2 Nisan 2015 Perşembe

TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 5




        TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 5




OYSA AYNI ANDA...

Atlas sinemasında baş rollerini Robert Taylor, Julie London ve John Cassavetes'in paylaştıkları renkli-sinemaskop Kanlı İhtiras adlı film gişe rekorları kırıyor. Sirkeci Doğubank işhanının üstündeki bürolar yüzde 25'i peşin, kalanı üç yıl vadeli taksitlerle 43 bin liradan, 90 bin liraya kadar değişen fiyatlarla satılıyor. Yeniköy Boğaziçi lokalinde meşhur Fransız şantözü Dany Dauberson programa başlıyor. 5 Ocak'ta Tarsus'a gelen Menderes için bir DP'li oğlunu kurban etmeye kalkıyor, Almanya'da Nazizm hortluyor. Araştırmalar, her 10 Alman'dan birinin Yahudi aleyhtarı olduğunu ortaya koyuyor. Cezaevleri gazetecilerle dolup taşıyor.

-1960: Said-i Nursî'nin doğu illerinin valilerine gönderdiği mektup CHP'liler tarafından kamuoyuna açıklandı: "Doğu bölgesinde komünistliği 60 bin Nursinin sayesinde önlemekteyim. 30 yıldan beri siyasetle uğraşmadım. Bu 60 bin öğrencinin içinde bir-iki ahlaksız da çıkabilir. Bu yüzden bölgenizde Risale-i Nûr'lar toplattırılmamalıdır. Nasıl ki, Arapça ezan okutturduk ve bu sayede müslümanları DP cephesinde topladığımız bilinmektedir. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nûr'larla, komünizmle ve masonlukla savaşacağız. Müslüman Demokratların gösterecekleri yardıma inanıyorum. Bundan ötürü birkaç defa Ankara'ya gittim, Müslüman vekillerle görüştüm. Bilhassa Sayın Adnan Bey ve Tevfik İleri ve Sayın Namık Gedik'ten bu sonucu çıkardım. Said-i Nursî."
- 23 Mart 1960: Said-i Nursî Urfa'da öldü. Hastalığına karşın uzun bir otomobil yolculuğundan sonra, 21 Mart 1960'ta Urfa'ya gelen Nursî'nin cenazesinde yüksek mülki erkan hazır bulundu. Cenaze, Halilürrahman Camii'ne defnedildi.


O SIRADA DÜNYADA...

Oysa dünya kaynıyordu. 1950'de Kore savaşı çıkmış, bir Türk tugayı da binlerce kilometre uzaktaki bu savaşın içine gönderilmişti. 1953'te Stalin (Çugaşvili)'nin ölümüyle Sovyetler Birliği yeni bir siyasal sürece girmiş, Cezayir'in bağımsızlık mücadelesi başlamış, sosyalist blok NATO'ya karşı Varşova Paktı'nı kurmuş (1955), Polonya'daki antikomünist ayaklanmaya Macaristan da katılmış ve bunun üzerine Sovyet tankları Macaristan'a (1956) girmiş, ilk uzay uydusu Sputnik uzaya (28 Mart 1957) fırlatılmış, Fidel Castro ve Ernesto Che Guevera 1959'da Domuzlar Körfezi'nden Küba için, bir kır yangınını başlatmışlardı.

-l Temmuz 1960: İslam dergisinin 34. sayısında "Din Hürriyeti İstiyoruz" başlıklı bir bildiri yayınlandı. "Din hürriyeti isteyenlerin" bildirisinde şunlar söyleniyordu:
"Gerçek din hürriyetinin aşağıdaki esasların tahakkuku ile temin edileceğine inanıyoruz: olduğu gibi Anayasa'ya konacak apaçık maddelerle teminat altına alınmalıdır.
Devletin dine tahakkümü, dini teşkilatı vesayet altına alması kat'i surette önlenmelidir. Birçok batı memleketlerinde olduğu gibi devlet, ancak dini yıkıcı ideoloji ve cereyanlara karşı siyanet etmelidir.
2- Diyanet işleri teşkilatı ilmi, idari ve mali muhtariyeti haiz bir hükmi şahıs olarak, kabul edilebilecek bir kanunla yeniden teşkilatlandırılmalıdır.
3- Vakıflar Umum Müdürlüğü uhdesindeki bilcümle dini vakıflarla, dinin ibadetleri, islami talim, terbiye ve tedrisatla ilgili teşkilat ve müesseseler, Diyanet Reisliği'ne bağlanmalıdır. Kuruluşundan beri olduğu gibi, her yıl devlet bütçesinden Diyanet teşkilatına verilen tahsisat devam ettirilmelidir.
4- Yüksek Diyanet ilimleri tedrisatına mahsus bir 'İslam İlimleri Külliyesi' kurulmalı ve bugünkü İmam Hatip okulları da her bakımdan ıslah edilerek bu üniversiteye talebe hazırlayan meslek okulları haline getirilmeli ve sayıları da lüzumu kadar arttırılmalıdır.
5- Din adamları yetiştirilmesine garpte olduğu gibi özel bir itina gösterilmeli, herkes tarafından hürmete şayan bir hale getirilmeli ve terfihleri de sağlanmalıdır.
6- Radyo konuşmaları, Avrupa ve Amerika'da olduğu gibi daha sık ve verimli bir hale sokulmalı; büyüklere, küçüklere, hanımlara ve halka olmak üzere değişik seviyedeki unsurlara hitap eder şekilde dinin (iyman, itikad ve ibadete taalluk eden) esas bilgileri kurslar halinde, devamlı şekilde öğretilmeli ve ayrıca dini, ahlaki konuşmalar da devam etmelidir.
7- Dine ve mukaddesata karşı neşir yoluyle ve sair yollarda hakaret ve tecavüzler, ceza kanununun mer'i hükümlerine göre ciddi surette takibi gerektiren açık müeyyidelerle takviye edilmelidir.
8- Demirperde memleketleri hariç diğer bütün hür dünya memleketlerinde mevcut olan dini telkin, irşat ve teşkilat kurma hakları tanınmalıdır. İslam Dergisi."
Şimdi, başka bir şey söyleyelim. 27 Mayıs'çılar, hakkında sık sık gerici diye suçlanan Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu'nu, hareketten hemen beş gün sonra, 2 Haziran 1960'ta emekliye ayırdılar. Onun yerine 30 Haziran'da 17 yıldır İstanbul Müftülüğü görevini yürüten Ömer Nasuhi Bilmen'i atadılar. Bunu neden mi söylüyoruz? "Din Hürriyeti İstiyoruz" başlıklı bildiri, İslam dergisinin l Temmuz 1960 tarihli sayısında yer alıyordu ve derginin yazarları arasında Ömer Nasuhi Bilmen de bulunuyordu.
- 12 Temmuz 1960: 27 Mayıs'çı askerler, yanlarına kardeşi Abdülmecit Ünlükul'u da alarak, Said-i Nursî'nin naaşını Halilürrahman Camii'nden alıp askeri bir uçakla İsparta'ya götürdüler. O gün bu gündür, Nursî'nin mezarı bulunamadı.

SAİD NURSİ ANLATIYOR
"Çok uzun süren mazlumane, maceralı hayatıma dair gayet kısa bir beyanatta bulunacağım.
Yirmisekiz sene emsalsiz ihanetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere maruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnatların esası birkaç noktaya dayanır:
1- En birinci ithamları: Beni rejim aleyhtarı olarak telakki etmeleridir. Malumdur ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyle, hiç kimse vicdaniyle, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes'ul olamaz. Bu hukuki bir mütearifedir. Dininde çok mutaassıb ve cabbar bir hükümet olan İngilizlerin yüz sene hakimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur'an ile reddettikleri halde, onlara o cihetten ilişmemeleri; burada ve bütün İslam Hükümetlerinde eskiden beri Yahudiler, Nasraniler tabi oldukları memleketin dinine, kudsi rejimine muhalif, zıd ve muteriz bulundukları halde, o hükümetler hiç bir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmemeleri; (Hazret-i Ömer, r.a.) hilafeti zamanında adi bir Hıristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o Hıristiyan, İslam Hükümetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki, adalet müessesesi hiç bir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmıyan Şark ve Garb'da bütün dünya adalet müesseselerinde cari ve hakimdir.
Ben, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine ve yüzlerce Ayat-ı Kur'aniye'ye istinaden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdada, laiklik maskesi altında dine ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhalefet etmiş isem bu hilaf-ı hakikat bir hareket sayılabilir mi? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhalefet meşru ve samimi bir muvazene-i adalet unsurudur.
2- Bana zulüm ve cefayı reva gören Devr'i Sabık'ın yaptığı isnadların ikincisi: Emniyet ve asayişi ihlalidir. Bu vehim ve hayal ile bu düzme isnat ile yirmisekiz sene bana ceza çektirdiler. Memleket memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler. Tecrit ettiler, zehirlediler. Her türlü hakaretlerde bulundular.
Biz ki, beş yüz bin fedakar Nur Talebeleri, memleketin her tarafında emniyet ve asayişin fahri manevi muhafızlarıyız; bize böyle bir isnadda bulunmaları en büyük bir zulümdür. Onlar bize o kadar zalimane ihanetlerde bulundukları halde; biz asla hislerimize kapılmayarak gönüllerde emniyet ve asayişi temin yolunda, iman ve Kur'ana hizmet yolunda, gafletle anarşiye sapanları düştükleri fevza gayyasından kurtarmak yolunda çalışmaktan bir an hali kalmadık. Bu delilsiz bir iddia değildir. Bizim zulüm ve menfa sahamız olan altı vilayetin altı mahkemesi, uzun ve ince tetkikler neticesinde, emniyet ve asayişi ihlal yolunda hiç bir vukuat kaydedememişlerdir. Bu hareketimiz isbat eder ki, Nur Mekteb'i İrfanının Talebeleri, emniyet ve asayişin bekçisini kafalara, kalblere yerleştirir. Bizim iman derslerimiz anarşiye ve farmasonlara ve komünistlere karşıdır. Memleketin bütün zabıta dairelerinden sorulsun, beş yüz bin Nur Mekteb'i İrfanı Talebesinden birinin olsun nizam ve intizama aykırı bir vukuatı var mıdır? Yoktur. Elbette yoktur. Çünkü hepsinin kalbinde nizam ve intizamın en sağlam muhafızı olan iman bekçisi vardır. Sebilürreşad'ın 116'ncı nüshasında "Hakikat Konuşuyor" başlıklı makalemde bu hakikatları uzun uzadıya izah ettim. Bütün dünyasını, hatta icab ederse hayatını ve ahiretini dinine feda ettiği, bütün hayatı şehadet eden, otuz beş seneden beri siyaseti terkeden, müteaddit mahkemelerin o kadar incelemelerine rağmen bu yolda bir delil bulunamayan, sekseni açmış, kabir kapısına gelmiş, dünya metamdan hiçbir nesneye malik olmamış ve ehemmiyet vermemiş bir adam hakkında: 'Dini siyasete alet ediyor' diyen, yerden göğe kadar, gökten yere kadar haksız ve insafsızdır.
Biz Nur Mekteb'i İrfanı Şakirdlerinin Kur'anı Hakim'den aldığımız hakikat dersi şudur ki: Evde yahut bir gemide, bir masum, on cani bulunsa, Adalet'i Kur'aniye o masumun hakkına zarar vermemek için o haneyi o gemiyi yakmayı menettiği halde, on masumun bir tek cani yüzünden mahvı için o hane, o gemi yakılır mı? Yakılırsa en büyük zulüm, en büyük hıyanet ve gadir olmaz mı? Bu sebeple asayişi ihlal yolunda yüzde on cani yüzünden doksan masumun hayatını tehlikeye ve zarara sokmayı Adalet'i İlahiye ve Hakikat'ı Kur'aniye şiddetle menettiği için bütün kuvvetimizle bu Ders'i Kur'aniyyeye ittibaen asayişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur kılarız.
İşte bizi böyle haksız isnadlarla itham eden Devr'i Sabık'taki gizli düşmanlarımız şüphe yok ki, ya siyaseti dinsizliğe alet etmek istediler, yahut bilerek, bilmeyerek bozuk ideolojileri memleketimize yerleştirme gayretine düştüler. Görülüyor ki, nizam ve intizamı bozan, maddi, manevi memleketin emniyet ve asayişini ihlal eden bizler değil, asıl onlardı. Hakiki bir müslüman, samimi bir mümin hiç bir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun ahirzamanda Ye'cüc ve Me'cüc komitesi olduğuna Kur'an'ı Hakim işaret buyurmaktadır.
Yirmi sekiz sene bana ve talebelerime böyle eza ve cefada bulundular. Ve mahkemelerde bazı resmi kimseler bize hakaretlerde bulunmaktan çekinmediler. Hepsine tahammül ettik. İman ve Kur'an'a hizmet yolunda devam ettik. Ve Devr'i Sabık'ın o zulüm ve cefalarını affettik. Zaten onlar da müstehak oldukları akıbete uğradılar. Said-i Nursî."
(IŞIK, İhsan: Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk. Sf. 224-226. 1990, İstanbul)



SAİD-İ NURSİ TEŞKİLATI MAHSUSA AJANI MI?

