaktadır. Kökleştirmek istemektedir. Ve kökleştirecektir. 
Sonra ne olacak? Sonra Rusya’ya akış duracak. O zaman belki ABD ile Rusya arasında bir kapışma olacaktır. Veya Rusya’yla başka türlü bir paylaşma yapılacaktır. Mesela “Kazakistan senin ama Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan benim” diyecektir. Bir paylaşma yoluyla anlaşacaktır. 

Fakat neticede 200 yıldır bize karşı yürüttükleri savaş 1990lar da bizim lehimize doğmuşken, bizim aleyhimize dönmüştür. AB ve ABD Türk kaynaklarına el koyma imkânının arifesinde bulunmaktadırlar, koyacaklardır. Hiç şüphe olmasın. Ve biz bu kaynaklardan mahrum olarak borç içinde yüzen ve dolayısıyla emir alan bir devlet olmaya devam edeceğiz. 

Şimdi arkadaşlar görülüyor ki Türk Dünyası dediğimiz husus bir ütopya değildir. Bir his meselesi değildir. Allah onlarla bizi kardeş yarattığı için, onlarla birleşelim meselesi değildir. 

Nedir? Akıl meselesidir. Bu akıl Osmanlı devletinde vardı. Bu akıl Selçuklu devletinde vardı. Bu akıl Mustafa Kemal Atatürk’te de vardı. Biliyorsunuz Abdülhamit Han da vardı. Abdülhamit Han yüzlerce Türk subayı göndermiştir Türkistan’a.  Atatürk de göndermiştir. Oradan da buraya getirmiştir. Subay yapmıştır, yetiştirmiştir. Ve Nahcivan üzerinde özellikle durmuştur. Arkadaşımızın açılış konuşmasında söylediği nutku söylemiştir. (1) Yani Bize “hazırlanın” diye vasiyet etmiştir, emir vermiştir. Ama bu emri ondan önce Atatürk’ten önce İsmail Gaspıralı vermiştir. Daha doğrusu vasiyet etmiştir, nasihat etmiştir. 

“Dil birliğine gidin, fikir birliğine gidin, iş birliğini gidin” demiştir. 

Niçin? İktisadi önemi dolayısıyla. 

Hiç bir zaman bir bayrak dememişlerdir. Bir devlet dememişlerdir. Bir vatan dememişlerdir. Ne demişlerdir? “Bir dil, bir fikir ve iş birliği”. 
Bir dil belli. Hangisi? Türkçe. Türkiye Türkçesi olacak. Nerede? Yazı dilinde. 

Konuşma dilinde her şive kendisini elbette kayıtsız şartsız devam ettirecek. Ama Yakutistan’da basılan kitap İstanbul’da okunacaktır. Anlayamazsanız lügate bakıp okuyacaksınız. Bu, dil birliği demektir. 

Fikir birliği, eğer bir yerde bir Türk’ün burnu kanıyorsa bütün Türkler aynı anda aynı sesi çıkaracak demektir. Yani Kıbrıs meselesi var hepimiz ayağa kalkacağız. Veya Azerbaycan’da bir milyondan fazla “kaçkın” denilen evsiz, yersiz, yurtsuz insan, aç biilaç yaşıyorsa, bundan dolayı hepimiz gereken fedakârlığı yapacağız demektir. 

İşbirliği ise; Allah’ın Türk coğrafyasına bahşettiği kritik kaynakların tamamının Türkler tarafından, Türkler için, Türklerle birlikte kullanılması demektir. Yoksa oraya domates satmak, oradan deri almak değil. Onu Yunan da yapıyor. Bulgar da yapar. Fransa da yapar. Bizim işbirliğimiz Allah’ın Türk coğrafyasına bahşettiği kritik kaynakların tamamının Türkler tarafından, Türkler için kullanılması demektir. Artan kısmının da eskiden olduğu gibi dünya fiyatlarıyla dünyaya satılması demektir. Yani bizim 16. asırdaki durumumuza gelmezsek bile, hiç değilse dik başlı, hür, emir almayan bir devlet haline gelmemiz ve bugünkü gibi değil, daha müreffeh bir millet haline gelmemiz demektir. İşte Türk Dünyası ile bunun için uğraşıyoruz. Yoksa ütopya için değil. Kardeşlik için, dostluk için, arkadaşlık için değil. Onlar zaten Allah’ın emri. Çünkü Allah bizi de Türk yaratmış. Onları da Türk yaratmış. Allah’a hürmetimiz Allah’a saygımız varsa zaten mecburuz onların derdiyle dertlenmeye. Onların ıstıraplarıyla ıstıraplanmaya. Gerekiyorsa onlara yardım etmeye. Veya onların da bize yardım etmesine. Bu 

