7 Kasım 2018 Çarşamba

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 4

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 4



Dördüncü Bölüm 

...VE HERZOG TÜRKİYE'YE GELİYOR 


İŞİN ilginç tarafı, Pentagon tarafından hazırlanan söz konusu raporun basına sızmasına eş zamanlı olarak Bush'un özel temsilcisi Armigate, Kudüs'e gidiyor ve bölge için bir ABD-İsrail stratejik işbirliği kararı ilan ediliyordu. Cumhurbaşkanı Herzog da kısa bir süre sonra Türkiye'ye gelerek, bu işbirliğinin Türkiye 
ayağını pekiştirmeye çalışıyordu. İşte tam bu hengamede Türkiye kendisini hummalı bir tartışmanın içinde buluyordu. Kimileri Türkiye'nin bir süper güç olduğu bölgede, aktif roller alması gerektiğini söylerken, kimileri de ABD-İSRAİL-TÜRKİYE kombinezonu şeklinde değerlendirilen bu birlikteliğin Türkiye 
açısından neyle sonuçlanacağı belli olmadığı gerekçesiyle bu tür politikalardan şiddetle kaçınılmasını savunuyordu. 

İşte bu sırada İkinci Cumhuriyet tartışmaları başlıyor, Türkiye'nin artık kabuğundan sıyrılması gerektiği, bölgede uygulanabilecek aktif ama aynı zamanda son derece tehlikeli politikaların zemini hazırlanmak isteniyordu.Tam da bu tartışmalar yaşanırken Özal, Kürt pandora kutusunu açıyordu. Kuzey Irak'ta de facto (fiilen) özerk bir Kürt bölgesinin kurulmasına izin veriyor, iki Iraklı Kürt grubu ile doğrudan düzenli temasa geçiyordu. Nitekim bu grupların liderleri bir kaç kez Ankara'yı ziyaret etmiş ve daha da önemlisi, 

Özal bağımsızlık yönünde önemli bir adım sayılabilecek Kuzey Irak'taki seçimlerin yapılmasına ses çıkarmamıştı. Hatta Demirel bile Kürt liderlerle görüşerek Kuzey Irak'ta bir bağımsız Kürt devleti kurmayacakları ve PKK'yı destekleme- yecekleri taktirde kendilerine belirli bir eylem ve statü vermeyi 
teklif ediyor, daha da ileri giderek Irak Kürtleri'nin Ankara'da büro açmalarına izin veriyordu. O sıralarda pek çok kişi Özal'ın Kürt konusunu bu aşamaya getirmesini doğru bulmuyor ve bunun Türkiye'deki Kürtler'i de etkileyeceğinden endişeleniyordu.

Abdullah Öcalan: "ABD'ye Karşı Değiliz" 

NİTEKİM bölgede ABD güdümünde yeni bir yapılanmaya gidildiğini anlamakta gecikmeyen PKK lideri Abdullah Öcalan ABD ilgili son derece ilginç sözler söylüyordu. 5 Şubat 1992 tarihli Yeni Günaydın gazetesinde "Apo, ABD'ye Göz Kırptı" başlıklı Washington kaynaklı bir haberde şu ifadeler yer alıyordu: 
"ABD'nin New York kentinde bulunan Kürtoloji Enstitüsü'nün yayın organı Kürt Times dergisine görüşlerini açıklayan Abdullah Öcalan, PKK'nın hiçbir ABD vatandaşını düşman görmediğini ve şimdiye kadar da hedef almadığını söyledi. Öcalan, ABD'nin PKK ile ilişkileri yüzünden Suriye'yi suçlamaya da hakkı bulunmadığını belirterek ABD'den tarafsızlık beklediklerini belirtti. ABD'nin Kürt politikası yüzünden bir gün bölgeden dışlanabileceğim belirten Öcalan; Iran, Suriye, Irak ve Türkiye'de Kürt meselesiyle ilgili samimi politikalar üretmesi gerektiğini, öneri geldiği takdirde ABD ile derhal diplomatik ilişkiye geçebileceklerini söyledi." Marksist-Leninist Abdullah Öcalan, ABD'nin bölgedeki niyetini anlıyor ve ABD'ye yanaşmak için kollarını sıvıyordu. Nitekim, Kasım 1991 tarihinde de PKK'nın yayın organı olan Serxvebun dergisinde Öcalan, ABD ve NATO'ya ilişkin görüşlerini şöyle açıklıyordu: 

"Dünya konjonktürünün değiştiği böylesi bir aşamada ABD'nin Türkiye'deki karşı devrimi eskisi gibi finanse edeceğini sanmıyorum. ABD Türkiye'ye yeni büyükelçisini yollarken, kendisine "Git orada bir devrim olacak. Bu devrim biraz Çekoslavakya ve Doğu Almanya'da gerçekleşen devrimlere benzesin" 
diyor. Sözkonusu elçi eski Bern Büyükelçisi'dir. ABD şimdi Türkiye'de bir devrim bekliyor. Büyükelçi'sine bu devrimi kontrol etmesini söylüyor ve fazla anti- Amerikancı olmaması için uyarıda bulunuyor. Dediğim gibi, ABD, Türkiye'de bir "devrim" beklentisi içindedir. Bir kez Türkiye üniter devlet yapısını ABD'ye dayatamaz. ABD bundan böyle Türkiye'den üniter devlet anlayışını terk etmesini ve federasyondan bağımsızlığa kadar kendisini açık tutmasını isteyecektir." 
Marksist-Leninist Abdullah Öcalan, bayrağındaki orak-çekici bir yana iterken açıkça Kuzey Irak'ta ABD öncülüğünde kurulacak böylesi bir denklem içinde "ben de varım" diyordu. Aradan birkaç ay sonra PKK'ya yakınlığı ile bilinen Halkın Emek Partisi'nden beş kişilik bir heyet ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından ABD'ye davet ediliyordu. Sözkonusu gezide Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana, Mardin Milletvekili Mehmet Sincar, Van Milletvekili Remzi Kartal ile HEP Genel Sekreter yardımcıları Cabbar Leygara ve Murat Bozlak yer alacaktı. ABD böylelikle Abdullah Öcalan'ın çağrısına kulak veriyor, bölgede gitmek istediği yapılanmanın ipuçlarını veriyordu. 

O günlerin en popüler sorularından biri şuydu: "Türkiye, güneyinde bir Kürt devletinin kurulmasına mı, yoksa bir Kürt devletinin PKK tarafından kurulmasına mı karşıydı?" Türk kamuoyu o günlerde bu sorunun cevabını ararken devleti yönetenlerin çoğuna göre cevap belliydi: "Türkiye hangi şartlarda olursa 
olsun bölgede bir Kürt devletinin kurulmasına karşı olmalıydı." Çünkü böyle bir hareketin kendi topraklarının bir kısmına malolabileceği düşüncesi zihninin hemen her köşesini sarmıştı. Oysa bilindiğinin aksine öyle düşünmeyen bazı komutanlar da vardı. 

Özal Amerikancı mıydı? 

İSRAİL Cumhurbaşkanı Herzog'un Türkiye ziyareti ile temelleri atılan Türkiye- İsrail yakınlaşmasının ardından Türkiye yavaş yavaş yol ayrımına girmeye başlıyor, Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın öncülüğünde bölgede adeta bir ABD jandarmalığı anlamına da gelebilecek ABD'nin bölgedeki egemenliğini artıracak 
ve sonuçta neyle karşılaşılacağı belli olmayan bir sürece olanca gerilimiyle girmeye başlıyordu. Turgut Özal, bu politikalar yüzünden son derece şiddetli eleştirilere hedef oluyordu. Çünkü görünüşte Çekiç Güç'ün Türkiye'de konuşlanmasına o sebep olmuştu. Dolayısıyla Türkiye'nin bölünmesiyle 
sonuçlanabilecek bir geleceğin de sorumlusu o olacaktı. 18 Temmuz 1991 tarihinde o günlerde muhalefette olan Erdal İnönü şöyle diyordu: "Çekiç Güç'ün bir kumandanı var. O gücün kumandanına biz kendi gücümüzü veriyoruz, işte bunlar bizi savaşa götürecek şeyler. Türkiye bu konuşlandırmadan süratle 
kurtulmalıdır." 

Süleyman Demirel'se, "Yoksa sayın Özal ve iktidarı Türkiye'nin savunmasını ihaleye mi çıkardı? Bizim bildiğimiz savunma millidir" diyordu. 

Durum gerçekten böyle miydi? Çekiç Güç'ün Türkiye'ye gelmesini ve bölgede aslında Türkiye'nin taraftar olmadığı politikaların uygulanmasına o mu sebep olmuştu? Türkiye'yi ABD-İsrail ikilisinin dümen suyuna 
sokan Özal mıydı? 

Çekiç Güç'ü Türkiye'ye Kim Getirdi? 

DİKKATLİ bir gözle incelendiğinde durumun hiç de öyle olmadığı anlaşılacaktı. 2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt'i işgal eden ve bunun sonucu olarak ABD liderliğindeki müttefiklere yenilen Saddam, ateşkesten hemen sonra Kuzey'de isyan eden Kürtler'in üzerine helikopterleriyle yürümüş ve kimyasal silahlarını Kürtler'in üzerinde kullanmıştı. Bundan büyük zarar gören yarım milyona yakın Kürt de can havliyle Türkiye sınırına dayanmıştı. Türkiye o kadar zor ve çaresiz bir durumdaydı ki ne yapacağını adeta şaşırmıştı. Alacak olsa Türkiye bundan son derece zararlı çıkacaktı. Üstelik kamuoyu 1988 yılında peşmergelerin alınmasından son derece rahatsızdı. Nitekim bu dönemde PKK'nın eylemleri tırmanışa geçmişti. Yani peşmergeler PKK'ya yataklık etmişti. Almasa, bu kez Batı dünyası Türkiye'yi soruna duyarsız kalmakla suçlayacaktı. Çözüm belliydi. Özal bu yüzden ABD'den konu ile ilgili yardım talebinde bulunmak zorunda kalmış ve bu insanların yeniden topraklarına dönebilmeleri için bir güvenlik kuşağı oluşturulmasını istemişti. Dolayısıyla Özal, daha sonra Türkiye'nin başına bela olan Çekiç Güç'ün Türkiye'ye gelmesine sebep olmuştu. 

Oysa ABD bu süreci pekala önleyebilirdi. Çünkü Iraklı generaller General Schwarzkopf'tan yaralı ve diğer Irak askerlerini taşımak için helikopterler kullanma konusunda İzin İstiyordu, Yılların askeri, Körfez Savaşı boyunca NATO'nun Çevik Kuvvet'ini yönetmiş Orgeneral Schwarzkopf, üstelik bütün istihbarat birimleri bu konuya yönelmişken, Irak'ın bu helikopterleri bölgedeki Kürtler'e karşı kullanabileceğini nasıl olmuş da düşünememişti? 

ABD, çok açık bir şekilde, ilkin sağladığı güven dolayısıyla Şiiler'i ve Kürtler'i ayaklandırmış, ardından da Iraklı generallerin helikopter kullanma talebine olumlu yanıt vererek, Çekiç Güç'ün bölgeye konuşlanmasının zeminini hazırlamıştı. Nitekim kısa bir süre sonra bu bölgede ABD adına çalışan binlerce 
ajanın bulunduğu ortaya çıkmıştı. 

O halde Çekiç Güç'ün bölgeye konuşlanması sadece Turgut Özal ile açıklanabilir bir şey değildi. Öyle olsa idi 20 Ekim 1992'de yapılan genel seçimler sonucunda, iktidarı devralan Süleyman Demirel ile Erdal İnönü, muhalefetteyken karşı olduklarını apaçık belli ettikleri Çekiç Güç'ü kolaylıkla gönderebilirlerdi. 
Ancak öyle olmadı. Şöyle diyordu Demirci: "Batı'yı bilhassa ABD'yi yanımızdan fazla uzaklaştırmamız gerekir. Bizim Batı ile çok işimiz var. Batı'ya teslim olmamalıyız, ama işimizi de sürdürmeliyiz. Benim Batı'ya 50 milyar dolar borcum var. Ya öde diye üzerimize gelirse?" (Milliyet, 12.9.1991) 

Demirel kısa bir süre önce Çekiç Güç ile ilgili söylemiş olduğu sözleri unutmuş, Çekiç Güç'ün aslında sadece Özal'la açıklanabilecek bir şey olmadığının ipuçlarını vermişti. Muhalefetteyken Çekiç Güç'ü apaçık eleştirenler nedense iktidarda iken aynı cesareti gösteremiyorlardı. Nitekim bu politikalar yavaş yavaş ürünlerini vermeye başlamıştı. Önce Kuzey Irak'ta başta ABD* olmak üzere çeşitli ülkelerden uzmanların izlediği seçimler yapılmış, ardından hükümet kurulmuş ve devlet olmanın ilk adımları atılmıştı. 

Siyasi cambazlığıyla bilinen ve kamuoyunda siyasi fahişe olarak adlandırılan Celal Talabani "Keşke Türkler kadar özgür ola-bilsek" diyerek Kuzey Irak'ı Türkiye ile bir federasyon altında birleştirmek istiyormuş izlenimi veren sözler ediyordu. Ardından Iraklı Kürt liderlere diplomatik pasaport verecek kadar sahip çıkıldığı bütün dünya kamuoyuna duyuruldu. Bununla birlikte bir Kürt devletinin kurulmasına Türkiye'nin seyirci kalmasını sağlayacak bütün her şey hazırlandı. Çünkü dönemin CIA Türkiye Masası Şefi Graham Fuller ABD'nin konuya ne kadar önem verdiğini, apaçık tehdit edecesine, şu şekilde ifade ediyordu: 
ABD Tehdit Ediyor : "Sakın Engellemeye Çalışmayın!" 

EĞER Ankara bu süreci durdurmaya çalışırsa ortaya çıkalı çak sonuç tehlikeli ve masraflı olabilir. Böyle bir deneme sadece Türkiye'nin önemli bir parçasını kaybetmesine yol açmayıp, kaçınılmaz olarak Türkiye'nin diğer bölgelerine dağılmış Kürt topluluğun da istikrarsızlığına sebep olacaktır. Kürt sorunu, 
Türkiye'nin gelecekteki istikrarı, bölgedeki rolü ve Batı ve ABD ilişkileri için büyük Önem taşımaktadır." (Graham Fuller, Harp Akademileri Y.) 

