24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN,


1900'lü yılların başından Osmanlı devletini kontrol etmeye çalışan ve özellikle 1911'den itibaren orduya sızan bir Alman örgütlenmesinin var olduğu kesindi. Bunun adı "Ergenekon" değildi, ama gizli örgütü kuran Baron Rudolf Von Sebottendorff bir Osmanlı Almanı idi. Bu örgüt 1914 sonrası öyle güçlü bir hale geldi ki, Osmanlı Genelkurmay Başkanı ve 2. Başkanı bile Alman generallerden atanıyordu. Yüz yıl sonra bugün Ergenekon zincirinin en güçlü halkaları olan "Alman malı" diyebileceğimiz bölümler geleneğin Osmanlı’dan beri devam ettiğini gösteriyordu. Bu konu bu güne kadar sadece birkaç kişinin üzerine gidebildiği kadim bir sır olarak kalmıştı. Ne zaman ki Başbakan Erdoğan Alman vakıflarıyla ilgili açıklama  yaptı konu üzerinde bu kez herkes analiz yapmaya başladı. Halbuki bu konunun köklerinin geçmişe uzanması ve karmaşıklığı bu analizlerin yüzeysel olmasını sağlıyordu. 

Namık Kemal Zeybek’in Eski Damadı gazeteci Yiğit Bulut, Habertürk’te sonunda patladı ve şunları yazdı: ‘ Murdoch'un yakın çevresinde, yönetiminde, Rebakah'nın yanı başında, " 411 el kaosa kalktı " manşeti atıldığında; öncesinde ve sonrasında Türkiye'de ve o manşeti atan 
gazetenin yönetiminde! Şaka yapmıyorum; aynı adam Murdoch ve Türkiye'deki bazı basın kuruluşlarının ortak paydası! Tekrar ediyorum: İngiltere'deki skandalları yaratanların odağındaki isim ile Türkiye'de " 411 el kaos'a kalktı " manşetini atan ve öncesinde-sonrasında halkın iradesine kastedenlerin en yakınındaki isim hep aynı; Kai Diekmann. Sonuç: 
" Ergenekon nedir " sorgulaması içinde Alman bağlantısına dikkat çekmiş özellikle Baron von Sebottendorff isminden yola çıkarak Türkiye'deki yerleşik düzenin nasıl tesis edildiğini analiz ederken çok önemli bir de not düşmüştüm; Ergenekon diye bir örgüt varsa ve bunun da "bir" numarası varsa; bu kişi Türk değil... "Ergenekon" olarak düşündüğüm yapılanma 
"Osmanlı'nın 1900'lü yılların başından 1919'a kadar etkisinde kaldığı" Almanlar tarafından tesis edilen "iskelet" üzerinde şekilleniyordu’ (81) 

Osmanlı devleti, l. Dünya savaşına ittifak devletleri grubunda ve Almanya'nın yanında katıldı. Önceleri, Osmanlı devleti savaşa katılmak istemedi. Tarafsızlığını ilan etti. Fakat Almanların baskısı üzerine özellikle İttihat ve Terakki Partisi'nin baskısı sonucu savaşa katıldı. Osmanlı Alman ilişkisi 1718 Pasarofça antlaşması ile başlamıştır. Fakat Almanlarla ilişkilerin asıl gelişmesi 1878 Berlin antlaşması sırasında oldu. Ev sahibi Almanya, burada Osmanlı devletini destekledi. Bu olay, iki devletin birbirleriyle yakınlaşmasına yol açtı. 2. Abdülhamit, Avrupalı devletler arasındaki rekabetten yararlanarak bir denge politikası oluşturmaya çalışmıştı. Özellikle Almanların anti İngilizci tavırlarından yararlanmaya çalıştı. 

Hatta ilişkiler daha da geliştirilerek Bağdat demiryollarının ihalesi Almanlara verildi. Bu ticari ilişki, Almanlarla ilişkilerin gelişmesine yaradı fakat İngilizlerin tepkisine neden oldu. Çünkü, Almanlar İngilizlerin yayılma alanlarına doğru sarkıyordu. 

l. Dünya savaşında Osmanlı orduları komutanlıklarına Almanlar getirildi. Bu durum aslında Osmanlı için bir yıkım oldu. Çünkü Almanlar, Osmanlı'nın kazanıp kaybetmesi ile ilgilenmiyor, hatta Osmanlıların doğuda yenilmesini veya zayıflamasını arzu ediyorlardı. Çünkü zayıf bir Osmanlı Almanların egemenliğine girmesi demekti. Bu konuda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun İstanbul'daki o zamanki askeri ataşesi Joseph Pomiankowiski hatıralarında şunları söylemektedir. "Mareşal Liman ile Baron Wangenheim, Berlin'den aldıkları emirleri uyguluyorlar ve herhangi bir itirazda bulunmaya cesaret edemiyorlardı" Joshp Pomiankowiski Almanların savaş politikasını şu şekilde özetler: "Alman savaş planlarının en önemlisi, Berlin-Bağdat demiryollarının açılması ve oradan Hindistan'a ulaşılmasıydı. Bunun için zayıf bir Türkiye gerekiyordu. Türkiye'nin mağlubiyeti ve zayiatı, Alman politikasının ekmeğine yağ sürerdi. Yalnız bu arada şunu da belirtmek gerekir ki, bunlar Avrupa'daki harbin seyrini etkileyebilecek durumda değildi. Hele Çanakkale Boğazı'ndaki duruma hiç tesir etmezdi. Buna mukabil doğudaki yenilgiler, Türkiye'nin Almanya'ya olan bağımlılığını artırır ve böylece de Alman kuvvetleri nin Türkiye'ye yaklaşmasına sebep olurdu." (82) 

Çanakkale savaşının uzamasının temel nedeni de bu Alman politikasıdır. Çanakkale savaşı komutanı General Liman Von Sanders savaşı uzatmış ve bu savaşı Almanya'nın Avrupa'daki durumuna göre ayarlamıştı. Öyle ki Alman genel kurmayı bu konuda Liman'ı sürekli sıkıştırıyordu. Hatta onun davranışlarını gözetlemek için Von Lassow adlı bir kurmay Albayı'nı görevlendirmişti. Çanakkale savaşının uzaması Almanya için hayati öneme sahipti. Çünkü bütün itilaf devletleri boğazlardan geçmek için buraya yüklendiğinden Almanya Avrupa'da rahat nefes almıştı. Eğer bu cephe kapanırsa, Avrupalı devletler Almanya'nın üzerine yükleneceklerdi. Bundan dolayı, savaşın uzaması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Hatta, Liman paşa düşmanın Saros körfezinden çıkarma yapacak diye askerleri 
oraya kaydırıyor veya gündüz gözüyle Türk askerlerini düşman üzerine plansız programsız bir şekilde göndererek ağır kayıplar verilmesini sağlıyordu. Kendisine karşı çıkan Albay Halil Sami Bey ve Albay Fevzi Bey'i görevden alıyordu. (83) 

Yine aynı mantık çerçevesinde Irak cephesine bakabiliriz. Burada Kutul Amara denilen yerde Osmanlı Ordusu büyük bir başarı elde etti ve 11000 İngiliz askerini komutanlarıyla birlikte esir aldı. Fakat Almanların Hindistan'a ulaşma hırsı yüzünden bölgede bulunan bu tecrübeli birlikler İran üzerinden Hindistan'a gönderildi. Bu durumda Irak savunmasız kaldığından İngilizlerin ikinci bir taarruzu sonucu Irak ve Bağdat düştü. Kafkas harekâtı da aynı şekilde Almanların sıkıştırması sonucu başarısızlığa uğradı. Almanlar, Orta Avrupa'da İngiliz, Fransız ve Rus kıskacından kurtulmak için Osmanlıları Ruslara karşı yönlendirdi. Almanların sıkıştırması sonucu doğru düzgün hazırlanmayan Osmanlı ordusu Aralık ayında Sarıkamış'tan Kafkasya'ya hareket etti. Mevsim savaşa uygun olmaması ve kış olması nedeniyle 90.000 askerimiz Sarıkamış'ta donarak şehit düştüler. Fakat bu durum Almanların hiç umurunda değildi. Onlar, sadece kendilerini kurtarmak istiyorlardı. Onların yönlendirmesi sonucu Osmanlı askeri Almanları doğu yönünde rahatlattı ama aynı zamanda büyük kayıplar verdi. 

