18 Eylül 2016 Pazar

Suriye’de İç Dinamikler ve 2011 Halk Ayaklanması BÖLÜM 2




Suriye’de İç Dinamikler ve 2011 Halk Ayaklanması  BÖLÜM 2


En çok tartışılan öneri ise askeri önlemler alınmasıdır. 

Kapsamlı bir uluslararası müdahale çok zor gözükse de Libya benzeri bir müdahale tarzının Suriye’ye uygulanabileceği öne sürülmektedir. 

Ancak bu seçenek de hali hazırda Libya’ya uluslararası müdahaleyi mümkün kılan koşulların Suriye’de oluşmamış olması nedeniyle mümkün gözükmemek tedir. Milliyetçi ideolojisi ile farklı toplumsal grupların desteğini almaktadır. Azınlık toplulukları açısından Sünni Arap çoğunluğun eziciliğine karşı kapsayıcı bir ideolojiye sahip seküler Baas ideolojisi daha tercih edilir kabul edilmektedir. Yönetim ayrıca ülkede istikrarı savunan üst sınıf Sünni Araplar arasında da desteğe sahiptir. Bu açıdan Suriye rejimini tamamen bir azınlık iktidarı olarak tanımlamak doğru olmayacaktır. Otoriter bir devlet olmakla birlikte toplumun bazı kesimlerinin desteğini alan bir yönetim olarak görmek daha doğrudur. 
Suriye’de ekonomik yaşama baktığımızda büyük ölçüde devlet kontrolünde bir yapı karşımıza çıkmaktadır. Biraz önce bahsedilen siyasi, askeri seçkinlerin bu ekonomik yapının devamı yönünde ciddi çıkarları vardır. 

Özellikle güvenlik birimlerinin en önemli noktalarını elinde bulunduran yöneticiler, sistemin çöküşüyle sonuçlanabilecek bir ekonomik açılım 
hareketinden çekinmektedir. Çünkü, “devlet burjuvazisi” adı verilen bu kesim, üretim ve yatırım araçları üzerindeki kullanım haklarından yararlanarak 
toplumsal mülkiyet üzerinden zenginleşmektedir. Siyaset ve ekonominin, siyasetçi ve işadamlarının iç içe olduğu, birbirini desteklediği bir yapı mevcuttur. Ülkenin en zengin işadamları aynı zamanda üst düzey bir yetkilinin yakını durumundadır. Örneğin Suriye’deki protesto gösterilerinde halkın en fazla tepki gösterdiği ülkenin en zengin ismi olan Rami Maluf, Beşar Esad’ın anne tarafından kuzenidir. Suriye’de değişim, sadece statüleri, mezhep temelinde şekillenen siyasal iktidarı değil ekonomik ilişkileri da tehdit etmektedir. Bu da Suriye’de değişimin önündeki en önemli engellerden biridir. 

Suriye’de Halk Ayaklanması 

2010 yılının sonunda Tunus’ta başlayan Arap halk ayaklanması hareketi Mart 2011 ayı ortasında Suriye’ye sıçramıştır, böylece Ortadoğu’yu saran 
isyan dalgasının son durağı Suriye olmuştur. Suriye’de protesto gösterileri durdurulamamakta ve artarak devam etmektedir. Yönetimin olayları 
sert biçimde bastırması rejimin meşruiyetini her geçen gün azaltmaktadır. 

Suriye’de 15 Mart 2011 tarihinde başlayan halk ayaklanmasının birinci yılını doldurduğu 2012 Mayıs ayı itibarıyla 15 000 ’in üzerinde sivil hayatını kaybetmiştir. Kayıp ve akıbeti bilinmeyen insanların sayısı ise daha fazladır. Birinci yılın sonunda ortaya çıkan gerçek Suriye’de iktidar mücadelesinin tam bir bilek güreşine dönüştüğü ve hem rejim hem de muhalefetin pozisyonlarından geri dönmesinin çok zor olduğudur. İşte bu noktada Suriye’ye ilişkin olarak yanıtı en fazla merak edilen soru Suriye’deki olayların nereye varacağı, Tunus, Mısır veya Libya örneklerinden birinin yaşanıp yaşanmayacağıdır. Arap Baharı’nın yaşanmasının temelinde siyasal baskı, ekonomik kaynaklarının adil bir şekilde dağılmaması, etnik-mezhepsel farklılıklar gibi faktörler yatmaktaydı. Suriye, ilk kısımlarda anlatıldığı üzere bu açılardan iktidar değişimlerinin 
yaşandığı Mısır ve Tunus ile benzer özellikler taşımaktadır. Buna rağmen Suriye’nin sosyal, siyasal yapısındaki bazı farklılıklar diğer örneklerdeki 
gibi kısa sürede bir iktidar değişiminin yaşanmasına engel oldu. Bunlar arasında Suriye toplumunun heterojen yapısı, ordu ve diğer güvenlik yapılanmasında bir mezhepsel azınlık grubunun etkin olması, Irak tecrübesinin yarattığı iç savaş korkusu, örgütlü muhalefetin yokluğu, bölgesel (İran) ve küresel (Rusya ve Çin) düzeyde rejime destek veriliyor olması bu faktörler arasında sayılabilir. Suriye’yi; Mısır, Tunus ve uluslararası müdahaleye maruz kalan Libya’dan farklı kılan bir diğer özellik Suriye rejiminin belli kesimler arasında belli bir meşruiyete sahip olmasıdır. 

Baas Partisi’nin siyasi alandaki tekelinden rahatsızlık olsa da rejimin “Arap milliyetçi ve seküler” ideolojisi birçok kesim için ülke güvenliği ve istikrarının garantisi olarak görülmektedir. Bu durum şehirleşmiş, üst sınıflar ve azınlık toplulukları için kısmen geçerlidir. Aksi bir yönetim anlayışının heterojen yapıya sahip Suriye halkı arasındaki mezhepsel ve etnik çatışmaları körüklemesi riski bulunmaktadır. Rejimin sunduğu en büyük “hizmet” güvenliktir. 2003 işgali sonrası yaşanan Irak tecrübesi, güçlü bir merkezi otoritenin ortadan kalkmasının nasıl sonuçlanacağı konusunda Suriye halkına kötü bir örnek sunmuştur. Irak’ta yaşanan terör, güvenlik problemleri, siyasal istikrarsızlık, etnik ve mezhepsel çatışmalar insanların en temel ihtiyacı olan güvenlik talebini diğer isteklerin önüne geçirmiştir. Bu nedenle Irak tecrübesi Suriye halkını “özgürlük ya 
da kaos” seçimine zorlamaktadır. Bu kaygı da yönetimin meşruiyetini bahsedilenkesimler arasında artırmaktadır. Suriye’yi Mısır ve Tunus’tan farklı kılan en önemli faktör güvenlik birimlerinin yapısıdır. Siyasi yapı kısmında anlatıldığı üzere Suriye’de güvenlik birimleri bir açıdan rejimin kendisi demektir. Sivil ve askeri güvenlik birimlerinin kilit noktalarında Arap Alevilerin bulunuyor olması nedeni ile güvenlik birimleri rejime yönelik başkaldırıyı kendi varlıklarına tehdit olarak algılayacak ve tamamen Esad yönetiminin yanında yer alacaktır. Dolayısıyla Suriye ordusunun Mısır ve Tunus’tan farklı olarak liderin yanında bir bütün olarak yer alması daha büyük ihtimaldir. Bu da rejim değişikliği ihtimalini 
zayıflatan bir faktördür. Şu aşamada doğrudan bir askeri müdahale sadece bazı Suriyeli muhalifler tarafından dile getirilmektedir. Olası bir müdahalenin başarı şansının düşüklüğü ve müdahalenin bölgede yeni bir Irak veya Afganistan yaratacağı düşüncesi herkesi kaygılandırmaktadır. 

Ayrıca olası bir savaşın bölgeselleşeceği hatta uluslar arası boyut kazanması olasılığı mevcuttur. Müdahalenin Suriye içi istikrarı olumsuz etkilemesi söz konusu olabilir. Uzun süreli gerilla tarzı direniş hareketleri, terör örgütlerinin alan bulması gibi sonuçlar doğabilir. Dolayısıyla Suriye sorununun nasıl çözüleceği konusu büyük bir soru işareti konumundadır. 

Önerilen seçenekler; uygulanmasının zorluğu, sonuçlarının kestirilemiyor olması, mevcut durumdan daha kötüsünü üretebileceği, sonuç alma şansının düşük olması gibi nedenlerle hayata geçirilememektedir. En çok tartışılan öneri ise askeri önlemler alınmasıdır. Kapsamlı bir uluslararası müdahale çok zor gözükse de Libya benzeri bir müdahale tarzının Suriye’ye uygulanabileceği öne sürülmektedir. Ancak bu seçenek de hali hazırda Libya’ya uluslararası müdahaleyi mümkün kılan koşulların Suriye’de oluşmamış olması nedeniyle mümkün gözükmemektedir. 

Libya’da müdahaleyi mümkün kılan Kaddafi rejimi içinde ciddi ayrışımların yaşanması, önemli siyasi ve askeri figürlerin muhalif kampa geçmesi, merkezi otoriteye karşı mücadele yürütebilecek nispeten organize homojen bir siyasi ve silahlı muhalif yapının varlığı, bu yapının uluslararası meşruiyet kazanması ve hepsinden önemlisi bir bölgenin kontrolünün tamamen muhaliflerin eline geçmesi yani Bingazi gibi bir güvenli bölgenin oluşmasıydı. Suriye örneğine bakıldığında ise bu etkenler açısından hiçbirinin tam anlamıyla gerçekleşmediği görülmektedir. 

Suriye yönetimi içinden yaşanan kopuşlar şimdiye kadar nitelik ve nicelik açısından düşük seviyede kalmıştır. Siyasetçi ve bürokratlar arasından 
bazı milletvekilleri ve diplomatlar dışında önemli bir kopuş gerçekleşmemiştir. Esad rejiminin devlet yetkilileri üzerinde halen kontrole sahip olduğu görülmektedir. Güvenlik birimleri içinden kopuşlar nispeten daha fazla olmakla birlikte bu da Suriye ordusu ile silahlı muhalefet arasındaki dengeyi muhalifler lehine bozacak çapta değildir. Şimdiye kadar Suriye ordusundan en üst rütbeli kopuş 2012 yılının başında Türkiye’ye sığınan Tuğgeneral Mustafa Ahmed El-Şeyh olmuştur. Onun dışında Suriye ordusundan kopan subayların oluşturduğu “Özgür Suriye Ordusu”na (ÖSO) mensup subayların sayısının 15 bin civarında olduğu örgütün yetkilileri tarafından dile getirilmektedir. ÖSO’nun liderliğini ise albay rütbesindeki bir subay yürütmektedir. Siyasi muhalefete baktığımızda da halk ayaklanmasını yönlendirebilecek, protestocular üzerinde doğrudan 
etki ve yönlendirme kapasitesine sahip bir muhalefetin oluşamadığı görülmekte dir. Homojen bir siyasal ve askeri muhalefet açısından baktığımızda da sorunlu bir durum karşımıza çıkmaktadır. Askeri muhalefet olarak ÖSO ön plana çıksa da, Türkiye’deki liderliğin içerdeki yapı üzerindeki etkinliği ve içerdeki birimlerin kendi aralarındaki koordinasyonu konularında eksiklikler olduğu görülmektedir. Ayrıca Askeri Konsey gibi, ÖSO’dan farklı bazı askeri yapılanmaların da ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir. Siyasal muhalefet açısından da homojenlik sorunu mevcuttur. 

Her ne kadar Suriye Ulusal Konseyi öne çıksa da Suriye içinde faaliyet gösteren ve farklı yaklaşımlara sahip “Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Komitesi” gibi alternatif yapılar da mevcuttur. En önemlisi ise Suriyeli muhalifler belli bir bölgenin muhaliflerin kontrolüne kalıcı olarak ele geçirememiş yani Libya’daki Bingazi tarzı bir güvenli bölge oluşturamamıştır. Her ne kadar ÖSO; Humus, Hama, Idlib ve hatta Şam’ın kenar mahallelerinde kontrolü ele geçirse de bu kalıcı olamamakta ve şehirlerin tamamına yayılamamaktadır. Söz konusu 
nedenlerle Suriye’de değişimi savunan aktörler Suriye yönetiminin hareket tarzını etkilemek için sırasıyla; ekonomik yaptırım, diplomatik baskı, muhalefete siyasal destek gibi dış politika araçlarını hayata geçirmiştir. 