Diğer taraftan ABD'nin bölge üzerindeki bu hesaplarının yıllar öncesine dayandığı da biliniyordu. ABD'li stratejistlere göre bölgenin (Noam Choamsky, Kader Üçgeni, sh. 535) Osmanlılaştırılması adını verdikleri şey, İsrail açısından uzun vadede akla yatkın bir hedef olabilirdi. Amaç güçlü bir merkez, (önce ABD 
destekli İsrail, sonra da Türkiye) ve büyük bölümüyle, tercihen birbirlerine hasım olan etnik-dini cemaatlere bölünmüş bir bölgeyle, Osmanlı imparatorluk sistemine benzer bir yapının ihyasıydı. Böylelikle civardaki devletler sürekli olarak istikrarsız kalacak ve İsrail'in güvenliği sağlanmış olacaktı. (Bu konuya 
ileride geleceğiz.) 

Noam Choamsky, Kader Üçgeni adlı kitabında, eskiden İsrail Yabancılar Bürosu'nda çalışmış Oded Yinon'dan şu sözleri naklediyordu: "Diğer cephelerde de aynı yaklaşım geçerlidir; Lübnan, Suriye, Irak ve Arap Yarımadası, Osmanlı döneminde Doğu Akdeniz sahillerinin durumu gibi, dini ve etnik küçük 
'parçalara' ayrılmalıdır." Sözün kısası ABD, Ortadoğu'da yeni bir yapılanmaya gidiyor ve bunu engellemeye çalışacak bütün güçleri apaçık tehdit ediyordu. Bu yüzden muhalefetteyken Çekiç Güç'ü son derece ağır sözlerle eleştirenler, iktidardayken onu göndermeye çalışmaktan dahi korkuyorlardı. 

Hava Kuvvetleri'nde görevli Albay Mehmet Kocaoğlu'na göre Çekiç Güç'ün bölgedeki varlık sebebini aslında Körfez Savaşı'na kadar götürmek mümkündü. Kocaoğlu'na göre, Ortadoğu petrollerinin ABD ve Batı pazarlarına akışının 
kesintisiz devam etmesi bir ABD reel politiğiydi ve bölgenin jeostratejik konumu ve sahip olduğu zengin petrol rezervlerinden dolayı Ortadoğu, özellikle Körfez Bölgesi ve çevresi ABD milli güvenliği ile ilişkili bir hale gelmişti. Albay Mehmet Kocaoğlu şöyle diyordu: 

"Başkan Nixon, ABD'nin ve özgür dünyanın Ortadoğu'daki ulusal çıkarları bölgede barışın herhangi bir ülke tarafından bozulmamasına bağlıdır. Herhangi bir gücün, Ortadoğu'da hâkim duruma gelmek istemesi, bölgedeki uyuşmazlıkları ve gerginlikleri şiddetlendirecektir. ABD ile özgür dünya ülkelerinin güvenlikleri olumsuz yönde etkilenecek ve dünya barışı tehlikeye girecektir. Başta ABD olmak üzere sanayileşmiş ülkeler için önemi açık ve net bir biçimde ortaya konmuştur. Aynı mesajı, J. Car-ter, başkan olduğu zaman 1980'de vermişti. Körfez Savaşı'nın siyasi kahramanları Başkan Bush ve Dışişleri Bakanı J. Baker'ın da tıpkı öncekiler gibi 'bölgede petrol üreten ülkelerin ABD ile dost olmak zorunda olduğu, ABD'ye karşı tutum ve davranış içine giremeyeceği ni' açıkça vurgulamış olmaları Ortadoğu petrollerinin barış ve güven içinde Batı pazarlarına akmasını önleyecek hiçbir girişime ABD'nin müsaade etmeyecek  olması, onun değişmez stratejisi haline gelmiştir. 

BU STRATEJİYE AYKIRI DAVRANAN HER ÜLKENİN BAŞINA HER TÜRLÜ ÇORAP ÖRÜLEBÎLİR. 

Kuzey Irak'taki oluşum, işte bu Amerikan reel politiğinin ta kendisidir.
Körfez Savaşı'nı Yeniden Okumak ''

ALBAY'IN sözleri bu kadarla da kalmıyor: "Kuzey Irak'ın" yani bir Kürt Devleti'nin oluşması süreciyle sonuçlanan Körfez Savaşı'nın arkaplanıyla ilgili oldukça ilginç saptamalarda bulunuyor: 
"Irak, Ağustos 1990'da işgal ve ilhak ettiği Kuveyt'i elinde tutabilseydi, dünya petrol rezervlerinin yüzde yirmisine sahip olacaktı. Irak'ın hedefi ve amacı gerçekten büyük seçilmişti. Elde ettiği ekonomik güçle, sadece bölgede değil, tüm dünyada etkin ve başat bir güç haline gelecekti. Hatta Saddam, Kuveyt'i ele geçirerek, dünyanın bir nevi petrol gücü haline gelmeyi tasarlamıştı. Oysa bu bir rüya idi. Çünkü, başta ABD olmak üzere bütün Batılı ülkeler Ortadoğu petrolünün kendi pazarlarına uygun fiyatlarla akması için her türlü yöntemi kullanmaktan ve hatta savaş yapmaktan bile çekinmemişlerdir. Yerleşik petrol düzeni ile ona bağlı istikrarın bozulmasına hiçbir zaman izin vermemişlerdir. Gelecekte de vermeyeceklerdir. 

Bazı iddialara göre Irak'ın Kuveyt'i işgalini önceden bilen ABD bir taşla iki kuş vurmuş oldu. Irak'ın, Kuveyt'i işgal ederek petrol rezervleri bakımından tekel oluşturması, bölgede ve Arap aleminde lider olma heveslerini kırmakla kalmadı, ABD'nin bölgede sürekli kalmasını meşru hale getirmiş oldu. Kuzey Irak'taki bugünkü oluşum tamamiyle bu stratejik hatanın bir sonucudur." 

Yani Saddam tam da ABD-lsrail ikilisinin istediğini yapmıştı. İşin garip tarafı ABD ve İsrail, Körfez Savaşı başlamadan önce Kuveyt'in yanında olduklarını 
söylemelerine rağmen Irak'ı silahlandırmaya devam etmiş oluşlarıydı. 1991 yılında Ana Britannica'nın, ana yıllığının, 106. sayfasında şöyle deniyordu: 
"Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri, Irak'a savaşın başladığı tarih olan 2 
Ağustos 1990'a kadar en gelişmiş silahlar ve silah üretim olanakları sunmayı sürdürmüşlerdir." 

Amerika'nın en saygın gazetelerinden olan Washington Post'un bir haberine göre de, Saddam Hüseyin ile CIA, Körfez Savaşı öncesinde bilgi alışverişinde bulunmuştu. Yani Bush yönetimi, Saddam'ın Kuveyt'i işgalini engellemek bir yana, gönderdiği CIA ajanlarıyla, Irak ordusunu teknik ve taktik açılardan eğitmişti. (Meydan, 30 Nisan 1992) 

Nitekim 2 Ağustos 1990'da Saddam'ın Kuveyt'i işgal ettiğini açıklamasıyla kötü bir dönemden geçen neredeyse tümü Yahudi olan Amerikan savaş sanayii rahat bir nefes alabilmiş, silah satışlarının artmasıyla birlikte borsalardaki hisse senedi değerleri de yükselmişti. 

Örneğin, Lochead Şirketi Başkanı Daniel Tellep, 24 Şubat 1991 tarihinde, Ekonomik Panaroma'ya şunları söylüyordu: "Şirketlerin satış ve kârları düştükçe düşmüş, hisse senetlerinin değeri azalmıştı. Ama şimdi, birdenbire her şey yoluna girdi. Gelecek yıl için inanılmaz büyüme fırsatları görüyorum. 
Bu savaştan kârlı çıkan, İran-Irak savaşında olduğu gibi yine aynıydı. 7 Aralık 1986 tarihinde İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron şöyle diyordu: 

"İranlılar ile Iraklılar birbirlerini öldürdükleri müddetçe, geceleri rahat uyuyabiliriz." 16 Şubat 1991 tarihli Sabah Gazetesi'nde yayınlanan haber-de de savaşta en çok kazanan şirketlerin Yahudi şirketleri olduğu belirtiliyor ve birer birer isimleri veriliyordu. Pentagon 1989 yılında 129 milyar dolarlık silah siparişi vermişti ve bu silahların da Körfez Savaşı'nda kullanıldığı biliniyordu. Pentagon 
elindeki savaş stoklarını bitirmeden savaşa ara vermek istemiyordu. 

Pentagon'un verdiği silah siparişleri içerisinde en ağırlıklı olanları 8.6 milyar dolarla üç Yahudi firması olan Mc Donnel Douglas, General Dynamics, General Electric bulunuyordu. 

Daha da ilginci Kuveyt'in imarını da Yahudi şirketleri üstleniyorlardı.(General Motors, Chrysler, Motorola, Kenet, FMC Corporation, Betchel, Ford, Mitel, La France, Raythelon, Caterpillar) 

10 Mart 1991 tarihinde Ekonomist Dergisi'nde geçen ifadeler aynen şöyleydi: 
"Kuveyt'in imarı için yapılacak harcamaların 60 milyar doları aşacağı tahmin ediliyor. Bu da yüzyılın en büyük inşaat projesinin uygulamaya konması anlamına geliyor. Manş Tüneli inşâsını bile gölgede bırakan Kuveyt'in imarı projesi, muazzam mali portresi ve yaratacağı istihdam gücü nedeniyle bu işin içinde olanları bile şaşırtıyor." 

Ortadoğu'da çıkarılan bu savaş sonucu petrol gelirleri silaha ve ülkelerin imarına harcanmış, böylece bu ülkelerin ekonomik ve siyasi açıdan güçlenmesi engellenmişti. 10 Ocak 1992 tarihli Ekonomik Panaroma konuyla ilgili şu yorumu yapıyordu: "Kuveyt'in Irak tarafından işgalinden bu yana petrol giderlerini en çok artıran ülke konumundaki Suudi Arabistan'ın elde ettiği kâr fazlası 17.9 milyar dolar, uğradığı kayıp ise yaklaşık 30 milyar dolardır. Yeni alınan silahlar, ülkede konuşlanmış bulunan Amerikan ordusu ve kendi askeri gücü için yapılan 
harcamaların Suudi Arabistan hükümetine beş aylık faturası 30 milyar dolar olmuştur... İran ise petrolden gelen parayı ülkesinin yeniden inşası için harcamıştır... Petrol gelirinden ne yatırım ne de tasarruf yapabildi. 
Bütün para başta IMF, Dünya Bankası ve büyük bankalar olmak üzere kreditörlere ve silah tüccarlarına gitti." (Şeytan'ın Dini Masonluk, Bilim Araştırma Grubu). Başbakan Yitzak Şamir, bir keresinde şöyle diyordu: "Saddam psikolojik açıdan ömrü boyunca İsrail'e faydalı olmuştur. Dünyanın, Araplar'a ve dolayısıyla Filistinliler'e nefret duymalarını sağlayacak sınırlı bir Körfez Savaşı, İsrail için faydalı olabilir. İsrail işgali altındaki topraklarda yaşayan Filistinliler güvenlik sebebiyle Ürdün'e gönderilebilirler. Saddam Hüseyin bu stratejik planlama için uygun bir katalizör." (2 Şubat 1991, Weiner, Türkiye İçin Milli Strateji, sh. 41) 

Wictor Ostarovsky, "By Way of Deception - Hile Yolu ile Savaş" adlı kitabından sonra yazdığı The Other Side. of Deception (Hilenin Öteki Yüzü) kitabında MOSSAD'ın Saddam Hüseyin'e bakışı ile ilgili bazı ipuçları veriyordu: "MOSSAD, Saddam Hüseyin'i Ortadoğu'daki en büyük fayda olarak görüyordu. 

Çünkü Saddam uluslararası politika açısından tümüyle irrasyoneldi ve MOSSAD'ın kullanabileceği bir aptallık yapmaya çok yatkındı." Ostarovski şöyle devam ediyordu: 

"MOSSAD liderleri, eğer Saddam'ı yeterince korkunç göstermeyi başarırlarsa ve onun Körfez petrolü için bir tehlike olduğu -ki Saddam daha önce bu konuda bir güvence olarak algılanıyordu düşüncesini yerleştirebilirse, ABD ve müttefiklerini Saddam'a saldırtabileceklerini hesaplıyorlardı." 

Turan Yavuz ise, Saddam'ın iktidarda kalmasının Yahudiler için ne kadar önemli olduğunu şöyle anlatır: "Körfez Savaşı'ndan sonra İsrail, bölge istikran açısından Saddam Hüseyin'in iktidarda kalmasını savunuyor ve istikrarın ancak, yarı güçlü bir Saddam ile sağlanacağına inanıyordu, İsrailli diplomatlar bu mesajı tüm dünyaya yaymakta gecikmediler. Körfez Savaşı'nın Tevrat'ta bir karşılığı var mıydı? Bilim Araştırma Grubu'nun yapmış olduğu son derece kapsamlı araştırmaya göre, evet..." 


5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 3

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 3




Üçüncü Bölüm 

YENİ ORTADOĞU RESMİ; MİTLER VE TÜRKİYE 

"Mısır Irmağından büyük ırmağa, Fırat nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim." Tekvin, 15/18 
ASLINA BAKILIRSA, bölgedeki ABD'nin çıkarları İsrail'in çıkarlarıyla örtüşüyordu. Kaçınılmaz bir zorunluluktu bu. işte bu örtüşen çıkarlar da kaçınılmaz bir şekilde Türkiye'ye İsrail'i dayatıyordu. ABD başkanlarından Carter'ın "İsrail'in başarısı politik bir mesele değildir. Olması şart olan bir inançtır" sözü ABD'nin İsrail'le olan ilişkisini gözler önüne seriyordu. Şöyle diyordu Carter: "İsrail'i üzeceğime politik hayatıma son vermeyi tercih ederim." (Middle East Contemporary Survey, Colin Legum, sh. 30) 
ABD Parlamentosu'nda yaklaşık 20 yıl senatörlük yapan Paul Findley, ABD dış politikasının belirlenmesinde Yahudiler'in ne denli belirleyici olduğunu anlatan ABD'de İsrail Lobisi adlı kitabında son derece çarpıcı bazı gerçeklerin altını çiziyordu. Arap-İsrail anlaşmazlığının çözümü için özel bir çaba sarfeden ve bu amaçla İsrail işgali altındaki Lübnan'da bulunan Sabra, Şatilla, ve Tel-Zaatar kamplarını yakından inceleme gereği duyan Findley, Yahudi lobisinin yoğun ve ısrarlı kampanyası dolayısıyla sonunda seçimleri kaybetmişti. Nitekim İsrail lobisinden bir yetkili bu olayı şöyle değerlendiriyordu: 
"Sonunda Findley'i defettik. Rakibi Durbin'in harcadığı 750 bin doların 685 binini biz Yahudiler'den topladık ve onu defettik." 