Kanal cephesi de yine Almanların isteği üzerine açıldı. Almanlar, İngiliz baskısından kurtulmak ve İngilizlerin dikkatini sömürgelerine çekmek ve ayrıca, İngilizlerin Hindistan sömürge yollarının denetimini ele geçirmek amacıyla Osmanlı Ordusunu Mısır üzerine sevk ettiler. Sonuç hüsranla bittiği gibi, İngilizler Osmanlı Ordusunu takip ettiler. Hicaz, Filistin, Suriye Osmanlıların elinden çıktı. Görüldüğü gibi l. Dünya savaşına Osmanlılar Almanların bir oyunu neticesinde girmiş olmalarına rağmen, yine onların emperyal çıkarları uğruna yenilgiye sürüklenmişlerdi. Bu da bir ülkenin ordusunun komutanlığının yabancılara verilmesinin sakıncalarıdır. (84) 

HARBİYE’DE ALMANYA DÖNEMİ 

Harbiye'nin Osmanlı Sultanı Abdülaziz'in tahttan indirilmesinde oynadığı rol sürekli bir kuşkuya neden olmuştur. Osman Nuri Ergin'in Türk Maarif Tarihi'nde vurguladığı üzere: Askeri Mektepler, bilhassa Harbiye talebesi Abdülaziz'in hal'ine iştirak etmişlerdir, manevra ve talim için pek nadir olarak çıkmaya mecbur oldukları zaman ise tüfeklerinde kurşun bulundur mazlar. Ergin, bu noktada Alman askeri heyetinin başında bulunan Goltz Paşa sayesinde yasağın kaldırıldığını ve onun "Asker Mekteplerinin namus ve haysiyetini kurtarmış ve yükseltmiş" olduğunu belirtiyor. Ergin, "Osmanlı ve bugünkü Türk ordusunun modernleşmesinde bu paşanın büyük bir hissesi olduğunu söylemek fazla bir metih olmaz sanırım" diyor. Prusya Genelkurmayı’nın ve Alman silah endüstrisinin temsilcisi Goltz Paşa 
ilk iş olarak ordu müfettişi sıfatıyla Askeri mektepleri ele almış olduğu gibi Erkan-ı Harbiye-i Umumiye İkinci Reisi sıfatıyla da orduların taksimatı ve seferberlik teşkilatıyla meşgul olmuştur. İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet'in önde gelen askeri liderlerinin zihni açıdan yoğrulduğu ortama Goltz Paşa'nın katkısı büyüktür. I. Dünya Savaşı sırasında "Türk ordusuna kumanda mevkiinde bulunanlar kamilen paşanın yetiştirmiş olduğu kimselerdi." 
Prusya militarizmi, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet kadrolarının entelektüel birikiminde derin izler bırakıyordu. II. Meşrutiyet'e açılan süreçte "Cihet-i Askeriyye"nin durumunu saptamaya Goltz'la başlıyor ve devam ediyorum. Bu çerçevede, ordunun içinde bulunduğu koşulları değişik çizgilerle incelemek, İttihat ve Terakki'nin militarist temellerinin kavranması 
açısından önemlidir. 

Harbiye'nin istibdat Rejimi altında içerdiği çelişkilerin başlıcası "Zadegan Sınıfları"dır. Harbiye'nin bağrında "tufeyli" olarak yerleşen bu sınıflarda egemenlerin çocukları eğitim görüyorlardı. 1834'de Harbiye'nin açılmasın dan sonra burada eğitim görüp orduda büyük mevkilere geçenlerin çocukları, " Mümtaz bir sınıf " teşkil ettiler ve bu paşazadeler istibdat 
döneminde Yıldız'da " Şehzadegân Mektebi "nde Sultanın ve hanedanın çocuklarıyla birlikte okumaya başladılar. Bu "mektep" Osmanlı aristokrasisinin özel eğitim kurumu niteliğindedir. Derviş, Namık, Gazi Osman ve Tunuslu Hayrettin Paşaların oğullan bu okulda eğitim gördüler. Sonraları, Serasker Rıza, Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü, Sadrazam 
Kamil Paşaların çocukları da burada eğitim görmüşlerdir. Bir süre sonra II. Abdülhamit, "zadegânlar şehzadelerin ahlakını bozuyor" gerekçesiyle onların bir kısmını Harbiye ve Bahriye Mekteplerine gönderiyordu. 1889'da II. Meşrutiyet'in ilanına kadar bu imtiyazlı eğitim devam ediyordu. Bu dönemde, yüksek ulema sınıfı mensuplarının çocuklarına daha beşikte iken "Rüus" denilen rütbeler ve "Arpalık" olarak bilinen aylıklar verildiği gibi  paşaların oğullarına da henüz okul sıralarında iken livalığa ve ferikliğe (korgeneral) kadar askeri rütbeler ihsan ediliyor ve bir kısmı da Hünkâr yaverliği unvanını alıyorlardı. 
Zadegânlar, mektebin Hünkâr dairesinde yani Sultana mahsus binada kalırlar, yemeklerini halk çocuklarından ayrı bir yerde yerlerdi. 1895'te Harbiye'de 100 kadar zadegân çocuğu eğitim görüyordu. Harbiye'de zadegân sınıfı açıldıktan sonra ilk mezun olanlar arasında şu isimler yer alıyordu: Derviş Paşa'nın oğlu yaver ve Damat Halit Paşa, İsmail Hakkı Paşa'nın oğlu yaver ve damat Ahmet Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa'nın oğlu Tahir Bey. Bu askeri aristokrasiye Harbiye öğrencileri tepki duyuyorlardı. Bu suretle zadegân sınıfında okuyup mezun olanlar orduda fiili hizmetlerde görev almazlar; İstanbul'da veya babaları yüksek bir memuriyetle nerede ise onların yanında işsiz ve güçsüz vakit geçirirlerdi. Bu paşazadeler sık 
sık rütbeler alırlar ve daha küçük yaşta paşa olurlardı. Paşalık böylece babadan oğula geçen aristokratik bir mevki haline geliyordu. 

İttihad ve Terakki'nin kurulduğu Askeri Tıbbiye, Alman İmparatoru'nun "Padişah üzerinde, bizzat tesiri" sonucunda ve Gülhane'yi tesise memur edilen Rider Paşa'nın çabalan ile açılıyordu. Askeri Tıbbiye için Haydarpaşa' da büyük bir bina yaptırılıyor ve İstanbul'da bulunan tıp öğrencileri buraya naklediliyordu. 600 bin altın liraya mal olan yeni mektep binası yalnız öğrencinin yatmasına mahsus kışla kısmı ile bir eğitim binasından 
müteşekkildi. Bu 600 bin altın lira gibi muazzam bir rakama mal olan bina İstanbul'daki mekteplerden taşınan kırık dolaplar, harap karyolalarla döşeniyordu. Dershaneler, koğuşlar, tüm bina aksamı uydurma yapılıyordu. Okulda çamaşırhane, mutfak, banyo, dezenfeksiyon, poliklinik daireleri hatta teşrih enstitüsü binaları yapılmamıştı. Binaya muazzam para 
harcanıyor ancak öğrenciler önemsenmiyordu. Askeri tabiplerin eğitimi alabildiğine yetersizdi. "Hastane ve laboratuvarlara yapılan masraf hemen hiç hükmünde idi. "Binlerce Anadolu köylüsünün omurgasını oluşturduğu orduda neferlerin sağlığı önemsenmiyordu. Ancak, Prusya Genelkurmayının, Rusya karşısında tutunabilecek güce sahip bir Türk ordusuna stratejik çıkarları doğrultusunda bakması bu alana Alman uzmanların el atmasını 
getirdi. Rider Paşa, Askeri Tıbbiye'yi yeniden organize etti. Almanlar, daha sonra orduda ve tıp alanında yüksek mevkiler işgal edecek olan beş hekimi bu ülkeye eğitime götürdüler. 

Bunlar; Süleyman Numan, Asaf Derviş, Ziya Nuri, Kerim Sebati, Eşref Ruşen idi. 1900 yılında Almanya'ya gönderilen genç askeri tabiplerin bu ülkedeki tüm çalışma programları Rider Paşa tarafından adım adım izleniyor, ülkeye dönüşlerinde Gülhane'de kendilerine birer hocalık veriliyordu. Ordunun tüm önemli eğitim kademelerinde Alman askeri 
uzmanların etkinliği varlığını duyuruyordu. 1904'e kadar Gülhane Askeri Tıbbiye Mektebi, Rider Paşa'nın, 1904-1907 arası yine Alman Dayke Paşa'nm idaresinde faaliyetlerini sürdürüyor, 1907'de ise Almanya'dan gelen Viting Paşa yönetimi devralıyor ve 1914'e kadar görevini sürdürüyordu. 1914-1918 zaman aralığında ise Almanya'dan gelen Zelling ve Browning bir "Tababet-i Askeriye Tatbikatı Mektebi" halini alan Gülhane'yi yönetiyorlardı. İttihad ve Terakki kurucularından İbrahim Temo, "Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye"ye 1887'de kaydolduğunu belirtiyor ve "müdür-i umumi" Miralay Namık tarafından kendilerine yapılan baskıdan söz ediyor. Bu baskılar dayanılmaz bir hal almış olmalı ki Temo "anılar"ında, 
İstibdat rejimine rağmen nasıl harekete geçtiklerini anlatıyor: 

'Bu baskıya karşı talebe grev yapmaya karar verdiğinden mesele büyüdü. Hep birlikte mektep binasını izinsiz terk ettik ve mektebi boşalttık. İş fena bir şekil aldı. Demirkapı ile mektep binası ciheti askeri birlikler tarafından abluka altına alındı. Bir hafta sonra çıkan irade-ı Padişahı ile talebe mektebe kabul olundu. Fakat mektep idaresi, mesuliyetten kurtulmak için, güya hepsi değil de, 340 talebeden yalnız 32 kişinin kabahatli olduğunu 
Saraya rapor etmişler. Padişah da talebenin bu hareketinden ürkmüş olmalıdır ki, ikinci bir yemin etmek şartile affetmiş.’ (85) 

Askeri okullardan yükselecek bir muhalefetten çekinen II. Abdülhamit, uzlaşma yolunu tercih ediyordu. Bunda söz konusu okullardaki örgütlü muhalefetin çapı hakkında yeteri kadar istihbarat akışının bulunmamasının da etkisi olmalıdır. Temo, "hükümet-i müstebidenin" yaptığı baskının, "ufak bir propaganda" ile "bir hareketi milliye ve hürriyet fikri" temelinde "siyaset muhiti" oluşturduğunu belirtiyor. İbrahim Temo, Sarayburnu'nda bulunan "tıbbiye-i askeriyye"de arkadaşları ile kurdukları "cemiyet"ten söz ediyor. Bu gizli örgütte, İbrahim Temo, İshak Sukuti, Mehmet Reşid, "o zaman çok sofu olan" Abdullah Cevdet kurucudurlar. Arnavut, Kürt ve Çerkez kökenli bu şahsiyetler, 1889 senesinin 21 Mayıs günü ellerini birleştiriyorlar. Temo'nun "Etnik-i Eterya" komitesine benzettiği bu oluşumun amacını belirlerken, "aziz vatanın bugünkü durumu ve idare tarzıyla yok olup 
gideceğini hepimiz biliyoruz" diyordu. Temo, "çok ihtiyatlı olarak çalışmaya başladık ve mensubunun çoğalmasına gayret sarf ettik. Güvenilir ve hür fikirli birçok vatansever talebeden İstanbul dâhilinde epeyce vatandaşı cemiyete dâhil ettik" diyor. İbrahim Temo, kurdukları gizli örgütün ilk toplantısına katılanları şöyle sıralıyor: O zamanki adliye yüksek 
memurlarından Hersekli Ali Ruşdi, gazete muharrirlerinden İzmirli Ali Şefik, tıbbiyeli Asaf Derviş (Paşa) (müderris), Muharrem Girid (Şam Tıp Fakültesi muallimi), Dr. Abdullah Cevdet, İshak Sukuti, Şerafeddin Mağmumi, Çerkez Mehmed Reşid (86) Bu toplantıda bulunan isimlerden Asaf Derviş Almanya'ya eğitime gönderilen beş hekimden biridir. 

