10 Nisan 2017 Pazartesi

Avrupada Profesyonel Bir Disiplin Olarak Ortaçağ Tarihçiliğinin Doğuşu


Avrupada Profesyonel Bir Disiplin Olarak Ortaçağ Tarihçiliğinin Doğuşu ,



Fatih DURGUN 
İstanbul Medeniyet Üniversitesi, 
fatih.durgun@medeniyet.edu.tr 


Özet 

19. tarihçilik anlayışında büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemdi. Tarih profesyonelleşmekte ve bilimsel bir nitelik kazanmaya başlamaktaydı. Bilimsel anlayışın mutlaklığına inanan Aydınlanma düşünürlerinin etkisi altındaki Leopold von Ranke gibi 19. yüzyıl tarihçileri Rönesans döneminde temelleri sağlam biçimde atılan tarihi Antik, Orta ve Modern çağlar olarak bölme yaklaşımını 
benimsemekteydiler. Ortaçağ tarihi Rönesans’tan beri genellikle olumsuz, karanlık bir dönem olarak görülmekteydi. Bu yaklaşım 19. yüzyıl tarihçiliğine de miras olarak kaldı. Fakat bu dönem aynı zamanda İngiliz, Alman ve Fransız tarihçilerin Ortaçağ kaynakları üzerine eleştirel çalışmalar ve edisyonlar yapmalarına da tanıklık etti. Örneğin, Alman tarihçiler Roma İmparatorluğu’nun 
yıkılışından Rönesans’a kadar Alman tarihi için önemli görülen arşiv malzemesi ve kronikler gibi anlatı eserlerini Monumenta Germaniae Historica başlıklı bir edisyon projesini 1819’dan itibaren yayınlamaya başladılar. Benzer bir şekilde, İngiltere’de 19. yüzyılın ikinci yarısında, dönemin en önemli tarihçilerinden biri olan William Stubbs’ın yönetiminde Ortaçağ İngiliz kaynakları Rolls Series 
adı verilen bir edisyon projesi çerçevesinde gün yüzüne çıkartılmaktaydı. Bu anlamda, Ortaçağ tarihçiliği profesyonel ve bilimsel bir tarihçilik anlayışının parçası haline gelmekteydi. Bu bildiride, ilk olarak, bu sürecin genel bir değerlendirmesi yapılacaktır. İkinci olarak, Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel bir disiplin olarak biçimlenmesi tartışılacaktır. Tarihsel olarak karanlık kabul edilen 
Ortaçağ’a karşı bu ilginin neden oluştuğu temel sorumuz olacaktır. Çalışmada, Aydınlanma ‘nın rasyonel araştırma ve bilimsel sınıflandırma düşüncelerini esas alan 19. yüzyıl tarihçilerinin kendi dönemlerinde gelişmeye başlayan Romantik milliyetçi düşüncenin etkisiyle milli bir tarih yazımına yöneldikleri ve bu yönelişin de Ortaçağ’a olan ilgiyi arttırdığı vurgulanacaktır. Ortaçağ’da ulusdevletin ve onun değerlerine ait köklerin bulunabileceğine inanan 19. yüzyıl profesyonel tarihçileri için Ortaçağ’ın kendi dönemlerini anlamak ve anlamlandırmak için büyük bir önemi olduğu ve bu bağlamda ilham kaynağı teşkil ettiğinin altı çizilecektir. 

Anahtar Kelimeler: Avrupa, tarih, ortaçağ, aydınlanma, romantizm, profesyonel tarihçilik,Fatih DURGUN , 

Ortaçağ Tarihi Problemi; 

Tarihçiler 20.yüzyılın ikinci yarısından bu yana Ortaçağ kavramının bugün yaygın biçimde bilinen ve kabul edilen şekliyle ‘Karanlık Çağlar’ olarak ilk defa İtalyan şair Francesco Petrarca (1304-1374) tarafından ortaya atıldığını kabul ederler (Mommsen, 1942, ss.226-42). Ortaçağ’ın bu şekilde olumsuz biçimde tasvir edilmesinin nedeni, Petrarca ve dönemindeki diğer düşünürlerin gözünde Ortaçağ’ın Homeros, Aristoteles, Cicero gibi büyük düşünür ve yazarları ortaya çıkardığı düşünülen Antik Çağ ile bu isimlerin yeniden yorumlanmasıyla Petrarca’nın ve çağdaşlarının başlattıklarını düşündükleri, bugün Rönesans Hümanizmi olarak adlandırdığımız kendi modern çağları arasında kalan, bittiğine inandıkları bir dönem olmasıydı. Ortaçağ, tarihsel bir dönemlendirme konusu olarak kendisine yüklenen bu oldukça kötü anlamıyla Rönesans sonrası yüzyıllarda da kullanılmıştır. 

Kavramın tarihçilik açısından bir dönemi ifade edecek şekilde kronolojik kesinlikle kullanılması için ise Aydınlanma’nın erken dönemlerini beklemek gerekecekti. Aydınlanma tarihçiliğinin tipik bir göstergesi olan Evrenselci tarih yazım anlayışı çerçevesinde bir Dünya Tarihi anlayışı geliştirmeye çalışan Alman tarihçi Christoph Cellarius, 1688 yılında yayınlanan eseri Historia Medii Aevi (Ortaçağ Tarihi)’de, her ne kadar eleştiriyor olsak da, genel olarak bugün tarihçiler olarak benimsediğimiz Ortaçağ tarih aralığı olarak Roma İmparatoru Konstantin’in ölümünden İstanbul’un fethine kadar olan dönemi belirlemiştir (Reuter, 2006, ss.19-37). 

Aydınlanma dönemi boyunca da, Petrarca ve ardılları gibi, bu tarih aralığında meydana gelen her olay ve ortaya çıkan her olgu, istisnai hususlar dışında, David Hume’dan Edward Gibbon ve Voltaire kadar tarih eserleri yazan düşünürlerce de olumsuz biçimde ilerlemeye ve modern gelişmeye engel olarak tasvir edilmiştir (Durgun, 2013, ss.283-304). 

19. yüzyıla geldiğimizde bu anlayışın değişmeye başladığı görülür. Romantik milliyetçiliğin Aydınlanma düşüncesinin evrenselciliği ve saf akılcılığı karşısında ivme kazanması Ortaçağ’a olan ilgide artışa neden olmuştur. Romantik tarihsel romanın kurucusu olarak kabul edilen İskoç edebiyatçı Walter Scott (1771-1832)’dan, Fransız Devrimi’nin büyük tarihçisi Jules Michelet (1798-1874)’e kadar 19. yüzyıl Avrupa düşünce tarihinin birçok önemli siması Ortaçağ hakkında olumlu görüşler ileri sürmeye başlamışlardı. Dahası, bu düşünürler için Ortaçağ kendi tarihsel perspektiflerinin ve dünya görüşlerinin ilham kaynağı olmuştur. 19. yüzyıl tarihçiliği de Ortaçağ algısındaki değişimden nasibini almıştır. Bilimsel ve evrensel tarih yazmaya inanan, bu özellikleri itibariyle de Aydınlanma düşüncesinin tesiri altında olan Leopold von Ranke gibi 19. yüzyıl tarihçileri Rönesans ile şekillenmeye başlayan, 17. ve 18. yüzyıllarda da tarihçiler arasında genel bir kanaat haline gelen tarihi kabaca Antik, Orta ve Modern çağlar olarak üç parçaya ayıran anlayışı kabul etmekteydiler. Fakat bu geleneksel dönemselleştirmeyi benimsemekle birlikte Romantik milliyetçiliğin tetiklediği milli kökleri bulmak için geçmişe dönüş düşüncesinin etkisiyle Ortaçağ tarihine, kendilerinden öncekilerin aksine daha kapsayıcı ve tutarlı biçimde yaklaşmaya başladılar (Iggers, 2003, 23-31). Bu, Avrupa’da Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel bir disiplin olarak doğuşunun düşünsel arka planını teşkil ediyordu. 

Mesleki açıdan baktığımızda ise, 19. yüzyıl tarihçilik açısından belirgin bir dönüşüm sürecine tanıklık etmişti. Bu bir yanıyla metodolojik diğer bir yanıyla da kurumsallaşmayla ilgiliydi. Modern Avrupa üniversitelerinde tarih kürsülerinin sayısı artıyor, tarih kürsülerinde Ortaçağ üzerine araştırmalar yapan tarihçiler çoğalıyordu. Tarih bilimselleşip profesyonelleşerek bugünkü şeklini almaya 
başlıyordu. Metodolojik olarak bilimsel ve profesyonel olmak için tarihsel kaynakların neşri ve eleştirel incelemeleri gerekmekteydi. Bu bağlamda, 1819 yılında Alman Ortaçağ tarihi kaynakları Monumenta Germaniae Historica (Alman Tarihi’nin Abide Eserleri) başlıklı bugünde devam eden bir projeyle gün yüzüne çıkartılıyordu. İngiltere’de benzer bir proje 19. yüzyılın ikinci yarısında Rolls 
Series adıyla başlatılıyordu. Başka örneklerle de desteklenebilecek Ortaçağ’a olan ilgideki bu artış Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel olarak şekillenmesini gösteriyordu. Bu veriler çerçevesinde, bu çalışma tarihçiliğin profesyonel bir disiplin olarak biçimlendiği 19. yüzyılda Avrupa Ortaçağ tarihçiliğinin, tarihçilik içinde bir alt disiplin olarak oluşumu ve kurumsallaşmasına yoğunlaşacaktır. 
Romantik milliyetçiliğin doğurduğu siyasal ve düşünsel koşulların 19. yüzyılda tarih metodolojisindeki belge merkezli anlayışla birleşerek profesyonel Ortaçağ tarihçiliğini kurumsallaştırdığı gösterilecektir. 

Romantik Milliyetçilik ve Ortaçağ Tarihçiliği 

Rönesans düşünürleri için ‘Karanlık’ olan Ortaçağ, Aydınlanma dönemi tarihçilerinin düşünce dünyalarında bu niteliğiyle kemikleşmiş, Ortaçağ tarihine ilişkin araştırmalarını sürdürmekle beraber, Gibbon ve Hume gibi Aydınlanma yazarları, Ortaçağ konusundaki yorumlarını içinde bulundukları modern çağda bulunan olumlu ve ileri düzeydeki niteliklerin olmayışıyla şekillendirmişlerdir. Bu 
algının 19. yüzyıl başlarından itibaren Romantik milliyetçi bakış açısı neticesinde derin bir dönüşümden geçtiği görülmektedir. Entelektüel bir hareket olarak tarihi 18. yüzyıl ikinci yarısının Almanya’sındaki Sturm und Drang (Fırtına ve Coşku) hareketine götürülebilecek olan Romantizm akımının 19. yüzyılın ilk çeyreğinde bütün bir Avrupa’da düşünceleriyle etkili olan Herder, Schelling ve Fichte gibi Alman düşünürlerinin yaklaşımlarıyla temel özelliklerini kazandığını ve modern dönemde Ortaçağ tarihine yönelik ilgiyi şekillendirdiğini söyleyebiliriz. 18. yüzyıldan itibaren Avrupa toplumlarında kendisini iyiden iyiye hissettiren mekanistik dünya algısına, saf akılcılığa ve kozmpoliten evrenselci dünya görüşüne karşı bir tepki olarak gelişen Romantik akımın mensupları aklın yönlendirici ve tanımlayıcı işlevini reddetmemekle beraber, insanın mekanistik dünya karşısında bireysel ve saf insani duygularını, kendi bireysel bilinçlerini, doğayı ve bireysel imgelemi(tahayyülü) öne çıkarmışlardı. Bireylerin kendilerini mekanistik ve saf akılcı bir düzen karşısında konumlandırmalarını ön gören bu anlayış, yapısı gereği olumlu özellikler atfettiği kavramlar için ilham kaynağı olarak modern öncesi döneme büyük önem vermeyi gerektiriyordu (Halsted, 1969, 1-37). 

