2 Ocak 2018 Salı

Yeni Dünya Düzeni Ve Demokrasi Geliştirme, BÖLÜM 2

Yeni Dünya Düzeni Ve Demokrasi Geliştirme,  BÖLÜM 2


            ABD, 2001 yılından beri Venezuela’da anti-Chavez gruplarına sivil toplumu destekleme adı altında para dağıtıyor.Bu amaçla USAID ve NED tarafından 2002 yılında Caracas’ta kurulan Geçiş İnisiyatifleri Ofisi tarafından, 8 yılda 100 milyon dolardan fazla para dağıtıldı.2011 yılında bu ofisin şiddet olaylarının merkezi olduğu ortaya çıkınca kapatıldı ve merkezini ABD’ye taşıdı. Şubat 2014’de Venezuela’da başlayan ve rejim değişikliğini hedefleyen halk hareketinin arkasındaki iki kişi olan Leopoldo Lopez ve Marina Corina Machado’nun Washington’un ajanları olarak uzun birer geçmişleri var. Venezuela’da da NED ve USAID her zaman olduğu gibi başroldedir.Lopez’in Önce Adalet (PrimeroJusticia) ve Halk İradesi (Voluntad Popular) partileri ile Machado’nun NGO ve seçim kampanyalarına milyonlarca dolar yardım yapıldı. Sadece 2013-2014 yıllarında Washington, Venezuela’daki seçim kampanyaları için muhalefete 14 milyon dolardan fazla para verdi. Paralar, Obama’nın Dış Operasyonlar Bütçesi’ne ayrılan fondan USAID tarafından dağıtılmaya devam edilmektedir. Ayrı bir fon kullanan NED ise özellikle gençlik hareketi olan FORMA üzerine odaklanmıştır.Cesar Briceno’nun liderliğindeki bu hareketin arkasında Venezuelalı banker Oscar Garcia Mendazo gözükmektedir. Garcia Mendazo’nun bankası olan Banco Venezolano de Credito, NED ve USAID’ten gelen paraları Sumate, CEDICE, Sin Mordaza, Observatorio Venezolano de Prisiones, FORMA ve diğer muhalif gruplara dağıtmaktadır[36].Ancak, para sadece banka yolu ile gelmemekte; ABD doları ve Avrupa Komisyonu’nun verdiği Euro’lar hükümetin eline geçmesin diye büyük kısmı elden verilmektedir. NED fonlarından yararlanan Espacio Publico, Instituto Prensa y Sociedad (IPYS), Sin Mordaza ve Gali gibi medya organları Başkan Madura’yı açıkça hedef almıştır. NED’in Cumhuriyetçi Parti kolu olan IRI, muhalefet koalisyonu olan Demokratik Birlik Masası’nı desteklemektedir. 

            ABD’nin Türkiye’de kurduğu özel mekanizmayı birkaç cümle ile özetlemek mümkün değildir. Bunun için yeni çıkan “Türkiye’deki Amerika” isimli kitabımı okumanızı tavsiye ederim[37]. Eğer hemen bir şeyler görmek istiyorsanız CFR’ın dipnottaki sayfasına bakmanız bir fikir verebilir ama küresel sermayenin Türkiye’deki iş dünyası ile olduğu kadar hükümet ve diğer milli yapılar ile de bağlarının bilinmesi çok önemlidir[38]. ABD, Türkiye’deki hükümet, NGO’lar, aktivistler, sivil toplum ve AB ile diyalog halinde demokratik prensipleri, uygulamaları ve değerleri geliştirmek için öncelikler tespit etti. Bu demokrasi hedefleri içinde; “İnsan hakları, sivil toplum ve etnik farklılıklara saygının desteklenmesi, Türkçe dışındaki dillerin kullanılması, ifade özgürlüğünün genişletilmesi, Yunan Ortodoks ( Heybeliada ) Ruhban Okulu ve İstanbul EkümenikPatrikliği’nin desteklenmesi, etnik Kürt ve diğer Türk olmayan etnik grupların sorunlarına yönelik somut adımlar atılması[39]” başta gelmektedir. Bu ifadenin açık anlamı Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet olma özelliğinin yok edilmesi, Türkiye’nin bölünmesi ya da en azından bir federasyona dönüştürülerek, ulusal gücünü kullanamaz hale gelmesi, son 10 yıldır yapıla geldiği gibi küresel sermayeye peşkeş çekilmesidir. Bunun için uyguladığı strateji adına “kamu diplomasisi”denilen ikna ve daha çok şantaj yöntemidir. Pek çok milletvekili, siyasi parti lideri, hâkim, adalet yetkilisi, gazeteci, akademisyen ve NGO yetkilisine yönelik programlar uygulanmaktadır. Her yıl yüzlerce Türk, ABD’ye getirilerek çoğulculuk, etnik ve dinsel farklılıklar konularında eğitim almakta, geleceğin liderleri yetiştirilmektedir. Bu ziyaretler ABD Uluslararası Ziyaretçiler Liderlik Programı fonundan karşılanmaktadır. ABD raporları, bu işte AB ve diğer dış misyonlardaki üyeleri ile sık sık biraraya geldiklerini ifade etmektedir. 17 Aralık 2013 sonrası geleceğini tamamen dış güçlere bağımlı gören Erdoğan hükümeti, sadece bölücülere demokratik özerkliği değil, Rumlara ve Ermenilere de yeni tavizler vermeye hazırlanıyor. Tabii bütün bunların olması için yeni Anayasa ve korumalı bir Başkan’a ihtiyaç var. Bu da ABD ile hükümetin demokrasi pazarlığının temelini teşkil ediyor.