Kendisine "cemiyet"in kasadarlığı görevi veriliyor. Osman Nuri Ergin Türk Maarif Tarihi'nde Asaf Derviş'in de aralarında bulunduğu bu beş kişilik grup için şunları yazıyor: 

‘Rider Paşa bu hekimlerin burada yaptığı gibi Almanya'da tahsildeyken de peşlerini bırakmıyordu. Orada tahsil edeceklere dersleri ve takip edecekleri yollan bizzat tespit ve takip ediyordu. Gönderilen hekim hangi şubede tahsil edecekse İstanbul'da Rider Paşa'dan emir alır ve gittiği yere kendisinin daha önce tavsiye edilmiş ve yerinin hazırlanmış olduğunu görürdü. Bu hekimler bütün hatları tafsilat ve teferruatına kadar çizilmiş, bir program mucibince Almanya'da hocaları, İstanbul'da Rider Paşa tarafından adım adım takip 
edilmek suretiyle tahsil görmüşlerdir.’ 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN KÜRT VE SURİYE POLİTİKASI BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN KÜRT VE SURİYE POLİTİKASI BÖLÜM 2


Türkiye’de Suriye ile savaş tam tamları çalarken, İngilizlerin, İsrail’in ve Amerikan Neoconlarının Suriye ve Türkiye’yi bölme planı gözardı ediliyordu. Suriye’nin etnik haritası incelenecek olursa elit Nusayri rejiminin deniz kıyısına yakın bölümlerdeki kendi taraftarlarını içine alan bölgede yoğunlaş tığı görülebilir. Esed’e Nusayristan kurdurulacaktı. Hıristiyan nüfus da bu bölgede yaşıyor ve Nusayrilerle iktidarı yıllardır bölüşüyordu. 
Şam yönetimin ısrarla yürüttüğü etnik katliamların amacı, Sünni nüfusun bu bölgeyi terk etmesini sağlamaktı ve bu da başarılmıştı. Zaten Ruslar da bu plana destek veriyordu. 

Rus Pravdası olaya şöyle bakıyordu: Silahlı muhalifler Suriye halkı demek değildir. Suriye muhalefetinin söylemlerinin aksine Suriye hükümeti geniş halk kitlelerince desteklenmektedir. Suriye Ulusal Konseyi, Libya’da toplanan tacizcilerden, ırkçılardan, işkencecilerden ve hırsızlardan oluşan Ulusal Geçiş Konseyi’nin kopyasıdır. Suriye Ulusal Konseyi; tam da Yeni 
Osmanlıcılığın gündeme geldiği, Türkiye ve Katar gibi Batı sempatizanı iki ülkenin Orta Asya ve Orta Doğu bölgesinde ön plana çıkarıldığı bir dönemde Türkiye’de konuşlandırılmış bir örgüttür. Bunların yanı sıra bu Konsey, İran İslam Cumhuriyeti, Rusya ve Çin ile yapılacak olan savaş için atlama tahtasıdır. İşin en kötü yanı bu teröristler İstanbul’da FUKUS Eksenince eğitildiler ve buradan Suriye’ye onların eliyle sızdırıldılar. Ve aynı güçler BMGK’da yapılacak oylamayı etkilemek için iddialar ortaya attılar. 
Fakat bu iddiaları ortaya atanların unuttuğu şey Çin ve Rusya’nın bu tür aldatmaca lara inanmayacak kadar güçlü ve kadim devletler olduğuydu. 

Ruslar, Almanlar, Fransızlar ve Çinliler paylaşım savaşı dışında kalma endişesiyle çok agresif davranıyorlardı. Bu denklemde en kötü tablo bir mezhep çatışmasının çıkması ve Şii Hilal’inin kırılması adına bu savaşın komşu ülkelere sıçratılmasıdır. İran ile Türkiye’nin ilişkilerini bozacak potansiyele sahip olan mezhep savaşına karşı uyanık olmak gerekiyor. Tam da İran ile beş yılda ticaret hacminin 30 milyar dolara çıkartılması ve iki ülke arasında serbest bölge kurulması projesinin onaylandığı bu aşamada Suriye kartını oynayanların Türkiye’nin iyiliğini istediğini düşünmek çok zor. 

STRATFOR’UN HARİTASI 



Konunun burasında bir haritanın varlığından bahsetmek Suriye üzerinden oynanan oyunların daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Stratfor tarafından 2011'de hazırlanan bu haritada Suriye’nin etnik haritasında kurdurulacak Nusayristan ve Sünni bölgenin sınırları net biçimde görülüyor. Haritayı asıl önemli kılan ise Nusayristan’ın Türkiye’nin Hatay ve Adana illerini de içine alıyor olması. Dolayısıyla Karıştırılmak istenen ve bölünmek istenen ülke sadece Suriye değildir, Türkiye’de hedeftir. Türkiye bu kurtlar sofrasının tam ortasında yer alıyor. Suriye, petrolü olmasa da stratejik konumu nedeniyle süper güçlerin göz diktiği bir ülke. Suriye’deki Kürtlerin bir kolunun PKK’nın üst düzey yöneticisi olduğu ve PKK teröristlerinin üçte birinin Suriyeli Kürtlerden oluştuğu da unutulmaması gereken bir gerçek. 
Hatay, Adana ve Mersin’de yaşayan 300 bin Arap Alevisinin varlığı, Nusayri veya Fellah olarak adlandırdırılan Türk vatandaşlarını tahrik etme kabiliyeti olan Suriye istihbaratı, bir mezhep savaşında en fazla Türkiye’yi karıştıracağının çok açık bir göstergesi. Ekonomisi büyük çıkış sergileyen Türkiye’nin savaş ekonomisine sokularak geriletilmesi ise kötü senar-
yoyu daha da kötü hale sokuyor. Diğer yandan savaş halinde Türkiye’de ordunun sıkıyönetim ilan etmesi kaçınılmazdır; bu senaryo Ergenekon ve Balyoz sanıklarının sessizce salıverilmesi için çaba harcayan global çetenin kusursuz planının diğer parçasıdır. Bu durumun bölgede en çok İsrail devletinin işine yarayacağını tahmin etmek de pek zor olmasa gerek. 
Tüm bunlara Suriye’nin iç yapısı konusunda bilinmeyen önemli bir husus olarak şu da eklenebilir: Suriye’de eski KGB’nin kurduğu tam 16 ayrı istihbarat örgütü var ve her yedi kişiden biri en az bir istihbarat örgütüne çalışıyor, dolayısıyla da kimse kimseye güvenmiyor. Fransız mandasından kurtulduğundan, yani 1946'dan beri Suriye halkına zulmeden azınlık güç 
Nusayrileri düşman olarak gören kızgın halk kitleleri bulunuyor. Yüzde 12'lik nüfusa sahip zengin Nusayriler ancak keskin sınırlarla çizilen, BM Barış Gücü’nün koruduğu veya oluşturduğu tampon bölge sayesinde özgür Nusayristan’da güvenlik içerisinde olabilir. 

Başka bir deyimle Batıdaki Esad müttefikleri, Nusayrileri gözden çıkarmayacak tır. Diğer yandan Rusya ve Çin buna zaten izin vermeyeceği açıktır. 

AK Parti, global Ergenekon’un Türkiye’deki ordu içerisindeki uzantısı olan Türk subaylarıyla ortaklaşa hazırladığı Suriye’yi üçe bölme, ardından Silivri’yi boşaltıp, kendilerini küçük düşürenlerden intikam alma planına dur diyemezse, ilk önce Türkiye’de Kürt ve Türk iç savaşı başlatılacak. 2 yıldır hazırlanan ‘Serhildan’ planı ile Türk ordusuna zorla Diyarbakır’da ikinci bir Dersim katliamı yaptırılacak ve militan Kürtlere bölgeye BM Gözetimi yani 
Barış Gücü adı altında bir güç getirilmesi için uluslararası çağrı yapması doğrultusunda gerekli malzeme verilecektir. Bu bağlamda Suriye’de yaşanan NATO baharının bir sonraki durağının Türkiye olacağı söylenebilir. 

