28 Ekim 2015 Çarşamba

KAZAKİSTAN PETROL ve GAZININ TÜRK ve RUS DIŞ POLİTİKALARINDAKİ YERİ


 KAZAKİSTAN PETROL ve GAZININ TÜRK ve RUS DIŞ POLİTİKALARINDAKİ YERİ ve ÖNEMİ 


Saule BAYCAUNOVA* 

GİRİŞ 


Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, bağımsızlığını kazanan ülkelerin doğal kaynakları, batılı yatırımcıların yoğun ilgisini çekti. 
Bu ülkelerin özellikle petrol ve doğal gaz rezervleri açısından zenginlikleri, ilan ettikleri bağımsızlıklarının gerçek anlamda ekonomik bağımsızlıkla pekiştirilebilmesi nin de en önemli unsuru olarak ön plana çıktı. 

Sovyetler döneminde, Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan başta olmak üzere bölge ülkelerinin tüm petrol ve doğal gaz ihraç yolları tamamen bugünkü Rusya Federasyonu sınırları içinden geçerek uluslararası pazara çıkabilecek biçimde inşa edilmişti. Bu ihraç yollarının Rusya’ya bağımlılığı, önceden olduğu gibi bugün için de yalnızca boru hatlarında değil, aynı zamanda su kanalları (Volga-Don kanalı) ve demir yolları için de geçerlidir. 

Kazakistan, eski Sovyetler Birliği ülkeleri içinde Rusya Federasyonu'ndan sonra ikinci en büyük petrol üreticisi konumundadır. 
Son bir kaç yıldır büyük petrol şirketleri Kazak petrolleri ile yakından ilgilenmekte, Kazakistan’daki sahalara çok büyük yatırımlar yapmakta, 
mevcut petrol sahalarını geliştirmekte ve bu petrolün dünya pazarlarına taşınması için projeler hazırlamaktadırlar. Bu projelerin gerçekleştiril
meleriyle Kazakistan ekonomisi hızla gelişecek ve bölgenin istikrarlı ve gelişmiş ülkelerinden biri haline gelebilecektir. Ancak, petrol ve doğal gazın, 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak hep çatışmalara neden olduğu dikkate alınacak olursa, Kazakistan’ın (ve diğer ülkelerin) bu hedeflere ulaşmasının kolay olmadığı açıkça görülebilir. Zira, Hazar Bölgesi’nden petrol ve gazın üretilmesi kadar ve hatta ondan da çok, bu zenginliklerin uluslararası pazara ulaştırılması meselesi de, gerek büyük şirketler, gerekse bölge içi ve dışı güçler arasındaki, çıkar ve nüfuz mücadelesinin odağında yer almaktadır. 

1. Kazakistan’ın Petrol ve Doğal Gaz Potansiyeli Planlı dönemde SSCB’nin Batı Sibirya’daki kolay bulunur rezervler üzerine yoğunlaşması nedeniyle ülkedeki çok geniş petrol ve doğalgaz rezervleri dokunulmadan kalmıştır. Kazakistan'da petrol hem deniz dibi (offshore), hem de karasal (onshore) rezervuarlardan üretilmektedir. Sovyetler’in yıkılmasından sonra, Kazakistan Cumhuriyeti’nin Hazar denizine bakan kıyılarının uzunluğu 2.320 km’yi bulmaktadır. Hazar petrolünün önemli miktarınna sahip olan Kazakistan’da, şimdiye kadar 
160 hidrokarbon yatağı keşfedilmiştir.1 Ülkenin 160 noktasında toplam 

2.6 milyar ton petrol rezervi bulunmaktadır. Hazar'ın Kazakistan kıyılarındaki petrol rezervleri hakkında araştırmalar yapmak için 1993 yılında Kazakstan Caspi Shelf adlı uluslararası bir konsorsiyum kurulmuştur. 1994’de başlayan, 1997’de sonuçlanan araştırmalara göre Hazar'ın Kazakistan tarafındaki deniz dibinde yaklaşık 60 milyar varil petrol olduğu tahmin edilmektedir. 
Karasal sahalardaki petrol ise daha çok Kazakistan'ın batı ve kuzeybatı kesimindeki Tengiz, Karaşığanak, Özen, Korolev, Tenge, Uritau ve 
Janajol bölgelerinde çıkarılmaktadır. Ayrıca orta Kazakistan'da Aktöbe ve Kızılorda eyaletlerinde de petrol mevcuttur.2 
Genel potansiyeli 2.8 milyar ton petrol ve 1.7 trilyon küp doğalgazdır. BP-Amoco’nun 1999 yılı belirlemelerine göre, Kazakistan’ın toplam ispatlanmış üretilebilir petrol rezervleri 8 milyar varil (1.1 milyar ton), ispatlanmış üretilebilir gaz rezervleri ise 1.84 trilyon metre küp (65 trilyon kübik fit)’tür. Uluslararası Enerji Ajansı’nın 1998 yılı raporlarına göre ise, Kazakistan’ın ispatlanmış üretilebilir petrol rezervleri 10-17.6 milyar varil, olası petrol rezervleri 85 milyar varildir. Aynı kaynağa göre ispatlanmış üretilebilir gaz rezervleri 53-83 trilyon kübik fit olarak belirtilmektedir. 


1 TIKA, Kazakistan Ülke Raporu, 1995,s. 31. 
2 Nurlan BalgImbayev, "Vozmojnosti Transportirovki i Dobıça Nefti i Gaza", Kazahstan i Mirovoye Soobflestvo, Almatı, 1996,s. 33 


Bu petrol ve gaz rezervlerinin önemli bölümü, Hazar’a yakın sahillerde ve Hazar’ın Kazakistan’a ait ulusal sektöründe bulunmaktadır. 

Ülkenin potansiyel petrol ve gaz yataklarının toplam yüz ölçümü 1.700.000 km2’dir. Bu alan, Kazakistan topraklarının %62’ni oluşturmakta dır. Kazakistan’ın petrol potansiyeli ülkenin altı bölgesine dağılmıştır. Bunlardan dördü Batı bölgelerinde (Atırau, Aktöbe, Batı Kazakistan ve Mangıstau) olup, petrol sahalarının %70’e yakınını oluşturmaktadır. Uluslararası Enerji Ajansı’nın iki ayrı senaryoya (iyimser ve kötümser) göre, Kazakistan için beklediği olası üretim, tüketim ve ihraç potansiyelleri aşağıdaki 2 tablo’da verilmektedir: 




Tablo-1: Kazakistan’ın Petrol Üretim, Tüketim ve İhraç Gerçekleşme ve Tahminleri 

(İyimser Senaryo) (milyon ton/yıl) 

            1990      1995       2000       2005       2010        2020 

Üretim   25.02      20.5       45.0        70.0       100.0        160.0 
Tüketim 27.2       10.4        20.0        33.7        45.5          75.8 
Net İhraç -2.0(*) 10.1        25.0        36.3        54.5           84.2 

Kaynak: International Energy Agency, "Caspian Oil & Gas, 1998" 





Tablo-2: Kazakistan’ın Petrol Üretim, Tüketim ve İhraç Gerçekleşme ve Tahminleri (Kötümser Senaryo) (milyon ton/yıl) 

                 1990           1995              2000              2005              2010                  2020 
Üretim       25.02           20.5               40.0               55.0               75.0                 130.0 
Tüketim     27.2             10.4               15.6               24.4               31.6                   51.9 
Net İhraç -2.0 10.1 24.4 30.6 43.4 78.1 

Kaynak: International Energy Agency, "Caspian Oil & Gas, 1998" 

Bu tablolardan da görüleceği gibi, eğer arama ve üretim yatırımları beklenen hızla yapılabilir ve üretilecek petrolün uluslararası pazara ulaşabilmesi için gereken ihraç yolları da geliştirilebilirse (iyimser senaryo), Kazakistan 1995 yılında ihraç ettiği 10.1 milyon tona karşılık 2005 yılında 36.3 milyon tonluk bir ihraç miktarına ulaşabilecektir. 2010 yılı için bu miktar 54.5 milyon ton, 2020 yılı içinse 84.2 milyon ton olarak öngörülmektedir. Kötümser senaryoda ise, 2010 yılındaki ihraç tahmini 43.4 milyon ton, 2020 yılı için 78.1 olarak öngörülmüş tür. Her ne kadar, Uluslararası Enerji Ajansı raporu 1998 yılında hazırlanmışsa da, çalışmanın orijinaline bakıldığında, ilk kuyusu 2000 yılının ortalarında tamamlanan ve Tengiz sahasından daha da büyük rezervleri olduğu tahmin edilen Kaşağan sahasının da yapılan tahmin taleplerine katılmış olduğu da görülecektir. Ülkenin önemli petrol yatakları aşağıda yer almaktadır: 

Tengiz: Bu saha, SSCB döneminde keşfedilmiş ve 1980’den sonra 10 milyon ton petrol üretilmiştir.3 ABD’nin Chevron şirketi 1993 yılında sahanın geliştirilmesine yönelik bir anlaşma imzalamıştır. Anlaşmanın süresi 40 yıl, tahmini toplam yatırım miktarı 20 milyar dolar ve üretilebilir petrol rezervi 6-9 milyar varildir. Sahanın üretim miktarı, 7 yılda günde 60,000 varilden 200,000 varile yükselmiş tir. En yüksek üretim seviyesinin ise günde 700,000 varile (yılda 35 milyon ton) ulaşması beklenmektedir. Tengiz yatağına yönelik anlaşmadan sonra Chevron şirketinin elinde bulunan petrol kapasitesi 

3.1’den 4.2 milyar varile yükselmiştir. 

Chevron geçtiğimiz günlerde yaptığı yeni bir hisse alımı ile Tengiz sahasındaki hisse oranını %50’ye yükseltmiştir. Diğer önemli ortak ise, Mobil-Exxon (%25)’dur. Sahadan elde edilen petrolün ihracı önemli sorun yaratmış ve büyük oranda mevcut Rus boru hatları sistemiyle ve sürekli kota problemleri yaşanarak taşınmıştır. Bunun dışında sınırlı miktarda demiryolları ile (gene Rusya üzerinden) ve tankerler ile Hazar üzerinden Azerbaycan ve İran’a taşındıktan sonra Karadeniz ya da İran Körfezi yoluyla uluslararası pazara ulaştırılmıştır. Ancak, Rusya dışı ihraç yolları ile taşınabilen miktarlar son derece sınırlıdır. Tengiz petrolünün taşınması için asıl yol, 1999 yılında 3 ülke ve 8 şirketin ortak yatırımı ile inşasına başlanan ve 30 Haziran 2001’de devreye alınması hedeflenen CPC (Caspian Pipeline Consortium) hattıdır ve bu hat da gene Rusya topraklarından geçmektedir. 

Karaçıganak: Sahada ilk kuyu 1979 yılında açılmıştır. Yüzölçümü 450 km2 olan sahada, yaklaşık 189 milyon ton petrol, 644 milyon ton kondensat ve 1.33 trilyon m3 doğal gaz rezervi olduğu belirtilmektedir.5 Sovyetler’in dağılmasının ardından başını İngiliz British Gas (%32.5) ve İtalyan AGİP’in (%32.5) çektiği konsorsiyum, toplam tahmini tutarı 7-10 Milyar dolar, süresi ise 40 yıl olan bir yatırım için anlaşma imzalamıştır. Diğer ortaklar ise Texaco (%20) ve Lukoil (%15)’dir. 

Sahanın en yüksek petrol üretiminin günde 300,000 varile (yılda 15 milyon ton) ulaşması beklenmektedir. 1998 yılı üretimi 3.5 milyon tondur. 
Bazı mali sorunlar ve petrolün teslim edildiği Orenburg rafinerisin deki bazı sorunlar nedeniyle üretimde sık sık kesintiler yaşanmaktadır. 


3 "Neft i Gaz Kazahstana", İnstitut Razvitiya Kazahstana, Almatı, 1995, s. 4. 
4 (Role of the Middle East and Caspian Regions in the 21st Century Energy Picture-Chevron’s Perspective by Peter J. Robertson, President of  Chevron Overseas Petroleum Inc.Apr. 17,2000). 
5 "Karachaganak partners set to invest $ 2 bn over the next three years", Alexander’s Gas & Oil Connections, Vol 4, No:22, 24 Aralık,1999. 


Ancak sahanın üretiminin, 460 km’lik bir boruhattı inşa edilerek CPC hattına bağlanarak Rusya üzerinden taşınması planlanmaktadır. 

Uzen: Petrol ve doğal gaz kapasitesi 231.9 milyon tondur. 1959 senesinde açılmıştır. Uzen yatağı ülkenin en faal kuyularından biridir. 
Kazakistan’da 1993 senesinde üretilen petrolün %20’si Uzen’e aittir.6 

Kaşağan: Başını Shell, BP-Amoco-Arco, Exxon-Mobil, Phillips Petroleum gibi şirketlerin çektiği OKIOC adlı ve 9 üyeli konsorsiyum, geçtiğimiz günlerde Hazar’ın Kazakistan sektöründe yer alan bu sahada açılan ilk kuyuda önemli bulgulara rastladılar. Her ne kadar konsorsiyum yetkilileri rezerv miktarı konusunda çok temkinli davranıyorlarsa da, sismik verilere göre rezervin son 20 yıldaki en büyük petrol keşfi olacağı ve rezervin 8 ile 50 milyar varil civarında olabileceği ve büyük olasılıkla miktarın 32 milyar varil olduğu yönünde açıklamalar yapılmaktadır.7 Kimi yorumcular, sahanın potansiyelinin Bakü-Ceyhan için yeni bir ümit oluşturduğunu ifade ederken, kimi uzmanlarsa bunun 
söylenmesi için çok erken olduğunu ifade etmektedirler. 

Batı Kazakistan’daki diğer petrol yatakları Kumköl, Kalamkas, Kenbay, Cetıbay, Karajambas, Kenyaki, Janajol, Akcar’dır. Bunlardan Kumköl’deki petrol rezervi, 94 milyon ton ve Kalamkas’taki petrol ve gaz rezervi 98.4 milyon ton olarak tespit edilmiştir. 

Kazakistan’ın diğer petrol sahaları ise Cezkazgan ve Kızıl Orda bölgesinde bulunmaktadır. Bu bölgelerdeki petrol yataklarının sayısı yediyi bulurken, petrol rezervi de 38.6 milyon ton olarak verilmektedir. Cambıl ve Güney Kazakistan bölgelerinde ise altı küçük ve orta seviyedeki hidrokarbon gaz yatakları bulunmaktadır.8 

2. Hazar’ın Statüsü 

Orta Asya ve Kafkaslar bölgesindeki petrol ve gaz rezervlerinin büyük bölümünün Hazar Denizi’ndeki rezervuarlarda bulunmaktadır. 
Bu kaynakların sahipliği ve buna bağlı olarak yatırımcılara hak verme ya da vergi alma gibi hakların hangi ülke tarafından kullanılacağı gibi hususlar, Hazar’a kıyıdaş devletler arasında Sovyetler’in dağılmasından beri yoğun tartışma konusudur.9 
Beklentilerin aksine bu tartışma ve anlaşmazlıklar bölgeye yönelik yatırımları yavaşlatmamıştır. 

6 "Neft i Gaz Kazahstana", a.g.m. s. 5. 
7 Vast Caspian Oil Field Found, David B. Ottaway, Washington Post Staff Writer, 16 May›s, 2000; s. A01 
8 Balgımbayev, ag.m. s.33. 


Şirketler, imzalanan anlaşmaların bir tür güvence olduğunu düşünmektedirler. 

Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla ortaya çıkan Hazar'ın hukuki statüsü sorununda, kıyı ülkeleri genel hatları itibarı ile iki farklı yaklaşıma sahiptirler. Rusya ve İran Hazar'ın bir göl olduğunu iddia ederken, Azerbaycan ve Kazakistan deniz olarak kabul etmektedir. 
Türkmenistan'ın tutumu ise belirsizdir. Ancak zaman zaman bu ülkelerin tümünün tutum ve iddialarında, genel dış politik gelişmeler paralelinde, diğer tarafların görüşlerine doğru yaklaşma ya da tersine bir sertleşme izlenebilmekte dir. 

