26 Kasım 2015 Perşembe

PARİS SALDIRILARININ ARDINDAN: BATICI VE İSLAMCI ÖZCÜLÜKLERİN TUZAĞINDAN KURTULMAK






PARİS SALDIRILARININ ARDINDAN: BATICI VE İSLAMCI ÖZCÜLÜKLERİN TUZAĞINDAN KURTULMAK



Prof. Dr. Hakan Yılmaz

Boğaziçi Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
E posta: yilmazh@boun.edu.tr Twitter: @yilmaz_hakan
Kişisel Web Sitesi:
http://www.hakanyilmaz.info


Paris'te 13 Kasım’da onlarca sivil insan IŞİD militanları tarafından restoranlarda, sokaklarda, konser salonlarında bombayla, silahla öldürüldü. 

Bu saldırının IŞİD'in hangi taktik, stratejik, kısa vadeli, uzun vadeli amacına hizmet ettiği uzun uzun tartışılabilir, tartışılıyor da. Ama, Fransa'da, Avrupa'da, ABD'de, Türkiye'de, Orta Doğu'da ve dünyanın başka yerlerinde daha derinde, daha  popüler düzeyde Müslümanlığa ve Müslümanlara ilişkin kaygı, korku ve nefret duyguları üzerinden yürüyen bir tartışma daha var ve ilerideki gelişmelerin yönünü daha çok bu ikinci tartışma tayin edeceğe benziyor.

Bu ikinci tartışmanın bir kanadında bazı Müslüman aydınlar, din adamları var. Bunlar, ısrarla, İslam'ın bir barış dini olduğunu, şiddeti tasvip etmediğini, bir Müslümanın terörist olamayacağını söylüyorlar. İslam'ın "özünün" IŞİD olmadığını, Taleban olmadığını, El Kaide olmadığını, bunlar gibi baskıcı, şiddet yanlısı örgütlerin İslam'ın özünden bir sapma olduğunu iddia ediyorlar. Paradoks şu ki, Müslüman aydınlar ve din adamları IŞİD İslam'dan sapmadır dedikçe daha çok sayıda genç erkek ve kadın dünyanın her yerinden IŞİD'e katılmak için koşuyor, IŞİD'in emirleri doğrultusunda kendini patlatıyor, kafa kesiyor, insanların canına kıyıyorlar. Müslüman aydınlar ve din adamlarının bu noktadan sonra artık "bana Müslümanlar cinayet işliyor dedirtemezsiniz" anlayışını bir tarafa bırakıp, samimiyetle, ciddiyetle kendilerini, toplumlarını, diaspora ları nı sarsan, rahatsız eden bir özeleştiriyi geliştirmelerinin, suçu biraz da kendilerinde aramalarının vakti geldi, geçiyor.

İslam'ın ve varolan Müslüman topluluklarının hangi değerlerinde, hangi yorumlarında, hangi anlayışlarında neyin insanları demokrasiye karşı, insan haklarına karşı, kadın haklarına karşı bu kadar köklü bir uzlaşmazlığa, düşmanlığa, şiddete yönelttiğini düşünmelerinin vakti geldi, geçiyor. Bütün suçu Batı'ya, kolonyalizme, emperyalizme yüklemeden, samimi, derinlikli, köklü  bir toplumsal, siyasal, kültürel, ekonomik ve evet teolojik özeleştiri yapılmazsa, korkarım İslam dünyası ve Müslümanlar dünyada hızla azalmakta olan itibarını iyice kaybedecek ve dünyanın geri kalanının gözünde sadece başedilmesi gereken bir tehdit unsuru olarak algılanacaktır. Ne yazık ki hızla bu noktaya doğru geliyoruz.

Tartışmanın diğer kanadında da bazı Batılı aydınlar, düşünürler var. Bunlara göre Paris’deki IŞİD eylemleri gibi eylemler Batı medeniyetine dahil olmayan, 
Batı'ya ve onun değerlerine düşman, "barbar" bir İslam anlayışından, bu anlayışın özünü yansıtan bir ötekileştirme,gayri insanileştirme, şiddet, yıkım, öldürme potansiyelinden kaynaklanıyor. 

New York'daki 11 Eylül saldırılarından sonra da İslam'a ilişkin çok benzer bir söylem hemen yaygınlaşmış ve Amerikan yönetimi katında da neredeyse resmi söylem haline gelmişti. 

Bu söyleme göre Taleban, El Kaide, IŞİD gibi yapılar aslında İslam'ın yıkıcı, Batı'ya düşman "özünü" temsil ediyorlar. Ilımlı görünen bir Müslümanı bile "kazırsan" altından bir Taleban, bir El Kaideci, bir IŞİD'ci çıkar. Dolayısıyla, her Müslüman istediği kadar "ılımlı" ve "uyumlu" görünsün,  potansiyel tehdit ve düşmandır ve sürekli gözetim  altında bulundurulmalı, her zaman sadakatini ispat etmekle mükellef tutulmalıdır.

Paris saldırılarında askeri amaçlar için masum sivillerin hedef alınmasını İslam’a içkin bir  barbarlık olarak gören Batılı düşünürlere sadece şunu hatırlatmak gerekir: çok değil bundan 70 önce, İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1942’de İngiltere ve ABD “düşman sivil halkı demoralize etmek amacıyla” Almanya'da sivil hedeflerin savaş uçaklarıyla vurulmasını “yeni bir strateji” olarak benimsediler; bu “yeni strateji”nin fikir babalarından biri Winston Churchill’den başkası değildi. Churchill, bir konuşmasında, “Alman şehirlerine ağır bombardıman uçakları tarafından hiç bir ayrım gözetmeksizin yıkıcı, yokedici saldırılar yapılmasının” Alman halkını demoralize etmek, Nazi rejiminden koparmak için şart olduğunun altını çizmişti. Bu yeni strateji kapsamında, 1942 yazından başlayarak, İngiliz ve Amerikan savaş uçakları Köln, Hamburg, Dresden gibi Alman şehirlerine gece saldırıları düzenlemeye başladı. Bu hava saldırılarının sonunda onbinlerce sivil hayatını kaybetti. Askeri hedeflere erişmek, devletleri yıldırmak, sivil halkı demoralize etmek ve devletlerinden soğutmak amacıyla sivilleri öldürmenin insanlık tarihindeki zirve noktasını ise ABD’nin Hiroşima ve Nagasaki’ye attığı atom bombaları oluşturdu. Bu iki şehirde yüzbinlerce sivil bu bombalamalar sırasında hayatını kaybetti, bir o kadarı da bombalardan yayılan radyasyon yüzünden sakat kaldı, hastalıklara yakalandı. Uzun lafın kısası, askeri amaçlar için “masum sivillerin hedef alınması” hiç de “İslam’a özgü bir  barbarlık” değildir. Meseleyi böyle özcü terimlerle ortaya koyup, kendi yakın tarihine bile  bakmayınca, sadece nefreti artırmakla kalır, karşı tarafı ikna etme gücünü de baştan kaybedersin.

Herkesin, ama en başta Müslümanlar üzerinde herhangi bir etkisi olan aydınların, düşünürlerin, takkeyi önlerine koyup düşünmeleri gerekiyor. Özcü yaklaşımlar kolaydır, basittir, rahatlatıcıdır, ama bir o kadar da yanlıştır. Karşı tarafı suçlayıp durmak kolaydır, basittir, rahatlatıcıdır, ama bir o kadar da yanlıştır. Zor olan, şu anda acıyı sen de çeksen, önce kendini suçlamakla, kendini eleştirmekle başlamaktır. Basitleştirmecilikten, kolaycılıktan, rahatlıktan sıyrılmanın çok güç olduğu açık. Bilişsel olarak güç; duygusal olarak daha da güç. Ama, başka bir çıkış yolu da yok.

Öngörüm ne yazık ki kötümser. Çok geri gitmeden, sadece 20. yüzyıldaki Avrupa tarihine  bakınca şunu görüyoruz: Avrupa toplumları önce nefret ve ötekileştirme sarmalına kendilerini kaptırıp, biri çok derin (Birinci Dünya Savaşı), diğeri ondan da derin (İkinci Dünya Savaşı) iki dip noktayı gördüler . Birbirlerine yapabilecekleri kötülüklerin her çeşidini (kimyasal savaş, atom  bombası, gaz odaları, soykırım, v.d.), her düzeyde yaptılar. Yapabilecekleri bütün kötülükleri tüketince, savaştan ve yıkımdan harap ve bitap düşünce, 1945’ten sonra iyi şeyler yapabilmek için harekete geçmeye başladılar. 

Bugün bile bu süreç ancak düşe kalka devam ediyor. Düşekalka diyorum, çünkü, birbirlerine karşı yaptıkları kötülüklerle daha kolay yüzleşebilen Avrupa toplumları, sıra ötekine, Avrupalı olmayana gelince, o kadar da ali cenap, o kadar da empatik olmadılar. Örneğin, birbirlerine karşı önyargılarını aşmak için yüzlerce “yüzleşme projesi” düzenlerken, eski kolonilerinden gelen halklara 
karşı, göçmenlere karşı, mültecilere karşı “birazcık ırkçı”, “azıcık dışlayıcı” olmakta, gerektiğinde höt zöt yapmakta bir beis görmediler.

Bugün İslam dünyasında farklılığa saygı göstermek ; siyasi, dinsel, toplumsal muhalefete tahammül etmek; kadın ve LGBT haklarını tanımak, genel olarak "özgürlük" konusunda ne bir atılımın, ne bir özeleştirinin pek izine rastlayamıyoruz. Bazı Orta Doğulu ve Batılı yazarlar,


İslam dünyası için olsa olsa hak ve özgürlüklerden arındırılmış,sadece seçime indirgenmiş, adına da "illiberal demokrasi" (haksız özgürlüksüz demokrasi) dediği şeyin en uygun, en uygulanabilir demokrasi biçimi olduğunu iddia ediyorlar.

