23 Aralık 2016 Cuma

ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ


ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ 




Beşar Esad’ın ılımlı politikalar izlemesi, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarak değerlendirilmiştir. 
Yrd. Doç. Dr. Mehmet DALAR 
Abant İzzet Baysal Üniversitesi 
Uluslararası İlişkiler Bölümü 





< Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı bu nehir konusunda Suriye’nin politikası ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle bu nehrin uluslararası nehir değil, ulusal nehir olduğu yönündedir. >

Giriş 

Lübnan’dan kaynaklanıp, Suriye’ye geçtikten sonra Türkiye topraklarında Akdeniz’e dökülen Asi Nehri, Türkiye ile Suriye’nin sınırları aşan sular konusundaki ilişkilerinde önemli bir yere sahiptir. Devletlerin sahip oldukları su kaynaklarını bütünleşme ve işbirliği aracı olarak kullanmaları noktasından hareket eden bu çalışmamızda, Asi nehrinin hidrolik niteliklerine ve nehir üzerinde yapılan çalışmalara değinildikten sonra, nehrin kullanımı ve hukuksal statüsüyle ilgili ortaya çıkan sorunların Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkileri etkileme ve yönlendirme özelliği üzerinde durulmuştur. Nehrin kullanımıyla ilgili taraf devletlerin farklı görüşleri, nehirle ilgili yapılan hukuksal düzenlemeler ile Türkiye ve Suriye’nin nehrin kullanımıyla ilgili anlaşmazlıklarının nedenleri ve bunları etkileyen faktörlerin neler olduğuna değinen bu çalışma, Türkiye ve Suriye arasında son yıllarda görülen yakınlaşma ve sıcak ilişkilerin kalıcı hale getirilmesi için, bu nehrin kullanımından kaynaklanan sorunların işbirliği temelinde bir an önce çözüme kavuşturulmasının gerekliliğine işaret etmektedir. 

Nehrin Hidrolik Özellikleri 

Asi Nehri Lübnan sınırları içinde Lübnan dağları ve Cebelüşşarki (Anti Lübnan dağları) arasındaki Beka Vadisinde Baalbek kentinin yakınlarında Rasul-Ayn ve Al-Labwah adlı akarsuların birleşmesinden oluşur. Kuzeye doğru yaklaşık 35 km aktıktan sonra Suriye topraklarına geçer ve buradaki Hama Gölünü besler. Humus kentinin sulama ihtiyacını da karşılayan nehir, Hama yakınlarında kendisini besleyen diğer ırmaklarla Ghab ovasının sulanmasında kullanılmakta dır. Bölgede genellikle güneye doğru akan nehirlerin aksine kuzeye doğru aktığı için “Asi” olarak adlandırılan ve ulaşıma elverişli olmayan bu nehir, yatağı boyunca ova ve tekne şekilli geniş vadiler ile dar ve derin boğazlar içinde akar. Asi Nehri, Türkiye ve Suriye arasında 22 km.’lik sınır oluşturduktan sonra Türkiye’ye geçmektedir. Amik Gölünün kurumasıyla Karasu, Balıklı gölü kanalı 
ve Afrin Çayının birleşmesiyle oluşan bir akarsuya dönüşen Küçük Asi kolunu alır. Toplam uzunluğu 386 km olup, bunun 88 kilometresi Türkiye’de akmaktadır. Toplam yıllık kapasitesi 2,5 milyar m3 olan nehrin sularının tamamına yakın bölümü yapılan projelerle tüketilmektedir. 

Suriye’nin kullanımı nedeniyle yaz aylarında debisi 3 m3/sn.’ye düşmesinin yanında aşırı kullanımdan dolayı nehir suları kirlenmektedir.1 
Nehrin yıllık ortalama su kapasitesiyle ilgili farklı raklamlar bulunmaktadır: Lübnan’daki kaynaklara göre, Suriye sınırını geçmeden önce nehrin ülkede ki su hacmi 512 milyon m3, Suriye topraklarında ise 414 milyon m3 tür. Suriye ise nehrin kendi ülkelerindeki hacminin 2 milyar 715 milyon m3 olduğunu belirtmektedir.2 Başka bir kaynağa göre bu nehrin yıllık kapasitesi 1.2 milyar m3 olup bunun % 6’sı Lübnan, % 92’si Suriye ve % 2’si Türkiye topraklarından geçmektedir.3 Gerçeğe en yakın ölçüm 2 milyar 470 milyon m3 olarak değerlendirilmiştir.4 Aslında ülkeler arasında su kaynaklarının miktarıyla ilgili verilerin farklı ifade edilmesi su kullanımı konusunda anlaşmazlığa yol açan etkenlerin başında gelmektedir.5 Bu nedenle su miktarı üzerinde devletlerin ortak bir anlayışa sahip olmaları Asi gibi sınır aşan suların kullanımı için hayati önem arz etmektedir. 

Suriye’nin Nehir Üzerindeki Projeleri ve Türkiye’nin İtirazı






Suriye’nin Fransız mandası altında olduğu 1930’lu yıllarda ilk kez bu nehrin potansiyelinin değerlendirilmesiyle ilgili çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. 


< Suriye’nin Asi nehrinin kaynaklarını aşırı kullanımından dolayı debisi düşmekte ve suları kirlenmektedir. >

Asi nehri boyunca Hama’dan Humus’a kadarki alan, Ghab bölgesi ve Amuk Ovası olmak üzere üç bölgedeki tarımsal arazinin sulamasını kapsayan kalkınma planıyla ilgili çalışmalar başlatılmıştır. 30-32 bin hektar (ha) bataklık alanından drenaj sularını çekerek Asi nehri sularıyla desteklenecek Ghab Projesini gerçekleştirmek için Suriye 1950 yılında dünya bankasından kredi talep etmiştir. Banka projeyi kredilendirilebilir bulmakla birlikte projenin Lübnan’dan daha fazla suyu çekmemesi ve Türkiye’yle antlaşma yapılması gerektiğini ön görmüştür.6 
Diğer taraftan Afrin suyunun da saptırılması planlanan projeye Türkiye’nin itirazları olmuştur. Türkiye’nin itirazı, projeyle ilgili inşaat çalışmaları sırasında Türk toprakları taşkınlıklara uğrayacağı ve projenin tamamlanmasıyla sulama döneminde Türkiye’ye fazla su bırakmayacağı yönündeydi. Şam’da iki ülke heyeti arasında yapılan görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.7  Bazı kaynaklara göre görüşmelerin başarısız olmasının nedeni Suriye’nin Türk toprağı olarak kabul etmediği nehrin denize döküldüğü Hatay iliyle ilgili iddialarından kaynaklanmıştır. Suriye bu yöndeki anlaşmazlık giderilemediği için, Dünya Bankasından kredi alamamıştır.8 

<  Suriye ve Lübnan’ın sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hassas olmadıklarını ve çifte standartlı davrandıklarını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda bu sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır. >



O dönemdeki siyasal konjonktürün de etkisiyle Türkiye, Asi nehri üzerinde yapılacak projelere karşı etkin bir şekilde tavrını sürdürmemesi, Suriye’yi 
bu projeler üzerinde çalışmalarını sürdürmesini beraberinde getirmiştir.9 Bu nedenle projeyle ilgili çalışmalar 1951 yılında yeniden değerlendirmeye 
alınmıştır. Hollanda firması Nedeco’nun oluşturduğu proje planı doğrultusunda Bulgaristan, Yugoslavya ve İtalya’dan şirketler ile Sovyetler Birliği’nin malzeme desteğiyle 1955’ten 1967 yılına kadar iki baraj, iki büyük drenaj kanalı ve diğer tarımsal kanalları içeren proje tamamlanmıştır.
10 Bu nehir üzerinde Rustan, Hifaya-Mehadeh, Ziezoun ve Kastoun olmak üzere dört önemli baraj kurulmuştur.11 Suriye tarafından nehrin geniş ölçekte kullanılması beraberinde önemli bir kirlilik sorunu getirmekte içme suyu niteliğini kaybettiğinden ülkede nehir sularını içen halkta tifo, kolera gibi çeşitli salgın hastalıklar baş göstermiştir. Ghab projesi azami kapasitesine ulaşmış bulunmakta ve Suriye halkının % 12,5 oranındaki 1,5 milyonluk nüfus Ghab Vadisinde yaşamaktadır.12 Bu nedenle Suriye, Ghab Vadisi boyunca yaptığı tarımsal sulama ile Asi sularının çok azının Türkiye’ye geçmesine izin verdiğinden Hatay’daki Amik Ovası susuz kalmakta ve kurak mevsimlerde, nehir suları denize bile ulaşamamaktadır.13 