Kıyı ülkelerinin Hazar konusunda anlaşamamalarının nedeni petrolden daha fazla pay alma çabasıdır. Eğer Hazar'da petrol olmasaydı konu, büyük ihtimalle hızla çözülecek veya sadece akademisyenlerin rağbet ettiği bir tartışma konusu olarak kalacaktı. Ancak petrol etkeni bütün meseleyi değiştirmiş ve yalnız kıyıdaş ülkelerin değil, yatırımcı şirketlerin ve onların ait oldukları ülkelerin de dahil oldukları büyük tartışmalara yol açmıştır.10 

Tartışma başlangıçta Rusya Federasyonu’nun 5 Ekim 1994’de Birleşmiş Milletler’e verdiği bir nota ile gündeme gelmiş ve Rusya, Hazar’da uluslararası deniz hukuku kuarallarının uygulanmamasını talep etmiştir. Bu kanunun uygulaması durumunda "deniz" kabul edilen bir suda doğal kaynakların geliştirilmesi ve işletilmesi, çevresindeki ülkelerin milli bölgelerine (national zones) göre paylaştırılacağından, diğer kıyıdaş ülkelere oranla Hazar’da çok daha sınırlı kıyısı olan Rusya, doğal olarak bu uygulamayı istememektedir. Azerbaycan ise, bu görüşe karşı çıkarak Hazar’ın bir deniz olduğunu ve SSCB döneminde Sovyetler’in İran’a sormaksızın 12 millik bölgenin dışında faaliyet yaptığını ve Sovyet dönemindeki haritalarda İran-Sovyet sınırından çizilen çizgi ile Hazar’ın bölündüğünü öne sürerek Rus tezine karşı çıkmaktadır. 

Hazar eğer göl olarak kabul edilirse her ülke kendi tarafında belli bir uzaklığa kadar özel alanlara sahip olacak, ortada kalan alan ise herkesin kullanımına sunulacaktır. Bu durumda ortada kalan bölümde her isteyen petrol arayabilecek ve bulduğu taktirde bu petrolü çıkarabilecektir. 

Eğer deniz olarak kabul edilirse Hazar tamamen ulusal bölgelere bölünecek ve ortada hiç serbest bölge kalmayacaktır.11 

9  Caspian Oil and Gas, IEA, 1998. 
10 Alaeddin Yalçınkaya, Türk Cumhuriyetleri ve Petrol Boru Hatları, Bağlam Yayınları, Ankara, 1998, s. 78. 
11 Alaeddin Yalçınkaya, a.g.m. s.70. 


Kıyı ülkeleri sorunu ne kadar hızlı çözerlerse petrolden o kadar erken faydalanmaya başlayacaklardır. Bu sebeple çeşitli çözüm önerileri ortaya atılmaktadır. Son olarak Kazakistan ve Rusya Temmuz 1998'de yaptıkları bir antlaşma ile Hazar'ın dibinin ulusal bölgelere bölünmesi ancak yüzeyinin ortak kullanıma sunulmasını kararlaştırılmıştır. 

Orta Asya'nın jeopolitiğini belirleyen etkenler arasında yer alan petrol Kazakistan siyaseti ve ekonomisi için de büyük bir öneme sahiptir. 

Bağımsızlığı izleyen ilk yıllarda yabancı yatırımcılar Kazakistan’a yatırım yapmaktan kaçınmışlardır. Çünkü siyasi ve ekonomik durumun henüz belirsiz olduğu 1990’lı yılların başlarında Orta Asya'da yatırım yapmak büyük bir risk olarak değerlendiriliyordu. Fakat istikrarın sağlanması ve yatırımlar için uygun ortamların oluşturulması neticesinde özellikle petrol ile ilgilenen uluslararası güçler Kazakistan'da yatırımlara giriştiler. Başta Rusya ve ABD olmak üzere pek çok ülkenin kamu ve özel sektöründen yatırımcılar Kazak petrollerini arama, 
çıkarma ve pazarlama işine yatırım yapmışlardır. 

Her ne kadar, yapılan anlaşmalar ve bugüne kadar gerçekleştirilen büyük yatırımlar daha önce de belirttiğimiz gibi yatırımcı şirketler için bir nevi güvence gibi değerlendirilmekte ise de, gene de Hazar’ın Statüsü’nün ilgili taraflarca kesin bir çözüme ulaştırılamamış olması tümü için olmasa da, bazı projeler açısından olumsuz etken olarak değerlendirilebilmektedir. Kazakistan açısından bakıldığında da, Azerbaycan’a nazaran Rusya’ya daha bağımlı olan Kazakistan, Hazar’ın Statüsü konusunda Azerbaycan’a paralel görüşleri savunsa da, Rus tezlerine karşı onun kadar doğrudan tavır almamakta ve olabildiğince "orta yol"cu bir politika izlemektedir. 

3. Kazak Petrollerinin Dünya Piyasasına Taşınmasına Yönelik Politikalar 

Kazak petrollerinin dünya pazarına açılması için önerilen projeler, sadece petrol taşıyan boru hattı önerileri değil, bunun da ötesinde stratejik önemi olan ve bazı ülkelerin stratejik konumunu arttıran, bazı ülkelerin ise stratejik konumunu zayıflatan özellikler taşımaktadırlar. O yüzdendir ki petrol boru hatlarının güzergahları sorunu, çoğu ülkelerin dış politika sorunu haline gelmiştir. Sovyetler Birliği dağılmadan önce, Kazakistan’dan uluslararası pazara ulaşabilecek tüm gaz ve petrol boruhatları, Rusya Federasyonu’nun toprakların dan geçecek biçimde inşa edilmişti (Bu husus, bölgedeki diğer ülkeler için de geçerlidir.) Bu nedenle Rusya, başta Kazakistan olmak üzere Azerbaycan ve Türkmenistan gibi ülkelerin petrol ve doğal gaz kaynaklarını, uluslararası fiyatlara uygun biçimde ihraç ederek ekonomik yönden bağımsız olmalarının en önemli anahtarını elinde tutmaktadır. Böylece, Kazakistan ihraç yollarına yönelik Rusya dışı alternatiflere eğilim gösterdiği zaman, karşısına Rusya’nın mevcut ihraç hatlarında "kota kısıtlaması" dahil çeşitli engelleri çıkmaktadır. Rusya’nın Sovyetler döneminde oluşturduğu bu tek yönlü ihraç sistemi, bölge ülkelerinin bağımsızlıklarının ve alternatif ihraç hattı arayışlarının önündeki en ciddi engeldir. Bu tek yönlülük, Rusya’nın bölgedeki mevcut hegemonyasını sürdürmesinin de en etkin aracı olarak ortaya çıkmaktadır. 

Amerika açısından, Hazar petrolleri Körfez petrollerine alternatif olabilecek petrol kaynaklarının artması ve çeşitlenmesini öngören ulusal enerji politikası açısından önem arzetmektedir. Bu tesbit, ABD’nin bölgeyi tamamen Rusya’nın hegemonyasına bırakmamasını gerektiren ve yaşamsal önemi olan bir tesbitse de, birçok ülkede olduğu gibi ABD’de de karar mekanizmasında etkin birden fazla güç odağının olması, dönemsel olarak Rusya’ya karşı farklı uygulamaları gündeme getirmektedir. Diğer bir ifadeyle, ABD’nin Rusya Federasyonu’nca Kafkaslar ve Orta Asya ülkelerine yönelik oluşturulan baskıya karşı izlediği politikada dönemsel farklılıklar oluşabilmektedir. 

Dışişleri Bakan vekili Tallbott, "Clinton yönetiminin Moskova’nın Kafkasya ve Orta Asya üzerindeki stratejik kontrol kurmaya yönelik hegamonyacı politikalarına karşı koymaya kararlı olduğunu" açıklamıştı.12  Fakat, Strobe Tallbott aynı zamanda, ABD’nin bölgeye yönelik politikasında "Russia First" (Önce Rusya) diye sembolleşen politikasıyla özdeşleşen isim de olmuştur. Zaten mevcut ihraç hatları itibarı ile tüm kontrolü elinde tutan Rusya, "Önce Rusya" uygulaması ile bu kontrolünü ABD’nin desteği ile pekiştirmiş olmaktadır. ABD’nin 1995’lerde formüle ettiği ve yıllar içinde giderek daha çok seslendirdiği "Multiple Pipelines" (Çoklu Boruhatları) politikası ise Rusya’nın dışında 
da ihraç hatları olmasını savunan ve Hazar’ın altından geçtikten sonra ve Türkmen gazını Bakü-Ceyhan Petrol Hattı’na paralel bir hatla gene Türkiye’ye ulaştıracak entegre bir sistemin hayata geçirilmesini savunuyordu. Kazak petrolünün de Hazar’ın altından bir boruhattı ile geçtikten sonra Bakü-Ceyhan’la birleşmesi, bu sistemi tamamlayan bir diğer önemli stratejik unsurdu. Bu politika, "Doğu-Batı Enerji Koridoru" adıyla da anılmakta ve ABD’nin resmi politikası olarak hemen her platformda yetkililerce halen de kullanılmaktadır. Bu politikanın bir diğer temel özelliği de, Hazar Bölgesi petrol ve gazının uluslararası pazara ulaşımında İran üzerinden geçmemesinin sağlanmasıdır.13 

12 Şükrü Elekdağ, Milliyet, 24 Kasım 1997. 
13 International Herald Tribune, 21 Kasım 1997. 

Sovyetler’in dağılmasından ardından Rusya çok doğal olarak uzun bir sarsılma süreci yaşadı ve ilk yıllarda, bölgedeki kontrol açısından etkili olamadı. Buna karşın, ABD yönetiminin de aktif desteği ile batılı şirketler, yeni bağımsız olan Azerbaycan ve Kazakistan gibi ülkelerin petrol sahalarına yönelik yoğun bir yatırım hamlesi başlattılar. Bu ilk yıllarda, Azerbaycan Başkanı Aliyev ile Kazakistan Başkanı Nazarbayev’in, Amerika’nın yeni politikasından hayli etkilendikleri, daha doğrusu yüreklendikleri görüldü. Eskiden Moskova’yı ürkütecekleri korkusuyla boru hattı güzergahı hakkında Rusya dışı tercihlerini açığa vurmaktan kaçınırlarken, bu konuda rahat konuşmaya başladılar.14 Aliyev bu politikanın hala arkasındaysa da son yıllarda Nazarbayev’in Rusya’ya karşı çok daha temkinli olduğu ve tüm önceliğin CPC hattında olduğunu sıkça tekrarladığını görmekteyiz. Rusya ile çok uzun ve çoğunlukla korumasız bir ortak sınırı olan Kazakistan’da toplam nüfusun içinde %30’dan fazla Rus kökenli vatandaş barındırmasının da etkisi ile bu politikanın egemen olduğu yorumları yapılmaktadır.15 

Kazakistan ekonomisinin, Rusya’ya bağımlılığı da bu eğilimde etkin olan diğer bir gerçekliktir. Boru hatlarındaki bağımlılığa paralel olarak, doğuda üretilen Kazak petrolü, Rus rafinerilerine verilmek zorunda iken, Kazak rafinerileri de birçok bölgede Rus petrolüne bağımlıdır. Daha önce de sıkça vurgulandığı gibi, Kazakistan gaz ve petrol ihraç hatlarının Rusya’dan geçme zorunluluğu Rusya’nın Kazakistan’daki sahalarda hak taleplerine de yansıtmaktadır. Karaçıganak sahasında Gazprom’a verilen %15’lik hisse, Rusya’nın hatları keserek uyguladığı bu baskı politikasının bir örneğidir. 

Tüm bu nedenlerle Rusya, bölgedeki yeni bağımsız diğer ülkeler gibi, Kazakistan’ın da kontrolünü elinden çıkarmak istememekte ve alternatif projeleri engellemek için her olanağı devreye sokmaktadır. 

Petrol ve doğal gazda Pazar payının paylaşımı açısından kendine rakip olabilecek ülkelerde, yatırımlara girerek etkili olmaya çalışan Rusya, bunu Türkmenistan ve İran’da denemektedir. Türkmenistan gazının farklı yollardan pazarlanmasını engellemek için bu gazı kendisi alan Rusya, ilk aşamada imzaladığı yıllık 20 milyar m3 ile yetinmeyerek, bu miktarı her yıl 10 milyar m3 arttırma gayreti içindedir. Böylece, Türkmen gazını uluslar arası fiyatın üçte birine alan Rusya, Türkmenistan’ın olası gelirlerini keserken, bir yandan da kendi rezervlerini koruyarak ucuza aldığı gazı üçüncü taraflara daha pahalıya satarak aradaki farktan gelir sağlamaktadır. İran’a ilişkin olarak ise, örneğin Rus gaz şirketi GAZPROM, Fransız TOTAL şirketiyle İran’da doğalgaz projesine katılma konusunda İran ile görüş birliğine varmıştır.16 


14 Şükrü Elekdağ, a.g.m. 
15 The Political Economy of Russian Oil, David Lane (der.), U.S.A., 1999. 


4. Olası Güzergahlar Kazak petrollerini taşımak amacıyla öne çıkan belli başlı projeler şunlardır: 


1. CPC (Caspian Pipeline Consortium): Tengiz-Atırau-Astrahan-Novorossisk (Karadeniz güzergahı) 
2. Tengiz-İran-Basra Körfezi (Hint Okyanusu güzergahı) 
3. Tengiz-Bakü-Tiflis-Ceyhan (Akdeniz güzergahı) 
4. Batı Kazakistan (Özen-Aktöbe)-Çin (Pasifik Okyanusu) güzergahı 

1. CPC (Türkçesi: Hazar Petrol Boruhattı Konsorsiyumu): Tengiz-Atırau-Astrahan-Novorossisk (Karadeniz güzergahı): 

Bu proje, Kazakistan’ın Tengiz sahası petrolünü, Rusya’nın Karadeniz limanı Novorossisk’e taşımak üzere oluşturulmuştu. Proje bedeli yaklaşık 2.5 milyar dolardır.17 Bu hat tamamlandığında ilk aşamada yılık yaklaşık 30 milyon ton kapasiteye ulaşacak, ek yatırımla bu kapasite yılda 75 milyon tona ulaşabilecek tir. Proje başlangıçta, Hazar Boru Hattı Konsorsiyumu (CPC) üyesi olan Kazakistan ve Umman arasında 1992’de ele alınmış ve daha sonra da Kazakistan’ın Tengiz sahasının geliştirilmesi hakkını 1993’de alan Tengiz Chevroil’in ve Rusya Federasyonu’nun katılımı ile genişletilmiştir.18 Tengiz Chevroil’de en büyük hissedar, 2000 yılı başlarında bu projedeki hissesini %50’ye çıkaran Chevron’dur. Başlangıçta ortaklar arasında çeşitli anlaşmazlıklar yaşanmış ve taraflar boru hattına petrol verme garantisi karşılığında hattın mülkiyeti, işletmesi ve yapacağı yatırım konularında anlaşma sağlayamamıştı. Chevron’a "B" tipi (oy kullanma hakkı olmayan) hisseler teklif edilmiş, fakat Chevron bu teklifi ve petrol nakliyatı için istenen tarifeyi yüksek bularak geri çevirmişti. Diğer yandan Umman adına devreye giren Oman Oil Company’nin katkısından çok ötede pay istemesi de sorun olmuş ve anlaşmazlıklar Aralık 1996’ya kadar sürmüştür. Kazakistan için bu projenin önemini göz önünde bulundurarak Kazakistan Devlet Başkanı N. Nazarbayev diğer CPC ortaklarıyla 
görüşerek Kazakistan ile Rusya’nın toplam hisseleri haricinde kalan ve sahip olacakları geri kalan %50’lik paya eşit değerde finansman sağlanmasını, 
ayrıca petrol boru hattı tarifelerinin de uluslararası prensiplere ve pratiğe dayanarak mantıklı bir biçimde belirlenmesini talep etmiştir.19 

16 Dış Basın ve Türkiye, Asahi Sh›mbun, 15 Ekim 1997, Tokyo, 16 Ekim 1997, Ankara No: 193. 
17 http://www.chevron.com/finance/annual-99-supplement/p13.html 
18 Caspian Oil and Gas, IEA, 1998, p:213-214. 