Allah’ın emridir. Bu değil söylediğimiz. Aklın gereği olan dil birliği, fikir birliği ve iş birliğidir. 

Evet, benim söyleyeceğim bu kadar. Ama tabi ben sivri noktalarıyla cevaplamaya çalıştım. Eğer sualiniz, sorularınız varsa onları da cevaplamaya gayret ederim bildiğim kadarıyla. Hepinize teşekkür ederim. 

-Sayın Hocam bizi köklerimizle buluşturdunuz. Dertlerimizle hedeflerimizle tanıştırdınız. Bu konferansı aldık. İzlemek isteyip de izleyemeyenlere de ulaştıracağız. Ama Türk Dünyası bir konferanslık iş değil. Sizden ikinci bir konferans için de söz istiyoruz. 

“Ölmez sağ kalırsam” inşallah. 

Çok güzel üç tane sual var. Üçü de aynı. Birinci gurup sualler. AB ye alternatif… Şanghay (2) işbirliği olabilir mi? 
Türk Dünyasına girmemiz daha iyi olmaz mı? 
Bu gurup sual tabi çok yerinde. 

Arkadaşlar! Türkiye’nin ilk 1988- 1989’lardan itibaren yapması gereken şeyler vardı yapmadı, yapamadı. Türkiye’nin “Türk Birliği” istikametinde çalışmaları 
olabilirdi, olmadı. Bunun alt yapısı yapılabilirdi, yapılmadı. Bunları açıklayacağım. AB’nin alternatifi Şanghay İşbirliği olabilir. Ama benim fikrim bu konuda ki 
15 yıl evvel yazdım. Harp akademisinde de bir tebliğ olarak verdim. 

Şöyle bir birlik olabilir. “Ural Altay dil gurubuna dâhil ülkeler arasında bir ipek kuşak” meydana getirmek. İpek Yolu diyorlar ya, ben onu kesinlikle kesinlikle kabul etmiyorum. 

İpek Yolu hiç önemli değil. Çünkü Arap yolu. Ama bir “İpek kuşak” meydana getirebiliriz. Nereden başlar? Japonya’da başlar. Balkanlardaki Türk devletlerinde biter. Japonya Ural Altay dil gurubuna dâhil bir devlettir. Kore aynı şekilde. Ve orada Doğu Türkistan var. Türk Cumhuriyetleri var. İran var. Irak var. Ve Türkiye ve Balkanlar var. Tabi kuzey Türkleri de dâhil buna. Çuvaşlar, Başkurtlar, Tatarlar. Kafkas Türklerinin hepsi dâhil. Nogaylar, Karaçaylar, Balkarlar. Kumuklar, Tümen Türkleri, Topol Türkleri ve Hakas, Altay, Tuva Türkleri ve Saka Türkleri. Tüm bunların hepsi Ural Altay dil gurubuna dâhil. Moğollar da dâhil buna. Dil gurubuna dâhil ülkeler hepsi. Bunlarla birlikte bir kuşak teşkil edilir. Bu ipek kuşak meydana getirilebilir. 