Bu "illiberal demokrasi" fikri Batı'nın önemli düşünce kuruluşlarında da revaç bulmaya başlayan bir kavram. Haklar ve özgürlükler konusunda belli bir
mesafe katetmiş Müslüman ülkelerde bile demokrasinin liberalinden illiberaline doğru serbest düşüşlere tanık oluyoruz. 

Demokrasi serbest ve adil de olmayan seçimlere indirgeniyor, hak ve hukuk boyutundan arındırılıyor. Batıda özellikle IŞİD saldırılarından sonra belirmeye yüz tutan banal oryantalizm ve yeni sağcılık kitleselleşir ve kök salarsa, o zaman herkes bu düşüşleri normal karşılayacak, Müslüman bir ülkede olsa olsa bu kadar olur diyecek.

İşin kötüsü, Müslümanlar da normal karşılayacak, “Bizde ancak bu kadar demokrasi olur!” diye. Veya, daha da kötüsü, “Aman, IŞİD olmayalım da illiberal demokrasi olalım, ona da razıyız!” noktasına gelecek insanlar.

IŞİD gibi örgütlerin varlığı, bu anlamda, İslam dünyasında IŞİD gibi olmasa da yine de baskıcı, hukuksuz rejimleri de meşrulaştırıyor, hem kendi halklarının, hem de dış dünyanın gözünde.

Otoriter, hakhukuk tanımayan rejimler "IŞİD gibi olmadıkları" için ehven-i şer muamelesi görüyorlar.

Peki, Müslüman dünya bu sorunları nasıl aşabilir? Dinsel değerlerle demokrasiyi, hakları, özgürlükleri teolojik düzeyde ve pratik hayatta nasıl uzlaştırabilir ? 

Önemli bir mesele “ SINIR ” meselesidir.

Siyasal İslam, ister iktidarda, ister muhalefette olsun; ister Selefilik gibi nisbeten katı, ister İhvan gibi nisbeten yumuşak yorumlarıyla olsun, demokrasiyi, insan haklarını ve özgürlüklerini, özellikle de kadın haklarını günümüz dünyasının saygın uluslararası kurumlarınca (örneğin, Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler) kabul edilen anlam ve kapsamında  benimsemekte zorlanıyor; siyasal tahayyülünü bu hak ve özgürlüklerin çizdiği seküler sınırlar içine sığdırmakta isteksiz davranıyor; teolojik tasavvurunu bu hak ve özgürlükleri din açısından meşrulaştıracak şekilde yeniden yorumlamakta sorunlar yaşıyor.

Tam tersine, birisi bir sınır çizdikçe, IŞİD gibi akımlar çıkıp o sınırı berhava edecek, daha da ikna edici bir teolojik yorumu anında getirebiliyorlar. 
Üstelik, IŞİD gibi akımlar hem dini referanslarla dünyayı açıkladıkları, hem de son derece basit, kolay anlaşılır, ceza ve ödül sistemi net yorumlar getirdikleri için özellikle Batı dünyasında kendisini fikren sıkışmış, ahlaken dışlanmış, estetik olarak ötekileştirilmiş addeden Müslüman gençler arasında çok daha fazla rağbet bulabiliyor. Bu yazıda çarpışan iki özcülüğün, iki benmerkezciliğin, bir İslamcı, diğeri Batıcı, tartışmayı nasıl  bir yere vardırmadığını, nasıl içinden çıkılmaz hale 
getirdiğini, nasıl çözüm olanaklarının önünü tıkadığını, nasıl kendi kendini tebrik etmekten ibaret olduklarını vurgulamaya çalıştım. 

Sanıyorum, göreceğiz yakında, Avrupa'da aşırı sağ partilerin "biz dememiş miydik!" diye ortaya çıktıklarını, İslamcı şiddetten fena halde korkmuş " Küçük Avrupalıları "  kendi saflarına çekmeye çalıştıklarını. Aynı şekilde, Müslüman dünyada, "İslam bu değildir, yok hayır budur, hayır hayır şudur!” şeklindeki  son derece  kısır tartışmanın da tepesi atmış Müslüman gençlerin kendilerine son derece net cevaplar sunan, Avrupa'yı tir tir titreten IŞİD'e veya benzer örgütlere daha da çok katılmasını önleyememek bir yana, tam tersine teşvik edeceğini de ne yazık ki göreceğiz. Batıdaki ve doğudaki bu basitleştirmeci, karmaşıklıktan kaçan, ben merkezci, cahil ve gururlu, suçu daima başkasına atan, içe kapanmacı, kabileci "atmosfer" nasıl ortaya çıktı? Post modernizm bize küreselleşme çağında, internet dünyasında büyük anlatılar kırılacak, sınırlar kalkacak, akıllar genişleyecek, kimlikler özgürleşecek, herkes bilgiye erişecek, kozmopolit ve melez kimlikler ortaya çıkacak dememiş miydi? 

Çok mu erken bu söz duvara tosladı diye karar vermek için? 

Küreselleşmenin ve internet çağının kalıcı paradoksal sonuçlarını mı görüyoruz yoksa daha iyiye giden yolda geçici bir düşüş mü yaşıyoruz?


https://www.academia.edu/18463244/PAR%C4%B0S_SALDIRILARININ_ARDINDAN_BATICI_VE_%C4%B0SLAMCI_%C3%96ZC%C3%9CL%C3%9CKLER%C4%B0N_TUZA%C4%9EINDAN_KURTULMAK


...





24 Kasım 2015 Salı

En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 4




En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 4



Radikalizmin Başarısı 

Soğuk Savaş’ın bitimiyle beraber, dünyada tek süper güç olarak kalan A.B.D’nin Ortadoğu ajandasında yükselen İslami radikalizm önemli bir yer tutuyordu. Giderek etkilerini arttıran radikal İslami grupların varlıklarını meşrulaştıran üç sebepten bahsedilebilir.45 Bunlardan birincisi 1948 yılında Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail devletinin ürettiği ve günümüze kadar süre gelen problemlerdir. 1948 yılından bu yana yaşanan Arap-İsrail savaşları, Filistinli mültecilerin yaşadığı insanlık dramları, intifadalar ve İsrail devletinin sınırlarının dışına çıkan ve diğer Arap devletlerinin egemenliklerini ihlal eden müdahaleleri, radikal İslami hareketleri güçlendirmiştir. İkinci olarak, Birinci Körfez Savaşı sonrası Suudi Arabistan’da konuşlanan A.B.D güçleri içinde Usame bin Ladin’in de bulunduğu radikal İslami grupların eleştirilerine hedef olmuştur.46 

Bu eleştiriler Müslümanların kutsal şehirlerinin bulunduğu Suudi Arabistan’daki Amerikan varlığını tarihi bir ihanet olarak görmekte ve bu durumun A.B.D’nin Suudi Arabistan üzerindeki egemen durumu sembolize ettiğini göstermekte dir.47 

Son olarak, Birinci Körfez Savaşı sonrası Saddam Hüseyin rejimini zayıflatmak için uygulanan Birleşmiş Milletler ambargosu batı karşıtı radikalizmin beslendiği unsurlar arasındadır.48 

Zira, 687 sayılı ambargo kararı Irak elitinden ziyade sıradan halk kitlelerini etkilemiş, genel sağlık durumu kötüleşmiş, ekonomi çökme noktasına gelmiş ve ölüm oranı dramatik rakamlara ulaşmıştır. Yaşanan olumsuzlukların faturası ise yaptırımları destekleyen A.B.D’ye kesilmiştir.49 

Ortadoğu’da radikalizmi besleyen bu unsurların yanına 11 Eylül saldırılarıyla beraber A.B.D’nin Irak işgali de eklenmiştir. Bu durum Ortadoğu’daki radikaliz min güçlenmesine üç farklı şekilde sebep olmuştur. İlk olarak, Hıristiyan batı dünyasının Müslümanların yaşadığı ve yönettiği toprakları işgal etmesi, radikal grupların dinler arası karşıtlık üzerine kurdukları argümanlarına yeni söylemler kazandırmıştır. 

Bu söylemler, 

A.B.D işgalinin karşı konulması gereken bir haçlı seferinden farklı olmadığının altını çizmektedir.50 İkinci olarak, Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasıyla kurulan Irak hükümeti, Sünni Arap nüfusun uzun yıllardır sahip oldukları iktidarlarına ve ayrıcalıklarına son vermiştir .51 

Üstelik Sünni Arapların siyasi süreçleri 2008 yılına kadar boykot etmeleri ve Şii-Sünni iç savaşı, radikal İslami gruplar için Irak’ı güvenli bir liman haline 
getirmiştir. Bu dönemde El Kaide militanları Sünni Arapların yanında saf tutarken, İran’la yakın ilişkileri olan Sadr Grubu’nun desteklediği Mehdi Ordusu da Iraklı Şiilerin koruyuculuğunu üstlenmiştir.52 Üçüncü olarak da, A.B.D’nin saldırgan tavrından tehdit algılayan Suriye ve İran gibi devletler Irak’ın içindeki radikal grupları destekledikleri gibi, Lübnan’da Hizbullah, Gazze’de ise Hamas ile güçlü ilişkiler kurmuş, bu gruplara hem maddi destek vermiş hem de bu grupların siyasi etkinliklerini arttırmasına yardımcı olmuşlardır.53 

Özetle, 11 Eylül saldırıları sadece belirli bir toprak parçasını yöneten hükümetleri değiştirmemiş aynı zamanda bölge devletlerinin ve topluluklarının siyasi pozisyonlarını da etkilemiştir. 