İsrail Lobisi ile kararlı bir mücadeleye girmekte gecikmeyen, Findley, Lobi ile ilgili bütün kuruluşların faaliyetlerini tüm imkanlarını kullanarak araştıracaktı. Yaklaşık iki yıl süren araştırmasında Findley, ABD dış politikasının neredeyse Yahudi lobisi tarafından yönlendirildiğini iddia ediyordu. Kitabı tamamen 
bunların kanıtlarıyla dolu olan Findley, Demokratların İllionis vali adayı Adlai E. Stevenson'un başına gelenleri şöyle yazıyordu: 
"Stevenson, İsrail'in işgal ettiği topraklarda yerleşim bölgeleri oluşturmasını engellemeye çalışan bir de tasarı hazırlamıştı. Bu olay hem Carter hem de Reagan yönetimlerince yasadışı ve barışın önündeki en önemli engellerden biri olarak gösterilmişse de, yönetimler kınama mesajları yayınlamaktan başka hiçbir şey yapmamışlardı. Stevenson hazırladığı tasarı ile, İsrail yeni yerleşim bölgeleri kurmaktan vazgeçinceye kadar, yapılması düşünülen 150 milyon dolarlık yardımın dondurulmasını öneriyordu. Yardım tamamen dursun demiyor, sadece o yıl yapılması kesinleşen 2.18 milyon dolarlık yardımın bir kısmı dondurulsun diyordu. Tasarı hakkında konuşurken, Stevenson, İsrail'in aldığı Amerikan yardımının Amerika'nın tüm ülkeler için ayırdığı yardım bütçesinin yüzde 43'ünü oluşturduğunu özellikle vurgulamıştı: 

"İsrail'e gösterdiğimiz bu cömertlik ve önceliğin faturasını kendi insanlarımızın ekmeğinden keserek ve Amerika'nın özgür dünyadaki veya gelişmekte olan ülkelerdeki yaşamsal çıkarlarını tehlikeye atarak ödüyoruz. Eğer verdiğimiz para ve destek Ortadoğu'da istikrar sağlayacak ve İsrail'in güvenliğini garanti 
altına alacaksa bir işe yarar. Ama görünen o ki, verilen yardım ABD'nin İsrail'in güdümüne daha fazla girmesine, Ortadoğu'nun daha çok karışmasına, İsrail'in daha fazla tehlikeye düşmesine ve ABD'nin dünyadaki otoritesinin durmadan daha fazla kaybolmasına neden oluyor. Burada sorun İsrail'e yaptığımız 
yardım değildir. Sorun, İsrail'in barış çabalarına ve adaletin yerine getirilmesine ne kadar yardımcı olduğudur. Önerdiğim şey, İsrail hükümetinin, İsrail'in çıkarlarının bizimkilerle uyum içinde olması gerektiğini anlamaya çalışmasıdır." 

Tasarı, tıpkı Hatfield'inki gibi büyük çoğunlukla reddedildi. Oylamadan sonra birkaç senatör, Stevenson'ın yanına gelerek, "Adlai, çok haklısın ama neden sana karşı oy kullandığımızı anlarsın. Belki gelecek sefere" dediler. Hayır, Stevenson anlamamıştı. Stevenson Lobi'yi yeterince tanımıyordu daha. 
Lobi'nin başka bir "cephe"de işe koyulduğunu sonradan anlayacaktı. Bu cephe, Yahudi Lobisi'nin en güçlü olduğu cephelerden biridir, yani medya cephesi. Tasarıyı hazırlamasının nedenlerinden biri olarak da medyayı göstermişti. Çünkü halkın böylesine önemli bir konudan haberdar olmak isteyeceğini düşünmüştü. Ancak haber servisleri bu olayla hiç ilgilenmediler. Problemin önemli boyutlarından biri de budur. Sadece Amerikan politikacıları sindirilmemiş, Amerikan gazetecileri de sindirilmişlerdir. Anti-Stevenson kampanyasını yürütenler onu Araplar'ın yürüttüğü ekonomik şantajın destekleyicisi olarak 
da göstermeyi uygun buldular. Bu öylesine uydurma bir hikayeydi ki, anlamak için Stevenson'ın Senato'da görev yaptığı süredeki siciline bakmak yeterdi. 1977'de yürürlüğe giren ve Amerikan şirketlerinin Araplar'ın İsrail'e uyguladıkları ekonomik boykota katılmalarını yasaklayan yasayı hazırlayan kişiydi. Ama 
anti-kampanya yürütenler oturup Stevenson'ın hayatım yeniden yazdılar. Stevenson boykotu kaldırmaya çalışanları engellemekle suçlanıyordu. 

Aslında tasarının sağ salim yasallaşmasını sağlayan da oydu. Bu başarısından dolayı, Amerikan Yahudileri Konseyi'nden bir başarı plaketi ve bol bol övgü almıştı. Ulusal Yahudi Kuruluşları Konseyi'nin Başkanı Thedore R. Mann, Stevenson'a yazdığı bir teşekkür mektubunda, "örgütünün kendisine duyduğu 
minnettarlığı" aktarıyordu. Mann mektubunda, "Hazırladığınız tasarının yasallaşması, sadece Amerika'nın adalet için gösterdiği çabaların Amerikan Yahudileri tarafından bir kez daha anlaşılması için bir vesile olmamış, daha da önemlisi, ulusumuzun ilkelere ve ahlaka olan duyarlılığının da bir kez daha kanıtlanmasını sağlamıştır" diyordu. 

(...) Stevenson valilik seçimlerini eyalet tarihine geçen en az oy farkıyla kaybetti. Aradaki fark sadece 5.074'tü. Bu rakam 3.5 milyon olan toplam oy oranının yüzde onunun yedide birine eşitti. Time dergisinin yazdığı gibi, seçim günü öyle düzensizlikler ve karışıklıklar olmuştu ki, böyle şeyler yalnızca güldürü filmlerinde olabilirdi. Seçim öncesi Chicago'nun çeşitli bölgelerinde onbeş seçim sandığı anlaşılmaz bir şekilde ortadan yok oldu. Başka bazı sandıklar da sandık görevlilerinin arabalarında ya da evlerinde "unutulmuştu." Stevenson sandıkların yeniden sayılmasını istedi ama.İllionis Yüksek Mahkemesi 4'e karşı 3 oyla reddetti. Sandıklar gayri resmi olarak tekrar sayıldığında ise, aradaki farkın 5000'den 7000'e fırladığı görülmüştü. 

Seçim sonrasında, tarafsız bir Chicago gazetesinde yayınlanan başyazı, karalama kampanyasının seçimler üzerinde ne denli etkili olduğundan söz ediyordu: 

"Chicago bölgesi Yahudiler'inin son anda giriştikleri yoğun çaba, eski vali Thampson'ın koltuğuna göz dikmiş olan Adlai Stevenson'ın hevesini kursağında bıraktı. Seçimlere bir hafta kala, pek çok Chicagolu ve taşralı haham Stevenson'ın aleyhinde vaazlar verdiler. Yahudi yerleşim bölgelerinde binlerce el ilanı dağıtıldı. Herkes eski senatöre cephe almıştı." Yapılan saldırıları ayrıntıları ile anlatan yazı şöyle sona eriyordu: "Büyük bir kararlılıkla yürütülen anti-Stevenson kampanyası, Stevenson çoğu kez suçlamalara cevap vermediği için olsa gerek, başarıya ulaştı ve daha önceki Senato seçimlerinde ona ve politikalarına güvenen 248.000 seçmenin oylarını Thompson'a vermelerine neden oldu.' Kampanya yöneticisi Joseph Novak, "Eğer o karalama kampanyası olmasaydı, Stevenson bugün koltuğunda oturuyor olurdu" diyor. Chicago'nun uzak yörelerinde, seçimi alacaklarından emin oldukları Highland Park ve Lake Count gibi yerlerde bile yenilmişlerdi. Halkla İlişkiler sorumlusu Rick Jasculca, 
"Kesinlikle arkadan vurulduk, kesinlikle" diyor ve "Beni rahatsız eden asıl şey, Philip Klutznick'in dışında hiçbir Yahudi liderin veya hahamın, Stevenson'ın İsrail düşmanı olduğu saçmalığını yalanlamaması" diye ekliyordu. Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi(AlPAC)'ın başkanı Thomas A. Dine, gözleri pırıl pırıl, zaferin tadını çıkararak konuşuyordu: 

"İsrail'e yönelik düşmanca tutumu onu ona seçimi kaybettirmiştir. İllionisli Yahudi yurttaşların oyları onu defetmeye yetti." 

Tıpkı Dine gibi, Stevenson da Yahudiler'in seçimi kazanama-masında önemli rol oynadıklarını düşünüyordu: 

Stevenson'ın İsrail Lobisi'nin ABD politik hayatını nasıl etkilediği üzerine yaptığı yorum ise şöyle: 

"Korkunç bir sindirme harekatı var ve Amerika'daki pek çok azınlıktan biri olan Yahudi azınlığın eylemcileri ve lobicileri, İsrail hükümetinin aldığı her kararı, yanlış ya da doğru, destekliyorlar. Bu işi yaparken öylesine hırçın ve kararlı yapıyorlar ki, hem insanları sindiriyorlar hem de azınlık olmalarına karşın tüm Amerikan politik hayatını etkiliyorlar. Başka bir deyişle, ABD'deki Yahudi cemaati İsrail'dekinden çok daha güçlü ve tek merkezli. İsrail Başbakanı'nın, Ortadoğu sorunları konusunda Amerikan dış politikası üzerindeki etkisi, kendi hükümetinin üzerindeki etkisinden genelde çok daha fazla." (ABD'de İsrail Lobisi, Pınar Yayınlan, sh. 158-160) 

Findley, İsrail'in "Amerikan Dış Politikası" üzerinde ne denli etkin olduğunu, İsrail'in çıkarlarına aykırı hareket edebilecek bütün ABD senatörlerinin nasıl sindirildiğini anlatan 542 sayfalık kitabında herşeyi bütün açıklığıyla anlatılıyordu. Amerikan dış politikası ile Yahudiler arasındaki ilişkiyi anlatan ve 
Amerika'da milyonlarca satan The Lobby adlı kitabın yazarı Edward Tiunan ise kitabı hazırlarken karşılaştığı bu zorluklarla ilgili olarak şöyle diyordu: 
"Konu çok hassas ve politik açıdan tehlikeliydi. Yahudi liderler, kongre üyeleri ve onların dostları Yahudiler'in ABD üzerindeki planlarını örtbas etmeyi tercih ediyorlardı. Bu konuda defalarca uyarıldım." 

Kurmay Albay'ın Lobi Yorumu 

HARP AKADEMİLERİ'NDE öğretim üyeliği yapan ve Türk-İsrail ilişkileri ile ilgili bir de doküman hazırlayan Kurmay Albay'ın 'Yahudi Lobisi' ile ilgili sözleri aynen şöyle: "Washington'da lobi faaliyetlerinin önemli bir bölümünü de "yabancıların faaliyetleri" oluşturmaktadır. Yüzü aşkın büyükelçilik kendi lobi faaliyetlerinin yanısıra Amerikalı lobici ve lobi firmalarının desteklerini sağlamış durumdadır, ikinci Dünya Savaşı'ndan beri yabancı ülke çıkarları için lobi faaliyetleri 
Washington'da yasama ve yürütme organlarında önemi giderek artan bir faktör haline gelmiştir. Amerikan Kongresi ve yönetimine etki etmek isteyen yabancı misyonlar ile ABD'de mevcut etnik azınlıkların "ana ülke" isteklerini gerçekleştirmek amacıyla kullanılan her türlü araç, gereç ve personeli kapsamaktadır. En başta gelen çıkar, ekonomik yardım ve silah teminidir. 
Son yıllarda Amerikan etnik gruplarının dış politika üzerinde lobicilik faaliyetleri bir hayli artmıştır. Etnik lobicilik, yalnızca bir etken değil, aynı zamanda en zorlu ve en saldırgan lobicilik şeklidir. Bununla birlikte, karşıtlarıyla tartışmak yerine yandaşlarını harekete geçirmeyi tercih etmektedirler. 
Etnik lobiler, diğerlerine göre daha duygusal olma eğilimindedirler, çünkü yabancı bir ülke çıkarını yalnızca bir müşteri işi olarak yapmazlar. Kendi "ana ülkeleri"nin çıkarlarını, ABD'nin çıkarları önünde tutarlar.  
Birçoğunun (Yahudi, Yunan) Kongre üyeleri arasında savunucuları vardır. Etnik toplumlar "oy sahibi" olmaları nedeniyle de, kozu ellerinde tutarlar. 

Bugün, ABD'de, yabancı lobilerinin en başında, yoğun şekilde bu ülkenin askerî, siyasî ve ekonomik yardımına dayalı İsrail asıllı olanlar gelmektedir. ABD'de yaşayan Yahudi nüfusu toplam nüfusun ancak yüzde dördünü oluşturuyorsa da siyasi yönden son derece faaldirler. En önde gelen üç TV şebekesinden 
ikisi olan NBC ve CBS'in ortaklarından olup, en yüksek tirajlı ve siyasi etkinliğe sahip gazetelerden New York Times, New York Neuıs ve Washington Post'un sahipleridirler. Kongre'de ise Yahudi asıllı otuz milletvekili, sekiz senatör yer almaktadır. İsrail Lobisi'nin gücü, üyelerinin "nitelik", "nicelik", "organize" ve "davalarına bağlılıkları"ndan kaynaklanmaktadır. Lobi faaliyetlerini yürüten başlıca kuruluşları AIPAC (Amerikan İsrail Public Affair Committee-Amerikan İsrail Kamu İşleri Komite-si)'dır. Amacı, ABD'nin, İsrail'le ilişkilerini güçlendirmek, Arap ülkeleriyle ilişkilerini engellenmektir. Diğer Amerikan İsrail organizasyonlarının pekçoğunun lideri AIPAC'ın yürütme komitesinde yer almaktadır. Bu şekilde lobi faaliyeti AIPAC'ın kendi üyelerinin çok ötelerine yayılır!" 