Diğer taraftan ÖSO her ne kadar sınırlı imkanlara sahip olsa da muhalefetin güçlü olduğu Şam’ın banliyöleri, Hama, Humus, Dara, Idlib ve Deyr ez Zor gibi vilayetlerde halktan da aldığı destek ile kontrolü ele geçirmeyi başarabilmiştir. Ancak Suriye yönetimi şehirlere orduyu sokarak söz konusu bölgelerde sırasıyla kontrolü geri almıştır. Bu durum Suriye’de değişimi savunan aktörler arasında, baskıları dikkate almayan Esad yönetimine karşı daha sert askeri önlemlerin alınması düşüncesini güçlendirmiştir. 

Suriye’de Değişim ve Türkiye 

Türkiye-Suriye ilişkileri 1999 yılından bu yana kademeli olarak gelişmiş ve son olarak vizelerin kaldırılmasıyla toplumsal, ekonomik bütünleşme yolunda önemli bir adım atılmıştı. Ancak 15 Mart 2011 tarihinde Suriye’ye sıçrayan “Arap Baharı” bu süreci tersine çevirdi. Bunun temel nedeni Türkiye’nin uzun zamandan beri dış politikanın merkezine “meşruiyet ve değer merkezli dış politika” kavramlarını oturtmasından kaynaklanmıştı. Bu yaklaşım Türkiye’nin Ortadoğu’daki değişim dalgasında “demokrasi” taleplerinin yani bölge halklarının yanında yer almasını gerektirmekteydi. Aksi bir tutum söylem ile eylem arasında çelişki yaratarak Türk dış politikasında meşruiyet krizi yaratabilirdi. 

Ancak reel politikanın gerekleri Türkiye’nin bazı sorunlarda hızlı adım atmasına engel olmuştu. Suriye bu açıdan en çarpıcı örneklerden biri oldu. Türkiye 2000’ler boyunca Suriye’ye yönelik ABD’nin sertlik yanlısı politikalarına karşılık uzun vadeye yayılmış, iç dinamikler yoluyla sağlanacak bir değişimi savunmuştu. Bu anlamda bazı alanlarda sonuç da alınmıştı. Suriye’nin Batı ile ilişkileri Türkiye sayesinde nispeten düzelmiş, Suriye içindeki reformcu kanat güçlenmişti. Ancak “Arap Baharı” bölgede hızlı ve köklü bir değişim talebini beraberinde getirdi. 

İşte bu durum Türkiye’nin uzun yıllardır başarmaya çalıştığı ve mesafe kat ettiği Suriye’de değişim sürecini çok kısa bir süreç içinde gerçekleşmesi zorunluluğunu beraberinde getirdi. “Değer merkezli dış politika ve reel politika” ikilemi içinde kalan Türkiye son 10 yılda yakın ilişkiler kurduğu Esad yönetimine karşı eleştirel bir tavır almak durumunda kaldı. 

“ Rejim Bekası ” sorunu ile yüzleşen Suriye yönetimi Türkiye’nin sorunu “ Sivil halkın meşru talepleri ” olarak tanımlamasından rahatsızlık duydu. 

Buna karşılık Türkiye, uzun yıllardır desteklediği Esad yönetimine ilettiği reform telkinlerinin dikkate alınmamasından “ hayal kırıklığı ” duyduğunu açıkça ifade etti. Türkiye belli bir süre daha “ Suriye’den umudunu kesmediğini ve halen reform yapabileceğine olan inancını” dile getirmişti. Ancak Suriye ordusunun Humus, Deyr ez Zor ve özellikle Hama’ya düzenlediği askeri operasyonlar Türkiye’nin umutlarının neredeyse tükenmesine yol açtı. Hama operasyonunun 1982 yılındaki “ Hama Katliamını ” hatırlatması ve Başbakan Erdoğan’ın daha önce “yeni Hama’lar istemiyoruz” açıklamasını yapmış olması, operasyonun Türkiye açısından bir dönüm noktası olmasına neden oldu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu da daha sonraki açıklamalarında“Hama’da başlayan olayların kendilerini derinden etkilediğini, Hama’da yaşanan olayların yönteminin ve zamanlamasının kabul edilmesinin mümkün olmadığını” ifade etti. Türkiye operasyonlar sonrasında, Başbakan Erdoğan’ın ifadesi ile “sabrının sonuna geldi.” Bu sert dış politika söylemi “Suriye’nin olayları şiddet yoluyla bastırmaya devam etmesi durumunda Türkiye’nin hangi yeni dış politika araçlarını hayata geçireceği” sorusunu beraberinde getirmişti. 10 yılı aşkın bir sürede kurulan çok boyutlu ve derin ilişkiler birkaç ay içinde yukarıda özetlenmeye çalışılan süreçte hızla gerilemiştir. İşte böyle bir ortamda Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin mesajlarını ve beklentilerini iletmek üzere 9 Ağustos 2011 tarihinde Şam’a kritik bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Suriye lideri Beşar Esad arasında gerçekleşen görüşme, Türkiye-Suriye ilişkileri açısından dönüm noktası olmuştur. Türkiye her ne kadar halk ayaklanmasının bastırılış şekline eleştirel yaklaşsa da olaylar başladığı tarihten bu yana Batı ile Suriye yönetimi arasında bir “Kalkan” vazifesi görmüştür. Daha hızlı ve somut adımların atılmasını bekleyen, atılmaması durumunda uluslararası baskının artmasını ve yaptırımlar uygulanmasını savunan Batı, Türkiye’nin Esad yönetimini ikna edebileceği beklentisi nedeniyle daha yumuşak bir tavır sergilemiştir. 
Ancak Esad-Davutoğlu görüşmesinde gündeme gelen beklentilerin karşılanmaması ile Türkiye’nin Batı ile Suriye arasında kalkan olma 
durumu sona ermiştir. Böylece Türkiye, Suriye’ye yönelik olarak “baskı ve izolasyon” politikası uygulamaya başlamıştır. Suriye yönetiminin 

Türkiye’nin telkinlerini dikkate almayarak sorunu güç yolu ile çözmeye çalışmasının Türkiye açısından doğuracağı en büyük risk istikrarsızlığın uzun süreye yayılacak olmasıdır. Sorun devam ettikçe Türkiye açısından siyasi, güvenlik ve ekonomik maliyetler artacaktır. 



RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 
Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****

Suriye’de İç Dinamikler ve 2011 Halk Ayaklanması BÖLÜM 1



Suriye’de İç Dinamikler ve 2011 Halk Ayaklanması BÖLÜM 1



Suriye’de İç Dinamikler ve 2011 Halk Ayaklanması,
Oytun Orhan, 


    Suriye toplumunun etnik açıdan homojen ancak dinsel ve mezhepsel açıdan heterojen bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkündür. 

Etnik açıdan bakıldığında nüfusun %85’ine yakınını Suriyeli Araplar oluşturmakta dır. Etnik azınlıklar olarak %8-10 arası Kürtler, %4 civarında Türkmenler ve %3’lük Ermeni nüfus bulunmaktadır. Dinsel ve mezhepsel açıdan bakıldığında ise farklı bir tablo ile karşılaşılmaktadır.

Ülkenin %70’ine yakını Sünni Müslüman’dır. Etnik azınlık Kürt ve Türkmenler çoğunluk Sünni Müslüman gruba dahildir. Diğer Müslüman mezhepsel azınlıklar; Arap Aleviler (Nusayriler), Dürziler ve İsmaililer’dir. 
Bunun yanı sıra önemli oranda Hıristiyan topluluklar yer almaktadır. Hıristiyanlar da kendi içinde birçok mezhebe ayrılmıştır. Hıristiyan mezhepleri nüfus oranlarına göre büyükten küçüğe sırasıyla Rum Ortodoks, Rum Katolik, Ermeni Ortodoks, Suriyeli Ortodoks, Ermeni Katolik, Suriyeli Katolik, Süryaniler, Maruniler, Keldaniler, ve Protestanlar’dan oluşmaktadır. 

Etnik mezhepsel grupların genel nüfusa oranına ilişkin kesin bilgiler bulunmamaktadır. Çeşitli kaynaklarda yer alan verilerden yola çıkarak 
yaklaşık 23 milyonluk Suriye nüfusunun etnik-mezhepsel dağılımına ilişkin rakamların şu şekilde olduğu söylenebilir: 

%55- 60 Sünni Arap, 
%12-14 arasında Arap Alevi, 
%10-12 Hıristiyan, 
%8-10 civarında Kürtler, 
%4-5 Dürziler, 
%4 Türkmenler ve 
%1 İsmaililer. 

Çoğunluk Sünni Araplardan sonra en fazla nüfusa sahip azınlık Arap Alevilerdir. Arap Alevilerin çıkış yeri ülkenin kuzeybatı bölgesinde Akdeniz’e paralel uzanan Nusayriye dağları bölgesidir. Halen büyük çoğunluğu Nusayriye dağlarının bulunduğu Lazkiye vilayetinde yaşamaktadır. 

Şiiliğin bir kolu olan Arap Aleviliği geçmişte Sünni Müslüman inancı tarafından “gerçek Müslüman olmamakla” itham edilmiş bir mezhepti. 

Yakın geçmişe kadar son derece içe kapalı bir topluluk olan Arap Alevileri 20. yüzyılın ortalarından Suriye siyasal yaşamında artan etkilerine paralel olarak öne çıkmıştır. 30 yıl boyunca ülkeyi yöneten Hafız Esad ve şu anki Devlet Başkanı Beşar Esad Arap Alevi mezhebine mensuptur. 

Diğer azınlık grup Hıristiyanlar ise Suriye’nin en eski yerleşik topluluklarındandır ve kendilerini büyük Arap toplumunun bir parçası (Ermeniler hariç) olarak görmektedir. Baas Partisi’nin kurucularından Mişel Eflak dahil olmak üzere ülkenin önde gelen Arap milliyetçi ideologları ve siyasetçileri Hıristiyanlar arasından çıkmıştır. En fazla nüfusa sahip etnik azınlık Kürtler, kendilerine ait dilleri, farklı kültürleri olması açısından diğer topluluklardan ayrılmaktadır. Çoğunluğu ülkenin kuzeydoğusundaki Haseke vilayetinde yaşamaktadır. Bunun yanı sıra kuzeyde Türkiye sınırı boyunca ve Şam, Halep gibi büyük şehirlerde de Kürtler yaşamaktadır. Diğer etnik azınlıklar Türkmenler ve Ermenilerdir. 

Türkmenler, Memlükler tarafından 12. yüzyılda bölgeye yerleştirilen Türkmen boylarının devamıdır. Türkmenler Halep, Şam, Humus, Hama, Tartus ve Golan bölgelerinde yaşamaktadır. Ermeniler ise 20. yüzyılın başında ülkeye gelmiştir. Etnik kimlikleri ve dillerini koruyan Ermeniler Halep çevresinde yoğunlaşmaktadır. Şiiliğin bir kolu olarak görülse de daha çok kendine has bir İslam inancına sahip olan Dürziler Suveyda vilayeti nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. Dürzi Dağları olarak bilinen bölgeden dağılan Dürziler ülkenin geçmişinde önemli siyasi roller üstlenmiştir. Son olarak İsmaililer, %1’lik nüfus oranlarına rağmen geçmişte orduda ve günümüzde bürokraside önemli roller üstlenmiş 

Şiiliğin bir kolu olan mezhepsel azınlık topluluğudur. 

Siyasi ve Ekonomik Yapı 

1946 yılında bağımsızlığını kazanmasıyla beraber istikrarsızlığın hakim olduğu, askeri darbelerin birbirini izlediği Suriye’de, Hafız Esad’ın 1970 yılında iktidara gelişiyle beraber ülkede göreceli bir istikrar hakim olmuştur. Diğer taraftan 1970 yılında kurulan siyasi yapı Suriye’ye otoriter-totaliter bir devlet niteliği kazandırmıştır. Aynı siyasal yapı günümüzde de korunmaktadır. Hafız Esad, ülkenin tüm siyasal, askeri, güvenlik ve yasama konularında devlet başkanına geniş yetkiler veren yapıyla tüm kurumlar üzerinde tam bir hakimiyet sağlamıştır. Suriye’de siyaset, tepeden aşağıya doğru şu kurumlar çerçevesinde şekillenmektedir: Devlet Başkanı, Başkan Danışmanları ve Yardımcıları, Askeri–Sivil Güvenlik Birimleri ve İstihbarat, Ulusal İlerici Cephe (Baas Partisi), Meclis ve Hükümet. 