            Büyük Güçler Rekabeti ve Demokrasi Geliştirme

            Obama ileAmerika, içeride gücünü toplamaya çalışırken dışarıda gücü erimeye devam etmektedir. 2013 yılında Pew Araştırma Kurumu tarafından yapılan anket Amerikan halkının %80’inin Amerikan hükümetinin uluslararası işlere değil kendi problemlerine odaklanmasını istediğini gösterdi[40]. Özetle, ABD’nin küresel hegemonya merakının arkasında halk desteği yoktur. ABD; Çin ve Rusya’nın küresel düzeni değiştirecek gücü olmadığını düşünürken Ukrayna işgali ile en büyük tehdidin Çin’den değil Rusya’dan geldiği anlaşıldı. İç sorunlara gömülmüş Obama ve savaş yorgunu ABD halkı, ülkeyi doğrudan tehdit etmeyen hiçbir pahalı ve çatışmaya varacak riskli işe girmek taraftarı değildir. Bu yüzden, dışarıdan ABD’yi Kırım ve Suriye’ye askeri müdahale için gaza getirmeye çalışanların şansı yoktur. Yeni bulunan enerji kaynakları ve petrol çıkarma yöntemleri nedeni ile Ortadoğu’ya da ilgisiazalacaktır. Diğer yandan, Irak, Afganistan ve Guantanamo nedeni ile prestijini kaybeden ABD’ye diğer ülkeler tarafından dış politikada verilen destek gittikçe zorlaşacaktır. Snowden olayı ile ortaya çıkan NSA sızıntıları kendi müttefiklerini bile dinleyen ABD hükümetinin işini daha da zora soktu. ABD’nin birinci halka dostları olan İsrail, Japonya ve İngiltere’nin önemli endişeleri bulunmamaktadır. İsrail’in Obama’dan Suriye ve İran ile ilgili istekleri olsa da, ABD’nin İsrail’in güvenliğine olan yükümlülüğünü sık sık ifadesi etmesi onlara yetmektedir. Japonya, artık ABD-Çin yakınlaşmasının aleyhine olacağını düşünmemektedir. İngiltere, AB’den çıksa bile ABD ile ilişkilerinin eski sağlamlığında devam edeceğine emindir. İkinci halkada kabul edilen Suudi Arabistan, Türkiye ve Almanya ile ilişkiler ise sorunludur. Suudiler, ABD-İran yakınlaşmasından ve Suudi ailesini alaşağı edecek bir darbenin ABD tarafından destekleneceğinden şüphe etmektedir. Türkiye’de Erdoğan’ın geleceği2007’den beri devam eden ve ABD tarafından verilen ev ödevlerine bağlıdır. Erdoğan’dan beklenenlerÇekoslavakya’yı tek kurşun atmadan bölen ve NED’den demokrasi masalyası alan VaclavHavel’in çok daha ötesindedir. ABD casusluğunun hedefi olması nedeni ile hala ABD’ye kızgın olan Almanya başbakanı Merkel ise Rusya ve Ukrayna’ya Washington gözü ile bakmamaya kararlıdır.

       Asya-Pasifik’i eksen seçen Amerikan politika yapıcıları Ortadoğu ve Rusya’ya yönelik yeni sorumluluklar almaya gönülsüzdürler. Washington’a göre sadece Asya, ekonomik çıkarları nedeni ile Amerikan gücünün bölgede kalmasını gerekli kılmaktadır. Doğu ve Güneydoğu Asya’da güvenlikleri ABD varlığına bağlı olan Endonezya, Filipinler, Vietnam ve diğer ülkeler bir yandan da Çin ile ekonomik ilişkilerini geliştirmek derdindedirler. ABD içinde Demokrat ve Cumhuriyetçilerin müttefik olduğu tek konu ticarettir çünkü küresel sermaye böyle istemektedir. Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP), Amerikan güvenlik politikalarının merkezine yerleşmektedir. Amerikalılara göre Rusya, Putin ile demokratikleşme yolundan uzaklaştı. Çin ise hiçbir zaman demokratik olmadı sadece toplumu liberalize ederek, ekonomide başarı sağladı. Ukrayna gelişmeleri ise yönsüz ve önceden öngörülemez Siyah Kuğu olayı değildir. Ukrayna’nın ABD ve Avrupa Birliği ile yakınlaşmasına Ruslar yıllardır çekince koyuyorlardı. 2012 sonunda ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Moskova’nın Avrasya Birliği ile projesi ile bölgeyi Sovyetleştirmelerine karşı duracaklarını açıklamıştı. Buna rağmen ne Ukrayna ne de Avrupa, Rus enerji hatlarını bypass edecek yeni güney koridorları üzerinde çalışmamıştı. Putin, 2004’deki Turuncu Devrim’den beri Batıyı eğer Rusya’nın Ukrayna’daki hayati çıkarları dikkate alınmazsa radikal yollara başvuracağı ile ikaz ediyordu. Amerikalı diplomat Christopher R. Hill’e gore Rusya, Gürcistan’dan sonar Ukrayna krizi ile son 25 yıldır parçası olduğu yeni dünya düzenine ihanet etti. Hill’e gore böylece Rusya kendilerine sağlanan NATO’daki özel statü, AB ile imtiyazlı ilişki ve uluslararası diplomatik kurumlardaki ortaklığı eliyle itmiş oldu[41].Hill’e gore bundan sonar Rusya, yeni dünya düzeni yerine BRIC’in yanına koyacağı yeni müttefikleri ile ABD ve NATO’ya cephe alacak ve yeni soğuk savaş başlayacaktır.

Gorbaçov, Glasnost ve Perestroika’da başarısız olunca,küresel sermaye tarafından önerilen şok tedaviyi kabul etmişti. Borç batağına sürüklenen ülkelere uygulanan şok terapinin esaslarışudur[42]; serbest pazar saçmalığı, kitle özelleştirmeleri, kamu alanını yok etmek, yabancı şirketlere sınırsız giriş, sosyal hizmetlerde büyük kesinti, iş kaybı, düşük ücretler, baskıcı kanunlar ve tüm ekonominin güçlü bir zengin sınıfa ve onunla bağlantılı siyasi elitlere aktarılması. Ortaya çıkan bu zengin sınıf Rusya’da “oligarklar”,Çin’de “KüçükPrensler”,Şili’de “Piranalar” gibi isimler aldı.Gorbaçov, bunun karşılığında nükleer silahsızlanma ve NATO’nun eski Varşova Paktı ülkelerini üye yapmayacağısözü almıştı. Rus Duma’sı 1972’deki Anti-Balistik Füze Anlaşması (ABM) kapsamında füze savunma sisteminin kalkmasını onaylarken, 14 Aralık 2001’de Bush yönetimi sadece ABM anlaşmasından çekilmedi, NPT’ye aykırı olarak yeni nükleer silah testleri yapacağını açıkladı.Böylece silahlanmanın kapısı ardına kadar açıldı.2007’de ABD, Füze Savunma Sistemi kapsamında eski Varşova Paktı ülkesi Polonya’ya füze sistemleri, Çek Cumhuriyeti’ne radar takip sistemi kurma niyetini açıkladı.Rusya’yı çevrelemek için eski Sovyet ülkeleri NATO ve AB üyesi yapıldı,renkli devrimler düzenlendi.2008’de 28 NATO üyesinin 10’u eski Varşova Paktı ülkesiydi.Sıra Gürcistan ve Ukrayna’ya gelmişti. Hedef İran gösterilse de asıl niyet nükleer ilk-vuruş önceliğini elinde tutmaktı. Bu aslında 1945 yılından beri ABD’nin yapmak istediği şeydi. Rusya ve Çin’I kontrolünde tutmadıkça ABD’nin küresel kontrolü mümkün değildi. Putin’e kadar devam eden şok tedavi dönemi Rusya’da kitlesel fakirlik, yaygın işsizlik, emekli aylıkları ve sosyal hizmetlerin yok olması, çiftçilerin %80 oranında iflası, on binlerce fabrikanın ve okulların kapanması ve sanayileşmenin yok olması,alkolizm, uyuşturucu, HIV/AIDS, intihar ve şiddete dayalı suçlarda rekorlar getirdi, nüfus ve yaşam süresi azaldı. Bütün bunların adı Milton Friedman’a göre “özgürlük” idi.ABD’nin Rusya’da NED yolu ile demokrasi geliştirme adına desteklediği kuruluşlardan bazıları şunlardır[43]:

- Askerlerin Anneleri Komitesi (Ordudaki askerlere yönelik istimarları durdurmaya çalışıyor),
-   Memorial (İnsan hakları örgütü),
-   Perm-36 (Çalışma Kamplarındaki Ruslara yardım ediyor),
-  Olağanüstü Durum Haberciliği Merkezi (Rus gazetecilerin haklarını koruyor),
-   Murmansk Kadın Gazeteciler Örgütü,
- Rus-Çeçen Dostluk Toplumu (Rus askerlerinin yaptığı katliam ve suistimalleri sorgulayarak, Çeçen ayrımcılığını destekliyor).
      ABD, Çin içinde de demokrasi geliştirme faaliyetleri uygulamaktadır. ABD, Çin’e karşı 1940’lardan beri “böl ve yönet” stratejisi içinde “havuç ve sopa” diplomasisi kullandı. Avrasya’nın enerji hatları boyunca krizler yaratıldı. Çin’e bugün uygulanan “yumuşak savaş”ın başında CFR üyesi, NED başkan yardımcısı, Freedom House kurulu üyesi, Hudson Institute ve PNAC üyesi, neo-muhafazakar Paula Dobriansky var. Çin’e karşıTibet’teki Dalay Lama örgütleri, Çin’deki Fakun Gong ve pek çok küresel NGO kullanılıyor.BBC dahi ABD’deki küresel televizyon ve radyolar bu sistemin bir parçasıdır.Çin hükümeti Ağustos 2011’de Pekin’deki rejim muhaliflerinin tutuklanmasından sonra ABD’yi uyardı. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong Lei; “Batı baskılarına tolerans göstermeyeceklerini, herhangi bir ülkenin iç içlerine müdahale ederek insan hakları konularını istismar edemeyeceklerini” açıkladı[44]. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Bakanlığının Çin’deki insan hakları ile ilgili olumsuz raporundan bahsederek, Çinli sanatçı ve aktivist AiWeiwei’nin tutuklanmasına tepki gösterdi. Tepkilere demokrat senatör Harry Reid başkanlığındaki senatörler delegasyonu da katıldı ve Çin’in uluslararası alanda tanınmış insan hakları kriterlerini uygulaması istendi. Çin’i hedefleyen ABD insane hakları/demokrasi vasıtaları Myanmar, Tibet ve petrol zengini Darfur’u da mücadele sahası seçmiş durumdadır. 2007’de Myanmar’daki başarısız Safran Devrimi esnasında Budist keşişlerin sokaklarda daha fazla demokrasi istediğine ilişkin resimleri Batı medyasında yer aldı. Perde arkasında ise keşiş çeteleri vur-kaç taktiği uyguluyor, blog’lar ve telefon mesajları ile protestocular yönlendiriliyordu. Malakka Boğazı üzerinden Hint Okyanusu’na çıkışı control altına alınan Çin, Myanmar üzerinden Hint Okyanusu’na inebilirdi;ama bu ülke Amerikan üssü için yer vermeyi reddetmişti. 4000 yıllık sürekli bir tarih üzerine evrimleşmiş, ulusal gurur ve Konfüçyüs anlayışı üzerine kurulu Çin’e, Batı tipi demokrasiyi getirmek, dışardan etik prensipler dayatmak kolay değildir. Çin’de Komünizmin yerini alacak tek ideoloji milliyetçilik olabilir ancak bu da küresel sermeyenin karşı olduğu şeydir. Bu yüzden Çin’deki değişim daha doğrusu kırılmanın ancak askeri yollardan geleceği fikri öne çıkmaktadır.