YEŞİLİN SAĞ KOLUYLA GÖRÜŞME 

Suriye’de durum bu kadar karışıkken yapmış olduğum çok öenmli bri görüşmeden bahsetmenin yerinin geldiğini düşünüyorum. Suriye'de durum gerçekten de çok ciddiydi. 30 Mayıs 2012’de Yeşil kodlu Mahmut Yıldırım'ın sağ kolundan mesaj aldım. Kendisi ile 13 yıl önce röportaj yaptığım için beni tanıyordu. Suriyeli muhaliflerin Beka vadisinde Özel Harp, MOSSAD ve CIA işbirliğiyle eğitildiklerini söylemekle kalmadı, görevlerinin ve planın asıl 
amacının Ergenekoncuları Silivri'den çıkartmak, Türk ordusunu Suriye ile savaşa sokmak için provokasyonlar yapmak ve Fethullah Gülen başta olmak üzere cemaatin beyin takımı yöneticilerine suikastlar düzenlemek olduğunu bildirdi. Yeşilin yardımcısı daha sonra şaşırtıcı bir teklifte bulundu. Kendisinin telefon numarasını vererek polise dinletmemi, ve detayları ortam dinlemesi ile öğrenmemi talep etti. Bende öyle yaptım. The cemaatın liderine ve ülke hadimlerine yönelik yapılacak suikastın ABD topraklarında olacağını ve operasyonu İsrail'in Özel İnfaz Komandaları Birimi Simbet ve İran'ın Özel Suikast Birimi Laşgavar 23 Takavar'ın ortaklaşa yapacağını ve gerekli önlemleri almamızı istedi. Ülkelerine mecburen içine düştükleri çirkin daireden dolayı ihanet ettiklerini ve global derin güçlerle ve yerli işbirli-
kçileriyle AK parti liderinin anlaşma yapması nedeniyle ülkemizi içinde bulunduğu tehditten sadece tek temiz kalan vatansever güç merkezi cemaatın kurtarabileceğini, bu nedenle başını derde sokma riskini göze alarak bana bilgi uçurduğunu ve uçuracağını kaydetti. Burada şunu söylemekte fayda var: yukarıdaki bilgilerde olabileceği gibi bazı bilgiler hedef saptırma, manipüle etme için verilebilir ama bu gelen bilgilerin değerli olduğu gerçeğini değiştirmez. 

Türk medyası Suriye’nın üçe bölündüğünü Lazkiye Merkezli Şii Nusayristan ve Batı Kürdistan ile Türkiye güdümlü Halep merkezli Sünni bir devlet daha kurdurulduğunu 25 Temmuz 2013 de fark etti. Halbuki burada yer verdiğim bilgilerin bir kısmı 12 Nisan 2012'de kişisel web sayfam da yayınlanmıştı. Kamuoyundan ustalıkla kaçırılan John Mccain planı yani Neoconların projesinin gerçek olduğu geç de olsa anlaşılıyordu. Başka bir deyimle saklanan global proje ortaya çıkıyordu. Şam yönetimin 2011 ve 2012’de öldürdüğü 20 bin mazlumla ısrarla yürüttüğü etnik katliamların amacı, Sünni nüfusun bu bölgeyi terk etmesini sağlamaktı ve bu başarıldı. 

Gaye Suriye'yi değil Türkiye'yi bölmek: Ya Zayıf Türkiye ya da Anadolu Türkiye Federasyonuydu. Üçlü istihbarat şebekesinin Suriye projesini hayata geçiren Neoconları temsil eden MOSSAD ekibi, Türk Özel Harp ekibiyle birlikte aylardır Lübnan'da Beka Vadisi'nde Suriyeli muhaliflere iç savaş eğitimi veriyordu. Bu istihbaratı bana veren Beka vadisinde Suriyeli muhalifleri MOSSAD adına askeri Eğitimden geçiren bir Özel Harp Subayımız. Ülkemize ihanet içinde olduklarını fark etmiş ve bunu yazdıracak Türk medyasında cesur bir kalem bulamadığı için bu tehlikeli makaleyi yazma görevi bana düşmüştü. 

Aslında o sırada doğu bölgelerinde gelişen olaylar da anlatılanları teyid eder mahiyetteydi. İlk once Dağlıca olayı oldu, sonra Suriye'de düşürülen Türk keşif uçağı, sonra Şam'da yok edilen Suriye devletinin önemli istihbarat, asker ve bürokratlar. Bu olayların arkası gelecektir. Bunları planlayan ve organiz eden ekip Beka vadisinde, Lübnan'da konuşlanmış durumda. Ekibi Türk özel Harpçiler, Yeşiller yönetiyor. Bana da zaten mesajı gönderen Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın sağ kolu. 13 sene önce onunla yaptığım ve yayınlayamadığım röportaja rağmen, bir umut bana bu bilgiyi hayatı pahasına sızdırdı. Belki de Yeşil'de orada. Zaten son 13 yıldır askeri üniformayla askeri ateşe kisvesinde değişik ülkelerde dolaştırılıyor, Elbette Yeşil'i kimse yakalamak için aramıyor. Diğer yandan bu kitabın okuru 
için artık şaşırtıcı olmayacak bir biçimde, PKK’nın Fehman Hüseyin yönetimdeki Suriye kolu, Kandil’i Suriye ile Türkiye sınırında Afrin’e taşımayı tamamlar tamamlamaz ilk ses getiren terör eylemini Dağlıca'da Beka'daki Ergenekoncu Türk Özel Harp uzmanları kontrolünde ve bilgisinde yaptı. 

GLOBAL PLAN 

Bu sırada ‘Global Ergenekon’un yerli işbirlikçilere uygulatacağı planı deşifre etmek gerekir. Bu ittifak, Beka’da hazırlanan Suriyeli muhaliflerin ve PKK’lıların Suriye ordusu kıyafetiyle başta Hatay, Adana ve Mersin olmak üzere Türk askerlerini, polisini ve sivil vatandaşları öldürmesini sağlayarak büyük provokasyonlara imza atacak. Olayların faturası PKK’ya kucak açan Şam yönetimine kesilecek. Rejim PKK karşıtı tüm Kürt liderleri yabancı istihbaratların tetikçilerine ve yerli ajanlarına Suriye’de öldürttü. İsrail’in Simbet ve İran’ın Lashgare 23 Takavar özel saldırı infaz timleri birlikte çalışıyor. İnfaz listeleri kabarık, Türkiye’de de yeni gazeteci, aydın, politikacı suikastları yapacaklar. 
Dertleri Suriye’de Esed rejimini devirip, akan müslüman kanını durdurmak değil, gayeleri ülkemizde müslüman kanı akıtmak ve 10 yıllık kazanımların kaybedilmesini sağlamak. Ayrıca İsrail’in kaybettiği konumu tekrar istediği de biliniyor. 

Aslında, AK Parti’nin “Yerli ve Global Derin Devlet” ile anlaşma yapması derin devleti tasfiye sürecinin sonlandırılacağı anlamına geliyordu. 250. Madde krizi çıkartarak özel yetkili savcıların yetkilerini budamak isteyen AK Parti’nin asıl amacı yakın vadede bu değil. Savcı ve hakimlerin tepki göstererek tayinlerini istemesi bunu gösteriyor. HSYK’nın 2012 Yılı Adli 
ve İdari Yargı Kararnamesi ile 2 bin 335 hakim ve savcının yerini değiştirmesi yanlış yorumlandı medyada. Star yazarı, AK Milletvekili Şamil Tayyar’a bakılacak olursa, “yargı AK Parti’ye darbe yapıyor.” İşin aslında ise, yargı AK Parti’ye derin devletle anlaştığı ve yargıya müdahale etmek istediği için rest çekiyordu. Yeni hakim ve savcıların atanmasıyla 
Ergenekon, Balyoz, KCK, Şike gibi davalar zarar görecek ve yeni gelenlerin en az altı ay süresince davalara vakıf olması gerekecekti. 

Bu gelişmelerin ardından hayata geçirilecek ikinci aşama ise çok daha korkunç sonuçlar doğurabilecek nitelikteydi. 

Lübnan’da Beka’da aylardır askeri eğitim gören provakasyon ekibine beş koldan inanılmaz provokasyonlar yaptırılacak ve Türk medyasında buna parallel olarak savaş tamtamları çalacak. Sonunda toplum Türk milliyetçilerinin isyanıyla patlayacak, Genelkurmay ve Başbakanlık anlaşarak, vatandaşını koruma hakkını kullanıp, Şam’a hak ettiği dersi vermek için Suriye’ye girecekti. Uluslararası camiada da buna kimse karşı çıkmayacak, hatta alkışlanacaktı. Fakat işler istenildiği gibi gitmeyecekti. 

Savaş, Ankara’nın tahmin ettiğinden uzun sürecek, kayıplar artacaktı. Genelkurmay, ülkede olağanüstü hal ve sıkıyönetim ilan edecekti. Bu durumda askeri bir darbenin kapılarını sonuna kadar açacaktı. Hükümet başkanı ve cumhurbaşkanı ordunun sembolik olarak başı olsa da tüm güç merkezleri ve kaynakları yönetim askeri bürokrasinin eline geçecekti. Bu da Silivri’deki yargılanan askerlerin intikamının alınacağı anlamına geliyordu. 

2012’nin Haziran ayında internete düşen 4 ses kaydının sahiplerinin ve bunların hitap ettiği astlarının, içinde bulundukları psikolojik durumun normal olmadığı ortadaydı. Diğer yandan bu kişiler mahkeme sürecinde illegal işler yaptıklarını itiraf etmişlerdi Polisin topladığı milyonlarca belge ne olacak peki? Yargı mensupları kaarlarını bu belgelere göre vermişlerdi, 
yani ortada subjektif bir yargılama süreci yoktu. 

BÜYÜK OYUN NEDİR? 

AK Parti, 250. Madde’yi bu dönem çıkartarak, özel yetkili savcıların yetki alanını kaldırdı ve global büyük oyunda Batılı dostlarına beni oyundışı bırakmayın mesajı gönderdi. Nur cemaatinin size oyun oynuyorlar, amaçları sizi de bizide budamak, kesmektir uyarılarına, ikazlarına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aldırmadı. Peki bunun sebebi nedir? 