Bununla beraber radikal akımların güçlenmesine sebep olan kronik sorunlar daha da çözümsüz bir döneme girmiştir. Bu çözümsüzlüğün en önemli noktası tartışma götürmez bir şekilde Arap-İsrail çatışmasıdır. Ne var ki, bu sorun, 11 Eylül ile beraber ortaya çıkmamış ancak 11 Eylül sonrası gelişen siyasi atmosferin etkisinden kurtulamamıştır. 1948 yılında kurulan İsrail devleti sadece Filistin halkı ile değil aynı zamanda Arap dünyası ile de sorunlu bir ilişkiye sahip olmuştur. Geride kalan dönemde İsrail, Arap devletleriyle ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Hizbullah ve Hamas gibi devlet dışı aktörlerle savaşmış, intifada olarak adlandırılan halk ayaklanmalarıyla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Ancak 
bu çatışmalarla dolu tarih içerisinde, İsrail devletinin Arap komşuları ve Filistinliler İle iyi ilişkiler geliştirmeyi dış politikasının temel taşı yaptığını 
ve bunun varlığının ve gelişiminin uzun süreli teminatı olarak gördüğü iddia edilebilir. Zira, çatışmaların sebebi Arap devletlerinin İsrail devletinin 
varlığını kabul etmemeleridir. 1967 Savaşında Arap devletlerinin ağır yenilgisi nden sonra Sudan’da toplanan Arap Birliği’nin “3 Hayır” kararı ( İsrail’le barışa hayır; İsrail’i tanımaya hayır; İsrail’le müzakerelere hayır) bile İsrail’i kabul etme ve onunla barış içinde yaşama umudunun ne denli zayıf olduğunu göstermekte dir. 54 

Ne var ki, Arap-İsrail çatışmaları İsrail’in bölgedeki varlığını sağlamlaştırmaktan başka bir olgu üretmemiştir ve bu durum, İsrail ile Arap komşuları ve FKÖ arasında müzakerelerin başlamasını beraberinde getirmiştir. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın 1977 yılında İsrail’e gitmesi ve doğrudan ikili görüşmelere başlama kararının alınması, Arap Birliği’nin taviz vermez İsrail karşıtlığının on sene içerisinde ne denli aşındığını da göstermiştir. Zira taraflar 1978 Camp David zirvesinde müzakerelerin devam etmesi için anlaşmış ve bir yıl sonra karşılıklı barış anlaşması imzalanmış, böylece İsrail tanınma ve işbirliği amacına ulaşırken, Mısır ise 1967 savaşında kaybettiği Sina yarımadasını geri almayı başarmış ve Fouad Ajami’nin deyimiyle, bu anlaşma Pan-Arabizm’in sonu getirmiştir.55 

Soğuk Savaş’ın bitişi, Irak’ın sınırlandırılması ve savaş sonrası İran’ın yaşadığı güçsüz dönem, 1990’lı yıllara gelindiğinde İsrail’in izole edilmişliğini azaltacak yeni fırsatlar sunmuştur. Bu dönem ilk meyvesini 1994 yılında İsrail ile Ürdün arasındaki ilişkilerde vermiş ve taraflar savaş durumuna son verip ilişkilerini normalleştirme kararı almıştır.56 Yine 1993 yılında başlayan Oslo süreci, İsrail ve FKÖ arasında barış için başlatılan diplomatik bir süreç olmuş ve ana anlaşmazlık konularının zaman içerisinde çözülmesini öngörmüştür. 

Ne var ki, İsrail ile Filistin arasındaki Oslo Süreci 2000 yılında tarafların nihai bir anlaşmaya varamamalarından ötürü sona ermiştir. İsrail tarafı, Arafat’ın cömert bir teklifi elinin tersiyle ittiğini ve yeni bir mücadele dalgasını tercih ettiğini 
iddia ederken, Filistin tarafı İsrail’in adil bir toprak anlaşması yapmaya ve göçmen Filistinlilerin durumunu göz önünde bulundurmaya yanaşmadığını 
savunmuşlardır.57 

2000 yılında başlayan ikinci intifadanın ilkine nazaran daha az şiddet karşıtı olması ve 2001 yılında Ariel Sharon’un iktidara gelmesi Oslo sürecinin bitişi anlamına gelmiştir ve bu döneme tesadüf eden 11 Eylül saldırıları İsrail ile Filistin arasındaki sorunların daha da karmaşıklaşacağı bir dönemin habercisi olmuştur. İsrail savunma kuvvetleri operasyonlarının şiddetini arttırmış ve daha önce Filistin otoritesine devredilen Gazze ve Batı Şeria’yı tekrar işgal etmiştir. Bu durum aynı zamanda Filistinli yerleşimcilerin dış dünyayla bağlantısını kesmiş ve ekonomik durumun bu bölgelerde kötüleşmesine sebep olmuştur. Ne var ki, İsrail ordusunun uyguladığı şiddet yine şiddeti doğurmuş ve Filistinli grupların intihar saldırıları aratarak devam etmiştir.58 11 Eylül sonrası geliştirilen Bush doktrini ve terörizme karşı savaş söyleminin ise İsrail-Filistin sorununa 
iki farklı etkisi olmuştur. İlk olarak, Ariel Sharon yönetimi, A.B.D’nin teröre karşı yürüttüğü savaşı ve bu savaş etrafında gelişen söylemleri, Filistin sorunuyla ilişkilendirmeyi başarmıştır. Daha net bir ifadeyle Sharon, Bush yönetiminin, A.B.D’nin Afganistan’da yaptığı mücadele ile İsrail’in Filistinlilerle yaşadığı çatışma arasında bir fark olmadığına inanmasını sağlamıştır. Bu inanç ise Yasser Arafat ile FKÖ’yü Usame bin Ladin ve El Kaide’nin bir versiyonu olarak görme eğilimini kaçınılmaz olarak beraberinde getirmiştir.59 Bu durum ise A.B.D’nin İsrail politikasını etkilemiş, özellikle Arap kamuoyunun gözünde İsrail’in giriştiği eylemlerden 

A.B.D de sorumlu tutulmuştur. Özellikle 11 Eylül’den sonra yaşanan, İsrail-Hamas gerginliği, Gazze operasyonları ve ablukası ve 2006 yılında yaşanan Hizbullah-İsrail Savaşı, İsrail karşıtlığı kadar Amerikan karşıtlığını da beslemiştir. İkinci etki ise demokratikleşme söyleminin yarattığı düş kırıklığı ve radikal grupların bu söylemden sağladığı kazanç ve iktidardır. Daha önce de tartışıldığı gibi, 11 Eylül, Bush yönetiminin Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin Amerikan ulusal güvenliği için gerekli gördüğü bir dönemi başlatmıştır. Ortadoğu’nun dönüşümü için ise George W. Bush, Irak ve Filistin’de reformun ve demokratik yollarla seçilmiş yeni liderlerin bölgeye ilham verebileceğini iddia etmiştir.60 Ne 
var ki, A.B.D’nin desteklediği demokratikleşme süreci umulan sonuçları doğurmamıştır. 2006 yılında Gazze’de yapılan seçimlerde A.B.D ve İsrail tarafından bir terör örgütü olarak kabul edilen Hamas galip gelmiş ve demokrasinin istikrar ve reform üreteceği beklentisi büyük bir yara almıştır.61 Bu durum ise Mansfield ve Snyder’ın pekişmiş demokrasiler ile demokratikleşen toplumlar arasında yaptıkları ayrıma dikkat çekmiştir. 

Bu argümana göre, demokratikleşme sürecini tamamlamış olan ülkelerin aksine demokratikleşen ülkelerin çatışma üretme ihtimali daha yüksektir. Zira demokratikleşme bu tip ülkelerin iç kompozisyonunda değişiklikler medyana getirdiği için çatışan elitler popüler bir destek sağlama adına iç ve dış aktörlere karşı ötekileştirici ve marjinalize edici söylemlerde bulunabilirler.62 2006 yılında yapılan seçimlerden önce her ne kadar Sharon yönetimi Hamas’ın olası zaferinden tedirginliğini dile getirse de Washington yönetimi seçimleri engellememesi için İsrail’i uyarmıştır. Ne var ki, Filistin’de yapılan demokratik seçimler Hamas’ın iktidarını getirmiş ve iki demokrasi arasında çatışma yaşanmayacağını öngören demokratik barış önermesi Mansfield ve Snyder’in yaptığı gibi daha kapsamlı bir izaha ihtiyaç duymuştur. İsrail’in radikal ve terörist bir İslami örgüt olarak gördüğü Hamas’ı muhatap olarak kabul etmemesi, Hamas’a yönelik halk desteğinin azalması için diplomatik ve ekonomik izolasyon politikaları uygulaması ve 2008 yılında Hamas’ın ateşkese son verdiğini açıklaması üzerine Gazze’ye yönelik operasyonları Filistin 
için demokratikleşme fikrinin bölge için umut edilen istikrarı sağlamaktan çok uzak olduğunu göstermiştir. Üstelik Abbas yönetimi ile Hamas arasındaki kanlı iktidar mücadelesi ve İsrail’in Gazze’ye karşı benimsediği yıldırma politikasına karşı Batı Şeria’daki Abbas yönetimiyle olan ilişkilerini normalleştirmesi Filistinliler üzerinde de bir iç çatışma döneminin başlamasına sebep olmuştur.63 

Özetle, A.B.D karşıtı radikalizmin sebepleri 11 Eylül sonrası dönemde güçlenerek devam etmiştir. Bu radikalizmi destekleyen unsurlardan birisi olan İsrail-Filistin sorunu Hamas gibi bir aktörün iktidara gelmesiyle beraber çözümsüzlüğe sürüklenirken, Ortadoğu’daki Amerikan askeri varlığı Irak işgali sayesinde artmıştır. Bush yönetiminin teröre karşı savaşı İsrail’in eylemlerinin sorumluluğu nu da A.B.D’ye yüklemiş, demokratikleşme stratejisi umulmadık bir şekilde radikal grupları siyasal sistemler içerisinde aktif bir noktaya getirmiştir. 11 Eylül’ün ardından Washington tarafından benimsenen Ortadoğu politikası, radikalizmin yükselişini önleyememiş hatta radikalizmi besleyen yeni denklemler üretmiştir. 