            Sonuç

      Amerika sonrası yeni düzen; küresel sermayenin yer değiştirdiği, çatışma konuları ve alanlarının büyüdüğü, yeni siyasi kutuplaşma ve oluşumların hızlandığı, post-modern akımlar artarken ülkelerin daha çok parçalandığı, ulus-devletlerin egemenlik ve bağımsızlık özelliklerinin eridiği bir dünya olmaya adaydır.Küresel sermayenin stratejik amacı dünyada tek bir hükümet tarafından yönetilen ve küresel oligarkların çıkarlarına göre düzenlenmiş bir dünya devleti kurmaktır.Bu amaçla hala demokrasi geliştirmeden medet umanlar; BM veya NATO’ya alternatif olarak Demokrasiler Cemiyeti (League of Democracies) kurulması önerisi yapmaktadırlar[45].Yeni dönemde ABD, şu soruları kendine sorarak bir özeleştiri yapmalıdır; demokrasiler meşru ve etkili olarak ancak ABD tarafından mı yoksa temel özgürlükler, hukukun üstünlüğü gibi programlar vasıtası ile daha çok katmanlı bir uluslararası inisiyatifin sorumluluğunda mı geliştirilmelidir? Demokrasi geliştirme, askeri güç ve örtülü operasyonları meşru hale getiren ve ABD’nin gerçekte ülke çıkarlarına yönelik örtülü gündemini destekleyen bir dış politika yöntemi olarak kalmaya devam edecek midir? Demokrasi geliştirme görüntüsü altında pek çok ülkede darbelerin desteklendiği, 1994’de Ruanda’da olduğu gibi soykırıma göz yumulduğu unutulmamalıdır. Demokrasi geliştirmek için başka ülkelerin sivil toplum örgütlerine, medya vasıtalarına, öğrenci değişim programlarına fonlar aktararak, ülke içi gelişmeler hakkında raporlar yayınlamak, karneler tutmak, ülke içinde ayaklanmalar ve sosyal hareketler düzenlenmesi BM temel şartı olan ülke egemenliğine saygı bakımından ne kadar meşrudur? Bir ülke içindeki etnik, dinsel vb. farklılıkları teşvik ederek, askeri, istihbari ve diğer açık ve örtülü yollarla destekleyerek ülkenin bütünlüğünü ve yasal rejimin otoritesini sarsmak uluslararası hukuka ne kadar uygundur? Her ülkenin kendi tarihi mirası, ulusal kültürü, iç ve dış şartları farklı olduğuna göre dünyadaki 550 tip demokrasiden hangisini seçeceği ABD'nin mi işi olmalıdır? ABD, demokrasi geliştirme işinde BM, AB, NATO gibi diğer uluslararası kuruluşları da kendi amaçları doğrultusunda kullanarak uluslararası sisteme olan güvene ve istikrara zarar verdiğinin ne kadar farkındadır?
      230 yaşındaki katı Amerikan siyasi sistemi; para (küresel sermaye), şahsi çıkarlar, medya ve lobilerin hâkimiyetine girmiştir. Borçlarını ödemeyecek durumda olan ABD, sözlük anlamı ile yasal olarak iflas etmiş bir ülkedir. Askeri gücü haricinde endüstriyel-finansal-toplumsal ve kültürel güç dağılımı, ABD tekelinden çıkmaktadır. Ukrayna’daki gelişmeler, Amerikan dış politika vasıtalarının sistematik zayıflığının en son göstergesi oldu. Bunların en başında 48 saat öncesine kadar ABD istihbaratının Rusya’nın Kırım yarımadasını ele geçireceğine dair bir bilgisi olmaması hatta erken bir ikaz dahi gönderememiş olması gelmektedir[46]. Şimdi ABD için neyi, nerde, nasıl yapacağına ve yeni vasıtalara karar verme zamanıdır.  Ancak, bir yandan Ukrayna, Venezüela ve Türkiye’de demokrasi geliştirme çok önemli virajlara geldi diğer yandan Çin’den sonra Rusya ile büyük güç mücadelesinde askeri seçeneklerin dışında yeni bir kurgu ihtiyacı ortaya çıktı. ABD’nin yıkıcı ve bölücü demokrasi modelinin yerini Rusya’da bugün “egemen demokrasi” anlayışı almış ve böylece güçlü bir ulus-devlet yapısı korunabilmiştir. ABD tipi demokrasi geliştirme projelerinden korunmak için Putin’den öğreneceğimiz çok şey vardır. Bunların başında da ülke içinde yabancı fonları ile beslenen ajan gazeteci, politikacı, sivil toplumcu, üniversite hocası, yazar, tv programcısı vb. milliyet ve ülke çıkarlarına bağlılık ülküsünü kaybetmiş insanların ceplerine giden yabancı fonların nasıl kesileceği gelmektedir. Bundan daha önemlisi küresel sermayenin iş dünyası ve medya içinde çöreklenmiş Türkiye’deki uzantılarının deşifre edilmesi gelmektedir. ABD’nin demokrasi ile birlikte “kalkınma” programı diye getirdiği ve ülkeleri soymaktan başka bir şeye yaramayan neo-liberal ekonomi anlayışı da artık çökmüştür ve yerini Çinlilerin devletçi modeli almaktadır. Şüphesiz demokrasi dünyanın en güzel ve insan onuruna en uygun yönetim şeklidir. Ancak, bunu bizi yıkmak için değil, bütünleştirmek ve gerçekten ileriye götürmek için gerekli aktörler ile kendi içimizde başarmalı, başaranların iyi yönlerini örnek almalıyız.

KAYNAKÇA;