Bu anlamda, tarihe verilen Romantik önem Ortaçağ tarihçiliğine olan yoğun ilgiyle (medievalism) Romantik düşünceyi özdeş hale getirmişti. Hatta büyük Alman şair Heinrich Heine (1797-1856) bu konuda ileriye giderek Romantizmi ‘Ortaçağ şiirinin şarkılarda, resimlerde ve sanat eserlerinde, genel olarak sanatta ve yaşamın her alanında yeniden dirilişi’ olarak görmekteydi (Bartlett, 2001, s.13). Heine’nin yorumu abartılı bir tasvir olmakla beraber, Ortaçağ’ın Romantik tarih düşüncesi içinde oldukça belirleyici bir işlevi olduğunu söylemek gerekir. Aydınlanma düşünürleri tarafından dışlanan Ortaçağ, Aydınlanma düşüncesinin evrenselci tarih anlayışı karşısında ulusun kendi kültürü ve tarihi anlamlı bir bütün olarak görüldükçe itibar kazanmaya başlıyordu. Eğer her bir ulusal kültürün kendine özgü canlı ve organik bir gelişme tarihi var ise o zaman bu gelişim içinde Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’nin bozucu etkilerine maruz kalmamış Ortaçağ tarihinin ulusal tarih açısından saf özellikler taşıyan özelliklerinin vurgulanması gerekiyordu. Her bir ulusun kendi kültür kaynaklarını bağrında taşıyan Ortaçağ, ulusun tarih içinde geliştirdiği kolektif bir bilincin ve değerler sisteminin kökenlerinin bulunabileceği yerdi (Durgun, 2013,ss.283-304). Bu Romantik tarih algısı Almanya özelinde doğmuş olmakla beraber, hem Britanya’da hem de Kıta Avrupa’sında karşılık bulmuştur. Örneğin, 1789 Fransız Devrimiyle birlikte Fransız toplumunun sarsıcı bir değişim sürecine girmesi Fransa’da da Alman Romantizm’inden beslenen bir geçmişe dönüş anlayışını beslemiştir. 19. yüzyılın en büyük Fransız tarihçisi olarak kabul edilen Michelet, Almanya’ya ya gitmiş, Almanca öğrenmiş, bizzat orijinal metinlerinden Herder, Hegel gibi Alman düşüncesinin önde gelen isimlerinin eserlerini okuyarak milli tarih anlayışını biçimlendirmiştir. Fransız Devrimi değerlerine sıkı sıkıya bağlı olan Michelet, tarihsel anlayışında iki noktaya özellikle vurgulamıştır. Bunlardan bir tanesi, Aydınlanma düşünce çizgisi çerçevesinde tarihin seküler bir özgürleşme süreci olarak algılanması, bir diğeri ise Herder’in Romantik tarih anlayışına uygun biçimde ulusun kurumlarının organik ve canlı gelişiminin tarihsel bir bütünlük çerçevesinde anlaşılmasıdır. Bu iki anlayışın bir yönü onu Fransız Devrimi’ni Fransız ulusunun kendini gerçekleştirme ve ulusal birliğe ulaşma konusunda en ileri aşama olduğu görüşüne götürürken, Ortaçağ’da bu ulusal tarihte bir yer edinebilmiştir (Kudrycz, 2011, s.101). Özellikle Geç Ortaçağ’da Fransız devleti ve toplumsal kurumlarının modern Fransa’nın doğuşuna katkı sağladığı ölçüde önemli görülmesi Michelet’in bu bakış açısını yansıtır. 

Ampirik felsefe geleneğine bağlı kalan ve Alman milliyetçiliğiyle idealist felsefe sine her zaman mesafeli bir tutum benimsemiş olan İngiliz entelektüelleri de Romantik akımdan kendilerini kurtaramamışlardır. Henüz birleşememiş olan parçalı yapıdaki Alman devletlerinde ve Fransız Devrimi ile ilişkili bir milliyetçiliğin gelişim gösterdiği Fransa’nın aksine, emperyal Britanya 
aidiyetine bağlı kalan Ada’da Romantik milliyetçilik siyasal bir bakış açısından ziyade mekanistik ve aşırı rasyonalist Aydınlanma kültürüne karşı geçmişe yönelik reaksiyoner bir nostalji biçiminde gelişmiştir. Romantik milliyetçiliğin tarihsel bir anakronizmle edebi eserlere yansıması İskoç romancı Walter Scott’ın yazdığı Ivanhoe (1819) gibi eserlerde gözlemlenebilir (Kudrycz, 2011,ss.65-66). 

Ortaçağ’a yönelik Romantik milliyetçi eğilim Britanya, Almanya ve Fransa örneklerinde göründüğü gibi farklı biçimlere sahip olmakla birlikte, organik bir sürekliliğe sahip ulusal tarih düşüncesine verdiği anlamla Ortaçağ geçmişinin incelenmesi konusunda teşvik edici olmuştur. Ortaçağ milli kültürünün yapı taşları olarak görülen eserlerin büyük bir iştiyakla neşredilmeleri de bu döneme 
rastlar. 5.-6. yüzyıl pagan Cermen kahramanlık hikâyelerine dayanan ve Ortaçağ Almancasıyla yazılmış olan Nibelungenlied (Nibelungen Şarkısı)’nın 1782 yılında modern Almanca edisyonu yapılmış, 11. ve 12. yüzyıllarda derlenen ve eski Fransızcanın en eski edebi ürünü olarak bilinen Ortaçağ epik şiiri La Chanson de Roland (Roland Şarkısı)’ın modern edisyonu 1837’de, yine Eski İngilizce ile yazılan ve 5. yüzyılın sonlarına ait olan Anglo-Saxon epik şiiri Beowulf 1815 yılında yayınlanmıştır (Bartlett,2001,s.18). 

Ortaçağ Tarihçiliğinin Kurumsallaşması 

Romantik milliyetçi akımın ulusun kolektif varlığını temsil eden Ortaçağ’a ilişkin edebi ve tarihsel eserlerin yayınlanmasına yönelik bir yönelime yol açmasının milli devlet politikalarıyla koşut gittiğini söylemek mümkündür. Diğer bir deyişle, Romantik geçmiş ilgisi hem düşünsel hem de kurumsal düzeyde Ortaçağ’ın değerli görülmesine neden olmuştur. Geçmiş hakkında bilgi edinme kaynağı 
niteliğine sahip olan tarih iktidarda bulunanlar için her zaman kendi oluşturdukları düzen ve sistemin dayanağını oluşturacak meşruiyet temelini teşkil etmiştir (Satan ve Şimşek, 2011, s.11). Millet olma bilincinin toplumun bütün katmanlarına sirayet etmesi ve tarihin milli devlet oluşumuna katkıda bulunması gerektiğini düşünen devlet politikalarının en somut ve öncü denilebilecek örneğini Prusya milli eğitim politikalarında görebiliriz. Bu konuda, Prusya-Alman geleneği daha önce de temas ettiğimiz üzere, gerekli kültürel alt yapıyı bünyesinde barındırıyordu. Prusya, Alman devletlerinin birbirinden siyasi, bölgesel ve dini sebeplerle ayrı düştüğü ve Alman devletlerinin Napolyon öncülüğündeki Fransız işgalleriyle sarsıntı geçirdiği bir dönemde merkeziyetçi bürokratik Prusya devlet kültürü etrafında milli bir tarih düşüncesi inşa etmeye girişmişti. Prusya devlet kültürü ve milli tarih anlayışı 1870 yılında Prusya önderliğinde Alman İmparatorluğu’nun kurulmasıyla birlikte Alman milli devlet kültürüne de dönüşecekti. Düşünsel olarak Herder, Fichte ve Schelling gibi Alman Romantik milliyetçilerinin tarih felsefelerinden beslenen Prusya merkezli Alman milli tarih politikası, hem Aydınlanma ‘nın akılcı düşünce kültürüyle beslenen ve hümanist gelenekten haberdar olan hem de güçlü bir milli tarih bilincine sahip gençler yetiştirme projesine sahipti. 1810 yılında kurulan Berlin 
Üniversitesi yüksek öğretim düzeyinde bu projenin öncüsü niteliğindeydi. Modern eğitim felsefesinin kurucu isimlerinden olan Alexander Humboldt’un rehberliğinde kurulan Berlin Üniversitesi Prusya devletinin istediği ölçütlere göre kentli modern değerlerle geleneksel Alman kültürünü bir arada verecek müfredatı hazırladı ve tarih eğitimini de bunun içine yerleştirdi. Prusya Devleti tarafından 1812 yılında çıkarılan yasayla bugün halen Alman Orta Eğitim sisteminin gözde okulları olan Gymansium’lar 9 yıllık Orta Öğretim kurumları olarak kurulmuşlardı. Üniversitelerdeki tarihsel araştırma ruhuna uygun bir hazırlık devresinden geçecek ve milli bilinçle donatılacak nesiller için tarih eğitimi bu seçkin okulların müfredatında da önemli bir yer tutuyordu (Iggers, 2003, ss.23-24) . 

Üniversite tarih eğitimi pedagojik fonksiyonunun yanı sıra uzman araştırma cıların belirli dönemler ve konular etrafında yoğunlaştığı araştırmacı işleve de sahip olmalıydı. Bu anlamda, ulusal tarihin ince noktalarını araştırmaya dayalı bir biçimde örgütlenmeliydi. Modern tarihçiliğin öncüsü olarak kabul ettiğimiz Leopold von Ranke’nin Almanya’nın doğusunda bulunan Frankurt/Oder’de lise öğretmenliği yaparken Üniversite’de teşekkül eden tarih kürsüsünün başına getirilmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir(Iggers, 2003, s.24). Ranke’nin Ortaçağ üzerine müstakil denebilecek çalışmaları olmakla beraber asıl ilgisinin bugün Yeniçağ ya da Erken Modern diye adlandırdığımız döneme yoğunlaştığını görmekteyiz. Fakat tarihi belgeleri merkeze alan metodolojisiyle (Breisach, 1994, ss.232-234) Ortaçağ tarihçiliğinin seyrine de dolaysız bir etki yapmıştır. Almanya’da akademik mahiyette Ortaçağ çalışmalarına doğru olan eğilim asıl şekliyle, yani bir Ortaçağ uzmanının üniversitede görev almasıyla Ranke’den sonraki kuşakta ortaya çıkmıştır. Ranke’nin modern tarih çalışmalarına yoğunlaşması dolayısıyla kendinden sonra birçok modern Alman tarihçisine ilham kaynağı olduğunu biliyoruz. Ancak, Ranke’nin Berlin seminerlerinde eğitim görmüş olan ve yine Ranke’nin teşvikleriyle tarih alanında uzmanlaşmayı seçen Georg Waitz (1813-1886)’ı Alman üniversitelerinde Ortaçağ tarihinin profesyonel bir disiplin olarak şekillenmesinde belirleyici rol oynayan isim olarak anabiliriz. 1842 yılında Almanya’nın kuzeyindeki Kiel Üniversitesi’ne ve 1849 yılında da modern kaynak eleştirisi usulüne göre tarihsel araştırma yapmayı şiar edinen 18. yüzyıl Alman tarihçilerinin merkezi Göttingen Üniversitesi’nde çalışmalarına devam eden Waitz, her ne kadar henüz kati uzmanlaşmanın belirgin olmadığı bu dönemde modern ve antik çağ üzerine dersler vermiş olsa da, araştırma ve yazılarında Ortaçağ tarihinin dışına çıkmamaya çalışmıştır. Waitz’i 19. yüzyıl tarihçiliğinde Ortaçağ tarihçiliğinin Ranke’si olarak adlandırsak hiçte yanlış bir şey yapmış olmayız. Waitz, tıpkı hocası Ranke gibi yoğun biçimde birincil tarihsel kaynak kullanarak Alman Ortaçağ tarihi üzerine çalışmalar yapmış ve 12. yüzyıl sonuna kadar Alman siyasi ve hukuki tarihini incelediği meşhur eseri Almanya ’nın Anayasal Tarihi (Deutsche Verfassungsgeschichte)’ni yazmıştır. Waitz’ı Ranke ile benzer kılan özelliklerden biri onun Ortaçağ tarihini profesyonel tarzda inceleme yönteminin Avrupa Ortaçağ tarihçiliğine yaptığı etkidir. Birçok lisansüstü öğrenci yetiştiren Waitz’ın Gabriel Monod gibi Fransız Ortaçağ tarihçiliğinin 19. yüzyıldaki öncü isimlerinden Waitz’in etkisi altında kalarak çalışmalarını Ortaçağ Fransız tarihine yönelttiğini görmekteyiz. .Monod bugün halen yayınına devam etmekte olan Fransa’nın saygın tarih dergilerinden biri olan Revue Historique’i kurmuştur (Kudrycz, 2011, s.114). Bu örnekte görüleceği gibi, Almanya’daki akademik ve profesyonel tarihçilik yöneliminin 
Ortaçağ tarihini kapsayacak biçimde yaygınlaşması Avrupa Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonelleşmesine katkı sağlamıştır. 