Nasıl Bir Gelecek? 

Üniversitelerin uluslararası ilişkiler bölümünde ders veren her hangi bir öğretim elemanı için Ortadoğu bölgesi kavram ve kuramları somutlaştırmak için istisnai örnekler sunabilir. Bahsi geçen öğretim elemanı, devletlerarası rekabetten, sistemik faktörlerin dış politika üzerindeki etkisine, rejim şekli çatışma ilişkisin den, uluslararası örgütlerin rolüne, terörist organizasyonlardan, de facto devletlere ve devlet dışı aktörlerden kimliklerin belirleyici gücüne kadar birçok konuyu Ortadoğu bölgesinde yaşananları açıklamak için inceleyebilir. Ne var ki, bu durumdan daha ilginç olanı, bütün Ortadoğu tarihi bir yana, 2001 yılında meydan gelen 11 Eylül saldırılarının üzerinden henüz 10 sene geçmiş olmasına rağmen yukarıda sözünü ettiğimiz konuların hepsinin Ortadoğu’da hayata geçmiş olmasıdır. İran ve Suriye’nin kendilerini güvenli kılma çabaları, büyük güçlerin bölgeyi yeniden şekillendirmeyi amaçlayan politikaları, Ortadoğu’daki demokrasi sorununun bölgeyi dış güçlerin müdahalesine açık hale getirmesi, Birleşmiş Milletler kararlarının yarattığı problemler, El-Kaide, PKK, Hizbullah ve Hamas gibi terörist grupların bölgedeki ikili ilişkilerin bir aracı olması, suni çizilen sınırları kabul etmeyen ve bağımsız bir devlet gibi davranan Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi gibi fiili devletler, radikalizmi besleyen unsurların güçlenerek devam etmesi ve etnisite-din-mezhep gibi kimliklerin yarattığı ulus aşırı etki 2001 
sonrası dönemin gerçeklikleri olarak karşımızda durmaktadır. Üstelik bölge 2010 yılının son günlerinden itibaren “Arap Baharı” ismi verilen halk isyanlarıyla tanışmış, ardı ardına Tunus, Mısır ve Libya’nın otoriter yönetimleri devrilmiştir. 11 Eylül sonrası dönem, demokratikleşme konusunda, bölgenin kendi dinamiklerinin dış müdahale ve telkinlerden daha etkili olduğunu göstermiştir. Bu durum ise, özellikle A.B.D’ye “ne yapmaması” gerektiğini vaaz eden derslerle doludur. İsyanlar sırasında Obama yönetiminin ölçülü ve tek taraflı hareket etmekten kaçınan tavrı bu derslerin ne denli önemli olduğunu göstermiştir. Ancak, Arap Baharı sonrası yeni siyasal gündemlerle ortaya çıkacak devletlerin hem kendi ülkelerinde hem de bölgelerinde istikrarlı yapılar kurup kuramayacakları ve bölge dışındaki güçlerin bu mesafeli duruşlarını muhafaza edip edemeyecekleri önemli bir soru işareti olarak zihinlerde durmaktadır. 

Elbette ki bu sorunlar, 11 Eylül saldırılarından sonra ortaya çıkmamışlardır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurgulanan ve zaman içerisinde iç ve dış dinamiklerle kendine has bir yapıya kavuşan Ortadoğu’nun kadim ve sarih meseleleridir. Ancak 11 Eylül saldırıları, A.B.D’nin çevreleyici politikasını terk etmesine ve önleyici savaş doktrinini benimsemesine sebep olmuş, böylece Ortadoğu, dış güçlerin bölge devletlerinin egemenliklerine sadece müdahale etmedikleri aynı zamanda ihlal etmeyi amaçladıkları bir döneme girmiştir. Batı dünyasınca çok iyi bilinen ve klasik Ortadoğu edebiyatının en önemli eserlerinden birisi olan Bin-bir Gece Masalları, Alaaddin isimli iyi yürekli bir gencin elde ovulunca içinden cin çıkan lambasından bahsetmektedir. Alaaddin, lambadan çıkartıp özgürleştirdiği cinin yardımıyla birçok macerayı atlatır, zengin 
olur ve Sultan’ın kızıyla evlenir. 11 Eylül sonrasında meydana gelen
Ortadoğu’daki gelişmeleri lambadan çıkan cine benzeten bu satırların yazarı, 
Binbir Gece Masalları’nın iyimserliğine sahip olmayı çok istemiştir. Ancak Ortadoğu konusunda ne Alaaddin’in ne de lambadan çıkan cinin ontolojik bir iyi kalplilikle hareket edeceğine dair şüpheleri vardır. 