Sebep, izinsiz dinlemelerle kayıt altına alınan hem Ergenekoncu hemde AK Partililere ait ses kasetlerinin yayınlanmasını durdurmak, engellemek. AKP Basına sansür yasası çıkartarak bunu yapabileceğini sanmıştı. Böylelikle bugünkü hükümet ülkenin geleceği için önemli konuları ihmal etmiş, kontrol edemediği her durum ve alan için kanun çıkarmaya başlamış sadece kendini düşünmekten çekinmemişti. Bu sebeple eğer AK Parti, bir suçu deşifre eden, suçüstü yapan bir gazeteciyi hapse atmak istiyorsa, bunu kendi suçlarının ortaya çıkmasından korktuğu için yapıyor demektir. 

Dolayısıyla üç aşamalı darbe planına AK Parti dur diyemezse, Türkiye'de Kürt ve Türk iç savaşı başlayacak, Diyarbakır'da başlatılması 2 yıldır planlanan ' Serhildan ' ile Türk ordusuna zorla Diyarbakır'da ikinci bir Dersim katliamı yaptırılacak ve militan Kürtlere bölgeye BM Gözetimi yani sözde Barış Gücü getirilmesi için uluslararası çağrı yapması doğrultusunda gerekli malzeme verilecektir. 

BASKIN BASANIN OLDU PKK MUHALİFİ KÜRTLER TEMİZLENDİ 

Buraya kadar anlatılanlardan da ortaya çıktığı gibi Kürt sorununu çözemeyen bir Türkiye’nin bölgesel lider olması mümkün gözükmemektedir. Almanya da zaten bu karta oynuyor. Dünya, terör örgütü PKK’nın Suriye’nin Kürt bölgesine yerleştiğini, ocak ayında meydana gelen ‘Bedro’ ve ‘Temo’ saldırısıyla öğrendi. Baas rejiminin desteğiyle bölgeye gönderilen bir grup PKK’lı, muhaliflere verdiği destekle bilinen Kamışlı’daki ‘ Bedro aşiretinin lideri Abdullah Bedro’nun evine baskın düzenledi. 

Bedro’nun ağır yaralandığı, 3 oğlunun ise hayatını kaybettiği saldırıdan sonra terör örgütünün muhalif Kürtlere yönelik baskısı devam etti. Örgüt daha sonra Geleceğin Hareketi Partisi lideri Meşal Fazıl Temo’yu, onun yerine geçen yeğenini ve birçok muhalif siyasetçiyi daha bu süreçte öldürdü. Aylarca yoğun bakımda kalan Abdullah Bedro’nun sağlık durumu 
ise Ağustos 2012’de düzeldi. Suriye’de yaşanan gelişmeleri değerlendiren Bedro’ya göre Kürt bölgesinin PKK’nın uzantısı Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) eline geçmesi rejimin uyguladığı zulmün devam edeceği anlamına geliyordu. Bedro, PKK’nın bu bölgeye Suriye yönetiminin desteğiyle yerleştiğini ve istihbaratla birlikte çalıştığını Zaman gazetesinin Diyarbakır 
muhabiri İsmail Avcı’ya 26 Temmuz 2012’de hasta yatağında anlattı. Ayrıca, örgütün hiçbir coğrafyada Kürtlerin yeni haklar elde etmesini istemediğini belirtti. Suriye’de 17 Kürt partisi olmasına rağmen hiçbirinin şiddeti bir yöntem olarak kullanmadığını vurgulayan Abdullah Bedro, “Planlı bir şekilde buraya gelen birileri, ellerine silah alıp buranın sahibi olduğunu iddia etti. Güvendikleri rejim olmasaydı böyle yapamazlardı.” dedi. 

Suriye Kürtlerinin ülkenin bütünlüğü içinde bir çözümden yana olduklarını ve bu amaçla bir araya gelerek konsey kurduklarını anlatan Abdullah Bedro, bu konsey bünyesinde bulunan PYD’nin sanki bütün oluşumun başkanıymış gibi hareket ettiğini söylüyor: “İki ay öncesine kadar Kürt muhalifleri öldüren, El-Muhaberat’la çalışan ve Baas’ı destekleyen bir yapı (PYD) 
nasıl oldu da hemen değişti? Bugün özerklik diyen PYD yarın Baas buraya tekrar gelirse alın size, sizin için buradayız diyecekler. Çünkü PYD şu ana kadar Suriye rejimine karşı bir söz bile söylemiş değil.” 

Bu gelişmeler yaşanırken Suriye’de Kürtlerin çoğunlukta olduğu ‘Serxet ya da Binxet’ olarak bilinen bölgede ilginç gelişmeler yaşanıyordu. Suriye ordusu Kürtlerin yaşadığı Kobani bölgesini terk etti. Suriye’deki bütün Kürt parti ve grupları kapsayan Suriye Kürt Ulusal Konseyi, herhangi bir otonom ya da federal ilan etmekten ısrarla kaçındı. Ancak PKK’nın Suriye’deki yapılanması PYD, konseyin aksine, Esed ordusunun çekildiği bölgeye bayraklarını asarak ‘özerklik’ ilan ettiğini duyurdu. Türkiye ve Kuzey Irak Yönetimi ile iyi ilişkileri bulunan Suriye Kürt Ulusal Konseyi’nin bu geçici ve gerekli hareketi böylece terör örgütü PKK tarafından ısrarla ‘provoke’ edilmeye çalışılıyor. PKK’ya yakın internet siteleri de Suriye Kürt Ulusal Konseyi’nin bu geçici kararını görmezden gelerek terör örgütü PKK’nın bölgede özerklik ilan ettiğini duyuruyordu. 

Suriye Kürt Birlik Partisi Politbüro üyesi Fuad Eliko ise yaptığı açıklamada, rejim güçlerinin şu ana kadar sadece Kobani’nin bazı bölgelerinden çekildiğini söyledi. Eliko, Suriye Kürtlerin bu şehir dışında hiçbir şehri kontrol altında tutmadıklarını ileri sürdü. Eliko, “Şu ana kadar hiçbir şehir kurtarılmadı. Kobani’de asker çekilmiş yönetimi Kürtlerin eline geçmiştir. 
Ancak Afrin ve diğer şehirlerde Esed güçleri kısmen bulunuyor. Kürt şehirlerinin kurtarıldığını PKK dışında kimse söylemiyor. Önceki gün Kamışlı’da ise PKK güçleri evlere baskın düzenledi, araçları yaktı.” dedi. 

Kürt siyasetçi ve yazar İbrahim Güçlü, muhalefetin mücadelesi karşısında Baas rejiminin sıkıştığını ve aralarında Kürtlerin yaşadığı bölgelerin de bulunduğu bazı yerleri terk ettiğini söylüyor. PKK-PYD’nin provokasyon yaptığını kaydeden Güçlü, örgütün kendi sembollerini ve bayraklarını asarak, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi varmış gibi gösterilmesini ‘tehlikeli’ 
buluyor. Suriye Kürtlerinin siyasal yol dışında hiçbir yola başvurmadığını aktarıyor. Kamuoyunda dile getirilen spekülasyonlara dikkat çekerek şunları söylüyor: 

“Bunu PYD oluşturur. PYD Silahlı bir güçle bunu kuramaz. Aklı başında olan Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi bu tutum içinde yani otonomi ve federalizmi zorla kurabilecek durumda değil, uzlaşma ile olabileceğini söylüyor. Bunun için de rejimin değişmesini destekliyor.” 

Kürt yazar Süleyman Akkoyun ise medyanın olayları çarpıtarak, kamuoyunu yanlış yönlendirdiğini anlatıyor. Akkoyun, “PYD ile rejim arasında yapılan anlaşma gereği, PYD Kürtlerin Esed karşıtı mücadelede yer almasına engel olacak ve Kürtlerin ulusal sorununu da tekeline alarak ulusal talepleri bastıracak. Bu amaçla yakın zamanda Batı Kürdistan’da PYD hem muhalif Kürtlere saldırmaya başladı hem de her türlü serbestîye sahip oldu. Bütün gücünü iç çatışmalarda kullanan Esed Rejimi, Kürdistan’da olası hareketleri engellemek için PYD’yi yetkili kıldı, bekçi yaptı.” diyor. Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Peşmerge Bakanlığı Sözcüsü Cebar Yawer ise Suriye’ye Peşmerge gönderildiği iddialarını yalanladı. 

Bu sırada tüm bu yorumları doğrulayan bir bilgi doğrulandı. Bedro’nun ağır yaralandığı, 3 oğlunun ise hayatını kaybettiği saldırının altından PKK çıktı. Eylemi önce üstlenmeyen örgüt, saldırı sırasında PKK’nın üst düzey yönetici si ‘Xebat Derik’ kod adlı Mahmut Muhammed’in öldüğü anlaşılınca geri adım attı. Esed yönetimiyle hareket ettiğinin ortaya çıkmasından endişe eden PKK, ilk başta saldırının Türkiye’nin kontrgerilla birlikleri tarafından 
gerçekleştirildiğini ileri sürdü. Ardından eylemi Suriye ordusunun düzenlediği iddia edildi. 

Ancak çok geçmeden Esed rejimine destek için bölgeye intikal eden Xebat Derik’in, saldırıyı düzenlediği anlaşıldı. Baskında Abdullah Bedro ile oğlu Ahmet Abdullah yaralandı. Yaralılar Kamışlı Hastanesi’ne kaldırıldı. Hastaneyi basan PKK’lılar, Ahmet Abdullah’ı öldürdü. Kardeşlerinin cenazesini almaya giden Nidal ve Ammar da, PKK’lılar tarafından 
hastane bahçesinde kurşun yağmuruna tutuldu. 3 oğlunu kaybeden Abdullah Bedro yoğun bakımda tedavi görüyor. 