   Anayasaya göre devlet başkanları yedi yıllık dönemler için seçilmektedir. 
   Kanunlar devlet başkanına çok geniş yetkiler sunmaktadır. 

Yine anayasaya göre devlet başkanı sadece devlet ve hükümetin değil aynı zamanda silahlı kuvvetlerin de başı konumundadır. Devlet başkanı “devletin genel politikalarını belirlemekle yetkilidir. Meclis’i toplama ve feshetme, tüm anayasal değişiklikleri onaylama, meclis oturumda olmadığı zamanlarda 
kanun yapma, acil ihtiyaçların ortaya çıkması durumunda yasalar çıkarmak ve acil önlemler alma”, Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini atama gibi geniş yetkileri bulunmaktadır. Başkan tüm bakanları belirlemekte, başbakanı görevlendirmekte ve yargıçları atamaktadır. Bunun yanı sıra tüm güvenlik ve ordu birimlerine atamalar devlet başkanı tarafından gerçekleştirilmektedir. Devlet başkanı aynı zamanda ülkenin “ Öncü Partisi ” Baas’ın genel sekreterliği ve Baas Partisi ile beraber 7 partinin ittifakından oluşan “Ulusal İlerici Cephe’nin başkanlığını görevlerini de yürütmektedir. Genel Sekreter partinin 90 kişilik merkez komitesi dahil olmak üzere Baas Partisi’nin tüm organlarına yapılan atamaları kontrol 
etmektedir. Hafız Esad’ın iktidara gelişinden sonra devlet başkanlığı seçimi ilk kez 1971 yılında düzenlenmiştir. O tarihten bu yana 7 yılda bir düzenlenen seçimlerde sürekli olarak tek aday olarak katılan Hafız Esad ve sonra Beşar Esad oyların %99.9’unu alarak devlet başkanlıklarına seçilmiştir. Bir tek 2007 yılında gerçekleşen seçimde Beşar Esad %97,6 ile şimdiye kadarki“en düşük” oranla devlet başkanlığı görevine seçilmiştir. Devlet Başkanı’nın çevresinde ise danışmanlar, askeri ve sivil güvenlik birimlerinin, istihbarat kuruluşlarının başındaki isimlerden oluşan “yakın çevre” yer almaktadır. Suriye’de ülkeyi esas yöneten grup da devlet başkanı ile beraber yakın çevredir. İç ve dış politikada 
makro düzeyde önemli kararlar sınırlı sayıdaki bu seçkin grup tarafından alınmaktadır. Bu birimlerde görev alanların çoğunluğunu Arap Aleviler 

(Nusayriler), Lazkiye kökenliler hatta Esad ailesinin yakın akrabaları
oluşturmakta dır. Ordu ve diğer güvenlik birimlerinin başlarındaki kişilerin 
%90’ına yakını Arap Alevilerdendir. Ancak mezhepsel ya da aile bağlarından daha önemli olan rejim ve devlet başkanına sadakattir. Bu nedenle rejim içinde Arap Alevi olmayan birçok önde gelen isim de bulunmaktadır. Bu arada bütün Arap Alevilerin de sistem içinde eşit role sahip olmadıklarını söylemek gerekmektedir. Başlıca altı farklı aşiretten oluşan Arap Aleviler arasında Hafız Esad’ın mensup olduğu Kalabiye aşireti, Beşar Esad’ın annesinin mensubu olduğu Hadadin aşireti ve geleneksel olarak Kalabiye aşireti ile yakın ilişkisi olan Hayatin aşiretleri sistem içinde daha fazla role sahiptir. 

Yakın çevre içinde güvenlik ve istihbarat birimlerinin kilit isimleri büyük önem taşımaktadır. Halen Suriye’de birbirinden bağımsız çalışan ve doğrudan başkana karşı sorumlu 15 civarında güvenlik ve istihbarat birimi görev yapmaktadır. İstihbarat ve güvenlik sistemi üç ayak üzerine oturmaktadır. Birincisi, Siyasi Güvenlik, Askeri İstihbarat ve Hava Kuvvetleri İstihbarat gibi geleneksel istihbarat kurumları (Muhaberat)’dır. 

İkincisi Özel Kuvvetler, Savunma Tugayları, Başkanlık Muhafızları gibi istihbarat ve operasyonel yetkileri ve sorumlulukları olan birimlerdir. 
Sonuncusu da “ Üçüncü Silahlı Tümen ” gibi özel-siyasi-askeri birimlerdir. Bütün bu birimler ve bunların alt oluşumları 1970li yıllarda Hafız Esad tarafından oluşturulan “Başkanlık Güvenlik Konseyi” tarafından koordine edilmektedir. Bunlar dışında bir de Savunma Tugayları gibi paramiliter kuvvetler ve “Shabbeeha” isminde“gençlik çeteleri” olarak bilinen rejime bağlı sivil-silahlı milis kuvvetleri yer almaktadır. 
Güvenlik birimlerinin ve başlarındaki kişilerin sistem içindeki merkezi rolüne karşılık meclis, siyasi partiler, hükümet gibi aktörlerin karar alma süreçlerinde çok fazla etkili olmadığı görülmektedir. Bu kurumların hem yetki alanları sınırlıdır hem de bahsedilen “yakın çevre”nin onaylamadığı adımları atmaları mümkün değildir. Siyasal alandaki figürlerin mezhepsel dağılımına bakıldığında büyük çoğunluğunun Sünni olduğu gözükmektedir. 

Meclis seçimleri dört yılda bir gerçekleştirilmektedir. 250 sandalyeli Meclis’te hangi partinin ne kadar sandalye alacağı seçimler öncesinde belirlenmekte dir. 167 sandalye Ulusal İlerici Cephe’ye mensup partilere ayrılmış durumdadır. 167 sandalye içinde de Baas Partisi 134 sandalye ile en fazla sandalyeye sahip partidir. Baas Partisi’nin Meclis’teki çoğunluğu anayasa ile güvence altına alınmış durumdadır. Cephe içindeki diğer partilere 1 ile 8 arasında değişen sayılarda koltuk verilmektedir. 167’dan geriye kalan sandalyeler ise bağımsız milletvekillerine dağıtılmaktadır. 

Bağımsız milletvekilleri kotasından, rejim karşıtı olmasa da eleştirel isimlerin Meclis’e seçilmesi mümkün olmaktadır. Ilımlı İslami görüşlere sahip kişiler, seküler-liberal-reformcu kesimden bazı isimler buna örnek olarak verilebilir. Ancak Devlet Başkanı’nın tam denetimi altında olan Meclis’in en önemli işlevlerinden biri rejimin almış olduğu kararlara, uyguladığı politikalara karşı meşruiyet duygusunun yaratılmasını sağlamaktır. Suriye’de tüm yasal siyasal partiler 1972 yılında Hafız Esad tarafından oluşturulan “Ulusal İlerici Cephe” isimli bir çatı yapılanma içinde faaliyet göstermektedir. Başlangıçta Baas Partisi’nin öncülüğünde sol gelenekten gelen dört parti ile kurulan Cephe şu anda toplam 11 partinin ittifakından oluşmaktadır. Arap Sosyalist Partisi, Suriye Komünist Partisi, Suriye Sosyal Nasyonalist Partisi gibi hareketlerin yer aldığı Cephe, rejimin siyasal tabanının genişletilmesi işlevini görmektedir. Ancak Baas Partisi dışındaki partilerin rolleri son derece sınırlıdır. Suriye Meclis’inde bu partilere az sayıda sandalye ayrılmaktadır. Politika yapımı, planlama veya herhangi bir siyasi güç oluşturma fonksiyonu bulunmamaktadır. 

Baas Partisi ise Ulusal İlerici Cephe içinde öncü rol oynamaktadır. Partiyi rejimin “demokratik yüzü” olarak tanımlamak mümkündür. Ancak parti bu rolünün yanı sıra devlet içinde veya herhangi bir görevde yükselmenin araçlarından birine dönüşmüş durumdadır. Ülkedeki doktor, öğretmen, akademisyen, avukat, gazeteci gibi birçok önde gelen meslek grubu üyeleri parti üyesidir. Ülkedeki çoğu “sivil toplum örgütü” partinin kolları olarak faaliyet göstermektedir. Ticaret odaları, spor kulüpleri, kadın ve gençlik birlikleri, sanatçılar ve yazarlar birlikleri, çiftçi birlikleri gibi kuruluşlar parti tarafından kontrol edilmektedir. Gençler ve çocukların ideolojik eğitiminde aktif rol almaktadır. Dolayısıyla Baas Partisi halkın seferber edilmesi ve kontrolü aracına dönüşmüş durumdadır. Suriye Anayasası Baas Partisi’nin liderlik rolünü kabul etmekte ve bir maddesinde 
“toplumun ve devletin öncü partisi” olarak tanımlanmaktadır. Böylece bu madde Suriye’nin tek partili sistemini yasallaştırmaktadır. Suriye’de Arap Alevi mezhebine mensup kişiler kritik görevleri yürütmekle beraber mezhepçilik hiçbir zaman devlet ideolojisi olarak takip edilmemiştir. Bu anlamda rejimin daha kapsayıcı bir yaklaşıma sahip olduğunu ve Arap Aleviler dışından da kesimlerin desteğini almış bir yönetim olduğunu söylemek mümkündür. Suriye yönetimi, seküler-Arap noktada Suriye’ye ilişkin olarak yanıtı en fazla merak edilen soru Suriye’deki olayların nereye varacağı, Tunus, Mısır veya Libya örneklerinden birinin yaşanıp yaşanmayacağıdır. Arap Baharı’nın yaşanmasının temelinde siyasal baskı, ekonomik kaynaklarının adil bir şekilde dağılmaması, etnik-mezhepsel farklılıklar gibi faktörler yatmaktaydı. Suriye, ilk kısımlarda anlatıldığı 
üzere bu açılardan iktidar değişimlerinin yaşandığı Mısır ve Tunus ile benzer özellikler taşımaktadır. Buna rağmen Suriye’nin sosyal, siyasal yapısındaki bazı farklılıklar diğer örneklerdeki gibi kısa sürede bir iktidar değişiminin yaşanmasına engel oldu. Bunlar arasında Suriye toplumunun heterojen yapısı, ordu ve diğer güvenlik yapılanmasında bir mezhepsel azınlık grubunun etkin olması, Irak tecrübesinin yarattığı iç savaş korkusu, örgütlü muhalefetin yokluğu, bölgesel (İran) ve küresel (Rusya ve Çin) düzeyde rejime destek veriliyor olması bu faktörler arasında sayılabilir. 

Suriye’yi; Mısır, Tunus ve uluslararası müdahaleye maruz kalan Libya’dan farklı kılan bir diğer özellik Suriye rejiminin belli kesimler arasında belli bir meşruiyete sahip olmasıdır. Baas Partisi’nin siyasi alandaki tekelinden rahatsızlık olsa da rejimin “Arap milliyetçi ve seküler” ideolojisi birçok kesim için ülke güvenliği ve istikrarının garantisi olarak görülmektedir. Bu durum şehirleşmiş, üst sınıflar ve azınlık toplulukları için kısmen geçerlidir. Aksi bir yönetim anlayışının heterojen yapıya sahip Suriye halkı arasındaki mezhepsel ve etnik çatışmaları körüklemesi riski bulunmaktadır. Rejimin sunduğu en büyük “hizmet” güvenliktir. 

2003 işgali sonrası yaşanan Irak tecrübesi, güçlü bir merkezi otoritenin ortadan kalkmasının nasıl sonuçlanacağı konusunda Suriye halkına kötü bir örnek sunmuştur. Irak’ta yaşanan terör, güvenlik problemleri, siyasal istikrarsızlık, etnik ve mezhepsel çatışmalar insanların en temel ihtiyacı olan güvenlik talebini diğer isteklerin önüne geçirmiştir. Bu nedenle Irak tecrübesi Suriye halkını “özgürlük ya da kaos” seçimine zorlamaktadır. 