1 Katerina Dalacoure, “US Foreign Policy and Democracy Promotion in the Middle East: 
Theoretical Perspectives and Policy Recommendations”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt. 2, No.3, 2010, ss. 62-63. 
2 Lorne Craner, “ Will US Democratization Policy Work”, Middle East Quarterly, Cilt. 13, No. 3, 2006, ss. 3-10. 
3 Ilan Pappe, Ortadoğu’yu Anlamak,( İstanbul: NTV Yayınları, 2009), s. 4. 
4 Keir A. Lieber ve Gerard Alexander, “Waiting for Balancing”, International Security, Cilt. 30, No. 1, 2005, ss. 109-139. 
5 Francis Fukuyama, Neo-conların Sonu: Yol Ayrımındaki Amerika, (İstanbul: Profil Yayınları, 2006), s. 22. 
6 “Bush Vows Democracy for Iraq and the Middle East”. 19 Kasım 2003. http://www.iiss.org/ 
recent-key-addresses/president-bush-delivers-iiss-address/press-coverage/bush-vows-democracyfor-
iraq-and-middle-east/. (Erişim Tarihi: 20 Mart 2011), s. 1. 
7 F. Gregory Gause III, “Can Democracy Stop Terrorism”, Foreign Affairs, Cilt. 84, No. 5, 2005, s. 64. 
8 Immanuel Wallerstein, Avrupa Evrenselciliği: İktidarın Retoriği, (İstanbul: Aram Yayınları, 2007).
9 Raymond Hinnebusch, The International Politics of the Middle East, (Manchester: Manchester University Press, 2003), s.3. 
10 Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabını okuyanlar bu tabire aşinadırlar. 
11 Richard N. Haass, “The New Middle East”, Foreign Affairs, Cilt. 85, No. 2, 2006, ss. 2-6. 
12 Meliha Benli Altunışık, “The Middle East in the Aftermath of September 11 Attacks”, Foreign 
Policy, Cilt. 35, 2009, ss. 452-454. 
13 “Commencement Address at the United States Military Academy at West Point”. 1 Haziran 
2002, http://www.presidentialrhetoric.com/speeches/06.01.02.html (Erişim Tarihi: 20 Haziran 2011). 
14 Peter Galbraith, Irak’ın Sonu: Ulus Devletlerin Çöküşü mü,?( İstanbul: Doğan Kitap, 2007), s. 143. 
15 Philip Robins, “The Overlord State: Turkish Policy and Kurdish Issue”, International Affairs, Cilt.69, No. 4, 1993, s. 671. 
16 Altan Tan, Kürt Sorunu, (İstanbul: Timaş, 2010), s. 306. 
17 Burak Bilgehan Özpek, “Çatışmadan İşbirliğine: Türkiye ve Iraklı Kürtler”, (Ankara: Seta Yayınları, 2011), ss. 588-590 
18 “Suriye’de Arap-Kürt Çatışması”, Radikal, 14 Mart 2003. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=109546 (Erişim Tarihi: 14 Haziran 2011). 
19 “Büyükanıt: Kuzey Irak’a Operasyon Gerekli”, NTV, 13 Nisan 2007, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/405375.asp (Erişim Tarihi: 10 Nisan 2011). 
20 “Gül’den Kuzey Irak’a PKK Uyarısı”, NTV, 2 Kasım 2005, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/347957.asp, (Erişim Tarihi: 10 Eylül 2011). 
21 “Barzani: A.B.D İzin Verdi, Bağdat Seyirci Kaldı”, Milliyet, 25 Şubat 2008, 
http://www.milliyet.com.tr/barzani--A.B.D-izin-verdi--bagdat-seyirci-kaldi/guncel/haberdetayarsiv/01.06.2010/253348/default.htm (Erişim Tarihi : 19 Nisan 2011). 
22 Bülent Aras ve Rabia Karakaya Polat, “ From Conflict to Cooperation: Desecuritization of Turkey’s Relations with Syria and Iran”, Security Dialogue, Cilt 39, No. 5, 2008, s. 504. 
23 Ziba Moshaver, “ Revolution, Theocratic Leadership and Iran’s Foreign Policy: Implications for Iran-EU Relations”, The Review of International Affairs, Cilt 3, No.2, 2003, s. 298. 
24 John Brennan , “The Conundrum of Iran: Strengthening Moderates without Acquiescing to Belligerence”, The ANNALS of the American Academy of Political and Social Science, Cilt 618, No.1, 2008, ss. 168-179. 
25 Gawdat Bahgat, “ Nuclear Proliferation: The Islamic Republic of Iran”, Iranian Studies, Cilt 39, No.3, 2006, ss. 307-327. 
26 Vali Nasr, “When the Shiites Rise”, Foreign Affairs, Cilt 85, No. 4, 2006, ss. 58-74. 
27 Daniel L. Byman, The Changing Nature of State Sponsorship of Terrorism, The Saban Center for Middle East Policy at the Brooking Institution Analysis Paper, 16, 2006, s. 12. 
28 Vali Nasr, “When the Shiites Rise”, ss. 58-74. 
29 Kayhan Barzegar, “ Iran, the Middle East and International Security”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1,No.1 2009, ss. 27-39. 
30 “Yemen: A Shia Shadow”, The Economist, 19 Mayıs 2005. http://www.economist.com/node/3992376 (Erişim Tarihi: 10 Haziran 2011). 
31 İbrahim Karagül, “Suudiler Bahreyn’de! Peki Iran Ne Diyecek?”, Yeni Şafak, 15 Şubat 2011. 
32 Manochehr Dorraj, “Iran’s Regional Foreign Policy”, içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010), s. 302. 
33 Juan Cole, “ A ‘Shiite Crescent’? The Regional Impact of the Iraqi War”, Current History, No.687, 2006, s. 20. 
34 David Lesch, “ Syrian Arab Republic”, içinde David E. Long, Bernard Reich ve Mark Gasirowski (der.) The Government and Politics of the Middle East and North Africa, (Boulder: Westview Press, 
2011), ss. 290-292. 
35 Raymond Hinnebusch, “ Syrian Foreign Policy under Bashar El-Asad”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1, No. 1, 2009, s. 17. 
36 David Lesch, “ Syrian Arab Republic”, ss. 290-292. 
37 Robert G. Rabil, “ Has Hezbollah’s Rise Come at Syria’s Expense”, Middle East Quarterly, Cilt 14, No.4, 2007, ss. 43-51. 
38 Ibid. 
39 Ibid.
40 Raymond Hinnebusch, “ Syrian Foreign Policy under Bashar Al-Asad”, ss. 17-20. 
41 William Harris, “ Bashar Al-Asad’s Lebanon Gamble”, Middle East Quarterly, Cilt 12, No.3, 2005, ss. 33-44. 
42 Karim Knio, “ Is Political Stability Sustainable in Post-Cedar Revolution in Lebanon”, Mediterranean Politics, 13(3) 2008, ss. 446-447. 
43 Ersun N. Kurtuluş, “ The Cedar Revolution: Lebanese Independence and the Question of 
Collective Self Determination”, British Journal of Mİddle Eastern Studies, 36(2) 2009, ss. 198.199.
44 Emile El-Hokayem, “ Hizballah and Syria: Outgrowing the Proxy Relationship”, Washington Quarterly, Cilt 20, No. 2, 2007, s. 46. 
45 Meliha Benli Altunışık, “The Middle East in the Aftermath of September 11 Attacks”, s. 454. 
46 William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008, s. 542. 
47 “US Pulls Out of Saudi Arabia”, 29 Nisan 2003, http://news.bbc.co.uk/2/hi/middle_east/2984547.stm (Erişim Tarihi: 22 Temmuz 2011) 
48 Amin Saikal, “Islam and the West: Challenges and Opportunities”, içinde Virginia Hooker ve Amin Saikal, (der.) 
Islamic Perspectives on the New Millenium, (Singapore: ISEAS Publications, 2004), s. 25. 
49 Fareed Zakaria, “ The Politics of Rage: Why Do They Hate Us?”, Newsweek, October, 2001, ss.22-40. 
50 Thomas Hegghammer, “Global Jihadism after Iraq War”, Middle East Journal, Cilt 60, No.1, 2006, s. 15 
51 Ahmed S. Hashim, Insurgency and Counter Insurgency in Iraq, (New York: Cornell University Press. 2006), s. 18-19. 
52 Vali Nasr, “When the Shiites Rise”. 
53 Anthony H Cordesman, Iran’s Support of the Hezbollah in Lebanon, (Washington: Center for 
Strategic and International Studies, 2006). 
54 David H. Goldberg ve Bernard Reich, “ State of Israel”, içinde David E. Long, Bernard Reich ve Mark Gasirowski (der.) The Government and Politics of the Middle East and North Africa,( 
Boulder: Westview Press, 2011), ss. 347-350. 
55 Fouad Ajami, “ The End of Pan-Arabism”, Foreign Affairs, Cilt 57, No.2, 1978, ss. 355-373 
56 Barbara Slavin, “Should Israel Become a ‘Normal’ Nation”, Washington Quarterly, Cilt 33, No.4, 2010, p. 26. 
57 Glenn E. Robinson, “ The Palestinians”, içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010), s. 63-64. 
58 William L. Cleveland ve Martin Bunton, “ Israeli-PalestinianRelations After the Oslo Accords”, 
içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010), s. 100. 
59 David W. Lesch, “ Israel, the Palestinians, Hamas and Hizbollah”, içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010), s.125. 
60 Amy Hawthorne, “ Can the United States Promote Democracy in the Middle East”, Current History, No.660, 2003, 24. 
61 Evan Braden Montgomery ve Stacie L. Pettyjohn, “ Democratization, Instability, and War: 
Israel’s 2006 Conflicts with Hamas and Hezbollah”, Security Studies, Cilt 19, No.3, 2010, s. 528. 
62 Edward D. Mansfield ve Jack Snyder, “ Democratization and War”, Foreign Affairs,Cilt 74, No.3,1995, ss. 79-97. 
63 Evan Braden Montgomery ve Stacie L. Pettyjohn, “ Democratization, Instability, and War: Israel’s 2006 Conflicts with Hamas and Hezbollah, ss. 540-542. 


Kaynakça 


Ajami, Fouad, “ The End of Pan-Arabism”, Foreign Affairs, Cilt 57, No.2, 1978. 

Altunışık, Meliha Benli, “The Middle East in the Aftermath of September 11 Attacks”, Foreign Policy, Cilt 35, 2009. 

Aras, Bülent ve Rabia Karakaya Polat, ”From Conşict to Cooperation: Desecuritization of Turkey’s Relations with Syria and Iran”, Security 
Dialogue, Cilt 39, No.5, 2008. 

Bahgat, Gawdat, “ Nuclear Proliferation: The Islamic Republic of Iran”, Iranian Studies, Cilt 39, No.3, 2006. 

“Barzani: A.B.D İzin Verdi, Bağdat Seyirci Kaldı”. 25 Şubat 2008, http://www.milliyet.com.tr/barzani--A.B.D-izin-verdi--bagdat-seyirci-kaldi/ 
guncel/haberdetayarsiv/01.06.2010/253348/default.htm. 

Barzegar, Kayhan, “ Iran, the Middle East and International Security”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1, No.1, 2009. 

Brennan, John, “The Conundrum of Iran: Strengthening Moderates without Acquiescing to Belligerence”, The ANNALS of the American Academy 
of Political and Social Science, Cilt 618, No.1, 2008. 

“Bush Vows Democracy for Iraq and the Middle East”. 19 Kasım 2003. 
http://www.iiss.org/recent-key-addresses/president-bush-deliversiiss-address/press-coverage/bush-vows-democracy-for-iraq-andmiddle-east/. 

“Büyükanıt: Kuzey Irak’a Operasyon Gerekli”. 13 Nisan 2007, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/405375.asp. 

Byman, Daniel L., The Changing Nature of State Sponsorship of Terrorism, The Saban Center for Middle East Policy at the Brooking Institution Analysis 
Paper, 2006. 

Cleveland, William L., Modern Ortadoğu Tarihi, (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008). 

Cleveland, William L.ve Martin Bunton, “ Israeli-PalestinianRelations After the Oslo Accords”, içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary 
Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010). 

Cole, Juan, “ A ‘Shiite Crescent’? The Regional Impact of the Iraqi War”, 

Current History, No. 687, 2006. 

“Commencement Address at the United States Military Academy at West Point”. 1 Haziran 2002, http://www.presidentialrhetoric.com/speeches/
06.01.02.html. 

Cordesman, Anthony H., Iran’s Support of the Hezbollah in Lebanon, (Washington: Center for Strategic and International Studies, 2006). 

Craner, Lorne, “Will US Democratization Policy Work”, Middle East Quarterly, Cilt 13, No.3, 2006. 

Dalacoure, Katerina, “US Foreign Policy and Democracy Promotion in the Middle East: Theoretical Perspectives and Policy Recommendations”, 
Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1, No. 3. 2010. 

Dorraj, Manochehr, “Iran’s Regional Policy”, Yambert, Karl (der). The Contemporary Middle East, (Philadelphia: Westview Press, 2010). 

El-Hokayem, Emile, “ Hizballah and Syria: Outgrowing the Proxy Relationship”, 
Washington Quarterly, Cilt 20, No.2, 2007. 

Fukuyama, Francis, Neo-Conların Sonu: Yol Ayrımındaki Amerika, (İstanbul: ProŞl Yayınları, 2006). 

Galbraith, Peter, Irak’ın Sonu: Ulus Devletlerin Çöküşü mü?, (İstanbul: Doğan Kitap, 2007). 

Gause III, F. Gregory, “Can Democracy Stop Terrorism”. Foreign Affairs. Cilt 84, No.5, 2005. 