İlk anlaşmayı müteakip, Kazakistan Hükümeti "Hissedarlar Anlaşması"nı Mart 1997’de, Rusya Hükümeti ise Nisan 1997’de onayladı. 

Buna göre, hisselerin dağılımı Tablo-3’de hattın geçeceği güzergahın haritası ise, Hartita-1’de yer almaktadır. 



TABLO-3: CPC BORUHATTI HİSSE DAĞILIMI 

HİSSEDAR %     TEMSİL       2000 Yılında Vereceği miktar (milyon ton)     2014 Yılında Vereceği miktar (milyon ton) 
Rusya Federasyonu 24 Lukoil, Rosneft, Transneft Kazakistan 19 Kazakoil Umman 7 KazakPipeline Ventures 1.75 
LukArco 12.5 Rus Lukoil, ABD’li ARCO Rosneft-Shell 7.5 Rus Rosneft, Shell (İng-Hol.) Chevron 15 ABD 
Mobil 7.5 ABD Oryx 1.75 ABD British Gas 2 İngiliz Agip 2 İtalya Didar Kazakstan, Say›:1, 1995, s:10. 





Harita-1: CPC Boruhattı Güzergahı 
Kaynak: CPC Websitesi) 

CPC’ye yönelik anlaşmaların imzalanmasından sonra bu kez de Rusya Federasyonu’na bağlı bölgesel hükümetlerle geçiş hakkı sorunları yaşanmıştır. 

Kazakistan ve Rusya’da mevcut bir kısım hattın kısmen yenilenmesi ve özellikle de Rusya içinde yeni hatların ve Novorossisk’de (mevcut limanın 15 km kuzeyinde) yeni bir yükleme tesisinin inşası ile oluşacak hattın toplam uzunluğu 1440 km.’dir. Hattın inşası 1998’de başlamış olup, 2001 yılı sonunda tamam lanması beklenmektedir. Bu programın gerçekleşmesi açısından teknik ya da mali bir sorun gözükmemektedir. 

İlk aşamada yaklaşık 30 milyon ton taşıması hedeflenen hattın 4 aşamada ve tahminen 2012-2014 yıllarında 70-75 milyon tonluk tam kapasitesine ulaşması beklenmektedir. 

CPC hattı, görüleceği gibi, Tengiz petrolünün tamamını taşımaya adaydır. Halen yılda yaklaşık 10.5 milyon ton petrol üretilen ve 2000 yılı sonunda 13 milyon tona çıkacağı açıklanan (Şekil-1) Tengiz sahası’nın en yüksek üretim seviyesi olan 35 milyon tona, 2010 yılında çıkması beklenmektedir. Buradan da görüleceği gibi, dev Tengiz sahasının en tepe üretimi dahi, 70-75 milyon ton Kazak petrolü olmadan ekonomik olamayacak Bakü-Ceyhan hattı için de önemli bir engel teşkil etmektedir. Bu hattın, Kazakistan’ın diğer mevcut sahalarının (örneğin Karaçıganak) alması da yeterli olmayacak ve yeni keşfedilen Kaşagan sahasının da, beklendiği oranda petrol içermesi halinde bile, uzun yıllar CPC’yi doldurmaya yöneleceği açıktır. 




ŞEKİL-1: Tengiz Sahası Üretimi 


CPC’nin Türkiye açısından bir diğer olumsuz yanı, Boğazlar açısından önemli çevre riski oluşturmasıdır. Halen yılda 35-40 milyon ton civarında olduğu ifade edilen petrol ve benzeri kargo taşıyan tanker trafiğinin CPC’nin devreye girmesi ile 2001 yılından sonra önce 30 milyon tonluk ve daha sonra 70-75 milyonluk ek kapasiteyle tehdit edileceği görülmektedir. Tüm uyarılara karşın başta Chevron şirketi olmak üzere uluslararası petrol şirketleri, varil başına 5-10 sent daha 
fazla gelir sağlayacakları hesabı ile, Karadeniz’de tankerlere yükleyecekleri Kazak petrolünü Boğazlar’dan geçirmeye kararlı görünmektedirler.


2. Tengiz -İran -Basra Körfezi (Hint Okyanusu güzergahı): Burada iki alternatif sözkonusudur: 

2.1. "Takas yoluyla" (swap) petrol nakliyatı: Petrolünü sadece Rusya üzerinden dış pazara satabilen Kazakistan için İran’ın önerdiği bu proje önemli bir alternatif oluşturmaktadır. Caspian Update, Remarks by Richard Matzke, VP of the Board Chevron Corp. To the Ann. Meeting of Stockholders, San Ramon, California, April 26,2000. 


"Takas Anlaşması", ABD’nin de onaylaması üzerine 1996 yazında Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev ile İran Cumhurbaşkanı Rafsancani tarafından imzalanmış, 1997 yılından itibaren petrol takası başlamıştır. Söz konusu anlaşma ile yılda 2 ile 6 milyon ton arasında değişen Kazak petrolleri Hazar üzerinden İran’ın kuzeyine ulaştırılacak, aynı miktarda İran petrolü de güneyden dünya petrol pazarına sunulacaktı. 

Fakat İran, Kazak petrolünde kükürt oranının fazla olduğunu gerekçe göstererek, 26 Mart 1997’de anlaşmayı askıya almıştır. 

Kazakistan petrol konusunda aynı sıkıntıyı geçmişte Rusya üzerinden taşıdığı petrolde de yaşamış ve Rusya, 1996’da aynı gerekçelerle taşınacak Kazak petrolünde %70 oranında azaltmaya gitmişti.21 

Son dönemde İran Yönetimi, takas uygulamasında cazip yeni koşullar önererek, alternatif ihraç yollarına karşı avantaj sağlamaya çalışmaktadır. Bunun en son örneği İran Petrol Bakanı Bijan Zanganeh’in, "1 Ocak 2000’den geçerli olmak üzere, %30’luk bir indirim" sözü vermesiydi.22 Bu teklifle, daha önce ton başına 24 USD olarak alınan geçiş tarifesinin 17 USD’a ineceğini ve 12 USD’a kadar da 
düşürülebileceğini açıklayan İran, önemli bir hamle yapmış oldu. 

Ancak, geçici bir çözüm olan bu "takas" yönteminin, petrol üretimi arttıkça alternatif arayışlara dönüşeceği açıktır. Çünkü, iyimser senaryoda üretimi 2010’da yılda 100 milyon tona, ihracatı 55-84 milyon tona ulaşması öngörülen bir ülke için 6 milyon tonluk kapasitenin az olacağı ortadadır. Bu yöntem, geçici bir süre için parasal kaynak sağlamak ve diğer yandan da, cazip tarife önerileri ile diğer alternatifleri mümkün olduğunca geciktirmek amaçlarıyla kullanılan ara çözümlerin bir bileşkesi olarak değerlendirilebilir. 

2.2. Petrol boru hattı ile nakliyat: Bu boru hattı Kazakistan için en ucuz ihraç yöntemine olmasına rağmen siyasi baskılar yüzünden askıya alınmıştır. Petrol şirketleri yetkilileri, İran üzerinden Basra Körfezi’ne uzanacak petrol boru hattı maaliyetinin 1 milyar USD’i aşmayacağını belirtmektedirler. Washington Yönetimi ise Kazakistan ve Türkmenistan’ı, boru hatlarını Rusya ya da İran üzerinden geçirme tasarılarından vazgeçirmeye çalışmaktadır.23 

21 Türk Cumhuriyetleri Haber Bülteni, T.C.Başbakanlık Basın ve Enformasyon Müdürlüğü Ankara, 1997, Sayı: 2,s.9. 
22 Iranian Deal May Entice Caspian Oil Away From Turkish Pipeline", Stratfor Commentary, 2330 GMT, 991209 
23 Ergün Balcı, Cumhuriyet, 24 Kasım 1997. 


ABD’den gelen baskılara rağmen Kazakistan, bu güzergahlardan vazgeçmek istemiyor. Bunu Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev’in şu sözlerinden de anlamak mümkündür: 

"İran bizim için dış politikada her zaman ve birçok nedenle, önemli bir stratejik ortağımızdır. 
Birincisi, Hazar Denizi çevresindeki devletlerin, denizin ve deniz altındaki kaynakların kullanımı konusunda İran’ın görüşü olmaksızın 
karar vermeleri olanaksızdır. İkincisi, İran güzergahı bizim ürünlerimiz in dünya pazarına açılması için alternatif bir çıkış yolu ve dünyaya açılan bir penceredir. Üçüncüsü, bu devlet (dünya politikasında) etkili olmuş ve halen etkili olan bir devlettir; bölgede ve İslam dünyasın da, ekonomik ve siyasi olgularda kilit konumdadır". 24 

Burada en önemli engel, ABD’nin İran’a karşı uyguladığı politikadır. Petrol boru hattının toprakları üzerinden geçmesiyle İran’ın stratejik önem kazanacak olması, ABD için istenmeyen bir durumdur. Bu projenin gerçekleşmesinin bir önemli ön koşulu, İran’ın yeni seçilen ılımlı Cumhurbaşkanı Hatemi’nin getireceği yumuşama ile ABD’nin İran’a karşı tutumunu değiştirmesi hususu idi. Fakat İran politikasının muhafazakarların etkisinden kurtulacak bir görünüm arzetmemesi nedeniyle, ABD’nin tavrında çok önemli bir değişiklikten söz etmek için henüz erkendir. 

ABD’nin İran’a karşı tavrına karşın, Batılı şirketlerin İran’la ilgili planları ve girişimleri, oldukça farklı bir görünümdedir. Avrupa’lı şirketlerin İran’a yaklaşımlarında ticari çıkar kaygıları daha belirleyici olmakta ve ABD’nin boşalttığı bu etki alanını doldurarak ABD rekabetinin de olmamasından 
çifte avantaj sağlamayı hedeflemektedirler. Bunun önemli örneklerinden birisi de, bir İngiliz-Hollanda ortak şirketi olan Shell’in ABD ambargosu tehdidine rağmen geçtiğimiz aylarda (Tarih) İran’ın petrol sektöründe 800 milyon dolarlık yatırım anlaşması imzalamasıdır. 

Rus şirketleri de, Avrupa’lı şirketler gibi, İran’da petrol ve gaz sektörüne yıllardır yoğun ilgi göstermektedirler. Rusya’nın İran’a olan ilgisi, yalnızca petrol ve gaz sektörü ile sınırlı olmamış ve askeri konuları da kapsayan çok geniş bir yelpazede sürmüştür. Ancak son dönemde değişik nedenlerle, Rusya ve İran arasında uzaklaşmalar ve bazı yatırımlardan çekilmeler söz konusu olmaktadır. Bunun temel nedenlerinden biri de, bu iki ülkenin bölgede, siyasi olduğu kadar ekonomik alanda da doğal olarak birbirlerinin rakibi olmalarıdır. Rusya’nın başlangıçtan beri zaten var olan Irak’a yakınlığının son dönemde artması da, İran ile ilişkilerinde hissedilir bir soğukluğa neden olan diğer bir etkendir.25 

24 Nursultan Nazarbayev, Na Poroge XXI Veka, s.240. 
25 Iran-Russia Military Cooperation Slipping, Stratfor Commentary, http://www.stratfor.com/meaf/commentary/
0004140059.htm 


Bu genel siyasi değerlendirmeyi de akılda tutarak, İran’ın Avrupa’lı şirketlerin olumlu yaklaşımlarına karşın, kısa dönemde bir petrol boru hattı için finans bulmasının çok kolay olmadığı söylenebilir. Fakat, İran’ın Hazar petrolünü kendi toprakları üzerinden taşıtmak için yoğun çabaları halen sürmektedir. 28 

Nisan 2000’de, İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Muhammed Hüseyin Adeli, planladıkları 90 milyon tonluk ve 1500 km. uzunluğundaki boru hattının, bölgeden pazara en ucuz, en kısa ve çevre açısından da en uygun yol olduğunu açıkladıktan sonra, hattın toplam maliyetinin 1.2 milyar doları geçmeyeceğini ve projenin ilk aşaması olarak, İran’ın Hazar kıyısındaki limanlarından olan Neka’dan Tahran’a 390 km.’lik ve 40 milyon tonluk bir hattın "inşasına 
başlandığını" ifade etmiştir.26 İkinci aşamada ise, 1500 km.’lik ve Kazakistan’dan başlayan ve Türkmenistan üzerinden İran’a ulaşan 50 milyon tonluk ikinci bir hattın inşası planlanmaktadır. 

3. Tengiz-Bakü-Ceyhan (Akdeniz güzergahı): 

Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev, Kazak petrolünün ülke için önemini, "Kazakistan için, Kazak petrollerinin dünya pazarına açılması hayati önem taşır" cümlesi ile ifade etmişti.27 Bu konuda Türkiye ile Kazakistan arasındaki işbirliği, bugüne kadar söz düzeyinde olumlu, ancak pratikte sorunlu bir durumdadır. Olası petrol hattı güzergahları arasında Tengiz (Kazakistan)- (Hazar’ın altından)-Bakü-Tiflis-Ceyhan projesi de yer almaktadır. 

Bu proje, ABD yönetimi’nin "Doğu-Batı Enerji Koridoru" ve "Çoklu Boruhatları" politikasının ayrılmaz bir parçası olarak 1995’den beri ısrarla savunulmaktadır. Ancak bu çabanın hattın ve bu hattın temelindeki politikanın hayata geçmesi yönünde bugün için başarılı olduğunu söylemek de zordur. Türkiye’nin de 1990’ların başından beri uluslararası kamuoyunda savunduğu bu proje, Kazakistan’ın tamamen Rusya üzerinden geçen petrol ihraç yollarına akılcı bir alternatif olması açısından da hayati önemdedir. Bu hattın gerçekleşmesi halinde Kazakistan, petrolünü uluslararası fiyatlarla satabileceği kesintisiz bir hatta kavuşmuş olacaktır. 

1995 Temmuz’unda devlet başkanlarınca imzalanan "Kazakistan ve Türkiye arasındaki işbirliğinin geliştirilmesi ve derinleştirilmesi" hakkındaki protokolde, tarafların "Kazak petrollerinin dünya pazarına, Türkiye üzerinden Akdeniz’e taşınması" konusunda mutabık kalınmış ve teknik, finansman ve diğer çalışmaların devam ettirilmesine karar verilmiştir. 

26 Iran enters pipeline race to export Kazakh Caspian oil, http://www.gasandoil.com/goc/news/ntc02160.htm 
27 Nursultan Nazarbayev, A.g.e. s. 241. 



Bu konumun geliştirilmesi amacı ile, Kazakistan Petrol ve Gaz Sanayii Bakanlığı ile Türkiye Cumhuriyeti Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı arasında, boru hattı inşaası için uluslararası şirketin kurulması ile iki taraflı çalışmaların başlatılmasını konu alan bir diğer protokol imzalanmıştır. Bu protokoller ve gelişmeler, Kazakistan’ın diğer yükümlülüklerine ters düşmemekte ve ilgili ülkelerin katılımını da öngörmektedir. Zaten Başbakan Mesut Yılmaz’ın 1997 Eylül ayındaki Kazakistan ziyareti esnasında Nazarbayev, boru hatları konusundaki 
düşüncelerini, "Novorossisk boru hattının tamamlanması halinde daha 2005 yılında üretimi artacak olan Kazak petrolünün ihracı için ilave boru hatları gerekecektir. Biz Novorossisk dışındaki ihraç petrollerimizi tekrar Rusya üzerinden geçirmeyi istemiyoruz. Tengiz yataklarının üretimine bir hattı Bakü’ye taşıyarak Bakü - Ceyhan hattına bağlamak istiyoruz" şeklinde açıklamıştı. Referans ver 

Türkiye, Bakü-Ceyhan Boruhattı’nı önerirken ve bu hattın yılda toplam 45 milyon ton Hazar Bölgesi petrolü taşımasını hedeflerken, Azeri petrolünün yanısıra, Kazak petrolünün taşınmasını da hedeflemişti.28 Bakü-Ceyhan Hattı’na Kazakistan’ın yılda en az 20 milyon ton petrol taahhüt etmemesi halinde, bu hattın ekonomikliği iyice tartışılır durumda olacaktır. Öte yandan, daha önceki bölümlerde değindiğimiz CPC Hattı’nın hızla ilerliyor olması, Bakü-Ceyhan’ın "Kazak ayağını" (Tengiz-Bakü) kritik duruma getirmiştir. Tengiz sahasının maksimum üretim değeri olan 35 milyon ton, 70- 75 milyon ton kapasiteli CPS hattının ancak yarısını doldurmaktadır. Dolayısıyle, Hazar’ın Kazak kesiminde 
yeni keşfedilen Kaşağan sahasının ortakları, Tengiz-BaküCeyhan’ı tercih etse bile, bu ancak CPC doldurulduktan sonra ve belki de Nazarbayev’in ifadesi ile 2015 yılında mümkün olabilecektir. 