Almanya örneğinde görüldüğü üzere, Avrupa’da gerek ortaöğretim düzeyinde gerekse de üniversitelerde tarih eğitiminin verilmesini zaruri gören milli devlet politikaları Ortaçağ tarihinin saygın bir araştırma konusu olmasında etkili olan faktörlerden biridir. Fransız Devrimi sonrası, Devrim’in milliyetçilik ve vatan vurgusu gibi ideolojik özellikleriyle kısa bir süre içinde Dünya tarihinin seyrine yön veren Fransa bu konuda Almanya gibi öncü bir rol oynamıştır. Fransız Devrimi’nin siyasal olarak ön ayak olduğu milliyetçilik düşüncesi geçmişle bugün arasında sürekliliğe dayalı milli tarih yazımı fikrini güçlendirmişti. Bu bağlamda, Aydınlanma döneminde dışlanan Ortaçağ hem akademik bir çalışma alanı olarak ilgi görmeye başladı; hem de oluşmaya başlayan orta öğretim müfredatlarında modern dönemin kurucu unsurlarından biri olarak yer alması uygun bulundu. Bilindiği üzere Fransa’da liseler 1802 yılında açılmıştır. Napolyon’un lyceeleri açmasındaki temel hedef, öğrencilerin Aydınlanma düşüncesine uygun şekilde matematik, aritmetik gibi temel alanlarla, fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimlerine dair bir eğitim almalarıydı. Pozitif bilimlerin ağırlıklı olduğu müfredatta tarih, edebiyat veya klasik metinlerin incelenmesi gibi klasik hümanist eğitim alanları ikincil düzeyde öneme sahipti. Öyle ki müfredata Napolyon döneminde iyice yerleşen pozitif bilim eğitimi 20.yüzyılın başlarına kadar hakim konumunu koruyacaktı (Gilpin, 1968, s.101). Yine de Fransız milli bilincinin öğrencilere verilmesinin pedagojik bir gerekliliği olduğuna yönelik inanç tarih derslerinin profesyonelleşme sürecine de yol açmıştır. Napolyon’un ardından gelen Restorasyon Dönemi’nde Kamu Eğitimi Komitesi’nin başında bulunan Royer Collard okullarda tarih alanında uzmanlaşmış öğretmenlerin tarih derslerini vermelerini sağlamıştır ( Den Boer, 1998, ss.135-137).

1830’dan itibaren tarih ve coğrafya öğretmenliği için sınavların açılmaya başlanması da bu profesyonelleşme eğiliminin göstergeleridir. Fransız tarihçiliğinin profesyonelleşmesinde tarihçilerin 19. yüzyıl boyunca siyasi görevlerde yer edinmelerinin büyük bir payı vardır. Örneğin, Restorasyon Dönemi’nde milli eğitim bakanlığı da dâhil çeşitli üst düzey görevlerde yer almış olan muhafazakâr siyasetçi Guizot aynı zamanda tarihçi kimliğine sahiptir (Le Goff, 2016, s.26). Fransa’da profesyonel Ortaçağ tarihçiliğinin yerleşmesinde daha önce ismini zikrettiğimiz Gabriel Monod belirleyici rol oynamıştır. Alman Ortaçağ tarihçisi Georg Waitz’den Rankeci metodolojiyi öğrenen Monod, 1868 yılında École des hautes études’de tarih kürsüsüne atanmıştır (Kudrycz, 2011, s.114). 

İngiltere’de profesyonel bir tarihçilik alanı olarak Ortaçağ tarihçiliğinin gelişmesinde Alman ve Fransız ekollerinde gözlemlediğimiz Rankeci metodolojiyle Ortaçağ’a olan Romantik ilginin harmanlanması aynı şekilde belirleyici olmuştur. Oxford ve Cambridge Üniversitelerinde modern tarih kürsüleri 18. yüzyıldan beri mevcut olmakla beraber, yüksek lisans ve doktora düzeyinde tarih araştırmaları ancak 1860’lı yıllarda başlamıştır. Tarihin profesyonelleşmesi, özellikle Almanya örneğine göre geç kalmış olmasına rağmen profesyonel tarihçiliğin gelişim seyri ve bu süreçte Ortaçağ araştırma larının kurumsallaşması benzer nitelikler taşımaktadır. Ortaçağ tarihi Modern ulusal tarihin bir alt alanı olarak görülmüştür. Metodolojik olarak Ranke’nin birincil kaynak araştırmalarının etkisinde kalan ve Ranke’den İngilizce’ye çeviriler yapan İngiliz Ortaçağ tarihçisi ve din adamı William Stubbs, birincil kaynaklar merkezinde bugün halen Ortaçağ tarihçilerinin ellerinden düşürme dikleri The Constitutional History of England isimli akademik tarihçilik ürünü olan eserini kaleme almıştır (Kudrycz, 2011, s.119-125). Stubbs’ın İngiliz Ortaçağ tarihçiliğinin seyrini belirlemesinde 1866 yılında Oxford Üniversitesi Modern Tarih kürsüsüne atanması (Burrow, 2008, s.383) önemli bir aşama olmuştur. Henüz antik ve modern çağ kürsülerinden bağımsız olarak Ortaçağ kürsülerinin olmadığı, Ortaçağ’ın modern ulusal tarihin alt bir alanı olarak görüldüğü bu dönemde Stubbs gibi çalışmalarını Ortaçağ İngiliz tarihine yoğunlaştırmış bir ismin modern tarih kürsüsünün başına atanması Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonelleşmesi açısından dikkate değerdir. 

Ortaçağ’a Romantik-Milliyetçi düşüncelerle oluşan ilginin kurumsal düzeyde yansımaları üniversitelerde tarih kürsülerinde uzman Ortaçağ tarihçilerinin yer almaya başlamalarının yanında, bu tarihçilerin Ortaçağ tarihi belgeleri neşriyatına girişmelerinde de görülebilir. 1819 yılında, Napolyon’un Alman topraklarını işgalinden sonraki dönemde, Monumenta Germaniae Historica ismiyle Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından takriben Yeniçağ’ın başladığına inanılan 1500 yılı civarına kadar olan arşiv malzemesi ve kronikler gibi birincil tarihsel kaynakların neşrine başlanmıştır. Bu projenin başında arşivci ve tarihçi olan Georg Heinrich Pertz yer almış, 1875 yılından sonra ise görevi Georg Waitz üstlenmiştir (Kudrycz, 2011, s.114). Monumenta, bugün hala yeni edisyonlar la neşredilmeye devam etmektedir. İngiltere’de Kraliyet desteğiyle ve William Stubbs, H.R. Luard ve H.T. Riley gibi tarihçilerin yoğun çalışmaları neticesinde yaklaşık 253 ciltlik Rolls Series 1858 ile 1911 yılları arasında yayınlanmıştır. 

Sonuç 

Avrupa’da Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel bir disiplin olarak ortaya çıkışına neden olan iki temel eğilimin olduğunu görmekteyiz. Temelleri Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde atılan eleştirel birinci kaynak incelemesine dayalı metodolojik tarih anlayışı 19. yüzyıl tarihçiliğinin profesyonelleşmesini şekillendirmiş, bilimsel ve objektif tarih araştırması olarak kabul edilen yaklaşım 
Ortaçağ tarihçiliğinin seyrine yön vermiştir. Ortaçağ tarihçiliğini tarihsel dönemlerin üvey evladı olmaktan kurtaran ise Romantik milliyetçiliğin tetiklediği milli devlet oluşumlarının tarihsel kökenlerini arayıp bulma isteği olmuştur. Birbirine tezat gibi görünen iki farklı düşünsel gelenek olan Romantizm ve Aydınlanma’nın profesyonel bir disiplin olarak Ortaçağ tarihçiliğinin doğmasına yol açması aslında bu disiplinin zenginleşmesini de sağlamıştır. Karşılaştırmalı kültür incelemeleri, folklor çalışmaları gibi sosyo-kültürel tarih alanına giren konular Ortaçağ tarihçiliği profesyonelleştikçe tarihçilerin ilgi odağı haline gelmiş ve anakronizmin bütün olumsuz etkilerine karşın tarihsel süreklilik fikrinin zihinlere yerleşmesini mümkün kılmıştır. 

Kaynakça 

Bartlett, R. (2001). Medieval panorama. London: Thames & Hudson Ltd. 
Breisach, E. (1994). Historiography: ancient, medieval & modern (2nd.Edition). Chicago: The University of Chicago Press. Burrow, J. ( 2008). A history of histories: epics, chronicles and inquiries from Herodotus and Thucydides to the twentieth Century. New York: Alfred A. Knopf. 
Den Boer, P. (1998). History as a profession: the study of history in France, 1818- 1914 (Trans. A.J. Pomerans). Princeton: Princeton University Press. 
Durgun, F. (2013). Rönesans’tan 19. yüzyıla Avrupa tarih yazımında ilerleme fikri, dönemselleştirme ve Orta Çağ Avrupa tarihi algısı. İnsan ve Toplum, 3(6), 283-304. 
Gilpin, R. (1968). France in the Age of the Scientific State. Princeton, Princeton University Press. 
Halsted, J.B. (1969). Introduction. In J.B. Halsted (ed.), Romanticism (ss.1-42). London: Palgrave Macmillan. 
Iggers, G. (2003). Yirminci yüzyılda tarih yazımı: bilimsel nesnellikten postmodernizme (Çev. G.Ç. Güven). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 
Kudrycz, W. (2011). The historical present: medievalism and modernity. New York: Continuum International Publishing Group. 
Le Goff, J. (2016). Tarihi dönemlere ayırmak şart mı? (Çev. A. Berktay). İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. 
Mommsen, T.E. (1942). Petrarch’s conception of the “dark ages”. Speculum, 17 (2), 226-242. 
Reuter, T. (2006). Medieval: another tyrannous construct. In T. Reuter, Medieval polities and modern mentalities (ed. J. L. Nelson). Cambridge: Cambridge University Press. 
Şimşek, A. & Satan, A. (2011). Türkiye’de milli tarihin İnşası. A. Şimşek & A. Satan (Haz.), Milli tarihin inşası (ss.11-28). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 



 ***

Tarih’in Kötüye Kullanımı, BÖLÜM 2


Tarih’in Kötüye Kullanımı, BÖLÜM 2


3. Tarih ve Sosyo-politik Formasyon 

Tarihyazımının ve tarihin işlevi ve sosyo-politik yaşam alanındaki konumunu tartışırken işlev alanının birey ve kolektif olmak üzere kategorileştirmek faydalı bir analiz biçimi sunar. Kolektif tarih bilinci veya işlevi ile kastettiğimiz “milli tarih”tir. Küreselleşme ve postmodern yaklaşımların çöktüğü ve zayıfladığı iddialarına rağmen ulus-devletler, bütün ihtişamıyla varlığını sürdürmekte ve hatta gücünü ve etkinlik alanını tahkim etmektedir. Mesela, kitle iletişim araçları, internet gibi vasıtalarla resmi dilin yaygınlığının artması ve demokratik katlım bilincinin gelişmesi gibi. Başka bir ifade ile, postmodernist söylemde yer verilmemiş olmasına rağmen, postmodernitede ulus-devletler, siyasi toplumsal örgütlenmenin merkezi olma konumlarını devam ettirmektedirler (Akça, 2005: 253). Bu yüzden bu tartışmada milli tarih yazımı bağlamında konu müzakere edilecektir. 

Esat Öz’e göre, neoliberal küreselleşme sürecinin derinleşmesiyle birlikte, bir yandan millî kimliğe/devlete/bağımsızlığa yönelik tehditler artarken, diğer yandan etnik ve dinî farklılıkları bileyleyen, bir bakıma “mikro kimlik arkeolojisi”ne aşırı ilgi duyan bir eğilim gelişmektedir. (Öz, 2015) Hem akademik çalışmalarda hem de popüler süreli yayınlarda bolca örneklerine rastladığımız 
bu tarih çalışmaları siyasi konjonktürün de uygun şartları yaratmasına paralel olarak kendini göstermektedir. Bu çerçevede, Öz’e göre, “mikro kimlikler ve azınlıklar sorununa endeksli bir tarihçilik anlayışının, küresel hükümranlık sistemince ödüllendirilen popüler ve muteber bir tarihçilik olarak ön plana çıkartıldığı gözlenmektedir. Aynı sürecin diğer yüzünü ise, şüphesiz millî tarihin ve tarihçiliğin, hem akademik hem de sosyal hayatın dışına atılması için entelektüel engizisyona muhatap kılınması oluşturmakta; biri olmadan diğeri olamayacağı için de her iki işin koordineli biçimde icra edilmesi gerekmektedir” (Öz, 2005). 