Bu ipek kuşağın meydana getirilmesi bir kere aynı temeldeki dil gurubuna dâhil olmak bakımından manalıdır. Ama diğer taraftan iktisadi olarak da bir 
bütünlük arz eder. Teknoloji özellikle Japonya’da geliştirilmiştir. İşgücü Türkistan’da mevcuttur. Pazarlama gücü ve yakınlığı da Avrupa’ya yoğun nüfuslu ülkelere yakınlık itibariyle Türkiye’de mevcuttur. Dolayısıyla böyle bir ipek kuşak meydana getirilmesi Halinde gerçekten çok büyük bir güç elde edilebilir. Bu güç iktisadi olarak elde edeceği faydanın yanında, güneyde Çin’in Kuzeyde de Rus’un tekrar Türkler üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışmasını da engelleyebilir. Çünkü o zaman Çin Japonya’yla, Kore’yle, Endonezya’yla, Pakistan’la ve bütün Türk Cumhuriyetleri ve Türkiye’yle çatışmak zorunda kalacaktır. Rusya da aynı şekilde. 

Yarın Çin’deki nüfus artışı Türklere doğru bir basınç meydana getirecektir. Bu basıncı bizim şimdiden düşünmemiz lazım. Bu elli yıl sonra meydana gelebilir. 
Yirmi yıl sonra meydana gelebilir. Şu anda Doğu Türkistan üzerinde bu basınç uygulanmaktadır. Ve Doğu Türkistan Türk nüfusu yüzde doksan yediden yüzde 
ellilere kadar inmiştir. Nispet olarak ve bu daha da aşağı doğru gitmektedir. Bunun manası şudur. Çin nüfus baskısını Doğu Türkistan üzerinde kullanmakta ve bütün dünyanın gözü önünde on bin yıllık Türk vatanı olan Doğu Türkistan’ı bir Çin vatanı haline getirmektedir. Bu yirmi yıl, otuz yıl sonra bitecektir. Yani bu işi başaracaktır. Bunu durdurmanın yolu “İpek kuşaktan” geçer. 

Bu tabi Doğu Türkistan’la sınırlı kalmayacak. Yarın Batı Türkistan’a doğru da Kırgızlar başta olmak üzere bu basınç devam edecektir. En zayıf yerinden başlamak üzere. Onlara doğru da bu basınç devam edecek. Bu basıncı biz ancak öyle ortada bir kuşak, askeri kuşak siyasi kuşak ve iktisadi kuşak meydana getirerek engelleyebiliriz. 

Öbür taraftan Ruslar da gittikçe tırnaklı hale gelecekler ve tekrar eski güçlerini elde etmek için elbette çırpınacaklar çalışacaklar, çalışmaktadırlar. Ve bugün bir 
hayli de mesafe almış durumdadırlar. Ve bu aldıkları mesafe ilerledikçe onlar da kuzeyden tekrar Türklere saldırmaya başlayacaktır. Daha doğrusu Türkler 
üzerinde hâkimiyet kurmanın yollarını arayacaklardır. Bunu engellemenin yolu da işte bu kuşaktan meydana gelir. 

Bu kuşak iktisadi kuşak olmalıdır. Teknolojisiyle, iş gücüyle, pazarlama imkânlarıyla, insan gücüyle bu kuşakta bir bütünlük vardır. Bu kuşak askeri güç 
olmalıdır. Türkiye’siyle, Japonya’sıyla Pakistan’ıyla, bütün Türk devletleriyle güçlü ve hatta tek merkezden idare edilen NATO gibi bir orduya sahip olmalı. Ve bu ordu hem Kuzeyden hem güneyden gelecek baskılara, yani hem Çin’in, hem Rus’un baskılarına direnebilecek güçte olmalıdır. 

Siyasi olmalıdır. Ve nerede bu bizim gücümüze, bizim menfaatlerimize karşı bir manevra varsa, o manevrayı BM de engelleyecek oy sayısına sahip olmalıdır. Olabilir. Onun için eğer AB ye alternatif aranacaksa Şanghay Birliği veya bu AVRASYA diye bir şey çıkardılar son zamanlara ortaya. O kesinlikle beni hiç ilgilendirmiyor. Hiç de aklım almıyor. Avrasya benim coğrafyam değil. Ve benim menfaatlerimle de uyuşan bir coğrafya değil. Ruslar Türkler üzerinde oynamaya devam ediyor. Mesela en açık delilini size söyleyeyim. 