Bu kaygı da yönetimin meşruiyetini bahsedilen kesimler arasında artırmaktadır. Suriye’yi Mısır ve Tunus’tan farklı kılan en önemli faktör güvenlik birimlerinin yapısıdır. Siyasi yapı kısmında anlatıldığı üzere Suriye’de güvenlik birimleri bir açıdan rejimin kendisi demektir. Sivil ve askeri güvenlik birimlerinin kilit noktalarında Arap Alevilerin bulunuyor olması nedeni ile güvenlik birimleri rejime yönelik başkaldırıyı kendi varlıklarına tehdit olarak algılayacak ve tamamen Esad yönetiminin yanında yer alacaktır. Dolayısıyla Suriye ordusunun Mısır ve Tunus’tan farklı olarak liderin yanında bir bütün olarak yer alması daha büyük ihtimaldir. Bu da rejim değişikliği ihtimalini zayıflatan bir faktördür Şu 
aşamada doğrudan bir askeri müdahale sadece bazı Suriyeli muhalifler tarafından dile getirilmektedir. Olası bir müdahalenin başarı şansının 
düşüklüğü ve müdahalenin bölgede yeni bir Irak veya Afganistan yaratacağı düşüncesi herkesi kaygılandırmaktadır. Ayrıca olası bir savaşın 
bölgeselleşeceği hatta uluslar arası boyut kazanması olasılığı mevcuttur. 

Müdahalenin Suriye içi istikrarı olumsuz etkilemesi söz konusu olabilir. Uzun süreli gerilla tarzı direniş hareketleri, terör örgütlerinin alan bulması gibi sonuçlar doğabilir. Dolayısıyla Suriye sorununun nasıl çözüleceği konusu büyük bir soru işareti konumundadır. Önerilen seçenekler; uygulanmasının zorluğu, sonuçlarının kestirilemiyor olması, mevcut durumdan daha kötüsünü üretebileceği, sonuç alma şansının düşük olması gibi nedenlerle hayata geçirilememektedir. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****

SAVAŞ.., BÖLÜM 2






SAVAŞ.., BÖLÜM 2


Bu İnanılmaz bir Akademik tartışma yarattı. Tartışmanın seyrini Özetliyorum: 

     1995-2005 arası new war tartışması oldu ve bu tartışmalar kavga dövüş benzeri oldu. Akademik olgunluk yoktu. Clausewitz’i savunan bir akademisyen bana Martin van Kleved’i anlatırken ahlaksız ve şeref yoksunu biri olduğundan bahsetti. Ben o an bu tartışmanın neredeyse Fenerbahçe – Galatasaray tartışması gibi bir şeklde büründüğünü anladım. Ben de şöyle düşündüm: Sir ünvanlı saygın bir profesör akademik tartışma yaşadığı bir başka akademisyeni bu şekilde anlatıyor ise ben de Galatasaraylı olarak Fenerbahçe’ye söylediğim şeyler çokta haksız değil, çok yüzeysel değilmiş dedim. Bu tartışmada her şey mubahmış dedim. Gerçekten tartışma aynen bu şekilde oluyor. 

Sonra,  insurgency ve yeni savaşçılara karşı counterinsurgency’i savunanlar oldu. Bu tartışmada John Nagl bir cephede bulundu. Patreus’un sonradan da 
Amerikan kamuoyunda bir skandalı ortaya çıktı. Gazeteci bir kadınla yasak ilişkisi ortaya çıktı. Patreus, John Nagl ve ilişkisi olan kadın West Point Harp Okulunda Uluslararası İlişkiler bölümünden mezunlar. Patreus ilk Uluslararası İlişkiler Bölümü kurulduktan sonra 60’larda mezun oluyor. İlk dönem mezunlarının en başarılarından birisidir. Bu bölümün mezunları arasında bir network var. Bütün Uluslararası İlişkiler mezunları (West Point Harp Okulu) kendi aralarında birbirlerini tutuyorlar nesiller boyunca. John Nagl’ın elinden tutmasının nedeni bu. İlişkisinin ortaya çıkmasının nedeni de CIA başkanı olması. Her neyse, bizim konumuz şu, savaş tartışmalarının geldiği nokta. John Nagl’a karşı bir grup ortaya çıkıyor. Bu tartışmalarda yanlış yapıldığını söylüyor lar. ‘Counterinsurgency dediğiniz şeyle, siz yeni savaş diyenlerle birlikte yanlış yoldasınız’ diyorlar. Çünkü savaş dediğiniz şey maalesef Habil ve Kabil’den itibaren var. Binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca yaşandı. İlk defa görüyoruz 
dediğimiz şeyin tarihte çokça defa yaşandığını söylediler. Nagl’lara; “Savaş çalışmak lisans işi, counterinsurgency çalışmak doktora işidir diyerek bizi aşağılıyorsunuz ancak bu işin gerçeği öyle değil.” dediler. 

Gerçekten kuramsal açıdan counterinsurgency’nin popülerliği 20052010 arası dönemde çok kısa sürdü. 2012 itibariyle savaş kuramcıları arası tartışmalarda yine Clauzewitz ibresi yukarı doğru çıktı. Fleming, New or Old Wars adlı makalesinde bu derste anlatılan tartışmayı detaylı olarak veriyor. İleride çeşitli akademik çalışmalarınızda kullanmak isterseniz, üniversitenizin veri tabanları ndan bu çalışmaya ulaşabilirsiniz. 

Nagl’ı eleştiren Amerikalı bir akademisyen ile tanışmıştım ve kendisi de Nagl’a karşı ağır ithamlarda bulunuyordu. Orada bir kez daha fark ettim ki akademik bir araştırma yapıyorsanız bunu içselleştirmeniz gerekir! 

Yeni gelinen durum ise şöyle: çok uzun yıllar Clausewitz’in eseri okunurken sadece onun halk, hükümet, ordu üçlemesi üzerinde durulurdu. 

Üçlemenin yanında dikkatlerden kaçan bir nokta daha var. Clausewitz kitabında şöyle bir benzetme yapıyor, savaş bir bukalemun gibidir, savaşın, bukalemunda olduğu gibi, doğası değişmez fakat nitelikleri değişebilir. Maalesef savaşın doğası değişmiyor, savaşın doğasında kan var, düello var yani iki taraf var, şiddet var, olasılık hesapları var. Ancak savaşın niteliği değişir. Bu ise Nagl’cılar ya da new war’cılar tarafından savaşın ‘doğası değişti’ olarak ele alındı. Hayır değişen sadece karakteri, sadece niteliği dediler. 

Üçlemeyi tartışmaya geri dönelim. Hükümet diyorum ama bu hükümet sadece bizim anladığımız anlamda bir hükümet ile sınırlı değil. Hükümet olabilir, Ayetullah olabilir, kral olabilir vesaire. 

+ Son dönemdeki savaşların 30 yıl savaşlarına benzediğini düşünüyor musunuz? 

- Bunu son kısma saklayalım, dersi bitirdikten sonra güzel tartışma konusu çıkar buradan. Soruları saklayın. 

- Halk, hükümet, ordunun üzerine olasılık hesapları. Vahşet, rasyonel karar alma gücü vesaire ve gerçekten bu doneler ile baktığınızda böyle savaşları daha iyi analiz edebiliyoruz. Ve şunu da görüyoruz; güncel olaylara baktığımızda IŞİD Türkiye’ye cephe açar mı açmaz mı? Açarsa kendini bitirir. Çünkü o rasyonelliğin dışına çıkar veya vahşeti dengenin çok daha dışında kullanırsa, rasyonalite olasılıkların üzerinde durmazsa zararlı olur. Ayakların her biri 0.3, 0.3, 0.3 olmasa da 0.2, 0.5 falan olmalı. 

0.1 Olasılık 0.9 Vahşet, Şiddet olmaz; bunlar arası denge olmalı. Bu dengeyi bozarsa yok olur, bu dengeyi kurarsa bir devlet olabilir. Analiz bizi buna doğru çıkarıyor. Savaş teorisinin Uluslararası İlişkilerde geldiği konum bu şekilde. Yine Clausewitz’teyiz ama onun birinci kitabının ilk 28 maddesinin daha derin okumalarına dayanıyor ve bize analiz yapmak için önemli bir araç veriyor, Uluslararası İlişkilerci olarak alet edevat çantamızda önemli bir alet edevat oluşturmuş durumda. Olayları oradan daha iyi analiz edebilirsiniz. Size aslında kısaca savaş kuramının Uluslararası İlişkilerdeki ilerleyişini anlatmış oldum. 

- Şimdi! Az önceki soruda Otuz Yıl Savaşlarına mı benziyor dediniz? Neden yola çıkarak böyle bir şey söylediniz? 

+ Herkesin herkesle savaştığı, tarafların belirli olmadığı, çıkar temelli savaşlar olduğu için. Otuz Yıl Savaşlarında da hanedanların paralı askerlik sistemiyle yapmaya çalıştıkları gibi. 

- Aslında Otuz Yıl Savaşlarına benzetmek, kendi içinde bir umutta taşıyor. 
      Çünkü bu savaşın sonunda ‘savaşa son verecek savaş mı olacak’ düşüncesi var. 
      Çünkü Otuz Yıl savaşlarının böyle bir karakteri var değil mi? 

  Otuz Yıl savaşları sürüyor. 4 yıl ‘nasıl bir araya gelebiliriz’ diye konuşuyorlar. 

Acaba konuşmak için Protestanlar mı önce talepte bulunacak yoksa Katolikler mi? En son Osnabrück ve Münster diye iki tane ayrı yerde iki ayrı bina yapılıyor ve iki ayrı binada her temsilcinin girebileceği farklı kapılar inşa ediliyor. Herkes aynı anda içeriye giriyor ve bir Protestanlar adına bir Katolikler adına aynı anda konuşma yapılıyor. Otuz Yıl Savaşlarının en büyük özelliği dini başlayıp seküler devam etmesi. Bu savaşta yine Sünni-Şii ekseninde devam ediyor. Din merkezli. Katolikler ile Protestanlar arasında olduğu gibi. Aynı dinin iki temsilcisi arasında meydana geliyor. Burada da öyle. Müslümanların iki temsilcisi arasında meydana geliyor. 

Belirsizlik çok fazla. Kimlerin kimlerle müttefik olduğu ya da olmadığı belli değil. 

Bunu anlamaya çalıştıkça herkes batabiliyor. 

Veya şu an Türkiye ile ilgili çok büyük suçlamalar var. Aslında batılı devletler önce bütün muhalifleri desteklediler, sonra o muhaliflerin içerisinde aşırılar olduğunu düşündüler ve daha ılımlı muhalif arayışına girdiler. İşler bu safhaya geldiğinde yanlışı seçmek olası, belki de doğru yoktu. Aslında tam olarak böyle bir süreç var. Meşruiyet kazandırmak için söylemiyorum ama kimin doğru kimin yanlış olduğunu kimse bilmiyordu. 

Bundan iki sene önce İstanbul’da toplanıldığında herkes herkesi destekledi. Şu an Türkiye IŞİD’i destekliyor diye bir suçlama var ya, ya da Batılı kamuoyunu takip ederseniz batılı diplomatlar ‘Esad’a karşı olan herkesi destekleyelim’dediler. Sürekli bir değişim var aslında. Otuz Yıl Savaşlarında Kardinal Richelieu’yu, Gustavus Adolfus’ları çıkaran süreçler olduğu gibi bu değişimde de aynı süreçler var. Ama şöyle bir şey var acaba bu Otuz Yıl Savaşları mı, yoksa Yüzyıl Savaşları mı? Biliyorsunuz Katolikler ile Protestanlar arasında 1500’lerde önce Yüzyıl 
Savaşları yaşandı, sonra 1500’lerin sonunda Utrecht Barışı yapıldı, sonra 1600’lerin başında o barış tesis edilemediği için 1618 yılında tekrar sürekli 
savaş halinde bulunma şeklinde 30 Yıl Savaşları oldu. Bir açıdan bakarsak bence kaotik olarak Yüzyıl Savaşlarını yaşıyoruz, belki de. 

İnşallah öyle değildir, inşallah Otuz Yıl Savaşları gibidir. 

+ İnsanların savaş algısı Ulus-devletçilik ile beraber daha bireysele mi dönüyor? 

    Okumuş olduğum bir bilgiye göre önceden devletler milletlerle sınırlı değildi, devletler savaşta vardı ve milletler bu savaşı kendi savaşları olarak algılamazlardı, ulus anlayışı ile beraber savaş algısı daha çok bireysele döndü. Diğer bir sorum ise, savaşın etik değeri modern 
çağlara gelindikçe daha mı fazla düştü? Önceden sadece öldürülüp geçiliyordu ancak şimdilerde, Bosna Hersek’te özellikle, tecavüz savaş 
stratejisi haline getirildi. İşkencenin daha fazla arttığını düşünüyorum. 

Diğer bir soru, topyekun savaş algısından vaz mı geçildi? Şimdilerde sadece küçük yerlerde küçük vahşetler mi oluyor? Örneğin binlerce insan 
gazlarla öldürülüyor. 