Bu bağlamda Tosh’un “Tarih, belli değerlere geçerlilik kazandıracak “anlamlar” aramak için deşilmiyor, şimdiki durumumuzu olabilecek en geniş biçimde denetim altına almaya yönelik bir araç olarak ele alınıyor” (Tosh 1997: 20) şeklindeki yaklaşımı gerçeğin bir boyutuna vurgu yaparken “denetim” eyleminin sadece tarih değil grup kimliğini inşa eden bütün normatif bilgi kümeleri için 
geçerli olduğunu belirtelim. Grup davranışının ortaya çıkışını mümkün kılan grup kimliğinin özgünlüğünü yaratan normlar bireyin duygu, düşünce, davranış gibi bütün eylem alanını kapsar. 

Grup kimliğini pekiştiren değerlerin her biri aynı zamanda grup davranışını denetim altına alma işlevi görür. Tosh’un iddia ettiği gibi tarihin işlevini sadece şimdiki durumumuzu denetim altına almaya çalışan bir araç değil psikolojik ve toplumsal bağlamı içinde meşrulaştırıcı bir güç olarak değerlendirmek daha sağlıklı bir bakış açısı sunar. 

Southgate’nin dediği gibi “Bir tarihin belirli bir bakış açısı olmaksızın yazılması imkânsızdır. Bu bakış açıları elbette ki felsefî ya da ideolojik olacaktır” (Southgate 2012: 26). Bu tarihyazımının göreceliliği, çok hakikatliliği, yorumların çeşitliliği “toplumsal yaşamın” çeşitliliğini kapsayabilecektir. Tarih bireysel ve kolektif düzlemde işlevi haizdir. İnsan varolduğundan beri “tarih” farklı formlarda kendini göstermiş ve kollektif bir işlev görmüştür. Mitler, destanlar, kahramanların hikayeleri herbiri şüphesiz toplumsal bir işlevi haizdir. Geçmiş olayların ve olguların, süreçlerin, kişilerin kullanım 
biçimi ve yöntemi zamana ve mekana göre değişiklik gösterse de değişmeyen tarihin kullanım biçimidir. “Mythomoteur” kavramını geliştiren A.D. Smith, bu kavramı etnik siyasi birliğin kurucu miti olarak tanımlamaktadır. Mit, sembol ve mythomoteur, etnisitenin hamilerinin koruyup sakladıkları, yaydıkları ve gelecek nesillere aktardıkları inanç ve duygu birliğini sağlamada hayati rol oynar. Bu üç unsur, aynı zamanda bir etninin tarihi belleğini ve veya etnik hafızayı nesilden nesile aktarır. Bu üç kavramın ortak buluşma noktası ise primajenitor ata, kutsal sembol, kutsal mekândır. 

Primajenitor ata dediğimiz şey, çoğunlukla bir etninin doğuşunda hamile veya dölleyici rolü üstlenen bir hayvandır. Örneğin Türklerde bozkurt, Ruslarda ayı, İngilizlerde leopar, Fransızlarda horoz böyledir; mühim olan primajenitor ata efsanesinin mahiyeti değil, onu etnik hafızasında yaşatan etninin kendi ürünü olmasıdır (Batur, 2011: 26). Primajenitor ata efsanesi toplumun sürekliliğini 
sağlamada ve kültürel inşasında yaşamsal derecede önem taşımaktadır. Smith’e göre de ulus kavramını oluşturan mit ve bellekten daha başka şeyler de vardır. Bunlar ulus için bir sine qua non oluşturur: belleksiz kimlik olamaz, mitsiz ortak amaç olamaz; kimlik, amaç ya da kader, ulus kavramının zaruri öğeleridir. Ancak, bu, etnik topluluk kavramı için de geçerlidir; etnik topluluğun 
da kimlik ve kadere, dolayısıyla mit ve anılara sahip olması gerekmektedir (Smith, 2002: 22). Modern olarak görülen milletlerin varlığının aslında çok derin tarihsel köklere sahip olduğu görülmektedir. 

Milletlerin varlığı da büyük ölçüde tarih ile mümkün olabilmektedir. Gerek etnik grup gerekse millet olsun sosyal grup kimliğinin kazanılmasında tarih ve kollektif bellek zorunlu koşuldur. 

Tosh da büyük grup bilincinin kazanılmasında tarih bilincine özel vurgu yapar. Ona göre, “Büyük bir toplumsal grubu birleştiren en güçlü bağlardan biri, üyelerinin ortak tarih bilincidir. Bu bilinç olmaksızın insanlar, geniş soyutlamalara bağlılık göstermeleri yolundaki talepleri kolay kolay kabul edemezler. Modern tarihte grupla özdeşleşme süreçlerinin en güçlüsü olan ulus bilincini düşündüğümüzde, bunun geçerliliği çok daha belirginleşir” (Tosh 1997: 5). Bu çerçevede her milletin etnik bir kökeni yani köklü bir geçmişi olmadığı için modern anlamda millet inşasına girişilmiştir. 
Avrupa dışında, ulusal bilinci şekillendirmede kullanılacak malzemeler genellikle daha az ümit vericiyse de, ulusal bir geçmiş yaratma konusundaki politik ihtiyaç daha büyük olmuştur. ABD bunun tipik bir örneğini teşkil etmektedir. Devrim öncesinde Amerikan kolonilerinde yaşayanlar Britanya tarihini kendi tarihleri olarak benimsemişlerdi. Daha sonra 1820’lerde Massachussetts’te ve 
başka yerlerde yayınlanan ders kitapları ile ulusal Amerikan tarihi yazılmaya başlandı (Tosh 1997: 6). Ulusal tarihin yazılmaya başlanması ile bir Amerikan milli kimliği tecessüm etmiş ve millet oluşumu büyük bir aşama kaydetmiştir. Tarih çok farklı etnik, dini, ırkî, kültürel farklılığa mensup Amerikan toplumunu bir grup kimliği çerçevesinde birleştirmiş ve siyasal bir kimlik kazandırmıştır. 

“Bir halka ya da bir ulusa ortak bir geçmiş kazandırmak ve bu uzak geçmişin içinde bir kolektif kimlik biçimlendirmek, tarihin toplumsal işlevlerinin belki de en eskisi ve en süreklisidir” (Florescano 2001: 61). Tarihin toplumsal işlevi aynı zamanda siyasal olana da bir göndermede bulunur. Tarihin siyasal ideolojiler bağlamında özellikle bir siyasal erk olarak devlet kuramı ile birlikte anılması normal bir ilişki biçimidir. Ahonen’in vurguladığı gibi, tekil tarihsel sunuş biçimleri, anlatılar bağlamında kurgulanır. Bununla birlikte, arzu edilen siyasal eylem için gerekli kolektif bir tarihsel kimliği yaratmak amacıyla, iktidarda bulunanlar tarafından da yönlendirilebilir. Bununla birlikte, tarihsel sunuş biçimlerinin insan zihinlerine yerleşmesi çok zor değildir. Oturmuş bir yapı kazanınca, sosyal eylemin meşru dayanağı işlevini görürler (Ahonen, 1999: 59). Sosyal eylemin meşruiyet dayanağını teşkil etmesi yanında tarihin bir başka siyasi işlevi de Galerano’nun dikkat çektiği gibi “bir toplumun ayırıcı özelliklerinin ve toplumsal kimliğinin şekillenmesi ve diğerlerinden ayırt edilmesi için belleği ve unutmayı düzenlemek; geçmiş sayesinde gelecek için bir öngörü oluşturmaktır” (Gallerano 2001: 119). 

Tarih bir ulus için neden bu kadar önemli sayılıyordu? Avrupa ulusal tarihi üzerine yakın dönemdeki karşılaştırmalı bir makalesinde Miroslav Hroch bu soruya cevap mahiyetindeki dört duruma işaret etmektedir (Stugu, 1999: 120): 

1. Tarih bireyin ulusla özdeşleşmesini ve ulusun başka karşılaştırılabilir birimlerden ayrı tutarlı bir birim olarak kavranmasını güçlendirdi. 

2. Tarih ulusun varlığını meşrulaştırdı. Bir tarihe sahip olmak, kişinin ulusal varlığını ortaya koymasını ve ulusun kaçınılmaz bir gelişmenin ürünü olarak görülmesini mümkün kıldı. 

3. Tarih insanların ölümlü bireyler olmalarının ötesinde bir varoluş duygusu hissetmelerini sağladı. Geçmişten gelen süreklilik bir kişiye atalarıyla bütünlük duygusunu yaşatmakla kalmıyor, aynı zamanda sürüp giden bir gelecek vaadini de taşıyordu. 

4. Tarih ortak ulusal değerlere, yani kolektif bir değer sistemine ilişkin bilinci yaratmada temel işlevini gördü. Tarihin yardımıyla olumlu ve olumsuz davranış modelleri oluşturuldu, geleceğe dönük düşler ve beklentiler geçmişe yansıtıldı. 


Tarih, siyasal bir savaş meydanıdır. Otoriteye başkaldıranlar da, bu başkaldırıyı boğmaya çalışanlar da, tarihin desteğini yanlarına almaya çalışırlar (Tosh 1997: 11). Millî devletlerin inşasında tarihin kullanımı ve tarihçinin rolü konusu, diğer bir ifadeyle “milliyetçi tarihçilik” meselesi, gerek tarih biliminin gerekse milliyetçilik çalışmalarının gündeminde kritik öneme sahip olagelmiştir. Gerçekten de, konuya salt akademik-bilimsel esaslar dâhilinde yaklaşma iddiasındaki tarihçilerin yanında; milliyetçilik teorisi ve tarihine dair araştırmalarda da bu tartışma konusunun izleri derindir. Bilhassa anti milliyetçi perspektifin belirleyici olduğu çalışmalarda, millî kimliği ve milleti, yaratıcılık rolünü tarihçinin üstlendiği, seçilmiş tarihsel olgulara dayalı bir tasarım olarak tarif etme eğilimi çok güçlüdür (Öz, 2005). 

Milli kimlik ve tarihe yöneltilen ve ciddi bir medya desteğini de arkasına alan tarihçilik dalgası karşısında, neoliberal küreselleşmenin millî devlet ve kimlik karşıtı klişe argümanlarına tarihsel çalışmalarla lojistik destek sağlayan bir entelektüellik anlayışı, tarihçilik tartışmasını, akademik alanın dışına zaten kendiliğinden taşımış olmaktadır. Millî tarih çalışmalarına yönelik keskin önyargılarla birlikte, mikro kimlik tarihçiliğinin de ödüllendirilmesi, meselenin stratejik ve ideolojik boyutunu ortaya koymaktadır (Öz, 2005). 

4. Tarihin Kötüye Kullanımı: Türk Kimliği Karşıtlığı 

Türk kültür kodlarına ve siyasal varlığına yönelik gizli veya açık ötekileştirme çabaları sosyo-politik ve kültürel boyutları ile disiplinler arası bir yaklaşımla çözümlenmesi gereken bir sorun alanıdır. Bu noktada Türk kimliği karşıtlığını5 bir düşünme biçimi haline getirmiş olan farklı ideolojik zihniyet yapılarına mensup aydınlar odağında eleştirimi geliştiriyorum. Aydınlar, entelektüeller bir toplumda, tarih boyunca, önemli bir sosyal tabakasını oluşturmuşlardır. Osmanlı ve Selçuklu örneklerinde de görüldüğü gibi Türk toplum yapısının bir unsuru olarak aydın zümre sınıfsal, ekonomik, kültürel, etnik açıdan türdeş değil heterojen bir özellik gösterir. Buna bağlı olarak Türk Devletlerinde gayr-i Türk unsurların yönetim alanındaki baskınlığı, olumsuz bir yargı olarak değil bir durum tespiti olarak vurgulanmalıdır. 