Asi Nehri’yle İlgili Suriye-Lübnan Antlaşması

Asi nehri konusunda Lübnan ve Suriye arasında yapılan görüşmeler, 1962 yılına kadar dayanmaktadır. Bu görüşmeler, ancak 1994 yılında bir antlaşmayla sonuçlanmıştır. Suriye, Lübnan’la kendisine bu nehirden daha fazla kendisine hak tanıyan antlaşmayı 20 Eylül 1994 tarihinde imzalamıştır. Aşağı çığır ülkesi olan Türkiye’yle ilgili herhangi bir düzenleme getirmeyen “Asi Sularının Paylaşılması Antlaşması” adını taşıyan bu antlaşma, 9 maddeden oluşmaktadır. 
Bu antlaşmayla nehir suları müşterek sular olarak adlandırılmış, nehrin yıllık ortalama hacminin 403-420 milyon m3 olduğu kabul edilerek bu miktar üzerinde paylaşıma gidilmiştir. Buna göre Lübnan’a ayrılan pay 80 milyon m3 olarak belirlenmiş, geri kalan önemli kısım Suriye’ye tahsis edilmiştir. 
Suyun yıllık akımının 400 milyon m3’ün altına düşmesi durumunda Lübnan’ın kullanacağı miktarın suyun düşüşüyle orantılı olarak azalacağı hükmü benimsenmiştir.14 

Buna karşı su miktarının yıllık akımın üzerinde olması durumunda Lübnan’ın kullanacağı su miktarıyla ilgili bir hükme antlaşmada rastlanmamaktadır. 
Bundan da anlaşılmaktadır ki su miktarı ne kadar artsa bile Lübnan’ın alacağı pay 80 milyon m3’ü geçemeyecektir. Lübnan aleyhinde 
antlaşmanın getirdiği önemli bir düzenleme de 

8. maddeyle hükme bağlanmıştır: Antlaşmanın yapıldığı 20 Eylül 1994 tarihinden sonra Lübnan tarafına nehirle ilgili herhangi bir tesis yapılmasına 
gerek duyulması halinde bu durumun Suriye tarafına bildirileceği ve bu tesislerde kullanılacak suyun veya yeni bir kullanımın Lübnan’ın 80 milyon m3 lük payından düşürüleceği esası benimsenmiştir. Bu antlaşmayla Suriye nehri denetleme yetkisine sahip olurken Lübnan, Asi nehri üzerinde herhangi bir tesis kurma ve bunları işletme konusunda istediği gibi davranamayacaktır.15 Lübnan’ın Suriye’nin avantajına olarak bu antlaşmayı imzalamasının nedeni, Lübnan’ın su ihtiyacının Suriye’den az olmasının yanında, Suriye yönetiminin Lübnan hükümeti üzerinde etkin role sahip olmasına bağlanmıştır.16 Türkiye ve Suriye’nin Asi Nehri’yle İlgili Anlaşmazlıkları 

Asi nehriyle ilgili önemli uluslararası düzenleme, 

Suriye’yi bağımsız yapmak isteyen o dönemin mandater ülkesi Fransa ile Türkiye arasında 19 Mayıs 1939 tarihinde imzalanan protokolün 

3. maddesidir. Buna göre Karasu Çayı, Asi ve Afrin Nehirlerinin sınır teşkil eden kısımlarında bu çay ve nehirlerin en derin noktası olan Thalweg hattı sınır olarak kabul edilecek ve sınır boyunca bu sulardan her iki taraf halkı eşit biçimde faydalanacaktır.17 Bununla birlikte söz konusu protokol, Suriye tarafından akan suların ne kadarının Türkiye’ye tahsis edileceğiyle ilgili bir düzenleme getirmemiştir. Bu sınırlar temelinde Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına tepki göstermekle beraber Suriye, bağımsızlığını kazandıktan sonra 1944 yılında Şam’daki yabancı misyona gönderdiği bir notada Suriye hükümetinin Fransa’nın Suriye adına yaptığı uluslararası ve ikili antlaşmalara saygılı olduğunu bildirmiştir. Buna göre 1939 antlaşması da Suriye tarafından tanındığı kabul edilmektedir.18 Bununla birlikte 1950 yılından sonra Suriye, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına karşı çıkmış ve bu bölgenin ülkesinin bir parçası olduğunu iddia etmiştir.19 Suriye’nin bu tutumu iki yönden uluslararası hukuka aykırılık 
teşkil etmektedir: 

a) 1978 tarihli devletlerin antlaşmalara ardıl olmalarıyla ilgili Viyana Sözleşmesinin 15. Maddesi, el değiştiren ülke parçaları için sonraki 
devletin antlaşmaları geçerli olacağı şeklindeki teamül kuralını hükümselleş tirerek önceki devletin bu topraklarla ilgili antlaşmalarının bağlayıcı 
olmayacağını belirtmektedir.20 Sömürge iken bağımsızlığına yeni kavuşan devletlerin ardıllığıyla ilgili aynı sözleşmenin 16. Maddesi bu devletlerin 
önceki sömürgeci devletin yaptığı bu tür antlaşmalarına bağlı olup olmayacağı rızalarına bağlı olacağını öngörürken, 11. Maddesine göre sınır antlaşmalarının kural dışı olarak her zaman bağlayıcı olacağını hükme bağlamaktadır.21 Bu madde hükmüne göre Suriye, Hatay konusunda Fransa’nın Türkiye ile yaptığı 1939 antlaşması ve protokolü tanımak zorundadır. 

b) Yukarıda da değinildiği gibi, Suriye bağımsızlığına kavuştuktan sonra 1944 yılında Fransa’nın yapmış olduğu antlaşmaları tanıdığını bildirmiştir. 
Dolayısıyla Hatay ile ilgili Türkiye’nin imzaladığı 1939 tarihli protokol esas alınması gerektiğinden, uluslararası topluluğa yansıtılmış olan Suriye’nin iradesiyle oluşturduğu bu iç hukuk işlemi, Suriye’nin Hatay ile ilgili iddialarını hukuksal dayanaktan yoksun kılmaktadır. 

Suriye’nin Asi Nehriyle ilgili Yaklaşımı

Suriye’nin Fırat ve Asi’ye yönelik su politikası birbiriyle çelişmektedir. Ayrıca Hatay üzerindeki Türk egemenliğini tanımadığı için, Asi Nehri’ni Türkiye ile görüşmekten kaçınmaktadır.22 Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı Suriye’nin politikası ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle nehrin uluslararası değil, ulusal nehir olduğu yönündedir.
23 Bu nehirle ilgili anlaşmazlığın temel nedenlerinden biri Suriye’nin Hatay’la ilgili bu tür iddialarından kaynaklanmaktadır.24 Suriye, aşağı 
çığır ülkesi konumunda olduğu Fırat ve Dicle bakımından sulardan faydalanma hakkıyla ilgili “doğal durumun bütünlüğü”, “öncelikli kullanım” ve “adil kullanım” doktrinlerine dayanırken, Türkiye’ye göre yukarı çığır ülkesi olduğu Asi nehri konusunda Türkiye’yi dışlayarak “mutlak egemenlik” doktrinine yakın bir eğilim göstermektedir. Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin tanınmamasından da kaynaklanan Suriye’nin bu yaklaşımı, sular konusunda sürekli ve istikrarlı bir politika izlememesine yol açmaktadır.25 1993 yılında Türkiye ile Suriye arasındaki su sorunlarının çözülmesiyle ilgili yapılan görüşmelerde Türkiye tarafından Fırat-Dicle nehriyle birlikte Asi nehrinin de görüşmelere dahil edilmek 
istenmesinden dolayı Suriye görüşmelerden ayrılmış ve Asi nehriyle ilgili sorunların tartışılmasını reddetmiştir.26 

Suriye’nin Dicle ve Fırat nehirlerinde aşağı kıyı ülkesi olmasından dolayı ileri sürdüğü tezler ve dayandığı doktrinler, Türkiye tarafından Asi Nehri için kendisine karşı ileri sürülmektedir. Bundan dolayı, Suriye’nin Asi nehri konusunda görüşmelere karşı çıkması, bu ülkenin kendisi için hayati önem arz eden Fırat Nehri konusunda ödün vermemek istemediğinden kaynaklandığı vurgulanmaktadır.27 Asi sularından yararlanmanın en doğal hakkı olduğunu ve nehir üzerindeki her türlü tasarrufu Lübnan ile birlikte kullanabileceğini ileri süren Suriye, 2. Dünya Savaşı başlangıcında Fransa ile anlaşarak İskenderun (Hatay) sancağını “zorla gasp ettiğini” iddia ettiği Türkiye ile Asi nehrinin görüşülmesi, Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin tanınması anlamına geleceğini belirtmekte ve bu sancağın Suriye’ye iade edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.28 

< İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde getirmiştir. 
Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceğinin işareti olarak değerlendirilebilir. >



2002 yılının haziran ayı başlarında Asi nehri üzerinde Suriye’nin yaptığı barajın yıkılması ile oluşan sel, Suriye’deki birçok yerleşim birimlerini etkilerken Hatay bölgesini de olumsuz etkilemiştir. Suriye yetkililerinin bu durumla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi ve işbirliğinden kaçınmaları, konunun Suriye’nin iç sorunu olarak görmelerinden ve dolayısıyla Hatay’ı kendi toprakları olarak saymalarından kaynaklanmaktadır.29 Hatay bölgesiyle ilgili Suriye’nin iddiaları, Asi nehri konusunda Türkiye ile herhangi bir antlaşma yapılması olanağını önlemektedir. 20 Eylül 1994 tarihinde Lübnan ile yaptığı “Asi sularının paylaşılması” antlaşmasında Türkiye ile ilgili bir düzenleme yapılmamasının ve bu antlaşmadan Türkiye’nin haberdar edilmemesinin nedeni budur.30 

Türkiye’nin Yaklaşımı ve Suriye’nin Sorumluluğu 

Esasen Türkiye 1950 yılında Suriye’nin Ghab projesine itiraz etmesinden sonra itirazını 1995 yılına kadar Suriye’nin Asi nehri kullanımına ilişkin olarak etkin bir şekilde sürdürmemiştir. 1995 yılından itibaren Türk Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, Hatay bölgesinin daha önceki nehir akımının ancak onda birini aldığını bildirerek, nehir akımın yıllık olarak 1,55 milyar m3’ten 0,14 milyar m3’e düştüğüne işaret etmiştir. Suriye, ise nehir akımındaki su azalmasının kendi kullanımından değil kuraklıktan kaynaklandığını savunarak Türkiye’nin suçlamalarına cevap 
vermiştir.31 Türkiye, Suriye’nin sular konusunda çelişkili davrandığını, aşağı kıyı devleti olduğu Fırat sularından daha fazla hak isterken, Asi nehrinin aşağı kıyı devleti olan Türkiye’nin sulardan faydalanma hakkını engellediğini belirtmektedir. 