Goldberg, David H. ve Bernard Reich, “ State of Israel”, içinde David E. Long, Bernard Reich ve Mark Gasirowski (der.) The Government and Politics 
of the Middle East and North Africa, (Boulder: Westview Press, 2011). 

“Gül’den Kuzey Irak’a PKK Uyarısı,” 2 Kasım 2005, http://arsiv.ntvmsnbc.com/ news/347957.asp. 

Haass, Richard N., “The New Middle East”, Foreign Affairs. Cilt 85, No.2, 2006. 

Harris, William, “ Bashar Al-Asad’s Lebanon Gamble”, Middle East Quarterly, Cilt 12, No.3, 2005. 

Hashim, Ahmed S., Insurgency and Counter Insurgency in Iraq, (New York: Cornell University Press, 2006). 

Hawthorne, Amy, “ Can the United States Promote Democracy in the Middle East?”, Current History, 660, 2003. 

Hegghammer, Thomas, “Global Jihadism after Iraq War”, Middle East Journal, Cilt 60, No.1, 2006. 

Hinnebusch, Raymond, The International Politics of the Middle East, (Manchester: Manchester University Press, 2003). 

_______________, “ Syrian Foreign Policy under Bashar El-Asad”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1, No.1, 2009. 

Karagül, İbrahim, “Suudiler Bahreyn’de! Peki Iran Ne Diyecek?”, Yeni Şafak, 15 Şubat 2011. 

Knio, Karim, “ Is Political Stability Sustainable in Post-Cedar Revolution in Lebanon”, Mediterranean Politics, Cilt 13, No.3, 2008. 

Kurtuluş, Ersun N., “ The Cedar Revolution: Lebanese Independence and the Question of Collective Self Determination”, British Journal of 
Mİddle Eastern Studies, Cilt 36, No.2, 2009. 

Lesch, David W., “ Israel, the Palestinians, Hamas and Hizbollah”, Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010). 

Lesch, David W., “ Syrian Arab Republic”, içinde David E. Long, Bernard Reich ve Mark Gasirowski (der.) 
The Government and Politics of the Middle East and North Africa, (Boulder: Westview Press, 2011). 

Lieber, Keir A. ve Alexander, Gerard, “Waiting for Balancing”, International Security, Cilt 30, No. 1, 2005. 

MansŞeld, Edward D. ve Jack Snyder, “ Democratization and War”, Foreign Affairs, Cilt 74, No. 3, 1995. 

Montgomery, Evan Braden ve Stacie L. Pettyjohn, “ Democratization, Instability, and War: Israel’s 2006 Conşicts with Hamas and Hezbollah”, 

Security Studies, Cilt 19, No. 3, 2010. 

Moshaver, Ziba, “ Revolution, Theocratic Leadership and Iran’s Foreign Policy. 
Implications for Iran-EU Relations”, The Revies of International Affairs, Cilt 3, No.2, 2003. 

Nasr, Vali, “When the Shiites Rise”, Foreign Affairs, Cilt 85, No.4, 2006. 

Özpek, Burak Bilgehan, “Çatışmadan İşbirliğine: Türkiye ve Iraklı Kürtler”, (Ankara: Seta Yayınları, 2011). 

Pappe, Ilan, Ortadoğu’yu Anlamak, (İstanbul: NTV Yayınları, 2009). 

Rabil, Robert G., “ Has Hezbollah’s Rise Come at Syria’s Expense”, Middle East Quarterly, Cilt 14, No.4, 2007. 

Robins, Philip, “The Overlord State: Turkish Policy and Kurdish Issue”, International Affairs, Cilt 69, No. 4, 1993. 

Robinson, Glenn E., “ The Palestinians”, Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010). 

Saikal, Amin, “Islam and the West: Challenges and Opportunities”, içinde Virginia Hooker, ve Amin Saikal, (der.), Islamic Perspectives on the 
New Millenium, (Singapore: ISEAS Publications, 2004). 

Slavin, Barbara, “Should Israel Become a ‘Normal’ Nation”, Washington Quarterly, Cilt 33, No.4, 2010. 

Tan, Altan, Kürt Sorunu, (İstanbul: Timaş, 2010). 

“US Pulls Out of Saudi Arabia”. 29 Nisan 2003, http://news.bbc.co.uk/2/hi/middle_east/2984547.stm. 

Wallerstein, Immanuel, Avrupa Evrenselciliği: İktidarın Retoriği, (İstanbul: Aram Yayınları, 2007). 

“Yemen: A Shia Shadow”. 19 Mayıs 2005. http://www.economist.com/ node/3992376. 

Zakaria, Fareed, “ The Politics of Rage: Why Do They Hate Us?”, Newsweek, October, 2001. 


* Yrd. Doç. Dr., TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 
Burak Bilgehan Özpek, En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, 
Ortadoğu Etütleri, Cilt 3, No 2, Ocak 2012, ss.183-215. 
Burak Bilgehan Özpek 
Anahtar Kelimeler: 9/11 Terörist Saldırıları, Uluslararası İlişkiler 
Teorileri, Bush Doktrini, Ortadoğu. 


...

En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 3




En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 3



İran’da Şahinlerin İktidarı ve Şii Jeopolitiği 

Bush Doktrini, daha önce de tartışıldığı gibi, Soğuk Savaş dönemi ve sonrasındaki savunmacı ve çevreleyici anlayışı reddetmiş ve A.B.D’yi 
tehdit eden rejimlerin değiştirilmesini esas alan önleyici savaş stratejisini üretmiştir. Bu stratejinin meşruluk retoriği ise demokrasi olmuştur. 

Diğer bir ifadeyle, A.B.D’yi tehdit eden anti-demokratik rejimlerin dönüştürülme si bir daha 11 Eylül benzeri bir olayın yaşanmaması için gereklidir. Saldırılardan sonra, üç Ortadoğu ülkesi, İran, Irak ve Suriye, önleyici savaşın hedefindeki ülkeler olarak öne çıkmıştır. Ne var ki, Afganistan ve Irak hükümetlerinin değiştirilmesi ve batılı ve demokratik normlara uygun olma iddiasındaki rejimler in tesis edilmesi Ortadoğu’nun müdahaleye uğramamış diğer iki devletin de de rejim güvenliği endişesi yaratmıştır. Bu endişe her iki devletin birbirleriyle olan ilişkilerini geliştirmekle kalmamış, aynı zamanda İran’ın daha agresif bir dış politika izlemesinin de yolunu açmıştır. 

11 Eylül sonrası dönemin ürettiği retorik ve eylemler öncelikli olarak İran iç politikasını etkilemiştir. İran’da 1997 yılında başlayan yenilikçi Muhammet Hatemi dönemi her ne kadar rejimin radikal gündemini yumuşatacağının sinyallerini verse ve bu dönem Avrupa Birliği gibi aktörlerin İran ile olan ilişkilerini geliştirse de,23 

İran’ın ılımlı politikaları 

A.B.D ile olan ilişkilerini umduğu düzeye getirememiştir. Üstelik, 11 Eylül saldırılarından sonra İran, A.B.D işgali tehlikesiyle yüz yüze gelmiş, ılımlı politikalarının dış politikada meşruiyet üretmediği görülmüştür. Bu durum ise 2005 yılında Mahmut Ahmedinejad’ın temsil ettiği şahin ve radikal grubun işbaşına gelmesiyle sonuçlanmıştır.24 Bu görev değişikliği İran’ın kendi güvenliği için yeni stratejiler izlemesini beraberinde getirmiştir. 2005 sonrası İran, A.B.D tehdidini bertaraf edebilmek için iki farklı politika geliştirmiş ve bu politikaların her biri Ortadoğu politikalarını derinden etkilemiştir. 

Ahmedinejad ilk olarak İran’ın hali hazırda devam eden nükleer programını hızlandırarak daha iddialı bir hale getirmiş ve uranyum zenginleştirme 
faaliyetlerinde ülke olarak önemli aşama kaydettiklerini dünya kamuoyuyla paylaşmıştır. Bunu yaparken, amacının nükleer teknolojinin nimetlerinden faydalanmak olduğunu söylese de, uluslararası toplum nezdinde bu iddia kabul görmemiştir. A.B.D’ye göre, İran, İslami rejimini muhafaza etmek için nükleer silah elde etmek istemektedir ve nükleer faaliyetler masumane bir kalkınma amacı taşımamaktadır.25 
Bu görüş, 2010 yılının Haziran ayında yapılan BM Güvenlik Konseyi’nin de gündemine gelmiş ve İran’ın nükleer faaliyetlerini durdurması için yaptırım kararının alınmasıyla sonuçlanmıştır. Bu karara sadece Türkiye ve Brezilya “hayır” oyu vermiş, Lübnan ise çekimser kalmıştır. Dolayısıyla, uluslararası toplum da A.B.D’nin çekincelerini paylaşan bir görüntü çizmiştir. Ancak her şeye rağmen, Ahmedinejad ülkesinin uranyum zenginleştirme kararlılığının altını çizmektedir. İran’ın nükleer silaha sahip olması, dünyadaki nükleer statükoyu tehdit edecek, İran rejimine dokunulmazlık kazandıracak ve bölgede kaçınılmaz olarak yeni güvenlik ikilemleri yaratacaktır. Bu durum ise Ortadoğu bölgesinde, İran’dan tehdit algılayan bölge devletlerinin de nükleer silah edinme yoluna gidebileceğini göstermektedir. 