Bedro ailesi ile PKK’nın ilişkisi 1980'li yıllara dayanıyor. 12 Eylül darbesinden hemen önce Suriye’ye geçen Abdullah Öcalan, bir süre sonra Şam’a yerleşir. Bedro ailesi, Şam’daki evlerini kullanması için Öcalan’a tahsis eder. Öcalan, bu evi bir süre sonra Suriye’nin siyasi istihbarat ve siyasi polis şubesi başkanı General Adnan Bedir Hasan’a hediye eder. Abdullah Bedro, tapusu kendisinde olan evi geri ister. Ama PKK, evden vazgeçmesi için Bedro’ya baskı yapar. 1986 yılında Abdullah Bedro’nun kızı Kurdê, PKK’ya katılır ve Öcalan’ın evinde bir süre kalır. Tacize uğradığı ileri sürülen Bedro’nun kızı, örgütten kaçarak olayı ailesine anlatır. Bundan sonra aile ile PKK’nın ilişkileri bozulur. Abdullah Bedro, PKK’dan ayrılan Vejin (diriliş) grubunun lideri Mehmet Şener ve arkadaşlarına kucak açar. Şener, Öcalan tarafından ‘hain’ ilan edilir ve öldürülür. 

PKK’nın Beşşar Esed yönetimine destek amacıyla Suriye’ye dönmesi üzerine Bedro ailesi yeniden örgütün hedefi durumuna geldi. Kamışlı kentinde Baas yönetimine muhalefetiyle bilinen bölgenin en büyük aşiret liderlerinden Abdullah Bedro’nun evine baskın yapıldı. Terör örgütü, saldırıyı haklı göstermek için ailenin ‘kontra’ olduğunu yayarak, saldırıda öldürülen 
PKK yöneticisi Xebat Derik kod adlı Mahmut Muhammed’i kahraman ilan etti. Ancak internet üzerinden açıklama yapan Suriyeli Kürtler, bu iddianın gerçeği yansıtmadığını belirtti. 
Nasname.com adlı sitede olayla ilgili detaylı bilgiler yayınlandı. Toplumsal muhalefetin gücünü kırmak için Kürtleri etkisizleştirmek isteyen Suriye lideri Esed’in bu amaçla PKK’yı kullandığını belirten site, Öcalan’ın destek talimatından hemen sonra PKK’nın birçok militanını Kandil’den Suriye’ye kaydırdığını belirtti. 

Sitede yayınlanan haberde şu bilgilere yer verildi: “Suriye devleti, PKK’nin yedek gücü olan PYD’ye sınırsız olanaklar sağlayarak Kürtler üzerinde mutlak bir denetim sağlamaya çalıştı. 

Bu amaçla PYD’nin ömür boyu hapse mahkûm olan ceza evindeki liderini (Salih Müslüm) ani bir kararla salıvererek serbestçe faaliyet göstermesinin tüm koşullarını oluşturdu. Meşal Temo’nun katledilmesi de bu şer ittifakın karanlık bir eylemiydi. PKK, tereddüt etmeden kanlı Baas rejiminin ömrünü uzatmaya çalışıyor. Birçok Kürt’ü hala vatandaş bile görmeyen ve bu amaçla kimlik dahi vermeyen Suriye gibi bir devletin, PKK’ya katılanları askerlikten muaf tutacak kadar koruması, tek başına PKK’nın misyonunu açıklamaya yetiyor.” 

Netice itibarıyla PKK’nın Suriye’de oluşan durumdan kendisine avantajlı bir konum elde etmeye çalışıyor bu kesin. Amacı Ortadoğu bölgesindeki tüm Kürtlerin Lideri konumunu elde edebilmek. 

Bunun içinde global Ergenekon’un yanı sıra bu Ergenekon’a bağlı Türk Ergenekon’uyla, Esad Rejimiyle, Alman Derin Devletiyle işbirliği yapmaktan çekinmiyor. 



 ***

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN KÜRT VE SURİYE POLİTİKASI BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN KÜRT VE SURİYE POLİTİKASI BÖLÜM 1

FARUK ARSLAN,

 Buraya kadar olan bölümde Almanların Türkiye’nin kadim sorunlarına yoğun ilgisinden bahsedildi. Bunların arasında en önemlileri Alevi ve Kürt sorunuydu. Peki Almanların Kürtlere olan ilgisi nereden geliyordu ve neden PKK sorununu bu denli kaşıyorlardı? Sıra bu konunun geçmişine göz atmaya geldi. Burada, 1990’lı yılların başına geriye dönelim ve Almanların Kürtlere olan ilgisinin kilometre taşlarına göz atalım. 1991 yılıydı, Almanya ve 
Batı medyasında PKK'yla çok sıkı bir şekilde tartışılıyor ve şu konular gündeme geliyordu: 
PKK ayrılıkçı bir silahlı güç olarak siyasi mücadelesini silahla veriyor ve ülkede gördükleri baskı rejimine tepki olarak Kürt bölgesini Türkiye sınırlarından ayırmak ve bağımsız bir Kürdistan devleti kurmak istiyordu. Türkiye medyası ise buna karşılık, genelde Kürtleri hiç bir bakımdan önemsemiyor ve PKK'yı da gözü dönmüş üç beş kişilik bir terör gurubu ve bir papulcu takımı gibi horlayıcı bir dille lanse ediyordu ve henüz ülkede öldürülen insanların sayısı 40 binlere ulaşmamıştı. 

Türkiye kendi tezini demokratik batı ülkelerine kabul ettirmek için olağanüstü çaba harcıyordu. Bu çerçeveden Türkiye genelkurmayı Almanya genelkurmay başkanını Türkiye'ye davet etmişti. Resmi ziyaret çerçeve sinde Alman General Diyarbakır da dahil birkaç yere götürülerek bazı gerçekleri bizzat yerinde görmesi ve ona göre bir değer yargısında bulunması istenmişti. Almanya genelkurmay başkanı Türkiye'de iken DPA 
ajasına demeç vererek „Türkiye'nin teröre karşı haklı bir mücadele verdiğini ileri sürünce her şey bir anda karıştı. Almanya savunma bakanlığı, emrindeki genelkurmay başkanını resmi ziyareti henüz tamamlayamadan geri çağırdı ve görevine derhal son verdi. Gerekçe: Yetkisi olmadığı halde siyasi konularda kişisel görüşünü açıklamasıydı. Çünkü Almanya'da herkese 
her konuda oldukça geniş bir kapsamlı görüş açıklama özgürlüğü olduğu halde askerlere yasaktı. Türkiye’deki bazı aydınlar PKK siyasallaşmak istiyor iddiasında bulunurken, Almanya devleti ve hükümeti konuyu zaten siyasi olarak algıladığı için kendi genelkurmaybaşkanı görev ve sorumluluklarının dışına çıkmakla itham etmiş ve görevine son vermişti. 

O halde şu soru sorulabilir: Almanya neden PKK sorununu terör sorunu olarak değil siyasal bir sorun olarak algılanmasını istiyor ve buna aykırı hareket eden genelkurmay başkanıyla dahi ters düşebiliyordu. Aslında bu soruya cevap verebilmek için PKK’nın kuruluş yıllarına gitmek gerekiyor. Daha 40 yıl öncesine kadar ortalarda yokken PKK Almanya’nın da 
içerisinde olduğu üçlü bir ittifakla kurulmuştu. PKK´yı kuran, Sovyet KGB’sinden devralarak 1990 sonrası destekleyen İsrail + ABD + Almanya üçlüsüydü. Eşzamanlı olarak Ergenekon´u besleyerek, ‘mason darbeci paşalara’ güneydoğuyu bombalatmış, faili meçhuller cinayetler işlettirip, uyuşturucu kaçakcılığında rol aldırıp, PKK´nın zemin bulmasını ve büyümesini sağlamışlardı. BND ve PKK bağlantısı oldukca belirgindi. Alman 
derin devletinden bahsederken, BND’nin Alman şirketleri ve Türkiye’deki enerji ihalelerine göz atmak gerekiyordu. Sadece Almanya’dan Ankara’ya uçan Almanların nereden geldiklerine bakılsa yeterliydi. Almanlar, Ergenekon’la yaptıkları işbirlikleri sayesinde Ankara’dan rahatlıkla ihale alabilmeye başladılar. İşin asıl ilginç tarafı Bu derin Almanların neler yaptığını gözetenin, soruşturanın olmamasıydı. HalbukiTürkiye’de yabancı ajanların gayri resmi faaliyette olması anayasamıza aykırıydı. Bu ajanların toplanması, deşifre ve sınırdışı edilmesi gerekiyordu. Diğer yandan Türkiyenin Almanların BND’si kadar başarılı bir örgütü yoktu. 1990’larda Almanya’ya PKK’lı ailelerin göç etmesinin sadece ekonomik nedenlerden dolayı olduğunu bile bile onları ilticacı statüsünde Almanya’ya kabul ettiler. 
Göçü siyasi bir olgu gibi göstermeye çalıştılar. Hatta onlara maaş bağladılar. Kağıt üstünde hakimlere gerekenleri söyleyen ve Türkiye’yi şikayet eden Kürtler, Türkiye’den rüşvetle aldıkları sahte mahkeme belgeleri ve evraklar la yıllarca Almanları kandırdılar. Almanya’ya o dönemde 11 binden fazla direk PKK’lı olduğunu söyleyerek iltica eden Türk vatandaşı bulunuyordu. Bunlar Kürdistan’dan geldiklerini ifade ediyor ve Almanlar da olmayan bir 
devleti kabul ediyordu. 