5 "Türkiye'li Aydın", dini Türk'e duyduğu kin olan bir "alien", bir "monster"dir, diyen Durmuş Hocaoğlu “Türkiyeli Aydının” Türk’e olan bakış açısını ve kendini nasıl Türk karşıtlığında konumladığını şöyle izah etmektedir. “ ‘Türkiye'li Aydın’, ihânete müheyyâdır; siyâsetin ifsâdı idi, sermâye idi vesâire, bütün bunlar zâittir o'nun ihâneti için, yâni onlar olmasa da bu mel'aneti işleyecektir; çünki, o'nun derdi Türk'ün varlığıdır; o, Türk'e tahammül edemediği için ihânet etmektedir; o, komünist olur, komünist olmak için değil, komünizm ölür liboş olur, liberal olmak istediğinden değil; küreselci olur, küreselci olmak için değil; Kürd'ü sevmez kürtçü olur, Alevî'yi sevmez, alevîci olur, Ermeni'yi sevmez ermenici olur; AB o'nu ilgilendirmez, AB'ci olur; bir ve yalnız tek sebeple: O, Türk'e mazarratı dokunacak olan ne varsa bit gibi or'da biter. O'nun hiçbir yüksek ideali, hiçbir şeye sevgisi yoktur, hiçbir şeye sadâkat duymaz, o'nu ayakta ve diri tutan tek şey, sevdikleri değil, sâdece ve yalnız Türk'e olan dinmez nefreti, zift gibi, yapışkan, kap-kara kinidir” (Hocaoğlu, 2009). 

Türk kimliğinin siyasal kimlik formunda belirleyici bir şekilde yer aldığı Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk kimliğinin işlevselliği ve kapsayıcılığı oranında karşıtlığının da çeşitlendiği gözlenmektedir. Türk kimliği karşıtı aydınların konumlandığı toplumsal yaşam alanında Türk kimliğini paylaşan toplum olması üzerinde durulması gereken bir başka sorunsaldır. Türk aydınlarının önemli bir 
niteliği ideolojik kabullerindeki katılıktır. Toplumsal olaylar, olgular, sorunlar karşısında takınılan tavır ve belirlenen konumun meşrulaştırılması “evrensel nitelikli” kabul edilen kavramların kullanımı üzerinden sağlanmaktadır. Konumuz bağlamında “tarihle yüzleşmek”, “barışçıl tarih”, “evrensel tarih” gibi kavramlar üzerinden oluşturulan Türk kimliğinin omurgası olarak milli tarihe yönelik 
saldırılar dikkat çekmektedir. Bu cümledeki “saldırılar” ifadesi bir olguyu ifade etmek için bilinçli şekilde seçilmiştir. Çünkü sorun akademik ve demokratik bir tartışma, müzakere eylemini aşmakta ve yıkıcı, zarar verici bir mahiyet kazanmaktadır. Millî tarih merkezli tartışmalarda sergilenen akademik ve medyatik muhalefetin, “geçmişe saplanıp kalmama propagandası”nı aşarak teslimiyetçi tarih bilinci ve ideolojisi inşa etmeye yöneldiği, dolayısıyla yeni bir kimlik tanzim etme projesine dönüştüğü görülmektedir (Öz, 2005). 

Tarihin milli kimliğin oluşumunda ana belirleyici dinamik olduğu yukarıda da belirtildi. Milli kimliği oluşturucu unsurlar aynı zamanda olumlu bir işlev yüklenen “ötekinin” varlığına ve politik psikolojideki “ulusal yas” olgusuna dayanır. Yani bir toplumun yaşadığı katliamların, sürgünlerin, göçlerin, savaşların yarattığı dayanışma duygusunun kullanılması gerekir.6 Bu bağlamda Türklerde 
tarihin milli kimliği pekiştirici bir unsur olarak söz konusu katliamların, işgallerin, göçlerin belirleyici bir rol oynamadığı gözlemlenebilmektedir. Balkan savaşlarında milyonlarca insanın sadece Türk kimliğinden dolayı katledilmesi, sürülmesi, göçe zorlanması ve Balkanların demografik yapısının tamamen dönüşmesine rağmen Türkiye’de ne tarihyazımında ve ne de akademik alanda ilgi görmediği açıktır. Ne Balkan felaketinin ve ne de Anadolu’da Yunan ve Ermenilerin gerçekleştirdiği Türk soykırımı Türk tarih bilincinde işlevseldir. Modern Türk kimliğinin inşasında öteki, farklı ideolojik duruşlara göre Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri ile karşılamıştır. Milli Türk kimliğindeki tarihsizlik olgusu bugünkü siyasi, kültürel ve düşünsel alandaki özgünlüğün yakalanamamasının da nedenini oluşturmaktadır. Batılı anlamda bir “ötekinin eksikliği” yani “Ötekisizlik” olgusu, Türklerin kültürel kodlarında mevcut bir davranış biçimidir. Bildirimizdeki tezimizi destekleyen ve pekiştiren argümanlar rastgele gündelik basın yayın organlarından ve siyaset dünyasından seçilmiştir. Böylece Türk kimliği karşıtlığının tarih bağlamında somut olarak göstermek için yoğun bir mesai sarf edilmediğine dikkat çekilmek istenmiştir. Ayrıca belirtelim ki, tezimizi destekleyen akademik metinler/veriler hem gündelik basında ve akademik/popüler dergilerde hem de akademik araştırma metinlerinde bolca bulunmaktadır. Biz sorunu bir metin sorunu değil zihniyet sorunu olarak gördüğümüz için kolayca ulaşılabilecek metinler üzerinden argümanlar gösterilmiştir. Tarih üzerinden geliştirilen Türk kimliği karşıtlığının bir başka boyutu da “nefret suçuna”7 girmiş olmasına rağmen bu başka bir bildirinin konusu olabilecek niteliktedir. 

6 Ermeni Soykırımı iddiaları üzerine çalışan ve bu tezi savunan aydınların acının milli kimliğin inşasındaki rolüne şöyle değiniyor: “Ermeni tarafı için paylaşılan acılar ve hatıralar Ermeni kimliğinin kurulmasında önemli bir rol üstleniyor. Dağılmış Ermeniler kolektif enerjilerini yeni bir diaspora altyapısı kurmak için harcıyorlar. Soykırımın travması içselleştiriliyor. Korku ve güvensizlik hüküm sürüyor. Yıllar boyunca unutuş ve hafıza arasındaki savaş mağdurların hatırlayışlarında belirginleşiyor.” (Kamiloğlu, 2014) 

7 Post-modern zamanların yeni değer ve ölçüt kabul edilen ve bireyi kollektivitenin içinde eriten kimlikleri, yeni çatışma ve yok etme sorunlarının çözümlenmesinde yeni kavramsal araçlar ve çerçeveler sunmaktadır. Bu 
kavramlardan biri de “Nefret Suçları”dır. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na göre nefret suçu: “Mağdurun, mülkün ya da işlenen bir suçun hedefinin, gerçek veya hissedilen ırk, ulusal ya da etnik köken, dil, renk, din, cinsiyet, yaş, 
zihinsel ya da fiziksel engellilik, cinsel yönelim veya diğer benzer faktörlere dayalı olarak benzer özellikler taşıyan bir grupla gerçek ya da öyle algılanan bağı, bağlılığı, aidiyeti, desteği ya da üyeliği nedeniyle seçildiği, kişilere veya mala karşı suçları da kapsayacak şekilde işlenen her türlü suçtur.” Nefret suçlarının niteliği, biçimi, yöntemleri ve edimcinin bilişsel dünyasının çözüm lenmesi bu suçla mücadelede önem arz etmektedir. “Nefret suçlarının özelliklerini iyi kavramak, bu suçlara karşı verilecek mücadele açısından son derece önemlidir. Bir nefret suçu şu unsurları kapsar: Ceza hukukuna göre işlenmiş olan bir suçun mevcut olması ve failin, suçu bir önyargı/nefret saikiyle 
gerçekleştirmiş olması. Dolayısıyla fail, kurbanını kurbanın belirli bir gruba üyeliği ya da bunun böyle algılanmış olması nedeniyle seçmektedir. Aynı şekilde şayet suç oluşturan fiil bir mülke yönelik gerçekleşmişse, söz konusu mülk, bir grup ile olan bağıntısı nedeniyle seçilmiştir. Bunlar ibadet yerleri, cemaatin veya grubun buluşma alanları, araçlar ya da konutlar olabilir.” (Ulusal Basında Nefret Suçları, 2010: 6-7) 

8 Tarihin kötüye kullanılmasına güncel örnekler aşağıda verilmiştir. Bu örnekler rastgele seçilmişlerdir. Böyle bir yöntemin seçilmesinin sebebi de Türk kimliği karşıtlığının yaygınlığını ve aleladeliğini göstermek içindir. Bkz: -Altan, Ahmet, (2011), “Askerî cumhuriyet”, Taraf, 01.06.2011 ; 

-“Şener: "İstiklal Savaşı Olmadı"” , http://www.haberiniz.com/yazilar/haber44316-AKP_Milletvekili_Ihsan_SenerIstiklal_Savasi_Olmadi.html (29 Kasım 2011) 

Halil İnalcık, tarihyazımında somutlaşan Türk karşıtlığını gözlemlemiş ve uyarmıştır. İnalcık’a göre, 

“Objektif tarih yapmak lazım. Maalesef iki kampa mensup olanlar tarihi kendilerine göre temsil ediyorlar. Bir de içimizde etnik ayrımcılar ortaya çıktı. Bunların bazıları açıkça Türklüğe karşı Türk Milletine, kültürüne karşı cephe almışlar. Siyaset bakımından, etnik bakımdan ayrımcı olanların kasıtlı olarak tarihimizi bozduklarına inanıyorum” demektedir (İnalcık, 2008: 449). Türk kimliği karşıtlığının tezahür ettiği tarih konuları Ermeni soykırımı iddiaları, İttihat Terakki Teşkilatı, Dersim İsyanı gibi temalar başta olmak üzere Cumhuriyetin ilk dönemi yani kuruluş aşamasını temsil eden olay ve süreçlerdir.8 

- Bayramoğlu, Ali, (19 Eylül 2014), "Türkiye özür dilemeye hazır değil", 
http://repairfuture.net/index.php/tr/oezur-uzlasma-diyalog-turkiye-den-bakis/turkiye-oezur-dilemeye-hazir-degil 
- Lezgîn, Roşan, (2015), "Yüz Yıllık Ah" hepimizin ahıdır hâlâ!, 04.09.2015, http://www.ilkehaber.com/yazi/yuz-yillik-ah-hepimizin-ahidir-hala-14196.htm 
- Mahcupyan, Etyen, (2009), “Ermeniler, Türkler ve kendimiz”, Zaman, 13 Ocak 2009. 
- Uçum, Mehmet, (2015), “‘Şimdi ortaya çıkan ihtiyaç Öcalan ile siyasi ilişki yürütme ihtiyacıdır’,” 24 Ağustos 2015 Balçiçek İlter / Gazete Habertürk 
http://www.haberturk.com/gundem/haber/1119368-simdi-ortaya-cikan-ihtiyac-ocalan-ile-siyasi-iliski-yurutme-ihtiyacidir 


Sonuç 

Milli tarih yaklaşımı, “tarih” kelimesinin başına rastgele “milli” kelimesinin getirilmesiyle oluşturulmuş bir terkip değildir. Bir toplumsal form, siyasi yapı, devlet modeli, bir düşünme biçiminin ana anlam kaynağıdır. Milli tarih paradigması, modern bir gelişimdir ve büyük ölçüde modern milli devletle birlikte ortaya çıkmıştır. Milli tarih “millet” ve “milli devlet/ulus-devlet” 
modelinin tarih yorumudur. Başka bir deyişle, milli tarih, milli kimliğin ve bu kimliğin siyasi tezahürü olarak “milli devlet” ve “millet” formunun anlam matriksidir. Bu unsurlar arasında birbirlerinin sürekliğinin sağlanmasında zorunlu bir ilişki mevcuttur. Herhangi birinin işlevsizliği veya yokluğu söz konusu bu bütüncül yapının bozulması anlamına gelir. 