Öte yandan, Rusya, başlangıçtan beri bu projeye karşı çıkmıştır. Rusya, Sovyetler döneminde tamamen kendi toprakları üzerinden olan hatlarla uluslararası pazara çıkabilen Kazakistan (ve diğerleri) üzerindeki bu egemenliği nin kırılmasını hiçbir biçimde kabule yanaşmamaktadır. 

1997 Kasım ayından itibaren Hazar denizi’nden çıkarılan erken Supsa, petrol Rusya’nın Novorossisk Limanı’na pompalanmaya başlamıştı. Ancak, Rusya erken petrol gibi ana petrolün de Rusya’dan geçmesi için bastırıyor. Bu çerçevede, Rus petrol şirketi ROSNEFT’in Başkanı Aleksandr Putilov, Sofya’ya yaptığı bir ziyaret sırasında ilk tepki olarak, Moskova’nın boru hattı güzergahının Hazar Denizi, Rusya ve Bulgaristan üzerinden Yunanistan ve Akdeniz’e olması yönünde daha çok çaba harcayacağını bildirmiştir. 

28 Orta Asya Ve Kafkasya’da Bitmeyen Oyun:Bakü-Ceyhan Boru Hattı, A. Necdet Pamir, ASAM Yayınları, Temmuz 1999. 



Bu konuda da başarılı bir politika izleyerek, CPC hattının inşaatına başlanması konusunda büyük bir başarı kazanmıştır. Azeri petrolünün uluslararası pazara ulaşması konusunda da benzer bir strateji izleyen Rusya, bilindiği gibi Bakü-Grozni-Novorossisk erken petrol boru hattını ve yeni olarak da Bakü-Dağıstan-Novorossisk hattını devreye koyarak, "Çoklu Boruhatları" politikasını bu aşamada, tamamen sözde kalmaya mahkum etmiş görünmektedir. Bugün için Hazar ve Orta Asya’dan uluslararası pazara yönelen boruhatları, sınırlı kapasiteli (yılda 5 milyon ton; ek yatırım olursa en çok 11 milyon ton) Bakü-Supsa erken petrol hattı ve çok sınırlı "swap" (İran) alternatifi dışında tamamen Rusya üzerinden geçmektedir. 

Karadeniz’de sonlanan tüm hatların bir diğer ve hayati sakıncası da Novorossisk, Tuapse, Odessa veya Supsa gibi limanlara ulaşan petrolün, uluslararası pazara ulaşmak için tankerlere yüklenerek Boğazlar’dan geçme zorunluluğudur. Bu da Boğazlar ve İstanbul için büyük risk oluşturmaktadır. Her ne kadar, Boğaz "by-pass" projeleri de sıkça tartışılmaktaysa da, çok uluslu petrol şirketleri kar etme olgusu gündeme geldiğinde çevre sorunlarını ve daha evvel yaşanmış büyük faciaları unutmuş görünmektedirler. 

Tengiz-Bakü-Ceyhan hattı, Boğazlar’ı bu riskten kurtaracak bir çözüm olduğundan ayrıca savunulması gereken bir projedir. AGİT Zirvesi sırasında imzalanan anlaşmalarla Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan bu hattın yapımı konusunda iradelerini ortaya koyarak, 18 Kasım 1999’da İstanbul Deklarasyon u’nu imzaladılar.29 Bu anlaşmaya Kazakistan da imza koydu. ABD ise "şahit" sıfatıyla Başkan Clinton’un imzası ile varlığını gösterdi. Ancak AGİT dönüşünde, Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev, Bakü-Ceyhan’a ancak yeterli petrol üretimine ulaşılması halinde petrol verebileceklerini ifade etti. Anımsanacağı gibi, bundan önceki yıllarda da aynı devlet başkanları tarafından benzer  protokoller ve anlaşmalar imzalanmıştı. Azerbaycan, Türkmenistan ve Gürcistan, Bakü-Ceyhan hattı konusunda mutabakata varırken, Kazakistan, ABD’nin önerisine "şartlı destek" vermişti. Nazarbayev, Bakü-Ceyhan hattının uygulamada gecikilmeden 1998 Ekim’ine kadar hayata geçirilebilirse, bunu destekleyip Kazakistan’dan İran’a gidecek boru hattından vazgeçeceğini açıklamıştı. Daha sonra 1998’in Ekim ayında Türkiye, Gürcistan, Azerbaycan, Kazakistan ve Özbekistan Devlet Başkanları ile ABD Enerji Bakanı (gözlemci) tarafından Hazar petrolü konusunda ortak deklarasyon imzalanmıştı. 

29 Petro Gas Dergisi, Sayı:14, Kasım-Aralık 1999,s:16 

Deklarasyon'a göre, taraf devletler Hazar petrolünün Türkiye üzerinden geçmesi için prensip olarak anlaşmışlardı. Buna göre hat güzergahı Bakü (Azerbaycan)-Tiflis (Gürcistan)-Ceyhan (Türkiye) olacaktı. Kazakistan ve Türkmenistan petrolleri Hazar’ı geçerek Bakü petrolüne eklenecekti. 

Fakat tüm bunlar bugüne kadar gerçekleşme aşamasına gelememiştir. 

Burada vurgulamamız gereken husus, AGİT sırasında anlaşmaların imzalanmalarının ve daha sonra bu anlaşmaların Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye Parlamento’larında onaylanmış olmalarının, önemli olmakla birlikte, bu hattın yapımı için bağlayıcı ya da son nokta olmadığı ve asıl önemli olanın somut "throughput" (hattın içinden geçecek petrolün somut taahhütü) anlaşmalarının ve finansmanın sağlanmasının gerekliliğidir. Mevcut gelişmeler, bu hattın şansını uzun yıllar sonrasına atmaktadır. Zira, hattın Azerbaycan ayağında da ciddi engeller vardır ve Mega Proje’de en önemli oyuncular arasında yer alan BP-Amoco’nun bugüne kadar yaptığı açıklamalar, çok genel "destek" sözlerinin dışında, bağlayıcı değildir. Mega Proje’nin % 10 hisse sahibi şirketlerinden LukOil (Rus) Bakü-Ceyhan’a petrol vermeyeceğini açıkca ifade etmektedir. Ortaklardan Exxon-Mobil de benzeri tutum içindedir. Bu şirketlerin tümü, CPC hattının önemli ortakları olarak, rakip bir projenin hissedarlarıdır. 2004 yılında Mega Proje’nin beklenen üretimi 

17.5 milyon tondur ve görüldüğü gibi ortakların tercihleri Bakü-Ceyhan yönünde değildir. Azerbaycan ayağı olmadansa, Tengiz-Bakü ayağının hiçbir gerçekleşme şansı olmayacaktır. 

4. Batı Kazakistan (Özen-Aktöbe)-Çin (Pasifik Okyanusu güzergahı): 

Batılı devletler Kazak petrolünün hangi güzergahtan gideceğini tartışırken, Kazakistan’ın önde gelen petrol şirketlerinden AKTÖBEMUNAYGAZ (%60) ile ÖZENMUNAYGAZ’ın (%55) ortaklığını alan Çin Milli Petrol Şitketi (CNPC) Kazak petrolünün doğuya, yani Pasifik’e taşınması için Kazakistan hükümeti ile "asrın anlaşmasını" imzaladılar. 

Projeye göre boru hattı, Özen ve Aktöbe petrol sahalarına bağlanarak Batı Çin’e kadar uzanacaktır. Buradan da Çin boru hattı sistemine bağlanacak Kazak petrolü Pasifik’e ulaştırılacaktır. İnşaası planlanan boru hattı yaklaşık 3.000 km. uzunluğundadır. Proje, 60 ayda tamamlanacak ve 9.5 milyar USD’a mal olacaktır. Boru hattının ikinci kolu ise, Özen’den başlayacak ve Türkmenistan üzerinden geçen 320 km’lik boru hattıyla İran’a ulaştıracaktır. Bu projenin gerçekleşmesi ekonomik yönden çok olası görünmese de, Çin açısından stratejik 
önemdedir. Kazakistan açısından da ihraç hatlarının Rusya tekelinden kurtulması anlamına geldiğinden büyük önem arzetmektedir. 

Ham petrole yönelik yukarıda aktardığımız projelerin dışında, gaz boruhatlarında da Rusya Federasyonu’nun tekeli söz konusudur. Bu avantajını etkin olarak kullanan Rusya, Kazak gazının Rusya üzerinden taşınmasını kendi taleplerine uymadığı takdirde, olanaksız kılabilme gücüne sahiptir. Karaşağanak gazının Kazakistan içinde "hapsedilmesi", bir diğer deyişle ihraçe dilmemesi durumunda, gazın iç piyasaya pazarlanması yatırımcılara yatırılan kaynağın iadesini sağlayamayacaktır. 

Rusya, Kazak gazını çok ucuza almakta ve büyük bir coğrafyaya yayılmış bir ülke olan Kazakistan’ın bir başka bölgesine çok daha pahalı olarak ihraç etmektedir. Bunun somut örneği, 4 Haziran 2000 tarihinde Kazak iktidarı yanlısı Egemen Kazakistan gazetesinde çıkan haberde açıkça görülmektedir. Bu habere göre, Karaşaganak’taki gaz Rusya’ya bin metreküpü 8 dolardan satılmakta, Rus Gazprom şirketi ise aynı gazın bin metreküpünü Kazakistan’ın Kostanya ve Aktöbe eyaletlerine 25 dolardan geri satmaktadır. Buna karşın, geçtiğimiz günlerde Kazakistan’da doğal gaz alanında yetkilendirilmiş olan Belçikalı Tractabel şirketinin yetkilerinin iptal edilmesinin ardından, bu yetkilerin 
Gazprom’a verileceği yönünde yoğun haberler gelmektedir.30 Bu gelişmeler, gaz boruhatlarında da Rusya dışı alternatiflerin ne denli gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Çin Milli Şirketi (CNPC) bu alanda da alternatif yaratması açısından etkin bir rol oynamaktadır. 

Karaşığanak gaz yatağı ortakları ile Çin arasında ortak mutabakata varılabilmesi halinde, düşünülen petrol boru hattına paralel olarak bir gaz boru hattının da inşası söz konusu olabilecektir. Çin kartını aktif bir şekilde YUZHNEFTEGAZ AO sahibi Kanada şirketi Hurricain Hydrocabons oynamaktadır. Bugün için ekonomik boyutu nedeniyle hayata geçmesi çok zor görünen projenin gerçekleşmesi durumunda Çin, Kazakistan enerji sektöründe en büyük yatırımı gerçekleştiren ülke olacak ve bölgedeki dengelerde ciddi değişikliklere neden olacaktır. 

5. Petrol Boru Hattının Türkiye’den Geçmesi Durumunda Sağlanacak Yararlar Türkiye, Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin dağılmasından sonra uluslararası 
arenada siyasi yönden daha da önemli bir konuma geldi. Uluslararası ilişkilerde Türkiye’yi öne çıkaran coğrafi konumun da ötesindeki olgu, dağılma sonrasında ortaya çıkan bağımsızlığını yeni kazanan Türk Cumhuriyetleridir. Bu devletlerin Türk asıllı olmaları, Türkiye ile din, dil, ırk ve tarih birliklerinin olması, Türkiye’nin bu ülkelerle geliştirilecek ortak yatırımlarda ve işbirliği projelerinde etkili olmasının objektif koşullarını oluşturmaktadır. 

30 Türkiye’nin Sesi Radyosu Kazakça Yayınları, 04.06.2000. 


Yeni oluşan bu devletler zor bir geçiş dönemini yaşamaktadırlar. Türkiye bu devletleri ilk tanıyan ve imkanları ölçüsünde destek vermeye çalışan, doğal bağlantılardan dolayı en yakın ülkedir. Hissi yaklaşımları bir yana bırakırsak, devletin de kişi olmadığını gözönünde bulunduracak olur isek, ülkeleri birbirine bağlayan ekonomik ve siyasi menfaatlerdir. Din, dil, ırk ve tarihi temellerinin ortak olması ise, bu ilişkilerde öncelik ve güvenilirlik sağlayacaktır. 

Bakü-Ceyhan hattı Türkiye’ye sanıldığı gibi büyük bir ekonomik gelir getirmeyecektir. Yapılan resmi açıklamalara göre, Türkiye bu hattan, ilk 
16 yıl varil başına 55 sent (20 sentlik vergi dahil), takibeden 24 yıl ise 80 sent (37 senti vergi) gelir elde edecektir. İlk 16 yıllık dönemde boruhattı yarı kapasite ile, sonraki dönemde tam kapasite ile çalışacaktır.31 Bu somut verilere bakıldığında, Bakü-Ceyhan hattından Türkiye’nin tarife geliri açısından elde edeceği gelir, yılda 100 milyon doların biraz üzerinde olacaktır. Yılda 100 milyar dolarlık ticaret hacmi olan Türkiye’nin 100 milyon dolar için Bakü-Ceyhan’ı zorlaması doğal olarak akılcı olmayacaktır. Ancak bu hattın stratejik önemi tartışılmayacak kadar önemlidir. Sıkça vurgulandığı gibi, Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun ayrılmaz parçası olan bu hat, Kazakistan, Azerbaycan ve 
Türkmenistan gibi ülkeleri Rusya’nın tekelinden kurtaracak yaşamsal bir çözümdür. Böylece, kesintisiz ihraç olanağına kavuşacak ülkeler, doğal kaynaklarını gerçek değeri ile ihraç etme imkanına kavuşabileceklerdir. Bu yoldan hızla kalkınacak olan bölge ülkeleri, gerçek anlamda bağımsızlıklarını elde ederken, ekonomileri de istikrar kazanacaktır. Böylece Türkiye de, ekonomik olarak gelişmiş bu ülkelere çok daha sağlıklı koşullarda, petrol ve gazla sınırlı olmayan çok geniş bir yelpazede yatırım ve ticaret yapabilme olanağına ulaşacaktır. Bu uzun erimli ekonomik hedef, Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin asıl kazancıdır.32 Ayrıca, gerek Azerbaycan’da ve gerekse Kazakistan’da petrol ve gaz sahalarında yatırımları olan Türkiye (TPAO), arama ve üretim süreçlerinde etkin olduğu projelerden üretilen kaynakları kendi ülkesinde getirecek ve çift taraflı kazanç sağlayacaktır. Bu husus, Türkiye’nin enerji kaynağı sağlamada çeşitlilik ilkesi açısından stratejik olarak yararınadır. Doğal gaz ihtiyacının tamamına yakınını Rusya’dan sağlayan bir Türkiye yerine, Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan’dan petrol ve gaz alan bir Türkiye, gerek bu coğrafyada ve gerekse tüm uluslararası ilişkilerinde çok daha bağımsız hareket edebilecektir. 

31 Bakü-Ceyhan çalışabilir ve finanse edilebilir duruma geldi, Metin Eral’la röportaj, Petro Gas Dergisi, s.14. 
32 A. Necet Pamir, A.g.e, s. 67. 