Kırgızistan’la Kazakistan’la, Rusların arasındaki anlaşma dolayısıyla ben Kazakistan’a giremiyorum. Kırgızistan’a giremiyorum. Bütün gümrüklerdeki bilgisayarlarında tehlikeli şahıs olarak yasaklıyım. Neden? Rusya bunlarla oynamaya devam ediyor. Nasıl kabul ettiriyor bunu? Bu anlaşmayı nasıl yapıyor? Şöyle yapıyor. Şu anda Kazakistan bütün petrolünü Rusya’ya akıtıyor. Akıtmaya da mecbur. Neden mecbur? Petrol depo edilemez. Ne kadarını edersin? Akacak... Akmazsa ne olur? Heba olur. Mutlaka akacak. Başka yol yok. Nereye akacak. Hazar’ı delip Bakü’yle birleşemediğine göre- ki onu engelliyorlar, şimdilik Amerika da engelliyor- ne yapacak? Rusya’ya akmaya devam edecek. 

Türkmenistan gazı depo edilemez. Akmaya mecbur. 

Nereye akacak? Rusya’ya. 

Neden? Yollar oraya doğru. Hep öyle yapılmış. 

Akmazsa ne olur. İflas eder. Gaz telef olur. 

Peki, nasıl akacak? Rusya’nın istediği fiyatla akacak. Rusya’nın istediği fiyatla akıyor. Yani Petrol 18 dolara gidiyor. Petrolün bugünkü fiyatı 70 dolar. Canın isterse al. Ben fiyatı arttırayım dese Kazakistan, “almıyorum” diyecek. Almazsa Rusya’ya bir zarar gelir mi? gelmez. Gelmez. Neden gelmez? Kendi kaynakları kendine yetiyor. Sibirya petrolleri yetiyor. Onlar da bizim ama kendi kontrolünde. O halde Rusya istediği fiyatla alabilir. Ve onlar da satma mecburdur. 

Biz ne yapıyoruz? Türkmenistan’dan gaz gidiyor Rusya’ya. Biz Karadeniz’i delen boru hatlarıyla Türkiye’ye getirip oradan gaz alıyoruz. Hangi fiyatla? Rusya’nın 
istediği fiyatla. Rusya istediği fiyatla Türkmenistan’dan alıyor. Ben de Rus’un istediği fiyatla Rusya’dan, benim gazımı Türkmen gazını, satın alıyorum düşünün. 

Şimdiki durum bu. İşte burada Ruslar bu sebeple her şeyi kabul ettirebilecek durumda. Kazaklarla da oynuyor. Kırgızlarla da oynuyor. Yarın bu oynamayı daha ileriye götürecek. Eğer Türkiye bu enayiliğini devam ettirirse. Ve Amerika da bir an evvel kaynakları kendi tarafına doğru akıtmazsa. Yani Hazar üzerinden Türkiye’ye veya aşağıya indirerek Okyanusya üzerinden kendi dev küresel şirketlerine devretmezse, devredemezse biran evvel. Rusya bu işe daha büyük çapta hâkim olacaktır. İşte bunları engellememin yolu benim söylediğim bir “İpek kuşak” projesinden geçer. İpek kuşak barışı sağlar ipek kuşak huzuru sağlar. İpek kuşak, yalnız Türklerin değil, Ural Altay dil gurubuna dâhil olan ve o çevrede Müslüman olan bütün ülkelerin zenginliğini sağlar, refahını sağlar, emniyetini sağlar. Çin’in hücumundan. Tasallutundan. Rus’un hücumundan Rus’un tasallutundan bu ülkeleri kurtarır diye düşünüyorum. Benim görüşüm bu, bu konuda. 

Öbür taraftan Türkiye’nin bu birlik için daha doğrusu Türkler arası birlik için yapması gerekenler nedir? Yapıldı mı? İkinci gurup sualler. Dil birliği, fikir birliği, iş birliği, bakımından Türkiye ne gibi adımlar attı? Bu konuda arkadaşlar Türkiye maalesef Atatürk’ün vasiyetini hiçbir zaman kale almadı. Emrini diyelim hatta. Ne diyordu 

Atatürk? 