Türkiye’de milli tarih paradigmasının eğitim ve entelektüel alanda işlevsizleşmesi Türk kimliğinin işlev ve etki alanının yok edilmesi anlamına gelir. Yok edilmesinden sonraki süreçte öngörülen tarih formu tasavvur edilen toplum ve devlet modelinin paralelinde bir tarih yazımı geliştirilir. Yani bugün öngörülen çok-etnikli, çok-kültürlü, çok-dinli Yeni Türkiye tasavvurunu göz önünde 
bulundur duğumuzda milli kimliğin yerine etnik, dini, mezhepsel kimliklerin ikamesinin tasavvuru söz konusudur. “Yeni Türkiye” şeklinde tanımlanan yeni devlet modelinde Türk kimliğinin yerine etnik, mezhepsel temelde yeni bir siyasi model öngörülmektedir. Tarih de bu yeni siyasal yapılanma doğrultunda yeniden inşa edilmektedir. Buna bağlı olarak da milli kimliğin tarih yaklaşım daki kahramanlar hain, hainler ise kahraman olarak yerlerini almaktadır. Bu yeni bir “anlam”ın, toplumun, devletin inşası anlamına gelmektedir. 

Sistematik olarak yürütülen Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığı temelinde kendilerini kurgulayan ve Dersim isyanı, Şeyh Said isyanı, Ermeni tehciri, Rum mübadelesi, Çanakkale, istiklal mahkemeleri, Milli mücadele, gibi temalar üzerinden Türk kimliğinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesel unsurlarını olumsuzlama ve değersizleştirme gayretleri göze çarpmaktadır. “Resmi tarihle hesaplaşma” adına spekülatif bir nitelik taşıyan ve ideolojik bile sayılamayacak tamamen iktidarın politik kaygıları doğrultusunda bir tarih yazımı ideolojik mücadelenin bir aracı haline gelmiştir. 

Modern toplumsal formasyon olarak Milletin varoluşunu mümkün kılan tarih tasavvurundaki milli bütünsellik parçalanmakta, milli tarih bilincini zayıflatıcı şüpheler yaratılmakta ve değerler değersizleştirilmektedir. Sonuç olarak modern bir milli devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ve modern Türk milleti olgusunun bilişsel evrendeki parçalanma süreci yeni bir toplum ve devlet tasavvuruna yol açar. Tarih ve tarihçilik üzerinden yürütülen mücadelenin bir başka boyutu daha vardır. Neoliberal küreselleşme önünde potansiyel sorun alanı olarak görünen millî devlet ve kültür engelinin ortadan kaldırılmasında, tarihin ve tarihçiliğin kullanılması, sadece entelektüel değil, aynı zamanda kültürel bir yöntemi ifade etmektedir. (Öz, 2005) 


Kaynakça 

Ahonen, Sirkka, (1999), “Komünizm Sonrası Tarih Müfredatı: Estonya ve Doğu Almanya Örnekleri”, Tarihin Kötüye Kullanımı içinde (Tarihi Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek) Sempozyumu Oslo, Norveç/ 28-30 Haziran 1999, Çeviri: Nurettin Elhüseyni, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı. 
Akça, Gürsoy – İnce, Yunus, (2015), Klasik Osmanlı Çağında Tarih, Meşruiyet ve Rüya, Palet Yayınları, Konya. Akça, Gürsoy, (2005), “Postmodernite Ve Ulus Devlet”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 7 : Sayı 2 , (s: 232-257) 
Altan, Ahmet, (2011), “Askerî cumhuriyet”, Taraf, 01.06.2011 
Batur, D.Ahsen, (2011), Kürdoloji Yalanları, Selenge Yayınları, İstanbul. 
Bayramoğlu, Ali, (19 Eylül 2014), "Türkiye özür dilemeye hazır değil", 
http://repairfuture.net/index.php/tr/oezur-uzlasma-diyalog-turkiye-den-bakis/turkiye-oezur-dilemeye-hazir-degil 
Bédarida, François 2001. “Tarihsel Pratik ve Sorumluluk”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 9-15. 
Bıçak, Ayhan, (2004), Tarih Düşüncesi 1: Tarih Düşüncesinin Oluşumu, Dergah Yayınları, İstanbul. 
Bloch, Marc 2005. Feodal Toplum, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Doğu Batı Yayınları, Ankara. 
Bloch, Marc 2005. Feodal Toplum, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Doğu Batı Yayınları, Ankara. 
Bozarslan, Hamit, (2016), "Türkiye: Yüz yıllık bir tarih çöküyor", 
http://repairfuture.net/index.php/tr/kimligi-tuerkiye-den-bak-s/turkiye-yuz-yillik-bir-tarih-coekuyor, 02 Şubat 2016 
Braudel, Fernand 1992. Tarih Üzerine Yazılar, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Carr, E.H. ve Fontana, J. 1992. Tarih Yazımında Nesnellik ve Yanlılık, Almanca’dan Çev. Özer Ozankaya, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Carr, Edward Hallet, (2009), Tarih Nedir?, (Çev. Misket Gizem Gürtürk), İletişim Yayınları, 11. Baskı, İstanbul. 
Collingwood, R. G. 2005. Tarihin İlkeleri ve Tarih Felsefesi Üzerine Başka Yazılar, Çev. Ahmet Hamdi Aydoğan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. 
Çetin, A., (2014), Tarih Meleği Nereye Koşuyor? Tarihnâme: Ttarihin Yeniden Üretilmesini Düşünmek, Lotus, Ankara. 
Dinçer, K. ( 2011). “Tarihte Açıklama ve Anlama”, Türkiye ‘de Tarih Yazımı, Ed. Vahdettin Engin- Ahmet Şimşek, Yeditepe Yayınları, İstanbul. ss. 257-269. 
Dinçer, K. (2011). “Tarihte Açıklama ve Anlama”, Türkiye ‘de Tarih Yazımı, Ed. Vahdettin Engin- Ahmet Şimşek, Yeditepe Yayınları, İstanbul. ss. 257-269. 
Evans, Richard J. 1999. Tarihin Savunusu, Çev. Uygur Kocabaşoğlu, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Florescano, Enrique 2001. “Tarihin Toplumsal İşlevi”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 59-69. 
Gallerano, Nicola 2001. “Tarih ve Tarihin Kamusal Kullanımı”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. 
François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 111-131. 
Gurevich, Aaron 2001. “Tarihçinin Çifte sorumluluğu”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. 
François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 89-110. 
Halil İnalcık ile Söyleşi, Çankırı Araştırmaları Dergisi, yıl 3, sayı 3, KASIM 2008, s. 449 
Hobsbawm, E.J. (2001). “Evrensel Arayış ile Kimlik arayışı Arasında Tarihçi”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 71-87. 
Hobsbawm, Eric J. (2009). Tarih Üzerine, Çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul. 
Hocaoğlu, Durmuş, (09.01.2009) “Türkiye’li Aydının Dini, Türk’e Olan Kinidir”, 
http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5507376. 
Hocaoğlu, Durmuş., “Orada Öylece Duran” Tarih., Bilgi ve Düşünce., Yıl: 1, Sayı: 4., Ocak 2003., İstanbul., s.82-87 
Iggers, George G (2000). Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme Yirminci Yüzyılda Tarihyazımı, Çev. Gül Çağalı Güven, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. 
Jenkins, Keith (1997). Tarihi Yeniden Düşünmek, Çev. Bahadır Sina Şener, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Kamiloğlu, Roza, (2014), "Kolektif Suçluluk ve Ermeni Soykırımı Üzerine Sosyal Psikolojik Bir Analiz: Suçlu Olan Kim: Hepimiz Suçlu Muyuz?", http://www.birikimdergisi.com/guncel/kolektif-
sucluluk-ve-ermeni-soykirimi-uzerine-sosyal-psikolojik-bir-analiz-suclu-olan-kim, 14.04.2014 
Kracauer, Segfrier (2014). Tarih Sondan Bir Önceki Şeyler, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul. 
Lezgîn, Roşan, (2015), "Yüz Yıllık Ah" hepimizin ahıdır hâlâ!, 04.09.2015, 
http://www.ilkehaber.com/yazi/yuz-yillik-ah-hepimizin-ahidir-hala-14196.htm 
Mahcupyan, Etyen, (2009), “Ermeniler, Türkler ve kendimiz”, Zaman, 13 Ocak 2009. 
Öz, Esat, (2015), “Batı Emperyalizminin Hizmetindeki Tarih/çilik: Sevr Ve Soykırım Tartışmalarında Stratejik Ve İdeolojik Boyut”, 
http://www.esatoz.com/esat/default.asp?dizayn=13&r=61(30.06.2015) 
Özlem, Doğan, (2002). Kavramlar Ve Tarihi-1. İstanbul: inkılap 
Ranciére, Jacques (2011). Tarihin Adları, Çev. Cemal Yardımcı, Metis Yayınları, İstanbul. 
Ricoeur, Paul (2001). “Tarih ve Retorik”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 17-39. 
Rothacker, Erich (1995). Tarihselcilik Sorunu, Çev. Doğan Özlem, Gündoğan Yayınları, Ankara. 
Searle, John R., (2006), Zihin Dil ve Toplum, Gerçek Dünyada Felsefe, Litera, İstanbul. 
Smith, Anthony D., (2002), Ulusların Etnik Kökeni, (Çev.: Sonay Bayramoğlu, Hülya Kendir), Dost Kitapevi, Ankara,. 
Southgate, Beverley (2012). Tarih: Ne ve Neden, Çev. Çağdaş Dizdar vd., Phoenix Yayınları, Ankara. 
Stugu, Ola Svein, (1999), “Norveç’te Tarih ve Ulusal Kimlik”, Tarihin Kötüye Kullanımı içinde (Tarihi Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek) Sempozyumu Oslo, Norveç/ 28-30 Haziran 1999, 
Çeviri: Nurettin Elhüseyni, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, s. 120 
Tekeli, İlhan (1998). Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Tosh, John (1997). Tarihin Peşinde, Çev. Özden Arıkan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. 
Türkdoğan, O., (1995). Bilimsel Değerlendirme Ve Araştırma Metodolojisi. Ankara: MEB 
Uçum, Mehmet, (2015), “‘Şimdi ortaya çıkan ihtiyaç Öcalan ile siyasi ilişki yürütme ihtiyacıdır’,” 24 
Ağustos 2015 Balçiçek İlter / Gazete Habertürk 
http://www.haberturk.com/gundem/haber/1119368-simdi-ortaya-cikan-ihtiyac-ocalan-ile-siyasi-iliski-yurutme-ihtiyacidir 
Ulusal Basında Nefret Suçları: 10 Yıl, 10 Örnek, (2010), Sosyal Değişim Derneği Yayınları, 2010, s. 6-7 



 ***

Tarih’in Kötüye Kullanımı, BÖLÜM 1

Tarih’in Kötüye Kullanımı, BÖLÜM 1



Tarih’in Kötüye Kullanımı: Gerçeklik Ve Yorum
İkbâl VURUCU 
Pamukkale Üniversitesi, 
ivurucu@pau.edu.tr 


Özet 

Her siyasi sistem, ideoloji ve devlet kendi meşruiyetini tarihi/geçmişi yeniden kendini haklı çıkaracak tarzda yorumlaması ve okullarda bu tarihi öğretmesi ile sağlar. Tarih aynı zamanda siyasi alanda rızayı üreten bir işleve sahiptir. Devletler toplumlarına uygun ve kendi meşruiyet mekanizmalarına göre bir tarih yazımı ve eğitimi öngörürler. Özellikle modern toplumlarda tarih pre-modern dönem kıyasla daha sistematik ve öncelikli bir rol oynamıştır ve ilk defa bilimsel bir formatta toplum merkezli tarih çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Tarihin gelişimi de modern ulus-devletlerin gelişimine paralel bir içerikte ve tamamlayıcı işlevde ortaya çıkmıştır. Toplumların kavim, feodal, imparatorluk gibi formları zamanla “millet” olgusuna dönüşünce devlet, siyaset, ekonomi, sanat, bilim, dil, tarih de 
bu olgu üzerinden işlevsel bir yapıda konumlanmıştır. İddia edildiği gibi milletler ve ulus-devletler zorla bir grubun çıkarları doğrultusunda ortaya çıkmış anakronik oluşumlar değildir. Toplumların dil gibi ortak değerleri üzerinden ulus-devletler çapında yeniden örgütlenmesi ile tecessüm etmiştir. Dil milletin de “doğal” sınırlarını meydana getirir. Bu bakımdan ulus-devletler dayandığı meşruiyet kaynakları ve örgütlenme biçimi açısından toplumla bütünleşme derecesi çok daha yüksektir ve sahihtir. Bu bildiride ulus-devlet bağlamında milli tarihe yönelik etnik ve mezhep merkezli eleştiriler tartışılacaktır. 