Said-i Nursî'nin, son 100 yılın en çok tartışılan kişiliklerinden biri olduğu kesin. Nursî'nin şeriatçı yanı, laik cumhuriyet karşıtı en önemli güç haline getirdiği Nurculuğun yaratıcısı olması bir yana, onun kişiliğinde yapılan tartışmalardan biri de Teşkilat-ı Mahsusa ajanlığı iddiası.
İddia ilk kez, Tarihçi Cemal Kutay tarafından aylık bir dergide ortaya atıldı. Kutay'ın iddiası şuydu:
"Bediüzzaman Said Nursî, cumhuriyetin ilk dönemlerine kadar devletle çalıştı. Said efendinin Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştığını biliyordum. Teşkilatın kurucusu ve başkanı Kuşçubaşı Eşref Pa-şa'yla, Bitlis'te evinde kaldık. Daha sonra Urfa'da kaldığı oteli ziyaret ettim. Kendi ağzından, 'ben uzun yıllar Teşkilat-ı Mahsusa'da görev yaptım' sözlerini duydum."
Kutay'ın bu savına, Nur cemaati Yeni Zemin dergisinde yanıt verdi. Kutay'ı yalancılıkla suçlayan dergi, savların asılsız olduğunu öne sürdü. Ancak, devlet arşivlerindeki bazı belgeler kafaları tekrar karıştırdı.
Başbakanlık Arşivinde DH.KSM-41-36   (Dahiliye Kalemi Mahsusa/ İçişleri Özel Kalemi) numarasıyla yeralan belgede şu bilgiler var:
"Esiren Tiflis'te bulunan Bediüzzaman Said-i Kürdî efendiye gönderilmek üzere, memuri mahsusa tevdian tarafı âlâlarına irsal 60 liranın (bin 500 Mark olarak) adı geçene suretle, mümkün olan süratle gönderilmesini rica ederim, efendim."
Bu belge, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından hazırlanarak Hilal-i Ahmer Cemiyeti Reisi Ömer Paşa'ya gönderilmek üzere Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın özel kalemine sunulmuş.
Cumhuriyet Gazetesi muhabirlerinden Kenan Biliz, Nisan 1994'te bu belgeyi Erzurum Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılapları Tarihi Enstitüsü öğretim görevlilerinden Cemil Kutlu'ya yorumlattı. Kutlu'nun yorumu şöyle:
"1916 Yılında Said-i Nursî Rusların elinde esir bulunuyordu. 1908'de imzalanan Lahey Sözleşmesi'ne göre Avrupa'da Kızılhaç ve Osmanlı'da Hilal-i Ahmer gibi cemiyetlerin dokunulmazlığı bulunuyordu. Teşkilat-ı Mahsusa'nın, Said-i Nursî'ye resmi olmayan veya devletin diğer kademelerinde veya teşkilatta görevli kimliği taşıyan biriyle para göndermesi imkansızdı. Savaş hali nedeniyle Tiflis'te elçilik yok. Para ancak dokunulmazlığı olan bir hayriye cemiyeti aracılığı kullanılarak gönderilebilirdi. Resmi anlamda kurye gönderilirse yakalanma riski yüksekti.
Başka bir belgede Rusların elinde esir bulunan paşalar ve diğer subaylara iki defa 150 ruble gönderildiğini saptadık. Rublenin değeri o zaman çok düşük. Esir alınan paşaları için devlet iki defa 150 ruble göndermiş. Daha sonra, ödenek yokluğu ileri sürülerek, uluslararası sözleşmelere göre esirlerin bakımı için göndermesi gereken parayı kesmiş.
Yine aynı dönemde esirlere gönderilen paralara ilişkin elde ettiğim belgeler ve esirlerin durumunu gösteren belgeler ve birçok tarihçinin ortaya koyduğu belgeler, çok sayıda Türk esirin Rusya'da açlıktan öldüğünü ortaya koyuyor.
Devlet, paşalarına dahi para göndermezken, Bediüzzaman Said-i Nursî’ye Hilal-i Ahmer Cemiyeti aracılığıyla 60 lira gibi bir para göndermesi ilgi çekici. Yine, Başbakanlık arşivlerinde bulunan belgeler Osmanlı Devleti Dışişleri Bakanlığı ile Rusya arasında Said-i Nursî ile ilgili esirlik döneminde 10 yazışma olmuş. Konumun dışında olduğu için bunları almadım. Gördüğüm kadarıyla, Said-i Nursi'nin devletle bir ilişkisi olduğu gerçeği daha ağır basıyor."
Teşkilat-ı Mahsusa'nın kanatları altında şeriatçılık yapmak nasıl bir şey acaba?


"MEMURLARIN MASASINA/ SOLCULARIN KAFASINA/ MASONLARIN KASASINA/ HAK YOL İSLAM YAZACAĞIZ"

"Cumhuriyet hükümeti, bütün üyeleri ile, Atatürk ıslahatının (devrimleri ya da inkılapları değil; ıslahatı) ilkeleri üzerinde kararlıdır".
-2 Ağustos 1961: Devlet Bakanı Amil Artus, radyoda yaptığı konuşmada, hükümetin dine karşı olduğunu ileri süren görüşleri yalanlayarak, camilerin kışlalara çevrileceğine, ezanın gene Türkçe okutulacağına, Kur'an'ın okunması ve radyoda yayınlanmasının yasaklanacağına ilişkin söylentilerin rejim düşmanları tarafından atılan yalanlar olduğunu açıkladı. Bu, 27 Mayıs rejiminin gericilere verdiği en önemli ödün oldu.
-1965: Tek başına iktidar olan AP'nin genel başkanı cumhuriyet tarihinde ilk kez Başbakanlık makam odasında namaz kılmıştır. Bu dönemde resmi dairelerde mescitler açılmaya başlandı, devlet konservatuarında dinsel piyesler oynandı.
-20 Eylül 1965: Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nün kararıyla, Nurculuk devletin temel düzenini bozucu dinsel bir irtica olayı olarak kabul edildi ve TCK'nın 163. maddesi kapsamına alındı. Yargılayın hukuk açısından vardığı sonuçlar şunlardı:
"1. Nurculuk ülkenin bütünlüğünü bozmaya yönelmiş amaçlar taşımaktadır.
2. Nurculuk, merkezinin Mekke olacağı bir İslam devletinin kurulmasını ve Türkiye'yi bu devlet içinde eritmeyi istediği için, Türkiye Devleti'nin bağımsızlığını ve birliğini bozmak ve yoket-mek amacındadır.
3. Varolan, laik Anayasa düzenine ve buna uygun laik hukuk, toplum ve politik devlet yapısına karşı olan ve bunu yıkarak dine dayanan, teokratik bir düzeni kurmak isteyen Nurculuk, bu biçimdeki eylemleri cezalandıran Türk Ceza Yasası'nın 163. maddesini çiğnemektedir.
4. Nurculuk, devrimlere ve laik devlet düzenine düşman olan, onu yıkmak amacını güden akımların bir simgesi olarak ortaya çıkmaktadır."
Nisan 1966: CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, TBMM'nde konuşuyor:
"...Rakiplerini din yolunda küçük düşürmek, itham etmek, vatandaşın hiddetine ve nefretine maruz bırakmak bir siyasal oyundur. Bu siyasal oyun, Anayasa ile men edilmiştir. Bu oyunla, bu ülke benim bildiğim altmış yıldan beri hayati tehlikeler karşısında mücadele etmektedir. Ben bu ülkede irticaın yaptığı kışkırtmaları, irticaın bu ülkeye getirdiği zararları herkesten daha çok, burada bulunan sayın arkadaşlarımdan daha çok nefsinde denemiş bir insanım. Tarihten bahsedeyim size. İkbalin en yüksek zirvesinde bulunduğumuz zaman, irtica, bu ülkeyi geride bırakmak için en azılı zararlarını vermiştir. Türkler İstanbul'u 1453 yılında aldılar. Büyük bir dünya olayı. İkbalin bunun üzerinde daha yüksek bir noktası var mıdır?
Şimdi bakınız, 1453 yılında tüm dünyada matbaa icad edildi. Ve tüm dünya matbaa sayesinde yeni bir kalkınma, yükselme ve ilerleme devresine girdi. Türkiye'de irticai tercih edenler Türklerin matbaa kurmalarına izin vermediler. Fatih'in kudreti, tüm dünyada matbaa açıldığı zaman, İstanbul'da, Türkiye'de matbaa açmaya yetmedi. İrtica kuvvetini hafif görmeyiniz. İrtica kuvvetine rüşvet vermeyiniz. İrticaın, bu ülkeye getirdiği zararların daha büyüklerini getirmeye eğilimi, kudreti vardır. İrtica size masum bir adam biçiminde gelir. İrtica size büyük bir gazete biçiminde fesat yuvası olarak gelir. İrtica milletvekili olarak kürsüye çıkar, 'işte son peygamberiniz' diye hitap etmek cesaretini bulur..."
-6 Eylül 1966: Yargıtay Başkanı İmran Öktem, yeni adli yılın açılışı nedeniyle bir konuşma yaptı. Öktem, konuşmasında Said-i Nursî'nin yarı cahil, okuma yazma bilmeyen biri olduğunu, 31 Mart Olayını düzenleyen Derviş Vahdeti ile ilişkisi bulunduğunu, Volkan'daki yazılarıyla 31 Mart'ı körüklediğini belirterek şunları söylüyordu:
"...Nurslu Said, Türkiye'nin batılılaşmasına, ulusal bilincin uyanmasına yazılarıyla ve eylemleriyle muhalefet etmek istemiştir. Türkiye'nin kurtarıcısı ve kurucusu Büyük Atatürk'ün devrimlerini, hareketlerini uygun bulmamış, yazılarıyla O'nu küçük görmüş, reformu durdurmak istemiştir. Kendisi, İslam dini ve inancı ile bağdaşması mümkün olmayan fikirler ortaya atmış, iddialar ileri sürmüştür."
"...Onlara göre, Atatürk yönetimi dehşetli ahir zamandır. Dinsizlik, komünistlik, bozguncu komitelerin faaliyet yıllarıdır. Devrim yasaları geçicidir ve Hıristiyan yasalarıdır. Kemalistler; seviyesiz, anarşist kimselerdir. Devlet İslam esaslarına göre kurulmalıdır. Devletin manevi kişiliğinin Müslüman olması gerekir. Müslümanlara, Kur'an dışında Anayasa gerekli değildir. Said-i Nursî, milliyet ve milliyetçilik fikrine düşmandır. Milliyetçilik, İslam birliğine engeldir. Bu yol ile, Bolşevizm ve sosyalizm karşısında mücadele edilemez. Bunlarla ancak İslam ümmetçiliği başede-bilir. İslam ümmetçiliği şarttır."
"Görülüyor ki, 'İslam kardeşliğini geliştirecek' gerekçesiyle, Türkiye'nin felaket ve musibeti, onda bir sevinç uyandırmıştı."
-1967: İsteğe bağlı din dersleri liselere de konuldu.
-1968: Nisan ayının ilk günlerinde Ankara'da bir broşür dağıtıldı. Kaliteli bir baskısı olan broşürün başlığı şuydu: "Hizb-üt Tahrir Sunar:İslam Devleti Anayasası". Arap harfleriyle basılan Anayasa Tasarısı'nda şöyle deniyordu:
"...İslam devleti, İslam akidesi esasına göre idare edilecektir. Buna aykırı hiçbir şey devletin bünyesinde, teşkilat veya muhasebesinde bulunmayacaktır.
Devleti bir devlet başkanı idare edecektir. Onun her sözü, muayyen şer'i hükümleri benimsemesi şartıyla kanundur. Bütün tebaa böyle bir kanuna gizli ve aşikar itaate mecburdur."
"...Devletin resmi dili Arapçadır. Şer'i hükümler için muteber kaynaklar Kur'an, sünnet, sahabe, icma ve kıyastır. Bunlardan başka kaynaklar teşrii hareketlere mesnet teşkil edemezler."
"...İslam devletinde hakimiyet milletin değil, şeriatındır ve bu husus 20. maddenin a fıkrasıyla anayasaya geçmiştir."
"Kadın ve erkek, ahlaka zararlı, toplumu ifsat edici şer'i hükümlerden birinin şümulüne giren her türlü işi yapmaktan men edilir. Mesela, erkeklerin kendilerine olan. meylinden faydalanmak için tayyarelerde kadın hostes, berberlerde ve lokantalarda güzel erkek çocuklar çalıştırmak gibi."
Aynı günlerde bir başka broşür daha dağıtılıyordu. "Müslümanların Ölüm Kalım Meselesi" adlı broşürde, İslam devletinin ancak kılıçla kurulabileceği, bunun bir ölüm kalım meselesi olduğu, müslü-manlar bunu göze alırlarsa, bugünkü gibi Dar-ül Küfür'de, yani müs-lümanlığı yadsıyanların ülkesinde değil, Dar-ül İslam'da, yani İslam Ülkesi'nde yaşayacakları anlatılıyordu.
(KIRÇAK, Dr.Çağlar: Türkiye'de Gericilik, Sf.200)

Hizb-üt Tahrir, 1957 yılında Şeyh Takiyeddin Nebhani tarafından Kudüs'te kuruldu. Türkiye'de, ilk kez 1967 yılında ortaya çıkarıldı. Ürdün kökenli örgüt, İran İslam Devrimi'ni başlangıcından bu yana destekledi. Ancak devrim anayasasının açıklanmasından sonra, bazı maddelerle çelişkiye düştüğü için destek azaldı.
Türkiye'de, 1967 yılından bu yana, Hizb-üt Tahrir'e yönelik birçok polis operasyonları yapıldı. 1980'lerde çalışma alanının ağırlık noktasını İstanbul'a kaydıran örgüt, 1986'da Çorum'da ortaya çıktı. Yine "Anayasa" dağıtıyorlardı.
-22 Temmuz 1968: Yeşil sarıklıların yönettiği kalabalık, "Emperyalizmi Tel'in" amacıyla öğretmenler lokalini, Konya Gazete-si'nin merkezini ve kitabevlerini tahrip ettiler. Olaylarda 14 kişi yaralandı ve İçişleri Bakanı Faruk Sükan demecini patlattı: "Aşırı solun son günlerde giriştiği tahrik ve anarşi hareketlerinin, Konya'daki üzücü olaylarda rolü olduğu kanaatindeyim."
-12 Kasım 1968: Türkiye İslam Enstitüleri Talebe Federasyo-nu'nun bildirisinde, askeri okullarda din dersi okutulması talep ediyordu..
-11 Şubat 1969: Bir bayan öğretmen, derslere başını örterek girdiği için görevden alındı.
-14 Şubat 1969: Solcu gençler, Amerikan 6. Filosu'nün gelişini protesto için yürüyüş düzenlediler. Milli Türk Talebe Birliği ve Komünizmle Mücadele Derneği, günlerce cihat çağrıları yaparak, yürüyüşü "Komünizm geliyor, din elden gidiyor" diye yorumluyordu. Camilerden çıkan gericiler, Dolmabahçe'den Taksim'e yürüyen gençlerin üzerine "Müslüman Türkiye", "Allah İçin Savaşa", "Komünistleri Geberteceğiz", "Yaşasın Toplum Polisi" diye bağırarak saldırdılar. Sonuç; Duran Aydoğan ve Turgut Aytaç adlı iki genç ölü, 204 yaralı.
Gericiler komünizme saldırıyorlar ama 6. Filo'nün gelişi için genelevde günlerce hazırlık yapılıp baştan başa badana edilirken saldırı sadece Amerikan askerlerinin Türk kızlarıyla güven içinde fuhuş yapmasına yarıyordu.