Suriye’nin nehri aşırı kullanımı zaman zaman Türkiye tarafına gelen suyun tamamen kurumasına yol açmaktadır. Türkiye’ye ulaşan sularda ise yoğun olarak zehirli atık bulunmakta ve Hatay bölgesini olumsuz etkilemektedir.32 Bu durum zamanımıza kadar devam etmektedir. Son yıllarda Suriye’nin barajlarında su tutması ve aşırı sıcaklar, Türkiye’nin en verimli topraklarına sahip Hatay’daki Amik ovasını sulayan Asi nehrinin tamamen kurumasına yol açmıştır. 

Türkiye’nin Fırat ve Dicle üzerindeki barajlarla su hakimiyetini sağlamasının ardından iki ülke arasında yaşanan su gerginliği, Suriye’nin Asi nehrinin üzerine Katina, Moharda, Mostar, Direslin ve Elzeyzun barajlarını yapmasıyla doruk noktasına ulaşmıştır. Kışın, zaman zaman doluluk nedeniyle 5 barajın kapağını birden açan Suriye, aynı barajları yazın kapatmaktadır.33 Suriye’nin bu
kullanımı, kendisinin taraf olduğu 1997 tarihli suyollarının ulaşım dışı amaçlarla kullanılmasına dair BM sözleşmesinde geçen “önemli zarar vermeme” ve suların “ Adil ve Makul ” kullanımını öngören hükümlerine aykırıdır. Bu sözleşmede öngörülen zararın somut ve ölçülebilir olmasının unsurları yukarıda da işaret 
edildiği gibi oluşmuştur. Bölgenin kurak olmasının da etkisiyle tarımsal kullanımdan dolayı su miktarında azalma olması mümkün olmakla birlikte, akan sularda zehirli atıkların bulunması Suriye’yi sorumlu kılmaktadır. Sularda zehirli atıkların bulunması açık ve somut zarardır. 

Ayrıca yukarıda da değinildiği gibi Suriye’nin yıkılan barajlarıyla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi veya Türkiye’ye haber vermeden baraj kapaklarını 
açması sonucunda Hatay bölgesinde nehirden kaynaklanan taşkınlıkların yol açtığı zararlar da bu türden somut zararlardandır. Yukarı devletler suları kullanırken, aşağı devletlere zarar vermeme yükümlülüğü altındadır.34 Türkiye’nin üzerinde durduğu diğer konu ise, Suriye’nin Asi nehriyle ilgili yaptığı projeler ve imzaladığı antlaşmalar konusunda kendisine bilgi verilmemesi, Türkiye’ye karşı iyi niyetli yaklaşım sergilenmemesi ve bu tür işlemlerde kendisinin göz ardı edilmesidir.35 Açıktır ki Suriye’nin bu tutumu, taraf olduğu söz konusu BM sözleşmesinin suyollarının kullanımında devletlerin katılım ve işbirliğinde bulunmaları gerektiğiyle ilgili 5. Madde hükmüyle çelişmektedir.36 

Türkiye, Asi ve Fırat nehirleriyle ilgili bir kıyaslamada bulunarak, Fırat’ın debisinin saniyede 100 m3e indiği zaman bile 500 m3/sn tutarındaki 
suyu Suriye’ye bıraktığına dikkat çekerek, Asi sularının Suriye ve Lübnan tarafından tamamen tüketilerek Türkiye’nin göz ardı edildiğini belirtmektedir. 
Bu devletlerin sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hasssas olmadığı ve çifte standartlı davrandığını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır.37 

Son yıllarda Suriye’den kaynaklanan kirliliğin giderilmesi için Türkiye tarafından yürütülen çalışmalar kapsamında planlanan Antakya Belediyesi’nin başlattığı Asi Nehri Islah Projesinin önemli bir parçası olan Lastik Set Barajın temel atma töreninde konuşan Hatay Valisi, kirliliğe büyük ölçüde Suriye’nin neden olduğunu, konunun son yıllarda Türkiye’nin iyi ilişkilerinin bulunduğu Suriye makamlarına iletildiğinde onların da kirliliğe sebep olduklarını doğruladıklarını ve Asi Nehri’nin ekolojik dengesinin korunması için çalışma yapacaklarını belirttiklerini bildirmiştir.38 

Değişik amaçlarla Suriye tarafında kurulan sanayi tesislerinin nehre karıştırdıkları zehirli atıklarının Hatay bölgesinde neden olduğu önemli 
çevresel zararların giderilebilmesi için Suriye’nin Türkiye ile işbirliği yapması gerekir. Türkiye’nin aşağı kıyı devlet, Suriye’nin ise ara havza devleti 
durumunda olduğu Asi Nehriyle ilgili politikaya Türkiye şu nedenlerden dolayı önem vermektedir:39 

a. Türkiye, Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili yapılacak herhangi bir antlaşmaya Asi Nehri’ni de dahil etmek istemektedir. 

b. Türkiye, Fırat sularının paylaşılmasını isterken Asi Nehri’nin kullanımı ve paylaşımı konusunda aynı politikayı izlemek istemeyen Suriye’yi, uluslararası 
alanda sorunun kaynağı olarak göstermektedir. 

c. Suriye, nehrin sularını Türkiye’ye yetmeyecek kadar aşırı kullanması nedeniyle Hatay bölgesinin tarımsal arazilerinin zarar görmesine ve bölgede 
önemli kuraklığa yol açmaktadır. 

Sonuç 

Su potansiyeli Fırat’tan çok küçük olmakla birlikte, Türkiye’nin aşağı-kıyıdaş konumda olduğu Asi Havzasının durumu yukarıdaki hususlar açısından özel önem taşımakta ve Suriye ile su görüşmelerinde tartışılacak birçok yönü bulunmaktadır. Kaldı ki Türkiye, Asi Havzasında 165,000 hektar arazinin sulanmasını öngörmekte [Devlet Su İşleri (DSİ)-1995] olduğundan, bunun tamamının Türkiye’den kaynaklanan sularla sulanması pek mümkün değildir. Türkiye’den Ortadoğu’ya hangi kaynaktan ne kadar suyun aktarılacağı konusunda yapılacak antlaşmalarda, Türkiye’ye ek yük getirilmeden, Asi Havzasının durumunun da kesinliğe kavuşturulması gerekmektedir.40 Ne var ki şimdiye kadar bu konuda henüz bir antlaşma yapılmış değildir. 

Suriye’nin Asi Nehri konusunda Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili izlediği politikadan ayrılması, sular konusunda Türkiye ile antlaşma zemininin oluşmasını zorlayan önemli nedenlerden biridir. Bununla beraber son yıllarda Türkiye ile Suriye ilişkilerinde bir yakınlaşma gözlemlenmiş, Devlet Başkanı Hafız Esad’ın ölümü sonrasında yerine geçen oğlu Beşar Esad’ın babasından farklı olarak ılımlı politikalar izlemesi ve 6 Ocak 2004 tarihinde Türkiye’yi ziyareti, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarakdeğerlendirilmiştir. Ayrıca uluslararası hukuk doğrultusunda ülke tanımlarının yer aldığı çifte vergilendirmenin önlenmesi ve yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması anlaşmalarının imzalanması, Suriye’nin Hatay konusundaki iddiasından geri adım atacağı41 sonucunu doğurabilir. İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının 
kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması 42 iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde 
getirmiştir. Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceğinin işareti olarak değerlendirilebilir. 

Asi nehrini da içerecek Dicle ve Fırat nehirleriyle ilgili yapılacak kapsamlı ve kalıcı antlaşmanın yapılması, her iki ülkenin ekonomik ve sosyal entegrasyonunu güçlendireceği gibi bölgede sürekli ve istikrarlı bir barışın kurulmasını mümkün kılacaktır. Türkiye ve Suriye’nin sular konusunda 
yapacağı işbirliği, Ortadoğu’nun hem su kaynaklı hem de diğer sorunlarının çözümüne önemli ölçüde katkı sağlayacaktır. 