Hattın bir başka avantajı da petrole ödenecek pararın taşıma ücretine sayılması yolu ile Türkiye’nin nakit parayla ithal ettiği petrol için kredi almak zorunda kalmamasıdır. Buna göre, Türkiye’nin petrole yılda ödediği paranın yaklaşık %17’si karşılanmış olacaktır.33 Bunun dışında, hattın Türkiye kısmındaki inşaat açısından da önemli gelir beklenmektedir. Hattın bu kısmının tahmini toplam maliyeti olan 1.7 milyar dolar içinde bir önemli kısmının Türk müteaahhitlerince kazanabileceği ve önemli bir istihdam olanağı yaratması düşünceleri birçok açıdan gerçekçi bir beklenti sayılmalıdır. Ceyhan limanında oluşacak ekonomik canlanma ve önümüzdeki yıllarda burada yeni rafineri ve petrokimya tesislerinin yapılması beklentileri de Baku-Ceyhan hattının ülkeye getireceği diğer kazançlar arasında sayılmalıdır. 

Tüm bu gelişmeler bir arada değerlendirildiğinde, Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun yaşama geçmesi yönündeki her yeni adım Türkiye’nin Avrasya’daki stratejik konumunu güçlendirerek onu bölgede söz sahibi ülke konumuna getirecektir. 

Bugün Türkiye ekonomisi, gelişmekte olan ülkeler kulübünün üst basamağında yerini almıştır. Temel sayılacak, refah ölçütlerini ve yeterli derecede yetişmiş insan gücünü yakalamış olan Türkiye, ağır bir tempoyla ilerlemektedir. Stratejik konumu ve bol işgücü ile Türkiye diğer ülkelere göre daha şanslı durumdadır. Fakat, son yıllarda yaşanan siyasi istikrarsızlık, ülkenin ekonomisini olumsuz yönde etkilemektedir. İktidara gelen hükümetlerce enflasyon düşürülememektedir. 

Türkiye gibi, enflasyonun yüksek ve işsizliğin de yaygın olduğu ülke için, bütün batılı devletleri cezbeden, Hazar petrolünün bu ülke üzerinden geçmesi, hayati önem taşır. Bugün Bakü-Ceyhan olarak bilinen boru hattı yılda 45 milyon ton ham petrol taşıyabilecek bir kapasitede. 
Bu, Türkiye’ye petrol fiyatında avantaj sağlayacaktır. Körfez Savaşından bu yana petrol ürünleri fiyatları devamlı bir şekilde yükseldi. Zira, Türkiye komşusu olan İrak’a uygulanan ambargoya katılmıştı ve Irak petrollerinden "vazgeçmişti". 

Irak ile Türkiye’yi bağlayan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı Türkiye’nin "Aktif Tarafsızlık" politikasını izlediği İran-Irak Savaşı sırasında yapılmıştı. Bu hat günde 1.7 milyon varil petrol pompalamaktaydı ve Türkiye petrol ihtiyacının %40’ını buradan sağlamakta idi. Türkiye’nin bu hattı kapatmakla, uğradığı zarar meydandaydı. Türkiye, ambargoya katılmakla beraber, milyonlarca dolarla ifade edilen kayıplara uğramaya başlamıştı. Bu arada petrol fiyatları da 41 dolara yükselmişti. 

33 İpek Yolu, Sayı: 19, Temmuz 1995, s.27. 



Boru hattının açılmasıyla Türkiye birçok avantajı da yakalama şansına sahip olacak. Yalnızca taşımacılık işlerinden alacağı ücret yılda yaklaşık 500milyon doları bulacak. Bu ücret, yatırımın büyüklüğüne göre belirlenecek. Türkiye yıllık ithal ettiği yaklaşık 180 milyon varil petrolü bu hattan alacak. Nakliye maliyeti düşeceği için 17.2 dolar olan fiyat daha da inecek. Böylece petrole yılda 3 milyar dolardan (yaklaşık 126 trilyon lira) daha az para ödenecek. 

Hattın bir başka avantajı da petrole ödenecek paranın taşıma ücretine sayılması olacak. Türkiye, nakit parayla ithal ettiği petrol için kredi almak zorunda kalmayacak. Bu, Türkiye’nin petrole yılda ödediği paranın yaklaşık %17’sini karşılama anlamına gelecek. 

Bu durumda boru hattının kirasından da yıllık 250 milyon dolar gelir elde edilecek. Petrol boru hattı inşaası ile inşaat sektörünün canlanması 
geçici bir sürede olsa işsizliğe çare olacak. Türkiye’nin Avrasya haritasındaki stratejik konumunu güçlendirerek söz sahibi ülke konumuna getirecek. 

Batı’nın petrole bağımlılığı, 20 Ekim 1973 yılındaki Arap ülkelerinin uyguladığı petrol ambargosu ile ortaya çıkmıştı. Laik Türkiye’nin bu bölgede rakip haline gelmesi Batılı Devletleri rahatlatacaktır. Bugüne kadar Avrupa Birliği’nin kapısını çalan Türkiye, üye olmaya imkan kazanacaktır. Boru hattının Türkiye’ye kazandıracağı avantajlar ortada. Geriye Türk Diplomasisinin komşusu İran’ın uyguladığı gibi aktif diplomasisi kalıyor. 

Bu durum NATO’nun Kosova’ya müdahalesinden önceydi. Kosova’nın bağımsız olma umutları ve NATO gücünün orada konuşlandırılması, Türkiye hariç bölgedeki diğer ülkelerin leyhine olan, "Trans-Balkan güzergahı" alternatifi ortaya çıktı. Böylece ABD kendi gücünü Avrupa’nın göbeğinde yerleştirerek, Balkanlar gibi strarejik noktayı kontrol altına almayı amaçlamaktadır. Bu durum ABD ve Rusya menfaatlerini zedelemediği gibi tersine iki devletin de çıkarınadır. Rusya açısından avantajı, hattın büyük bir bölümünün Rusya üzerinden 
geçmesi ve boğazlardan geçiremediği petrolleri buradan ulaştırmasıdır. 

Dolayısıyla, ekonomik yönden fayda sağlayarak, siyasi yönden de hat 
üzerinde önemli ölçüde söz sahibi olacaktır. Amerika açısından önemi ise, enerji kaynaklarını kontrol altında tutma imkanının sağlanmasıdır. 

Fakat, bu güzergahın gerçekleşebilmesi için Balkanlarda kalıcı barış ve istikrarın sağlanmasına ihtiyaç vardır. Bu yüzdendir ki söz konusu barış ve istikrarın sağlanması için 44 ülkenin katılımıyla Saray Bosna’da gerçekleştirilen Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı gerçekleştirilmiştir. 

Fakat yakın zamanlarda Balkanlarda istikrarın sağlanacağı düşünülmemektedir. O yüzden Bakü-Ceyhan Hattı alternatifi yakın gelecekte önemini yitirmeyecektir. 

Sonuç 

Kazakistan, petrol ve gaz rezervleri itibarı ile yalnızca bölgede değil, özellikle Hazar’ın kendi kesiminde yeni keşfedilen Kaşağan sahasının da katkısı ile dünyanın sayılı ülkeleri arasındadır. Gerçek anlamda bağımsız olabilmenin vazgeçilmez koşullarından birinin ekonomik bağımsızlık olduğu dikkate alındığında, Kazakistan’ın bu doğal zenginliklerini uluslararası pazara ihraç ederek, bağımsız ve gelişmiş bir ülke olabilmesi mümkündür. Ne var ki, ülkenin tüm ihraç yollarının Rusya Federasyonu sınırları içinden geçerek uluslararası pazara çıkabiliyor olması, Kazakistan’ı bu ülkeye bağımlı kılmaktadır. Bu bağımlılık yalnız ihraç yolları açısından değil, sanayideki birçok alandaki bağımlılık açısından da geçerlidir. Kazakistan nüfusunun % 30-40’lık kesiminin Rus kökenli olması, Rusya ile uzun ve çoğunlukla korumasız bir sınırın 
varlığı, Rusya’nın Hazar’ın statüsü konusunu bir engelleme unsuru olarak kullanması gibi birçok etken de Rusya’nın Kazakistan üzerinde "oynayabildiği" rolü arttıran unsurlardır. Kazakistan’dan uluslararası pazara ulaşmak üzere Sovyetler dağıldıktan sonra inşa edilmekte olan yeni hat da (CPC) gene Rusya sınırları içinden geçmektedir. Bu durum, yukarıda sözü edilen bağımlılığı daha da arttıran bir etken olmuştur. 

Türkiye’nin ve ABD’nin savunduğu Bakü-Ceyhan ya da Tengiz-Bakü-Ceyhan projesi, aslında Kazakistan’ın ve Azerbaycan’ın Rusya’ya bağımlılığını azaltacak, doğal kaynaklarını kesintisiz yollardan ve rekabet unsurunun da devreye girmesiyle uluslararası fiyattan satabilmelerini sağlayacak bir projedir. Bugüne kadarki gelişmeler, bu hattın inşasına yönelik yeterli adımları sağlamamıştır. Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’nin parlementolarından geçirdikleri ve çerçeve anlaşmalar diye de nitelenebilecek anlaşmalar olumlu adımlarsa da, hattın içinden geçecek petrol miktarının taahhüt altına alınamamış olması, projenin gerçekleşebilmesinin önündeki en önemli engeldir. 

Özellikle bu hattın gereksinim duyduğu Kazak petrolünün yetersiz olması ya da Kazak tarafı veya petrol şirketlerince taahhütte bulunulmaması, hattın gerçekleş me şansını zora sokmakta ya da belirsiz bir tarihe itmektedir. En yüksek noktasında yılda 35 milyon tona ulaşabilecek olan Tengiz sahası üretimi, tamamen CPC hattına verilmek üzere anlaşmaya bağlanmıştır. Son olarak keşfedilen Kaşağan sahası içinse, yatırımcı şirketler temkinli konuşmakta ve gerek rezerv ve gerekse üretim tahminleri için rakam vermemektedirler. Bunun ticari gerekçeleri olduğu kadar teknik gerekçeleri de vardır ve henüz ilk kuyu delinmişken bu açıklamaların yapılması doğru da değildir. Ancak, projenin 
ortaklarından olan Japan National Oil Corporation’ın sözcüsü, Reuters’e 5 Temmuz 2000’de verdiği demeçte, bu sahada 2010 yılında yılda 50 milyon tonluk bir üretim beklediklerini ifade etmiştir. Burada dikkat etmemiz gereken husus, proje ortaklarının bu petrolü inşa edilmiş, işleyen ve boş kapasitesi olan CPC hattı dururken, proje halindeki Tengiz-Bakü-Ceyhan’a vermeleri kolay görünmemesidir. 

Ayrıca, üretilecek petrolde büyük payı olan şirketlerin, ABD ve Türkiye gibi "stratejik" çıkardan ziyade, varil başına elde edecekleri karı düşünmeleri doğal davranış biçimleridir. Öte yandan Kazakistan’ın stratejik çıkarlarının Tengiz-Bakü-Ceyhan’da olmasına rağmen, CPC çok daha somut bir projedir ve hattın bir bölümü Kazakistan’dan geçtiğinden bu ülkeye tarife geliri de sağlayacaktır. 

Diğer yandan ABD desteği olmaksızın gerçekleşmesi zor olan DoğuBatı Koridoru Projesi’nde ABD’nin ilgisi ve desteği ve bunlara bağlı olarak da etkisi son dönemde azalmış görünmektedir. Bunun çeşitli nedenleri olabilir. Birincisi, bazı ABD’li uzmanların savunduğu görüşe göre ABD, petrol gereksiniminin önemli bölümünü, arama ve üretim maliyetlerinin daha düşük olduğu Kuzey Afrika (örneğin: Nijerya) ve diğer bölgelerden karşılamaya yönelmiştir. Hazar Bölgesi’nde şirketler kanalı ile en az 30 yıllık hak sahibi olan ABD’nin en azından bu bölgeye bugün için enerji kaynakları açısından ilgisi bir süre ertelenmiş olarak değerlendirilmektedir. Ancak, 20-30 yıl sonrasını değil 100 yıl sonrasını planlayarak, enerji güvenliği açısından son derece hassas olan ABD’nin bu bölgeden tamamen ilgisini çekmesi de beklenmemelidir. 

ABD’nin bugünkü ilgi azalmasının bir diğer nedeni de, yaklaşan başkanlık seçimleri olarak değerlendirilmektedir. 

Seçimlerde prim yapacak konular sıralamasında bu bölgenin sorunları, ABD "reel politikası" açısından en üst sıralarda değerlendirilmemektedir. 

Diğer yandan ABD’nin Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın 15 Nisan 2000’de bölge liderlerine yaptığı ziyaretler sırasında üzerinde en çok durduğu 
konulardan biri olan insan hakları ve demokrasi konuları, başta Kazakistan lideri Nazarbayev olmak üzere, bu liderler tarafından sıcak karşılanmamakta ve rahatsızlık yaratmaktadır. Buna karşın Putin’in ustaca kullandığı "İslami radikal akımlara ve terörizme karşı işbirliği" kartı kısa dönemde daha fazla prim yapmaktadır. 

Türkiye’nin ise son yıllarda sürekli koalisyonlarla yönetilmesi, bölgeye yönelik politikalarında yeterince tutarlı bir çizgiyi yansıtmamasına yol açmıştır. Bu nedenle, son yıllarda eski Cumhurbaşkanı Demirel’in "kişisel" denebilecek uygulamaları dışında, Türkiye’nin aktif ve sonuç alıcı bir politika izlediğini söylemek zordur. 

Sonuç olarak bugünkü somut gelişmeler ışığında, Kazakistan başta olmak üzere, Türkmenistan, Özbekistan gibi ülkelerin giderek Rusya Federasyonu’nun politikalarına daha yakın ve son tahlilde bu politikaya hizmet eden projelere bağlandıkları görülmektedir. Bu nedenle Türkiye ve ABD’nin daha somut ve gerçekçi politikalarla bölgeye yönelmesi gerekmektedir. 

http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/252-276%20saule.PDF

..

IŞİD’in Ramadi’yi Kontrolü ve Bağdat-Washington Eksenindeki Gelişmeler






IŞİD’in Ramadi’yi Kontrolü ve Bağdat-Washington Eksenindeki Gelişmeler



Ali SEMİN
www.bilgesam.org





Irak’ta yerel güvenlik güçlerinin ve ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyonun Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütüne karşı başlattığı 
askeri mücadeleden bugüne kadar herhangi bir somut netice alındığını söylemek mümkün değildir. Irak, 10 Haziran 2014 tarihinden bu yana IŞİD 
krizinden ve petrol fiyatlarının düşüşünden dolayı ekonomik krizle de mücadele etmektedir. 
IŞİD tehdidinin büyümesiyle birlikte ortaya çıkan göç sorunu, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası toplumun ve Irak hükümetinin 
yaşanan krizi aşmasını zorlaştırmaktadır. 

Irak’ın IŞİD krizi ile beraber ülke tarihinin en zorlu dönemecinden geçtiğini ve bu sorunun yalnızca havadan sınırlı operasyonlarla çözülemeyeceğini 
ifade etmek gerekir. Gerek yerel güvenlik güçleri gerek uluslararası koalisyon IŞİD’in ülkedeki ilerleyişini kısa süreliğine durdurmayı sağlasa da örgütün 
Irak’ta ve hatta Suriye’de stratejik bölgeleri denetimine aldığı görülmektedir. IŞİD’in Anbar’ı kontrol etmesi hem bölgesel ve küresel güçlerin Orta Doğu’daki 
güç rekabeti açısından hem de Irak’ın iç siyasetindeki etnik ve mezhepsel ayrışmaların keskinleşmesi bakımından oldukça önemli bir gelişmedir. 
IŞİD sadece bir örgütten ibaret değildir. Bölgede yaşanan gelişmeler ve güç boşluğunun belirginleşmesi sonucunda çıkara dayalı bir güç mücadelesinin de 
aracıdır. Küresel ve bölgesel güçlerin Irak ve Suriye’deki nüfuz rekabetinin sonucunda güçlenen IŞİD’e karşı Ağustos 2014’ten beri yürütülen operasyonlara 
ramen örgütün zayıflatımaması/ve ilerleyişinin durdurulamaması kuşkulara yol açmıştır. Bu bağlamda IŞİD sorununun ardından Irak’ta ortaya 
çıkan milisleşme süreciyle birlikte, Irak güvenlik güçleri dışındaki silahlı grupların etnik ve mezhepsel (Şii-Sünni ve Kürt) aidiyete göre silahlanması ülkenin 
kısa ve orta vadede iç savaşa doğru gideceğinin habercisidir. Bu analizde söz konusu saptamalar ışığında Anbar vilayetinin IŞİD kontrolüne geçmesinin 
düşündürdükleri ve Bağdat-Washington ekseninde yaşanan gelişmeler kaleme alınmaya çalışılacaktır.