FİKİR KULÜPLERİ FEDERASYONU'NUN BİLDİRİSİ

Kanlı Pazar'ın hemen ardından Fikir Kulüpleri Federasyonu, tek yaprak üzerine basılmış bir bildiri yayınladı. FKF'nin 'Bağımsız Türkiye' adlı bülteni, "Amerikan Gavuruna Karşı Birleşelim" başlığını taşıyor ve şunlar yazılıyor:
"100 binlerce işçi, köylü, genç Amerikan sömürgeciliğine ve içimizdeki ortaklarına karşı yürüyorlar!.. Sömürgeci Amerikan şirketlerinin, tefecilerin, talancı tüccarların ve ağaların bekçisi zalim 6. Filo'yu istemedikleri için yürüyorlar!.. Gavur Amerikan bayraklarının dalgalanmadığı bağımsız Türkiye için; işsizliğin olmadığı, çalışanların haklarını aldığı bir Türkiye için yürüyorlar!..
Silahla içimize giremeyen Amerikan Gavuru, hileyle "dost" adı altında 35 binden fazla askeri yurdumuza soktu. Şehit kanıyla sulanan topraklarımızın üzerinde, subaylarımızın ve erlerimizin içine giremediği 100'den fazla Amerikan askeri üssü kuruldu. Bunun yanında, karasularımıza 6. Filo'sunu sokmaya; limanlarımızı, denizcileri için fuhuş yatağı olarak kullanmaya başladı Amerikan gavuru!.. İşsizlerimiz sokakta gezer, hastalarımız hastane bulamaz, çocuklarımız ilaçsızlıktan kırılırken; Amerikalı denizcilerin fuhuş yapması için oteller kapatılıyor. Amerikan 6. Filo'sunun ahlaksız komutanı Amiral Charbonatt dansözün etekliğini beline takıp, yoksulluğumuzla alay edercesine göbek atıyor!.. Üniforma giymiş zavallı kardeşlerimiz, işlerini iyi yapsınlar diye soğuğun altında Amerikalıları bekliyorlar!.. Aldatılmış Müslüman kardeşlerimiz, gavur Amerikan 6. Filo'suna karşı namaz kılıp bağımsızlık yürüyüşü yapan diğer Müslüman kardeşlerine saldırılıyorlar!.. Müslümanlar o bayrakları kovuncaya kadar savaşırlar. Cihat, bağımsızlık isteyen kardeşlere karşı değil, sömürücü gavur Amerika'ya karşı açılır!..Hürriyetimiz, ekmeğimiz, namusumuz için gavur Amerika'ya ve ortaklarına karşı birleşelim, dövüşelim!.." (Belgelerle FKF, Dev Genç. Cilt l. Sf.461. Nisan 1988, Ankara)

-3 Mayıs 1969: Ünlü hukuk adamı, Yargıtay Başkanı İmran Öktem l Mayıs 1969'da öldü. 3 Mayıs günlü gazetelerde şu haberler çıktı:
"Bazı gerici çevrelerin, bugün cenaze töreni yapılacak olan İmran Öktem'in cenaze namazının kılınması sırasında olay çıkartacakları öğrenilmiştir. Dün, Hacıbayram Camii müezzinlerinden olduğu öğrenilen, fakat adı saptanamayan bir gencin, namazı kıldıran imamın yanına vararak; 'Muhterem cemaat, vefat etmiş olan İmran Öktem'in yarın burada cenaze namazı kılınacaktır. Bu namazı kılmamanızı rica ediyorum' dediği duyulmuştur."
Nitekim, aynı gün Maltepe Camii'nde olaylar çıktı. Daha önce İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin ve Komünizmle Mücadele Derneği üyeleri ile AP'lilerin Maltepe camii çevresine taş ve sopa yığınağı yaptıkları biliniyordu. Caminin imamı cenaze namazını kıldırmaktan kaçındı. Namaz, törene katılmak amacıyla gelmiş olan İlahiyat Fakültesi mezunu bir avukat olan Hıfzı Gözübüyük tarafından kıldırıldı.
O sırada olaylar patladı. Yaklaşık üç bin kişilik bir topluluk, cenazeye katılanlara, "Dinsizlerin namazı kılınmaz", "Allahsızın namazı kılınmaz", "Kafirler Moskova'ya" diye bağırmaya başladılar. Cami avlusunda bulunan Devlet Bakam Scyfi Öztürk ile bazı tabii senatörler ve sivil giyimli subaylar arasında tartışmalar çıktı. O ana kadar seyirci konumunda olan polisler göstericilere doğru ilerlemeye başladı. Toplum polisi cop kullanıyordu ama göstericiler geriye püskürtüle-ceğine ellerindeki megafonlarla bağırarak musalla taşına doğru yaklaşıyorlardı. Musalla taşının yanında ise CHP Genel Başkanı İsmet İnönü duruyordu. Gruptan bazı kişiler İnönü'yü tartaklarken, Tuğgeneral Nabi Alpartun İnönü'ye yaklaşarak koluna girip tabancasını çekiyor, ''Açılın, bu memleket sahipsiz değildir", diye bağırıyordu. Alpartun daha sonra İnönü'ye dönerek, "İzin verirseniz emniyetinizi sağlayacağım, Paşam", diyordu. İnönü, olay için daha sonra, "Kesin ölçüde bir 31 Mart vak'ası" nitelemesi yapıyor; Aybar "İrticanın cüretkâr bir gövde gösterisi" diyor; Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı ise, "Yağmur eken fırtına biçer derler. İktidar artık fırtına ekmeye başlamıştır. İleride ne biçebileceğim kestirmek hiç de güç değildir. Türkiye, sahipsiz bir memleket manzarasına büründürülmüştür", diye konuşuyordu.
-9 Temmuz 1969: Türkiye Öğretmenler Sendikası, TÖS'ün Kayseri'dcki genel kurulu, şeriatçılar tarafından basıldı.
Genel kurul devam ederken, iki cami avlusunda, İmam Hatip Okulu ve Kayseri Türk Kültür Derneği önünde patlama olayları oldu. Yer yerinden oynadı. Binlerce kişi, TÖS Genel Kurulu'nün yapıldığı salonu bastı. Şehirde işyerleri kapatıldı, kısa aralarla elektrikler kesilmeye başlandı. Vali Abdullah Asım İğneciler belediye hoparlörlerinden halkı sakin olmaya çağırıp TÖS Genel Kurulu'nün çalışmalarına son verdiğini açıkladı. Oysa Genel Kurul sürüyordu ve binlerce kişi, "Komünist öğretmenler camilerimizi bombaladı" diye bağırıyordu. Kalabalık, "Endonezya kadar olamayacak mıyız?", "Camilerimizi komünistlere çiğnetmeyeceğiz", "Din düşmanları kahrolsun" diye slogan atıyor; tekbir getirerek sinema salonunu yakmaya uğraşıyordu.
Polisin olayları engelleyememesi karşısında askeri birlikler devreye girdi ve öğretmenler orduevine yerleştirildi. Bu sırada, olaylar sürdü ve TÖS şubesi ile TİP il binası tahrip edildi. Topluluk durmak bilmiyordu. Otelleri, bar ve pavyonları bastılar; çırılçıplak soydukları konsomatris kadınları yerlerde sürüklediler.
Altı saat süren olaylarda üç toplum polisiyle yirmi kişi yaralandı. Dokuz kişi yakalandı. Öğretmenler, askeri araçlarla Kayseri'den çıkabildiler.




TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 4





TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 4


.
ŞERİATÇININ KARANLIK YÜZÜ

-25 Temmuz 1951: Ticanilerin lideri Kemal Pilavoğlu 15 yıl ağır hapse mahkum oldu. Bunun üzerine tarikat, ana caddelerde, mahkeme salonlarında tekbir getirme, tarikat bildirileri dağıtma, Atatürk heykellerini kırma gibi faaliyetlerini durdurdu.
Ortada 40'lı ve 50'li yıllara damgasını vuran, laik cumhuriyete karşı önemli bir çıkış gerçekleştiren, 'Ticani' adında bir tarikat ve bu tarikatın M. Kemal Pilavoğlu adlı bir lideri var. Tarikatın ve liderinin tek amacı, ülkeye dine dayalı devleti, yani Tanrı iradesini getirmek. Yani, şeriatı geçerli kılmak.
Şeriatçılığın tartışıldığı ortamlarda unutulmaması gereken birkaç temel kural var. Bunlardan birincisi; "Şeriatçı, Tanrı'nın kendisine yapmamasını emrettiği şeyleri yapmayan değil, yaptırmayan kişidir", sözleriyle formüle edilebilir. Bu, nasıl yorumlanmalıdır? Şunu söyleyebiliriz: İnsanlığın evrimi açısından baktığımızda bu, hiç de yeni bir tanım değildir. İnsanlık tarihinin hemen her döneminde geçerli bir kuraldır bu. Yani; hukuk, ahlak ve din her zaman yoksullar ve yönetilenler içindir, güçlüler ve yönetenler için değil...
Güçlüler ve yönetenler için temel kural ise daha çok ve sürekli güçtür. Güç; siyasal, askeri ve mali unsurlardan oluşur.
Gücün korunması için ise hukuk, ahlak ve din kurumları oluşturulur. Bu kurallar, güç sahiplerini suç, ayıp ve günah gibi kavramların ardına gizleyerek korurlar. Örneğin, beş vakit namazında, niyazında bir adamın rüşvet olmayacağını, ırza-namusa dokunmayacağını, dünyevi zevklere itibar etmeyeceğini söyleyerek bir önyargı oluşturulur ve artık, ne olursa olsun o kişi bu önyargı kalkanının ve sis perdesinin ardında kalır.
Peki, kalmalı mıdır? Hayır. Din, kedinin pisliğini örttüğü toprak olmamalıdır. Tıpkı, 50'li-60'lı yılların ünlü gericisi, Ticani tarikatı lideri Kemal Pilavoğlu'nun yaptığı gibi.
Kemal Pilavoğlu, 1952 yılında Ankara'da kitapçılık yaparken laikliğe aykırı hareket etmek, bildiri dağıtmak, Atatürk büstü kırdırmak ve tarikatçılık yapmak suçlarıyla yargılanmış; mahkeme tarafından yedi yıl hapis, beş yıl sürgün, beş yıl da polis gözetimi cezasını tamamladıktan sonra Bozcaada'ya gelmiş. 1968 yılında, Bozcaada'da "Üzüm, Şarap ve Efendi-Ticani Tarikatı ve Pilavoğlu" adıyla bir röportaj yapan Hikmet Çetinkaya, Ticani lideri Kemal Pilavoğlu'nun Bozcaada'deki günlerini şöyle anlatıyor:
"Karısı, iki kızı ve oğlunu da yanına alan Pilavoğlu, 1963 sonlarında Bozcaada'ya getirttiği yirmiye yakın müridinin sayısını, birkaç ay içinde ellinin üzerine çıkarmayı başarmış. Bozcaada'da sempati toplamak için öğrencilere kitap, defter, kalem ve eğitim araçları almış. Bunları parasız dağıtmaya başlamış. Bozcaada'da doğru dürüst bir fırın, bakkal, bir manav yokmuş o yıllar. Adalılar yoğurt, süt yüzü görmüyorlarmış, aylarca. Çanakkale'ye inerlerse yiyebiliyorlarmış. Kışlık sebze yemezlermiş. Kısacası yoksunluk bölgesiymiş Bozcaada. Kışın deniz kudurdu mu, açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalırlarmış. Motorlar çalışmazmış günlerce. Kimsenin aklına sebze yetiştirmek, inek alıp beslemek gelmezmiş, 1963'e kadar. İşte iyi bir işletmeci olan Pilavoğlu, kolları sıvayarak koyun almış. Süt ve yoğurt satmaya başlamış. Manav ve bakkal dükkanları açmış. Fakat şarap ve sigaranın 'günahkarlar içkisi' olduğunu öne sürerek, bunları satmıyormuş dükkanlarında. Artık işleri yoluna girmiş, 'Pilavoğlu Çarkı' hızlı hızlı dönmeye başlamış. Üstelik elliden fazla mürit, efendilerinin hizmetinde sadece boğaz tokluğuna çalışıyorlarmış."
(ÇETİNKAYA, Hikmet: Kubilay Olayı ve Tarikat Kampları. Sf. 40. 1986, İstanbul)
Çetinkaya'nın anlattığı "boğaz tokluğuna çalışma" olayını Pilavoğlu'nun birçok müridi doğruluyor. Müridler, efendiye hizmet ediyorlar ve sevap kazanıyorlar. Pilavoğlu ise, müridlerinin artı emeğine el koyuyor ve dünyalık kazanıyor. Çanakkale Ağırceza Mahkemesi'nde Kemal Pilavoğlu hakkında açılan 1975/181 sayılı davada ifade veren müridleri, şeyhin çiftliklerinde, fırınlarında ve diğer işyerlerinde çalışarak din yolunda efendiye hizmet ettiklerini, hakim huzurunda söylüyorlar. Şeyh-mürid ilişkisinin sonunda, Ticani Lideri Pilavoğlu'nun kazancını 26 Eylül 1975 tarihinde Bozcaada Tapu Sicil Muhafızlığı'nın, Bozcaada Cumhuriyet Savcılığı'na yazdığı bir yazıda, şu bilgiye yer veriliyor:
"İlgi müzekkerenizle, ilçemiz Cumhuriyet mahallesinden Ahmet oğlu 1323 doğumlu Kemal Pilavoğlu adına kayıtlı (172) yüz yetmiş iki parça gayrimenkul kaydı sicilinden aynen yukarıya çıkarılmıştır."
1960-1975 yılları arasında, efendi-mürid ilişkisinin Ticani liderine kazandırdığı varlığın sadece bir bölümü olduğu bilinen 172 parça gayrimenkul. Tarlalar, arsalar, bağlar, bahçeler, mandıralar, evler... Binlerce dönüm toprak. Yüzlerce, binlerce küçük ve büyükbaş ve kümes hayvanı. Menkul varlık ise hâlâ bilinemiyor. Pilavoğlu'nun asıl başarıyı ticaret alanında değil, inanç sektöründe sağladığı ortaya çıkıyor. 1950'li yılların Atatürk heykelleri düşmanı, radikal dinci Ticani tarikatının lideri, bu görüntünün altında Türkiye'nin en hızlı zenginleşen kişilerinden biri olarak ortaya çıkıyor. Pilavoğlu, bir yandan mal-mülk edinirken, bir yandan da başka dünyevi zevklerle uğraşıyor.
Ehli namus, dindar Pilavoğlu'nun diğer dünyevi zevklere olan düşkünlüğü, Çanakkale Ağır Ceza Mahkemesi'nin 1975/181 esas sayılı dosyasının sayfaları arasında bütün çıplaklığı ile duruyor. İki yıl daha duracak ve sonra dosya zaman aşımı süresininin dolması nedeniyle, 1996 yılında imha edilecek. Davanın 6 Mayıs 1976 tarihli duruşmasında, A.U., mağdur, yani fiilden zarar gören sıfatıyla duruşma salonuna, yargı heyetinin önüne alınıyor. Duruşma tutanaklarından izliyoruz:
"Duruşmanın belli yerinde ve saatinde oturum açıldı. Mağdur A.U. gelmekle huzura alındı, açık duruşmaya başlandı. Mağdur:A.U.: Mustafa oğlu 1952 doğumlu, Altındağ Yenidoğan asfaltı üzeri,... numarada oturur. Sıhhiye Zafer meydanı,... numarada babası M. yanında kalır olduğunu söyledi.
Çanakkale Ağır Ceza Mahkemesi'nin 12 Nisan 1976 günlü talimatı okundu. Mağdurdan talimat gereğince soruldu: Ben bu hususta evvelce ifade vermiştim. Aradan zaman geçtiği için de okunmasını isterim, dedi.
Mağdurun talimata ilişik olarak gönderilen, ilk soruşturma sırasında tesbit edilen 24.6.1974 günlü tasdikli ifade örneği okundu.
Mağdurdan soruldu: Okunan ifadem doğrudur. Ben tarihini hatırlamıyorum. O zaman küçüktüm. Daha doğrusu 14-15 yaşlarında idim. Babam beni Kemal Pilavoğlu'nun Bozcaada'da bulunan yazıhanesinde katip olarak çalışmam için sanığın yanına bıraktı. Aradan bir sene kadar geçti. Ben sanık Kemal Pilavoğlu yanında boğaz tokluğuna çalışıyordum. Sanık küçük olduğum için bana muhtelif hediyeler vererek kandırdı ve anüs yoluyla yanında kaldığım 3-4 sene zarfında birçok defa evinin yanında bulunan yazıhanesinde ırzıma geçti. Bana ayrıca tehditte bulunmadı. Yalnız yukarıda belirttiğim gibi elbise, saat gibi hediyeler vererek, çocukluğumdan da istifade etmek suretiyle kandırdı. Ve bu suretle ırzıma geçti. Irzıma geçerken bir tehditte bulunmadı, ancak, her defasında kimseye söylememem gerektiğini bildirdi. Ben onun yanından askere gitmek üzere ayrıldım. Ve kimseye de şikayet etmedim. Ancak; benden sonra yanına aldığı katiplere de aynı şeyi yapmış ve suç ortaya çıkınca her nasılsa bana yaptıkları da meydana çıkmış. Ben de sanık hakkında şimdi şikayetçiyim, cezalandırılmasını isterim, dedi.
Ben askere 4.7.1972 tarihinde gittim. Askere gitmeden 5 veya 6 sene evvel sanığın yanında katip olarak çalışmaya gitmiştim. Ve bu süre askere gidinceye kadar yanında kaldım. Irza geçme hadisesi de bu tarihlerde oldu, dedi."
Ne olacak şimdi?
Bir baba, (muhtemelen o da-müridi) oğlunu din ve Allah yolunda çalışması için lidere gönderiyor. Dini lider, yani tarikat şeyhi, ki olayımızda bu kişi Ticani tarikatının lideri Kemal Pilavoğlu'dur, çocuğu boğaz tokluğuna çalıştırıp artı emeğine el koyuyor. Bunu da din uğruna değil, mal mülk edinme uğruna yapıyor. Üstelik bu kadarla da kalmıyor ve çevresine namusu, haramdan sakınmayı, kadının örtünmesini emrederken dini eğitim vermesi gereken genç erkek çocuğuna tecavüz ediyor.
Bir başka mağdura geçiyoruz. Pilavoğlu mağdurlarından A.A., hocaefendi hazretlerinin yanına 15 yaşında gidiyor. Çanakkale Ağırceza Mahkemesi'ne gönderilmek üzere, Ankara Ağırceza Mahkemesi'nde, 13 Ekim 1975'te talimatla alınan ifadesinde efendi hazretlerinin yanında geçirdiği günleri şöyle anlatıyor:
"Ben Kemal Pilavoğlu'nun yanında 1963 yılında çalışmaya gittim. Bozcaada'ya gittim ve katip olarak çalışmaya başladım. Bir gün beni soydu. Bende bel soğukluğu var, bunu tedavi edeceğim dedi ve ben de hakiki olarak sandım. Kendisi bel kuşağı saralım dedi ve sonra bilahare beni yine soydu. Ben sizin babanızım diye bizi öper ve her tarafımızı okşardı. Fakat benim ırzıma geçmedi. Sarıldı ve okşadı. Bunlardan zevk alırdı. Birgün benim ırzıma geçmek istedi. Ben müsaade etmedim ve benim ırzıma geçmiş değildir."
Ortaya çıkan manzara bir din adamının, bir tarikat liderinin portresinden çok, erkek çocuklarına düşkün bir zamparanın portresi oluyor. Çocukları kimi zaman saatle, elbiseyle, kimi zaman kurnaz bir çapkın gibi hastalığın tedavisi bahanesiyle kandıran bir kart zampara. Dava dosyasının sayfaları arasında dolaşmayı sürdürüyoruz. Bu kez bir baba, M.A.B., müşteki sıfatıyla sorgu hakimliğine, 28 Ağustos 1974 tarihinde şu kısa ifadeyi veriyor:
"Benim oğlum A.B., sanığın yanına çalışmak üzere gelmişti. Sanık orada çocuğumun ırzına geçmiştir. Ben kendim gözümle görmedim. Durumu bana oğlum A.B. anlattı. Kendisini muayene ettirdim ve ırzına geçildiği anlaşıldı. Sanık benim oğlumun ırzına geçmiştir, dedi."
Bir baba için ne büyük acı. Muhtemelen kendisinin de müridi olduğu o kutsal adam, o tarikat lideri oğluna tecavüz ediyor. Oğlunu doktora götürüp muayene ettiriyor ve olayın doğru olduğunu anlıyor. Yıkılan inançlarına mı üzülsün yoksa tecavüz edilen oğluna mı? Şikayet ediyor. Mahkemede tekrar tekrar şikayetçi olduğunu söylüyor.
Bir yıl kadar sonra, 5 Kasım 1975 günü, Çubuk Asliye Ceza Mahkemesi'nde şikayetini Çanakkale'de görülen dava dosyasına gönderilmek üzere tekrarlıyor. Mahkeme, çocuğun da ifadesini alıyor. İlginç bir ifade. Çocuk şunları söylüyor:
"Bundan tahminen 4-5 sene evvel sanık Kemal Pilavoğlu'nun Bozcaada'daki çiftliğine eski yazı okumak ve dini bilgiler öğrenmek üzere talebe olarak yanına gitmiştim. Gittiğim sene bahçesinde çalıştım, bahçe işçisi olarak üç sene çalıştım. Bilahare fırına işçi olarak aldılar. Fırında da bir sene kadar çalıştım. Sanık Kemal Pilavoğlu beni yanına katip olarak aldı. Yazıhanesinde bana, 'benim dediklerimi yapacaksın, seni ben cennete koyacağım, Resulullahın yolundan doğru gideceksin' diye sözlerde bulundu ve yazıhanesinin penceresinin perdelerini örttü. Yazıhanenin aşağı ve yukarı kapılarını kapattı. Benim ırzıma geçti. Ve bu durumu 7-8 ay devam ettirdi."
Çocuk eski yazı ve dini bilgiler öğrenmek istiyor, bahçe ve fırında çalıştırılıyor. Sonra da hocaefendi hazretlerinin katipliğine yükseltiliyor. Hocaefendi hazretleri ne kadar çok katip değiştiriyor. Hepsini kendisi seçiyor ve hepsi, 14-17 yaşları arasındaki çocuklardan seçiliyor. Katibine, cennete gitmenin yolunun tarikat liderinin yatağından geçtiğini anlatan bir hocaefendi hazretleri düşünsenize... Ticani lideri, bu yolun Resulullahın yolu olduğunu söyleyerek sadece bir sübyanı kandırmıyor; aynı zamanda İslamlığa ve peygambere yapılabilecek en büyük hakareti de yapmış oluyor. Olayın tanıkları var. Tanıklar konuşuyor. Dava sırasında, 16 Eylül 1974 tarihli duruşmada tanık olarak ifade veren S.A.Ç., şunları anlatıyor:
"1973 Ramazan ayında Bayram münasebetiyle ziyaretime gelen Ahmet Durak bana Kemal Pilavoğlu'nun hakkında küçük çocukların ırzına geçmek suçunu eylediği hakkında malumat verdi. Malumatı eşi Emine Pilavoğlu'na da anlatmış. Emine Pilavoğlu'na da kocasının A.C. ismindeki bir çocukla münasebet kurduğunu ve bizzat kendisinin onları suçüstü yakaladığını söylemiş. Daha sonra Ahmet Durak Ankara'ya gelip şoför Kazım Erdoğan'a meseleyi etraflıca anlattı. Biz bu durum karşısında elimizde bir teyp ve fotoğraf makinesiyle hadiseyi mahallinde görmek ve suçüstü yakalamak düşüncesiyle Bozcaada'ya gittik."
Eski gelenektir. Mahallenin bıçkınları, yanlarına kadıefendiyi hocaefendiyi, jandarma çavuşunu veya polisi de alarak eve erkek alan kadına baskın yaparlar. Buradaki görüntü de biraz bunu andırıyor. Önce A.C. adlı çocuğu kenara çekip konuşuyorlar ve çocuk olayı anlatırken sesini kaydediyorlar. Sonra A.K. adlı çocuk teybe konuşuyor. A.C. ile şifreli bir haberleşme yönteminde anlaşıyorlar. Daha sonra Pilavoğlu'nun bürosunun üstündeki çatı katına çıkarak beklemeye başlıyorlar. Bundan sonrasını yine Çanakkale Ağırceza Mahkemesi'nin duruşma tutanaklarından izliyoruz:
"Saat 08.30 sıralarında çocuklar gelip sobayı yaktılar. Bilahare 09.00 sıralarında Kemal Pilavoğlu yazıhaneye geldi. Daha evvelce kararlaştırdığımız şekilde A.C. bu fiil başladığı zaman birinci öksürükte soyunduklarını, ikinci öksürükte ise kötü fiilin başladığını işaret etmek suretiyle bizi haberdar etti. Anında çatı kısmından inmek suretiyle çıplak ayakla kapıyı itekledik. Ve aniden açıldı. Ben, Pilavoğlu'nun A.C.'nin üzerinde kötü halde iken bileklerinden tutmak suretiyle yakaladım. Kemal Pilavoğlu ve üç çocuk çırılçıplak, yazıhanenin perdeleri kapalı ve içerideki soba yanmış vaziyette uygunsuz halde yakaladık. Etrafında bulunan adamların hepsini çağırma suretiyle o çirkin vaziyeti hepsine gösterdik. Bu hadisede görenler K.T., Fırıncı Ö., S.Y., E.Ö. ve ismini bilmediğim 3-4 kişi bizzat bu hali gördüler. En son olarak karısını çağırdık. Çırılçıplak vaziyette görünce ben sana demedim mi bu kötü adetleri bırak, sen bir din adamısın, bunlar sana yakışır mı, gibi sözler söylemek suretiyle çıplak vaziyetteki kocası Kemal Pilavoğlu'nu bizzat kendisi bildirdi."
Ve baskın sona eriyor. Tarikat lideri, diğer müridlerinin ve eşinin önünde çıplak bir durumda süklüm püklüm. Baskıncılar işin peşini bırakmıyorlar:
"Yaptığımız araştırma sonunda ve delil toplamak gayesiyle Bilecik Jandarma Taburu'nda A.U.'yu, İzmir Ulaştırma Bölüğünde M.M.'yi, Kars Mekanize Bölüğünde S.B.'ı bizzat gidip gördük. Çocukların hepsi de bu fiillerin 1969 senesinden beri işlendiğini, evvelce bu kötü işin kötülüğünü bilmediklerini, akılları başlarına geldikten sonra yüz kızartıcı bir şey olması nedeniyle kimseye söylemediklerini, söylerlerse Kemal Pilavoğlu'nun fedaileri tarafından kendilerinin icabında yok edileceklerini söylediler. Ayrıca Kemal Pilavoğlu'nun buna benzer sapık hallerinin, örneğin şifa olur diye idrarını içirirmiş, vesaire gibi halleri yaptığını söylediler..."
Bir, üç, beş... Birçok tanık bulunuyor. Tanıklar aynı şeyleri söylüyorlar. Mağdurlar aynı şeyleri söylüyorlar. İki tanesi ise, baskını yapan kişilerin Pilavoğlu'ndan tehditle para istediklerini, Pilavoğlu vermeyince böyle bir oyuna başvurduklarını anlatıyorlar. Ancak, bu ifadeyi veren kişilere mahkemenin tecavüze ilişkin doktor raporlarını anımsatması üzerine enteresan bir yanıt geliyor: "Biz birbirimizle bu işi yaptık."
Olan oluyor. Yargılama bütün hızıyla sürerken Pilavoğlu ölüyor ve dosya düşüyor. Dava kapanıyor.
Kapanıyor ama adalet için kapanıyor. Başkalarının sorunları bitmiyor. Onlar her kimse, daha sonra adliye mahzenindeki dava dosyasına girerek çocuklara tecavüz edildiğine ilişkin doktor raporlarını, dava iddianamesini, dosyanın içinde hangi belgelerin bulunduğunun listesi anlamına gelen dizi pusulasını ve daha birçok önemli belgeyi çalıyorlar. Kedi, pisliğini önce dini sonra da hukuku kullanarak örtemeyince bu kez hırsızlıkla örtmeye çalışıyor. Ayın karanlık yüzünün ortaya çıkması ise hiç bir zaman engellenemiyor.
Peki, şimdi ne olacak? Ne söylenebilir?
Söylenebilecek şeyi ses sanatçısı İlhan İrem söylemiş: Adam "gerici". İlhan İrem'in saptaması gerçekten doğru. Adamlar galiba her anlamda gerici... Türkçe'de güzel bir laf vardır. Hoca'nın dediğini yap, yaptığını yapma derler.
-27 Ağustos 1951: Kurucular adına Cevat Rıfat Atılhan'ın savcılığa verdiği dilekçeyle, İslam Demokrat Partisi kuruldu. Parti tüzüğünün birinci maddesinde, "Partinin kutsi prensip ve akideleri ve milletin mukaddesatına olan bağlılığın her türlü müdahaleden korunacağı", üçüncü maddesinde ise "Milletin arzu ve temayüllerine uymayan umde ve prensiplerin kaldırılacağı" yer alıyordu. Vatan Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin Yalman tarafından İngilizce olarak yazılan "Turkey in my time" adlı kitabın 250-251. sayfalarında, İslam Demokrat Partisi ve kurucusu Atılhan hakkında şu bilgilere yer veriliyordu: "Bu gurup, Kudüs Müftüsü Aj Amin el Husseini ile yakın işbirliği yapan sabık Nazi ajanı olan Cevat Rıfat Atılhan adında mütekait bir yüzbaşı tarafından sevk ve idare edilmekteydi."
-16 Haziran 1952: 431 sayılı yasa değiştirilerek Osmanlı hanedanından olan kadınların Türkiye'ye gelmesine izin verildi.
-22 Kasım 1952: Bir süredir gericiliği yeren yazılar yazan Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman, Malatya'da yapılan suikastte ölümden döndü.
-Kasım 1952: DP milletvekili Hasan Fehmi Ustaoğlu, Samsun'da yayınlanan Zafer gazetesinde, "Atatürk de kim oluyormuş? Türk milleti Atatürk devrimlerine borçlu sayılamaz" diye bir yazı yazdı. Cumhuriyet'te Nadir Nadi tepki gösterdi ve mahkemelik oldular. Mahkeme, "Atatürk'e hakaret edene hakaret etmek hakaret sayılmaz" görüşünü belirtti.
-9 Haziran 1953: Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişi Ziya Karamuk, Mısır'ın başkenti Kahire'deki El Ezher Üniversitesi ile ilgili incelemelerini 2201 sayılı rapor olarak bakanlığa verdi. Raporda, El Ezher Üniversitesi'nde nasıl Türk düşmanlığı yapıldığı, dinin Arap milliyetçiliği için nasıl kullanıldığını belgeleriyle kanıtlamıştı. Karamuk'un raporu hasıraltı edildi.
-6-7 Eylül 1955: EOKA, l Nisan 1953'ten itibaren Kıbrıs'ta yoğun baskınlara girişti. Önce İngilizlere karşı yürütülen operasyonlar çok geçmeden adadaki Türklere yöneliyordu. Kanlı olayların bir çığ gibi büyüyüp dayanılmaz hal alması üzerine İngilizler 30 Haziran 1955'te Türkiye ve Yunanistan'ı bir konferansa çağırıyor ancak, sonuç alınamıyordu. Türkiye, 23 Ağustos 1955'te İngiltere'ye bir nota vererek Kıbrıs'taki Türklere karşı girişilen eylemlere tepkisiz kalamayacağını bildirdi. İngiltere'nin 28 Ağustos 1955 tarihli çağrısı üzerine Türkiye-İngiltere-Yunanistan Dışişleri Bakanları Londra'da biraraya geldiler.
Üçlü konferans açılırken, sanki bir düğmeye basılmışcasına İstanbul, Ankara ve İzmir'de 6-7 Eylül olayları başlıyordu.
6-7 Eylül olaylarının görünürdeki başlangıcı, 6 Eylül akşamına doğru, Kıbrıs Türk'tür Cemiyeti'nin Taksim alanında düzenlediği açık hava toplantısıdır. Toplantıda, "Yunanlıların Atatürk'ün Selanik'te doğduğu evi bombaladıkları" haberi ortalığı kaplıyor. Sonuç korkunç: İki günde üç ölü, 30 yaralı. 73 kilise, bir Havra, sekiz Ayazma, iki Manastır, 3584'ü Rumlara ait olmak üzere 5538 gayrimenkul tahrip ve yağma edilerek yakılıp yıkılıyor. Saldırganların sloganları yine aynıdır: "Allah İçin Savaşa, Kafirlere Ölüm, Müslüman Türkiye..."
-29 Kasım 1955: DP Meclis Grubu toplantısında Menderes konuşuyor: "Siz öylesine güçlüsünüz ki, şu anda isterseniz Anayasa'yı bile değiştirebilir, hilafeti bile geri getirebilirsiniz."
-25 Mayıs 1956: Afyon Ağırceza Mahkemesi, Nur Risaleleri'nde hiç bir suç unsuru bulunmadığı yolunda karar verince, dört ilde birden tüm Risaleler basıldı.
-7 Haziran 1957: DP'iler, 54 seçimlerinden hemen önce "Demokrat Parti'nin yarın yapacağı mitinge katılmayacak olanlar ve muhalif partilerin üyeleri münafıkdırlar" diye vaaz veren Ödemiş Vaizi Fevzi Boyar'ın aldığı 10 ay hapis cezasının kaldırılması için TBMM'ye teklifte bulundular ve bu teklif 'bugün' genel kurulda görüşüldü.
-19 Ekim 1958: Başbakan Adnan Menderes, Emirdağ ilçesini ziyaret etti. Said-i Nursî Emirdağ'da yaşıyordu. Nurcular Menderes'i, hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açarak karşıladılar. Said-i Nursî, bu olaydan sonra ülke içindeki gezilerine başladı.
Said-i Nursî-Menderes yakınlığı Nursî'nin İsparta'da zorunlu ikamette bulunduğu sırada başlıyor. Nursî, seçimlerde oyunu herkes gibi gizli değil açık "milletin gözü önünde" kullanarak Demokrat Parti'yi desteklediğini ilan ediyor. Nur şakirtleri de üstadlarının yolunu izleyerek DP'li oluyorlar. Nursî, çok yakın talebesi Tahsin Tola'nın DP milletvekili olmasına izin veriyor. Bir başka yakın talebesi Hamza Emek ise, adı Nursî ile anılan Afyon'un Emirdağ ilçesine, DP ilçe başkanı oluyor. Menderes-Nursî ilişkisi, daha çok mektup ve aracılarla sürüyor. Said-î Nursi, çok sevdiği ve birçok yerde "İslam Kahramanı" diye bahsettiği Menderes'e desteği karşılığında, üç şart ileri sürüyor:
1- Ezanı aslına (Arapça'ya) çevir.
2- Risale-i Nûr'lara serbestiyet tanı.
3- Ayasofya'yı camiye çevir.
Nursî'nin üç isteğinden ikisini Menderes gerçekleştiriyor. Üçüncü isteği, Ayasofya'nın camiye çevrilmesi ise bir türlü yerine getirilemiyor.
-1958: Ortaokullara da isteğe bağlı din dersi tartışmaları başladı. Bütün muhalefete karşın, hükümet ortaokul 1. ve 2. sınıflara isteğe bağlı din dersi konmasına ilişkin bir karar çıkardı.
-2 Mart 1959: Menderes'in Mason müsteşarı Ahmet Salih Korur, Eyüp Sultan Cami'sinin avlusunda büyük bir iftar yemeği verdi. Korur'un imzasıyla davetlilere gönderilen iftar çağrıları, 12 Mart 1959 değil, 2 Ramazan 1378 tarihini taşıyordu.
1959: İstanbul'da Yüksek İlahiyat Enstitüsü kuruldu.
-16 Eylül 1959: Süleymancılar tarikatının kurucusu ve lideri Süleyman Hilmi Tunahan, şeker hastalığından öldü. Müridleri onu Fatih camiine gömecekken, dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik'in emriyle, cenaze Karacaahmet mezarlığına götürüldü ve polis nezaretinde bir çukura gömüldü.
Tunahan, 1888 yılında, Silistre Ferhatlar'da doğdu. İslami eğitim gördü ve İstanbul'daki medreselerde dersler verdi. 1924 yılında, medreseler kapatılınca ticarete atıldı. 1930'dan itibaren ise Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosundan, Sultanahmet, Şehzadebaşı, Yenicami ve Kasımpaşa camilerinde vaizlik yapmağa başladı. Kuran kurslarının yasallaştığı 1946 yılına kadar, çocuklara ve gençlere gizlice dersler verdi. 1946'dan itibaren ise kurs ve pansiyon işlerinde uzmanlaşmaya başladı. Üç kez irticai hareketleri nedeniyle yargılandı ve üçünde de beraat etti. Osman Bölükbaşı'nın Millet Partisi'nde aktif politika da yaptı. Arkasında iki milyona yakın baskı yapan 'Yepyeni Usul ve Tertiple Kuran Harf ve Harekeleri' adlı kitabı bıraktı.
Uzmanlık alanları olan Kur'an Kursu ve kurs pansiyonları nedeniyle hem ekonomik, hem de insan potansiyeli açısından oldukça gelişkin bir Nakşi kolu olan Süleymancılar, imam hatiplilerle ve dolayısıyla Diyanet'le çetin tartışmalar ve mücadeleler geçirdiler. Yüzlerce bina ve onbinlerce öğrenciyi kapsayan bu egemenlik alanındaki kapışmalar nedeniyle Süleymancıların, imam hatipli imamların arkasında namaz kılmadıkları biliniyor.
- Ekim 1959: DP Konya Milletvekili Fahri Ağaoğlu, İslam dininin resmen devlet dini olarak tanınması için yasa önerisi verdi. Öneri TBMM'de görüşülmedi.
Bir başlık: "Said-i Nursî dün de DP'li iki mebusla görüştü". Haberi okuduğumuzda, Nursî'nin bir süredir Ankara'da kaldığı ve DP'lilerle görüşmeler yaptığı, son olarak da DP Erzurum Milletvekili Fetullah Taşdelenlioğlu ve DP Muş Milletvekili Gıyasettin Emre ve Doktor Tahsin Tola ile görüştüğü anlaşılıyor. DP'li Emre daha sonra Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi, son olarak da Refah Partisi içinde aktif olarak yerini alacaktır. Nursî'nin görüştüğü Doktor Tahsin Tola, Nursî'nin en yakın talebesi olarak bilinen biri. Nursî'den milletvekilliği izni almış. Nursî, kendisiyle görüşmek isteyen CHP Van Milletvekili Abdülvahap Altınkaynak'ı ise reddetmiş. Diyelim ki, Nursî "din düşmanı CHP"nin milletvekilini kabul etmedi. Peki, "Din düşmanı, laik CHP"nin milletvekili acaba hangi nedenle Nursî ile görüşmek istesin?
- 3 Ocak 1960: Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasından bir haber daha... Demokrat Parti Sağmalcılar Ocak Bürosunun camına yapıştırılmış üç duyurunun fotoğrafı basılmış. İlk duyuru, ocağın her akşam saat yediden sekize kadar açık olduğunu bildiriyor. İkinci duyuruda, "Ocağımıza üye kaydı yapılır" sözcüğü var. Üçüncü duyuru önemli: "Asil olmak istersen dinini unutturanlardan nefret et. Dinini sevenle dost kalmayı kendinize borç bilin".