Anahtar Kelimeler: Milli tarih, etnik tarih, ulus-devlet, yorum, post-modernizm 

Giriş 

Bu bildiride, “Tarih”in politik ve toplumsal alandaki işlevine vurgu yapılarak “milli tarih”e yani modern Türkiye Cumhuriyetinde Türk tarihinin konumlanışına karşı geliştirilen saldırgan, yok sayıcı, yıkıcı tarih anlayışlarına eleştirel bir yaklaşım geliştirilecektir. Söz konusu milli tarih karşıtlığıyla yeni bir devlet ve toplum modeli kurgusunun alt yapısının teşkil edilmek istendiği ortaya konulmaya 
çalışılacaktır. Ayrıca tarihsel verilerin anakronik bir zihniyetle gerçekliğinden tamamen koparılarak siyasal projelerine uygun biçimde yeniden yazılmasına dayanan kurgusal özelliği üzerinde durulacaktır. Modern bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde “Türk kimliğinin” bilimsel nitelikli eleştiriyi aşan saldırgan, yıkıcı bir zihniyet yapısına dayanan “Tarih”in konumlanması, 
eleştirel bir bakış açısıyla analiz edilecektir. Esat Öz’ün vukufiyetle belirttiği gibi, “Tarih bilincinin ve tarihçiliğin stratejik önemini keşfeden Batıcı-teslimiyetçi çevrelerin (buna kozmopolit İslamcıları da ekleyelim, İ.V) “tarih mühendisliği” işini ciddiye almaları boşuna değildir. Tek bir ortak yaklaşımdan bahsetmek zor olsa bile, alt yapısını millî tarih bilincinin oluşturduğu kültürel-manevî direnç 
noktalarının tahrip edilip dönüştürülmesi, teslimiyetçi terminolojiyi kullanırsak ‘millî ve üniter devletin/statükonun tarihsel sacayağını çökertmek’ anlamına geleceği için, hâkim bakış açısını yansıtmaktadır” (Öz, 2015). 

Bütün tarih anlatımları, öznenin mensup olduğu kolektif zümrenin niteliklerini tanımlayan “değer” ile yüklüdür. Bu bağlamda “Yeni Türkiye” söylemi ile koşutluk taşıyan anti-milli tarih yaklaşımının merkezi argümanı ve gerekçesi Türk kimliği karşıtlığına dayanmaktadır. Farklı ideolojik görüşten aydınların Türk kimliği ve bu kimliğin siyasal, kültürel izdüşümlerine karşı belirledikleri duruş 
değişmemektedir. Her ne kadar farklı toplumsal ve siyasal tasavvura sahip olsalar da aydınların karşıt, düşman, öteki olarak belirledikleri siyasal Türk kimliğidir. Başka bir deyişle kendi sosyo-politik projeleri için şu şartların sağlanması gerekmektedir: Türk kimliğinin devletin siyasi kimliği olmaktan ve başta anayasa olmak üzere hukukî mevzuattan çıkarılması, Türklüğün millet kimliğinden çıkarılarak etnik bir kategoriye indirgenmesi, ulus-devletin üniter yapısının dönüştürülmesinin etnik ve mezhepsel alt yapısının hazırlanması. Bu siyasi projenin bilişsel alt yapısının biçimlenmesinde tarihyazımı ve tarih eğitimi stratejik bir öneme sahiptir. Buna göre uygulanacak olan siyasal projelerin meşru bir zemine oturması ve toplumsal rızanın sağlanması için “Tarih” spekülatif bir biçimde işlenmektedir. Yeni Türkiye ’nin tarih yazımı milli tarih karşıtlığında bütün alternatif tarih yaklaşımlarını ve yöntemlerini bir imkân alanı olarak değerlendirir.4 Post-modern yapı bozumcu tarih yazımları ve etni sist tarih yaklaşımları bunlardan bazılarıdır. 

4 “Aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden Lozan’a gelen süreç de iflas ediyor. Ortadoğu’ya baktığımızda, Irak’ta Kürdistan tümüyle özerkleşmiş durumda. Yani Irak’ın bir parçası olmaya devam etse bile sosyolojik olarak artık aralarında pek bir devamlılık yok. Suriye’de de aynı olgu yaşanmakta. Büyük bir ihtimalle İran’da Kürdistan ve diğer kısımlar arasında ciddi bir iç muhalefet ve sosyolojik farklılaşma var. Ve bu sosyolojik farklılaşma Türkiye’de de yaşanıyor. Yani yüz yıllık tarih çöküyor. Hem Ziya Gökalp’in sentezi anlamında hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasının tasfiyesi ve Kürdistan’ın Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasında bölünmesi anlamında bir tarih çöküyor. Tarih çöktüğü zaman sorabileceğimiz sorular şunlar: Yeni bir toplum oluşturmayı mümkün kılabilecek tahayyüller var mı? Yeni bir toplum oluşturmayı mümkün kılabilecek irade var 
mı” (Bozarslan, 2016) 

Bilim âleminde önemli bir tartışma konusunu teşkil eden hermenötik, taşıdığı açılım imkanları, yöntemleri, bakış açıları ile değil de yüzeysel bir “görecelik” düsturu ile bu bağlamda gündeme gelmektedir. Tarihin inşa edilmiş metinden ibaret olduğu tezi ile tarihsel gerçeklik tamamen tahrif edilerek kahramanların hain, hainlerin kahraman konumuna oturtulması gerçek tarih olarak 
sunulabilmek tedir. Sistematik ve tutarlı bir tarih yazımından uzak kurguyu inşa edecek verilerin düzensiz ve özensiz seçimi ile post-modern tarih yapılabilmektedir. Post-modern tarih yaklaşımında metin öncelikli önemde bulunduğu için metni üreten tarihçi aynı zamanda gerçekliği üreten öznedir. Öznenin özgülüğünü teşkil eden özellikleri tarihin inşa edilmesiyle ortaya çıkan tarihsel bilginin doğruluk ölçütüdür. 

Tarih boyunca her siyasi sistem ve toplumsal model meşruiyetini temin için “tarih”i kontrol etmek eğiliminde olmuştur. Bugün tarihten beklenen önemli işlevlerden birisi siyasi alanda rızayı üretmesidir. Devletler, dayandıkları toplumların bütünlüğü ve kültürel üretimleri için uygun tarih yazımını ve öğretimini öncelemektedirler. Tarih okullaşma, bilimsel bilgi, milliyetçilik, ulus-
devletlerin gelişimi gibi dinamiklere bağlı olarak modern toplumlarda pre-modern dönemlere kıyasla daha çok önemsenmiştir. 

1. Tarih ve İşlevi 

“Tarih”in ne olup olmadığı ve hangi yöntemsel sorunları barındırdığı yönündeki tartışmalar tarih felsefesinin ilgi alanına girmektedir. Dolayısıyla “Tarih” merkezli tartışmalar büyük ölçüde tarih felsefesi bünyesinde yürütülürken, tarih araştırmalarının disiplinler arası bir boyut kazanmasından sonra tarih çalışmaları sosyoloji, antropoloji, psikoloji, felsefe gibi bilim alanlarının kavramlarından 
yararlanılarak yürütülmeye başlanmıştır. Bu gelişmeler tarih tartışmalarında hem niteliği hem de içeriği zenginleştirmekte ve geliştirmektedir. Bu sebeple tarih, sadece şimdiki zamandan önceki dönemleri değil tarihi olay ve olguların bugünkü toplumsal yaşantıyla ilişki halindeki bütün alanlarıyla ilişkisi çerçevesinde bir işleve sahip bulunmaktadır. 

Özne için şimdiki zamanın bitmesi ve akarsu gibi akıp gitmesi “geçmiş” şeklinde değerlendirilmektedir. Tarih ise geçmiştir diye tanımlanamaz. Bilim ve felsefe olarak tarih “hatırlama” ve “unutma” edimlerini bünyesinde barındırır. Bu sebeple tarihle ilgili tanımlamalarda hep öznenin bugünkü “konumu” düzleminde bir tanımlama yapılır. Bu konum çok farklı etkenler tarafından belirlenmektedir. Hobsbawm her türlü tarihsel incelemenin, insanın geçmişteki sonsuz sayıdaki faaliyetlerinden ve bu faaliyetleri etkileyen şeylerden bir seçim yapmayı, küçücük bir kümeyi seçmeyi içerdiğine vurgu yapmaktadır. (2009: 71). Tarihteki seçiciliğe göndermede bulunan Hobsbawm şüphesiz bu seçiciliğin bugünkü “konuma” göre belirlendiğinin farkındadır. Klasikleşmiş eserinde Carr ise, “Tarih nedir?” sorusunu cevaplamaya çalıştığımızda, cevabımızın bilerek ya da bilmeyerek, zaman içindeki kendi tutumuzu yansıttığını ve daha geniş bir soruya, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz karşılığın bir parçasını oluşturduğunu söyler. (Carr, 2009: 10-11) “İçinde yaşadığımız toplum” tarih hakkındaki yaklaşımımızı ve kullanım alanını 
da belirlemektedir. Tosh’a göre de, “Tarih, kolektif bellektir, insanların kendi toplumsal kimlik kavramlarını ve geleceğe ilişkin beklentilerini oluşturmalarını sağlayan deneyimlerin toplamıdır” (Tosh 1997: 3). 

Tarihin tarihçiler perspektifinden de sürekli tartışıldığı görülmektedir. Mesela Jenkins, tarihçi merkezli bir tanıma başvurur: “ … Tarihi çalışırken incelediğimiz geçmiş değil, tarihçilerin geçmiş hakkında oluşturdukları şeylerdir. … Şu halde ‘bütün tarih geçmişte yaşamış olan insanların akılllarının tarihi’ olmaktan çok ‘tarihçilerin akıllarının tarihi’dir” (Jenkins 1997: 58-59). Tarihçi merkezli tanım yapanlardan biri de Carr’dır: “Tarih doğrulanmış bir olgular kümesidir. Tıpkı bir balıkçının tablasındaki balıklar gibi, belgeler, yazıtlar vb. içinde olgular hazır dururlar. Tarihçi onları alır, evine götürür, pişirir, canı nasıl istiyorsa o şekilde sofraya koyar.” (Carr, 2009: 11) “Tarihçi zorunlu olarak seçmecidir. Tarihî olguların oluşturduğu, tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel bir sert çekirdeğin var olduğuna inanmak ahmakça, fakat silinmesi çok güç bir yanılgıdır” (Carr, 2009: 15). 

Ayhan Bıçak, köken sorunundan ve kültürdeki kurucu işlevinden hareketle tarih tartışmasına girişir. Ona göre, ilk efsanelerden günümüze kadar “köken sorunu” büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü, “insan olmanın şartlarından bir tanesi, belki de en önemlisi, bir kimliğe sahip olmaktır. Kimlik, bireyleri ve toplumları başkalarından ayıran, bireyi ve toplumu kendisi yapan unsurdur. İşte bu 
önemli unsura sahip olmanın şartı, geçmiş bilincidir. Bu bilinç varoluşunu nasıl ya da ne ad altında devam ettirmesi gerektiğini belirtmektedir.” (Bıçak, 2004: 33) Bir tarih formu olarak efsanelerin kültürde yer alan her unsuru anlamlandır ma ve açıklama açısından temel bir işlevinin olduğunu belirten Bıçak, anlamlandırma ve açıklama açısından hem bir yöntem hem de bilgi edinme aracı olarak öne çıktığını söyler. Ayrıca efsanelerin ortaya koyduğu bilgilere inancın tam olması, onların bağlayıcı bir niteliğine sahip olduklarını gösterir (Bıçak, 2004: 64). Bıçak’ın bu önermesini Mircea Eliade’de destekler. Ona göre efsane, bir tür hikâye ya da hayali kurgu olarak kabul edilmemelidir. Zira, “konu edindikleri şeyler, gerçektirler; dolayısıyla gerçekliğe ilişkin bilgi verirler. ‘Kutsal bir öykü olarak kabul edilen efsane gerçektir; çünkü her zaman gerçekliklere başvurur. Kozmogoni efsanesi gerçektir; çünkü dünyanın varlığı bunu kanıtlamaktadır; ölümün kökeni efsanesi de ‘gerçek’tir, çünkü insanın ölümlülüğü bunu kanıtlamaktadır” (Bıçak, 2004: 68). Bıçak, efsanelerin bir başka görevini de “kültürel düzenin kurulmasını sağlamak” olduğunu belirtir. “Kültürel düzen, toplumun yapıp etmeleri, inançları, düşünceleri kısacası efsanelerin görevleri olarak sunulan her şeyin birbirleriyle ilişki içinde sunulmasıdır. Bu ilişkinin merkezinde, ilk atanın Tanrı’nın yardımıyla, kökende, zamanın başlangıcından önceki dönemde, kültürel varoluşun gerçekleşmesi bulunur. Kökende gerçekleşen her şey, mutlak hakikat ve mükemmeldir” (Bıçak, 2004: 69). 