DİPNOTLAR; 

1 Salha, Samir , Türkiye, Suriye ve Lübnan İlişkilerinde Asi Nehri Sorunu, Dış Politika Enstitüsü y. , Ankara 1995, s.13.; AnaBrtitannica, Hürriyet Gazetesi Yayınları, 1993, İstanbul, C. 3, s. 153.; Bilen, Özden, Ortadoğu Su Sorunu ve Türkiye, TESAV y. , Ankara 1996, s. 103.; Ezeli Azarkan, “Asi Nehri Sorunu”, 
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, s.7, 2003, s. 5. 
2 Salha, a. g. e. , s. 15. 
3 Azarkan, a. g. e. , s. 5.; Salha, a. g. e. , s. 15. ; Akmandor, Neşet, “Su Sorununun Fiziksel Boyutları”, Ortadoğu Devletlerinde Su Sorunu, TESAV y., No.4, Ankara, 1994, s. 27. 
4 Salha, a. g. e. , s. 15. 
5 İbrahim Mazlum, “Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları Açısında Sınıraşan Sular Sorunu”, En Uzun On Yıl, der: Gencer Özcan-Şule Kut, Büke yayınları, İstanbul, 2000, s. 378. 
6 İbrahim Mazlum, Water in the Middle East: The Scarce Resource of Region, Marmara University, unpublished Master Thesis, 1996, s. 88 
7 Ibid., s. 88. 
8 Greg Shapland, Rivers of Discord International Water Disputes in the Middle East, published by C.Hurst&Co., London, 1997, s. 146; 
http://suriye.ihh.org.tr/turkiye/sondonem/su/su.html
9 Shapland, a. g. e. , s. 147. 
10 Mazlum, age, s. 89. 
11 Salha, a. g. e. , s. 11. 
12 Arnon Soffer, Rivers of Fire, pub. by Rowman and Littlefield, 1999, Maryland, s. 208. 
13 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil” , 24 Mart 2000, 
www.milliyet.com.tr 
14 Salha, a. g. e. , s. 26. 
15 Salha, a. g. e. , s. 27. 
16 Münevver Aktaş Acabey, Sınıraşan Sular, Beta yayınları, İstanbul, 2006, s. 272. 
17 Orhan Tiryaki, Sınır Aşan Sular ve Ortadoğu’da Su Sorunu, TSK yayınları, Cem ofset matbaacılık, İstanbul, tarihsiz, s.59. 
18 Ömer Osman Umar, Türkiye-Suriye İlişkileri (1918-1940), Fırat Üniversitesi Orta-Doğu Araştırmaları Merkezi yayınları, Elazığ, 2003, s.250.; Azarkan, a. g. e. , s. 12. 
19 Umar, a. g. e. , s. 250. 
20 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, III. Kitap, 3.baskı, Turhan Kitabevi, Ankara, 1999, s. 36.; Salha, a. g. e. , s. 42. 
21 Pazarcı, a. g. e. , s. 32 ve s. 34. 
22 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil”, Milliyet Gazetesi , 24 Mart 2000, www.milliyet.com.tr 
23 Salha, age, s. 22.ve 23. 
24 İbrahim Kaya, “Türkiye’nin Sınıraşan ve Bölgesel Sular Politikası: Hidropolitik ve Hukuksal Bir Yaklaşım”, 19802003 Türkiye’nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2003, s. 107. 
25 Azarkan, a. g. e. , s. 9-10.; Konuralp Pamukçu, “Su Sorunu Çerçevesinde Türkiye, Suriye ve Irak İlişkileri”, Türk Dış Politikasının Analizi, Der: Faruk Sönmezoğlu, Der yayınları, no. 137, İstanbul, 2004, s. 265. 
26 Ali Çarkoğlu ve Mine Eder, “Domestic Concerns and the Water Conflict over the Euphrates-Tigris River Basin”, Middle Eastern Studies, Vol. 37, No. 1, (Jan., 2001), s. 68. 
27 Azarkan, a. g. e. , s. 12. 
28 Salha, a. g. e. , s. 38.Tiryaki, a. g. e. , s. 218.; Azarkan, a. g. e. , s. 12; Shapland, a. g. e. , s. 146. 
29 Kaya, a. g. e. , s. 107. 
30 Salha a. g. e. , s. 21. 
31 Shapland, a. g. e. , s. 147. 
32 Salha a. g. e. , s. 40. 
33 Asi nehri çöle döndü, 2007-08-09, 
http://www.yenibursa.com/Asi-nehri-cole-dondu-7855.html 
34 Mehmet Dalar, Su Sorununda Ulusal ve Uluslararası Legal Perspektifler: Fırat ve Dicle, Alfa Aktüel Yayınları, Bursa, 2007, s. 69, s. 78, s. 250. 
35 Salha a. g. e. , s. 37. 
36 Dalar, a. g. e. , s. 69. 
37 John Bulloch and Adel Darwish, Su Savaşları, çev: Mehmet Harmancı, Altın kitaplar y., 1994, İstanbul, s. 64.; Tiryaki, a. g. e. , s. 218. 
38 Mehmet Hüseyin Zorkun, 17.07.2007, http://www.flasgazetesi.com.tr/haberDetayMiddle.asp?ID=399 
39 Salha, s. 23-24. 
40 Öziş, Ünal ; Baran, Türkay ; Özdemir, Yalçın ; Fıstıkoğlu , Okan ; Türkman, Ferhat ve Dalkılıç, Yıldırım, “ Türkiye’nin Sınır - Aşan Sularının Su Hukuku ve Su Siyaseti Açısından Durumu ”, s. 6, 
www.suvakfi.org.tr/sinira-san.DOC, 03.Aralık 2002. 
41 NTV, “Ankara-Şam ilişkilerinde yeni dönem”, 31 Ocak 2004, 
http://www.ntvmsnbc.com/news/251405.asp. ; Kaya, a. g. e. , s. 107.; Veysel Ayhan,“Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem:Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu Analiz, Orsam y., (Kasım 2009), sayı 11, s. 27. 
42 Ayhan, a. g. e. , s. 27. 

...

ARAP DAYANIŞMASI ÇÖZÜLÜRKEN: SURİYE, ÜRDÜN VE LÜBNAN’DA IRAKLI MÜLTECİLER



ARAP DAYANIŞMASI ÇÖZÜLÜRKEN: SURİYE, ÜRDÜN VE LÜBNAN’DA IRAKLI MÜLTECİLER 



Irak’tan kaçanlara kapılarını açan Suriye, gelenlerin sayısı aşırı şekilde artınca Iraklıların vize muafiyetini feshetti. 

Dr. Didem Danış 
Galatasaray Üniversitesi 
Sosyoloji Bölümü 
ORSAM Danışmanı 
İnceleme; 57


< Yüz binlerce Iraklı geri dönmez/dönemez ve bulundukları yerlerde entegre olamazlarsa, Ortadoğu’nun halihazırda kaygan dengeleri açısından yeni gerilimler doğabilir. Mültecilerin yerleştiği mahallelerin, yoksullaşma ve dışlanmaya paralel olarak radikal hareketlere zemin oluşturabilecek bir alan haline gelmesinden endişe duyuluyor. >




Irak’ın işgalini takip eden şiddet sarmalında komşu ülkelerde sığınma arayan iki milyondan fazla Iraklının durumu, olayın yarattığı toplumsal ve ekonomik tahribat bir yana, siyasal alanda da bir çözülüşün göstergesi oldu. Iraklı mültecilerin Suriye, Ürdün ve Lübnan gibi ülkelerde yaşadıkları, zaten bir süredir gözden düşmüş olan Arap dayanışmasının eriyişini tasdik etti. 

1958-61 arasında kısa ömürlü Birleşik Arap Cumhuriyeti ile doruk noktalarından birini yaşamış olan Arap birliği fikri, 1980’li yıllarda İslamcı hareketlerin yükselişi ve bölgedeki çatışmaların etkisiyle Arap dünyasının çoğunda tedavülden kalkmıştı. Milyonlarca Iraklının yerinden yurdundan kopmasına ve komşu Arap ülkelerine sığınmasına yol açan son mülteci krizi, Arap dayanışması fikrine en bağlı gözüken Suriye’de bile bu idealin hükümsüz kalmakta olduğunu gösterdi. 2003 sonrasında Irak’tan kaçanlara kapılarını açan Suriye, gelenlerin sayısı 
aşırı şekilde artıp, ekonomide ağır hasar yaratınca, kendi çıkarlarına öncelik veren bir tavır değişikliğine giderek Iraklıların vize muafiyetini feshetti. Ürdün, sığınmacılara gelen yardımları kendi halkına yönlendirerek bu maliyetli yükü bir kazanç fırsatına çevirdi. Lübnan ise, uzun süreli ve kanunsuz gözaltılarla mültecileri sınırdışı olmaya zorlayan “gönüllü sınırdışı” politikasıyla yeni gelecekleri caydırmaya çalıştı. Bu ülkelerin tavrında Ortadoğu’da yaşanan bir önceki büyük iltica krizinin, yani Filistin deneyiminin de etkisi olduğu söylenebilir. Bir zamanlar, tüm bedellerine rağmen içeri buyur edilen Filistinli mülteciler kadar önemli bir siyasi anlam taşımadıklarından olsa gerek, Iraklılar, komşu ülkelerde bir “yük”, “ Güvenlik Riski ” ve “sorun kaynağı” olarak algılandı. 