Hep konuşulan "dinin siyasete alet edilmesi" konusunda düşündürücü bir örnek. Bir de şu yanı var, duyurunun: Hani, topluma kin ve nefret tohumları ekmekten bahsedilir sık sık. Said-i Nursî'nin sevgili başbakanı Menderes'in partisinin bir ocak teşkilatında nasıl din adına kin ve nefret tohumları ekilmiş olduğuna ilişkin daha iyi bir belge olabilir mi?

..


TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 3





TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 3


.

AYNI ANDA DÜNYADA...

1933'te Hitler, Almanya'da iktidara geldi. Bu yüzden birçok üniversite öğretim üyesi Almanya'dan kaçarak Türk üniversitelerine koştular. Bu dönemde İtalya'nın Habeşistan işgali, İspanya iç savaşı, Picasso'nun Guernica'sı, Alman ordularının Avusturya işgali, Çekoslavakya'nın parçalanması yaşanmaktadır. 1939'da ikinci büyük savaşın ayak sesleri öylesine yakındır ki...

- 1939: İlk yasal, islami muhalefet yayını Hareket yayın hayatına başladı.
- 20 Eylül 1943: Said-i Nursî tutuklandı ve Ankara'ya sevkedildi. Değişik bölgelerden tutuklanan 126 Nur talebeleriyle birlikte Isparta ve Denizli Cezaevleri'nde bulunan Nursî, sonunda beraat etti. Afyon'daki Emirdağ'a sürgün edildi.