2000’li yıllarda Türkiye’nin Kürtlerle ilgili bir etnik sorun olmadığını bildirmesi yüzünden Kürt sığınmacılar, Almanya’dan sürülme korkusuyla yaşıyorlardı. Geçmişte oturum ve vatandaşlık almış, aşırı militanlaştırılmış, siyasileştirilmiş Kürtlerin Türkiye’ye geri dönmesinde Türkiye’nin bir faydası olmadığı için Ankara sessiz kalıyordu. Ancak 2002 yılından beri Türkiye’den iltica taleplerinin yüzde 92’si ret edildi. Gittikce bu nüfus Almanya’nın başına bela olmaya başlamıştı. Hatta Alman polisi Türk polisinden yardım 
istemek zorunda kaldı. Berlin’de 2010 yılından beri Türk polisi Alman polisi ile birlikte çalışıyordu. Alman makamları, Kürtlerin Alman sosyal devlet sistemine pahalıya patladığını anladığında artık çok geç kalmıştı. Kürt politikalarında değişiklikler yapmak kaçınılmaz hale geldi. Alman medyasına halen PKK’lıların yönlendirdiği asker düşmanlığını yansıtan azgın nefret ve düşmanlık dili hakimdi. ABD’nin ardından Almanya’da 1993’de PKK’ yı terör örgütü ilan etti. Almanya Adalet Bakanlığı ve İç İşleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcıları ile Ekim 2000’de bu konuları görüşmüştüm. Yetkili isimlere, eline kan bulaşmış, PKK’lı 11 bin katil militanı neden göz göre göre sığınmacı olarak kabul ettiklerini sormuştum. 

Verdikleri cevap ilginçti: Yıllarca Türkiye’de idam cezası vardı, ayrıca bu PKK’lıları Türkiye’ye iade etsek hapishanelerde onları bekleyen işkence vardı. İşin gerçeği ise, Almanlar PKK’lılardan  korkuyor du. Hiç bir Alman mahkemesi PKK’nın aktif militanlarını doğru şekilde yargılayamıyor du. Sebebi, PKK’lıların Almanya’da dava hakimlerini tehdit etmesi ve  korkutmasıydı. 

Diğer yandan Almanlar ülke içinde yükselen Dazlak ve Neonazi eylemleri ve şiddetini durdurmaktan dahi acizdi, Türkiye ise kendi içinde PKK’ lılarla mücadelede başarısız kaldığından Almanya’daki PKK’lılara sıra gelemiyordu. Diğer yandan Almanya her ne kadar PKK lılardan rahatsız olsa da Türkiye’ye karşı oluşmuş bu diaspora işine geliyordu. 

2011 Ekiminde Erdoğan’ın, Alman Vakıfları ve Alman Kalkınma Bankası’nın kredi ve hibelerinin yanlış yerlere gittiğini, ülkenin bölünmesi için kullanıldığını yüksek sesle ortaya atması bir anda üllkeyi ayağa kaldırdı. 
Bu iddia sahibi ülkenin başbakanıydı ve çok ciddi bir iddia ortaya atmıştı. Neredeyse iki ülke arasında savaş çıkaracak kadar, büyük bir olaydı bu. 

Peki hükümet bu iddiayı neden ortaya atmıştı? Sebep aslında çok basitti, Almanya’da yaşayan Kürtler Ağustos 2011’de bir takım militanca faaliyetlarde bulunan dernek ve kurumlara ulusal statü elde etmek üzere imza kampanyası başlatmışlardı. Toplanan yeterli sayıda imza Alman Parlamentosu’na sunulmuş ve yasal süreç işlemeye başlamıştı. İşte 
birçok faktör öne çıksa bile belirleyici factor PKK’lı Kürtlerin Avrupa ayağının statüsü elde etme çabasıydı. Almanlar Kürtler yerine Türkiye’yi seçecekti elbette… 

MİT GÖRÜŞMESİNİ ALMANLAR MI SIZDIRDI? 

Almanya’nın PKK’nın siyasallaşması konusunu tamamen kendi çıkarları konusunda yönetmeye başladığı çok geçmeden belli oldu. PKK’nın siyasallaşmasının kendi çıkarları aleyhine veya kendi istemedikleri bir zamanda olmasını istemiyorlardı. Bu sebeple 2011’de patlayan MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile PKK’nın Avruapa sorumluları arasında yapılan 
gizli görüşmelerin haberini kayıtlarıyla basına sızdıranın Alman Gladyosu Kılıç veya BND olduğu neredeyse kesindi. Almanlar ise görüşmeleri medyaya sızdıranın İngiliz istihbaratı MI6 olduğunu yaydı. Ortak amaçları belliydi: PKK ile Türkiye’nin barış yapmasını engellemek. Türk milliyetçiliğini körükleyerek Türk ve Kürtleri birbirinden ayırmak. 

Dolayısıyla Alman vakıfları dosyası ve MİT’in Oslo fiyaskosu konusunda Başbakana doğru bilgiler geldiği kesindi. Hakkâri ve Diyarbakır’dan 12 Haziran 2011 seçimi öncesi gelen bir başka bilgi gelişmeleri teyid ediyordu: Global Ergenekon’un Suriye’de başlattığı Baas rejimini devirme hamlesiyle eşgüdümlü olarak gelişecek olan Hakkari’de oynanan büyük bir oyun söz konusuydu. Çünkü kriz düğmesine aynı merkezden basıldı. Ergenekon’un baronu ve ejderi, global Ergenekon’dan aldıkları cesaretle ‘Kürt kozunu’ sahneye koydu. Kandil ve İmralı’nın emirlerini CIA ve Mossad’dan aldığı talimatlarla yerine getiren Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve BDP, “ Sürgünde Kürdistan Parlamentosu ” adı altında özerklik kurmaya hazırlanıyor du. 

Mesele Kürt sorununu çözmek değil, çözdürmemekti... 

Peki bu noktaya nasıl ve neden gelindi? 10. Ergenekon dalgasında mason localarına ulaşılması, global Ergenekon’u rahatsız etmişti. İstanbul baronları ve medya ayaklarına dokunulmaması için hükümetle pazarlığa giriştiler. Başarılı da oldular, Ergenekon soruşturması sadece ordudaki suçlulara yönelirken, işin finans kısmı bilerek görmezden gelindi. Medyanın propaganda ayağında tutuklananlar ise deyim yerindeyse devede kulaktı. 
Seçimde zoraki seçtirilen Silivri ve PKK adaylarının oluşturacağı kaos da planlıydı. Amaç seçim sonuçlarına gölge düşürmekti ve “Baron” ve “Ejder” ikilisinin global Ergenekon’dan aldığı onayla tasarlanmıştı. İşin aslında, seçtirilen bu kişiler kendilerine dokunulmaması ve ihalelerden daha fazla pay kapmak amacıyla hükümete şantaj için kullanıyorlardı. 

HAKKARİ’DE NELER OLUYOR? 

Hakkari’de oynanan oyun ise çok daha önemli. Şimdi de bu oyunun şifrelerini çözelim. Hakkâri için 2006’da alınan global Ergenekon kararı, 12 Eylül 2010 referandumu ve 12 Haziran 2011 seçiminde başarı ile uygulandı. Hakkari’de yaşayan her vatandaşımızın evinden baskıyla, zorbalıkla, şantajla dağa, PKK’ya en az bir adam kaçırma projesi, bölgedeki 
Ergenekoncu komutanların göz yumması ile gerçekleştirildi. 2008 yılına kadar PKK’ya Hakkâri’den katılan insan sayısı yılda elli iken, son üç yılda bu rakam yılda beş yüze çıkartıldı. Elimdeki sağlam bir istihbarat raporuna dayanarak bunları söylüyorum. Karakol baskınları ile hükümet küçük düşürüldü. Halk korkutuldu. Silah zoruyla yapılan seçimde BDP, Hakkâri’de tamamı, 36 bağımsız adayını seçtirdi. Böylece planın ilk aşaması olan 
“kurtarılmış” Hakkâri hayata geçirildi. Planlara göre bundan sonraki süreçte Şırnak ve Cizre başta olmak üzere başka iller Türkiye’den kopartılacak ve dört yıl içinde bölge halkının tüm oyu sadece PKK’nın gösterdiği aday veya partiye kaydırılacak. Burada bir bilgi daha vermek gerekiyor: Diyarbakır’da seçim öncesi ele geçirilen ve çözülmesi sağlanan Mossad ajanından elde edilen bilgiler ve belgeler kamuoyuna açıklanacak mı acaba? En kilit sorular ise şunlar: Hakkari’den ve diğer Doğu illerimizden zorla seçtirilen BDP’li milletvekillerinden kimler hangi yabancı istihbarata ve devlete 
çalışıyorlar? Nereden mali destek alıyorlar? Bu durum, milletvekilliğinin düşmesine sebep değil midir? Türkiye’de bu işleri koordine eden yabancı diplomatlar kimlerdir? Neden sınırdışı edilmiyorlar? En önemlisi Kürt sorunu, bu karmakarışık, çapraz, ilişkilerin olduğu bir ortamda nasıl çözümlenecek? Mossad ajanından elde edilen istihbarat, bu sorulara ve fazlasına açıklama getiriyor. Irak, İran ve Suriye’deki Kürtleri kapsayan plan çerçevesinde 
global Ergenekon, “Büyük Kürdistan” için devrede. Suriye’deki Baas rejimi iktidarı, Türkiye’deki Ergenekoncu ekiple aynı düşünce yapısına (Nusayri Alevileri dine oldukça uzak bir Şiilik koludur) sahip olduğu halde neden tasfiye ediliyorlar? Çünkü İran’ın Suriye ve Lübnan’daki Şii bağlantılarını sağlayan Şam rejimi artık işlevini yitirdi, miadı doldu. 