Irak’ta de Facto Bölünme 

BM verilerine göre, 2003-2007 arasında, yurtdışına kaçan Iraklıların sayısı 2.6 milyona ulaşmış, iki milyona yakın kişi de Irak içinde yer değiştirerek 
daha güvenli bir yaşam aramıştı. 2003 sonrası göçün çıkış nedenleriyle ilgili hızlı bir değerlendirme yapacak olursak, ilk olarak Amerikan işgali sonrasında mevcut siyasi düzenin yerle bir edilişiyle ortaya çıkan şiddet sarmalından bahsetmek gerekir. İlk altı yılın zorunlu göç açısından bilançosu, demokrasi, istikrar ve refah getireceği iddiasıyla gerçekleştirilen işgalin hedeflerinden çok uzak olduğunu gösterir.






















Tablo: 2003 - 2009 (20 Haziran) Irak’ta hayatını kaybeden ve kayıtlara geçmiş sivillerin sayısı 
Kaynak: http://www.iraqbodycount.org/ 

2007 sonunda Ortadoğu’da yerinden edilmiş Iraklıların sayısına dair bir tahmin - Kaynak: UNHCR-maps Nisan 2003’ten itibaren Irak içinde yerinden edilenler  

Bugün artık tüm Iraklılar – ait oldukları etnik, dini veya diğer kimliklerinden bağımsız olarak – gündelik yaşamlarının her anında ölüm tehdidiyle yüzyüze yaşamaktadır. Mezhepleri, ekonomik konumları veya cinsiyetleri yüzünden saldırıya uğrayanlar bir yana, okula veya işe giderken yolda rastgele patlayan bir bombanın kurbanı olarak ölenlerin sayısı da ciddi boyutlara varmıştır. 

Şubat 2008’de yayımlanan bir araştırmaya göre, Iraklı mülteciler ve sığınmacılar (Kümülatif) 

2003 400.000 
2004 800.000 
2005 1.200.000 
2006 2.000.000 
2007 2.740.000 
2008 2.770.000 

Not: Sayılar kümülatiftir ancak Mart 2003 öncesinde yerinden edilmiş olan yaklaşık bir milyon kişi dahil değildir. 
Kaynak: Brookings Iraq Index 

2003-2004 366.000 
2005 889.000 
2006 1.800.000 
2007 2.400.000 
Kaynak : Brookings Iraq Index 









 < Son yıllardaki göçün büyük bir kısmı, etnik ve dini açıdan karma yerleşim yerlerinde gerçekleşti ve Arap, Kürt, Türkmen, Şii ve Sünnilerin birarada yaşadığı yerler tektip mahallelere dönüştü. Bu durumun en bariz gözlendiği yer kuşkusuz başkent Bağdat’tı. >

2003’ten beri Irak’ta bir milyonu aşkın kişi hayatını kaybetmiş1, ölen sivillerin sayısı da 100 bine yaklaşmıştır.2 

2003’teki işgali takip eden günlerde Condolezza Rice’ın “yaratıcı kargaşa” düsturu Irak devletine ve ulusal birliğe ait tüm sembol ve araçların 
tasfiye edilmesini öngörüyordu. Ordu başta olmak üzere devlete ait tüm kurumlar dağıtılırken, ortaya çıkan boşluğun çeşitli militan gruplarca 
doldurulması çok şaşırtıcı olmadı. Otorite boşluğundan beslenen şiddet ve suç döngüsü derinleşirken, ülkede en büyük istihdam alanı olan devlet fabrikaları da kapatılıyordu. Sonuçta işsiz kalan, can ve mal güvenliği gailesine düşen insanlar için göç mecburiyet haline geldi. Evini terketmek zorunda kalanların bir kısmı ülke dışına giderken, içeride de silahlı milislerin öncülüğü ve işgal ordusunun örtük teşvikiyle, mezhep veya etnik köken açısından ayrışmış bölgeler yaratıldı. Son yıllardaki göçün büyük bir kısmı, etnik ve dini açıdan karma yerleşim yerlerinde gerçekleşti ve Arap, Kürt, Türkmen, Şii ve Sünnilerin birarada yaşadığı yerler tektip mahallelere dönüştü. Bu durumun en bariz gözlendiği yer 
kuşkusuz başkent Bağdat’tı. Sokaklar arasına kurulan bariyerler, mahalleler arasında nöbet tutan milisler ve Uluslararası Güç’ün de katkısıyla, bir 
zamanların çokkültürlülük timsali Bağdat “bir ortaçağ kenti”ni andırır oldu.3 

Şubat 2006’da Samarra’daki büyük patlamadan sonra zirve yapan göç, 2008’de durulmaya başladı. Araştırmacılar, bu yavaşlamayı ve Irak’taki görece “huzur” ortamını çeşitli silahlı grupların kışkırttığı ve tırmandırdığı mezhep çatışmasının amaçlanan ayrışmayı tamamlamasına bağlıyorlar. 
Eskiden “karma” olan pek çok mahalle, bugün sadece tek bir grubun üyelerinin oturduğu homojen bölgelere dönüşürken, Irak’ın pek çok yerinde şimdiden de facto bir bölünmenin gerçekleştiği ifade ediliyor.4 

Komşu Ülkelere Sığınma 

İşgal sonrası Irak dışına kaçanlar için en önemli iki sığınak Suriye ve Ürdün oldu. 2003 sonrası, özellikle de 2006’dan beri Irak’ta güvenlik durumunun 
kötüleşmesi ve Avrupa ülkelerinin kabul politikalarını ve sınır denetimlerini sertleştirmesi, Irak’a komşu ülkelerde kalabalık bir nüfus yığılması na neden oldu. Mültecilerin sayısıyla ilgili tam anlamıyla güvenilir bilgiler olmasa da, Amerikan işgalinden dört yıl sonra Suriye’ye sığınan Iraklıların en az bir milyon kişi olduğu söylenmekteydi5. Ekonomik altyapı ve toplumsal açıdan ağır bir yük anlamına gelen bu tablo, Ürdün için de geçerliydi. 2007’de Iraklı mülteci krizi karşısında uluslararası topluluğu sorumluluk almaya ve çözüm bulmaya çağıran Suriyeli yetkililere göre, o sırada ülkede 1,5 milyon Iraklı bulunmaktaydı ve her ay 40 bin kişi buna ekleniyordu.6 Bu sayılar abartılı gibi görünse de 

Temmuz 2007’de BMMYK yetkilileri de, toplam nüfusu 20 milyon olan Suriye’de 1.4 milyon, 6 milyon nüfusu olan Ürdün’de ise 750 bin Iraklı bulunduğunu belirtirken, bu “sessiz ve görünmez insani kriz” için yardım çağrısında bulunuyordu.7 

Suriye: Kapılar Kapanırken

Arap-İsrail Savaşları ve İsrail işgalini takip eden çeşitli göç dalgalarıyla gelmiş yarım milyon Filistinli dışında Suriye’de son yıllara kadar kayda değer büyüklükte bir göçmen nüfus yoktu. Iraklıların gelişi bu açıdan önemli bir dönüm noktası oldu. Farklı nedenlerle olsa da, Iraklı sığınmacılar başlangıçta sıcak karşılandı. Oysa bugün yüz-binlerce Iraklı’nın yüksek ev kiraları, gıda fiyatlarında artış veya okullarda sıkışıklık gibi ciddi sorunlara yol açtığı söyleniyor ve Suriyelilerin Iraklıları kabul etmek konusunda pek istekli olmadığı biliniyor. 

Iraklıların Suriye’ye girişi 2007’de vize muafiyetinin feshedilmesiyle zorlaştı. Bu tarihe dek, Arap dayanışmasının kalıntısı olan bazı düzenlemeler sayesinde, bir Arap ülkesi vatandaşı olan kişiler, ikameti sınırlı tutulan yabancılar gibi değil de, “Suriyeli olmayan Araplar” olarak muamele görüyor, yani vizeye gerek olmadan Suriye’ye girebiliyordu.8 Bu vize muafiyeti sayesinde, Amerikan işgali altındaki Irak’tan kaçanlar için Suriye önemli bir sığınak oldu ve yukarıda da belirtildiği gibi bölgede en kalabalık Iraklı mülteci grubu Suriye’ye yerleşti.9 

Suriye halkının %5’ine denk gelen bu yeni nüfus, çalışma izni olmasa da Suriye’de ev alabiliyor, devlet hastanelerinden faydalanabiliyor ve çocuklarını okula yazdırabiliyor du. Özellikle Şam’da toplanan Iraklı mültecilerin açtığı ve rağbet ettiği lokantalar, kahveler ve mağazalar sayesinde Kudsiye, Ceramana ve Seyide Zeynep gibi mahalleler “ Küçük Bağdat” olarak tanınır olmuştu.10 

Bu görece misafirperver tablo, 2007’de Iraklı mülteci topluluğun giderek büyümesiyle değişmeye başladı. Dünya Bankası’nın tahminine göre, Iraklıların Suriye ekonomisine maliyeti 1 milyar doların üstündeydi; sadece Şam’da ekmeğe olan talep %35, elektriğe %27, suya %20, gaza da %17 artmıştı.11 Aynı dönemde Suriye’de uygulanmaya başlanan liberal ekonomik reformlar karşısında sosyo-ekonomik konumlarını korumakta zorlanan Suriyeli orta sınıf ve dar gelirlilerin, Iraklı mültecileri günah keçisi olarak algılaması şaşırtıcı olmadı. Suriye ve Ürdün’de muazzam sayılara ulaşan Iraklı sığınmacıların barınma ihtiyacıyla emlak piyasasında astronomik fiyat artışlarına yol açması, zaten sınırlı olan eğitim12 ve sağlık hizmetleri üzerinde ek yük olarak görülmeleri, sığınmacılardan dolayı yaşam koşullarının kötüleştiğini düşünen Suriye vatandaşlarında şikayet dalgasına sebep oldu. 