[1]CarrollQuigley: A History Of The World InOur Time, MacMillan, (1966),p.48.
[2]F. William Engdahl: Gods of Money, Wall Street andtheDeath of theAmerican Century, (2009), p.20.
[3]CarrollQuigley: TragedyandHope, McMillanCompany, (New York, 1966), p.46.
[4]GaryAllen: NoneDare Call ItConspiracy, G.S.G.&AssociatesPub, (New York, 1971), p.143
[5]CarrollQuigley: TheAnglo-AmericanEstablishment, G.S.G.&AssociatesPub, (New York, 1981), p.87.
[6]DesGriffin: FourthReich of theRich, Emissary Publications, (1994), p.211.
[7]ABD hegemonya sistemi için bakınız, Sait Yılmaz: Güç ve Politika, Alfa Yayınları, (İstanbul, 2008).
[8]Engdahl: a.g.e.,(2009), p.290.
[9]Engdahl, a.g.e., (2009), p.3.
[10]NationalEndowmentforDemocracy.
[11]NationalDemocraticInstitutefor International Affairs
[12]International RepublicanInstitute
[13]Center forIndependentPrivate Enterprise
[14]American Center for International LaborSolidarity
[15]Thomas Carothers: Effective U.S. Democracy Assistance Requires Reform at USAID, House Committee on ForeignAffairs, (June 10, 2010).
[16]International Foundation forElectionSystems
[17]Eurasia Foundation
[18]Open SocietyInstitute
[19]Alexandra Silver: SoftPower: Democracy-Promotionand U.S. NGOs, CFR Blog: Democracy in Development, (March 17, 2006).
[20]F. William Engdahl: Seeds of Destuction, TheHiddenAgenda of GeneticManipulation, Global Research, (2007), p.132.
[21]FrancesStonerSaunders: TheCulturalColdWar,The CIA andthe World of ArtsandLetters, New Press, (2001), p.69.
[22]ExecutiveIntelligenceReview: Financial Tumult, Vol.24, No.16, April 1997.
[23]Shadi Hamid: TheMeaning of "Power", BrookingInstitute, (July 20, 2007).
[24]Lorne W. Craner, Richard N. Haass, VinWeber, KenWollack: 2008 ForeignPolicySymposium: DemocracyandAmerica's Role in the World, HumphreyInstitute of Rockefeller Foundation, CFR, (September 4, 2008).
[25]Mark P. Lagon: PromotingDemocracy: TheWhysandHowsforthe United Statesandthe International Community, A MarketsandDemocracyBrief, CFR, February 2011.
[26]Morton H. Halperin, Michael HochmanFuchs: TheSurvivalandtheSuccess of Liberty: A DemocracyAgendafor U.S. ForeignPolicy, Century Foundation Press, 2009.
[27]BrianKatulis: DemocracyPromotion in theMiddle East andthe Obama Administration, The Century Foundation, (Feb 16, 2009).
[28]European Endowment for Democracy.
[29]LarryDiamond: Ingredients for a Lasting Democracy, Hoover Digest, No.2, (March 29, 2011).
[30]Open Ukraine: Founders, http://openukraine.org/ua/about/foundersOpen Ukraine, “Governing bodies,” http://openukraine.org/ua/about/management
[31]Open Society Foundations: http://www.opensocietyfoundations.org/about/offices-foundations/international-renaissance-foundation
[32]NED 2012 Annual report, http://www.ned.org/where-we-work/eurasia/ukraine
[33]Victor Pinchuck Foundation: About Victor Pinchuck,http://pinchukfund.org/en/about_pinchuk/biography/
[34]Kenneth Rapoza: Washington’s Man Yatsenyuk Setting Ukraine up for Ruin,Forbes, Feb 27, 2014, http://www.forbes.com/sites/kenrapoza/2014/02/27/washingtons-man-yatsenyuk-setting-ukraine-up-for-ruin/
[35]ChristianStork: What the Media Doesn't Get About the Protests in Ukraine, policymic.com, (December 31, 2013).
[36]Eva Golinger: Agents of Destabilization in Venezuela: The Dirty Hand of the National Endowment for Democracy,Global Research, (April 26, 2014).
[37]Sait Yılmaz: Türkiye’deki Amerika, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2014).
[38]CFR’nin Türkiye uzantısı think-tank olan Global Relations Forum’un  (GİF) Direktörler Kurulu ile merkezin kimleri, nasıl topladığına bakınız: http://www.gif.org.tr/board-of-directors.html
[39]U.S.State of Ministry, Bureau of DHRL: Turkey Report, AdvancingFreedomandDemocracyReports, (May 2010).http://www.state.gov/j/drl/rls/hrrpt/2010/eur/154455.htm
[40]IanBremmer: TheTragicDecline of AmericanForeignPolicy, NationalInterest, (April 16, 2014).
[41]Paul Joseph Watson: Top U.S. Diplomat: Russia Has Betrayed the “New World Order”, Global Research, (25 April, 2014).
[42]Stephen Lendman: Full Spectrum Dominance: Totalitarian Democracy in the New World Order, Review of F. William Engdahl's book,Global Research, (June 22, 2009).
[43]Michael Bohm: Why Russia’s Democrats Need West’s Support, Democracy Digest,(21 Oct, 2011).
[44]Democracy Digest: WhyDoesn’tChinaDemocratize?,(August 17, 2011).
[45]Craner: a.g.e., (2008).
[46]Nikolas K. Gvosdev: The Deep Policy FailuresThat Led to Ukraine, National Interest, (April 17, 2014).

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2014/05/05/7575/yeni-dunya-duzeni-ve-demokrasi-gelistirme



***

Yeni Dünya Düzeni Ve Demokrasi Geliştirme, BÖLÜM 1

Yeni Dünya Düzeni Ve Demokrasi Geliştirme


Sait Yılmaz,
sait.yilmaz@yeditepe.edu.tr
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
05 Mayıs 2014 Pazartesi


            Ortaçağ’ın başlarında Batı medeniyeti ticaret ya da sanayinin olmadığı kendi kendine yeterli malikâneler üzerine kurulmuş, tamamen tarıma dayalı bir ekonomik sisteme sahipti. William Paterson ve arkadaşları tarafından Bank Of England’ın kurulduğu 1694 yılı, dünya tarihi için de önemli bir tarihtir. Ağırlığı nedeni ile taşımak zor olduğu için altın yerine onu temsil eden kâğıdı kullandılar ve bugün de bu tür kâğıtlar “altın tahvili” olarak kullanılmaktadır. Bu kâğıtların değeri rezervdeki altını geçmeye başlayınca artan bu değeri temsil eden kâğıtlara “bank notes (eski Türkçe ile bankınot)” yani bugünkü “kâğıt para” denildi[1]. 1770’lerde özel teşebbüsün yani tek kişi ya da ortaklık şeklinde özel kişilerin sahip olduğu şirketlerin ortaya çıktığı “sanayi kapitalizmi” başlamıştı. Uluslararası arenada manipülasyonlar ve finansal yenilikler yapmak için gerekli olan yetenekli bankerler ticari ve sanayi kapitalizmi ile birlikte Londra’da yetişti. Bu kişilerin kökleri daha da geçmişten gelen hanedanlık ailelerine dayanmakta idi ve bunların da başında Frankfurtlu Meyer Amsehel Rothschild (1743-1812) gelmekte idi. Daha Amerikan devleti kurulurken küresel sermayeyi temsil eden İngiliz sisteminin kolonilerin kendi paralarını basma haklarını iptal etme nedeni, bankacıların koloniciler ile ticaret yaparken vergi alma isteği idi. Amerikalılar faiz ödemeye zorlanarak, borç batağına sürüklenecekti. Amerika kurulduğu günlerde kolonilerde eşitlik üzerine kurulu sosyalist düşünce hâkimdi ama sistem kısa süre sonra zengin iş adamlarının kendi çıkarlarını her zaman üstün tutmasını sağlayacak bir plutokrasi rejimine dönüştü. 1873’deki büyük ekonomik krizden sonra güçlü Amerikan sanayi ve bankacılık aileleri Amerikan endüstrisi ve zenginliğini kontrol eden J.P.Morgan ve John D. Rockefeller’in etrafında toplandı. Bu ikisi finansal paniği manipüle eden sahtecilik, rüşvet ve şiddet olaylarını da tezgâhlamıştı. Böylece Amerikan plutokrasisi ya da başka bir deyimle Amerikan oligarşisi kuruldu[2].