İSTANBUL EMNİYET MÜDÜRLÜĞÜ ARŞİVİNE GÖRE NURCULAR

İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün arşivlerinde, Said-i Nursî'nin kişiliği ve Nurculuğa ilişkin 1980'lerin ikinci yarısında hazırlanan bir raporda şu bilgilere yer veriliyor:
"Evvelce Said-i Kürdî olarak tanınan ve bu unvanı kullanan, soyadı kanunundan sonra, doğduğu Bitlis'in Nurs köyüne izafetle Nursî soyadını alan Said-i Nursî yarı cahil, okuyup yazmasını bilmeyen bir kimsedir. Nur Risalelerinden Tiryak adlı risalenin 68. sayfasında kendisi bu hususu itiraf etmekte olup, risalelerini yardımcılarına yazdırdığını bildirmektedir.
Eski Şeyhülislamlardan Mustafa Sabri Efendi tarafından yazılan Tuhfet-ü reddiye Ala Mezhebi Saidi Kürdiyye adlı risalelerde ise, 'Okur fakat yazamaz, imlâ bilmez, 80 sene içinde yaşadığı milletin lisanına bile hakkı ile vakıf olamamıştır' denilmektedir.
Yeğeni tarafından hayatı hakkında yazılan bir eserde Said-i Nursî'nin küçük yaşta Molla Mehmet Emin ve Müderris Nur Mehmet'ten ders aldığı, daha sonra İstanbul'a gelip tekrar tahsile başladığı ve zamanın ilmine vakıf olunca kendisine Bediüzzaman adı verildiği kaydedilmektedir. (Burada sözü edilen dersler yazı ve kitapla değil, sözle alınan derslerdir.)
Meşrutiyetin ilanından sonra, Bitlis ve havalisinde Şeyhlik faaliyetinde bulunmuş, sonra İstanbul'a gelerek siyasete atılmış ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti kurucuları arasında faaliyet göstermiş ve Panislamizmin savunuculuğunu yapmıştır. 'Azametli, bahtsız bir kıtanın, şanlı, talihsiz bir devletin; değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi İttihad-ı İslam'dır' demiştir.
31 Mart Vak'ası'ndan önce Derviş Vahdeti ile münasebet kurmuş ve o zaman yayınlanan Volkan Gazetesi, 5 Şubat 1908 tarihli ve 49 sayılı nüshasından itibaren İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'nin yayın organı olduğunu ilan etmiştir. Said-i Nursî önce Kadiri, bilahare Nakşi tarikatlarına intisap etmiş, daha sonra İstanbul'dan Dar-ûl Hikmet azalığında bulunmuştur. 31 Mart hadisesinde faal rol oynamış, bu yüzden tevkif edilmiş ise de beraat etmiştir...
...İstiklal Savaşı sırasında Ankara'nın halifeyi kurtaracağı inancıyla Ankara'ya gelmiş, laik bir devlet rejimi ve cumhuriyetin kurulması üzerine Atatürk'e kızarak Van'a gitmiştir. Kendisi bu olayı şöyle nakletmiştir: 'Garplılaşmak bahanesi altında şeriat-ı islamiye aleyhinde bir cereyan hissettiğimden Ankara'dan ayrıldım.'
Laik bir devlet düzeni kurduğu için Atatürk'e düşman kesilmiş ve onu Şualar adlı risalenin birkaç yerinde, Ebu Süfyan ve Deccal'a benzetmiştir. Burla Mektupları adlı risalenin 53. sayfasında, Atatürk'ü kastederek şöyle demektedir: Tek gözlü deccal, ya iman et yahut bütün dünyanın maskarası olacaksın.'
1928 yılında vuku bulan Şeyh Said isyanı ile ilgili görülmüş, Isparta'daki ikameti sırasında dini siyasete alet ve devletin dahili emniyetini ihlal suçlarından Eskişehir'de yapılan duruşması sonunda bir yıla mahkum olup, cezasını çektikten sonra Kastamonu'da ikamete memur edilmiştir.
Her vesile ile keramet sahibi olduğunu ileri sürmekten çekinmemiştir. Kapalı kapılardan kimseye görünmeden çıktığını, hapisanede iken camide namaz kıldığını, hiçbir şey yemeden yaşayabileceğini, kendisine gaipten sesler ve ihtarlar geldiğini, asırlarca önceden din büyüklerinin kendisi ve eserleri hakkında müjdeler verdiğini, Kur'an'ı Kerim'deki Nur suresinin kendisi hakkında nazil olduğunu (Ya eyyühel müzemmil) ayeti kerimesinin 'Ey Said-i Kürdî' demek olduğunu ileri sürmek suretiyle aklın ve İslamlığın kabul etmeyeceği iddialarda bulunmuştur.
'Bediüzzaman Cevap Veriyor' adlı risalede, hiçbir geliri olmadığı halde ve kimsenin hediye ve ikramını kabul etmediği halde ne ile ve nasıl yaşadığı sualine karşı bereket ve ikramı ilahi ile yaşadığı, Kur'an hikmetinin kerameti olarak erzak hususunda ikramı ilahiye mazhar olduğu kaydedilmektedir. Araba ile dolaşırken bir yaşındaki küçük bebeklerin koşup elini öptüklerini, hayvanların bile Nur risalelerine hayran kaldıklarını söyleyecek kadar ileri gitmiştir...
...Kisvenin imanla bir ilgisi olmadığı halde Said-i Nursî hayatında şapka giymemekle övünür. Eski medreselerin 5-10 senede temin ettiği neticeyi, Nur medreselerinin 5-10 ayda temin ettiğini iddia eder. Kadınların örtünmesine karşı açılan mücadele Türk haysiyetine karşıdır, der. Said-i Nursî'ye göre, elektrik kontağı ve meteor hadiselerinin fenni ve fizik ilmine uygun açıklanması dine aykırıdır. Dinsizliğin ifadesidir. Bu ve buna benzer olaylar ilahi kudretin varlığının delilidir. Bunların hepsi Kur'an'da vardır. Fizik kanunlarına göre açıklama yapmak Kur'an'ın kudretine, hikmetine aykırı düşmektedir. Her şey, her zerre Allah'a ibadet eder. Mesela pusulanın Kabe'deki Hacer-i Esved'i işaret ederek titremesi namaz kılmasıdır.



NUR ŞAKİRTLERİ VE GÖREVLERİ

Nur talebeleri, diğer bir deyimle şakirtleri, nurcuların kendilerine verdikleri bir isimdir. Nur şakirdi olabilmek için o mahalledeki en büyük nurcuya karşı bazı taahhütlerde bulunulması gerekmektedir. Bu taahhütler: Nurculuğa ve nurculuğun büyüklerine karşı sadakat, sır saklamak, gayeleri için istişarelerde bulunmak, nurculuğun gerçekleşmesi için gayret sarfetmek, bulundukları yerlerdeki nurculukla ilgili olayları nur büyüklerine bildirmek v.s. şeylerdir.
Nur talebelerinin diğer bir görevi de nur risalelerini okuyup, okutma ve çoğaltma ve dağıtmaktır. Said-i Nursî, Asa'yı Musa adlı risalesinde nur risalelerini yazıp dağıtılmasını ihmal edenlere sitem etmekte, Sönmez adlı risalesinde de risaleleri yayan ve yazdıran Nur talebelerinin kendisinin ve kendisi gibi binlercesinin hayır duaları ile manevi kazançlarına ortak olacaklarını bildirir.
Nurculara göre nur talebeliğini bırakmak günahtır. Nur talebelerine bekar kalmaları telkin edilerek, muhakkak evlenmesi lazımsa bir nurcu ile evlenmesi emredilir.
Nur talebeleri haricindekiler vatan ve millet haini ve din düşmanı olarak ilan edilerek, bu kimselere tehditler savrulur, gizli bir örgütün taktiğine başvurulur."


-18 Temmuz 1945: Milli Kalkınma Partisi kuruldu. MKP, dış politika alanında 'İslam Birliği-Şark Federasyonu' projesinin gerçekleştirilmesini istedi.
-1946: Amacı 'Dünya Müslümanları Birliği'ni destekleme olan Sosyal Adalet Partisi kuruldu.
-1946 yılında kurulan bir başka parti, Arıtma Koruma Partisi (ARK), dinci bir siyasal parti olduğunu tüzüğünün birinci maddesinde açıkladı.
-1946'da kurulan İslam Koruma Partisi, parti adı altında kurulmuş olmasına karşın, kuruluş dilekçesinde her türlü siyasal faaliyetten uzak olduğunu ve gayenin sadece İslamın yükselmesi, kuvvet kazanması, dayanışması olduğunu belirtiyordu.
-1947: Türk Muhafazakar Partisi kuruldu. Partinin programında ve amaçlarında islami amaçlar egemendi.
-1947: Milli Eğitim Bakanlığı, isteyen vatandaşların özel din seminerleri açabileceğini öngören bir kararname yayınladı. (Dönemin M.E. Bakanı: Tahsin Banguoğlu)
-2 Aralık 1947: CHP 7. Kongresi, okullara din dersi konması tartışmalarına sahne oldu. "Bu tartışmalar sırasında Hamdullah Suphi Tanrıöver, sözleri arasında, Türkiye'ye hizmet etmiş büyük adamların türbelerinin açılması dileğini de ileri sürdü. İnkılâbın memlekete getirmiş olduklarını korumakla birlikte, halkın dini ihtiyaçlarını da Fransa ve Amerika'da olduğu gibi tatmin etmek lazımdır, diyordu. Din bağıyla, 'şark dünyasıyla olan tesanüdü' de kuvvetlendirmek gerekti. Hamdullah Suphi bununla, ta 25 yıl önce Sebilürreşad'da yazmış olduklarını tekrardan başka bir şey yapmış olmuyordu." (JASCHKE, Gotthard: Yeni Türkiye'de İslamlık. Sf. 98. Şubat 1972. Ankara)
-Şubat 1948: CHP grubu, İlahiyat Fakültesi'nin yeniden açılmasını teklife karar verdi.
-20 Mayıs 1948: CHP Meclis Grubu, Milli Eğitim Bakanı'na, ortaokul mezunu gençlerin askerlik yükümlülüklerini yerine getirdikten sonra girebilecekleri 'İmam Hatip Kursları' açmasını teklife karar verdi. On il merkezinde açılacak olan bu kursların, beş aylık kurslar olduğu açıklandı.
-1948: Dini reform isteyen bir grup DP'li partilerinden ayrılarak Millet Partisi'ni kurdular. Parti programının 8. maddesi, "Parti, din müesseselerine ve milli ananelere hürmetkardır" diyor, 12. maddesine göre laikliği esas itibariyle kabul etmekle beraber din işlerinin ayrı bir teşkilat elinden idaresini, bu teşkilatın muhtar bir teşkilat olmasını istiyordu. Parti ayrıca, ilk ve orta tedrisata din dersleri konulmasını da uygun görmekteydi.
-15 Ocak 1949: Ankara ve İstanbul'da 10 aylık ilk imam-hatip kursları açıldı.
-1949: Hamdullah Suphi Tanrıöver: "Dini sadece bir vicdan işi olarak ele almak yanlıştır." Ortaokul kitaplarında okuma parçalarını okuduğumuz Tanrıöver, din derslerinin okullara girmesini istiyor.
-15 Şubat 1949: İlkokullarda isteğe bağlı olarak din derslerinin okutulacağı belirtilen Ocak ayındaki MEB tamimi yürürlüğe girdi.
-4 Haziran 1949: TBMM Genel Kurulu, A.Ü.'ne bağlı bir İlahiyat Fakültesi açılması kararını verdi.


ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR?

Aynı dönemde dünya bambaşka şeylerin peşindeydi oysa. İnsanlığın tanıklığında en korkunç paylaşım savaşı yaşanırken Ernest Hemingway 'Çanlar Kimin İçin Çalıyor'u yayınlıyor; ABD ilk nükleer reaktörü yapıyor; Arjantin Peron iktidarını görüyor (1947); savaş bitiyor; ama, yazık ki, Hiroşima ve Nagazaki 'atom bombası' denen vahşet altında (1945) eziliyordu. Bu arada, (1946) ABD, ilk elektronik bilgisayarı hazırlıyor; İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte (1948) Arap-İsrail savaşı başgösteriyor, Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya komünist iktidarla tanışıyor; Çin de, önce Japonya, daha sonra da Fransa ve ABD işgaline karşı verdiği savaşı kazanıyor; dünya, soğuk savaş iklimini iliklerinde hissediyordu.

-8 Haziran 1949: CHP'li Başbakan Şemseddin Günaltay TBMM'de partisinin din hakkındaki görüşlerini açıklıyor:
"İlkmekteplerde din dersleri okutturmaya başlayan bir hükümetin başkanıyım; bu memlekette Müslümanlara namazlarını öğretmek, ölülerini yıkamak için İmam Hatip kursları açan bir hükümetin başkanıyım. Bu memlekette Müslümanlığın yüksek esaslarını öğretmek için İlahiyat Fakültesi açan bir hükümetin başkanıyım."
- l Mart 1950: 5566 sayılı kanunla, CHP'nin 7. kurultayında dile getirilen, bazı Türk büyüklerinin türbelerinin ziyarete açılması dileğini, Şemsettin Günaltay kabinesi yerine getirdi. Yasayla birlikte ziyarete açılan türbeler şunlar: Ankara'da Hacı Bayram Türbesi; Söğüt'te Ertuğrul Gazi Türbesi; Bolu Göynük'te Akşemsettin Türbesi; Bursa'da Osman Gazi Türbesi; Bursa'da Orhan Gazi Türbesi, Bursa'da Çelebi Mehmet Türbesi (Yeşil Türbe); Gelibolu Bolayır'da Gazi Süleyman Paşa Türbesi; Fatih Mehmet Türbesi, Yavuz Selim Türbesi, Kanuni Süleyman Türbesi, İkinci Sultan Mahmut Türbesi, Mustafa Reşit Paşa Türbesi, Barboros Hayrettin Paşa Türbesi, Mimar Sinan Türbesi, Gazi Osman Paşa Türbesi, Kırşehir'de Aşık Paşa Türbesi, Konya'da Selçuk Sultanları Türbeleri, Akşehir'de Nasrettin Hoca Türbesi; Suriye Caberkalesi'nde Süleyman Şah Türbesi ve İstanbul'daki Eyüp Sultan Türbesi.
Karanlığa doğru bir adım daha atılmıştı. Bir adım daha...malarına Fatiha okutarak başladı ve laik devlet düzenini ağır biçimde eleştirdi.

İkinci Bölüm

UYUYAN YILANI UYANDIRMAK

MENDERES KONUŞUYOR:
"SİZ İSTERSENİZ ŞERİATI BİLE GERİ GETİREBİLİRSİNİZ"

-14 Mayıs 1950: Menderes seçimleri kazanarak Başbakan oldu. Said-i Nursî, Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar'a, şu telgrafı çekiyordu:
"Zatınızı tebrik ederiz. Cenab-ı hak sizi İslamiyet, vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin. Nur talebelerinden ve onların namına, Said Nursî."
-29 Mayıs 1950: Menderes, hükümet programında Atatürk devrimlerini "millete malolmuş ve malolmamış devrimler" olarak ikiye ayırdı.
-16 Haziran 1950: DP milletvekillerinden Ahmet Gürkan ve İsmail Berkok tarafından teklif edilen ve "TCK'nın Arapça ezan okunmasını yasaklayan 526. maddesini değiştiren kanun" teklifi kabul edildi. Menderes'in hükümet programında, "millete malolmuş devrimler/malolmamış devrimler" ayrımının ne olduğu ortaya çıkmıştı. Menderes'e göre, Türklerin anadili olan Türkçe, Türklere malolmuyordu. Malolan, anlayabilmek için eğitiminin görülmesi gereken Arapça idi. Menderes de bunun böyle olmadığını biliyordu ama...
-1950: Ezanın Arapça okunmasına dair acele tel emri. Amaç, ramazan ayına yetiştirmek... Sadece Kıbrıs Müftüsü Dana Efendi ezanı Türkçe okumaya bağlı kaldı. Ezanın Arapça okunmasına, belki de en çok Said-i Nursî sevindi. Demokrat Parti milletvekilleri ve yöneticileriyle gerek doğrudan, gerekse talebeleri aracılığıyla kurduğu ilişkilerde, DP'lilere "dindar ve dine hürmetkar demokratlar", "hürriyet-perver, dindar demokratlar", "dindar Ahrarlar" diye hitabediyordu. Talebelerine yazdığı mektuplarda DP'lilerin "demokrat ve hürriyetperver" oluşlarından söz ediyor, "Demokratların milleti memnun ve minnettar etmek için bütün kuvvetleriyle ezan meselesi gibi şeair-i İslamiyeyi ihya etmelerinin elzem olduğunu" (Emirdağ Lahikası 2. Sf. 24) belirtiyordu.
-Ekim 1950: İsteğe bağlı din dersi tersine çevrildi. Veliler, din dersi istemediklerine dair dilekçe vermek zorunda bırakıldı. "Çocuğumun okulda din dersi görmesini istiyorum" diye dilekçe vermek hiçbir veli için sorun değildir. Ancak bunun tersi, yani "Çocuğumun okulda din dersi görmesini istemiyorum" demek; belki yasalarla, yönetmeliklerle, yazılı hukukla cezalandırılmayacaktır ama yobaz bir yöneticinin veya velinin "Sen, Müslüman değil misin?" sorusuna muhatap bırakacaktır insanları. Şeriatçılar artık edilgen değil, etken olmayı seçmişler ve uygulamaya girişmişlerdir.
-27 Şubat 1951: Ticaniler, Kırşehir'de (Cumhuriyet tarihinde ilk kez) Atatürk büstünü parçaladılar.
Arapça yazıya dönülmesini ve yeniden fes, çarşaf giyilmesini istediler.
-25 Temmuz 1951: Gericiliğin yükselmesi ve Ticanilerin, Atatürk heykellerine yaptıkları saldırıların artması üzerine DP'liler, 5816 sayılı 'Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun'u çıkardılar. Günümüzde gericiler ve şeriatçılar, "Kanunla koruyorlar" diye demokratik ve laik kesimleri suçluyorlar ama hedef tahtasına koydukları yasayı, Türkiye Cumhuriyeti'nin en gerici yönetimlerinden birinin koyduğunu - her nasılsa- unutturmaya çalışıyorlar.