Emekli Korgeneral İhsan Gürkan: "İsrail Bir Din Devletidir " 

NİTEKİM Emekli Korgeneral İhsan Gürkan, kendisiyle yaptığım özel bir söyleşi sırasında İsrail'in bir din devleti olduğu gerçeğinden yola çıkarak, yöneldiği politikanın dinî arka planıyla ilgili olup olmadığı konusundaki bir soruya şöyle cevap veriyordu: "İsrail bir din devletidir ve İsrail'in yönelmiş olduğu dış politikanın elbette bununla bir ilişkisi vardır. İsrail'de aşırı dinci Yahudiler'le dinci olmayan Yahudiler arasında bu konuya bakış arasında pek bir fark yoktur. Mesela din adamı olmadığı halde emekli general Şaron gibi son derece tehlikeli düşüncelere sahip olan adamlar vardır. Şaron'a göre İsrail'in kuzey sınırları Toroslar'a kadar dayanır. Bu mümkün mü? İsrail'in Toroslar'a kadar gelebilecek gücü yoktur. Ama İsrail bu kapsamdaki bazı amaçlarına ulaşmıştır. 

Şaron'dan daha eski bir emekli general "Litani" nehrini sınır saymıştı bir zamanlar. Gerçekten de Litani nehri İsrail'in denetimi altındadır bugün! Ancak İsrail'in bunu gerçekleştirebileceğini zannetmiyorum." John Bunzl, "Öteki İsrail" adlı eserinde antisiyonist sol hareketin sözcülerinden gazeteci yazar Michael 
Warshavsky'ye şöyle sorar: " Sizce, Sabra ve Şatilla katliamlarını kabullene bilmek, Yahudi toplumunun ancak siyonizmle kendini var edebileceği idealine inanan halk için, bu tür yanılsamalara kendini kaptırmamış olan anti Siyonistler için daha korkunç olmadı mı?" 

Cevap son derece şaşırtıcıdır: 

"Bana kalırsa, bazı insanlar İsrail Devleti'nin politik yapısını ne olursa olsun korumak ve sürdürmek istiyorlar. Bu politik yapının ortaya çıkardığı birtakım kötü sonuçlan ise kaçınılabilir hatalar olarak görüyor ve daha dikkatli bir politik stratejiyle altedebileceğini umuyorlar. Oysa bazıları tamamen şunun 
bilincindedirler ki şimdiki savaş da, önceki savaşlar da istenmeden yapılan birer hata değildir. Tam tersine İsrail Devleti'nin politik yapısından kaynaklanmakta dır." Acaba İsrail'in bölgeyle ilgili stratejileri nereye dayanıyordu? Tüm bunların Tevrat'la, KABALA'yla yani dinî arkaplanıyla, ya da vaadedilmiş topraklar mitiyle ilgisi olabilir miydi? 

İsrail Nasıl Kuruldu? 

BİLİMSEL bir gözle incelendiğinde bunun hiç de yabana atılır bir iddia olmadığı görülecekti. Filistin, Arabistan Yarımadası'ndan zaman zaman göç eden insanlar tarafından iskan edilmişti. M.Ö. 2000 yılında Arabistan Yarımadası'nda ani bir iklim değişikliği sonucunda, bu bölge çöl haline gelince Arabistan halkı göç etmeye başlamıştı. Bu göç sırasında Filistin'e ilk gelenlerin Kenaniler olduğu 
anlaşılacaktı. İncil'de de Filistin'in adı Kenan diyarı olarak geçmekteydi. On- lardan sonra bölgeye Fenikelilerin gelmişlerdi. Bölgeye ismini veren Philistin- Filistiler'in daha çok yerleşik oldukları sahil bölgesine N il deltasından geldikleri iddia edilmekteydi. Filistiler hakkında fazla bilgi olmamakla birlikte 
Mısır'dan geldikleri kuvvetle muhtemeldi ve Tevrat'a göre bu bölgede Filistiler, Amaratiler, Kenaniler, Hititler, Heyutiler, Girgazitiler, Perizler ve Jebuzitler yaşamışlardı. Sami ırkından olmayan Hititler'e Tevrat'ta sık sık değinilmekteydi. Tevrat'ta Hititler'in Hebron (Halil-ür-rahman)'da yaşadıkları, Hz. İbrahim'in oraya geldiğinde kendisine yabancı, Hititler'e ise yerli dediği ve oğlunun iki Hititli kadınla evli olduğu yazılıydı. Yine Tevrat'a göre Hititler, İsrailoğulları tarafından 
tamamen yok edilmişlerdi. 

Silahlı Kuvvetler Akademisi öğretim elemanı Hv.Mu.Kur. Alb. Mehmet Sarı tarafından hazırlanan Bağımsız Filistin Devleti'nin Doğuşu adlı dokümana göre İsrail'in Filistin bölgesi ile ilişkileri tamamiyle Tevrat'a dayanıyordu: 

"Tevrat'ın yaradılışa ait olan bölümü Genesis'e göre; Yahudiler'in başlangıcı İbraniler'dir. Genesis'e göre İbraniler'in ulu dedelerinden olan Abraham (İbrahim), babası ile birlikte Mezopotamya'nın Harran şehrine gelmiş, babasının ölümünden sonra Allah'ın emrine uyarak kabilesinin başında Kenan diyarına göç etmiştir. İbrahim'den sonra, oğlu İshak ve ondan sonra da İsrail adını alan Yakup kavmin başına geçmiştir. Yakup'la birlikte İbraniler, Beni İsrail yani İsrailoğulları veya İsrail kavmi adını almıştır. 

(...) Yahudiler'in Filistin'deki yaşantıları İbrahim Peygamber ile başlamaktadır. Bu peygamber zamanında Yahudiler Mezopotamya'dan gelerek Güney Filistin'e yerleşmişlerdir. Tevrat'ta yeralan bir efsaneye göre; İbrahim'in Kenan diyarında bulunduğu bir sırada Asuriler, İbrahim'in kardeşi Lut'u ve birçok kişiyi esir 
almışlardır. Bunun üzerine İbrahim, Asuriler'e yetişerek kahramanca dövüşmüş, kardeşini ve esirlerini kurtarmıştır. Bunun üzerine bir gece rüyasında Allah, İbrahim'e görünmüş ve Mısır nehrinden büyük nehir olan Fırat'a kadar, Kenaniler, Keniziler, Kadmaniler, Hetiler, Feriziler, Amaniler, Girgaziler ve Jebusilerin ülkelerini senin nesline veriyorum diyerek bu toprakları İsrail oğulları'na bahsetmiştir. Bugün İsrail'in Nil'den Fırat'a kadar olan toprakları ele geçirmek istediği iddialarının kaynağının burası olduğu anlaşılmaktadır." (Bağımsız Filistin'in Doğuşu ve Geleceği, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, Mayıs 1994) 

Efsane'nin Kudreti 

ASLINDA bunu "Yahudi meselesi benim için ne sosyal, ne dini bir meseledir, sadece millî bir meseledir" diyen, "dayanılmaz bir kudretin bir araya gelme çığlığını oluşturan" efsanenin kudretinin önemini kavrayan 
siyonizmin kurucusu Theodore Herzl'e kadar götürmek gerekiyordu.(Thedore Herzl, Yahudi Devleti, s.45) Filistin, diyordu Herzl, bizim unutulmaz tarihi yurdumuzdur... Tek başına bu isim halkımızın güçlü bir birleşme çığlığı olacaktır... (Thedore Herzl, Yahudi Devleti, s.209) Siyonizmin babası Theodor Herzl'in 1896 yılında yazdığı "Yahudi Devleti" adlı kitapta; bütün yahudilerin 
dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, aynı siyasal topluluğun bilinçli üyeleri olduğu ve kurulacak bir 

Yahudi devleti için en uygun yerin Filistin olduğu fikri işlenmişti. 1897'de İsviçre'nin Basel şehrinde toplanan ilk Siyonist Kongresi'nde de bu düşünce benimsenmiş; bu tarihten sonra, her yıl yapılan kongrelerde de Siyonizm düşüncesi giderek kurumlaşıp güçlenmişti. Sultan II. Abdülhamit, tehlikeyi 
sezmiş, 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla saltanatını kaybedinceye kadar, Filistin'e Yahudi göçünü engellemek için elinden gelen her türlü tedbiri aldırmışsa da hukukî boşluklardan yararlanan Yahudiler'in göçünü durduramamıştı. 1882-1918 yılları arasında, Filistin'e yaklaşık 56.000Yahudi göçmeni giriş yapmıştı. 

1917 yılında, İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, "Siyonist Federasyonu"na gönderdiği ve "Balfour Deklarasyonu" olarak bilinen bu mektupta, hükümetinin, Yahudi halkı için, Filistin'de bir yurt sağlanması lehinde elinden gelen her türlü gayreti göstereceğini ve bu deklarasyonu müttefikleriyle birlikte mutabakat halinde yaptığını öne sürmüştü. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson da yapmış olduğu açıklamasında durumdan son derece memnun olduğunu duyurmakta gecikmemişti. Nitekim bu deklarasyonla ilgili Wilson politikası 1922 yılında ABD Kongresi tarafından ittifakla kabul edilmişti. 
1922 yılında, Milletler Cemiyeti kararıyla, bölge İngiltere'nin mandaterliğine verilmişti ve böylece İsrail'in kurulması için bütün engeller ortadan yavaş yavaş kalkmıştı. Bununla birlikte İngiltere, Filistin'den ayrılıncaya kadarki süre içerisinde iki yüzlü politikasının kanlı sonuçlarını da yaşamıştı. 

İngiltere, Yahudiler'in Filistin'e göçlerini çabuklaştırmak için elinden geleni yapıyordu. Mevcut kayıtlar, 1918 yılında Filistin'de yaşayan 85.000 civarındaki Yahudi nüfusun, 1919/1948 arasında 580.000, 1948-1985 arasında ise 3.349.997'ye yükselerek toplam nüfusun yüzde 82.97'sini oluşturduğu nu gösteriyordu. 

14 Mayıs 1948'de manda rejimi tam bir çıkmaz içinde sona ererken, aynı gün İsrail Devleti'nin kuruluşu ilan edildi. O gece ABD, bir kaç gün sonra SSCB, bir ay içinde de beşi Doğu ve dördü Batı blokundan olmak üzere dokuz devlet tarafından resmen tanındı ve mayıs içinde Birleşmiş Milletler Örgütü'ne kabul 
edildi. Türkiye, 9 Mart 1950'de İsrail'i tanıyan ilk Müslüman devlet olmuştu. (Ortadoğu Barış Süreci ve Etkileri, Harp Akademileri Basımevi, Mart 1996) 
İsrail'in kurulması, "Siyonizm"in kendini gerçekleştirme çabasının ilk adımlarından başka bir şey değildi. Harp Akademileri'nde görevli bir kurmay albay konu ile ilgili olarak şöyle söylüyordu: 

"İsrail Devleti bugün siyonizmin bir zaferi ve ürünüdür. Siyonizmin sonucudur. "(Türk İsrail Yakınlaşması, Harp Akademileri Yayınları, sh.17) İyi ama böylesine tehlikeli, emperyalist, vahşi bir ideoloji kendisinin ilahî bir kaynaktan beslendiğini nasıl düşünebilirdi? 

Aslına bakılırsa Herzl'in gerçek anlamda bir Yahudi  (İbrahimî)  olduğunu söylemek de bir o kadar zordu. Çünkü o kendisini " Ben bir bilinmezciyim / agnostikim"(sh. 45) şeklinde tanımlıyordu. Yani katıksız bir Kabala'cıydı Herzl... 

Fransız asıllı ünlü bilim adamı Roger Garaudy "İsrail, Mitler ve Terör" kitabının başında şöyle diyordu: 

"Bu kitap bir sapkınlığın tarihidir. Bu sapkınlık, vahyedilmiş bir kelamı harfiyyen ve seçmeci bir tarzda okumak suretiyle dini, kutsallaştıran bir siyasetin aleti yapmaktan ibarettir. Bugün ise "İsrail Politikasının Kurucu Efsanekri" kitabımla Yahudiler'in şimşeklerini üzerime çekmek pahasına yapıyorum. Zaten onlar 
Haham Hirş'in kendilerine "Siyonizm, Yahudi halkını milli bir kimlik olarak tanımlamak istiyor. Bu bir sapkınlıktır" hatırlatmasında bulunmasından da hoşlanmıyorlardı. (Washington Post, 3 Ekim 1978) 

"Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim." Tekvin, 15/18 General Moşe Dayan ise 10 Ağustos 1967 tarihinde, Jerusa-lem Post gazetesine şöyle diyordu: "Bizler Tevrat'a sahipsek, bizler kendimizi Tevrat'ın halkı olarak görüyorsak, Tevrat'ta vaad edilen bütün 
topraklara sahip olmak zorundayız."(R. Garaudy, İsrail, Mitler ve Terör) 
"Şöyle seslenir Rab; Benim ilk doğan oğlum İsrail'dir." Çıkış, 4/22 
"Dünya insanları, İsrail ve bir bütün olarak ele alınan diğer milletler olarak ikiye ayrılabilir, İsrail seçkin millettir. Bu temel dogmadır." (Haham Cohen, Talmud, sh. 104) 

"Bizzat Allah tarafından bütün dünyanın idaresi için bizim seçildiğimizi peygamberler söylemiştir. Allah bizi bu vazifeyi görebilecek bir zeka ile teçhiz etti. Hasım tarafta bir zeka olsaydı. Fakat öyle olsa da yeni gelen bir kimse eskiden beri yerleşmiş olan bir kimse ile denk olamaz. Bu sebeple aramızdaki mücadele, dünyanın bugüne kadar asla görmediği şekilde merhametsiz olacaktı. Evet onların zekası çok geç yetişmiş olacaktır. Bütün devlet mekanizmalarının tekerlekleri bir motor kuvveti ile hareket ettirilir ki O bizim 
elimizdedir." (Siyon Liderleri'nin Protokolleri, Protokol 5, sh. 35) 
Roger Garaudy, hiçbir tarihî temeli olmayan bu inancın ABD dış politikasını nasıl belirlediğini şöyle anlatır: 


"Efsanenin tarih olarak fosilleştirilmiş kısmını ve bu "tarihî uyarlama" iddialarının bir siyasetin meşrulaştırılmasında kullanılışını yalnızca özel bir durum içinde ele alıp inceleyeceğiz. Bu özel durum, Kitab-ı Mukaddes'te anlatılanların araç olarak kullanılması durumudur. Zira bu efsaneler, en kanlı teşebbüslerini haklı göstererek Batı'nın oluşumunda belirleyici bir rol oynamaya devam ettiler. Romalılar, ardından da Hıristiyanlar tarafından Yahudiler'e yapılan zulümlerden tutun da, Haçlı Seferleri'-ne, Engizisyonlara, kutsal ittifaklara, "seçkin halklar" tarafından yürütülen sömürgeci egemenliklere, hatta İsrail'in aşırılıklarına varıncaya dek... İsrail'in aşırılıkları denilince, onun sadece Ortadoğu'daki yayılmacı siyasetinin aşırılıklarını değil, aynı zamanda lobileri aracılığıyla yaptığı baskıları da kastediyoruz. Bu lobilerin en güçlüsü, "en güçlü güç" olan Amerika Birleşik Devletleri içerisinde, Amerika'nın dünya hakimiyeti ve askeri saldırganlığı politikası üzerinde birinci planda rol oynamaktadır." 