IŞİD’in İlerlemesi ve Ramadi’nin Kontrolü 

IŞİD’in Musul’dan sonra Irak’ın en önemli vilayeti olan Anbar’ı kontrol etmesi, ülkedeki yerel güçlerin ve uluslararası koalisyonun örgüt ile olan askeri 
mücadelesinin yetersiz olduğunun önemli bir göstergesi olmuştur. Ayrıca IŞİD’e yönelik askeri mücadelenin yetersizliğinden dolayı ülkedeki sivil kaybının 
arttığı görülmektedir. Birleşmiş Milletler’in açıkladığı rakamlara göre, IŞİD’in 10 Haziran 2014 tarihinde Musul’u kontrol etmesinden 2015 yılının Nisan ayına kadar Irak’ta 15219 kişi hayatını kaybetmiş 
ve 29493 kişi de yaralanmıştır. 1

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL www.bilgesam.org www.bilgestrateji.com bilgesam@bilgesam.org Tel: 0212 217 65 91 - Fax: 0 212 217 65 93



2 Sayfa



 Bunun yanı sıra Irak’ta IŞİD saldırılarından ötürü 3 milyon kişi göç etmek zorunda kalmış ve 8 milyon 200 bin kişi ise insani yardıma muhtaç duruma 
düşmüştür.2 Dolayısıyla IŞİD ile mücadelenin yalnızca askeri yöntem ile yürütülmesi zor görünmektedir. 

IŞİD için Anbar bölgesinin stratejik önemi oldukça yüksektir. Anbar vilayeti yüzölçümü olarak Irak’ın en büyük ilidir. Anbar’ın bir diğer önemi ise Suriye, Ürdün ve Suudi 
Arabistan ile çevrili bir kent olmasıdır. Ayrıca nüfusunun çoğunluğu Sünni Araplar’dan oluşmakta ve Bağdat merkezi hükümetindeki Şii yönetim karşıtı aşiretlerin çoğunluğu 
Anbar’da bulunmaktadır. Anbar Bağdat’ın batısından 110 kilometre uzaklıktadır. Anbar vilayetinin Suriye, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın sınırında olması stratejik olarak IŞİD’in 
ülkenin diğer bölgelerine ve hatta güneydeki kentlere ilerlemesine yol açabilir. Bunlara ilaveten Ramadi’de bulunan Ramadi ve Hadise barajlarını kontrol altına alması, birçok 
kentte su sıkıntısı yaşanmasına ya da kapakların açılarak bazı bölgelerin sular altında kalmasına sebep olabilir. Anbar vilayetine bağlı 41 ilçe ve kasabanın sadece 5 tanesi Irak 
güvenlik güçlerinin kontrolünde olup geri kalanı IŞİD’in denetimindedir. IŞİD’in Anbar vilayetinin merkezi olan Ramadi’yi kontrolünde tutmasının Irak güvenlik güçlerinin 
Musul’a yapacakları kurtarma operasyonlarını engellediğini /engelleyebileceğini ifade etmek mümkündür. 

Bu çerçevede 17 Mayıs 2015 tarihinde Ramadi’nin IŞİD’in kontrolüne geçmesi, örgütün Musul’dan sonra Irak’taki ikinci başarısı olarak kabul edilebilir. Bu durum IŞİD’in Irak’ta 
ve Suriye’de ilerleyişinin hızlanmasına yol açabilir. Aslında IŞİD’in Irak’taki ilerleyişi, örgütün güçlü olmasından ziyade, Irak güvenlik güçlerinin çatışmadan birçok kentten geri 
çekilmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Irak’ın tek bir bütün olarak savaşan güvenlik gücünün olmayışı IŞİD’in ülkedeki hareket alanını genişletmesine neden olmaktadır. 
Musul’dan sonra Irak güvenlik güçlerinin Ramadi’den de çatışmadan çekildiği belirtilmektedir. Irak Başbakanı Haydar el-Abadi, Ramadi’nin IŞİD’in denetimine geçmesiyle ilgili 
yaptığı açıklamada güvenlik güçlerinin herhangi bir çekilme emrini beklemeden kentten geri çekildiğini belirtmiştir. 
Bu sebeple Abadi, 20 Mayıs’ta Anbar İl Emniyet Müdürü General Kazım Muhammed Farıs el-Fehdavi’yi görevden almış  ve yerine General Hadi Rezic’i atamıştır.3 


1 http://www.almadapress.com/ar/news/47 
(Erişim: 19.05.2015)

2 http://elaph.com/Web/News/2015/5/1007556.html,
(Erişim: 25.05.2015)



Öte yandan Anbar iline bağlı el-Bağdadi nahiyesinde ve Ramadi’nin 90 km batısında bulunan Aynel-Esed askeri üssünde Irak güvenlik güçlerine eğitim ve danışmanlık yapan 300’den fazla Amerikan askerinin bulunduğu bilinmektedir. 
Ayrıca Irak ordusunun en eğitimli özel operasyon gücü olarak tanımlanan el-Dehabi (Altın) kolordusu, Ramadi’de IŞİD’e karşı savaşmaktadır. 
Bütün bunlara rağmen Ramadi’nin IŞİD’in kontrolüne geçmesi oldukça düşündürücüdür. Irak güvenlik güçlerinin Ramadi’den geri 
çekilmesi hususunda iki gerekçe ileri sürülmektedir. Birincisi bin civarında Irak askerinin IŞİD tarafından Ramadi operasyonlarının koordinasyon merkezinde kuşatıldığı, silah 
ve askeri mühimmatın ulaştırılamadığıdır. Diğeri ise, Irak güvenlik güçlerinin savaşmak istemediği ve Bağdat hükümetinin bölgede silahlandırdığı 3 bin aşiret mensubunun da 
silahlarıyla birlikte IŞİD’in safına geçtiği iddiasıdır. Hem Abadi hükümetinin hem de ABD’nin başını çektiği uluslararası koalisyonunun terörle mücadele kapsamındaki tutumuna 
bakıldığında, ordu ve güvenlik güçlerinin Anbar’da ve diğer Sünni bölgelerinde IŞİD ile savaşın tamamen Sünni Arap aşiretleri arasında bir güç rekabetine dönüştürüldüğü ifade 
edilebilir. Bu durum ABD’nin Irak’ta IŞİD’in kontrolündeki Sünni bölgelerinde örgütle mücadele stratejisini Sünni Arap 
aşiretleriyle sürdürmek istemesinden kaynaklanmaktadır. 

   (  Irak’ın işgalinden bu yana Irak ordusunun ve güvenlik güçlerinin Washington tarafından yeterince eğitilmediği ve desteklenmediği 
gerçeğini de ifade etmek mümkündür. )

Bu bağlamda 29 Nisan’da ABD Kongresi, Irak ordusu dışında IŞİD’e karşı savaşan Peşmerge ve Sünni Arap aşiretlerin milis güçlerine doğrudan askeri desteği öngören yasa 
tasarısını onaylamıştır. ABD Kongresi aynı zamanda Iraklı güçlere 715 milyon dolarlık askeri destekte bulunulacağı da belirtilmiştir. Söz konusu yasaya göre, Irak’a yapılacak askeri 
yardımların %25’i Peşmerge ile Sünni millis güçlerine doğrudan dağıtılacaktır.4 

3 http://www.alwasatnews.com/4639/news/read/992806/1.html,
(Erişim: 21.05.2015)


4 http://www.alliraqnews.com/modules/ news/article.php?storyid=2935,
(Erişim:25.05.2015)


“  Irak ordusunun en eğitimli özel operasyon gücü olarak  tanımlanan el-Dehabi (Altın) kolordusu, Ramadi’de 
IŞİD’e karşı savaşmaktadır. Bütün bunlara rağmen Ramadi’nin IŞİD’in kontrolüne geçmesi oldukça düşündürücüdür.“



ABD Savunma Bakanı Ashton Carter, Ramadi kentinin IŞİD’in kontrolüne geçmesine ilişkin 24 Mayıs’ta CNN kanalına verdiği mülakatta “Ramadi’deki 
gelişmeler Irak ordusunun savaşma iradesi olmadığını gösteriyor” şeklinde bir açıklama yapmıştı.5 ABD’nin Irak’ta IŞİD ile mücadele etme ve krizin çözümünde ülkedeki yerel 
güçler arasında kime güveneceği konusunda henüz net bir karara varamadığı ifade edilebilir. Irak’ta IŞİD ile mücadelede Irak güvenlik güçleri, Peşmerge gücü, Haşed el-Şaabi Şii milis gücü ve Sünni Arap aşiretlerine bağlı silahlı milis güçleri 
olarak dört ana faktörün varlığından söz etmek mümkündür. 

ABD’nin söz konusu kararındaki belirsizliğin sebepleri şu şekilde sıralanabilir:

1. Irak Güvenlik Güçleri Faktörü: Irak ordusunda ve güvenlik güçlerindeki etnik ve mezhepsel ayrışmalar IŞİD’e karşı mücadeledeki en önemli sorunlardan birisidir. Yerel 
güçler arasında koordinasyonun sağlanamaması ülkedeki terör sorununun artmasına ve IŞİD’in ilerleyişine yol açmaktadır. Dolayısıyla IŞİD’e karşı mücadelenin sadece Irak 
ordusu ve güvenlik güçleri tarafından yürütülemediği görülmektedir. ABD Kongresi’nden geçen yasa tasarısında Irak güvenlik güçleri yerine Iraklı güçler tabirinin yer alması, 
Washington yönetiminin IŞİD ile mücadelede Irak güvenlik güçlerine güvenmediğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. 

2. Peşmerge Gücü Faktörü: IŞİD ile mücadelede bir başka problem de peşmergenin Irak anayasasının 140. maddesinde yer alan tartışmalı bölgelerin dışında savaşmak isteğinin 
olmamasıdır. Başka bir ifadeyle Irak’ta Kürtler’in, 2003 Irak işgalinden sonra Kerkük ve diğer tartışmalı bölgeleri kendi toprakları olarak çizdikleri sınırlar dışında savaşmak istememeleri 
ABD’nin ülkedeki hangi yerel güçlere güveneceği hususunu belirsiz kılmaktadır. 



5 CNN:  http://arabic.cnn.com/middleeast/2015/05/24/ashton-carter-isis-ramadi,
(Erşim:25.05.2015)

3. Haşed el-Şaabi Faktörü: 

Silahlı Şii milis güçlerinin koalisyonu niteliğindedir. Haşed el-Şaabi gücünün komutanı eski Ulaştırma Bakanı ve Bedr Tugayı lideri Hadi el-Amıri’dir. Bu güç Bağdat’tan ziyade İran Devrim 
Muhafızları’na bağlı Kudüs Ordusu Komutanı General Kasım el-Süleymani’nin kontrolündedir. Söz konusu Şii milis gücü IŞİD ile mücadelede önemli bir unsurdur. Bunun da 
iki temel nedeni vardır. Birincisi Haşed el-Şaabi’ye katılan gönüllü Şii milisler, Şiiliği ve Şiiler için kutsal topraklar ve türbeleri koruma inancıyla çatışmaktadır. Diğeri ise Bağdat 
merkezi hükümeti tarafından ciddi mali, askeri ve silah desteği almaktadır. 12 Haziran 2014 tarihinde Şii Dini Merci Ayetullah Ali el-Sistani’nin çağrısı üzerine kurulan Haşed el-
Şaabi Şii milis gücüne Bağdat hükümeti 1 milyar dolar harcamıştır. Ayrıca Bakanlar Kurulu kararıyla Heşad el-Şaabi gücü, Başbakan ve Silahlı Kuvvetler Başkomutanı Haydar 
el-Abadi’ye bağlı olarak resmi bir şekilde IŞİD’e karşı mücadele etmektedir. Haşed el-Şaabi gücü, IŞİD ile mücadelede zımnen başarılı olsa da Şiilik bilincini fazlasıyla ön plana 
çıkarmasından dolayı ülkede mezhepsel çatışmayı körüklemektedir. 

Çünkü Irak’ın Diyale ve Selahaddin vilayetinde (Tikrit’te) IŞİD’e karşı başarı kaydettiğinde Sünni Araplara karşı baskı, sindirme ve yok etme potansiyeli olan bir güç 
şeklinde hareket etmiştir. Uluslararası İnsan Hakları Örgütü, Haşed el-Şaabi milis gücünün özellikle Diyale bölgesinde Sünni Araplara karşı katliam düzenlediğini açıklamıştır. 
Dolayısıyla İran’ın etkisi altında olan Haşed el-Şaabi milis gücünün IŞİD ile olan savaşta başarı kaydettikçe zamanla Bağdat merkezi hükümetinin kontrolünden çıkma ihtimali 
oldukça yüksektir. 

4. Sünni Arap Aşiretlerinin Milis Gücü Faktörü: Irak’ta IŞİD’in kontrol ettiği Sünni Arap bölgelerinde Bağdat hükümetine destek veren aşiretler bulunmaktadır. Fakat Bağdat 
yönetimi ile IŞİD’e karşı mücadele etmek isteyen Sünni Arap aşiretleri arasında ciddi anlamda güven bunalımı söz konusudur. Bağdat hükümetinin Sünni Arap aşiretlerine silah 
ve para yardımı yapma hususundaki çekincelerinin aynısının Obama yönetiminde de olduğu ifade edilebilir. Bağdat merkezi hükümetinin Sünni Arap aşiretleriyle ilgili kaygıları iki 
taraf arasındaki anlaşmanın bozulması halinde, bu aşiretlere verilen silahların IŞİD’e gitme ihtimalinden kaynaklanmaktadır. Nitekim 2008 yılında ABD’nin öncülüğünde dönemin 
Başbakanı Nuri el-Maliki tarafından kurulan ve Sünni Arap aşiretlerinden oluşan el-Sahva gücünün (Uyanış) durumu bu kaygının yersiz olmadığını göstermektedir. Sahva gücünü 
destekleyenlerin ellerindeki silahların büyük kısmı daha sonra Maliki ile ilişkilerinin kötüleşmesi neticesine IŞİD ve IŞİD’e destek veren silahlı Sünni milis güçlerinin eline geçmiştir. 