-Bence güzel sorular. Bir ile üçü birleştirelim, önce ikiyi cevaplayalım. Ben ilk defa İngiltere’ye gittiğimde bunlarda ne kadar bedensel engelli, yaşlı insan var demiştim. Sonra fark ettim ki onlar hayata entegre ol-muşlar. Engelli, yaşlı dediğimiz insanların sokağa çıkabileceği bir ortam sağlamışlar. Bizde engelliler, yaşlılar evde kalıyor. Acaba savaşlarda vahşet ve tecavüz şimdilerde mi ortaya çıktı? Hayır, maalesef ki değil. Sadece şimdilerde farkındalık artmış durumda. Maalesef bu yeni bir şey değil. Tartışılmaya başlanmasıyla birlikte, ilk önce masumiyet kaybeder deniyor ya, iyi bir şey değil. Savaş bir kusur. Sosyal hayatımızda ortaya çıkan, olmaması gereken, kanserli hücre gibi bir şey. Kötü bir şey. 

Bununla ilgili bir araştırma yapılıyor, ister varoluşa inanın ister evrime fark etmez bu işlerle ilgilenen kişiler diyor ki insanlarda türünü devam ettirme iç güdüsü var ve bu iç güdü çok önemli. Doğada kendi türünün hayatta kalabilmesine hizmet ediyor. Hiçbir canlı da kendi türünü öldürmüyor. 
Olanlar var, onlarda kendi türünü kötü devam ettirecek olanların hayatına son veriyor. Doğum yaptıktan sonra, çiftleştikten sonra kendi türünü yemesi gibi. Orada bir frenleme mekanizması görüyor. Toplu olarak bir karınca sürüsünün ya da arıların diğer sürü ile savaşması diye bir durum duydunuz mu? Konrad Laurenz’in ‘Saldırganlık Üzerine’ adında, saldırganlık üzerine bir çalışması var. İnsanlar kendi türünü ayrıştırıyor, mesela benim gözümde Fenerbahçeliyi iyi insan olmaktan çıkarabiliyor. Ya da zenciyi bir beyazın gözünde insan olmaktan çıkarıp başka bir türe sokabiliyor. Ya da bir Türk bir Yunanlıyı başka bir türe sokuyor. Ya da Sünni-Şii. Çeşitli kimlikler üzerinden örnekler verilebilir. Mesela Sünni aspirini, Şii aspirini diye bir şey yok. Beyazlar ve Siyahlar için aynı şekilde. Ama bu durum ‘Bizi farklı bir tür gibi davranıp farklı türe karşı savaş haline sokuyor.’ diye eleştiriler var. Bir ve üçüncü soruya gelecek olursak, aslında üçüncü soru birinci soru ile bağlantılı. Savaş tarihine baktığımızda, dönemsel olarak değişiklikler görüyoruz ve bunların çeşitli yansımaları oluyor. Burada bir döngü var; limitli savaş- limitsiz savaş, sınırlı savaş-topyekûn savaş. Böyle giden bir döngü var. Şimdi içinde bulunduğumuz dönemde biz sınırlı savaş döngüsüne girmiş durumdayız. 

Bu durumun soruyu cevaplayacağını düşünüyorum. Birinci soru içinse şöyle diyebilirim: savaş tarihini dönemler halinde inceliyoruz, bunu incelerken mesela Westphalia 1688 yılında olsa biz Viyana’yı almıştık. 

Şundan dolayı; 2. Viyana’da yardıma Lehliler geldi. Polonya’dan yardıma geldiler. Çünkü bir devlet anlayışı vardı. Kral olacak, hanedan olacak ve o krala bağlı ordular olacak. Profesyonel ordu. Ondan önce Osmanlı’da vardı bu. Osmanlının o zamana kadar karşı tarafa kurduğu üstünlük buydu. Orduların böyle gelişim dönemleri var. 1648-1789 arası dönemde hanedanların olması, profesyonel ordular olmasıdır. 1789 sonrasına işe şunu koyuyoruz: Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Biliminin temel klişesi, 1789’dan sonra Ulus-devletler ortaya çıktı. Tam olarak aslında bir köşe taşı varsa odur. Bu dönemlerden sonra Napolyon savaşları oluyor. Napolyon savaşları esasen ilk dünya savaşıdır. 1. Dünya Savaşı aslında ilk dünya savaşı değildir. İlk dünya savaşı Napolyon savaşlarıdır ve bütün dünyayı etkilemiştir. Ve topyekûnlaşmıştır. Clausewitz zaten burada gördüklerini yazmıştır. Artık o döneme kadar savaş limitli savaşken o dönemden sonra sınırsız savaşa dönmüştür ve bir devlet bir orduya bağlı hale gelmiştir yani; hanedanlar kendilerini ayakta tutan bir unsur olarak orduları bulmuştur. Irak’ta ‘ABD Maliki’ye ordu yaptı ve eğitti, milyonlarca dolar harcadı.’ dedik. Aslında bu tesadüf î değildir. Amerika, Afganistan’da da ordu eğitmiştir çünkü devletin ayakta kalabilmesi için bir orduya ihtiyacı olduğu düşüncesi ta o zamandan itibaren ortaya çıkmıştır ve o zamandan itibaren savaşlar top yekûnlaşmıştır. 

+ Hocam benim anlamadığım bir şey var, 60’lar ve 70’lerde Clausewitz’in kitabı yeniden ele alındı dediniz, 90’larda eleştirilmeye başlanıyor, 70’lerde savaş adına önemli bir gelişme var: ABD’nin Vietnam yenilgisi, bu konuyu akademisyenler nasıl ele alıyor? 

- Şöyle, ABD’nin Vietnam yenilgisiyle ilgili çokça tartışmalar oluyor. Aslında 2000’lerde John Nagl’ın, Counterinsurgency ortaya çıktığında iyi olarak verdiği örnekler: Kitson, İngilizlerin Malaya deneyimi, Galula ve Fransızların Cezayir deneyimi. Kötü örnek olarak ise ABD ve Vietnam’ı veriyor. Kitapta eleştiriliyor, savaş kuramına bu da bir katkı yapıyor, güzel bir soru teşekkür ediyorum. 

+ 11 Eylül sonrası iç savaş diye bir kavram ortaya atıldı, biz bu kavramı Ortadoğu ya da Irak ile nasıl bağdaştırabiliriz? Bir tarafta çok güçlü bir örgüt var, diğer tarafta aşiretler var. 

-Şöyle, sosyal bilimler ile ilgili bir söz söyleriz; sosyal bilimleri ile ilgili söylenmemiş laf yok. Yazılmamış hiçbir şey de kalmamış vaziyette. 
Roman yazarken de derler ya her şey aslında Shakespeare’den araklanır, her şeyi Shakespeare yazmış, geri kalan hepsi ondan çalınmıştır. Asimetrik 
savaşta aslında böyle bir şey. Yani asimetrik savaş kavramı bir ara moda oldu. 

Unutmayın ki savaş tarihinde de yaşanmamış hiçbir şey yok. 

Yani savaşın kendisinde de asimetri var, bir taraf güçlü bir taraf güçsüz. Orada bir asimetri olacak ki, bir taraf diğer tarafa karşı üstün gelsin. 

Fatih Sultan Mehmet o topu kullandığında asimetri yarattı ya da ABD o nükleer bombayı attığı zaman müthiş bir asimetri yarattı, o asimetri savaşın doğasında da var. Asimetri yaratılmayan 1. Dünya Savaşında durum berabere sonuçlandı. Farklı açılardan da asimetri var yok değil, ama dönemsel olarak moda bakış açıları oluyor. Bu moda bakış açıları yerine uzun dönemli analiz çok daha doğru olacaktır. Şu an neo-Clausewitz bir dönemdeyiz savaş kuramı açısından. 

+ Hocam siz bizim üniversitede ders vermiştiniz, Clausewitz’e göre halk, ordu, hükümet ya; ben orduyla hükümeti birleştiriyorum çünkü ordu hükümetsiz hiçbir şey yapamaz. 

   Ama görüyoruz ki bazen halksızda devletler birbirleri ile savaşıyor mesela ABD’nin Irak’ı veya Afganistan’ı işgali. Halk istemiyordu, 9/11 sonrası birazcık üstüne gidildi. Ancak mesela Türkiye’de Suriye halkı ile savaşmak istemiyordu fakat; uçağın düşürülmesi, Türkiye’nin uyarı yapması, halkı ikna etmeye çalışması gibi ile bu algı değiştirilmeye çalışılıyor sanki. Halksızda devletlerin birbirleri ile savaşabileceğini düşünüyor musunuz? 

- Çok güzel bir soru. Önce başlangıç noktasında şöyle bir şey yapalım. Hükümet ile orduyu bir düşünme meselesini ele alalım. Mesela MGK Türkiye’de son 10 yılda çokça tartışılan bir konuydu. Aslında MGK’nın ilk örnekleri 1. Dünya Savaşındaki savaş kabineleridir. Onlarda aynı şekildedir. 

Benim şöyle bir eleştirim var, MGK’da askerler var, hükümet var; bence mecliste olmalı. Mesela halkın temsilcileri olarak muhalefet vesaire de olmalı,. Örneğin 1.Dünya Savaşında Çanakkale’ye gidecek olan donanma ile ilgili, Donanma Bakanı Churcill, Savaş Kabinesi’ne bir şeyler sundu diye anlatılır. Oradaki kabinede de savaşı yöneten kabinede; hükümetin temsilcileri, halkın temsilcileri ve ordunun temsilcileri bulunmaktaydı. O yüzden hükümet ile ordu bir dememek gerekir. 

Çünkü o üç faktörü ortaya koyan önemli bir husus bu. Doğru yönetim için gerekli. Sorunun diğer boyutuna gelince mesela 2003 yılında 1 Mart teskere si oldu. 1 Mart tezkeresinde TBMM 1 oy farkıyla Irak savaşına dâhil olmamıza ve topraklarımızın ABD tarafından kullanılması sürecine onay vermedi. Şunu babalarımızdan dedelerimizden duyarız şimdi bir savaş olsa hemen üniformayı giyer giderim derler değil mi? Ama Irak ile savaşsaydık acaba dedelerimiz bunu söyler miydi? Aslında dedelerimizin yaş kemale erdikten sonra söylediği, ben şimdide giyer giderim o ayrı mesele, ama onların söylediği şimdi giyer giderim demek halkın duygusu. Halkın sahiplenmesi, kendine ait savaşı olması. Ya da ABD başkanı Obama iki hafta önce West Point’te yeni dış politikaları ile ilgili stratejilerini açıkladı. Ey mezunlar, siz artık Irak ya da Afganistan’a gitmeyeceksiniz dedi. 300 kişi gönderiyor şimdi 2 gün içerisinde. Neyse, ‘gitmeyeceksiniz’, ‘artık giderseniz danışman olarak gideceksiniz’dedi. 
Ya da Tony Blair’i soruşturdular Irak savaşıyla alakalı, İngiliz halkı dedi bu bizim savaşımız mı?’ ‘Neden bu kadar İngiliz askeri ölüyor? Halkın savaşı olması lazım. O zaman haklı savaş durumuna da geliyor. Ancak çok tehlikeli bir şey var mesela IŞİD ile ilgili yabancı savaşçılar hikayesi. 
Onlar acaba döndüklerinde ne yapacaklar? Ya bize de saldırırlarsa konusu tartışılıyor. Bence burada batının müdahalesine meşruiyet kazandıracak 
bir maden arayışı var gibi. 

+ David Cameron geçenlerde “IŞİD’in İngiltere’de saldırı hazırlığında olduğu istihbaratını aldık.” dedi. 

+ Hocam ben az gelişmiş ülkelerin eline nükleer silahların geçmesi durumunda tehlikeli bir durum oluşacağını düşünüyorum. Nükleer silahların sınırlandırılması ile barış ve istikrar sağlanabilir mi? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? İkinci sorumda IŞİD’in bir çok Sünni grubun birleştiği bir örgüt olması, dolayısıyla ilerleyen günlerde bu Sünni grupların birbiri ile çatışacağı yönünde bir düşüncem var. Bu sebeple de IŞİD’e başarı şansı vermiyorum. Katılır mısınız? 

- IŞİD ile ilgili bilgiler çok taze. Bir analiz yaparsak; gazeteci analizi yaparız. Akademik analiz yapamayız. Ama akademik analiz yapmamız gerekirse de bu en başta kullandığımız skalayı kullanırsak, o enstrüman alet var elimizde o da şöyle; eğer IŞİD ayakta kalacaksa, rasyonel karar verme hususunu göz önünde tutabilirse o zaman ayakta kalabilir, bir yerlere gelebilir, yok eğer başaramazsa o zaman ayakta kalamayabilir. 
Ama şu ana kadar bunu yapabileceğini gösterdi. 