İkinci olarak İran dış politikası, A.B.D’nin ve onun Ortadoğu’daki müttefiki İsrail’in dikkatinin İran üzerinde yoğunlaşmasını önlemek için sınırlarının ötesinde bazı hamlelerde de bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi, Şii muhalifleri ve terörist grupları destekleyerek bahsi geçen devletlerin enerjisini tüketmektir. 2003 yılında başlayan ve kısa zamanda tamamlanan işgalin ardından Irak’ta beklenen istikrar sağlanamamış, özellikle 2006 yılının 22 Şubat günü Şiiler için kutsal kabul edilen Samarra şehrindeki Altın Camii’nin bombalanması sonucu Şii ve Sünni gruplar arasında kanlı bir iç savaş dönemi başlamıştır. Ortaya çıkan istikrarsız tablo, hem A.B.D işgalinin başarısını gölgelemiş hem de Amerikan askerlerini uzunca bir süre meşgul etmeyi başarmıştır.26 İran’ın Şii’lik kartını kullanarak, Irak’taki ve Ortadoğu’daki siyasi atmosferi etkilemeye çalışması, A.B.D’nin bir sonraki hedefi olmaktan duyduğu rahatsızlık ve çekinceden kaynaklanmaktadır.27 Zaten, yaşanan iç savaş ve istikrarsızlık, A.B.D’yi strateji değiştirmeye zorlamış, İran ve Suriye’ye saldırmak bir tarafa, Bush yönetimi Irak’ta istikrarı sağlayıp güçlerini ülkeden aşamalı olarak çekme planına yönelmişlerdir. 

11 Eylül saldırılarının ardından, Irak’ı işgal ederek Saddam rejimine son veren Bush yönetimi, Ortadoğu iktidarlarının dışladıkları Şii toplulukları İran’ın etki sahasına sokmayı elbette ki amaçlamıyorlardı. Üstelik bunun olabileceğini ve nasıl sonuçlar üretebileceğini de anlaşılan hesaplamamışlardı. 
Ancak işgal sonrası Şii partilerin Irak’ta hükümeti kuracak noktaya gelmeleri, Ortadoğu’nun siyasi sistemden dışlanmış Şii grupları için umut ışığı oldu. Şii’ler Bahreyn’de nüfusun %75’ini, Katar’da %16’sını, -Kuveyt’te %30’unu Birleşik Arap Emirlikleri’nde %6’sını, Suudi Arabistan’da ise % 10’unu oluşturmasına rağmen Sünni idareciler tarafından yönetilmektedirler.28 Dolayısıyla, Irak işgalinin şişeden çıkarttığı cin olan Şii özgürleşmesi, hem Şii dünyasının lideri konumundaki İran’ın etki sahasının genişlemesi hem de Sünni devletlerin kurduğu statükonun tehdit edilmesi anlamına gelmiştir.29 


Bu iddiayı desteklemek için 2004 yılında Yemen’de yaşanan iç savaşa bakmak yeterli olacaktır. Yemen hükümeti ile nüfusun %35’ini oluşturan Zeydi Şiiler30 arasındaki sorunlar iç çatışmaya dönüşmüş ve hemen ardından da bölgesel güç oyununun bir sahnesi haline gelmiştir. İran tarafından desteklenen Şiilere karşılık vermek için Suudi Arabistan, Ürdün, Fas, Mısır ve A.B.D’nin Yemen hükümetine verdikleri askeri destek, İran’ın etkisini sınırları ötesine yayma girişimini engelleme çabasından başka bir şey değildi.31 Zira İran, benzer şekilde Lübnan’daki Şii grupları 1979 yılından itibaren desteklemiş ve askeri eğitim vermiştir. 

Bu geleneğin devamı olarak Ahmedinejad, iktidarı döneminde, Hizbullah ile ilişkilerini geliştirmiş ve bu yakın ilişkiler Hizbullah’ın 2006 yılında İsrail saldırısı karşısında gösterdiği başarılı direniş ile meyvesini vermişti.32 

İran dış politikasının 11 Eylül sonrası etki ve güç kazanması Bush doktrininin en çok eleştirilmesi gereken noktalarından birisidir. Zira, teröre karşı savaş İran’ın tehdit edilmesi olgusunu yaratmış ve İran’ın terörist gruplarla daha sıkı ve agresif bir ilişki modeli geliştirmesine yol açmıştır. 

Öte yandan Bush yönetiminin demokratikleşme gündemi, Sünni grupların hakimiyeti altında yaşayan Şiilere daha geniş bir siyasal alan vaat etmiştir. Bu durum ise, İran’ın Şii gruplar vasıtasıyla Ortadoğu politikalarına müdahale etmesinin yolunu açmıştır. Bu tablo, İran’ın hem Arap komşuları ile hem de A.B.D ile olan ilişkilerinde yeni bir sayfa açmış ve Ortadoğu’da daha etkili ve mevcut statükoyu tehdit eden bir politika izlemesini beraberinde getirmiştir.33 

Ortadoğu’da Değişim ve Suriye 

Şam Baharı tabiri 17 Haziran günü yemin eden ve başkanlık görevine başlayan Beşar Esad’ın reform vurgusu yaptığı konuşmasından sonra sıkça dile getirilen bir tabir olmuştur. İdari ve ekonomik reformlar sözü veren Esad’ın, ofisi devraldıktan sonra yaptığı ve önceki dönemin kapalı yapısını değiştirmeyi amaçlayan siyasi açılımları bu tabirin daha da popülerlik kazanmasını beraberinde getirmiştir. Özgürlüğün istikrarsızlık üreteceğini düşünen statükocu merkezlerin karşı adımları siyasi açılımları gölgelese de Esad rejiminin özgürlük çerçevesini genişlettiğini savunmak yanlış olmayacaktır. Ne var ki, Esad’ın iddialı gündemi uluslararası gündemden bağışık bir gelişim göstermemiştir. 11 Eylül 
saldırıları sonrası A.B.D’nin teröre karşı başlattığı savaş ve Afganistan ve Irak’a yönelik operasyonları, Esad yönetiminin gündeminde dramatik değişiklikler yaratmıştır. Diğer bir ifadeyle, Bush yönetiminin yeni muhafazakâr doktrinlerin etkisi altında olması ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek gibi hırslı bir gündemle hareket etmesi Şam yönetimini korkutmuştur. Bu durum ise Suriye’nin de bir aktör olarak belirleyici olduğu bölge politikalarında önemli değişimleri beraberinde getirmiştir.34 

11 Eylül’ün ürettiği söylem ve eylemler, Suriye dış politikasının geleneksel bağlantılarının sorgulandığı bir dönemin başlangıcı olmuştur. İlk olarak, Suriye’nin A.B.D ile ilişkileri değişmiştir. Hafız Esad döneminde rejimin iç ve dış politika karakteristiğini belirleyen olgu güçlü Arap milliyetçiliği ve Golan tepelerini geri alabilmek için izlenen politikalardı. 11 Eylül saldırılarına kadar Suriye’nin bu değerler üzerinden tanımladığı dış politikası bölge ülkeleriyle çatışmalar üretse de, Suriye’nin egemenliği bölge dışından bir büyük gücün doğrudan tehdidine maruz kalmamış ve bölgesel denklemler ve imkânlar dâhilinde bir dış politika yürütmeye çalışmıştır. Ne var ki, 11 Eylül sonrası dönem Suriye dış politikası 

A.B.D yönetimi üzerinde etkili olan yeni muhafazakârların da etkisiyle egemenlik sahasını korumak gibi yeni bir gündemle tanışmıştır. Saldırılardan hemen sonra El Kaide’ye karşı bilgi paylaşımı yapmış olmasına rağmen, Suriye’nin Hamas ve Hizbullah gibi örgütlere sağladığı geleneksel destek Bush yönetimi tarafında terörizme sponsorluk yapmak olarak görülmüştür.35 Daha sert eleştiriler, Irak işgali sonrası yapılmış ve Suriye, Iraklı işgalcilere yardım yapmak, kaçakları korumak ve Amerikan personelinin Irak’ta bulamadığı kitle imha silahlarını gizlemekle suçlanmıştır. 

Suriye, 11 Eylül sonrası verdiği destek ile Amerikalıların hayatını kurtaran bir rolden, Irak işgali sonrası Amerikalıların hayatlarına mal olan role geçiş yapmıştır. 

İlişkilerin kötüleşmesini ise 2003 yılının Ekim ve Kasım aylarında A.B.D Kongresi’nde kabul edilen ve 2004 yılının Mayıs ayında Başkan Bush tarafından uygulamaya konulan Suriye Sorumluluk Yasası (Syria Accountability Act) sembolize etmektedir. Buna göre iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin düşük seviyede seyretmesi esas alınmış ve başkana hava sahası kullanımını ve iş ilişkilerini kısıtlamak gibi bazı yaptırımları uygulaması konusunda yetki tanınmıştır.36 

Suriye’nin terör örgütleriyle ilişkisinin sorgulandığı bu dönemde, Şam yönetiminin merkezinde olduğu birçok ilişki modeli de değişime zorlanmıştır. Bunların en önemlisi Suriye’nin Lübnan politikası ve Lübnan’da faaliyet gösteren Hizbullah ile olan ilişkisidir. 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgali ve İsrail yanlısı bir hükümet kurma girişimi Lübnan’daki en temel Şii grubu olan Emel’den ayrılan Hüseyin El-Musavi’nin aşırı Şii din adamlarıyla birleşip Hizbullah’ı kurmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Teokratik bir devlet haline gelen İran, Devrim muhafızları vasıtasıyla Hizbullah’ı eğitirken, Suriye ise bu örgütün kamplarına ev sahipliği yapmayı ve lojistik yardımda bulunmayı önermişti. Hizbullah’a verilen bu desteğin amacı ise Lübnan iç politikasında etkili olmak ve İsrail yanlısı bir siyasi yapı oluşmasını engellemekti.37 

Ne var ki Suriye’nin Hizbullah ile olan ilişkisi bu denli yalın ve basit değildir. İlk olarak Suriye Hizbullah’a şartsız bir destek sağlamamıştır. 