“ Yerel güçler arasında koordinasyonun sağlanamaması ülkedeki terör sorununun artmasına ve IŞİD’in ilerleyişine yol açmaktadır. ''




Bağdat, Washington ve Tahran Hattında IŞİD Krizi

IŞİD ile mücadelenin yalnızca hava operasyonlarıyla çözüme kavuşturulması oldukça zordur. IŞİD’in Irak ve Suriye’de kontrol ettiği bölgelerde yaklaşık 8 milyon sivil 
yaşamaktadır. Bu nedenle havadan veya karadan askeri operasyonların büyük ölçüde sivil kaybına yol açacağı unutulmamalıdır. Irak’ın sorunu sadece güvenlik kurumlarındaki 
bölünmüşlük değildir, istihbarat ve bilgi edinme eksikliği de söz konusudur. ABD’nin Irak hükümetiyle istihbarat anlamında daha fazla bilgi paylaşımı yapması gerekmektedir. 
Öte yandan Irak güvenlik güçleri etnik, mezhepsel ve ideolojik bölünmüşlük sebebiyle IŞİD ile savaşmamaktadır. Örneğin Haşed el-Şaabi milis gücü Şii bölgelerin ve kutsal 
türbelerinin korunması amacıyla kurulmuştur. Bu da ülkenin pratikte Kürtler, Şiiler ve Sünni Araplar arasında üçe bölündüğünün göstergelerinden biridir. Amerikan yönetimi 
IŞİD’in Musul’u kontrol etmesinden sonra bazı Sünni yetkili ve aşiret liderlerini Washington’a davet edip görüşse de bu çabaların örgütle mücadelede yeterli olmadığı görülmektedir. 
Çünkü Sünni Arap aşiretler arasındaki bölünmüşlük faktörü, ABD’nin Sünni bir muhatap bulmakta zorlanmasını beraberinde getirmektedir. Başka bir ifadeyle Irak hükümetinin 
ve Washington yönetiminin IŞİD ile mücadelede Sünni Arap aşiretlerinden tam manasıyla destek aldığı söylenemez. Aslında Sünni Araplar da birçok bölgede IŞİD’in faaliyetlerinden 
rahatsızdır. Fakat IŞİD’in kontrol ettiği bölgelerden çıkarılması durumunda Haşed el-Şaabi Şii milis güçlerinin kendilerine yönelik saldırı gerçekleştirmesinden ve sebepsiz 
tutuklamalar yapmasından çekinmektedir. Eğer Haşed el-Şaabi milis gücü Şii ve İran güdümlü bir yapıda olduğu görüntüsünü vermeseydi ve Haşed el-Irak olarak ortaya çıksaydı 
Sünni Araplar’ın çoğundan destek alabilirdi. Bu durumda Irak’ta IŞİD’e karşı savaşan yerel güçler arasında mensup oldukları etnik ve mezhepten ziyade ait oldukları toprakları 
savunma fikri daha belirgin hale gelebilirdi. Bugün Irak’ta bu yönde bir güvenlik ve savunma anlayışı oluşturulması elzemdir. Aksi halde IŞİD ile mücadele hususunda askeri operasyonlardan 
sonuç elde etmek oldukça güç görünmektedir. 

IŞİD ile mücadele etme konusunda ne Bağdat merkezi hükümeti ne de Washington yönetimi Iraklı güvenlik güçlerinin tek çatı altında olması için çaba harcamıştır. ABD’nin öncülüğünde 
kurulan uluslararası koalisyon, Irak’ın hassas bölgelerinde (barajların ve petrol rafinerilerinin olduğu bölgelerde) başarılı hava operasyonları düzenlese de, diğer yandan 
yerel güvenlik güçleri arasındaki ayrışmayı derinleştirmiştir. Koalisyona destek veren Almanya gibi ülkelerin Peşmerge güçlerine silah, eğitim ve lojistik destek vermesi, Irak’ta iki 
nizami ordu ortaya çıkarmıştır. Bir başka ifadeyle Irak’taki mevcut durum, Şii milis güçlerinin koalisyonu niteliğindeki Haşed el-Şaabi ve Peşmerge gücünün lehine değişmeye 
başlamıştır. Bu da aslında IŞİD ile mücadele hususunda Bağdat, Washington ve Tahran arasında hem dolaylı hem de doğrudan bir mücadele yaşandığını göstermektedir. Bağdat 
ile Washington yönetimi arasında ciddi bir güven sorunu bulunmaktadır. 13 Nisan’da Irak Başbakanı el-Abadi, ABD’yi ziyareti sırasında Başkan Obama’dan silah ve para talep 
etmiştir. Ancak Irak’ın ABD ile olan milyarlarca dolarlık silah anlaşmalarına rağmen Washington yönetimi Bağdat’a silahları vermeyi geciktirmektedir. Özellikle satın alınan 36 
adet F-16 tipi savaş uçağının Washington tarafından hala teslim edilmemesi oldukça düşündürücüdür. Diğer yandan Washington’dan yeterli silah desteği alamayan Bağdat hükümeti 
alternatif olarak Rusya ile silah anlaşması yapmaya yönelmiştir. Başbakan el-Abadi’nin 21 Mayıs’ta Rusya lideri Vladimir Putin ile görüşmesinin ana gündemini silah anlaşması 
oluşturmuştur.

Irak hükümetinin IŞİD ile mücadele sürecinde ABD’ye ve kurduğu uluslararası koalisyona fazla güvenmediğini söylemek mümkündür. ABD, Irak’ta IŞİD ile mücadeleyi Tahran, 
Haşed el-Şaabi ve Peşmerge güçleriyle sürdürmektedir. Ancak Washington IŞİD ile mücadelede Irak ve Suriye’deki yerel güçlerle işbirliği sağlamanın yanı sıra bölgesel bir işbirliği 
mekanizmasının oluşması için de çaba sarfetmelidir. Öte yandan İran, Irak’a IŞİD ile mücadelede destek vermeyi sürdürmektedir. Bunun üç temel sebebi bulunmaktadır: Bağdat 
yönetimindeki Şii çoğunluğun nüfuzunu sürdürmesini sağlamak, Şii milis güçlerinin kendi güdümünden çıkmasını önlemek ve Şiiliği simgeleyen kutsal mekânları IŞİD’den 
korumak. İran’ın bu noktada Sünni bölgeleri kurtarmak için herhangi bir çaba içerisinde olmadığını da görmek mümkündür. 

Yukarıda da bahsedildiği üzere ABD, IŞİD ile mücadele kapsamında bölgesel bir koalisyon kurmalıdır ki bu koalisyon tüm bölgesel rekabetler bir kenara bırakılarak Suudi 
Arabistan, Türkiye ve İran öncülüğünde oluşturulmalıdır. Zira IŞİD sadece Irak ve Suriye için bir sorun değildir, bölgesel ve global bir kriz unsurudur. 

Sonuç

IŞİD’in Irak ve Suriye’de ilerleyişinin önüne geçilememesi bölgesel anlamda büyük tehdit arz etmektedir. 10 Haziran 

“ Eğer Haşed el-Şaabi milis gücü Şii ve İran güdümlü bir yapıda olduğu görüntüsünü vermeseydi ve Haşed el-Irak olarak ortaya çıksaydı Sünni Araplar’ın çoğundan 
destek alabilirdi. “




2014 tarihinden bu yana IŞİD’in Irak’ta ve Suriye’de kontrol ettiği stratejik öneme sahip bölgelerin geri alınamaması, bu örgütün Orta Doğu’da uzun bir süre daha kalacağı şeklinde 
yorumlanabilir. Şu hususa dikkat çekmek gerekir ki, Irak’ta veya Suriye’de IŞİD’le işbirliği içerisinde olan Sünni Arap aşiretlerinin IŞİD’e biat etmesi durumunda örgüt ile mücadele 
daha da zorlaşacaktır. Çünkü bu durumda IŞİD’in kontrol ettiği bölgelerde toplumsal ve sosyal destek bulması kolaylaşacaktır. Dolayısıyla Sünni Arap aşiretlerinin IŞİD’e 
biat etmesiyle birlikte örgütün bundan sonraki süreçte Irak’ta yeni bölgeleri kontrol altına alması beklenebilir ki Irak’ta Ramadi’yi, Suriye’de Tedamır’ı kontrol etmesi ilerlemesinin 
süreceğinin sinyallerini vermektedir. Öte yandan Irak’ta IŞİD ile mücadelenin yerel güçler arasında bir nüfuz rekabetine ve silahlanmaya dönüşme ihtimali oldukça yüksektir. 
Zira bugün Irak’ta IŞİD ile mücadele bağlamında ulusal güvenlik güçlerinden ya da ordudan bahsetmek zorlaşmaktadır. 

Bu sebeple hem Irak hükümeti hem de ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyona katılan ülkeler yeni bir yöntem geliştirmeli ve somut adımlar atmalıdır. IŞİD’e karşı 
savaşmak için uluslararası toplumun ve ABD’nin sadece hava operasyonları gerçekleştirmesi ve sınırlı sayıda askeri danışman göndermesi yeterli değildir. IŞİD ile mücadele; 
sosyal medya araçlarının kullanılmasını, örgütün yeni üye bulmasının önlenmesini ve mali kaynaklarının engellenmesini gerektirmektedir. Ayrıca Irak ile bölge ülkeleri ve ABD 
arasındaki istihbarat paylaşımının artırılması ve IŞİD ile bölgesel çapta bir mücadele için zemin hazırlanmalıdır.

Bu çerçeveden bakıldığında ABD’nin Irak’ta IŞİD ile savaşa doğrudan ve tek başına girmek istemediği görülmektedir. Bu nedenle Obama yönetiminin Irak’ta iki stratejisinin olduğu 
söylenebilir. Birincisi hava operasyonlarının uluslararası koalisyona katılan ülkelerle devam ettirilmesidir. Diğeri ise, Irak’ta IŞİD ile mücadelenin karadan İran’ın desteklediği 
Haşed el-Şaabi gibi Şii milis güçleri tarafından yürütülmesidir. Her iki seçeneğin de Irak’taki Sünni Araplar tarafından tepkiyle karşılanacağı söylenebilir. Bu nedenle IŞİD ile mücadele 
etmek amacıyla Haşed el-Şaabi dışında Sünni Arap, Kürt ve Türkmenler’den oluşan yeni bir karma güç kurulmalıdır. Aksi takdirde IŞİD’in Irak’tan tamamen çıkarılması 5 
ila 10 yıl sürebilir. 


BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların 
katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, 
dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara 
yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında

Mart 2011’den beri BİLGESAM Orta Doğu araştırmaları uzmanı olarak çalışan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası,
Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri,
Körfez ülkeleri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. Semin, 2012 yılından itibaren Gazi

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir..


www.bilgesam.org


..

25 Ekim 2015 Pazar

24 nisan 1915'te tam olarak ne oldu?


24 nisan 1915'te tam olarak ne oldu?






24 nisan 1915'te tam olarak ne oldu?

 




Ermeni lobiciler bütün güçleriyle 24 Nisan gününü "Ermeni soykırımı" adını verdikleri Büyük Yalan'ı anma günü olarak yaymaya ve kabul ettirmeye çalışıyorlar.  

Neden 24 Nisan?  

Ermeni lobicilerce yeni bir anlam yüklenmeye çalışılan 24 Nisan'da aslında ne oldu?
 
 
Rus ve Ingilizlerce kışkırtılan ve silahlanan Ermeniler ayaklanmışlardır. Bu ayaklanmacılar “Komiteciler” olarak örgütlenip, müslümanlara ve savaşta olan Osmanlı ordusuna arkadan saldırmaya başlamışlardır. özellikle köylerde erkeklerin hepsi askerde olduğu için savunmasız kadın, çocuk ve yaşlılar Ermenilerce öldürülmüştür.
 
Bunun üzerine Osmanlı yönetimi, herhangi bir önleme başvurmadan önce, Ermeni ileri gelenleri ile görüşmüştür. Ermeni Patrigi, Ermeni milletvekilleri ve Ermeni toplumunun ileri gelenlerine 'Ermenilerin Müslümanları arkadan vurmayı ve öldürmeyi sürdürmeleri durumunda gerekli önlemlerin alınacağı’ bildirilmiştir.
 
Ancak, olaylar durmak yerine giderek yoğunlaşınca, ordunun bir çok cephede savaşta olması nedeniyle cephe gerisinin güvenceye alınması gereği doğmuştur.
 
Bu amaçla, 24 Nisan 1915 tarihinde Ermeni Komiteleri kapatılarak, yöneticilerinden 2345 kişi devlete karşı eylemlerde bulunmak suçundan tutuklanmıştır. Osmanlı Yönetimi'nin bu kararı uzerine hareket geçen Ecmiyazin Katalikosu Kevork, ABD Cumhurbaşkanı' na şu telgrafı göndermiştir:
 
"Sayın Başkan, Turk Ermenistanı' ndan aldığımız son duyumlara göre, orada kırım başlamış ve örgütlü bir terör Ermeni halkının varlığını tehlikeye sokmuştur. Bu duyarlı anda Ekselanslarının ve büyük Amerikan ulusunun soylu duygularına sesleniyor, insanlık ve Hristiyanlık inancı adına, büyük Cumhuriyetinizin diplomatik temsilcilikleri aracılığı ile hemen araya girerek, Turk fanatizminin şiddetine terkedilmiş Turkiye'deki halkımın korunmasını istiyorum."
 
Başpiskopos Kevork'un telgrafını, Rusya'nın Washington Büyükelçisi'nin ABD'deki görüşmeleri izlemiştir. Bütün olup biten, yasadışı Ermeni komitelerinin kapatılması ve elebaşlarının tutuklanması olmasına karşın, olayı bir "kırım" gibi göstermeye çalışan Ermeniler, başta ABD ve Rusya olmak uzere, çeşitli sömürgeci devletleri kendi saflarına çekmeye çalışmışlardır.
 

Ermenilerin her yıl sözde "Ermeni soykırımının yıldönümü" diye andıkları 24 Nisan, devlete karşı eylemde bulunan ve suçsuz, korumasız insanları öldüren 2345 komitecinin tutuklandığı gündür. Görüldügü gibi bu gün, sözde soykırım şöyle dursun, sözde soykırım savlarına temel oluşturduğu öne sürülen yer değiştirme uygulamasıyla bile ilintili değildir.


..

DERSİM AYAKLANMASINI KÜRTÇÜLER ÇIKART TI



DERSİM AYAKLANMASINI KÜRTÇÜLER 
ÇIKARTTI 



(Rıza ZELYUT)

1937/38′de yaşanan Dersim isyanı, bu bölgedeki en son ayaklanmadır. Ve ayaklanmanın Alevilerin haklarıyla ya da talepleriyle en küçük ilgisi yoktur. Yarınki yazımızda ortaya koyacağımız gibi; bu bölgedeki derebeyleri, seyit olsun, aşiret reisi olsun; Aleviler uğruna tek kurşun atmamışlardır. Ve bu derebeyleri; kendilerine Alevi kesimi temsil ederek gelen iki önemli Alevi büyüğünü de reddetmişlerdir. Bu yüzden DTP’lilerin, Dersim olaylarını Alevi hareketi gibi gösterme gayreti, 1919′dan beri sürdürülen Kürdistan yaratma projesinin bir parçasıdır. Bunu tarihi olayları tek tek inceleyerek görebiliriz:

TUNCELİ’DE KÜRT YOKTU

Tunceli bölgesini gezenler göreceklerdir ki; burası yerleşime uygun olmayan; ulaşılması çok zor bir coğrafyadır. Daha çok devlet baskısından kaçan grupların saklandıkları bir coğrafya özelliğini gösterir Tunceli. Sivas’ın doğusuna kadan uzanan bir bölgeyi kapsayan Tunceli’nin en eski halkı Zaza’lardır. Bunların dili ve kültürü ile Kürtlerin dili ve kültürü arasında hiçbir bağ yoktur. Bu bölgeye Türkler; MÖ 5. yüzyılda Kafkasya’nın kuzeyinden inmişlerdir. Sakaların (Sarı Türkler) kalıntıları bölgede beyaz tenli, yeşil gözlü insanlar olarak karşımıza çıkıyor. MS 395′den başlayarak Hun Türklerinin Ağaçeri (Tahtacı) kolu da Kafkasları aşarak Bizans’la işbirliği halinde bu bölgeye ve Toroslara yerleştiler. (Buna ilişkin ayrıntıları Anadolu Aleviliğinin Kültürdel Kökeni TÜRK ALEVİLİĞİ isimli kitabımızda gösterdik). Daha sonra Oğuzlar 950′lerden itibaren bölgeye geldiler. Buralar daha sonra Türkmenlerin elinde kaldı. İran’da Alevi (Kızılbaş) Türkmen devleti devleti kuran Şah İsmail, Tunceli’nin çevresine de hakim oldu. 1514′te çaldıran Savaşı’ndan sonra Osmanlılar Tebriz’e kadar girdiler. Bu süreçte Kürtler;: Osmanlılara yardım ettiler. Fakat Kemah; Alevilerin elinde idi. Burasını 1515 mayısında zorlu bir kuşatma ile Yavuz Selim ele geçirdi. Bölgedeki Alevilerin son kalesi düşünce buradaki Alevi Türkmenler de Tunceli bölgesine kaçtılar. Böylece; Tunceli’deki Türkmen nüfus yoğunluk kazandı. Bu dönemde Tunceli ve çevresinde Kürtler yoktu. Onlar daha çok İran sınırında bulunuyorlardı. Osmanlılar ile birleşen Kürtler; Kızılbaş Türkmenlere kılıç sallamaya başlayınca; devletin desteği ile Batı’ya doğru yayılma fırsatı elde ettiler. Tarih açıkça gösteriyor ki; Kürt derebeyleri; Doğu Anadolu’daki Alevi Türkmenleri yok etmede Osmanlı Devleti ile işbirliği yaptılar. Bunun kanıtlarını, 19 Kasım tarihli yazımda tarih ve kaynak göstererek ortaya koydum. Farklı bir etnik kökenden gelip bugün Kürtçülük yapan Ahmet Türk; dedesinin daha 20. yüzyılın başlarında Hamidiye Alayı bayraktarı olarak bölgedeki Alevilere ne yaptığını bilmiyor değil. Kürt derebeylerinin ve Osmanlı yobazlarının Alevilere yaptıkları zulmü, Kemalist cumhuriyete yıkmaya çalışanlara ancak cahiller ve ahmaklar inanır.