Nükleer ile ilgili tartışma Hindistan-Pakistan üzerinden yapıldı. Yani Hindistan ile Pakistan nükleer güce sahipler. Aralarında gerilim olduğu halde savaşmadılar çünkü nükleer güce sahipler. Afganistan-Pakistan ya da Türkiye-Yunanistan arasında savaş durumu oluyor. Türkiye ile Yunanistan nükleer güce sahip olsa o zaman aralarında savaş gibi bir durum hiçbir zaman yaşanmazdı çünkü savaşın bedeli çok büyük olurdu. 

Bu mantık var anladığım kadarıyla. 

+ İran bu konuda bir istisna oluşturmaz mı? 
Çünkü İran’dan her şey beklenebilir. 


- Şimdi şöyle, filmin başında silah gözükürse; sonunda kullanılmasını bekleyenlerdenim ben. Filmin bir yerinde silah gösterildiyse, filmin bir 
noktasında o silahın ateş aldığını mutlaka görürüm. Ve güvenlikleştirici yaklaşım, eğer nükleer silah olursa onu kullanabileceğini söylüyor. 

Güvenlik sizleştirici yaklaşım ise onun olmaması daha iyi olur diyor. Benim nerede durduğum çok önemli değil ama belki de biraz daha idealist açıdan bakabilirim. Yani olursa silah kullanılır derim. Bunun barış getireceğini düşünmüyorum uzun vadede. 

+ 1899’daki Lahey sözleşmelerinden dolayı, uluslararası savaş hukuku ile alakalı çok sözleşme yapıldı Cenevre’de. Ancak savaş başladıktan sonra hukuk bir köşeye atılıyor. Savaş teorisyenleri savaş hukukuna nasıl bakıyor? 

- Şöyle, savaş hukuku ile ilgili 1899’daki Lahey sözleşmeleri ‘Jus ad bellum’ ile ilgili, savaşa başvurma ile ilgili. Cenevre sözleşmeleri ise ‘Jus in bello’ yani savaş esnasındaki davranış kuralları hakkındadır ve en sonuncusu 1977 yılında imzalanmıştır. Yani aslında savaş hukuku ile ilgili düzenlemelerde 20. yüzyılın son çeyreğine kadar bir süreklilik var. Nasıl internet çıkıyor, daha sonra internet ile ilgili düzenlemeler oluyor, yeni kanunlar ortaya çıkıyor. Yeni teknoloji ortaya çıktığında o alanın düzenlenmesi gerekiyor. 1977’den itibaren çok büyük gelişmeler oldu, maalesef çok değişik gelişmeler oldu ve bunlarla ilgili bir hukuki platform yaratılamadı, aynı şekilde devam etti. Aynı şekilde kara mayınlarının 
yasaklanması ile ilgili uluslararası ilişkilerin sistematiğini değiştiren bir gelişme ortaya çıktı. 

Şöyle diyelim, 19.yy’da savaşlar çok vahşi olmuştu, bunun üzerine 1860’larda savaş hukuku ile ilgili düzenlemeler meydana geldi, at başı giderken 1970’lerden sonra savaş ilerlemeye başladı ama savaş hukuku ile alakalı ciddi bir alan ihtiyacı var, yani bir şeylerin yapılma ihtiyacı var. Belki de vahşetin biraz daha artmış görünmesi bununla ilgili düzenlemelerin yapılmıyor olmasından kaynaklı olabilir. 

+ Ben de, devletlerin doğasının insanların doğasından farklı olamayacağını düşünüyorum. Tırnak içinde biz modernleştikçe aslında bastırılmış savaş duygularımızın ortaya çıktığını ve gitgide ivme kazandığını düşünüyorum. 
Fakat uluslararası ilişkilerin mainstream akımlarına baktığımız zaman liberal akım ve eleştirel akımında bu konuda geliştirdiği cevaplar var. Mesela eleştirel bakış açısıyla yaklaşınca; askeri tarihin yeniden yazımı gibi bir durum ortaya çıkartıyor. Ya da liberal bakış ile baktığımız zaman karşılık bağımlılık dediğimiz olgunun savaşı engelleyebileceği düşüncesi söz konusu. 

-Mesela şöyle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da bir savaşın meydana gelmemesi aslında bizim olaya biraz daha liberal baktığımızı, bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak dünya tarihi boyunca Avrupa’da ‘Savaşsız geçen ilk 50 yıl bu değil.’deniyor. ‘Savaşsız geçen 100 yıl bile oldu.’ deniyor ama bu olmayacağı anlamına gelmiyor şeklinde yorum yapılabilir. Mesela Libya’ya müdahale esnasında ilk olarak Norveç, Danimarka gibi ülkeler; aynı zamanda koalisyona ilk girenlerdendi. Uluslararası İlişkiler ve Güvenlik kuramlarında Kuzey ülkelerinden baskın şekilde çıkan düşüncelerin tam aksi bir durumdu bu. Kuram oradan çıkıyor ama pratiğe dönüşünce iş biraz daha farklı olabiliyor. 

Her neyse, zamanımız doldu ve ben bu vesile ile tanıştığımıza memnun oldum. Bence bu çok önemli bir ayrıcalıktı bir hoca açısından şöyle; Türkiye’ nin dört bir tarafından gelen ve yazın sıcağında okuma hevesi içerisinde olan, ders alma hevesi içerisinde olan öğrencileri bulmak ve onlarla bir araya gelmek ciddi bir ayrıcalık. Bence çok önemli bir fırsatı kullanmış oldum. Teşekkürler dinlediğiniz veya okuduğunuz için. 



RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 

Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****

SAVAŞ.., BÖLÜM 1







SAVAŞ.., BÖLÜM 1


Savaş 
Doç. Dr. Haldun Yalçınkaya 


    Merhaba arkadaşlar. 




     Yazın bu sıcağında sizleri burada bir derse katılırken görmek çok güzel. Bir hoca olarak yaz aylarında derse girmeye istekli böyle seçkin 
öğrencilerle bir arada olmak açıkçası bir ayrıcalık. 

Bugün Derse bir soru ile başlayalım! 

- Soru şu, Basın, Yayın ya da başka kanallar aracılığıyla duyduğunuz en yakın silahlı çatışma hangisi? 

+… 

- Evet, Irak’ta olan çatışma hangisini en son duydun? 
- IŞİD’in saldırıları evet. 
- Ukrayna’da askeri uçağın düşürülmesi evet, başka? 
- IŞİD ne yaptı peki? Türk başkonsolosluğunu bastı. 
- Rehine olayı dışında başka ne yaptı Musul’da? 
- Musul’u da ele geçirdi. 
- IŞİD’in açılımı neydi? Şöyle tartışmalar da var onunla ilgili, Reuters’ta ortaya çıkan en son tartışma örgütün adının IŞİD değil de ILID 
olduğu yönünde. 
Değişen “Ş” ve “L” harfleriyle kastedilen Levant bölgesi, hani daha büyük bir bölge vs. Bizim anlayışımızda bunun karşılığı Osmanlı’nın Şam eyaleti; ve biz aynı bölgeden bahsederken farklı yer ismi kullansak dahi aynı bölgeyi kastediyoruz. 

Irak ve Suriye’de IŞİD kaynaklı süregitmekte olan çatışmalarda önemli bir husus ortaya çıktı: “Bir örgüt bir devletin şehrini ele geçirdi!” Bunu 
nasıl analiz edebiliriz acaba? 

+... 

- Bayağı Planlamışlar evet. 

+ Almanların Yıldırım taktiği gibi direkt olarak girdiler. Koridor halinde ortalığı bayağı bir ele geçirdiler. 

+ Planlı Organizasyonun dışında o devletin orada anarşik bir kaosta olduğunu gösteriyor. 

- Çok güzel. Bu durum çok önemli bir eşik aslında. Şöyle ki; bir örgütle bir devlet karşı karşıya geldi ve bu karşı karşıya gelmede örgüt galip geldi, bir toprağı fethetti. Şimdi acaba bir örgütün bir devlete karşı gelmesi ve o toprakları fethetmesi nasıl olabilir? Ya o devlet çok güçsüz olabilir, ya o örgüt çok güçlü olabilir değil mi? Ya da Khalesi (Game of Thrones) gibi o örgütün iki tane dragonu (ejder) olması lazım. Değil mi? Popüler kültürden bu örneğin çerçevesin de duruma şöyle bir açıklama getirelim. 

Gerçekte Musul’da meydana gelen olan aslında çok iyi bir örnektir. Konuya oradan devam edelim, daha güzel olur. Daha sonra geriye flashbackler 
(dönüşler) yaparız diye düşünüyorum. Şöyle ki, basının aktardığı bilgilere göre iki tarafa baktığımızda bir tarafta kabaca 800 ya da 1000 kişi vardı. Öbür tarafta 30.000 kişiden oluşan, 2 tane Irak tümeni vardı ve bu iki tümende her türlü teçhizat bulunuyordu. Fakat örgüte, belki de yakın gelecekte terörist demeyeceğiz (!), Bir devletin kurtuluş savaşçıları diyeceğiz(!) her neyse, örgütün temsilcilerinde hafif silahlar var. Hafif silahlar dediğimiz taşırken ağır gelebilir ama bunlar Kalaşinkof ya da ağır makineli tüfekler ya da taşınabilir roketatarlar. Bunlar hafif silah olarak geçiyor. Yani sonuçta hava gücü, helikopter vesaire yok. İkisinin karşı karşıya gelmesinde beklenen sonuç devletin galip gelmesidir. 

Bu tabii ki bir Çanakkale muharebesi değil. Çanakkale’de olan neydi, Yahya Çavuş gibi kahramanlar, topçular ve karşılarında dünyanın en iyi ikinci modern donanması diyebileceğimiz donanma vardı. 1800’lü yılların sonunda silahlanma yarışında kullanılmış İngiliz donanmasının önemli filoları bir araya gelmiş ve dünyadaki en iyi ikinci donanma olarak Türk Boğazlarından geçmek istiyordu. Bu durum buna benzetilemez; çünkü burada başka bir durum var. O da şu: şimdiki örneğimiz Musul’un bir örgüt tarafından bir devletin elinden fethedilmesi! 

Bu çok önemli bir şeydir. 

Çatışma analizi bakımından dünyada son iki ayda çok önemli iki vaka yaşandı. Bunlardan bir tanesi Ukrayna’da oldu. 

Birisi de Irak’ta oldu. 

Ukrayna’da olanı bir kenara bırakıp Musul’da olana bakıyoruz şimdi. Ukrayna’da olan şuydu: Toprak kazanımı. Ukrayna’da bir devlet başka bir devletten toprak kazandı! Musul’da olan ise bir örgütün başka bir devlete karşı galip gelmesi ve toprak fethetmesidir! Bunun olmaması gerekiyordu. Bunun olması aslında eşyanın tabiatına aykırı gibi gözüküyor. Neden? IŞİD hakkında çok fazla bilgi sahibi olmak zorunda değiliz şu anki analizimizi yapmak üzere. Çünkü yapacağımız analiz devlet dışı bir organizasyon ile devletin karşı karşıya gelmesi hususu. İkisinin karşı karşıya gelmesinde devlet dışı organizasyonun nasıl başarıya ulaştığı sorunsalıdır. Şimdi devlette ne var? Irak devletinde ne var ya da ne olması bekleniyor? 

+ Zayıf bir merkezi otorite var. 
+ Halk kendi içerisinde bölünmüş. 
+ Enerji var. 

- Güzel, Enerji Kaynakları var. 

+ Aşiretler var Amerikan işgalinden kalan ve devletle savaşan. 
+ Devlete yönelik güvensizlik söz konusu. 
+ Yanı başında devam eden Suriye krizi var. 

- Güzel. Komşusunda bir çatışma var değil mi? Ve güvensizlik var. Şöyle, 


Irak’ta bir Ordu var mı? 

+ Kendini Oturtamamış bir ordusu var. 

    - Şimdi biz iki ay öncesine gidelim. İki ay öncesine baktığımızda Irak’ta bir ordu var mıydı? Vardı değil mi? Hepsi Rayban gözlük takıyordu, hepsi Hummer jiplere biniyor, bayrakları falan var, Irak askerleri Amerikan askerlerine
öykünerek silahlarını aşağıya doğru tutuyorlardı. Başka bir ifadeyle bayağı bir caydırıcılardı! Dizlik falan takıyorlardı. Irak ordusunun verdiği görüntü iyi bir ordu resmediyordu, değil mi? 