            John Ruskin, 1871 yılında Oxford Üniversitesi’nde imtiyazlı yönetici sınıfın üyesi olarak yaptığı konuşmada büyük bir eğitim, güzellik, hukukun üstünlüğü, özgürlük, edep ve öz disiplin geleneğine sahip olan İngiliz geleneğinin alt tabakalara ve tüm dünyada İngiliz olmayan kitlelere yayılması gerektiğini, aksi takdirde bu geleneğin yok olacağını söylemişti. Ruskin’in bu açılış konferansı notu çoğaltıldı ve başta ChecilRhodes, Arnold Toynbee, Alfred Milner olmak üzere pek çok yönetici ve aydın tarafından sonraki on yıllarda hem İngiliz hegemonyasını geliştirmek için temel konsept olarak kullanıldı. Şarkiyat çalışmaları bu konsepte alt yapı teşkil etti. İngiltere’nin hegemonya konsepti geri planda küresel sermayenin tek bir dünya devleti kurma hedefine de temel teşkil ediyordu. 5 Şubat 1891’de CecilRhodes ve William Thomas Stead“yeni dünya düzeni” hedefi için gizli bir cemiyet oluşturdular. Rhodes’in lider olduğu bu cemiyetin icra komitesinde Stead, Brett (LordEsher) ve Alfred Milner bulunuyordu. Cemiyete yardım eden iç halkada Arthur (Lord) Balfour, (Sir) Harry Johnston, Lord Rothschild, Albert (Lord) Grey ve diğerleri vardı[3]. Dış halkayı ise daha iyi tanınan Yardımcılar Birliği (Association of Helpers) oluşturuyodu ki, bu yapı daha sonra Milner tarafından Yuvarlak Masa (RoundTable) olarak organize edildi. Bugün bu cemiyetlerin uzantıları ABD’deki CFR, Trilateral Komisyon, Bildelberg Grubu, İngiliz Milletler Topluluğu’nda Milner’sKindergarden, Chatham House gibi kuruluşlarda devam ediyor. Uluslararası bankerJames Warburg, 7 Şubat 1950’de Amerikan Senatosu’nda yaptığı konuşmada şöyle diyordu; “Sevelim ya da sevmeyelim Dünya Hükümeti’ni kuracağız. Mesele bunu fetihle mi yoksa rıza ile mi yapacağımız[4]”. Avrupa ve ABD’deki uluslararası bankerlerin yeni dünya düzeni kurma planına göre tek bir dünya hükümeti ile dünyayı yönetilecekti. Bugün bu planın içinde, dünya nüfusunun bir milyardan aşağıya çekilmesi ve dünya kaynaklarının küresel oligarkların kullanımına bırakılması var.

Modern demokrasinin 250 yıllık bir geçmişi var. Bundan öncesinde; toplumlar, zenginlik ve kaynaklar üzerinde mutlak otorite kurmuş güçlü kişiler vardı. Amerikan anayasasını yazan Thomas Jefferson, John Adams gibi isimler demokrasiyi %51’în %49’a tahakkümü olarak görmüşlerdi. ABD tarafından demokrasi kartı ancak Birinci Dünya Savaşı sonuna doğru Woodrow Wilson’un meşhur prensipler dizisi ile ortaya sürüldü. Ancak, o dönemde Ortadoğu’yu paylaşma derdinde olan Avrupalı güçler tarafından dikkate alınmadı. 1898’den beri Princeton Üniversitesi başkanı olan Woodrow Wilson’u 1912’de başkan yapan J.P. Morgan and John D. Rockefeller’in parası idi. Wilson’un ulusal bankacılık kanununu çıkaracağını düşünen Morgan, büyük bir medya kampanyası başlatmıştı. Federal Rezerv Kanunu (theGlass-Owen Bill) istedikleri gibi 23 Aralık 1913’de Kongre’den geçer geçmez Wilson tarafından imzalandı. Böylece özel bankaların önü tamamen açıldı ve devlet garantisine de alındı.Küresel sermaye, Komünizmi tek dünya devletine giden en kestirme yol olarak gördü ve destekledi.Bolşevik devrimi, ABD Başkanı Woodrow Wilson’u kukla gibi kullanan Rockefeller’in sağladığı para ile LordAlfredMilner ve KuhnLoeb tarafından finanse edildi[5]. Bolşevik Devirimi’nin arkasındaki dünyanın en güçlü ve en zengin insanları; uluslararası komünizmden korkmuyorlardı çünkü onu kontrol edebileceklerini düşünüyorlardı.Küresel finans sistemini kontrol eden güçlü bankacılık aileleri temel olarak iki yöntemle güç ve etki kurdular[6]; (1) Ülkeleri borçlandırmak ve borçları az bulunan bir meta (genellikle altın) üzerinden ödetmek. (2) Tüm mali vasıtaları kontrol altına almak, özel bankacılığın çıkarları için kullanmak. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte küresel sermayenin merkezi Londra’dan Wall Street’e taşınırken, “demokrasi geliştirme” ABD hegemonya politikalarının ana unsurlarından biri oldu. ABD hegemonyası temel olarak iki yöntemle kendine vekil devletler oluşturur; (yumuşak güce dayalı demokrasi geliştirme ve kalkınma projeleri ile) rejim restorasyonu ve (sert güç kullanımı sonrası yeniden devlet kurma şeklindeki) ülke inşası (nationbuilding)[7]. Bu makalede, yeni dünya düzenine giden yolda ABD’nin sivil müdahale yöntemi olarak demokrasi geliştirmenin geldiği aşamayı ve geleceğini sorgulayacağız.