5816 SAYILI YASA TASARISININ GEREKÇESİ

"Milli mücadelemizin kahramanı ve memleketin kurtarıcısı Atatürk, Cumhuriyetin ve inkılablar rejiminin sembolü olması hasebiyle hatırasına, eserlerine ve onu ifade eden varlıklara vaki olacak tecavüzler, bilvasıta cumhuriyete ve inkılablar rejimine tevcih edilmiş bir mahiyet ifade edeceğinden, bunlara karşı işlenen ve amme efkarında derin akisler yaratmakta olan suçların failleri hakkında mevzuatımız hususi hüküm ve müeyyideleri ihtiva etmemekte ve cumhuriyet savcılarının re'sen takibata girişmelerine müsaid bulunmamaktadır. Her ne kadar Türk Ceza Kanunu'nun 488. maddesinde ölmüş bir adamın hatırasına hakaret vaki olduğu takdirde karısı veya usul ve füruğu veya kardeş ve kızkardeşleri veya usul ve füruu derecesinden sihri akrabası veya doğrudan doğruya veresesi bulunan kimseler tarafından dava açılabileceği yazılı bulunmakta ise de bu gibi hallerde kanunun 480 ve 482. maddelerine göre faillere verilecek ceza, miktar ve mahiyeti itibariyle Atatürk'ün manevi varlığına tecavüz edenler hakkında amme vicdanını tatmin edecek yeterlikte görülmediğinden bu tasarının hazırlanmasına lüzum hasıl olmuştur."



5816 SAYILI YASANIN TBMM'YE TEKLİF EDİLEN METNİ

Madde 1- Atatürk'ün manevi varlığına tahkir veya tezyif yahut her ne suretle olursa olsun bu varlığa tecavüz edenler bir seneden beş seneye kadar ağır hapis cezasıyla cezalandırılırlar.
Resim, heykel, büst gibi Atatürk'ü temsil eden eşyayı veya Atatürk hakkındaki sair eserleri tahkir veya tezyif maksadıyla bozan, kıran, kirleten veya her ne suretle olursa olsun bunlara tecavüzde bulunanlar hakkında da aynı ceza verilir.
Yukarıdaki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik ve tahrik edenler asıl fail gibi cezalandırılır.
Madde 2- Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumi veya umuma açık mahallerde alenen yahut basın vasıtasıyla işlenirse hükmolunacak ceza yarı nisbetinde artırılır.
Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.
Madde 3- Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet Savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.
Madde 4- Bu kanun yayın tarihinde yürürlüğe girer.
Madde 5- Bu kanunu Adalet Bakanı yürütür.


TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 2





          TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 2  


.



İNGİLİZSEVER ŞERİATÇI, MUSTAFA KEMAL'E KARŞI

-8 Kasım 1919: Kurtuluş Savaşı yıllarının en ilginç şeriatçı girişimlerinden biri, 'Sait Molla Hareketi' oldu. Sait Molla, Anadolu'nun çeşitli bölgelerindeki 12 merkeze mektuplar yazarak, "Din, iman elden gidiyor. Hilafet ve şeriat isteriz" diyor ve bu sloganlarla halkı Kuvayı Milliye'cilere karşı kışkırtmaya çalışıyordu. Adapazarı ve çevresinde başarılı da oldu. Mustafa Kemal bu girişimlere karşı gerekli önlemleri alıyor, mektuplarla ilgili olarak gerekli yerlere açıklamalar gönderiyordu. "Din elden gidiyor" diye bağırıp, ulusal kurtuluşçulara karşı şeriat isteyen Sait Molla kimdi, biliyor musunuz? İngiliz Muhipleri Cemiyeti Başkanı; yani, İngilizseverler Derneği Başkanı. İngilizlerle işbirliği yapan hocaların yanısıra, İngilizlerin hoca kılığına sokarak şeriatı kullanma yöntemi de oldukça yaygındı. Bu tür olayların çarpıcı örneklerinden birine Ali Fuat Cebesoy'un anılarında rastlıyoruz. Cebesoy anlatıyor:
"21 Nisan'ı 22 Nisan'a (1920) bağlayan gece, seksen kadar hocaefendi, vali ve kumandanın daveti üzerine Bursa Belediye Dairesi'nin büyük salonuna toplanmışlardı...
Gündüz, hoca efendilerden ekserisini ziyaret etmiş, hepsinden yardım edeceklerine dair söz almıştık. Kürsüye çıkarak kendilerine bir kere daha vaziyeti anlattım. Heyet-i Temsiliye'den gelen telgrafı da okudum. Bunun üzerine müzakereler başladı. Birkaç saat kadar sürdü. Üzerinde mütalaa edilen fikirler toplanmış, tam bir mutabakat hasıl olmuştu. Karar ittifakla (oy birliği ile) verilecekti. Yanımda bulunan Bekir Sami Bey'e:
- Bursa ulemasından, ben esasen bunu bekliyordum, dedim. Tam bu sırada genç bir hoca birdenbire ayağa kalktı:
- Ne padişahımız efendimiz ve ne de hükümet esir bir vaziyette değildir. Bizzat bu hakikati efendimizin ağzından işittim.
Salon birdenbire karıştı. Bazı zevat (kişiler) mütereddit (kararsız) bir vaziyet aldılar. Yüzlerde endişe alameti okunuyordu. Bütün emekler boşa mı gidecekti? O günlerde Enteligence Service'in, birtakım ajanları hoca kılığına sokarak Anadolu'ya gönderdiği hatırıma geldi. Acaba bu genç de onlardan biri olamaz mıydı? Kaybedilecek zaman yoktu. Derhal yerimden fırladım:
- Yerinden kıpırdarım deme, karışmam! diye bağırdım. Sonra iki polis çağırarak hocayı yakalamalarını emrettim. Neticenin nereye varacağını merakla bekleyen ulemaya da, bu günlerde hoca kıyafetine giren birtakım hainlerin Bursa'ya geldiklerini ve bir kısmının yakalandığını söyledim. Hoca, polislerin elinden kurtulmaya çalışıyordu. Yaverim İdris Çora'ya:
- Bu adamın üstünü başını arayınız! emrini verdim. Böyle bir harekete intizar etmeyen genç birden şaşırdı. Sonra üstünü aratmak istemedi. Fakat inkıyad etmekten başka çare olmadığını çabuk anladı.
Hoca'nın iç ceplerinden çıkan birçok vesika arasında İngiliz polisi emrinde bulunan Yüzbaşı Benetti'nin imzasını taşıyan bir de mektup vardı. Bundan, İngiliz polisinin ücretli bir memuru olduğu anlaşılıyordu. Bursalı olmadığı ve şehre yeni geldiği de tahakkuk etmişti. Kendisinin divan-ı harbe verilmesini emrettim.
Sükunet iade olunmuştu.
- İşte muhterem ulema, dedim. Sizin haklı kararlarınıza muhalefet etmek isteyen bu adam, vatanımızı parçalamak isteyen İngilizlerin memurudur." (CEBESOY, Ali Fuat: Milli Mücadele Hatıraları. Sf. 355-356)
-l Ocak 1920: Şeriatçılar durmuyor. Bu kez sorun, Bayburt'a dört saat mesafedeki Hart köyünde oturan Şeyh Eşrefin şeriatçı propaganda ve eylemleridir. Şeyh Eşrefin eylemlerini soruşturmak üzere asker ve din adamlarından oluşan bir heyet Hart köyüne gidiyor. Şeyh, kendisine bağlı kişilerle 50 kişilik hükümet güçlerine saldırıp silah ve cephanelerini alıyor. Esir aldığı askerlerin bir bölümünü de öldürünce bir başka heyet, Şeyh Eşrefle görüşmek için Hart köyüne gidiyorlar. Artcak Şeyh, "Siz hepiniz gavursunuz" diyerek kendini peygamber ilan ediyor. Nedense, bu tür ayaklanmalar sonunda ayaklanma liderleri kendilerini mehdi ya da peygamber ilan ediyorlar. Sonunda Yarbay Halit Bey, 25 Aralık 1919'da Hart köyüne giriyor ve Şeyh'in silahlı adamlarıyla çatışıyor. Ayaklanma, l Ocak 1920'de bastırılıyor.
-8 Nisan 1920: Adapazarı'nda bazı kişiler ulusal hareket karşıtı gösteriler yaptılar. Telgraf telleri kesildi. Bu bir denemeydi aslında.
-13 Nisan 1920: Ve 31 Mart Vak'ası'nın 11. yıldönümünde 1. Düzce Ayaklanması patlak verdi. Karşı devrimcilerin 4 bin kişilik ordusu, Düzce'ye girdi. Bazı subaylar öldürüldü. Ayaklanma, ertesi gün Beypazarı'na sıçradı. "Padişah neredeyse biz oradayız" diyen isyancılar, kasabayı ele geçirerek askeri depoyu yağmaladılar. 15 Nisan günü, Ankara Hükümeti'ni temsilen Mutasarrıf Ali Bey Başkanlığı'nda bir kurul Bolu'dan yola çıkarak Bakacak Köyü'nde Düzce isyancılarıyla görüştü. İsyancılar Ankara'ya gittiklerini, Meclis'i, toplanmadan dağıtacaklarını söylediler. Kurul Bolu'ya döndü. İsyancılar ise isyanı Bolu'ya taşırabilmek için Bolu'ya hareket ettiler. 18 Mayıs günü, Bolu boğazını tutmuş olan jandarmaları dağıtarak Bolu'ya girdiler. Mustafa Kemal, 24. Tümen Komutanı Yarbay Mahmut Bey'e telgraf çekerek Düzce'de isyanın şiddetlendiğini bildirdi ve emrindeki bütün kuvvetlerle bir an önce Hendek üzerinden Düzce'ye giderek isyanı bastırmasını emretti. İsyan, 21 Mayıs günü Gerede'ye sıçradı. 31 Mart Olayı'nın elebaşılarından Kör Ali Hoca'nın önderlik ettiği isyancılar kasabayı ele geçirdiler. Ankara'dan, öğüt vermeleri için gönderilen, Trabzon Mebusu Hüsrev Bey (Gerede) başkanlığındaki kurul üyeleri yaralandılar ve tutuklandılar. İsyanın elebaşları, büyük bir devlete karşı gelmenin küfür olduğunu, memleketi hep mekteplilerin yönettiğini, biraz da medreselilerin yönetmesi gerektiğini söylediler. Düzce isyanını bastırmaya giden Yarbay Mahmut Bey Hendek'e geldi. Halkı, hükümet alanına toplanmaya çağırdıysa da çocuklardan başka gelen olmadı. Esnaf, dükkanlarını kapatarak evlerine çekildi. Mustafa Kemal, Mahmut Bey'in komuta ettiği 24. Tümen'in takviye edilmesini emretti. İsyanlar, Ağustos sonunda bastırılabildi.
Bu isyan sırasında şeriatçıların sık sık dilegetirdiği "Büyük bir devlete karşı gelmenin küfür olduğu" fikri, emperyalizmle şeriatçıların göbek bağını gösterir. Kastedilen büyük devlet, Müslümanların yaşadığı Türkiye'yi işgal eden İngiltere devletidir.
-5 Mayıs 1920: Şeyhülislam Dürrizade'nin, haklarında idam kararı çıkartacağını haber alan Mustafa Kemal ve arkadaşları, ulusal kurtuluşun İslamiyet'e uygun olduğuna dair bir fetvayı yaklaşık yüz din adamının imzasıyla aldılar.
-11 Mayıs 1920: Şeyhülislam "Ketebehülfakir Dürrizade Esseyid Abdullah Ufiye anhüma", Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, "Kuvva-yi Milliye adı altında" Anayasa'yı çiğneyerek fitne ve fesat çıkaran haydutlar olduklarını ve şeriata göre idam edilebileceklerini ilan eden fetvasını yayınladı. Karar metninden dolayı Mustafa Kemal Efendi (Atatürk), Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Kara Vasıf, Doktor Adnan (Adıvar), Halide Edip (Adıvar) idam edileceklerdi.