Kamuoyundaki bu rahatsızlığın, göç politikalarına yansıması kaçınılmazdı. 1951 Cenevre Anlaşması’nı imzalamamış olan Suriye’de uluslararası mülteci statüsü alamayan Iraklılar “geçici misafir” olarak kabul edilmişti. Ancak bu “geçici misafirlerin” sayısının düzenli olarak artışı ve kalıcılaşma riski karşısında, Hükümet Ekim 2007’de, Iraklılara vize uygulaması başlattı. Yeni vize kuralları ile, Iraklı iş adamları ve meslek sahipleri ülkeye kolayca kabul edilirken, diğer grupların girişi kısıtlandı. Son olarak, Suriye’deki Iraklılara getirilen ikamet izinlerini düzenli olarak yenileme mecburiyeti mültecilerin durumunu daha da belirsizleştirdi. Yanlarında getirdikleri birikimlerin hızla erimesiyle ekonomik 
açıdan giderek daha zor duruma düşen Iraklılar, güvenlik sağlanamadığı için geri dönemedikleri Irak’la, kendilerini kabul etmek istemeyen Batı ülkeleri arasında çaresizlik içinde sıkışıp kaldılar. 

Ürdün: Göçün kaymağını yemek

Suriye’deki Iraklılar, bu ülkeyi tercih etmelerinin başlıca nedenleri arasında girişin daha kolay olması ve Ürdün’e kıyasla hayatın daha ucuz olmasını saymaktalar. Tam da bu sebeplerden, Ürdün Iraklılar arasında daha çok orta ve üst sınıflar tarafından tercih ediliyor. Irak’ın kalburüstü kesimi – tüccarlar, akademisyenler, sanatçılar 

– Ürdün’de önemli bir grup oluşturuyor. Ancak, aralarında çok zor koşullarda hayatını idame ettirmeye çalışan kalabalık bir grup da var. 2007’de 800 bine kadar çıktığı iddia edilen Iraklıların bir kısmı geri dönüş için Irak’ta durumun düzelmesini beklerken, diğer bir kısım burayı Batı’daki akrabalarının yanına yerleşmek üzere ara durak olarak görüyor. 

2007 yılında Norveç Araştırma Enstitüsü FAFO ile Ürdün hükümetinin işbirliğinde gerçekleştirilen bir araştırmaya göre13, özellikle yoksullar ve gayrı-müslim gruplar başta olmak üzere Ürdün’deki Iraklıların %20’si bir üçüncü ülkeye göçetmek konusunda somut planlara sahip. Irak’a geri dönüş fikri ise daha çok yeni gelenler, ekonomik açıdan daha varsıl ve eğitim seviyesi daha yüksek olanlar arasında yaygın. Ürdün’deki Iraklıların çok büyük bir kısmı (%42’si) Irak’taki yakınlarının gönderdiği paraya bağımlı yaşıyor; diğerleri içinse Ürdün’de çalışarak kazandıklarının yanında başka ülkelerdeki akrabalarının desteği çok önemli. 

Tıpkı Suriye gibi, Ürdün de Iraklıları “ Geçici Misafir ” olarak kabul ederek, onlara bölgede yaygın olan “ Keyfi hoşgörü Rejimine ” göre davranmakta.14 Ancak Ürdün’ün Iraklı sığınmacılarla ilişkisi bölgedeki diğer ülkelerin politikalarından daha farklı oldu: Ürdün hükümeti 2007’de uluslararası kamu oyundan destek isterken, Iraklılara yapılacak yardımın en az %20’sinin ihtiyaç sahibi Ürdünlülere verilmesini şart koştu. 

<  2003 sonrasında Irak’tan kaçanlara kapılarını açan Suriye, gelenlerin sayısı aşırı şekilde artıp, ekonomide ağır hasar yaratınca, kendi çıkarlarına öncelik veren bir tavır değişikliğine giderek Iraklıların vize muafiyetini feshetti. >

Böylece, 2007 sonrası Iraklılar için gelen uluslararası yardım, Ürdün’de sağlık ve eğitim gibi temel hizmet alanlarındaki açığı kapamak için değerlendirildi. 

Ürdün’ün, Iraklılar konusunda kazancının çift yönlü olduğunu söylemek gerekir. Zira Ürdün, bir yandan uluslararası STK’lar aracılığıyla mültecilerin sırtından kazanç sağlar ve ulusal bütçeden karşılanması gereken altyapı masraflarını yabancı bağışçılara havale ederken, güvenlik harcamalarını yüksek tutmasını sağlayan, “ Mültecilerden kaynaklanabilecek ulusal güvenlik tehdidi ” söylemini canlı tuttu. 

Ürdün’deki bu paranoyanın kısmen geçmişte Filistinli mülteciler konusunda yaşananlarla ilintilili olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kuruluşunda çok sayıda Filistinli mülteciyi vatandaş yapmış olan Ürdün, ‘67 savaşından sonra ülkede uzantıları bulunan çeşitli Filistin gerilla örgütlerinin yoğunlaşmasın dan rahatsızlık duyuyordu. 1970’de Ürdün yönetimi militan gruplara karşı tarihe Kara Eylül Harekatı olarak geçen ve Arap kardeşiliğine ağır bir darbe vurduğu söylenen bir saldırı düzenleyerek binlerce Filistinlinin ölümüne yol açtı. 

Ürdün’ün Iraklılar konusundaki tavrının, sadece mülteciler kaynaklı bir tehdit algısından kaynaklanmadığını söyleyen araştırmacılar da var. 
Géraldine Chatelard’a göre, Ürdün’de 2005’den beri %20 artan güvenlik harcamaları sadece uluslararası terör tehdidine karşı olmayıp, içeride 
bozulan ekonomik ve sosyal dengeden muz-darip olanların hoşnutsuzluğunu bastırmakta da kullanıldı. 

Lübnan: “ Gönüllü Sınırdışı ” 

Lübnan’daki Iraklıların durumu diğer komşu ülkelerdekinden farklı değil. Lübnan da, sığınma başvurusunda bulunanlara, uluslararası yasalarda tanımlanmış mülteci korumasını tanımıyor. Aksine sığınma başvurusu yapmak üzere ülkeye yasal olmayan yollardan girenleri veya vize süresini aşmış kişileri, tutuklama, gözaltı ve “gönüllü sınırdışı” yöntemleriyle caydırmaya ve ülke dışına göndermeye çalışıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) 1960’lardan beri bu ülkede bulunmasına ve sığınma başvurularını değerlendir mek üzere Lübnan hükümetiyle 2003’den beri bir “mutabakat zaptı” (memorandum of understanding) imzalamış olmasına rağmen, çok etkili olamıyor. 

Frontiers Ruwad Association adlı bir derneğin yayınladığı rapora göre Lübnan’ın mülteci politikası “inkâr” üzerine kurulu: “Tutuklamalar ve uzun süreli gözaltılar yeni geleceklerin gözünü korkutmaya ve içerideki mültecilerin sınırdışı olmayı kabul etmelerine zorlayan caydırıcı araçlar olarak kullanılıyor. BMMYK sertifikasına sahip olsalar da, mülteciler, herhangi bir yasadışı göçmen gibi tutuklama ve gözaltına maruz kalabiliyorlar.” 
Adli süreç, yavaş da olsa, Lübnan’ın geri göndermeme (non-refoulement) ilkesinden gelen yükümlülüğüne bağlı olarak, sığınmacı ve mültecilerin sınırdışı edilmesini engelliyor. Ancak yargı sistemi mülteciler ve sığınmacıların korunmasını tam güvence altına alamıyor”.15 
Bu tabloyu daha da karartan ise, Irak’a komşu ülkelere sığınmış çok az kişinin üçüncü ülkelerde mülteci hakkına kavuşabiliyor olması. 2005’te BMMYK aracılığıyla Ürdün’den sadece 171, Suriye’den 133, Lübnan’dan ise 309 Iraklı üçüncü bir ülkeye yerleştirildi. Aynı yıl, Türkiye’den başka bir ülkeye mülteci olarak yerleştirilen Iraklı sayısı 33 idi.16 Bu durum, 2007’de ABD’nin politika değişikliğinden sonra kısmen iyileşmiş olsa da, hâlâ mülteci statüsü kazanan Iraklıların sayısının çok sınırlı olduğunu biliyoruz.17 

Irak’a Dönüş Mümkün mü? 