SİVAS- KOÇKIRI İLE BAŞLADILAR

Dersim bölgesi Osmanlılar döneminde yağma hareketleri ile öne çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı başlatılırken bu bölgede Koçkırı isyanı patlak verdi. Sivas’ın doğusundaki ve Dersim’in batısındaki Alevi aşiretlerin yer aldığı bu ayaklanmadaki amaç; bağımsız bir Kürt devleti kurmak idi. Bu gerçeği öğrenmek isteyenler, mutlaka; Baytar Nuri diye bilinen Dersimli Veteriner Mehmet Nuri’nin yazdığı Kürdistan Tarihinde Dersim isimli kitabı okumalıdırlar. Baytar Nuri; sıkı bir Kürtçüdür ve Kürdistan Teali Cemiyeti üyesidir. Kitabında, Türklere etmediği hakaret kalmamıştır ve yazdıklarını ‘İntikam, intikam, intikam!’ çığlıkları ile bitirmektedir. Kendisine, Koçkırılı Alişer yardımcı olmaktadır. Bu ikili Seyit Rıza’yı da yönlendirmektedir.
Türkiye, işgal edilmiş; Ankara’da yeni bir Meclis kurulmuştur. Yunan ordusu Batı Anadolu’dan Bursa’ya doğru işgalini sürdürmektedir.
İşte tam bu sıradaki durumu; Baytar Nuri şöyle anlatıyor: ‘Dersim’e giderek babam ve Seyit Rıza ile görüştüm. Alişer ile işbirliği yapmalarını sağladım. (…) Artık Dersim’de büyük bir kaynaşma başlamış ve Ankara hükümetinden Kürdistan’ın muhtariyetinin kabul edilmesi isteği ileri sürülmüştü. (…) Dersimliler adına mufassal (ayrıntılı) bir rapor tanzim ederek Kürdistan Teali Cemiyeti vasıtasıyla İtilaf Devletleri (işgalci devletler) temsilcilerine gönderdik. (…) bağımsız bir Kürdistan yaratılmasını istedik.
(…)336 yılı (1920) başlangıcında Kangal İlçesi’nin Yellice Nahiyesi’nin Hüseyin Abdal tekkesinde önemli bir toplantı yaptırmıştım. (…) toplantıda bulunanların cümlesi ant içerek Sevr Anlaşması’nın takibini ve Diyarbakır, Van, Bitlis, Elaziz, dersim, Koçkırı mıntıkasını ihtiva eden bağımsız bir Kürdistan teşkilini başarmak için silaha sarılmaya ve sonuna kadar savaşmaya tam bir ittifakla karar verdiler. (sayfa 125-126)’

15 Kasım 1920′de Hozat’ta bir toplantı daha yapılıp Kürdistan’ın tanınması için Ankara’ya ültimatom verilir. Yoksa silahla bu hakkı alacağız diyenler; Batı Dersim Aşiret Reisleri olarak ültimatoma imzalamışlardır. (Aslı için bak: s. 129)
Ne yazık ki Kuvayı Milliye güçleri Türkiye’yi kurtarmak için Batı’da Yunanlılarla çarpışırken Batı Dersim aşiret reisleri; Seyit Rıza’nın da desteği ile Koçkırı ayaklanmasını başlatmışlardır. Böylece Ankara hükümetini arkadan vurmaya kalkışmışlardır. İşin içinde İngilizlerin olduğunu görmemek mümkün de değildir.
Kuzeyde Pontusçularla da mücadelenin sürdüğü bir dönemde bu ayaklanma güçlükle bastırılmıştır. İdama mahkum edilenler arasında, kaçaklardan Baytar Nuri ile Alişer olduğu halde; tümü de Atatürk tarafından affedilmişlerdir. Ankara hükümetinin isyanı bastırırken halka dokunulmadığı, Atatürk ve Türk düşmanı Baytar Nuri’nin yazdıklarından anlaşılmasına karşın; günümüzdeki bazı sözde aydınlar; bu operasyonu bile katliam gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Halbuki; ankara hükümeti, 1937 yılına kadar Dersimliler’e gayet hoşgörülü davranmıştır.

İŞTE SİZE SEYİT RIZA (Rıza ZELYUT)

Bugün, Tunceli halkını kışkırtmak isteyenler; 1937/38 Dersim olaylarını ve bu ayaklanmada başroldeki aşiret reisi Seyit Rıza’yı kullanıyorlar. Dünkü yazımda ortaya koyduğum gibi; Seyit Rıza’yı ve 7-8 kadar Alevi aşiret reisini kandırarak Kürdistan için ayaklandıranlar; Kürdistan Teali Cemiyeti’nin üyeleridir. Bunlardan birisi Baytar Nuri, diğeri; Koçkırı isyanının elebaşılarından Alişan’ın torunu Alişer’dir.
Tunceli bölgesindeki aşiretler; silahlı birlikler oluşturmuşlar; Osmanlı Devleti zamanında da çevredeki karakollara ve garnizonlara saldırmışlardır. Böylece yağma ve çapul eylemlerini yaymışlardır. Seyit Rıza da bu çete reislerindendir. Bu eylemleri yüzünden daha Osmanlı Devleti zamanında idama mahkum edilmiştir. İşte size o belge: ‘(28/Z /1330 (Hicr”) (08.12.1912) Pazartesi: Dersim’in Yukarı Abbasi (Abbas Uşağı) Aşireti Reisi olub gıyaben idam cezasına mahkum olan Seyid Rıza’nın hukuk-ı şahsiye davası baki olmak üzere afvı. (Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Dosya No : 156, Gömlek No : 1330/Z-04, Fon kodu : İ,.MMS)’
Okuma yazma bile bilmeyen Seyit Rıza; bölgedeki Aleviler tarafından ocak başı da kabul ediliyordu. Ocak kavramının Türklere has olduğu bir gerçek olmasına karşın, Seyit Rıza kendisini Kürt sanıyordu. Bu yüzdendir ki Seyit Rıza, 1921 başlarında başlatılan Batı Dersim aşiretlerinin de yer aldığı Koçkırı İsyanını destekledi. Bu olay Ankara hükümeti tarafından affedildi. Sonraki dönemi Veteriner Nuri şöyle anlatıyor: ‘Dersim fiilen bağımsızdı, idare başkanlığını Seyit Rıza ele almıştı ve Kürdistan adına faaliyetlerine devam ediyordu. (Kürdistan Tarihinde Dersim, s. 132)’
Seyit Rıza Tunceli merkezi silahlı adamlarıyla işgal ediyor; devlet, araya nasihat heyeti koyuyor; 1924 yılında Hozat’ı basıyor; TBMM’ye nota veriyordu. Bununla da yetinmiyor; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na arka çıkarak cumhuriyet düşmanlarını koruyor. Terikkiperverci Hasan Hayri kaçarak onun korumasına giriyor. (Aynı eser, s. 169) ‘Ağdat denilen Seyit Rıza mıntıkasında Kürdistan bayrağı dalgalanıyordu. (sayfa 163)’

KÜRT AYAKLANMALARINDA

Türkiye; İngiltere ile Musul sorununu görüşürken, 1925 yılında Şeyh Sait İsyanı patlak verdi. Seyit Rıza ve diğer Kürtçü Dersimliler; bu eyleme katılmadılar. Çünkü; mezhep tartışması yaşanmış ve Şafii Kürtçülerin tutumu; Dersimlileri kızdırmıştı. Lakin; bunlar Türk ordusunun Dersim’e girmesine karşı çıkmışlardı. Buna karşın Doğu Dersim aşiretlerinden Hıran, Lolan, İzolan, Şuran aşiretleri ise Şeyh Sait kuvvetlerine karşı Türk ordusunun yanında savaştılar.
Cumhuriyet hükümeti, 1926 sonunda yeni bir af kanunu çıkartarak, devlete karşı isyan etmiş olanları affetti ve Anadolu’nun ortalarına sürülmüş aşiret önderlerinin kendi yurtlarına dönmelerine izin verdi. Atatürk; Dersim’e 1926 yılında arabulucu olarak Vali Ali Cemal’i (Murat Bardakçı’nı dedesi) gönderdi. Bektaşi olan Ali Cemal; Seyit Rıza’ya onca sözler vermesine karşın etki yapamadı. 1927 yılında Koçan Aşireti ile Elazığ’daki Türk askeri gücü arasında çarpışmalar oldu. 1928 ve 1929′da gelen istihbarat bilgileri; Seyit Rıza ile Kürtçü Hoybun Cemiyeti’nin, İngilizlerin, Sultan Abdülhamid’in oğlunun; Dersim’e bağımsızlık sağlamak için savaşan Alişer’in ilişkili olduğunu gösteriyordu. Buna karşın, cumhuriyet hükümeti zor kullanmıyordu. Yeni Vali İbrahim Tali; 1929′da; Seyit Rıza’yı saldırılardan vazgeçirmek için ona 2 bin lira para ve bir sandık dolusu da hediye bile yolluyor; lakin o, rakip aşiretlerin köylerini basıyor; adamları da karakollara saldırıyordu. Bunlar; Doğu’ya doğru yapılan tren hatlarının da Kürtleri imha için yapıldığını yayıyorlardı (Aynı kitap, s. 223). Sivaslı Murat Paşa’yı öldüren çeteler de ona sığınıyorlar; devlet bu adamları teslim etmesini istiyor ama Seyit Rıza reddediyordu (sayfa 207)

İş bu kadarla da kalmıyor. Ağrı çevresinde yeni bir Kürt isyanı başlayınca Seyit Rıza ve Keçelan aşireti, isyancıları desteklemek amacıyla 1930′da Erzincan ve Erzurum taraflarındaki Türk garnizonlarına saldırılar düzenliyorlar. (Sayfa 256). Bütün bu saldırganlıklara karşın; cumhuriyet yönetimi; Dersimlileri barış yolundan ikna etmek için 1931 yılında üçüncü kez af çıkartmış ve devlete ve şahıslara karşı bu aşiret reislerinin işlediği suçları affetmişti. Lakin; bunca barışçı önlemler bir işe yaramamıştı.
1936 sonlarına doğru Fransa ile Türkiye Hatay sorunu yüzünden savaşın eşiğine gelince; Dersim’deki Kürtçü aşiretler, Seyit Rıza’nın önderliğinde yeniden saldırgan hale geldiler. Hükümetin buraya genel vali olarak gönderdiği General Abdullah Alpdoğan; barış yoluyla Dersim’i ülkenin bir parçası haline getirmek istedi ama Seyit Rıza buna silahla cevap verdi. Böylece 2 yıl sürecek son çatışmalar başlamış oldu.


DERSİM EDEBİYATI (ÖZDEMİR İNCE)50-60 yıl hep okudum. Edebiyatın başyapıtlarından çoğunu okuduğumu sanıyorum. Birkaçını da Türkçeye ben çevirdim. Tarihsel roman mı? Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını lise birinci sınıfta, beş numara gaz lambasının ışığında okudum ve o yıl sınıfta kaldım. Yazınsal etik ve estetiğin ölçüsü Savaş ve Barış’tır! Demek ki dürüst ve nesnel olunacak!

Dedelerin, ninelerin, nenelerin anlattıkları “Naylon tarih” üzerine bina edilen yazınsal yapıtlara güvenemem. Anı okumak daha kolay: Anlatılanların tersinin de mümkün olduğunu düşünürüm. Bu nedenle, genç bir yazar hanımın (hanımların) bu tür konularda yazdıkları yazınsal (edebi) yapıtları okumam, okumaya vaktim yoktur. Ancak, kendileriyle yapılan söyleşileri mutlaka okurum ve zihniyetlerini öğrenirim.

SAPTIRMALAR

Bugünkü dersimiz “Dersim Edebiyatı”! “Dersim Edebiyatı” yalanlarla, dolanlarla, saptırmalarla, düzmece ağıtlarla tıka basa doludur. Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyareti nedeniyle Dersim tekrar gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Gül’e, 71 yıl (1937-1938) önce meydana gelen Dersim olaylarının ardından yetim kalarak evlatlık verilen çocukların bulunması için mektup-dilekçe verilmiş. Bu konuda öyle uyduruk şeyler okuyoruz ki sanki yetim kalan Alevi-Kürt çocuklar Yeniçeri Ocağı’na çocuk toplar gibi toplanmış izlenimi doğuyor.

Genç romancı Sema Kaygusuz “Yeryüzünde Bir yer” adlı roman yayınlamış. Dersim sürgünü babaannesinin izini sürüyormuş. “Dersim sürgününün konuşulma vakti geldi!” (Taraf, 18.10.09) diyor. “Dersim katliamı”ndan söz ediyor (Radikal Kitap, 02.10.09).

Basında bu türden tezvirat, tevatür, soyutlama, saptırmalar birbirini izliyor.

Bu da yetmiyormuş gibi, Ermeni, Süryani, Pontus soykırımlarından sonra Dersim soykırımı da icat edildi: 14 Kasım 2008 tarihinde, Brüksel’de Avrupa Parlamentosu tarafından “Dersim’de Alevi Kürtlere soykırım uygulandı” konulu bir toplantı düzenlendi. Toplantıya DTP milletvekilleri Şerafettin Halis (Tunceli) ve Aysel Tuğluk (Diyarbakır) ile Tunceli’nin DTP’li Belediye Başkanı katılmış! Ardından 17 Kasım’da bir başkası düzenlendi.

YA ÇAPULCULAR

Osmanlı döneminin askere gitmeyen, vergi vermeyen, komşu köy, kaza, ilçe ve kentleri talan eden, kaçakçılıkla geçinen Dersim’in isyanlarını, eşkıya çapulculuklarını bir yana mı bırakalım? 1937 isyanının nedeni de aynı eşkıyalık anlayışıdır. Ayrıca Koçgiri ve Seyh Sait isyanları gibi siyasal tarafı da vardır. 21 Mart 1937 gecesi başlayan Dersim Ayaklanması hakkında ABD’nin Türkiye büyükelçiliği Washington’a şu raporu gönderiyor:

OKUL İSTEMİYORLAR

“Toplumun sosyal yapısı tipik sosyal özellikler taşıyor ve geniş halk yığınlarının hükümetle olan tek irtibatını aşiret reisleri sağlıyor. Türk hükümeti ekonomik açıdan sorunu çözmeye çalışıyorsa da yöre insanları yollar, köprüler, okullar vs. yapılmasına karşı koyuyor. Son ayaklanma: Hükümetin, bölgenin sosyal ve ekonomik şartlarını ıslah etmek üzere geliştirdiği reform programını, daha önce elde edilmiş haklara tecavüz şeklinde gören liderleri tarafından başlatıldı” (Bilal N. Şimşir, “Kürtçülük 2”, Bilgi Yayınevi, s. 397-398).

Dersimli çocukların yetim kalmasının nedeni bu isyandır. Bundan söz etmeden, hiç kimse Dersim konusunda konuşma hakkına sahip olamaz.


..