Türkiye’de de Baas benzeri cunta kurmaya çalışan Mason Bektaşi çetenin savunduğu azınlıkların çoğunluğu yönetme stratejisi çöktü. 
Global Ergenekon, Oyun ve Oyuncu değiştirdi. Yüzde 80’i Sünni Suriye halkının, AK Parti’yi ve liderini sevmesi bunda en büyük etken.

Yukarıda belirtildiği gibi Ergenekon’un en tepedeki isimleri kendilerine ulaşılmasını engellemek için bu tür planları organize etmekteydiler. Ergenekon’da kod adı “Ejder” olan şahıs, 9 Haziran 2011 günü AK Parti Genel Merkezi’ne giderek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la görüştü ve helâlleşti. CHP’nin birinci parti olarak çıkacağı kehanetinde bulunan 
bu işadamı İnan Kıraç, aslında baronun sağkoludur, özel ulağıdır. Vehbi Koç’un milyon dolarlarını Milliyet gazetesini satın alması için 1979’da Aydın Doğan’a getiren isimdir aynı zamanda. Gazeteci ve yazar Avni Özgürel, Radikal’daki köşe yazısında o şu şekilde geçiyordu: ‘’ Yurtbank patronu Ali Balkaner’in mahkeme ifadesinde “ Bizler 18 büyük aileyiz. 

Hepimizin bağlı olduğu bir başkanımız var. 18 büyük aile bir havuz oluşturduk. Tüm ekonomi bunların elinde toplanıyor. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nı manipüle eden kişi, bizim bağlı olduğumuz başkanımızdır. Tokyo Borsası’nda 800 milyon dolar kaybetti, bana mısın demedi’ diye tarif ettiği kişi’’ AK Parti’den ilk yerli otomobil projesini Karsan adına kapacak kadar maharetli bir işadamıydı 

O halde PKK kime güveniyordu? Elbette, 1998’den beri PKK’yı taşeron örgüt olarak kullanan ve denetimine alan Mossad’a ve Alman BND’ye ve Kılıç’a bel bağlıyorlardı. 

Dolayısıyla Ergenekoncu askerler, Mossad ve Kılıç ile PKK işbirliği olmasaydı, çoktan terörün kökleri kurutulmuştu. 

PKK, 1980 ile 1987 arasında Diyarbakır Cezaevinde yapılan işkencelerle zorla doğurtulmuştu. Kasıt vardı. Daha sonraki süreçte devlete kin dolu PKK’nın istihbarat örgütlerince kullanılması artık daha kolaydı ve öyle de oldu. İstihbarat örgütlerine bir sure sonra devletin karanlık yüzü de katıldı. Bu yeni katılımdan doğan uyuşturucu, insan kaçakçılığı, silah ticareti bitirilmeden PKK veya Kürt sorununun bitirilmesi mümkün değildi. 

Ergenekoncu askerlerin orduya sızmaları PKK’nın zemin bulmasını sağlıyor işleri daha da karmaşıklaştırıyordu. Ta ki 2011 yılına kadar. Bu sene daha once yapılamayan ya da yüzeysel olarak yapılan şeyler yapılmaya başlandı. İşler artık PKK aleyhine değişmişti. Ekim , Kasım ve Aralık 2011’de PKK’nın uyuşturucu depolarına yapılan baskınlarla gelir yolları tıkandı. Fransa’da açılan davada Avrupa’dan yılda bir milyar dolar haraç toplayan PKK üyeleri tutuklandı ve PKK’nın peşin para transferini sağladığı kurye sistemi 
çökertildi 

Hakkari’deki Kavaklı Ana terörist yetiştirme kampı dağıtıldı. KCK operasyonları ile şehir yapılanması çökertildi. Halen Van’ın Başkale sınır kapısından, Hakkari, Yüksekova uyuşturucu yollarından katırlarla, eşeklerle uyuşturucu taşınıp Van’a getiriliyordu. İşlenmiş halde Van’a İran ve Irak’tan gelen uyuşturucular, buradan İstanbul’a ve Avrupa’ya pazarlanıyordu. İşin ilginç tarafı dindar olmasına rağmen Van halkının yüzde 80’inin araçlarının uyuşturucu taşımaktan sabıkalıydı. Peki bu uyuşturucusu maddeler kime aitti? 

Bu güne kadar yapılan operasyonlardan elde edilen bilgiler bu konuda Ergenekon yapılanmasını, PKK’yı, MOS-SAD, CIA ve BND’yi işaret ediyordu. Buradan çıkan bir başka anlam politik gözüken güç elde etme savaşının arkasında aslında hep ekonomik bir savaşın olmasıydı. 

Fakat yukarıda değinildiği gibi son zamanlarda yaşananlar, özellikle ordunun Ergenekoncu subaylardan temizlenmesi her şeyin bir anda değişmesine sebep olmuştu. Fakat PKK sorunu bir çok farklı actor sayesinde devam ediyordu ve bu planın karşısında duran iki ülke ve iki istihbarat karşımıza çıkıyordu: Almanya’nın BND’si ve İsrail’in MOSSAD’ı… 
Özellikle Alman vakıflarının Kürtlerin siyasileştirilmesinde rolü büyüktü. 

SURİYE OYUNU 

CHP’nin ülkemizde muhalefet partisi olmayı beceremediği ve zayıf kaldığı dönemde, Suriye’de yaşanan Arap baharı değil bir NATO baharıydı. Özgür Suriye Ordusu’nun liderleri Suriyeli değildi. Bu kişi Iraklıydı ve MI6, CIA ve MOSSAD tarafından Irak’ta yetiştirilmişti. 

Libya’da Kaddafi’yi yok eden sivil gerilla modeli Suriye’de uygulanıyordu. Suudi Arabistan ve Katar, Esed’i devirme projesinin bütçesini veriyor, Türkiye Suriyeli muhaliflere 2011 ve 2012 arasındaki periyodda hem siyasi hem askeri lojistik veriyor eğitim açısından da ev sahipliği yapıyordu. 2012 başından beri ise eğitim merkezi Özel Harp subayları tarafından Lübnan’da Beka Vadisi’ne kaydırıldı. Şam yönetimi buna yanıt olarak PKK ile organik ilişki içinde olan PYD’ye tam destek verdi, Kandil kamplarının Afrin’e getirilmesine, en sonda bölgenin Kürtler tarafından yönetilmesine gözyumdu. Türk ordusunun Suriye’ye girmesi için tüm dünya güçleri ve Şam elinden geleni yapıyordu. Peki bu plan kimindi ve sonuçta meyvesini kim toplayacaktı? Biz buna bakalım. 

Bilindiği üzere Suriye’de dış destekli iç savaş ve terörü tırmandıran Amerika ve NATO ülkeleri, muhaliflere geçici hükümet kurma çağrısı yapmıştı. Geçici Hükümet için, Arap Birliği ve Katar’dan destek istendi. Fakat olaylar batının istediği gibi gelişmemişti. Suriye’deki rejim kolay pes etmemeye kararlıydı. Esad’ın beklenilmeyen direnişi, batıyı yeni çözümlere sürükledi. BM ve Cenevre kararlarını tanımayan Batı, terör sopası ile geçici hükümet 
çözümünü aynı anda piyasaya sürerek çözüm aramaktaydı. Böylelikle kamuoyundan ustalıkla kaçırılan Evanjelist, eski ABD Başkan Adayı olan ‘John Mccain’in planı, yani Neoconların projesi gerçek oluyor, saklanan global proje ortaya çıkıyordu. BM Güvenlik Konsey’inde Şam rejimine müdahale ettirmeyen Rusya ve Çin’in Beşşar Esed’in kovulmasına ve 
Nusayrilerin kaderlerine terkedilmesine karşı çıkması danışıklı bir dövüştü. Dünya kamuoyu hazırlanıyordu., hem Türkiye hem de ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsünün ısrarla talep ettiği, Rusya ve Çin’i de tatmin edecek i ‘win win’ formulü tekrar devredeydi… 

Almanya ise 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde ilk defa NATO bloku dışında kalarak Rusya ve Çin cephesine geçti ve Esedsiz rejimi değil zayıflatılmış Nusayristan’ın devlet Başkanı Beşşar Esedli yeni dönemi destekledi. Almanya ve Rusya, rejime karşı savaşan sivil gerilla güçlerini Selefi radikallerin, El Kaide’nin desteklediği iddiasını ortaya atarak terörist ilan etti. Almanya artık açık bir şekilde Esed rejimini ayakta tutmaya çalışıyordu. Sıcak denize indiği tek üssü olan Tortum limanını kaptırmaya niyeti olmayan Rusya ise Nusayristan’ı kopara kopara alacaktı. Üçe bölünmüş Suriye planında Esed’in ülkeyi terketmesine gerek kalmıyacaktı. Türkiye bu gelişme ittifaklar sonucunda, NATO‘dan Suriye’de tampon bölge yapmasını bile istedi. Özgür Suriye Ordusu’na Türkiye ve diğer uluslararası güçlerden daha fazla destek geleceğini düşünürsek Suriye içerisinde daha da güçlenecek ve daha iyi operasyonlar yapacaktı. Bu operasyonun hedefi Suriye Özgür Ordusu’na destek vererek, tampon bölge oluşturmaktı. Dünya, - Amerika ve İsrail’in de bloke etmesi sonucu Özgür Suriye 
Ordusu’na gerektiği kadar yardım etmedi. Halbuki muhalifler ağır silahları edinebilseydi savaşın seyri hemen değişirdi. Çünkü Suriye ordusu çözülmeye hazırdı, sadece karşı tarafın güçlenmesini bekliyordu. Karşı taraf güçlendikçe Suriye ordusu darmadağın olacaktı. Rejim de darmadağın olacaktı. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***