            Küresel Sermaye ve Demokrasi Geliştirme Kurgusu

İkisi de Yahudi kökenli olan İsviçre-Basel’deki Rothschild ailesi ile ABD’deki Rockefeller ailesi küresel sermayenin iki ana koludur. Bu sistem İsviçre Basel’de Rothschild’in başında olduğu BIS (Uluslararası Ödemeler Bankası) tarafından yönetilir. Küresel sermayenin para planlama merkezi (City) Londra’dadır. Aksiyon merkezleri ise Wall Street, Belçika-Brüksel ve Singapur’dadır. Rockefeller’in ABD Dış İlişkiler Konseyi (CFR), kurulduğu 1921 yılından beri dış politikada salt açık-diplomatik olayları yönlendirmekle kalmamış, örtülü operasyonların ana hatlarını da çizen bir güç niteliğine sahiptir. Federal devlet kadrolarının seçiminden, dışişleri görevlilerinin atanmalarına kadarCFR’nin etkisi kaçınılmazdır. ABD tahvilleri ve borcundan beslenen New York’un finans kesimi 2008 krizi ile astronomik karlara ulaştı. IMF, küresel sermayenin finansal polisidir ve Amerikan-İngiliz ekseninin dayatmalarını yapar. Borç tuzağına düşürülen ülkelerin tekrar borç alabilecekleri New York ve Londra bankalarından başka adres yoktur[8]. Bu bankaların verdiği krediler olan Amerikan yardımı, borçlu ülkelere hiç uğramadan özel bankaların cebine giden ve IMF yolu ile doğal kaynaklarına el konulan acımasız bir oyunun aracıdır. Oyunun temel kuralı küreselspekülatörlerin milli paralara saldırması sonucu devalüe edilen paranın değerini yitirmesi ile para basma gücünün bu bankalar karşısında kaybolmasıdır[9]. Merkez bankalarının gücü bu spekülatörler karşısında oldukça sınırlıdır. Para politikalarını elinde tutan kredi kuruluşları, devlet bütçesini dondurabilir, ödeme planını düzenleyebilir, milyonlarca çalışanın ücretlerine karar verebilir, üretim ve sosyal programlarını çökertebilir. Bu oyun, demokrasi ve kalkınma görüntüsü altında ülkelerin iç dinamiklerin ve kaynaklarının ele geçirilmesi, borç batağına düşürülerek ülke egemenliklerini yok edilmesi ve küresel sermayenin önündeki en büyük engel olan “millileştirme”ye karar verecek, ulus-devlet yapılarının yok edilmesidir. Demokrasi projeleri, siyasi kapsamda hedef alınan ülkelerde insan hakları görüntüsü altında etnik ya da dini gruplar ve azınlıkların bölünmesinin teşvik edilmesi, ulus-devletin “ulus” olma özelliğinin yitirilmesi, devletin “milli” kararlar verebilme yetisinin yok edilmesi amacını taşımaktadır. Bu amaçla, devletin içeriden ve dışarıdan egemenliğinin sınırlandırıldığı “ağ stratejisi” uygulanmaktadır.

            ABD, demokrasi geliştirmede birkaç kanala sahiptir. Ulusal Demokrasi Vakfı (NED[10]), demokrasi geliştirme işindeki en büyük NGO’dur ve dört alt unsuru bulunmaktadır; NDI[11], IRI[12], Bağımsız Özel Teşebbüs Merkezi (CIPE[13]) ve Dayanışma Merkezi (ACILS[14]). NED yaklaşık 70-80 miyon dolar olan yıllık bütçesinin %55’ini bu dört unsur vasıtası ile dağıtmakta, geri kalanını küresel işler üstlenmiş diğer demokrasi geliştirme teşkillerine aktarmaktadır. NED bütçesine ihtiyaca göre pek çok ilave yapılmaktadır. NED ve (sırası ile Demokrat ve Cumhuriyetçi Partideki) uzantıları olan NDI ve IRI, dünya genelinde 70’den fazla ülkede rejim restorasyonu için çalışmaktadır. NDI ve IRI; NED, USAID, Dışişleri Bakanlığı, BM Kalkınma Fonu (UNDP), yabancı hükümetlerin yardım ajansları ve özel sektörden destek almaktadır. CIPE, demokrasi geliştirmede pazara dayalı reformları desteklemekte, iş dünyası, ticaret odaları ile işbirliği yapmaktadır. ACILS ise daha çok sendikalar ve işçilere odaklanmaktadır. Son 30 yıldır USAID, NED’in öncü rolü rağmen,demokrasi geliştirmeye dünyadaki herhangi bir örgütten daha fazla kaynak, enerji ve dikkat sarf etti[15]. USAID, 1990-2008 arası dönemde 120 ülkede 8.47 milyar dolar dağıttı. Bunların dışında Seçim Sistemleri Uluslararası Vakfı (IFES[16]), ülkelerin özgürlük karnesini tutan Özgürlük Evi (Freedom House), Avrasya Vakfı (EF[17]), Carter Merkezi ve başta Açık Toplum Enstitüsü (OSI[18]) olmak üzere Soros Vakıfları ağı da demokrasi işinin önde gelen aktörleridir.Ortadoğu’da USAID, Dışişleri Bakanlığı Demokrasi, İnsan Hakları ve Çalışma Bürosu (DOS-DRL), Ortadoğu Ortaklık İnisiyatifi (MEPI) ve Milenyum Zorlukları İşbirliği belirli demokrasi işleri için ülke projelerine fon sağlamaktadır[19].

CFR, 1980’li yıllarda demokrasi geliştirme projelerine uygun olarak, yabancı ülkelerdeki politikacılarla ve sivil kuruluş temsilcileriyle doğrudan ilişkiler geliştirmiştir. CFR’nin hemen hemen tüm üst düzey yöneticileri ya NED, ya da NED’e bağlı örgütlerin yönetimlerinde yer almaktadırlar. Rockefeller Vakfı, Carnegie Şirketi (New York) ve Carnegie Endowmentfor International Peace dış politika, propaganda ve hükümetlere sızma konularında büyük fonlar kullanmaktadır[20]. Ford, Rockefeller ve Carnegie gibi vakıflar CIA’nın örtülü faaliyetleri için örtü sağlamakta, özel fonlardan gelen cömert paralarla CIA, sınırsız bir şekilde gençlere, sendikalara, üniversitelere, yayın organlarına ve diğer özel kurumlara ilişkin örtülü programlar uygulamaktadır[21]. Rockefeller kurumları sosyal kontrol ve sosyal mühendisliği (soy arıtımı) en önemli vasıtalardan biri olarak görmektedir. George Soros, sadece dünyanın önde gelen spekülatörü değil aynı zamanda Anglo-Amerikan mali yapısının ayak işleri memurudur. Ülkelerin yağmalanması için egemenliklerine el konulması işlerine yoğunlaşmıştır. Komünizm çökmeden çok önce Açık Toplum Vakfı ile mevzilenen Soros, Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomik ve siyasi dönüşümünün aktörü oldu[22]. Soros, Mossad ve JacobLordRothschild ailesinin de içinde olduğu bir zincirin halkasıdır. Dünya genelinde pek çok kuruluş, araştırma merkezi, üniversite, çokuluslu şirket, istihbarat servisi, vakıf, siyasi parti uzantısı bu oyunun birer parçasıdırlar. Demokrasi geliştirme işi ABD’nin bir müdahale biçimi olarak; ekonomik, siyasi ve moral kaynakların açık ya da örtülü şekilde diğer ülkelerdeki rejimleri demokratikleştirmek için kullanılmasıdır[23]. ABD, 20. yüzyılın son çeyreğinde demokrasi geliştirmede bir başkandan diğerine değişen farklı stratejiler uyguladı. Jimmy Carter, Amerikan moral değerlerini kullarmak isterken, Ronald Reagan Sovyetler ile fikir savaşını kazanmak, Bill Clinton ise Soğuk Savaş sonrası ABD küresel angajman politikasını desteklemek için demokrasi, kalkınma ve insan haklarını geliştirme işine başvurdular.Demokrasi geliştirme işi seçimleri demokratların kazanmasını, bu ani değişiklik ise hazırda kukla adamları gerektirir.