Peki Irak’ta bir hükümet var mıydı? 30 Mayıs 2014’te seçimler yapılmıştı. Peki, Irak’ta kaç siyasi parti seçime girse çok olur? 

+ Kürtlerin 3 tane falan vardı, Türkmenlerin... 

- Soruyu anlamadınız, Irak’ta Mayıs 2014 seçimlerine kaç tane parti bulunsaydı bu rakam sizi şaşırtırdı? 

+ Yüz küsür herhalde. 

-Kesinlikle! Şöyle açıklayayım: Irak siyasette, henüz konsolide olmamış vaziyette. Toplum ve dolayısıyla siyasi oluşumlar bir araya gelmedikleri 
için çok büyük bir bölünmüşlük yaşıyor. Aslında analizimizde, bu noktada karşımıza çok önemli bir üçleme çıkıyor. Irak’ta yaşanan çatışmalar söz konusu olunca hükümetine, ordusuna ve halkına bakmamız gerekiyor. Tabii herhangi bir politik unsurda da bu üçleme kullanılabilir. Halk her zaman Ulus-devlet olmak zorunda değil. Sonuçta o savaşta o unsuru destekleyen insan faktörü olur. Bu özellik; bir Ulus-devlet özelliği olabilir, vatandaşlık bağı altında olabilir, etnik kimlik bağlamında olabilir vesaire. 

Ancak bir halk kitlesinden bahsediyoruz. İkincisi hükümet. Hükümet derken anladığımız anlamda illaki demokrasi olması ve bir bakanlar kurulunun her hafta toplantı yapması şeklinde olmasına da gerek yok. Yönetecek olan bir politik unsurun bulunması gerekliliği ve bir de ordu. 
Ordu ise çeşitli şekillerde olabilir. Bazen Kurtuluş Savaşı yıllarındaki gibi TBMM ordusu gibi olabilir. Sovyetler birliği dönemindeki kızıl ordu gibi olabilir. Ya da hatta 1994 yılında Angola’nın kullandığı gibi özel ordu dahi olabilir 

Analizimizin bu noktasında bir parantez daha açalım. Özel ordu ile kastedilen nedir? Bir devletin ihaleye çıkarak bir kiralık orduyu yüklenici şeklinde (outsource) kiralamasını kastediyorum. Angola örneğinden yola çıktığımızda, bir devlet diyor ki benim Musul diye bir şehrim var ve bu şehrin savunulması hizmetini satın almak istiyorum. Yemek almak gibi, ihaleye çıkarsın. En iyi teklifi veren ihaleyi kazanır. Bu örneği olabilecek en akıl dışı yöntemlerinde dahi mümkün olduğunu göstermek için verdim. Burada parantezi kapatıyorum. 

Nihayetinde ne şekilde olduğu bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren şey halkın olması, hükümetin olması ve ordunun olması çok önemlidir. Bunlara 
sahipse o aktör ve bunlar arasında bir denge varsa; o zaman savaşta / çatışmada başarıdan söz edilebilir. 
Başarının yanında başarısızlığın nereden geleceğini bu üç unsur arasındaki dengeden bulabiliriz. 

Peki IŞİD’de hükümet var mı? Yok. Ordu var mı? İnsanlar bir araya gelmiş, hafif silahları var ama planları falan yok. Silahlı grup diyebiliriz. 

Halk var mı? Yok. Peki nasıl başarılı olabilir? 

+ Oradaki Sunni gruplardan destek aldığına yönelik bilgiler var. 

- Doğru. Şimdi, biraz daha ileri götürelim analizimizi. Halk; bu analizde halkı, hükümeti ve orduyu kullanıyoruz çünkü halkı kullanırken düşündüğümüz şey şu kin, ihtiras ve savaşın verdiği nefret vesaire gibi duygular. İnsanların, halkın ona sahip olması ya da olmaması. Halkı, savaş yaparken bu duygulara sahip olup olmadığını incelemek için kullanıyoruz. Ordu için ise olasılık hesaplarını hatta ve hatta şans faktörünü ortaya koyan unsuru değerlendiriyoruz. Analizimizde hükümet ise rasyonel karar alma faktörünü bize getiren unsurdur. Benim size sunduğum üç unsur, üç değişik faktörü sembolize ediyor. Sonuncusu ise rasyonel karar alma güdüsü. Şimdi IŞİD’e gelince halk, hükümet, ordu ile ilgili 
bir şey bulamıyoruz. Fakat faktör analizi yaparsak karşımıza ne çıkıyor? 

Irak halkında, Sünnilerde bir itilmişlik, dışlanmışlık mevcut, bu katkı sağlıyor. Bir de IŞİD özelinde başka bir şey var, bütün dünya genelinden toplanıyor. Kendine göre meşruiyeti olan mantık mekanizması var. Bir sürü insan geldiğine göre hırs, istek, arzu var. Küçümsemek çok rasyonel olmaz. Çünkü herkes akıllı, herkes kendine göre rasyonel bir karar veriyor. Bu aşamada bu duyguların meşruiyetini tartışmıyoruz; şununla ilgileniyoruz: Onların bir araya geldiklerinde arzu ettikleri, hırslandıkları ve çabaladıkları bir şey var mı? Var. Irak ordusunda ya da halkında var mı? Yok. Böyle bir şey olmadığı açık. Musul’da bulunanlar onlara kurtarıcı gözüyle bakıyor çünkü merkezi yönetim Şii. Sekteryan bir 
bakış açısı var. 

Gelelim ikinci unsura: Ordu. Ordu, olasılık hesapları ve şans faktörünü barındırıyor. Bu konuda klasik bir hikâye vardır. Napolyon iki general 
seçecekmiş, iki aynı özelliklere sahip aday varmış. O da şansı olanı seçmiş. Şansta bir faktördür. Merkezi Irak ordusunda olmadı ama değil mi bu, Maliki’ye olan tepkiyle direkt orayı bıraktılar. Hükümet, orada var mıydı? Rasyonel karar alma süreci, çok önemli. IŞİD rasyonel karar alıyor mu? Şimdi IŞİD’in Musul’u hedef almasında rasyonel bir süreç var değil mi? Geriye gelelim Suriye’de yaşanan çatışmalara. Orada Kamışlı’nın sınırına kadar geldi peki Türkiye’ye saldırdı mı? Hayır. Süleyman Şah Türbesine saldırdı mı? Hayır. Irak’a girdiğinde Musul’da bulunan merkezi Kürt yönetimi ile çatıştı mı? Hayır. Çünkü orada güçlü bir devlet ve ordu var. Kendine cephe açacak diğer unsurlara doğru gitmiyor. Örgütün bu davranışı kendine göre bir rasyonalitesi olduğunu gösteriyor. Bu süreci doğru bir şekilde uygulamamış olsaydı şu ana kadar yok olurdu. 
Aslında bütün Irak ve Afganistan harekâtı ile 11 Eylül olayları öncesinde Birleşmiş Milletler adına Lahtar Brahimi bir rapor hazırlamıştı. O raporda 
çok önemli bir şey ortaya çıkmıştı. Brahimi’nin raporuna göre yabancı kuvvetler, Barış Güçleri bir yere gittiğinde ne yapması lazım? 

Cevap: 

“ Gönülleri ve zihinleri kazanmak ” (Winning hearts and minds). Sonrasında yaşanan Afganistan ve Irak harekâtlarında yürekleri ve zihinleri kazanmak çok önemli oldu. IŞİD gittiği her yerde bunu yapmayı çalışıyor. 

Bu da bir rasyonalite ama çatışma açısından rasyonalite arıyorsak; ikinci cephe, üçüncü cephe açmaması bunun önemli bir göstergesidir. 

+ Katliamlar yaparak uluslararası örgütleri karşısına alması yeni bir cephe açmak değil midir? 

- Bilmiyoruz, şu anda bilgiler çok taze. Bu yüzden bu bir propaganda olabilir, olmaya da bilir. 

Örgütün kendisi de propaganda yapıyor olabilir. Saddam’ın akıllarda kalan bir görüntüsü vardı, hatırlarsanız. Askerler yürüyor, Saddam izlerken tüfeğini alıp havaya ateş ederek onları selamlıyor. Hatırlıyor musunuz o görüntüyü? 

Caydırıcılık, dosta güven düşmana korku salma. 

Bilmiyoruz belki de şu an bize gelen görüntüler inanılmaz vahşet içeriyor. Fakat bu bir psikolojik propaganda mı bilemiyoruz. 1700 Şii teslim alındı deniyor. Eğer bunu gerçekten vahşet için yapıyorsa o zaman rasyonalitesini kaybetmeye başlamıştır ve yok olmaya doğru gidecektir. Hayatta kalamayacaktır. Hayatta kalmak için o rasyonaliteye girmesi lazım. 

Şimdi analizimiz için üçlememize geri dönelim: Halk, hükümet, ordu. Şöyle diyelim hırs faktörü çok, rasyonalite az olabilir. Olasılık düşük olabilir. Üçü arası vektörel farklılıklar olabilir. Bu vektörel farklılık çatışmanın niteliğini değiştirir. Gerilla tarzı bir yapılanma ya da düzenli orduların olduğu çatışmalara götürebilir sizi. Hepsinde eşit derece 0.3 kuvvete sahip olan f vaktörleri olup, onların eşit dağılımı vesaire gibi bir durum söz konusu değil. Bu örnek olayda olduğu gibi hangi faktörleri ele almanın doğru olacağından yola çıktık. Aslında size kullanmış olduğum bu üç unsur savaşı tanımlamak için ortaya atılan önemli bir üçleme. Clausewitz’in on dokuzuncu yüzyılda sunduğu “Savaş Üzerine” başlıklı kitabı 
savaşın teorisini ortaya koyan önemli bir eserdir. Bu eser, Prusyalıların ve Rusların dâhil olduğu Napolyon savaşları tecrübelerine dayanıyor. 

Bu savaş periyodu içerisinde yer almış olan Clausewitz Prusyalı bir general. Savaş sonrasında Prusya Askeri Akademisinin başına geçiyor. 

1834 yılında öldükten sonra eşi tarafından bu notları toparlanarak kitap halinde basılmıştır. Bu dönemde kitabı moda oluyor. 19.yy sonlarında tekrar popüler haline geliyor. Öte yandan 1830’lu yıllar aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu nda Vaka-i Hayriye olayının olduğu yıllar. Bu dönem Osmanlı’da ordunun yeniden yapılanması dönemidir. Burada önemli bir husus ise 1.Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı Ordusunun oluşturulmasında Prusyalıların çok büyük etkisinin olmasıdır. Bu dönemde Prusyalılar arasında ve dolayısıyla Osmanlı’da Clausewitz son derece popüler oluyor. Sonra kesiliyor, 1950’lere kadar kimse ilgilenmiyor. 

Bunun nedeni ise 1. Dünya Savaşının yaşanmasıdır.   

1. Dünya Savaşı biliyorsunuz topyekûn bir savaş, yani devletler bir araya gelip karşılarında bulunan devletler grubuna karşı bütün güçlerini ortaya koyup, karşı tarafı tamamıyla hedef alıyor. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra yaklaşık yirmi yıl sonra 2. Dünya Savaşı meydana geliyor. Esasen ikisi birbirini takip eden 
savaşlar. 2. Dünya Savaşında yaklaşık 60 milyon kişi hayatını kaybedince topyekûn savaş tekrar sorgulanıyor. Sonrasında NATO, BM kuruluyor. 

Bu dönemden sonra da Batılı devletler kendi aralarında savaşmamaya başlıyor. Hatta Brezinski bunu batının kendi arasındaki iç savaşı olarak tanımlıyor. 500 yıldır devam eden, Yüzyıl Savaşlarıyla başlayıp 1945 yılına kadar giden dönemi bir iç savaş olarak tanımlıyor. Clausewitz ise bir anlamda dünya savaşlarının sorumlusu olarak görülüp, topyekûn savaşı insanlığa getiren isim olarak anılıyor. 

1960’larda King’s College London’da, War Studies Department kuruluyor. Oxford’tan Sir Michael Howard adlı İngiliz bir profesör, Peter Paret, ve Lawrance Freedman’la bir araya geliyor. Lawrance Freedman Birleşik Krallığın Irak işgaline karşı başlatılan soruşturma ile gündeme gelen ve dönemim İngiltere Başbakanı Tony Blair’in sorgulandığı Iraq Inquiry’i yöneten kişidir. Bu akademisyenler departmanı kurduktan sonra Clausewitz’in kitabını tercüme ediyorlar. 1970’li yıllarda ise Savaş Üzerine’nin savaş kuramını en iyi açıklayan bir kitap olduğu görülüyor. Akademisyenler ve askerler bu dönemden sonra analizlerinde bu kitap üzerinden gidiyorlar. Savaş Üzerine, esasen, dokuz farklı kitaptan oluşuyor. 