Batı’nın mülteci-sevmez politikası ve komşu ülkelerdeki koşulların zorluğu karşısında, Suriye ve Ürdün’deki Iraklı sığınmacıların bir kısmı evlerine dönmek istiyor olsa da, bu öyle kolay gerçekleşeceğe benzemiyor. Öncelikle, bu kişilerin yurtlarını terkederek göç yollarına düşmelerine neden olan faktörlerin ortadan kalkması gerekiyor. 
Irak’ta güvenlik ve şiddet sorunu, etnik gerginlik, mezhep çatışmaları, ekonomik istikrarsızlık ve işsizlik sorunları çözülmedikçe Iraklıların geri dönmesi bir 
hayal olmaktan ileri gidemeyecek. 

2007 başında Suriye’den bir grup Iraklı’nın yurda dönüşü bu alandaki ilk örneklerden biriydi. ABD ve yeni Irak hükümeti tarafından büyük bir 
tezahüratla karşılanan bu dönüş, Irak’taki operasyonun başarıya ulaştığının işareti olarak lanse edildi. Iraklı ve ABD’li yöneticilerin gözünde bu olay, sorunların bittiğini, barışın tesis edildiğini, Irak’ın yaşanası bir yer haline geldiğini gösteriyordu. Oysa bu geri dönüş çekici değil, itici faktörler nedeniyle yaşanmıştı. Yani geri dönenler, Irak’ı tercih ettiklerinden değil, artık Suriye’de barınmaları mümkün olmadığı için Irak’a gelmişti. 

Irak’a dönüşün önemli bir nedeni, Suriyeli yetkililerin giderek artan sayılarda gelen Iraklıları caydırmak için 2007 başında ikamet izinlerini zorlaştırması idi.18 Irak’a geri dönenlerin karşılaştıkları görece sakin ortam ise, eski mahallelerine gittiklerinde anlayacakları üzere, mezhep ayrışmasının konsolidasyonu pahasına gelmişti. Zira bazı bölgelerde şiddet olaylarının yavaşlaması etnik ve dini ayrışmanın tamamına erdiğinin bir göstergesi idi ve geri dönenlerin çoğunun eski evlerine yerleşmesi mümkün değildi. Eylül 2007’de, Lübnan’da da bir “gönüllü” dönüş operasyonu gerçekleştirildi. BMMYK’nin Iraklıların dönüşü için gerekli koşulların hazır olmadığını belirten raporuna rağmen, Irak büyükelçiliği, 
Lübnan hükümeti ve Uluslararası Göç Örgütü tarafından yürütülen operasyon 2008’de de sürdürüldü. Böylece, Iraklı sığınmacılar Lübnan’da geçici olarak kalma hakkından bile mahrum edildiler.19 

Arap Birliği Dağılırken Arada Kalanlar 

Irak’taki krizle beraber Arap dayanışmasının sınandığı ve ciddi şekilde sınıfta kaldığı önemli bir vaka da, Irak’taki Filistinli mültecilerin yaşadıkları oldu. Üç farklı dönemde - 1948, 1967 ve 

1991’de - Irak’a sığınmış olan Filistinliler 2003’e kadar Irak’ta Kazablanka Protokolü’nün koruması altında görece güvenlikli bir hayat sürdürebilmişti. 
Irak, uluslararası iltica alanında temel hukuki metin olan 1951 Cenevre Sözleşmesi’niimzalamamış olsa da, Arap Birliği’nin 1965’te hazırladığı üye ülkelerde Filistinlilerin kabulünü düzenleyen protokole uygun olarak, Filistinli mültecilere çalışma, eğitim ve seyahat özgürlüğü tanımıştı. Ancak, gene bu protokol uyarınca, çok uzun yıllar Irak’ta kalmalarına rağmen mülkiyet ve vatandaşlık hakkına erişemeyen Filistinliler Irak’ın çözülmesi sürecinde en ağır travmayı yaşayan gruplardan biri oldu. 2003 sonrasında tırmanan şiddet ortamında Irak’tan kaçan Filistinli mülteciler, komşu Arap ülkelere, özellikle de kent merkezlerine girmelerine izin verilme-diğinden, ancak sınır bölgelerinde çadır kurarak, çok zorlu koşullarda hayat mücadelesi vermek zorunda kaldılar. 

Yaklaşık 34 bin kişilik bu grup, yeni Irak yönetiminin tavır değişikliği ve çeşitli silahlı milis örgütlerin saldırısı karşısında bir kez daha yerlerini terketmek zorunda kalmıştı. Ancak ne Suriye, ne de Ürdün Filistinlilerin kendi topraklarına girişi konusunda istekliydi. Ürdün, kendi vatandaşları ile evli olan 400 kadar Filistinli dışındakilerin sınır bölgesinde kurulan çadırlardan çıkmasına izin vermedi. BMMYK’nin gözetimindeki Irak sınırına 50 km uzaklıktaki Ruveyşid kampında yokluk ve hastalıklarla boğuşan ve serbest dolaşım hakkından mahrum olan Filistinliler, Kanada, Yeni Zellanda ve Brezilya’ya mülteci olarak yerleşme hakkı kazanana kadar tümüyle dışarıdan gelecek yardıma muhtaç bir yaşam sürdürdü.20 

Irak’tan kaçan Filistinli mülteciler konusunda Suriye’nin tavrı, Ürdün’ünkünden çok da farklı değildi. Suriye-Irak sınırına kurulan üç kamp (El-Hul, El-Velid ve El-Tanf), ülkeye girmesine izin verilmeyen Filistinlilerin sığınağı oldu. Bütün temel ihtiyaç malzemelerinde dışarıya bağımlı olan bu çadır-kampların nüfusu, Suriye’ye sahte Irak pasaportuyla girmeye çalışan Filistinlilerin yakalanıp zorunlu olarak gönderildiği bir yer haline dönüşmesiyle sürekli arttı. Kötü hava koşulları, derme çatma barınaklar, hastalıklar ve yoklukla biçimlenen manzara karşısında uluslararası yardım kuruluşları da yetersiz kalmıştı.21 

< Batı’nın mülteci-sevmez politikası ve komşu ülkelerdeki koşulların zorluğu karşısında, Suriye ve Ürdün’deki Iraklı sığınmacıların bir kısmı evlerine dönmek istiyor olsa da, bu öyle kolay gerçekleşeceğe benzemiyor. Öncelikle, bu kişilerin yurtlarını terkederek göç yollarına düşmelerine neden olan faktörlerin ortadan kalkması gerekiyor. >

Sınır bölgelerinde sıkışıp kalan Filistinliler o kadar umutsuz bir durumdaydı ki, 2008 yılında Sudan hükümeti, Filistinli yetkililer ve BMMYK arasında imzalanan bir anlaşma uyarınca Sudan’a yerleştirilmeleri projesi bir umut ışığı olarak görüldü. Ancak başkent Hartum civarında prefabrike evlere yerleştirilip, BMMYK gözetiminde iki yıllık gevşek bir destek sürecinden sonra yal-nız kalacak olan Filistinlilerin, halihazırda insan hakları şeceresi pek de parlak olmayan ve kendi vatandaşları başka ülkelerde mülteci durumunda yaşayan Sudan’da vatandaşlık ve pasaport hakkından muaf tutulmaları ve bu yüzden bir politika değişikliği durumunda tekrar yerinden edilebilecek olmaları çeşitli yardım kuruluşları 
ve uluslararası örgütlerce yoğun bir şekilde eleştirildi. 


Sonuç 

Iraklı sığınmacıların durumu belki Filistinlilerden daha iyiydi ama Suriye, Ürdün ve Lübnan gibi ülkelerde hiçbir zaman resmi mülteci statüsü kazanamadıkları için uluslararası korumadan mahrum kaldılar. Kalıcı ikamet izni veya vatandaşlık hakkına erişemeyen yüzbinlerce Iraklı için bu ülkelere sığınma, sonu karanlık bir belirsizlik demek oldu. Ancak, yukarıda detaylı bir şekilde ele aldığımız tüm eleştirilere rağmen, Irak’a komşu bu iki ülkenin hakkını da vermek gerekir. Avrupa ve Amerika’nın veya Irak’ın bir diğer komşusu olan Türkiye’nin tavrıyla karşılaştırıldığında, ekonomik altyapısı çok zayıf olan Suriye ve Ürdün’ün, halihazırda çok kalabalık bir Filistinli nüfus barındırırken, iki milyona yakın 
Iraklıyı kabul etmesinin önemini gözardı edemeyiz. 