Tarihin asıl işlevi toplumsal gelişmeyi açıklamaktır. “Bu asıl işlev … tarihsel analizin, güvenilir olaylar ve mantıklı açıklamaların zorlamasıyla, insanlığın davranış, düşünce ve mirasını anlamamıza yardım eden pozitif bilgiler ürettiğini göstermeye vesile olabilir” (Florescano 2001: 69). Burada açıkça ifade edilmese de tarihin toplumsal gelişmeyi açıklamaya çalışması mevut durumun bir meşrulaştırımı kaygısından kaynaklandığını da çağrıştırır. Evrensel olarak sunulan toplumsal teoriler zamandan ve mekandan uzaktır ki, bu da sosyo-politik ve kültürel gelişimin anlaşılmasında bir engel teşkil eder. 

Tarih bilimi gözleme ve deneye dayalı bilimlerin tarzlarından farklı bir oluşuma sahiptir. İnsanın geçmiş yaşantısı olan ve tecrübe alanına girmeyen tarih, fiziki alan gibi varlığı olan bir şey değildir. Öznenin yaşanmışlık üzerindeki seçiciliğine bağlı olarak kurgulanan ve inşâ edilen bir bilimdir. İnşâ nesneler, olaylar ve olgular arasında kurulan bir ilişki ve etkileşim durumudur. Tarihçi, tarihsel bir 
olayı ilgili dönemde insanların yaptıkları başka şeylerin bilinenleriyle ilişkisi bağlamında değerlendirir. Bu anlamda tarih, “ [i]şi gözlem alanımıza girmeyen olayları incelemek, bu olayları gözlem alanımıza giren ve tarihçinin ilgilendiği olayların ‘kanıt’ı dediği bir başka şeyden yola çıkıp, çıkarımsal bir şekilde incelemek olan bir bilimdir” (Collingwood 2005: 83-86). 

2. Tarih ve Yorum 

İnsan unutmakla malul bir varlıktır. Ama unutmanın olduğu yerde hatırlama da vardır. Akça ve İnce’nin vurguladığı gibi bizzat “insan” kelimesinisyan/unutkanlık kökeninden gelmektedir. İnsanın unutmak zafiyeti, mesajın ve bilginin muhafaza edilmesi ve aktarılması için kayıt altına alınmasını dayatmıştır. Nitekim “Hafıza-i beşerin nisyan ile malul olması”, sözün söz olarak kalmasını sorunlaştırmış; onun formu olan ve sözü kalıcı kılan yazı, sözle birlikte anılmıştır. (Akça-İnce, 2015: 24) Burada unutmaya karşı bir direnç vardır ve bu direncin bir ürünü olarak yazı ortaya çıkmıştır. 

Yazı ve hatırlama başbaşa gider. Bu noktada baş gösteren sorun neyin unutulması ve neyin hatırlanması gerektiği konusunda kendini gösterir. Yazı neyi sabitlemektedir? İnsan zihni, yaşam alanındaki sayısız duyum kaynağından sadece ilgisine göre bir tercih yapar, alır ve saklar. Bu ilginin seçiciliğini ise bireyin duyguları, ihtiyaçları, arzuları, korkuları, sevgileri belirler. Görüldüğü gibi 
unutma ve hatırlama daha başlangıçta öznelliğini ortaya koyar. Bu noktada belki de nesnellik, öznelliğin gerçekliğini kabul etmektir. 

Bizim bilişsel arkaplanımızı oluşturan mevcut durumlardan belki de en temel olanını, gerçeklik ve doğruluk hakkındaki belli bir varsayımlar kümesi teşkil eder. Genel bir biçimde eylemde bulunduğumuz, düşündüğümüz ya da konuştuğumuzda, eylemlerimizin, düşüncelerimizin ve konuşmalarımızın bizim dışımızdaki şeylerle ilişki kurduğu belli bir tarzı olduğu gibi kabul ederiz. 
(Searle, 2006: 21) 

Geçmişin pozitif yönde ve negatif yönde hatırlamak gibi iki yönü olduğunu söyleyen Çetin, bu kategorileşmeyi şöyle açılar: Hatırlamanın bir yönü geçmişin sözü edilen o tarih üstü özüyle geleceği inşa düşüncesindeyken, diğeri geçmişle hesaplaşmak adına ve geleceğini bunun üzerine kurmak gayretiyle bir hesaplaşma çabası içindedir. Bir anlamda, geçmişi kucaklamakla geçmişle baş etme, geçmişin üstesinden gelme, geçmişi telafi etme gibi iki ayrı uçta gerilim vardır. Geçmişe özcü bakan grubun daha ontolojik verilerle, hesaplaşmacı yaklaşımınsa daha epistemolojik yargılarla hareket ettiği söylenebilir. Dolayısıyla bahsedilen hatırlama kültürü, çift taraflı işleyen bir kaynak olmak durumdadır (Çetin, 2014: 15). 


Pozitif bilim paradigmasına karşı yükselen, epistemolojik karşı koyuşlar özellikle yeni bir bilme tarzı olarak hermenötik, özne-nesne bağlamından bilimi kurtararak anlama eksenli olarak son yıllarda büyük revaç görmektedir. Tarihselliği içinde kendi varoluşunu kültürel arka cephesini anlayarak öznenin eylemini değerlendirebiliriz. Hermenötik yaklaşıma göre insan varlığı bir anlamlar ağı tarafından kuşatılmıştır. İnsanı kuşatıldığı anlamlar ağından soyutlamak ve bunun üzerinden tanımlamaya çalışmak yöntemsel bir soruna gark olmak demektir. Her öznenin kendi tarihselliği, sosyo-kültürel anlam bağlamı içindeki özgüllüğü, pozitivist epistemolojik temelleri dışarlar. Yani bir öznenin “
a) fiziki ve sosyal çevresi, 
b) fizyolojik yapısı, 
c) istek, hedef ve amaçları, 
d) geçmişteki deneyimleri hiçbir vakit birbirinin aynı değildir” (Türkdoğan, 1995: 28). 

Öte yandan Weber’e göre tarih ve toplum dünyası, ancak değerlerle insan eylemleri arasındaki nedensellik yoluyla kavranabilir, anlaşılabilir” (Özlem,2002:228). 

Tosh, tarihin yeniden yaratılması doğrultusunda kaleme alınmış hiçbir eserin, araştırmacının benimsediği değerlerin etkisini taşımaktan kurtulamayacağını vurgular. Ancak “nesnel bilgi elde etme uğruna bağlantı kurmayı reddeden tarihçiler sadece bir kabusu kovalamıyorlar, aynı zamanda daha büyük sorumluluktan kaçmaktadırlar. Geçmiş için geçmişe duyulan entelektüel merak, insanların tarih okumalarındaki nedenlerden biridir tabii, ama tek neden değildir. Aynı zamanda da toplum, bugünle bağlantılı bir geçmiş yorumu ve geleceğe ilişkin kararları formüle etmek için temel bekler” (Tosh 1997: 27). Jenkins de, “Tarih”i epistemolojiden, yöntembilimden ve ideolojiden müteşekkil görür. Ona göre, epistemolojik olarak geçmiş bilinebilir değildir; zira, geçmiş ile tarih (tarih yazımı) arasında ontolojik farklılık vardır. Bu bağlamda, “hiçbir epistemolojik gayret geçmişi kapsayamaz. Yöntembilime gelince, tarihçiler yorumcu tarihçinin etkisini minimize etmek amacıyla birçok yöntemler geliştirmişlerdir, hatta bunların kesinliğini ve evrenselliğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre bunları tatbik edenler nesnel gerçekliğe ulaşabileceklerdir; fakat, yöntembilimlerin çokluğu, tarihi tartışmaya açık bir söylem haline getirmiştir. Tarihin ideoloji olması, kuram olmasındandır. Kuram ideolojiktir ve maddî çıkar bağlamlıdır. Bu anlamda ideoloji tarihin her yanındadır (Jenkins 1997: 17-31). Jenkins’in sözlerinin cüssesi büyüktür ve keskin yargılar barındırır. 

Tarihi bir bilim olarak pozitif bilimler doğrultusunda biçimlendirme gayretleri Aydınlanma ile birlikte kendini gösterir. Psikoloji, antropoloji, coğrafya gibi tarih de deney ve gözlem gibi pozitif felsefenin temel uygulama alanlarına uyarlanmaya çalışılır. Tarihin kendi üzerine düşünmesi anlamında tarih felsefesi çerçevesinde 19. yüzyıldan beri bilimsellik, nesnellik bağlamında bir tartışma yürütür ki bilimsel olmak için somut verilerin kullanılması zorunlu görülür. Ranke bu anlamda bir devrim yaratır. Sonraki bilimsellik tartışmaları da bu sürecin çeşitlenmesi olarak görülebilir. Pozitivist bilgi felsefesine göre, “[t]arihçinin ilk görevi, geçmiş hakkında olguya dayalı bilgi toplamaktır; birincil kaynaklara eleştirel yöntem uygulayarak doğrulanmış bulgulardır bunlar ve geçmişin nasıl 
açıklanacağını ya da yorumlanacağını belirlerler. Bu süreçte tarihçinin inançlarına ve değerlerine yer yoktur; onları ilgilendiren yegane şey olgular ve olgulardan mantıksal olarak çıkan genellemelerdir (Tosh 1997: 123). Tosh’a göre, geçmişteki olayların gerçekliği bilimsel yöntemin klasik uygulanışında yeri yoktur. Çünkü, geçmişin insanlarıyla yaratıcı bir özdeşleşme yoluyla anlaşılır ve bu da sezgiye ve empatiye dayanır. Bu anlamda idealistlere göre, tarihsel bilgi özneldir. Ortaya koyduğu hakikatler bilimsel olmaktan ziyade sanatsaldır “Üstelik tarihçiler, başka benzeri olmayan tek tek olaylarla ilgilenmektedirler. Sosyal bilimlerdeki genellemeler geçmişin incelenmesine uygulanamayacağı gibi, tarih de kendine ait genellemeler veya yasalar ortaya koyamaz” (Tosh 1997: 123). 

Tarih ve tarihyazımı konularında yorum, gerçeklik, nesnellik gibi kategorik tartışma unsurları post-modernizm felsefesi ile bambaşka bir boyut kazanmış ve tartışmalar hızlanarak ve yoğunlaşarak yeni açılımlar doğrultusunda varlığını sürdürmüştür. Tarihyazımı bağlamında postmodernizmin özel bir anlamı vardır. Bu da tarihin geçmişte nasıl yazıldığı ve okunduğu üzerinden, “olgular”, “nesnellik” ve “hakikat” gibi geleneksel kesinliklere meydan okumayı ifade eder. Tarih, kesin bir surette belirlenebilir ve tanımlanabilir olamaz. Belirlenebilirlik ve kesinlik ilkeleri artık fizik de terk edilmiştir. Postmodernist kuramcıların şüpheci yaklaşımı, bu tarz kavramların mutlak geçerliliğini sorgular. Söz konusu yaklaşıma göre, geçmişin hikâyesinin nihai olarak anlatılacağı tek bir imtiyazlı konum mevcut değildir. Burada geçmişle ilişkimizde kendi konumlarımız dâhilinde bizim asla kurtulamayacağımız ve kaçınamayacağımız bir görecelikçilik hüküm sürer (Southgate 2012: 23; Hocaoğlu, 2003: 86). 

Bu bağlamda tarihçiler, tarihi tek nedenli açıklamalara, büyük anlatıların içinde eriterek özgülüğünü yok etmeye, tarihi alanları özelleştirerek birbirinden bağımsız, etkileşimsiz disiplinlere bölme yöntemi karşısında eleştirel bir duruş belirleyebilmelidir. 


2 Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***