Tam aksine Suriye, verdiği destek karşılığında Hizbullah üzerinde sıkı bir denetim kurmayı şart koşmuştur. Zira Suriye’nin denetimi dışında yapılan eylemlerden ötürü Hizbullah ile Suriye zaman zaman karşı karşıya gelmişlerdir. Bu kontrolün amacı Suriye’nin İsrail ile bir askeri çatışmaya girmekten kaçınması ve Hizbullah’ı dış politikasının bir aracı olarak görme eğiliminden kaynaklanmakta dır.38 

1989 yılında Suudi Arabistan, Cezayir ve Suriye’nin arabuluculuğuyla Lübnanlı gruplar arasında imzalanan Taif Anlaşması, 15 yıl süren Lübnan İç Savaşı’nı bitirmiş ve Hizbullah’ın dönüşmek zorunda olduğu bir dönemin habercisi olmuştur. Anlaşma, Suriye ile Lübnan arasındaki özel ilişkiyi tanımış ve 1991 yılında iki ülke arasında savunma, güvenlik ve işbirliği anlaşmaları imzalanmıştır. Yeni dönem, Suriye’nin Lübnan politikalarındaki hâkimiyetini arttırmış, Lübnan’da Suriye karşıtı herhangi bir politik adımın atılmasını önlemiştir ve fiili olarak Suriye’yi Lübnan’ın egemenliği üzerinde söz sahibi yapmıştır. Öte yandan, Hizbullah, Lübnan’ı İslamileştirmek gibi hırslı bir gündemi değişen koşullarla 
uyumlu hale getirerek ertelemiş ve Lübnan’ın ana politik akımlarından biri olmayı hedeflemiştir. Taif sonrası dönemde de Suriye ile Hizbullah’ın ilişkisi devam etmiş ve Suriye hem İsrail’i Golan tepelerinden çekilmeye zorlamak hem de Lübnan üzerindeki konumunu korumak için Hizbullah’a olan desteğini sürdürmüştür.39 

2000’li yıllar hem Suriye hem de Hizbullah için yeni bir dönemin başlangıcına işaret eden gelişmeleri beraberinde getirmiştir. İsrail’in Güney Lübnan’dan tek taraflı olarak çekilmesi bir taraftan Suriye’nin bu ülkedeki varlığının meşruiyeti nin sorgulanmasına yol açarken, bir yandan Hizbullah’ın güçlenmesinin önünü açmıştır. Dolayısıyla, Suriye’nin Hizbullah’a olan lojistik desteği bu dönemde devam etmiştir. Ancak 11 Eylül saldırılarıyla şekillenen ve Ortadoğu’yu da kaçınılmaz olarak etkileyen A.B.D’nin Ortadoğu politikası Suriye ile Hizbullah arasındaki ilişkileri ve Suriye’nin Lübnan politikasını süregelen rotasından saptırmıştır. 

Daha önce de değinildiği gibi, Bush yönetiminin İslami terörizm ile Ortadoğu’nun baskıcı rejimleri arasında kurduğu bağlantı ve 2003 yılında başlattığı Irak işgali, şer ekseni olarak tanımlanan İran ve Suriye gibi Irak’a komşu Ortadoğu ülkelerini ziyadesiyle tedirgin etmiştir. 

Suriyeli yetkililer Irak işgalinden duydukları memnuniyetsizliği ve A.B.D’nin başarısızlığından duyacakları memnuniyeti ifade etmekten çekinmemişlerdir. Bu açıklamaların yanı sıra Irak’taki isyancı ve terörist gruplar ile Suriye devleti arasındaki ilişkilerin samimiyeti Suriye ile A.B.D arasında ilişkilerin kötüleşmesi için yeterli olmuştur. 12 Aralık 2003 tarihinde Amerikan Kongresi’nden geçen Suriye Sorumluluk ve Lübnan Egemenlik Devri Yasası (Syria Accountability and Lebanese Sovereignty Restoration Act) Suriye’ye terörü desteklemeyi bırakması, Lübnan’daki işgalini sona erdirmesi ve kitle imha silahları geliştirmeyi durdurması çağrısı yapmıştır.40 Öte yandan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1559 No’lu kararında, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesinin ve Hizbullah’ın silahsızlandırılması nın gerekliliğinin altını çizmiştir. 

Bu gelişmeler ise Lübnan’daki Suriye varlığını sorgulayan grupları cesaretlendir miş ve Suriye karşıtı gösteriler hız kazanmıştır.41 

14 Şubat 2005 günü Suriye karşıtı gösterilerin lideri konumunda olan eski başbakan Refik Hariri’nin bir suikast sonucu hayatını kaybetmesi Lübnan’da popüler bir hareketi tetiklemiştir. Sünni-Dürzi ve Maruni grupların oluşturduğu ve ismini 14 Mart günü Beyrut’ta düzenlenen geniş çaplı protesto gösterilerinden alan 14 Mart Grubu, sayısı 14.000 olarak tahmin edilen Suriye silahlı güçlerinin ve istihbarat elemanlarının Lübnan’ı terk etmelerini, Hariri suikastının uluslar arası bir komisyon tarafından incelenmesini ve ülkeyi seçimlere hazırlayacak tarafsız bir hükümetin kurulmasını talep etmiştir. Buna karşılık Hizbullah’ın başını çektiği ve yine ismini bir protesto günü olan 8 Mart’tan alan koalisyon 
ise Hariri suikastından ötürü Suriye’yi suçlamanın acelecilik olduğunu ve Lübnan’daki bütün grupların Hizbullah’ın İsrail’e karşı mücadelesini sürdürmesi için Suriye-Lübnan ilişkilerinin destek olması gerektiğini dile getirmiştir.42 Lübnan içindeki grupların sergilediği karşıtlık ülkeyi politik bir belirsizliğe sürüklerken, uluslararası toplumun tavrı Suriye’nin ülkedeki varlığı konusunda belirleyici olmuştur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin üç üyesi A.B.D, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün de Suriye’nin Lübnan’ı terk etmesini ve Hariri suikastini inceleyen uluslararası komisyon ile eksiksiz bir işbirliği içinde olmasını istemişlerdir. Hem iç hem de dış baskılar sonucu 2005 yılının Nisan ayında Suriye güçlerinin Lübnan’dan çekilmiş ve Suriye karşıtı partiler Mayıs ve Haziran ayında yapılan parlamento seçimlerini 
kazanmıştır. Bu durum, Lübnan İç Savaşı sırasında, 1978 yılında, Arap Ligi kararlarıyla oluşturulan Arap Caydırma Gücü’nün meşruiyetini kullanarak 
Lübnan’a yerleşen ve ilerleyen yıllarda bu varlığını pekiştiren Suriye’nin olmadığı bir Lübnan anlamına gelmekteydi.43 


Ne var ki, 11 Eylül sonrası dönem Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini beraberinde getirmişse de bu durum Lübnan’a ve bölgeye istikrar getirmemiştir. 

Daha önce tartışılan, Suriye-Hizbullah ilişkilerinin kopması zannedildiği kadar kolay olmamıştır. Zira Suriye karşıtı koalisyon aldığı iç ve dış destek sayesinde Hizbullah’ın yaşam alanını daraltmaya çalışmış ancak bu girişim Hizbullah’ın radikal ajandasına geri dönmesine yol açmıştır. 2006 yılının yaz aylarında Hizbullah’ın İsrail’in elindeki tutuklu Lübnanlıların serbest bırakılması için iki İsrail askerini kaçırmasıyla tetiklenen İsrail-Hizbullah savaşı da bu radikal ajandanın sonucu olarak kabul edilebilir ve Hizbullah’ın silahlı mücadelesinin meşruiyetini besleyen bir faktör olarak görülebilir. Diğer bir ifadeyle, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesiyle beraber silahlı bir örgüt olarak varlığı sorgulanan Hizbullah, bu savaş sayesinde, İsrail’e karşı kendisini savunmak için silahlara ihtiyacı olduğunu göstermiştir. Bunun da ötesinde, Hizbullah, savaş dönemi 
Beyrut hükümetinin tavrını eleştirmiş ve siyasi arenada daha fazla rol talep etmiştir.44 Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesinden sonra sorulan soru Suriye denetimi altında kontrollü bir eylem perspektifi olan bir Hizbullah’ın mı yoksa kendi sınırlarını kendisi belirleyen bir Hizbullah’ın mı bölge barışı ve istikrarı için daha çok katkı sağlayacağıdır. Ancak günün sonunda cevabını bulmuş en önemli soru 11 Eylül saldırılarının Ortadoğu’da yarattığı değişim dalgasından Suriye’nin payına düşenin ne olduğudur. Suriye’nin Lübnan’daki varlığı sona ermiştir. Bu değişim ise Suriye’nin Lübnan iç siyasetini kullanarak İsrail üzerine baskı yaratma ve Golan Tepelerini geri alma stratejisinin artık işlemeyeceğini göstermiştir. 

Bu durum 2008 yılında Suriye ve İsrail’in dolaylı görüşmeler yoluyla barış müzakerelerine başlaması üzerinde etkili olmuştur. Her ne kadar bu süreç işlerliğini yitirse de, tarafların Lübnan topraklarından ve iç siyasetinden çekilmeleri sorunlarını üçüncü bir ülkeden bağımsız çözmelerinin zaruretine işaret etmiştir. 

4.CÜ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR.


..