Komşu ülkelerdeki Iraklı mülteciler meselesi orta ve uzun vadede yeni sorunlara gebe görünüyor. Suriye ve Ürdün’de vatandaşlık hakkı bir yana, kalıcı ikamet izninden mahrum olan yüzbinlerce Iraklı geri dönmez/dönemez ve bulundukları yerlerde entegre olamazlarsa, Ortadoğu’nun halihazırda kaygan dengeleri açısından yeni gerilimler yaratabilir. Mültecilerin, zaten kısıtlı olan kaynaklar üzerinde ciddi bir baskı oluşturması bir yana, Şam ve Amman’da Iraklıların yerleştiği mahallelerin yoksullaşma ve dışlanmaya paralel olarak radikal hareketlere zemin oluşturabilecek verimli bir alan haline gelmesinden endişe duyuluyor. Ayrıca, Irak’taki mezhep çatışmalarının komşu ülkelere sıçraması ihtimali kaygı verici bir diğer konu olarak dile getiriliyor.22 

Irak açısından bakıldığında ise telafisi on yıllar sürecek bir “insani kapasite kaybı”ndan bahsetmek gerekir. Doktorlar, mühendisler, akademisyenler 
gibi eğitimli ve meslek sahibi orta sınıflarını kaybeden Irak’ın bu yetişmiş insan sermayesini yeniden inşa etmesinin zorluğu aşikar. 

Irak’ın Modern Tarihi isimli kitabın yazarı araştırmacı Phebe Marr, bu göçün Irak’ın toplumsal dengeleri açısından da önemli bir kayma yarattığına işaret ediyor. “Bağdat’ta yerleşik ılımlı ve seküler eğilimli bir orta sınıf zayıflarken; yeni, daha eğitimsiz, genç ve -belki de haksızca- Sadr kentiyle özdeşleştirilen bir nüfus, istatistiki açıdan daha baskın hale geliyor.” Bağdat’ın kentli, eğitimli, meslek sahibi orta sınıf semtlerinde yaşayanlar komşu ülkelere kaçarken ortaya çıkan tablonun siyasi ve toplumsal etkileri yakın dönemde daha net görülecektir. K aderin cilvesine bakın ki, Amerika’nın Irak için tasarladığı demokrasi projesini gerçekleştirebilmesi için bugün ülkeyi terketmiş olan ve Batı değerlerine 
çok daha yakın olan orta sınıflara ihtiyacı var. 

KAYNAKLAR;
DİPNOTLAR ;

1 Londra merkezli Opinion Research Business (ORB) ve Independent Institute for Administration and Civil Society 
Studies’ın (IIACSS) ortak araştırmasının sonuçlarıyla ilgili haber için bkz. 
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=246146 

2 Iraq Body Count adlı bağımsız kuruluşa göre, sivil ölümleri açısından en kötü yıl Mart 2006 – Mart 2007 arasındaki 
işgalin dördüncü yılı olmuştur. 
http://www.iraqbodycount.org/analysis/numbers/year-four/ 

3 Phebe Marr, “Introduction”, Iraq’s Refugee and IDP Crisis: Human Toll and Implications, Middle East Institute, Washington DC, 2008, ss.9-12 

4 Nabil Al-Tikriti, “US policy and creation of a secterian Iraq”, Iraq’s Refugee and IDP Crisis: Human Toll and Implications, Middle East Institute, Washington DC, 2008, ss.16-18. 

5 UNHCR, Statistiques sur les Iraquiens déplacés dans le monde, 2007 
http://www.unhcr.fr/cgibin/texis/vtx/home/opendoc.pdf?tbl=SUBSITES&id=470387fc2 

6 “La Syrie appelle à une solution à la question des réfugiés irakiens”, Le Quotidien du Peuple, 2.8.2007. 

7 “Bam Ki Moon’dan Irak’a komşu ülkelere çağrı”, 17.04.2007, Voice of America-News, 
http://www.voanews.com/turkish/archive/2007-04/2007-04-17-voa19.cfm?moddate=2007-04-17 

8 Géraldine Chatelard, “L’émigration des Irakiens de la guerre du Golfe à la guerre d’Irak (1990-2003)”, Mondes en mouvements: Migrants et migrations au Moyen-Orient au tournant du XIXe siècle, (Eds.) H. Jaber & F. Metral, Beyrouth, IFPO, 2005, s.134. Böylece, Sudan, Mısır ve Somali gibi Arap ülkelerinden gelip Türkiye, Lübnan veya Kıbrıs üzerinden Batı’ya ulaşmak isteyenler için Suriye önemli bir transit göç ülkesi oldu. Bu durum, 2005’ten sonra Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesi ve Ürdün’le sınır güvenliğinin arttırılmasıyla değişti. 

9 Örneğin, 2004 ve 2007 yılları arasında Iraklılar Suriye’deki cep telefonu operatörlerinden bir milyondan fazla telefon hattı satın almışlardı. Salam Kawakabi, “La migration irregulière en Syrie : les réfugiés irakiens comme 
cas d’étude”, CARIM-AS 2008/66, European University Institute, 2008. 

10 “Millions of desperate Iraqis stream into Syria” by Hannah Allam, McClatchy Newspapers, 17.6.2007 

11 Kawakabi, a.g.e. s.3 

12 BMMYK yetkililerine göre, 2007’de Suriye’de okul yaşında yaklaşık 300 bin Iraklı çocuk bulunmasına rağmen bunların sadece 33 bin kadarı okullara kayıtlıydı. Ürdün’de ise hükümet 19 bin Iraklı çocuğun okula devam 
ettiğini, ancak en az 50 bin çocuğun da okula erişimi olmadığını belirtmişti. “Providing Education Opportunities to Iraqi Children In Host Countries”, UNHCR & UNICEF 27.7.2007. Raporun bütünü için bkz. 
http://www.unhcr.org/partners/PARTNERS/46a9b6c82.pdf 

13 Iraqis in Jordan: Their number and characteristics, Norveç Araştırma Enstitüsü FAFO, Ürdün Hükümeti ve 
UNFPA ortaklığında gerçekleştirilen araştırma raporu için bkz. 
http://www.fafo.no/ais/middeast/jordan/IJ.pdf 

14 Géraldine Chatelard, “Jordan’s transit Iraqi guests: Transnational dynamics and national agenda”, Iraq’s Refugee and IDP Crisis: Human Toll and Implications, Middle East Institute, Washington DC, 2008, ss.20-22. 

15 Frontiers Ruwad Assocation, Double Jeopardy: Illegal Entry – Illegal Detention. Case Study: Iraqi Refugees and Asylum - Seekers in Lebanon, 2008. 

16 Bir karşılaştırma imkanı sunması açısından, aynı yıl Türkiye’de BMMYK tarafından üçüncü bir ülkeye yerleştirilen İranlı sayısının 1.083 olduğunu hatırlatalım. UNHCR, “2005 Global Refugee Trends”, UNHCR yayınları, Cenevre, 2006. 

17 New York Times’da yayınlanan bir habere göre, 2003’den beri ABD’ye yerleşen 30.000 Iraklı arasında, yaklaşık 1.500 kişi mülteci olarak kabul edildi (2007 yılında ABD 7.000 Iraklıya iltica hakkı vereceğini açıklamıştı). 
Irak’taki krizin başlıca sorumlularından biri olmasına rağmen bu kadar az mülteci kabul eden ABD’nin aksine, İsveç 2003’ten beri 40 ila 80 bin arası Iraklıya kapılarını açtı. Sadece 2007’de İsveç’e iltica eden Iraklıların sayısı 
18 bin idi. Ancak, hızla artan mülteci nüfusu karşısında tedirgin olan İsveç de 2008’de daha sıkı bir kabul politikası uygulamaya başladı. “Iraqi Refugees Find Sweden’s Doors Closing” The Washington Post, 10.4.2008; 
“Iraqi Immigrants Face Lonely Struggle in U.S.”, New York Times, 12.8.2009. 

18 Joseph Logan, “From exile to peril at home: returned refugees and Iraq’s displacement crisis”, Iraq’s Refugee and IDP Crisis: Human Toll and Implications, Middle East Institute, Washington DC, 2008, ss.33-35. 

19 Frontiers Ruwad Assocation, age. 

20 Irak’tan kaçan Filistinlileri kabul eden az sayıdaki ülke arasında İsveç ve Şili de bulunmaktadır. Elisabeth H. Campbell, “Palestinian Refugees from Iraq in Critical Need of Protection”, Iraq’s Refugee and IDP Crisis: Human 
Toll and Implications, Middle East Institute, Washington DC, 2008, ss.26-28. 

21 Uluslararası örgütlerin bu kamplarda yaptığı araştırmalara dayanan ve durumu detaylı bir şekilde tasvir eden iki rapor için bkz. Refugees International, “From fast death to slow death: palestinian refugees from Iraq trapped 
on the Syria-Iraq border” 2008 ; Amnesty International, “Rhetoric and Reality: The Iraqi Refugee Crisis”, MDE 14/011/2008. 

22 Suriye’ye sığınan Iraklıların etnik ve dini kökenleri konusunda sağlıklı bir bilgiye sahip olmasak da, yapılan az sayıdaki araştırma bize bu nüfusun heterojen bir yapıda olduğunu gösteriyor. BMMYK’ne göre Suriye’deki Iraklıların 
%63’ü Sünni, %17’si Şii ve %10’u Hrıstiyan. Brookings Enstitüsü ise bu oranların sırasıyla, %44, %22 ve %13 olduğunu ifade ediyor. Thomas Sommer-Houdeville, “Discours et représentations des réfugiés irakiens 
en Syrie : quelques élements d’analyse”, A contrario, N.11, 2009, s.193 


...