John Bunzl'un "Otelci İsrail" adlı kitabında da konu ile ilgili çarpıcı örnekler vardır: Sinai Peter adlı eski bir asker, Bunz'a şunları anlatır: 
"Ordu içinde politik harekete katılmam, yedek panzer birliğinde asker olmamın doğal bir sonucu olarak gelişti bence. Yani gerçekleştirilecek her türlü saldırı ve operasyona ilk önce çağrılacak insanlar bizlerdik. Bense inanmadığım bir savaşı kesinlikle reddediyorum. Bugün İsrail'in politikası, Maarah (Siyonist İşçi Partileri Birliği) başa gelse bile, aşağı yukarı nettir: İsrail sınırlarını olabildiğince geniş tutmak. Şimdi yönetimde olan Likud Partisi ise bütün topraklan işgal etmek istiyor. Bu politikanın bizi sonu gelmeyen savaşlara sürükleyeceği çok açık bence. 

Öte yandan, özellikle 1967'den beri başa gelen yönetimler yüzünden İsrail, bölgenin en saldırgan devleti haline geldi. Bu gerçeği göz ardı edemeyiz. Bu savaş artık İsrail'in varolma mücadelesi değildir; tam tersine Filistin halkının ve İsrail yönetiminin politikasını benimsemeyen diğer tüm rejimlerin varolma haklarına karşı girişilen savaştır." 


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 2

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 2


Askerler Refah'ı Destekledi mi? 

BİRİNCİ soru, Suriye'nin PKK'ya destek veren bir ülke olduğu ve su konusunda da sürekli sorunlar çıkardığı şeklinde cevap veren Türk tarafı Refah Partisi konusunda ise oldukça ilginç, adeta bir RP iktidarından yana oldukları izlenimini veren bir üslupla, Türkiye'nin demokratik bir ülke olduğunu, iktidara gelecek partiyle Anayasa'da belirtilen kavramların değiştirilmesinin mümkün olmayacağı nı, dolayısıyla endişenin yersiz olduğunu belirtiyordu. Olayın dikkat çeken tarafı bu görüşmelerden kısa bir süre sonra da RP'nin DYP ile bir koalisyon kurmuş olmasıydı. Ancak endişelerin yersiz olduğunu söyleyenler -ki bunu söyleyen Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir'di- kısa bir süre sonra RP'nin PKK'dan bile daha tehlikeli olduğunu ifade edecek ve Türkiye birçok kez darbenin eşiğine gelecekti. İsrail'e RP konusunda teminat veren Çevik Bir, kısa bir süresonra Amerika'daki bir konuşması sırasında Sincan'da yürüyen tanklarla ilgili olarak "demokrasi"de balans ayarı yaptık diyecekti. O halde bu çelişki 
ne anlama geliyordu? 
Aslına bakılırsa askerlerin RP'nin iktidara gelmesi için herhangi bir çaba sarfettiği söylenemezdi. Buna gerek de yoktu. Çünkü kamuoyu araştırmaları zaten RP'nin sandıktan oldukça güçlü bir şekilde çıkacağını gösteriyordu. Ancak tüm bunlardan daha da önemlisi askerlerin bir RP iktidarını engellemek için hiç 
birşey yapmamış oluşlarıydı. Bir iddiaya göre bazı askerler bundan maksimum fayda elde edebileceklerini çok iyi biliyorlardı. 

Bu iddiaya göre ordu içerisinde bir kanat ciddi denebilecek bir darbe eğilimi içerisindeydi ve bu kanat 1987 yılından bu yana ordu içerisinde hızlı bir şekilde örgütleniyordu. 1987 yılında Özal'ın, dönemin Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ Paşa'nın 2000 planını bozmasıyla birlikte ordudaki taşlar oynamış ve 
ordudaki darbe geleneğine ciddi bir "darbe" vurulmuştu.

Bu plana göre 2000 yılına kadar kimin Genelkurmay Başkanı olacağı belirlenmiş ti. Yine iddialara göre Üruğ ekibi olarak bilinen bu oluşum kökenlerini "Yön" hareketinden alıyordu. Ancak Özal kliğinin 1990'ların başında yavaş yavaş güçten düşmesi ve Özal'ın 1993 yılında vefat etmesiyle birlikte, Üruğ ekibi 
daha güçlü bir şekilde TSK'nin kilit noktalarını ele geçiriyor ve hatta komuta kademesinde temsil edilmeye başlanıyorlardı. 

Bütün personel daire başkanlıkları ve hareket başkanlıklarında etkin hale gelen bu ekip, kısa bir süre sonra kendi görüşlerinde olmayan subayları tasfiye etmekte gecikmeyecekti. Kimine "gerici", kimine "faşist" kimine de "Amerikancı" diyerek "Korgeneral" rütbesinde bile bazı isimleri tasfiye etmekten çekinmeyen bu ekip İsrail'le ilişkilerin de başını çekiyordu. Bir iddiaya göre İsrail'in RP ile ilgili sorusu bu yüzdendi ve bu doğrultuda RP, Türkiye'de çok iyi bir darbe gerekçesi olabilirdi. 
Diğer taraftan yine iddialara göre  bu ekip içerisinde PKK ile ilgili olarak son derece farklı düşünenler de bulunuyordu. 

Özal ağzına aldığında yoğun eleştirilere sebep olan federasyon, Kürtlere kültürel hak ve özgürlükler gibi sözler bu ekip tarafından artık açıkça ifade edilmeye başlanıyordu. Milli Güvenlik Kurulu'nda bu yüzden MİT ile askerler arasında ülke için tehdit değerlendirmesi konusunda bazı fikir ayrılıkları ortaya çıkıyordu. 
MİT'e göre PKK hâlâ l. tehdit olmaya devam ederken, Genelkurmay yetkililerine göre ise irtica artık PKK'nın yerini alıyordu. Nitekim Hanefi Avcı da 5 Temmuz 1997'de 32. Gün programında üst düzey bir askerî yetkiliyle APO arasında ilginç bir telefon görüşmesi geçtiğini belirtiyordu. Sözkonusu telefon konuşmasına göre üst düzey askerî yetkili APO'ya şöyle diyordu: " Siz bir müddet sesinizi çıkarmayın, sizinle sonra ilgileneceğiz...

RP'nin kafasında ise kendisini ABD'ye göbek bağı ile bağlı olmayan bir Türkiye yaratmak düşüncesi bulunuyordu. Dolayısıyla RP iktidarının yaratacağı bu psikolojik farklılık ABD tarafında "Ankara"nın kafasını kızdırmama düşüncesinin etkin olmasıyla sonuçlanacaktı. Nitekim RP'nin iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra da Erbakan; İran, Pakistan, Malezya, Endenozya ve Singapur'u kapsayan Müslüman ağırlıklı "Doğu Seferi" ile Türkiye'nin seçeneklerinin çok fazla olduğunu ABD'ye hissettirecekti. 

Dahası, Refah Partisi'nin iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra yapılan Çekiç Güç oylaması öncesinde, ABD, Ankara'nın yıllardır kulak tıkadığı bazı taleplerine bu kez tepki gösteremeyecek ve Irak'la ticareti mümkün kılan BM kararının uygulamaya konmasını kabul edecekti. Bundan da önemlisi, Çekiç Güç'ün 
süresinin uzaması için, Türk tarafınca daha önceleri istenen fakat geri çevrilen bazı Çekiç Güç düzenlemelerine onay verecek ve Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti'ne öncülük etmeyeceğini deklare ederek taahhüt altına girecekti. Bazı askerler için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Hem Çekiç Güç gitmiş 
olacak, hem muhtemel bir darbe girişimde ABD'nin desteği alınabilecekti... 
Bir taşla iki kuş... 

PKK, Anlaşmanın Merkezinde. 

İŞİN ilginç tarafı yapılan görüşmeler boyunca Türk tarafı gerek PKK, gerekse diğer sorunlar dolayısıyla sürekli şikayetçi pozisyona düşerken bölgedeki geçmişi 50 yılı bulmayan İsrail ise şikayetleri dinleyen ağabey gibi davranıyordu. 
Orgeneral Çevik Bir, görüşme sırasında bir ara söz alıyor ve Suriye İstihbaratının İsrail gizli servisine angaje olduğunu bildiklerini söylüyordu. Bu tarihi sözün anlamı ne olabilirdi? Acaba Suriye İstihbaratı, kontrolüne girecek kadar MOSSAD'A mı kilitlenmişti ve bu yüzden Suriye olayları MOSSAD'ın istediği 
gibi mi görüyordu? 

İsrail tarafı Orgeneral Çevik Bir'in bu sözlerine cevap vermedi. Oysa Ortadoğu'da kurgulanmak istenen bir çok şey belki de bu cümlede gizliydi. 

Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz ise anlaşmayla ilgili kamuoyunda oluşan tepkiden ötürü bu anlaşmayı uygulamadan kaldırabileceklerini söylüyordu. RP'li Abdullah Gül ise, 2 Hazİran 1996 tarihinde El-Hayat gazetesinde yeralan söyle- şisinde Başbakan Yılmaz'ın bile bu anlaşmadan rahatsızlık duyduğunu 
belirterek Refah Partisi'nin iktidara gelmesiyle birlikte bu anlaşmaya son verileceğini kaydediyordu: 

"Bu anlaşmanın benzerleri bazı Arap ülkeleri ile yapılmış olsa da İsrail ile gerçekleştirilen bu anlaşmayı kesinlikle iptal edeceğiz. Bu anlaşmanın iptal edilmesi halinde Türk ordusunun herhangi bir müdahalede bulunacağını sanmıyoruz. Ordunun rolü büyük ölçüde değişmiştir. Hükümet güçlü ise ordu da ona uyacaktır." 

Sözkonusu anlaşmadan birkaç ay sonra REFAH-YOL Hükümeti kurulmuş ve kısa süre sonra da Hükümetlin çok güçlü olmadığı, Türk Ordusu'nun da rolünün değişmediği anlaşılmıştı. İşin garip tarafı, Türkiye-İsrail ilişkilerinin tarihine bakıldığında Türkiye'nin son derece temkinli bir politika izlediği anlaşılacaktı. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler'de Filistin'in bölünmesine karşı çıkmış, daha sonra Batılı devletlerin güvencesinde İsrail Devleti'ni tanımıştı. Türkiye'nin İsrail'i tanımasının bir başka sebebi de Sovyetler Birliği'ydi. Sovyetler Birliği, kendi topraklarında yaşayan Musevilerin İsrail'e göç edeceği düşüncesiyle İsrail'in kurulmasını destekliyordu. Türkiye Rusya'yı 
karşısına almak istemiyordu. 

1950'de, Demokrat Parti döneminde Türkiye İsrail'le bir ticaret anlaşması imzaladıysa da bu çok fazla uzun sürmeyecekti. 

1967 Arap-İsrail savaşları sırasında Türkiye, İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesini isteyebilmişti. 
Dahası, 1970'li yıllarda Türkiye, Birleşmiş Milletler'de daima İsrail'e karşı Arapları destekliyordu. Örneğin 1975 yılında Türkiye Siyonizmi ırkçılık olarak tanımlayan ülkeler arasında yer alabilmiş-ti. Aynı yıl Türkiye, Filistin Kurtuluş Örgütü'nü, Filistin'i temsil eden örgüt olarak kabul etmişti. 1976 yılında Türkiye, İslam Konferansı Örgütü'nün bir üyesi olmuş ve ilişkilerinde hep Araplar'ın tarafında olmaya dikkat etmişti. 

1988 yılında Filistin'in yurtdışında bulunan parlamentosu tarafından Filistin Devleti'nin kuruluşu ilan edilmiş ve Türkiye bu devleti tanıyan ülkeler arasında yeralmayı yeğlemişti. Tüm bu süreç boyunca Türkiye ile İsrail arasında dostane ilişkiler de yaşanmıştı. Örneğin 1958 yılında Irak'ta meydana gelen ihtilalden kaçan Iraklı Musevilere Türkiye kapılarını açmış ve Türkiye üzerinden İsrail'e kaçmaları konusunda da yardımcı olmuştu. Ancak Türkiye hiçbir zaman dengeli ve temkinli politikasından ödün vermemişti. Körfez Savaşı'yla birlikte bütün taşlar dağılmış, yepyeni bir tablo ortaya çıkmıştı. 