“Dil bir köprüdür. Dil çalışmaları yapın” diyordu. 

Yaptık mı? Hayır. 

Aksine onlardan dilimizi uzaklaştıracak çalışmalar yaptık. 

“Din bir köprüdür” diyordu. 

Yaptık mı? Hayır. 

Onlar dinsizlik eğitimi gördüler. Biz onlara dini yeniden öğretmek varken, yapmadık kalktık gittik matematik öğretmeye. Hâlbuki onların matematikçilerinin eline su dökecek matematikçi Türkiye’de çok nadirdir. Tekrar söylüyorum. Fen alanında Rusya’da yetişmiş beyinler bakımından Türk coğrafyası matematik, fizik kimya gibi alanlarda, çok üstün iyi yetişmiş beyinlere, öğretim üyelerine ve öğretmenlere sahiptir. 

Benim orada gidip Üniversite kurarak fizik bölümü, matematik bölümü, fizik bölümü, kimya bölümü gibi bölümler açmam çok ahmakça, çok aptalca, yani daha kötü kelimeler kullanılabilir. Manasız bir şeydir. Ama gittik yaptık. 

Üniversite yaptık. Dört yüz milyon dolar harcadık Rus diliyle eğitim yapılıyor. Yarıda kazakça eğitim yapılıyor. 
Üç beş bölümde de Türk diliyle eğitim yapılıyor, Türkçe eğitim yapılıyor. 
Ve tabi bize Ruslar da gülüyor. İngilizler de gülüyor. 
Amerikalılar da Çinliler de gülüyor. 
Hele İranlılar kahkahalarla gülüyor. “Allah akıl fikir versin” diyorlar. 

Düşünün Türk devleti dört yüz milyon dolar harcıyor Rus diliyle eğitim yaptırıyor. Lise kuruyor, liseler İngiliz diliyle eğitim yapıyor. Azerbaycan’da Kırgızistan’da 
Türkmenistan’da Kazakistan’da. Yani buna da herkes güler. Oraya Türk devleti gidiyorsa-hadi ticari şirket gidiyor. Para kazanacağı şekilde ha fırın açar ha okul açar İngilizce de yapar tamam. Almanca da yapar ona kimse karışmaz- ama devlet gidiyorsa İngiliz diliyle eğitim yapabilir mi? varoluş sebebine aykırıdır. Ama bunu da yaptık. Ve yapıyoruz yapmaya devam ediyoruz hala da. 

Gösteriş kurultayları yaptık. İşte cumhurbaşkanları bir araya geldi. Bilmem Makedonya’dan bilmem nereye, şu denizden bu denize, kadar falan... Ama bunlar hep gösterişte kaldı. Hiçbir zaman bir netice vermesi mümkün olan toplantılar değildi. Netice vermesi mümkün olan toplantılar nasıl olur? Küçük olur ve uygun vasıtalar üzerinde yapılır. Nedir? Dil birliği sağlamak için, alfabe birliği sağlamak için, bu iş sessiz sedasız yapılır işbirliği sağlamak için. Ve adım adım ileriye götürülür. 
Tatbikata geçirilir ve günümüze gelinirdi. 

Bunun için Türkiye’nin elinde imkânlar vardı. Mesela TİKA’yı kurduk. Mesela Eximbank’ı kurduk. Eximbank gitti Kazakistan’ın en büyük projelerini finanse etti. 

Ne işin var senin? Bu geri de dönmez. 

Gitti Bulgaristan’a kaç yüz milyarlık kaç milyon dolarlık projelere kredi verdi. Bulgaristan’a gidiyorsan Bulgaristan’daki Türkleri adam edersin. Küçük küçük 
paralarla onları esnaf yaparsın, sanatkâr iş adamı yaparsın fırıncı yaparsın. İş sahibi yaparsın. Veya onları birleştirir kısmi sermayeyi sen verirsin. Onların beraber işlettiği işçilerinin de Türklerden teşekkül ettiği fabrikaları kurarsın. Bunlar hep mümkündü. Bunların hiçbirisini yapmadık. Daha da önemlisi “ne biz onlara gönülden canlı baktık. Ne onlar bize”. Bakmaları için biz de bakmamız için onlar da hiçbir sebep yaratmadık. 