ŞEYHÜLİSLAM DÜRRİZADE ABDULLAH EFENDİ'NİN FETVASI

"Sebeb-i Nizam-ı alem olan Halife-i İslam adamallahu taala hilafetihi ila yevmülkıyam Hazretlerinin taht-ı velayetinde bulunan bilad-ı İslamiyede bazı eşhas-ı şerire ittifak ve ittihad ve kendilerine rüesa intihab ederek teba-i sadıka-i şahaneyi hiyl-ü tezvirat ile iğfal ve idlale ve bila emr-i ali ahaliden asker cem'e kıyam edip zahirde askeri iaşe ve teçhiz bahanesiyle ve hakikatta cem-i mal sevdası ile hilaf-ı şer-i şerif ve mügayır-ı emir-i münif birtakım garamat ve vergiler tarh ve tevzi ve enva-ı tazyik ve işkenceler ile nasın emval ve eşyasını gasb-ü garet ve bu veçhile ibadullaha zulm-ü itiyat ve tecrime cesaret ve Memalik-i Mahrusenin bazı kurra ve biladına hücum ile tahrip ve hak ile yeksan ve tab'a-i sadıkadan nice nüfus-u masumeyi katl-ü itlaf ve dıma-i mahkumeyi sefk ve iraka ettikleri ve canib-i Emirülmümininden mensup bazı merurin-i ilmiye ve askeriye ve mülkiye hodbehot azil ve kendi hempalarını nasp ve merkez-i hilafet ile Memalik-i Mahrusanın muvasalat ve münakalat ve muhaberatını kat ve taraf-ı devletten sadır olan evamirin icrasını men ve merkezi diğer memalikten tecrit ile şevket-i Hilafeti kesrü tevhin kastederek makam-ı mualla-yı imamete ihanet etmekle taat-i imamdan huruç ve Devlet-i Aliyyenin nizam ve intizamını ve biladın asayişini ihlal için neşr-i eracif ve işaa-i ekazip ile naşı fitneye saik ve sai-i bilfesat oldukları zahir ve mütehakkık olan rüsea-yı mezburin ile avam ve etbaı bağiler olup dağılmaları hakkında sadır olan emr-i aliden sonra hala inat ve fesatlarında ısrar ederler ise mezburların habasetlerinden tathir-i bilad ve şer ve mazarratlarından tahlil-i ibat vacip olup ....... Nass-ı kerimi mucibince kat-ü kıtalleri meşru ve farz olur mu? Beyan buyurula.
Elcevap: Allahütaala a'lem olur. Ketebehülfakir Dürrizade Esseyid Abdullah Ufiye anhüma.
Bu surette Halife-i Müşarüleyha Hazretleri tarafından bügat-ı kudretleri bulunan Müslümanlar İmam-ı adil Halifemiz Sultan Vahidettin Han Hazretlerinin etrafında toplanıp mukalete için vaki olan davet emrine icabet ve bügat-ı mezburun ile mukalete etmeleri vacip olur mu? Beyan buyurula.
Elcevap: Allahütaala a'lem olur. Ketebehülfakir Dürrizade Esseyid Abdullah Ufiye anhüma.
Bu surette Halife-i müsaleyha Hazretleri tarafından bügatı mezburun ile mukalete için tayin olunan askerler mukaleteden imtina ve firar eyleseler mürtekib-i kebire ve asim olup dünyada tazir-i şedide ve ukbada azab-ı elime müstahak olurlar mı? Beyan buyurula.
Elcevap: Allahütaala a'lem olur. Ketebehülfakir Dürrizade Esseyid Abdullah Ufiye anhüma.
Bu surette itaat etmeyen müslümanlar asim ve tazir-i şer-iye müstehak olurlar mı? Beyan Buyurula.
Elcevap: Allahütaala a'lem olur."

11 Mayıs 1920

FETVANIN TÜRKÇESİ

Fetvanın Osmanlıca sözcüklerden arındırılmış biçimi şöyle:
"Dünya düzeninin sebebi olan İslam halifesinin emrinin altındaki İslam ülkesinde bazı kötü niyetli şahıslar aralarında anlaşıp, kendilerine reis seçerek, halkımızı yalan dolanla kandırıp, yasa dışı asker toplayarak ayaklanıp, bu askerler için yiyecek, içecek temini ve silahlandırma gayesiyle kişisel çıkarları için yasalara aykırı bir takım vergiler koyup, çeşitli baskı ve işkencelerle halkın mal ve eşyasını gasp ederek Osmanlı ülkesinin kutsal değerlerine ve devlete hücumla, yerle bir etme niyetinde oldukları ve nice masum insanı yok etmeyi amaçladıkları ve ayrıca ilmi, askeri ve mülki memurları kendilerince görevden alıp bu görevlere kendi taraftarlarını atayarak yüce devletimizin ulaşım, nakliye ve haberleşme teşkilatını yok edip devlet tarafından çıkarılan emirlerin yerine getirilmesini engellemek ve devletimizi dünyadan soyutlama ile yüce devletimizi zayıf düşürme ve yüce makamımıza ihanet etmekle devlet nizamını işlemez hale getirmek için yalan, fitne ve fesatla yüce devletimizin düzenini bozmakta ısrar ederlerse adı geçen asilerin kötülüklerini engellemek şart olup şeriat gereğince öldürülmeleri uygun olur mu? Beyan buyurula.
Cevap: Öldürülmeleri şarttır.
Sultan Vahidettin'i askerlerinin adı geçen asilerle savaşmaları gerekir mi? Beyan buyurula.
Cevap: Öldürülmeleri şarttır.
Adı geçen asilerle savaşmak için görevlendirilen askerler savaşmaktan kaçınıp firar ederlerse kötülüğün büyüğünü yapıp günahkar olurlar, dünyada şiddetle cezalandırılmaya ve ahirette Tanrı gazabına hak kazanırlar mı? Beyan buyurula.
Cevap: Öldürülmeleri şarttır.
İsyancılarla savaşmayan askerler kanuni cezaya çarptırılırlar mı? Beyan buyurula.
Cevap: Öldürülmeleri şarttır."

-18 Mayıs 1920: Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında, Şeyhülislam tarafından çıkarılan fetva, bir İngiliz gemisi tarafından Fethiye'ye getirildi. Fetvalar, İtalyan işgal kuvvetleri komutanı tarafından halka dağıtılmak üzere Kaymakam'a teslim edildi. Manzara şöyle açıklanabilir: Şeriatçılar ve emperyalist işgal güçleri, el ele vererek ulusal kurtuluşçulara karşı savaşıyorlardı.
-15 Haziran 1920 tarihli diğer bir fetvayla idama mahkum edilenler arasında ise, Miralay İzmirli İsmet (İnönü), Bekir Sami, İsmail Fazıl Paşa, Celalettin Arif Bey, Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Rıza Nur, Yusuf Kemal (Tengirşek), Cami (Baykut), Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat (Börekçi) yer alıyorlar.
-31 Temmuz 1922: İstiklâl Mahkemeleri kuruldu.
-1924: Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) yürürlüğe girdi. Yasayla birlikte medreseler kapatıldı. SSCB'nin ilk Türkiye Büyükelçisi Aralov'un anılarında Atatürk'e dayanarak verdiği rakamlara göre, 1920 yılında Türkiye'de 17 bin medrese bulunuyordu. Yasadan sonra medreselerin önemli bir bölümü kapatıldı; ancak, bir bölümü yeraltına inerek işlevini sürdürdü. 1992 yazında yaptığımız bir araştırmada, Güneydoğu'da halen 350 dolayında medresenin öğretim yaptırdığını belirledik.
-25 Kasım 1925: Şapka Kanunu yürürlüğe girdi.
-30 Kasım 1925: Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Hakkında Kanun yürürlüğe girdi. (Bakınız: Ek 1; Yasanın çıktığı dönemde İstanbul'da bulunan tekke, zaviye, dergâh ve hankâhların listesi)
-4 Şubat 1926: Reis Ali Çetinkaya ve üyeler Necip Ali Küçükağa, Kılıç Ali, Ali Zırh ve Dr.Reşit Galip'ten kurulu İstiklâl Mahkemesi tarafından verilen idam kararı infaz edildi ve İskilipli Atıf Hoca asıldı. Ertesi günkü gazeteler haberi şöyle duyurdular:

"İrtica kitapları müellifi olup, İstiklal Mahkemesi'nce idama mahkum olan İskilipli Atıf Hoca ile Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca hakkındaki idam kararı bu sabah infaz edilmiştir."

HOŞ GELDİN, JAZZ.

Tarihsel bir rastlantı da olabilir, fırsatçılığın dorukları da. Bir yanda Şeyhülislam idam fermanı çıkarıp diğer yanda şeriatçı ayaklanmalar artarken, tesadüf bu ya, 22 Haziran'da Yunan birlikleri saldırıya geçer. Neyse... 10 Ağustos 1920'de Sevr Anlaşması imzalanır. Bu sırada, dünya, Milletler Cemiyeti'nin kuruluşu ve caz akımının doğuşu ile meşguldür. Mustafa Kemal'in askerleri ise 6-10 Ocak 1921'de l.İnönü Savaşı'nı, 31 Mart-1 Nisan 1921'de II. İnönü Savaşı'nı, 23 Ağustos-13 Eylül 1921'de Sakarya Meydan Savaşı'nı kazanırlar. 20 Ekim 1922'de Lozan Barış Konferansı başlar. Türk Heyeti'nin başında İsmet Bey bulunmaktadır. Anlaşma, 24 Temmuz 1923'te imzalanacaktır.


ATATÜRK'TEN ÇAKMAK'A KUBİLAY MEKTUBU

Gazi Mustafa Kemal'in, 27 Aralık 1930 tarihinde, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) Fevzi Paşa'ya (Mareşal Fevzi Çakmak) gönderdiği mektup aynen şöyle:
''Menemen'de ahiren vukua gelen irtica teşebbüsü esnasında Zabit vekili Kubilay Bey'in vazife ifa ederken duçar olduğu akıbetten Cumhuriyet ordusunu taziyet ederim. Kubilay Bey'in şahadetinde mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen'deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkar bulunmaları bütün Cumhuriyetçi vatanperverler için utanılacak bir hadisedir. Vatanı müdafaa için yetiştirilen, dahili her politika ve ihtilafın haricinde ve fevkinde muhterem bir vaziyette bulunan Türk zabitinin mürteciler karşısındaki yüksek vazifesinin vatandaşlar tarafından yalnız hürmetle karşılandığına şüphe yoktur. Menemen'de ahaliden bazılarının hataları bütün milleti müteellim etmiştir. İstilanın acılığını tatmış bir muhitte genç ve kahraman zabit vekilinin uğradığı tecavüzü, milletin, bizzat Cumhuriyete karşı bir suikast telakki ettiği ve mütecasirler ile müşevvikleri ona göre takip edeceği muhakkaktır. Bizim dikkatimiz, bu meseledeki vazifelerimizin icabatını hassasiyetle ve hakkıyle yerine getirmeye matuftur. Büyük ordunun kahraman genç zabiti ve Cumhuriyetin mefkureci muallim heyetinin kıymetli uzvu Kubilay Bey, temiz kanı ile Cumhuriyetin hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır.

Reisicumhur Gazi M. Kemal"
(ÜSTÜN, Kemal: Devrim Şehidi Öğretmen Kubilay. Sf. 28, 4.Basım. 1990, İstanbul)

DÜNYANIN YÖRÜNGESİ BAŞKA YÖNDEYDİ

Oysa, dünya bu arada, Almanya'yı Milletler Cemiyeti'ne kabul ediyor, Alman fizikçi Heisenberg'in Belirsizlik İlkesi'ni tartışıyor, sesli sinema dönemine (1927) geçiliyor, büyük ekonomik bunalım New York'u (1929) birbirine katıyor, Japonya Mançurya'yı işgal ediyor, İspanya krallıktan cumhuriyete geçiyor, İbn-i Suud, Suudi Arabistan Krallığı'nı kuruyordu.

-1931-1932: Bu öğretim yılında, okulların ders programlarından din dersleri çıkarıldı.
-22 Ocak 1932: Yerebatan Camiinde ilk kez Türkçe Kur'an okundu.
-29 Ocak 1932: İlk Türkçe ezan Fatih Camii'nde okundu. Ezanın yeni biçimini Diyanet İşleri Reisliği şöyle belirlemişti:
"1)Tanrı uludur. 2) Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı'dan başka yoktur tapacak. 3) Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı'nın elçisidir Muhammed. 4) Haydi namaza. 5) Haydi felaha. 6) Namaz uykudan hayırlıdır (sadece sabah namazı için) 7) Tanrı uludur. 8) Tanrı'dan başka yoktur tapacak."
(Ziya GÖKALP: Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur/ Köylü anlar manâsını namazdaki duanın/ Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'an okunur/ Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın/ İşte orasıdır senin vatanın)
-l Şubat 1933: Bursa'da Nakşibendi şeyhlerinden Kozanlı İbrahim Efendi, öğle namazından sonra Ulucami'den çıkan cemaate, "Dinini seven bizimle gelsin" diye bağırarak çevresine kalabalık bir kitleyi topladı. Ayetler okuyarak yapılan yürüyüşle Evkaf Müdürlüğü'ne gelen Kozanlı İbrahim ve arkadaşları, burada "Başka yerlerde Arapça ezan okunurken, niçin Bursa'da Türkçe ezan okunuyor?" sorusunu dile getirdiler. Vakıflar Müdürü, konunun vilayet emri olduğunu söyleyince kalabalık, Vilayet Konağı önüne gitti. Bu sırada, hükümet güçleri olaya müdahale etti.
-3 Aralık 1934: Kabul edilen yeni yasa -ister Hıristiyan, ister Müslüman, isterse Musevi olsun- din adamlarının cüppe ve dinsel kıyafetlerini sadece ibadet yerlerinde giymeleri hükmünü getirdi.
-1935: Said-i Nursî ve talebeleri tutuklandı. 120 talebesiyle birlikte Eskişehir Ağırceza Mahkemesi'nde yargılanan Said-i Nursî, 11 ay hapse mahkum oldu. Cezasını tamamladıktan sonra Kastamonu'ya sürüldü.
-1935: İlkokullarda din dersleri kaldırıldı.
-1935: Nakşibendi şeyhlerinden Şeyh Halid, Mehdilik iddiası ile Eruh'da silahlı eyleme kalkıştı. Bir yıl süren çatışma ve takipten sonra Suriye'ye sığındı.
-Ocak 1936: Çorum'un İskilip ilçesinde, Nakşi şeyhi Kayserili Ahmet Kalaycı şeriat istemiyle harekete geçti. Kalaycı şeyhin garip kuralları vardı. Namaz ve oruç farz değildi. Ancak 40, 70 ve 90 günlük yeni oruçlar yaratmıştı. Nakşi şeyhine tapmak gerekiyordu. Kalaycı Hareketi kısa sürede bastırıldı.
-5 Şubat 1937: Laiklik bir Anayasa hükmü haline geldi. Anayasa'daki bu değişikliğin gerekçesini Şükrü Kaya, o günlerde şöyle anlatıyordu:
"Bu ülke görülmeyen varlıkların ve sorumsuzlukların vicdanlara egemen olmasından, devlet ve millet işlerini görmesinden çok zarar görmüştü. Türk'ün kendi yaptığı yasalar devam etseydi, bugünkü bulunduğumuz durumdan daha çok ileri olur ve uygarlığa daha çok hizmet ederdi. Madem ki, tarihte deterministiz, madem ki uygulamada maddi olmayı severiz, öyleyse kendi yasalarımızı da kendimiz yapmalıyız. Yasaları, dünyanın ötesine ilişkin her türlü kaygılardan ve her türlü düşüncelerden arındırmış olarak, günün gereklerini, maddi zorunluluklarını gözönünde tutarak yapmalıyız. Ülkenin maddi yaşamı, ancak bu yoldan kurtulur. Onun içindir ki, biz her şeyden önce, laikliğimizi ilan ettik ve bunu anayasamıza koymak istiyoruz."



.