Tarih Ya da Düşünce Kimyasının Yarattığı En tehlikeli Ürün 

PAUL VALERY denemelerinin birinde, tarih için düşünce kimyasının yarattığı en tehlikeli oyun diyordu. 
Tarih disiplininin içerdiği muhtemel tehlikelerden birisi de tarihsel verilerin özel bir ayıklanmaya tâbi tutularak, kimi zaman istenmeyen bölümlerin çıkartılması kimi zaman da olgulara yeni bir anlam yükleme cambazlığıyla yeni bir anlam yaratma iddiası kazanmasiydi. Bu yüzden Hanneh Arendt'in de dediği gibi, tarih yazıcısı; sağduyunun artık hiçbir modern olaya uymayan, basmakalıplaşmış, değerini kaybetmiş kuralları ile ideolojik çılgın iddiaları arasında yolunu bulmak zorundaydı. O halde bize belgeler gerekecekti: Resmî mühür ve imza... 

İkinci Bölüm 

ABD'NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE İSRAİL 

TED GALEN CARPENTER, Foreign Policy dergisinin 91-92 kış sayısında şöyle diyordu: (Ted Galen Carpenter, "The New World Disorder", Foreign Policy, 85 
Winter 1991-1992; sh. 24-39) 

"Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra, üstelik son yıllarda ortaya çıkan yeni güç odaklarına rağmen dünyadaki en büyük askerî gücü ve bu gücü kullanma iradesini elinde tutan en büyük devlet olarak, ABD'nin kaldığı görülüyor. Bu durum bazılarına bugün tek süper devletli bir dünyada yaşadığımızı, artık 
dünyanın tek polisinin Birleşik Amerika olduğunu ileri sürmek olanağını veriyor." 
Gerçekten de ABD'nin Sovyet vetosundan kurtulmasıyla birlikte, Birleşmiş Milletler içinde büyük bir etkinlik kazanması ve bu sayede Irak ve Libya karşısında uluslararası toplumu peşinden sürüklemeyi başarması, bu şekilde düşünenleri haklı çıkaran kanıtlardı. Nitekim 1992 yılında hazırladığı son derece 
önemli bir raporda Pentagon (The New York Times, 8 Mart 1992), ABD'nin hiçbir devlet ya da kuruluşla yetki ve güç paylaşımına gitmeden dünya barış ve güvenliğini korumak için, kollarını sıvamasını istiyordu. 8 Mart 1992 tarihinde The New York Times gazetesine sızan ve büyük tartışmalara yol açan 
"Tek Süper Devletli Dünya Raporu" adlı bu raporda, Amerikan dış ve savunma politikasının bundan böyle tek amacı şu şekilde belirtiliyordu: 

"Batı Avrupa'daki, Asya'daki ya da eski Sovyetler Birli-ği'ndeki devletlerden hiçbirinin Birleşik Amerika'nın karşısına dikilecek, ona kafa tutacak güce erişmesine izin vermemek..." Başka bir deyişle ABD egemenliğinde tek süper devletli bir dünya kurmak ve bu dünyanın devamını sağlamak... Raporu 
hazırlayanlara göre bu amaçla ABD kendisine karşıt olabilecek devletleri uluslararası alanda daha büyük roller yüklemeye heveslenmekten, kendisinin ve dostlarının çıkarlarını korumak için onları saldırgan politikalar izlemeye, çekirdekli silahlar edinmeye kalkışmaktan caydıracak kadar büyük bir gücü her 
zaman elinde tutmalıydı." 

Ortadoğu: Egemenliğin Yolu 

BUNUN DA yolu kuşkusuz Ortadoğu'dan geçiyordu. Çünkü Türkiye'nin de içinde bulunduğu Ortadoğu bölgesi üç kıtanın birleşmesinden kaynaklanan jeostratejik öneminin yanısıra, dünyanın şu anki petrol rezervlerinin yüzde 65,7'sini (yani üçte ikisini) barındırması nedeniyle büyük bir ekonomik öneme sahipti. 
(Baskın Oran, Kalkık Horoz, sh. 19) 

Hangi anlamda ele alınırsa alınsın, Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Afrika arasında bir köprü durumundaydı ve bu üç kıtaya açılan bir kapı, eski dünyanın ortası, kalbi olma niteliğini her zaman koruyacaktı. Kıtalar arasındaki bu merkezî konumundan ötürü tarih boyunca çeşitli yönlerden gelen göçlerin geçit yeri ve 
tarihin ilk devirlerinden bu yana insanlığın kaderini belirleyen uygarlıkların beşiği olmuştu. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti'ni parçalayan sömürgeci güçlerin bölgedeki denetimleri İkinci Dünya Savaşı'na kadar sürdü. Savaştan sonra bölgede dengeler değişmişti, Filistin'de kurulan İsrail Devleti'nin 
izlediği Siyonist politika, (Ortadoğu Barış Süreci ve Türkiye Üzerine Etkileri, Genelkurmay Başkanlığı, Harb Akademileri Komutanlığı) bölgenin duyarlı dengesini bozuyordu. Yöredeki eski etkinliklerini kaybeden İngiltere ve Fransa yerine ABD, İsrail Devleti'nin destekçisi olarak önemli roller üstleniyordu. 
Bu tehlikeli ikilinin bölgedeki etkinliği artarken bölgeye, kan ve nefret kelimeleri hakim oluyordu. 

Hava Kuvvetleri'nde görevli Albay Mehmet Kocaoğlu'na göre, Ortadoğu petrollerinin ABD ve Batı pazarlarına akışının kesintisiz devam etmesi bir ABD reel politiğiydi ve bölgenin jeostratejik konumu ve sahip olduğu zengin petrol rezervlerinden dolayı Ortadoğu, özellikle Körfez Bölgesi ve çevresi ABD millî 
güvenliği ile ilişkili bir hale gelmişti. 

Albay Mehmet Kocaoğlu şöyle diyordu: 

"Tarihsel süreç incelendiğinde görülecektir ki, dünyada hiçbir bölge Ortadoğu kadar yoğun bir bölge olmamıştır. Sanayileşme sonucu, petrolün son derece önemli bir nitelik kazanması ve bu maddenin de Ortadoğu'da bulunmasından ötürü, sadece bölge içi ülke ve güçlerin değil, bölge dışı emperyalist güçlerin 
çıkar ve nüfuz mücadelesi alanı haline dönüşmüştür. 1990'da Kuveyt'in Irak tarafından işgali ile başlayan Körfez Krizi ve 1991 Körfez Savaşı, Ortadoğu petrolleri üzerinde sürdürülen nüfuz kurma mücadelesinin tipik ve en çarpıcı özelliğini oluşturmaktadır." 
Amerikan-Sovyet çatışması bitmiş ve Körfez Savaşı ile Amerikan egemenliği bölgede tescil edilir edilmez, Amerika ve İsrail bölgede yeni bir Ortadoğu resmi çizmişti. Batı dünyası tarafından onaylanmakta gecikilmeyen bu resme göre Ortadoğu, Soğuk Savaş'ın hemen ardından yeni bir "iki kutuplu" sisteme oturmuştu. Bir yanda Amerika'nın uzaktan koordine ettiği ve İsrail'in başını çektiği Ürdün, Arafat'ın FKÖ'sü, Mısır ve Muhafazakar Arap monarşilerinden oluşan bir 'barış cephesi', diğer taraftan da İran, Suriye ve Bağdat'taki Saddam rejiminden ve iki ülke tarafından desteklenen direniş örgütleri... (Türkiye İçin Milli Strateji, Harun Yahya, sh. 11) İşte böyle bir cepheleşmede Türkiye'nin yeri nerede olacaktı? Amerika ve İsrail Türkiye'nin en hassas noktasının PKK terörü olduğunu biliyor ve Türkiye'yi kalbinden vuruyordu. Genel kanı ABD-İSRAİL 
ikilisinin, bölgedeki terörün aynı merkezden yani Şam'dan yönetildiği, dolayısıyla bölgedeki bütün terör hareketlerine karşı ortak hareket etmeleri gerektiği düşüncesini Türkiye'ye dayattığı ve Türkiye'nin de bu fikre sıcak baktığı ve bu yüzden bu ikili ile işbirliğine girdiği şeklindeydi. Yani Türkiye'ye, PKK'nın da, 
İsrail karşıtı direniş hareketlerinin de aynı merkezden yönlendirildiği, dolayısıyla birlikte mücadele edilmesi gerektiği söyleniyordu. 

Durum gerçekten böyle miydi? Türkiye'nin yaklaşık 20 yıldır en büyük baş belası olan PKK gerçekten Şam'dan mı idare ediliyordu? Yoksa bu bir illüzyondan başka bir şey değil miydi? Çünkü biz biliyorduk ki... İsrail PKK'yı Destekli(yor)du 

YILLAR önceydi. Ankara'da terörle mücadeleden sorumlu üst düzey bir emniyet yetkilisi, ismini ve görev yaptığı birimi açıklamayan bir başka üst düzey istihbarat yetkilisi ile ayrılıkçı Kürt hareketi üzerine konuştuğumuzda, Türkiye'nin en yakın müttefiki olarak bildiği ülkelerin PKK'ya en büyük desteği verdiğini 
söylediklerinde oldukça şaşırmıştım. Bu tür şeyleri her zaman duyar ve yazardık. Ancak bu sözlerin devletin en önemli aygıtlarından birini yönetmekle görevlendirilmiş biri tarafından söylenmesi Türkiye'nin içine düştüğü acziyeti gösteriyordu. Dahası Abdullah Öcalan'ın Suriye üzerinden İsrail'in kontrolüne girmiş olabileceğini söylediklerinde daha da şaşırmıştım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ya her şeyi biliyor ancak çaresizlikten hiçbir şey yapamıyordu ya da koskoca bir yalanı yaşıyordu. 

İki yıl içerisinde 20'ye yakın anlaşma imzaladığı İsrail yoksa PKK'nın yıllarca can damarı mı olmuştu? 

Neredeyse yarım yüz yıl boyunca yakınında durmak için didindiğimiz ABD, PKK'nın en büyük destekçisi miydi? Tüm bunlar ne anlama geliyordu? Bu sorulara tam olarak yanıt vermek zordu ancak bildiğimiz bir şey vardı ki; o da, ifade edilmekten çoğunlukla korkulan ve çekinilen ileride değineceğimiz "evet" 
cevabının birçok kez Türk Devleti'nin resmî belgelerinde yer aldığıydı. Genelkurmay Başkanlığı tarafından farklı tarihlerde hazırlanan raporlar, ABD'nin bölgede apaçık bir Kürt devletinin kurulması için yoğun çaba sarfettiğini gözler önüne seriyordu. Bu belgeler aynı zamanda ABD ile Türkiye arasında yaşanan adı konmamış gizli bir savaşın ipuçlarını da veriyordu. Ama ismini açıklamayan üst düzey istihbarat yetkilisi tam odadan çıkarken kulağıma eğilerek şöyle dedi: 

"PKK'YI DAĞDA DEĞİL BURADA ARA. ANKARA'DA... BU SÖZÜN NE 
ANLAMA GELDİĞİNİ BİR GÜN ANLAYACAKSIN..." 

Bu sözün anlamını uzun bir süre anlayamadım. Ta ki Hanefi Avcı 32. Gün programında "devlet içerisinde bir grubun APO ile işbirliği içerisinde olduğu"nu söyleyene kadar... 

İsrail, Genelkurmay Belgelerinde 

İŞİN daha da ilginç tarafı Genelkurmay Başkanlığı tarafından .....hazırlanan "Güneydoğu Anadolu'da Devam Etmekte Olan Bölücü Hareketin Gelecekteki Muhtemel Seyri ve Türkiye'nin Bütünlüğüne Etkileri" adlı dokümanda İsrail, PKK'yı ulusal çıkarları dolayısıyla destekleyen ülkelerin başında geliyordu. 
Dokümanın birçok yerinde ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler üstü kapalı olarak "bazı gelişmiş Batı ülkeleri" şeklinde geçiyordu. Oysa Türk kamuoyunda bilinen, bundan çok farklıydı, PKK'nın özellikle Iran ve Suriye tarafından desteklendiği vurgulanıyor ve Türkiye birçok kez bu ülkelerle çok ciddi sorunlar 
yaşıyordu. Gerçi bu iki ülke her ne kadar PKK'ya açık destek vermese de, PKK'nın bu ülkelerde kamp imkanlarına sahip olduğu biliniyordu. Ama PKK'nın bu ülkeler tarafından yönlendirildiği, kullanıldığı anlamına gelmiyordu. 
Türkiye ile İsrail arasında yaşanan bu yakınlaşmanın mihenk taşını Suriye oluşturuyordu ve her iki ülkenin de Suriye ile ciddi sorunları bulunuyordu. Dolayısıyla "düşmanımın düşmanı dostumdur" mantığıyla hareket 
edildiğinden doğal bir ittifak ortaya çıkıyordu. Ankara'dan bakıldığında şöyle gözüküyordu tablo: Suriye, Türkiye'nin stratejik düşmanıydı. İki ülke arasındaki ihtilaf konulan, öncelikle Fırat-Dicle sularının paylaşım sorunu ve Suriye'nin Hatay üzerindeki emelleriydi. Suriye bu yüzden PKK'yı destekliyordu. Kudüs'ten 
bakıldığında ise Suriye, İsrail ile iki kez savaşmış son derece stratejik bir düşmandı, İsrail Golan tepelerini geri vermedikçe, Suriye'nin stratejik düşmanı olarak kalmaya devam edecekti. Dolayısıyla Suriye Lübnan'daki İsrail karşıtı hareketlere İran'la birlikte planlı bir şekilde destek verecekti. O halde 
Türkiye'nin Suriye ile sorunları ve Suriye'nin İsrail ile olan sorunları arasında nitelik olarak derin farklar bulunuyordu. Bu yüzden bu iki farklı terörden birinin ortadan kaldırılması doğal olarak diğerinin de ortadan kalkması anlamına gelmiyordu. Nitekim Mehmet Ali Bİrand, 30 Ocak 1996 tarihli yazısında 
şöyle diyordu: "Suriyeli yetkililer ile yaptığım görüşmelerde duyduklarımı, sonradan Washington ve Ankara'dan doğrulatınca hayretler içinde kaldım. Zira Suriye- İsrail barış görüşmelerinde "PKK" konusu çıkarılmış. Görüşmelerden yine Suriye'nin terör örgütlerine verdiği desteğin bitmesi ele alınıyor ancak PKK yok. 
Barış sürecinde sadece İsrail tarafından terör örgütü olarak adlandırılan Filistin Kurtuluş Örgütleri'nin hesaba katılması kararlaştırılmış." 