Kıbrıs’ta problem var. Hiçbir Türk devleti Kıbrıs’ı tanımaya yanaşmadı. Ben Kazakistan’a 400 milyon dolar sadece üniversite için para harcayacağım. Kazakistan benim Kıbrıs Cumhuriyetimi tanımayacak. Bunu hangi akılla izah ederisiniz? Mümkün değil. Ama öbür taraftan bir milyondan fazla Azerbaycan’da kaçkın var. Evsiz, yersiz, yurtsuz aç biilaç… Karda, kışta, açıkta 10 yıldır, hatta 12 yıldır, 13 yıldır. Ne Türkiye’nin aklına geliyor, Ne Azerbaycan’ın devletinin aklına geliyor, ne de o insan sever Avrupalıların veya Amerikalıların aklına geliyor. Ve ben bunlar için hiçbir şey yapmıyorum. Yani Allah’ın emrettiği kardeşlik vazifeleri içinde taraflar hiçbir şey yapmadı. Yapılması için adım atılmadı. 

Gösteriş toplantılarında alfabe kabul edildi. 29+5 diye. İlkokul çocuğuna da sorsanız 29+5 ten kaç tane alfabe çıkar? Yahu biz “bir alfabe istiyoruz”. Dünyada hiçbir dilin iki alfabesi yoktur. Hiçbir dilin... Yalnız Türkçenin otuzdan fazla alfabesi vardır. 

Dünyanın en Ahmak milleti biz miyiz? 

Deminden beri anlattım. En akıllı devletleri kuran millet biziz. Ama son elli, altmış yıldır en akılsız idare edilen devlet biziz. En ahmakça idare edilen devlet biziz. 40 tan fazla 30’dan fazla alfabe… İngilizlerin bir tek alfabesi vardır. Hindistan’daki İngilizce başkadır. Avustralya’daki, Kanada’daki, İngiltere’deki başka… Ama alfabesinin noktası bile değişmez. Fransızca da aynı şekilde. İtalyanca da aynı şekilde. Peki Türkçe? Zavallı Türkçenin otuzdan fazla alfabesi var. Latinceye geçtik. Yedi alfabe, yedisi de değişik. Yani 37 alfabemiz oldu. “Allah akıl fikir versin” demezler mi. Gülmezler mi? Kim yaptı bunu? Biz yaptık. Türkiye’deki yöneticiler Türkiye’deki aydınlar yaptı. Diğer sahalarda da yapmamız gereken yatırımları maalesef yapmadık. 

Mesela biz Osmanlı Devleti olarak yıkılırken Bakü’ye asker çıkardık, biliyorsunuz. Ve İngilizlerin oradaki petrollerimize el koymasını engelledik. Ermenilerin 
Azerbaycanlıları kesmesini engelledik. Yıkılırken yaptık bunu. Peki, Azerbaycan’la Ermenistan tutuştuğu zaman Türk ordusu neredeydi? 

Yani 10 tane jet uçursa Ermenistan üzerinde, her şey dururdu. Kaldı ki Türk ordusu o zaman daha önce yapılan anlaşmalara göre hak sahibiydi. Nahcivan’a da saldırdılar çünkü Zengezur’a girebilirdi. Ve Zengezur’u delebilirdi. Bu toprağı delmek zorundayız. Ne pahasına olursa olsun. Kılıçla delemiyorsak parayla delmek zorundayız. 

Yani Ermenistan’dan eni 500 m, boyu 30 km olan bir yolu satın almak zorundayız. 

30 Nisan 2006 
Burdur Türk Ocağı 

*** 

(1)“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir 
dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, özü bir, inancı bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? 

Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür.” 