Bizi ilgilendiren kısmı 28 maddeden oluşmaktadır ve “ Savaş nedir? ” başlığıyla sunulan paragrafta anlatılan savaş kuramı. 

Bu noktada bir açıklamada bulunmam gerekiyor. Türkçe’de sadece savaş kelimesi ile betimlenen, ama İngilizce’de iki kavramla ifade edilen war 
ve warfare açıklamam gerekiyor. War, Politik olarak devletler arasında gerçekleşen ve bugünkü dersimizde bizim ilgilendiğimiz kavram. Bunun 
Türkçe karşılığı ise bildiğiniz üzere SAVAŞ kelimesidir. Warfare ise savaş sırasında olanları kapsayan savaş halidir. Yüzü boyama, silah kullanma, 
ray ban gözlük kullanma, dizlik takma, atlama, zıplama, taktik intikal, geri hareketler, savunma ve taarruz gibi askerleri ilgilendiren olaylar savaş halinin içine dâhildir. İlk kısımdaki devletlerin siyasetin bir aracı olarak kullandığı kavram ise war’ı ilgilendiriyor. Diğerleri ise warfare’i ilgilendiriyor. Dolayısıyla genel olarak Uluslararası İlişkilerin çalışma alanı “ war ” kısmıdır. Askerlerden çok Uluslararası İlişkilercilerin alanıdır. 

Çünkü savaş, diplomasi gibi devlet dışı aktörlerin uyuşmazlığı çözme aracıdır. Diplomasi biraz yumuşak bir yöntemdir, savaş ise çok daha sert bir araçtır. Clausewitz’in Savaş Üzerine kitabının bahse konu ilk kısmı “ war,” geri kalan diğer sekiz alt kitabı ise “ warfare ” hakkındadır. 

Yetmişli yıllarda bu kitapla ilgilenmek ve savaşın teorisini onunla açıklamak çok önemli hala geldi. Clausewitz’in kuramında en bilinen düşünce “ Savaş, Politikanın başka Araçlarla devamıdır. ” Şeklinde ifade edilmiştir. İkincisi, savaşın; eldeki bütün güçlerle karşıdakinin bütün güçlerini ortadan kaldırması; Üçüncüsü ise halk, hükümet, ordu üçlemesidir. Kitabın Türkçede ki durumuna baktığımızda çevirisinin İngilizce dilinden daha iyi olduğunu ve kitaba daha çok saygı gösterildiğini görüyoruz. İlk tam Türkçe çevirisi 1905 yılında yapılıyor. Sonra 1975’te yapılıyor, direkt Almancadan. İngiliz dilinin Alman diline nazaran etimolojik olarak karmaşıklığı ve sığlığı aslında birçok konunun tartışılmasına neden oluyor. Askerlik ve savaş kuramında, diğer çevirilerin aksine Türkiye’de durum daha iyi. Sebebi 19.yüzyıldaki Prusya etkisi. Köklerin oradan alınmasın dan kaynaklanıyor. Akademik açıdan bakıldığında İngiliz dilini kullananlar kitabı hala tartışmakta. Kitabı aşırı derecede sevenler ise neredeyse bir kutsal kitap gibi okur ve tartışırlar. 


Savaş kuramının, Uluslararası İlişkiler teorisi içerisinde gelişimini anlatmaya çalışıyorum size. Clausewitz’in kuramı 1990’lı yıllara gelindiğinde çokça eleştirildi. 1989’da Berlin duvarı yıkıldı. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldı ve soğuk savaş bitti. Bununla birlikte soğuk savaşın bitiş dönemi sırasında Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etti. Bu dönemdeki ikinci önemli olay ise eski Yugoslavya’nın dağılması. 1990 -95 arası inanılmaz bir dönem oldu dünyada. Çünkü bir sistem değişikliğiyaşandı ve dolayısıyla uluslararası sistemde güç boşluğu oldu. Bundan dolayı ‘kurt puslu havayı sever’ deyişinden yola çıkarak bu belirsizlik ortamında herkes emellerini gerçekleştirmeye başladı. Afrika’da hayli 
miktarda çatışma çıktı. Bu çatışmaların nedenleri yine Avrupalı devletler oldu. Oradaki sömürgeleriyle ilişkilerini kopardılar. Onlar ise yüzme bilmeyen çocuğun suyun ortasında kalması gibi çırpındılar. De-kolonizasyonun ardından, Afrika’da aynı olaylar 90’lı yıllarda tekrar yaşandı. 

Afrika’da, Güneydoğu Asya’da hatta Yugoslavya gibi Avrupa’nın bazı yerlerinde çatışmalar yaşandı. Ruanda’da Hutular ile Tutsiler arasında herkes birbirini öldürüyor, 800 bin insanın kafası kesiliyordu. ‘Bu acaba politikanın başka araçlarla devamı mı?’ şeklinde Clausewitz’in teorisiyle eleştirilmeye başlandı. İkinci husus eldeki bütün imkânlarla karşıdakinin bütün imkânlarına karşı savaş açılması. Srebrenitsa’da olan bu değildi. Orada BM güvenli bir bölge ilan etti. Barış gücü güvenliği sağlamakla görevlendirildi, içerideki insanlardan ‘sizin güvenliğiniz sağlandı’ denilerek silahları alındı, sonrasında Sırp çeteler geldiğinde ise BM güçleri binanın içine girdi, Sırp çeteler ise Srebrenitsa’ya girip kendisini savunma imkanı olmayan insanları katletti. Bir gece, iki gün içinde 30 bin kişiyi öldürdüler. ‘Bunun eldeki mevcut imkânlarla karşıdakinin mevcut imkânlarına topyekûn saldırmakla ne ilgisi olabilir.’dendi. 

Üçüncü olarak ise Clausewitz’in halk, hükümet, ordudan müteşekkil üçleme eleştirildi. Denildi ki, ne halk ne hükümet ne de ordu var. London School of Economics’ten Mary Kaldor, New or Old Wars başlıklı bir kitap yazdı. Bu kitap ile yeni savaş tartışmalarını ortaya çıkardı. Kaldor ile aynı düşünceye sahip Martin van Kreveld ve Alexander Lindt eski ve yeni savaşlar arasında ayırım yapan diğer akademisyenler oldular. 

Bunlar yeni savaş tanımını ortaya koydular. Şunu açıklamaya çalıştılar: 
Eski savaşlar demode oldu. Yeni bir dünyaya girdik ve yeni dünyanın kuralları yeni kuramlarla açıklanabilir. Eski kuramlar tarihte görülmemiş yeni dönemin çatışmalarını açıklamakta yetersiz. Bu görülmemişlik içinde eski kuramlar ve özellikle Clausewitz’in görüşleri; yeni dönemi açıklamaya yeterli değil dediler. Bu şekilde yeni kuramcılar ortaya çıktı. Bu ne zamana kadar devam etti? Yaklaşık olarak ABD’nin Afganistan’a müdahalesi ve etkilerinin ortaya çıktığı 2000’li yılların ortasına kadar yeni savaş kuramcılarının teorileri kabul gördü ve yeni savaş kuramcıları ön plana çıktı. Daha sonra ise COIN’ciler popüler hale geldi. COIN counterinsurgency ifadesinin kısaltılmış halidir. COIN ise insurgency’e 
karşı gerçekleştirilir. Bu noktada belirtmeliyim ki insurgency’nin Türkçe karşılığı farklı şekillerde kullanılmaktadır: direniş, ayaklanma veya isyan gibi. Henüz Türkçe’de bu konuda yeterince akademik tartışma yapılmadığı ve kavramın Türkçe karşılığı tartışmalı hususlar barındırdığı için bu derste tartışmaya girmeyerek kavramın İngilizce karşılığını bilinçli bir şekilde kullanıyorum. 

ABD ordusunda subay olarak çalışmış ve sonrasında Oxford Üniversitesi’nde doktora yapmış olan John Nagl, Fransız-Cezayir savaşı ile ilgili yazmış olduğu bir kitabı bulunan David Galula ve İngilizlerin Malaya’daki çatışmalarıyla ilgili yazdığı bir kitabı olan Frank Gitson; bu tartışmaları başlatanlar oldu. Son iki yazarın iki kitabı da counterinsurgency ile ilgilidir. Nagl’ın doktora tezi ile bu konu üzerine son dönemde çalışmaya başlayan kişi oldu. John Nagl ABD West Point Harp Okulundan 1989 yılında mezun olmuş, görev yaptığı yerlerden tanışıklığı olan, çok sevdiği Patreus adında (kamuoyunda da son yıllarda yakınan tanınan) bir komutanı vardı. Patreus ilerleyen dönemde general oldu, John Nagl’ı Oxford’a gönderdi, ve o da bu çalışmayı yaptı. Sonra 2000’li yıllarda ordudan emekli oldu. Bu dönemde de General Patreus Afganistan’daki birliklerin komutanı oldu. 

ABD ordusu şu anda savaşan bir ordu. ABD ordusu 1990 yılından beri savaş yapıyor ve uluslararası sistem kuramcılarına göre hegemonya savaşı veriyor. ABD ordusu bütün dünyaya yayılmış vaziyette. Mesela Türk ordusu Türkiye coğrafyasına yayılmış, Türkiye’yi korumakla görevli. 

ABD ordusu bütün dünyada konuşludur. Asya, Avrupa, Afrika’da komutanlıkları var. Örneğin Türkiye’nin 1. Ordu Komutanı İstanbul’da oturuyor ve bütün Marmara bölgesinden sorumlu gibi. Örneğin Tekirdağ’a gittiğinde önce Tekirdağ valisini ziyaret ediyor. ABD ordusunda bir general ise örneğin Afganistan’a gittiğinde önce Afganistan Devlet Başkanı ile görüşüyor. Bu gizli bir bilgi değil, bütün dünya tarafından biliniyor. Savaşan orduların en büyük özellikleri şudur, karargâhta olanlar değil, cephede olanlar önemlidir. Dünyada karargâhta oturan generaller değil, cephede olanlar ismen tanınır. Atatürk’ü Atatürk yapan Anafartalar savunmasıdır. Cephede olduğu için inanılmaz sükse yapmıştır. Tuğgeneral iken elde ettiği başarı onu yükseltmiştir. Savaşan ordularında cephedeki adamı önemlidir. ABD’de de durum aynı. General Patreus Afganistan’daki birliklerin başına geçtiğinde önemli adamdı. Pentagon’da oturan herkesten daha önemliydi. Bu yüzden onun dedikleri yapılıyordu. 
Ve emekli olduktan sonra adamı John Nagl’a, bütün ABD ordusu için geçerli olan, Counterinsurgency Manual başlıklı talimnameyi sipariş etti. Bu çalışma talimname olarak basıldıktan sonra, Nagl aynı çalışmayı kitap olarak bastı,” Çorbayı Bıçakla İçmek” adı altında. (Eating Soup With a Knife) yayımladı. Ve bu yayım, ABD’nin dünyada savaşan en büyük ordu olması nedeniyle diğer orduları da etkiledi. Dolayısıyla bu çalışma genel doktrini değiştirdiği için önemlidir. Daha sonra bütün dünyada tartışılmaya başlandı. Türkçesini söylemememin sebebi; daha önce ifade ettiğim gibi hala dilimizde şu counterinsurgency’nin ne olduğu ile ilgili bir tartışma başlamadı bile. Çünkü bu karmaşık bir durum. 

Olay PKK ile ilişkilendirilir diye endişe ediliyor, ama kanımca buna gerek yok. Mana olarak direniş, kalkınma ve ayaklanma kelimeleri karşılıyor. 

Bakış açısına göre değişecek şekilde adlandırılıyor. 

+ Insurgency isyan diye de geçiyor ama... 

- Çok doğru söyledin, direniş, kalkınma, ayaklanma ve isyan. 

+ IŞİD’in Irak’ta yaptığı BBC’de insurgent diye geçiyor. 

- Çok güzel. Ama biz Türkçe literatürde henüz insurgency’e ve insurgent’a kalkışma mı, ayaklanma mı, direniş mi diyeceğimize karar veremedik. 
Konumuz şu, şu söylendi: “Savaş lisans öğrencisinin çalışma konusu ise, insurgency bir doktora öğrencisinin çalışma konusudur.” dediler. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

**********