Cengiz Çandar ise 23 Nisan 1996 tarihli yazısında şöyle diyordu: "Sizin terörizminiz İsrail açısından hiç öncelikli değil. İsrailli yetkililer, bizimkilerin anlattıklarının aksine, PKK konusunda tavır almalarının niçin mümkün olmadığını açıkladılar uzun uzun." 

Suriye İllüzyonu 

TÜRKİYE'NİN Suriye ile sorunlarını sağlıklı bir gözle, özellikle Türk Genel kurmayı'nın hazırlamış olduğu raporlar ışığında incelediğimizde kitabımızın başında belirttiğimiz, Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir'in, İsrail Genelkurmay Başkan Yardımcısı Tümgeneral Matan Vilnai, Genelkurmay Başkanı Korgeneral 
Ammon Lipkin Shakak ve Savunma Bakanlığı Genel Direktörü David İvry ile yapmış olduğu görüşmeler sırasında söylemiş olduğu "Suriye İstihbaratı'nın, İsrail'e angaje olduğunu biliyoruz" sözü daha da bir anlam kazanıyordu. 

1996 Mart'ında P.Kur.Yb. Mehmet İlhan Ünver tarafından hazırlanan, "Ortadoğu Barış Süreci ve Türkiye Üzerine Etkileri" adlı dokümanda Türkiye'nin Suriye ile arasında çok sık gündeme getirilen Hatay sorununun aslında kimler tarafından gündeme getirilmek istendiğini çok açık gösteriyordu. 

Bu dokümana göre İsrail, Suriye'nin üçe bölünmesini istiyordu. Fakat İsrail'in bu projesi Türkiye'yi de tehdit ediyordu. Çünkü bu projeye göre Hatay da üçe bölünmüş Suriye'nin Şii-Alevi bölümünde yer alıyordu. İşin ilginç tarafı Hatay sorunu hep Batı kamuoyu tarafından ya da CIA kaynaklı bazı kuruluşlar 
tarafından ısıtılıyordu. En son 1.6.1994 tarihinde Washington'da Amerikan Barış Enstütüsü'nde, eski CIA şefleri tarafından yeniden gündeme getiriliyor ve Suriye'nin Hatay yarası kaşınmak isteniyordu. Söz konusu askerî dokümanda aynen şu ifadeler yeralıyordu: 

"Sağlık durumu iyi olmayan Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad'ın ölümünden sonra ülkede karışıklıklar çıkabilir. Bu durumda ortaya çıkacak istikrarsızlıktan yararlanacak bazı güçler, Suriye'yi bölme planını yürürlüğe koyabilirler. Bu plana göre İsrail'in tasarladığı Suriye şöyledir: 'Suriye etnik ve dinî yapısına uygun olarak çeşitli devletlere ayrışacaktır. Kıyıda bir Şii-Alevi devleti, Şam'da buna düşman bir başka Sünni devleti, Havran-Kuzey Ürdün-Golan bölgesinde de bir Dürzi devleti. Bu yapı, barış ve güvenliğimizin garantisi olacaktır ve bu hedef erişebileceğimiz kadar yakındır.' Suriye'de meydana gelebilecek bir kargaşa ortamı ve bölünme, Türkiye üzerinde olumsuz etkiler yapabilecektir. Suriye'nin istikrarının korunmasının Türkiye'nin menfaatlerine uygun olacağı  değerlendirilmektedir." 

Görüldüğü gibi Suriye'nin kendi çıkarınaymış gibi mücadele ettiği Hatay meselesi aslında İsrail'in çıkarlarına hizmet ediyordu. Su konusunda da aynı şeygeçerliydi. İsrail bir taraftan Türkiye'ye yakınlaşırken diğer taraftan Fırat-Dicle sularının paylaşılması konusunda da Suriye'yi destekliyordu. P.Kur.Yb. Mehmet İlhan Ünver, İsrail'in " Su" politikasıyla ilgili olarak da şunları söylüyordu: 

"Su konusunda İsrail'in üzerinde fazlaca durmamızın nedeni, bu ülkenin, hem Ortadoğu'nun su konusunda sorunlu bölgesindeki en güçlü ve "suçlu" ülke olması, hem de ABD ve Batı Avrupa ülkeleri üzerinde büyük etkiye sahip olmasıdır. 
İsrail'in suyun temininde gösterdiği maharet, su sorununa bulunacak çözüm konusunda da devam etmektedir. Ortadoğu'da özellikle Türkiye'ye yönelik hasmane düşüncelere bazı İsrailli yetkililerin görüşleri temel teşkil etmektedir. 
O halde Türkiye'nin İsrail'e yakınlaşmasının Türkiye'nin çıkarına olduğu iddia edilen gerekçeler hiç de gerçekçi gözükmüyordu. Diğer taraftan anlaşmanın İsrail'in bölgedeki Kürt hareketlerini, -özellikle PKK'yı- desteklediği Türk tarafınca somut olarak bilinmesine rağmen yapılması, olayı daha da anlaşılmaz 
kılıyordu." 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 1

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 1


Aydoğan VATANDAŞ 
İÇİNDEKİLER 
DÖRDÜNCÜ BASKI İÇİN TAKDİM 



ÖNSÖZ YERİNE 

Birinci Bölüm 

TÜRK-İSRAİL YAKINLAŞMASI YA DA SONUN BAŞLANGICI 

Askerler Refah'ı Destekledi mi? 
PKK Anlaşmanın Merkezinde 
Tarih ya da Düşünce Kimyaasının Yarattığı En Tehlikeli Ürün 

İkinci Bölüm 

ABD'NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE İSRAİL 

Ortadoğu: Egemenliğin Rolü 
İsrail PKK'yı Destekliyordu 
İsrail, Genelkurmay Belgelerinde 
Suriye İllüzyonu 

Üçüncü Bölüm 

YENİ ORTADOĞU RESMİ, MİTLER VE TÜRKlYE 


Kurmay Albay'ın Lobi Yorumu 
Emekli Korgeneral İhsan Gürkan: "Israil Bir Din Devletidir" 
İsrail Nasıl Kuruldu? 
Efsane'nin Kudreti 


Dördüncü Bölüm 

VE HERZOG TÜRKİYE'YE GELİYOR 


Abdullah Öcalan: "ABD'ye Karşı Değiliz" 
Özal Amerikancı mıydı? 
Çekiç Güç'ü Türkiye'ye Kim Getirdi? 
ABD Tehdit Ediyor: "Sakın Engellemeye Çalışmayın!" 
Körfez Savaşı'nı Yeniden Okumak 
Tevrat ve Körfezz Savaşı 
Özal Oyunu Görüyor 
Çekiç Güç'ün Gerçek Misyonu 
Çekiç Güç'te İsrailli Subaylar 
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html
Demirel: "İran ile İşbirliği İçindeyiz!" 
Demirel: "Apo'nun Telefon Numarasını Hafız Esad'a Verdim!" 
Oramiral Erkaya: "Savaşın Eşiğindeyiz" 
Çekiç Güç'ün Ettikleri 
Türkiye'ye Biçilen Rol 

Beşinci Bölüm 

ABD VE İSRAİL UYARIYOR 

1. MUAVENET OLAYI 

Kaza İhtimali Sıfır Türkiye, ABD'nin Restini Görüyor 

2. EŞREF BİTLIS OLAYI 

Rapor Değiştiriliyor 
17 Şubat l993 
Tarık Bitlis: "Babamla, Uğur Mumcu'nun Ölümü Arasında Bağlantı Var!" 

3. UĞUR MUMCU OLAYI 

ABD İtraf Ediyor 
Türkiye Cevap Verdi mi? 

4. SUSURLUK ve KÜRT DEVLETİNE GİDEN YOL 

Tasfiyeci Güç Kim? 
Refah-Yol'un Çekiç Güç Direnişi 
"Fabrikatör" 
Meral Akşener: "l980 Öncesinin Rövanşı Alınıyor!" 
Hedef Hüseyin Kıvrıkoğlu muydu! 
Solcu Cunta, İsrail'le Elele 
Hanefi Avcı: "Amaç, İran'la Savaş" 
"Turkiye Suriyeleşiyor mu?" 
Hasan Celal Güzel Neyi Açıkladı? 

SON SÖZ YERİNE / 

Üst Düzey Bir Askeri Yetkilinin Konuşması 

BELGELER 

(Ek Bölüm KİTABIN MAHKEME SERÜVENi) 

Dördüncú Baskı için Takdim 

AYDOĞAN Vatandaş, küçük sayılabilecek yaşında Deniz Askeri Lisesi'ne girerek orta öğretim hayatına başlamış ve yüksek tahsil dönemini de Deniz Harp Okulu'nda devam ettirmiş; ancak muhtelif ve özel sayılabilecek sebeplerle kendi istek ve iradesi ile çok sevdiği Askerlik mesleğine ve askeri okul hayatına 
-bir bakıma- son vermiştir. Bu ocakta edindiği güzel hasletler, özellikle mertlik, dürüstlük ve topluma faydalılık noktasında onu bir takım teşebbüslerde bulunmaya sevk etmiştir. Bu cümleden olmak üzere basın hayatına atılmış ve ülkemizin hatırı sayılır yayın organlarından Aksiyon dergisinde araştırmacı 
gazeteci olarak çalışmaya başlamıştır. 

Genç yaşına ve basın hayatındaki kıdem durumuna rağmen üstün bir performans göstermiş yerli ve yabancı görsel ve yazılı basından, her biri ayrı bir araştırma mahsulü olan bilgi ve belgelerden derlediği "ARMAGEDON / Türkiye-İsrail Gizli Savaşı" adlı kitabı yazmıştır. Bu muhtevada bir kitap da kaliteli yayını şiar edinmiş olan Timaş Yayınları tarafından neşredilmiştir. Genç yazar tarafından hazırlanan bu eser, hacmi küçük olmasına rağmen tabiri caiz ise çok büyük bir gürültü çıkarmış ve büyük tepki vermiştir. Genç yaşında piyasanın "yapamazsın, bu işlerin adamı değilsin" 'lerine aldırmadan araştırarak; 
aklı, mantığı ve hakikatleri ön planda tutarak _derin devlete_ dair araştırma cesaretini gostermiş ve karanlık noktalara gözüpeklikle atılması ile delikanlılığını bu yönde kullanmıştır. Yayınlanması ile, adeta bir koyundan birden ziyade post çıkarılmak istenircesine adli ve askeri yargıda olmak üzere hakkında muhtelif vasıflı beş ayrı dava açılmıştır. Bu kitapla sunulan bilgilerle, kamuoyunu  yakından alakadar eden ve hep merak edilen, belki de gerçek yönleri tam bilinemeyen ve birileri tarafından bilinmesi de istenmeyen olaylar adeta mercek altına alınarak değerlendirilmiş ve tahlil edilmiştir. 

Yazarı hakkında başlatılan soruşturma ve gerçekleri yansıtmaktan ve kamu oyunu bilgilendirmekten başka gayesi olmayan kitabın toplatılması ile ilgili ve müteakip adli işlemler, gerek Askeri gerekse Adli yargının bagımsızlığına dair bir takım düşünceleri celbetmiş tir. 

Yazar kitabında bilhassa 1991 yılındaki _Körfez Savaşı_ sonrasındaki gelişmeleri ve bunun Türkiye üzerindeki etkilerini ayrıntılı olarak ele alıp değerlendirmiştir. Kitap bir bütün olarak ele alınmalı, tahlil ve değerlendirme de bu zaviyeden yapılmalıdır. Kitabın yazarının maksadı ancak bu şekilde anlaşılır ve yanlış yoruma sebebiyet verilmemiş olur. 

Önemli olan karanlığa küfretmek değil, eline feneri alıp aydınlatmaktır. Aydoğan Vatandaş, karanlığa küfretmedi... Bütün zorluklara, esen ve estirilen rüzgara rağmen elindeki fenerle aydınlattı. Bedelinin ağırlığına rağmen... 

Ahmet Cengiz TANGÖREN 
(Dava Avukatı) 

Önsöz Yerine 

BEAUJEU'DAN sonra, Tarikat, varlığını bir an bile ara vermeksizin sûrdürdû. Aumont'dan günümüze dek. Tarikat'ın kesintisiz bir dizi Büyük Üstad'ını biliyoruz. Bugün Tarikat'ı yöneten, onun yüce görevlerini yürüten gerçek Büyük Üstad'ın ve gerçek Üstler'in adları ve oturdukları yer bir giz, yalnızca gerçek 
aydınlanmışlarca bilinen erişilmez bir giz olarak kalmışsa, bunun nedeni, Tarikat'ın saatinin henüz gelmemesi, vaktin henüz dolmaması dır... 

(1760 tarihli i el yazması. G.A. Schiffmann, Die Entstehung der Rittergrade in der Freimauerei um die Mitte des XVIII Jahrhunderts, Leipzig, Zechel. 1882, s. 178-190) 

Plan'la ilk uzaktan tanışmamız böyle olmuştu. O gün başka bir yerde olabilirdim. O gun Belbo'nun bürosunda olmasaydım, şimdi... kimbilir, belki de Semerkant'ta susam satıyor. Braille alfabesiyle yayımlanan bir dizinin editörlüğünü yapıyor, Frans Joseph'in ülkesinde ilk Ulusal Banka'yı yönetiyor olurdum. Öncül yanlışsa, koşullu önerme her zaman doğrudur. Ama o gün oradaydım. Bu yüzden de 
şimdi neredeysem oradayım. 

Birinci Bölüm 

TÜRK-İSRAİL YAKINLAŞMASI YA DA SONUN BAŞLANGICI

23 ŞUBAT 1996 tarihinde, Türkiye, (kimilerine göre stratejik bir kayma olarak değerlendirilen, kimilerine göre son derece rasyonel bir politik sürecin gereği olarak) Ortadoğu'nun sorunlu bölgesindeki en güçlü ama aynı zamanda en suçlu ülkesi İsrail ile tarihî bir anlaşmaya imza atıyordu. Anlaşma Ortadoğu 
ve Türkiye'de geniş çalkalanmalara yol açarken, anlaşmanın askerî niteliği ilgililerin merakını daha da artırıyordu. Her iki ülkenin demokrasi ile yönetilmesi ve aynı zamanda Batı'ya yönelmiş olmasından bu yakınlaşmanın son derece doğal olduğunu söyleyenler, bir türlü inandırıcı bulunmuyordu. 