“...Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. 

Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli. 

“ 29 Ekim 1933 
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK 

*** 
(2) İsmini örgütün ilk toplantısını yaptığı Çin’in en büyük kenti Şanghay’dan alan Şanghay İşbirliği Örgütü ya da Şanghay Altılısı, 1996 yılında kurulmuş bir uluslararası kuruluştur. Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın katılımıyla 1996 yılında Şanghay Beşlisi adıyla kurulan örgüt, 2001 yılında Özbekistan’ın katılımıyla Şanghay Altılısı adını almıştır. Hindistan, İran, Moğolistan ve Pakistan da Şanghay İşbirliği Örgütü’nde gözlemci statüsündedirler. 

*** 

Turan YAZGAN Hakkında: 


Isparta'nın Eğirdir ilçesinde 1938 yılında doğan Turan YAZGAN, ilk ve orta öğreniminin ardından 1959 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ni tamamladı. İmar ve İskân Bakanlığı Bölge Planlama Daire Başkanlığı'nda ''İktisadi Araştırmacı'' ve ''Bölge Plancısı'' unvanlarıyla beş yıl görev yapan YAZGAN, 1963 yılında İtalya'ya, Güney İtalya Bölge Planlaması konusunda staj yapmak üzere gitti. 1966 yılında İktisat Fakültesi'ne asistan olarak girdi. 1967 yılında ''Şehirleşme Açısından Türkiye'de İş Gücünün Demografik ve Sosyo-ekonomik Bünyesi'' adlı tezle doktorasını tamamladı. 1971 yılında ''Gelir Dağılımı Açısından Sosyal Güvenlik'' konulu tezi vererek doçent oldu. 1977 ve 1978 yıllarında Güneydoğu Anadolu Bölgesi Planının Genel Koordinatörlüğü görevini üstlendi. 

Bölgede yapılan araştırmaları müteakip ortaya çıkan yedi ciltlik Güneydoğu Anadolu Gelişme Planını, Başbakanlık Tarım ve Toprak Reformu Müsteşarlığı'na sundu. 1979 yılında İktisat Fakültesi profesörlüğüne yükseltildi. Üniversite senato üyeliği, üniversite yönetim kurulu üyeliği ve anabilim dalı başkanlığı yaptı. 2000 yılında istifa ederek, üniversiteden emekliye ayrılan Prof. Dr. Turan YAZGAN, 1980 yılında kurduğu Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı'nın genel başkanlığını yürütüyordu. Evli olan YAZGAN, üç çocuk babasıydı. 

TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI VAKFI Resmi internet sitesinin notu 

Prof. Dr. Turan YAZGAN 1938… 
TÜRK DÜNYASI kavramını ilk kullanan, 
TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI VAKFI’nın kurucusu 
Hayatını TÜRK DÜNYASI’na adayan 

Son anına kadar TÜRK DÜNYASI için yaşayan, çalışan, düşünen 

Yüreği TÜRK DÜNYASI, TÜRK DÜNYASI diye çarpan akıl, gönül ve dava adamı 

TÜRK DÜNYASI’nın bilicisi 
TÜRK DÜNYASI’nın boy boylayıcısı, soy soylayıcısı 

TÜRK DÜNYASI’nın ad koyucusu, yaşayan son Korkut Atası 

TÜRK DÜNYASI’nın aksakalı 

GÜLEN Hanımefendi’nin sevgili eşi, KARAHAN, KORHAN ve KÖZHAN’ın babası, 

Hepimizin Hocası, TURAN’ın yol göstericisi, 

Adı ile müsemma Prof. Dr. Turan YAZGAN Hocamız Hakkın rahmetine yürümüştür. 24 Kasım 2012 Cumartesi günü, İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binasındaki tören saat 11.00’de, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı önündeki tören saat: 12.30’da yapılmış ve Fatih Camisi'nde ikindi namazına müteakip
kılınan cenaze namazının ardından Kozlu Mezarlığı'ndaki aile kabristanında ebedi istirahatgâhına defnedilmiştir. 