Anlaşmanın kamuoyuna sızış tarihi ile İsrail'in Lübnan'daki Hizbullah üslerine yönelik başlattığı operasyonun aynı döneme rastlaması, Meclis'te konuyla ilgili önergeler verilmesine kadar varan gelişmelere sebep oluyor, milletvekilleri Türkiye'nin yeni Ortadoğu politikalarını belirleyen böylesine önemli bir anlaşmadan habersiz olduklarından, rahatsızlıklarını kamuoyundan gizlemiyorlar dı. Nitekim Harp Akademileri'nde öğretim üyeliği yapan bir kurmay albay tarafından hazırlanan "Türk-İsrail Yakınlaşması" konulu bir raporda konu ile ilgili olarak şöyle deniyordu: "Taraflar arasında gizli kalması gereken anlaşma İsrail Yediot Aharonot Gazetesi tarafından kamuoyuna duyurulmuş ve bundan sonra da anlaşma üzerinde büyük tartışmalar başlatılmıştır. Ortadoğu ve Türkiye'de yoğun eleştirilere, aynı zamanda tepkilere de sebep olan anlaşmayla ilgili tartışmalar hâlâ sona ermiş değildir. Askerî niteliği ve taraflar arasında 31 Mart 1994'te imzalanan 'Güvenlik/Gizlilik Anlaşması' hükümlerine tâbi olması nedeniyle ancak kısmen kamuoyuna yansıyan anlaşmanın tam olarak bilinememesi "spekülasyonları" beraberinde getirmiştir." 

Sözkonusu anlaşma sadece bir eğitim anlaşması idiyse neden gizli kalması gerekiyordu? Ve neden ilk önce bir İsrail gazetesinde açıklanmıştı? 
5 yıllık bir süre için imzalanan bu Askerî ve Eğitim İşbirliği Anlaşması, savaş uçak ve gemilerinin karşılıklı ziyaretleri, tatbikatların izlenmesi, askerî tarih, askerî müze gibi sosyal ve kültürel alanlarda işbirliği gibi gözükse de, 1990 yılında başlayan görüşmeler göz önüne alındığında, Türkiye'nin bilinçli (ya da zorunlu) bir tercihinin sözkonusu olduğu daha net bir şekilde anlaşılabiliyordu. 
Başkanlığını Çevik Bir Paşa'nın yaptığı Türk heyeti anlaşmadan üç gün önce İsrail'e gidiyor, İsrail Genelkurmay Başkan Yardımcısı Tümgeneral Matan Vilnai, Genelkurmay Başkanı Korgeneral Ammon Lipkin Shakak ve Savunma Bakanlığı Genel Direktörü David İvry ile bir dizi görüşmeler yapıyordu. Türk tarafını temsil eden Orgeneral Çevik Bir 1993-1994 yıllarında Somali'de Birleşmiş Milletler gücünü yönetmiş olmasından, özellikle Batı kamuoyunda da oldukça tanınan ve takdir edilen bir komutandı. 

Çevik Bir gerçekleştirdiği bu görüşmelerde, Türkiye-İsrail ve Ürdün arasında stratejik bir istişare mekanizmasının kurulmasını, her iki ülkenin terörle ilgili sorunlarının varlığını ve bir İstihbarat Protokolü imzalanmasının gerekli olduğunu belirtiyordu. Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu sınırlarını korumak için elektronik bir koruma sistemine ihtiyaç duyduğunu, İsrail'in bu konudaki tecrübesinden yararlanmak istediklerini, F-16 Üretilen TAI uçak tesisleri yakınında helikopter üretmeyi düşündüklerini, bu noktada işbirliği yapabileceklerini ifade ediyordu. 

İsrail ise bu taleplere karşılık, Türkiye-İsrail-Ürdün istişare mekanizması için öncelikli sürecin Türkiye-İsrail arasında başlatılmasını, sonra Ürdün'ün buna dahil edilmesini, istihbarat işbirliğinin kendilerine de yarayacağını, sınırlarda elektronik koruma sistemiyle ilgili olarak da Türkiye'ye yardımda 
bulunabileceklerini belirtiyordu. 

İsrailli yetkililerin, görüşmeler sırasında Türk yetkililere sorduğu sorular ise son derece ilginçti ve nitelik olarak da farklılık arz ediyorlardı. Birinci soru, Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerin nasıl olduğuydu. İkinci soru ise, Türk ordusu seçimlerle birlikte ortaya çıkacak yeni tablo karşısında, -örneğin muhtemel bir 
Refah Partisi iktidarı söz konusu olduğunda- nasıl bir tutum izleyecekti? 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak (Armageddon, Hıristiyan Kıyametçiliği ve İsrail)

Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak (Armageddon, Hıristiyan Kıyametçiliği ve İsrail) 


Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 



Grace Hallsell 
Çev.: Mustafa Acar, Hüsnü Özmen 
İstanbul, Kim Yayınları, 2003 / 159 Sayfa 
Tanıtan: Tamer YILDIRIM18* 
* Yrd. Doç. Dr. Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

     Genel olarak Evanjelist öğretinin anlatıldığı bu eserde Evanjelistlerin 
Amerikan Yahudileri ve İsrail sağı ile aralarında ne tür ittifakların kurulduğu 
ve bunların gerçekleşmesi için yapılan faaliyetler, bu örgütün sahip olduğu 
güç, Kudüs’ün ve İsrail’in önemi ile bu bağlamda Hz. İsa’nın (Mesih) 
yeryüzüne dönmesi, Kudüs’ü merkez edinmesi ve Süleyman Mabedi’nin 
yeniden inşa edilmesi, A.B.D’nin başına geçen veya önemli devlet kademelerinde bulunmuş olanların konuyla ilgili açıklamaları anlatılmaktadır. 
Kitabın tanıtımına geçmeden önce eserde bolca geçen bizim de metin 
içinde kullandığımız iki kavramın anlamını vermemiz anlatılanların daha 
iyi anlaşılması için faydalı olacaktır. İlki yukarda da zikrettiğimiz Evanjelizm. 
Sözlük anlamı olarak, Kutsal Kitaba yönelmek, dönmek anlamına gelen Evanjelizm, bugün için Amerika’daki Hıristiyan toplumunun tutucu 
kanadını temsil etmektedir. Amerika’da son yıllarda büyük bir sayıya ulaşan 
Evanjelistler inanç açısından Yahudiliğe en çok benzeyen cemaatlerden 
biridir. Cemaat üyelerinin sayısı hakkında farklı bilgiler verilmektedir. 
Gallup 2002 yılı araştırmalarına göre Evanjelistler’in Amerikan nüfusuna 
oranı %35, yani yaklaşık olarak 100 milyon, cemaatin kurucusu olan Jerry 
Farwell’e göre ise 70 milyon, kitabın yazarı Grace Hallsell’e göre 1986 yılı 
itibariyle 40 milyon civarındadır. Bir diğer kavram ise Armagedon. Kelime 
anlamı Megido Tepesi demek olan Armagedon, Müslümanlar ile Yahudiler 
arasında yaşanacağı ifade edilen söz konusu büyük savaşın Yahudi ve 
Hıristiyan Kaynaklarındaki adıdır. 

İslami kaynaklarda ise bu kavram Melheme-i Kübra (büyük ve kanlı savaş) olarak geçmektedir. 

Eser akademik olmaktan ziyade popüler bir tarzda yazılmış olup basit 
ve anlaşılır bir anlatıma sahiptir. Bundan dolayı bizim burada değineceğimiz 
nokta da eserde genel olarak ifade edilen görüşlerin tutarlılığı üzerine 
olacaktır. Her şeyden önce çevirmenlerin de haklı olarak ifade ettikleri 
gibi eser eğer bütünüyle kabullenici mantıkla okunursa insana her taşın 
altında bir Yahudi parmağı arama zafiyeti verecektir. Zira her olayı Yahudi 
oyunuyla açıklamak, aşırı indirgemeci ve komplocu bir yaklaşım olduğu 
gibi aynı zamanda bu düşünüş biçimi en başta böyle düşünenlerin zararına 
olacak ve sorunları çözmekten öte; kolay izah, sorumluluktan kaçma ve ruh sağlığını olumsuz etkileyecektir (s. 9). Fakat bu uyarı kitabın böyle bir etki yapmasını engelleyebilmiş midir? Konu ile ilgili yayınlanan gerek akademik 
gerek popüler eserlere bakarsak; bunu olumlu olarak cevaplandırmak mümkün değil. Şöyle ki, eser yayınlandıktan sonra bu konuda yazılan pek çok esere kaynaklık etmiş ve komplo teorisi olarak değerlendirebileceğimiz pek çok yeni düşüncelerle olayın kurgusu daha da genişletilmiştir. 

Millet olarak komplo teorisine düşkün bir yapıya sahip olmamız da bu tür 
yaklaşımların revaç bulmasına imkân vermiştir. 
Dolayısıyla kitabı okurken verilen bazı bilgileri ihtiyatla karşılamamız 
gerekir. Örneğin s.17’ de belirtilen ve ilk okunduğunda insana Ortaçağ’da 
Papa’nın cenneti satmasını hatırlatan şu bilgiler: 

“Oral Roberts. Tulsa papazı dinleyicilerine bir keresinde 8 milyon dolara ihtiyacı olduğunu söylemiş “ ''Aksi takdirde Tanrı beni yanına çağıracak”  demişti. Takipçileri de bu parayı göndermişti. 

26.000 üyeli Dallas İlk Baptist Kilisesi papazı W. A. Criswell vaazında 
kilisenin “ Ödenecek Elektrik Faturası ” için 1 Milyon Dolara ihtiyacı olduğunu söyledi. Söz konusu parayı da tek bir günkü bağış toplama seansında 
elde etti.” 

Bunlar kısmen doğru olabilir fakat verilen miktarın abartılı olduğu açıktır.

Eserde dikkat çekilen bir diğer husus Armageddon ile ilgili eserlerin 
son yıllarda İncil’den sonra en çok satan eserler listesinde yer almasının 
belirtilmesidir. Burada şu hususun gözden kaçırılmaması gerekir, bu kitabın 
yazıldığı yıl 1999 yani millenyum arefesi. O dönem hatırlanırsa çevrilen 
filmlerin de pek çoğu dünyanın sonunun geldiğini anlatan senaryolar 
içeriyordu. Kıyamet senaryolarını ve buna ilginin artmasını biraz da içinde 
bulunulan dönemle bağlantılı olarak düşünmek gerek. 

Değinmemiz gereken bir diğer konu da; bilindiği gibi Hıristiyanlığın 
bir sevgi dini olduğu belirtilir. Fakat dispensasyonalistlerin ifadelerinde 
sevgiden eser olmadığı gibi şiddetin en dehşet verici hali vardır. Hallsell, 
kitabın ‘Sonsöz’ kısmında bu konuya değinerek şöyle demektedir. “Jerry 
Farwell ve diğer dispensasyonalistlerin vaazlarında Hz. İsa’nın evrensel 
sevgisinden veya Hz. İsa’nın dağdaki vaazından bahsettiklerini hiç işitmemişimdir.” (s.140). 

Fakat belki de en çok değinilmesi gereken ve içinde önemli bir sorunsalı barındıran bu konu bir iki cümleyle geçiştirilmektedir. Hallsell, konuştuğu dispensasyonalistlere bu konu hakkında sorular sorsaydı sanıyorum olayın mahiyeti daha açık bir şekilde ortaya çıkardı. Bunun yanında eserde şöyle bir çelişki de görülmektedir: Kitabın 98– 99. sayfalarında yer alan ve Hall Lindsey’e ait olduğu belirtilen bir alıntı var. Bu alıntıdaki üslup, kitabın ilk kısımlarında Hallsell’in kendisiyle konuştuğunu belirttiği ve Megiddo’yla ilgili görüşlerini konuyu açıklamak için verdiği İsrail’e yapılan ziyaretteki yol arkadaşıydı. 

Alıntının Lindsey’e ait olduğunu kabul edecek olursak T.V. Evanjelistleri’nin önde gelenlerinden birinin kıyamet senaryosuyla ilgili olarak endişeye kapıldığını kabul edeceğiz ki bu kitabın bütününde anlatılanlarla çelişen bir durumdur. Dolayısıyla bu alıntı -büyük bir ihtimalle- yanlışlıkla Hall Lindsye’e atfedilmiştir. 
Eseri yayımlayanların bu hatayı düzeltmeleri gerekir. 

Teknik ve kullanılan kelimeler açısından da bazı hususlara işaret etmemiz 
gerekiyor. Bunlardan biri; Türkçe’de de kullandığımız Beytüllahim şehrinin adının İngilizce’deki haliyle Betlehem şeklinde verilmesidir. Bir diğeri ise metin içinde dağınık bir şekilde yerleştirilen alıntılar konunun bütünlüğünü bozmaktadır. Bunların bölümlerin başında veya sonunda verilmesi böyle bir bölünmeyi önleyecektir.

Fakat kitabın akıcı ve sade bir üslupla Türkçe’ye çevrilmesi, kitabın adının içerik göz önünde bulundurularak Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak şeklinde ifade edilmesi, kitabın sonuna literatüre alışkın olmayanların metni daha iyi anlaması için bir lügatçe eklenmesinden dolayı çevirmenleri kutlamak gerekir. 

Sonuç olarak eser Amerika’daki muhafazakâr Hıristiyan grupların en güçlülerin den biri olan ve İsa’nın geliş sürecini hızlandırarak deyim yerindeyse 
bu süreçte bizim de tuzumuz bulunsun diyen T.V. Evanjelistleri’nin A.B.D yönetimiyle ve İsrail’le olan siyasi, mali ve dini ilişkilerini anlatmakta 
olup, Amerika-İsrail ilişkilerinin arkasındaki farklı bir boyuta ışık tutması 
açısından önem taşımaktadır. Eserde belirtilen bir takım varsayımların gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini ise zaman gösterecek. Fakat içinde bulunduğumuz dönemi de göz önünde bulundurarak şunu söyleyebiliriz ki, Amerikan halkı içlerinde şiddet taraftarı olanlar bulunsa da eserde belirtildiği 
kadar kanlı bir olayın içinde bütünüyle yer almayacaklardır. 

***