Ruhu şad olsun 
Osman ERENALP 

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ HAKKINDA 

Merkezimiz ilk olarak Temmuz 2008 tarihinde, Eski Devlet Bakanı Sadi SOMUNCUOĞLU başkanlığında, faaliyetlerine Ankara Balgat adresinde başlamıştır. Yaklaşık iki buçuk yıl burada çalışmalarını sürdürdükten sonra faaliyetlerinin genişlemesi üzerine Ocak 2011’de şimdi bulunduğu Kızılay’daki yerine taşınmıştır. Kuruluşundan bu yana önceden belirlenmiş programı çerçevesinde ilgi duyan herkese açık olan hizmetlerine kesintisiz olarak devam etmektedir. 

Bilgi Şölenleri ismi ile her hafta Çarşamba günü gerçekleştirilen sistematik toplantılarda, ülkemizin temel meseleleri, alanında uzman kişiler tarafından sunum ve tartışmalar eşliğinde incelenmektedir. Bu çalışmaların amacı Türkiye ve Türk-İslam Dünyasının ana meseleleri üzerinde kapsamlı bir bilgi birikimi ve görüş birliği sağlamaktır. Bugüne kadar 260 Bilgi Şöleni yapılmıştır. 

Yine bu amaçlar doğrultusunda serbest sohbet imkânı sağlayan Cumartesi toplantıları da aralıksız olarak sürdürülmektedir. Bilgilendirici ve kaynaştırıcı nitelikte olan bu sohbetlerde gündemin önemli olayları beyin fırtınası şeklinde değerlendirilmektedir. 

Geniş katılım ile yapılan bu çalışmalar, ülkemiz içinden ve dışından, her yerden takip edilebilmesi için video şeklinde internet sitelerimizden yayınlanmaktadır. 

(www.millidusunce.org ve www.millikanal.com) 

Öte yandan belirli kıstaslara göre seçilen üniversite ve sonrası dönemi gençlerine milli bir şuur kazandırmak üzere, belli bir program dâhilinde, bilgi seminerleri 
verilmektedir. 

Önemli gördüğümüz bir diğer çalışmamız da, dağınıklık içerisinde, tek tek kalmış ve birçok fedakârlıkla faaliyetlerini sürdürmeye çalışan milli düşünce 
kuruluşlarıyla, birlikte hareket imkânını oluşturmak ve bir işbirliği zeminini hazırlamaktır. Bu ortak çalışmamız müspet bir sonuca ulaştığında, bu kuruluşlarımız milli hedeflerimiz doğrultusunda güç birliği sağlamış olacaktır. 

Bunların yanında merkezimiz ülkemizin öncelikli sıcak meseleleri hakkında kamuoyunu aydınlatmak üzere yayınlar da yapmaktadır. 

Yayınlanan Eserler şunlardır: 

1- Son Haçlı Seferi: PKK Açılımı – Ocak 2010 
2- Etnik – Irkçı – Bölücü PKK Terörünü Doğru Anlamak – Temmuz 2011 
3- “Yeni” Anayasanın Şifreleri – Kasım 2011 
4- Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Hangi Milletin Devleti? – Haziran 2012 
5- Devletlerimiz ve Anayasalarımız – Mart 2013 
6- Andımız Âyet mi? – Ekim 2013 


Merkezimizin bütün çalışmalarını, bilim adamlarımızın makalelerini ve yurt içinde ve dışında gelişen önemli olaylara ait haberleri internet sitelerimizden dileyen 
herkes kolaylıkla takip edebilmektedir. 


Kasım 2014, Ankara 
GMK Bulvarı Özveren Sokak Nu:2/2 
Demirtepe Durağı Kızılay/ANKARA 
Tel: 0 (312) 231 31 94 – 95 Belgeç: 0 (312) 231 31 22 
www.millidusunce.org - www.millikanal.com 
bilgi@millidusunce.org - bilgi@millikanal.com 
Yayın Numarası: 7 
Derleyen: Osman ERENALP 
Tasarım: Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU 

(www.millidusunce.org ve www.millikanal.com) 





...