            Demokrasi Geliştirmede Alınan Dersler

            1960’lardan beri uygulanan demokrasi projelerinin yarısı başarısız oldu. Latin Amerika’da Venezuela, Bolivya ve Ekvator’da ABD karşıtı rejimler ayakta kalmaya devam etti. ABD savunma bütçesi ile sert gücüne her yıl 600 milyar dolar ayırırken, yumuşak gücün kullanıldığı demokrasi ve kalkınma projelerine 38 milyar dolar harcama yapmaktadır[24]. İtalya, Batı Almanya, Portekiz ve İspanya’nın demokratikleştirilerek Avrupa bütünleşmesi ve NATO içine alınması bu yöntemin en başarılı ve en önemli adımı idi. Japonya ise en başarılı ülke inşası (nationbuilding) örneği oldu. Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği, ideolojik çekişme içinde Güneydoğu Asya’dan Latin Amerika’ya pek çok coğrafyada demokrasi ve sosyalizmi yerleştirmek için karşı karşıya geldiler. ABD; Güney Kore, Tayvan ve Filipinler’de istediği rejimleri kurdu. Sosyalistler devrim için halk ve kurtuluş savaşlarına başvururken, ABD ise ayaklanmalara karşı harekât, kontr-gerilla gibi yöntemler kullandı. 1970’lere kadar CIA destekli örtülü operasyonlar ABD imajına büyük zarar verince onun örtülü işlerini açıktan yapmak için 1980’lerde Reagan ile birlikte ABD Ulusal Demokrasi Vakfı (NED) kuruldu. Bu kurgu yavaş yavaşevrimleşerek ABD’ye yumuşak güç çatısı oluşturdu. Freedom House tarafından ülkeler yedi kategoriye ayrılarak demokrasi karneleri tutulmaya başlandı. Demokrasi geliştirme, hedef ülkenin içine siyasi sızma imkânı sağlıyordu ama asıl amaç ekonomikti. Ülkeler gelişmiş, az gelişmiş ve gelişmemiş diye üçe bölünerek kalkınma (gelişme) işleri USAID’in sahası içinde müdahale kurgusunu tamamladı.

            1990 sonrası Clinton yönetimin en önemli önceliği, demokrasi projeleri ile Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Batı kampına katılması idi[25]. Ancak, demokrasi geliştirme işleri her zaman başarılı olmadı.11 Eylül 2001 sonrası George W. Bush, Ortadoğu’da demokrasi geliştirmeyi stratejik önceliği olarak ilan etmişti. Afganistan ve Irak’ta demokrasi ancak silahlı ülke inşası sonrası gelebilirdi. Irak’ta seçimler ABD’nin istediklerini iktidara getirmedi. Afganistan’da savaş zaten kaybedildi ama Taliban, ABD’ye çıkış anlaşması için bile vize vermemektedir. Renkli devrimler esnasında ise Batı farklı bir role büründü; demokrasiyi desteklemek için değil rejimi değiştirmek için yardım etti. 2000 yılında Sırbistan’da Slobodan Miloseviç’in kovulmasında bir öğrenci grubu olan Otpor (Direniş), Amerikan hükümeti ve hükümet dışı kaynakları tarafından yüzbinlerce dolar ile desteklendi. Gürcistan’daki Gül Devrimi ve Ukrayna’daki Turuncu Devrim esnasında medya kullanılarak seçimlerde hile yapıldığı argumanı kullanıldı. Otpor’un Ukrayna’daki karşılığı olan Pora (Yüce Zaman) da Batılı hükümetlerden para amıştı. George Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün (OSI) fonları da açıkça bu hareketlere verildi. OSI bununla da kalmadı, binlerce gence direniş için eğitim verdi.2009’a gelindiğinde ABD, Ortadoğu için yeni bir strateji arayışı içinde idi. Ortadoğu’da, kalpleri ve düşünceleri kazanmak üzerine kurgulu akıllı güç uygulamaları ile sosyal medya üzerinden tezgâhlanan Arap Hareketleri de Amerikan sevgisi ve demokrasisini getirmedi. İngilizlerin 1932’de yaptığı gibi Amerikalılar da Arap hareketleri ile diktatörün birini gönderip, öbürünü getirdiler. ABD, Mısır’da Müslüman Kardeşler yerine askerlere razı oldu. Libya her an bölünebilir, Tunus’ta ise eskiye göre değişen pek bir şey yok. Suriye, tam bir başarısızlık oldu ve ülke tıpkı Libya gibi uluslararası terör ve istikrarsızlığın batağı haline geldi. Bu arada ABD’nin 2009 yazında yılında İran’da desteklediği, 75 milyon dolarlık bir demokrasi geliştirme programı olan Yeşil Hareket’in de tam bir başarısızlık olduğunu unutmayalım. Son başarısızlık ise Ukrayna’da yapılmaya çalışılan rejim değişikliği operasyonu ile ABD tipi demokrasi geliştirme yönteminin tamamen dibe vurmasıdır.

            Amerikan dış politikasının sivil müdahale yöntemi olarak demokrasi geliştirme işleri son 30 yılda onun tek taraflı, yayılmacı, ulusal egemenliği hiçe sayan ve çifte standartlı yüzünü ifşa etti ve anti-amerikancı eğilimleri besledi[26]. Bugün ise bir yandan daha fazla realizm diğer yandan yeni ve proaktif fikirlere ihtiyaç duymaktadır. Obama, Ortadoğu’da demokrasi geliştirme işinde Bush’un yaptığı hataları tekrarladı ve o da başarısız oldu. Demokrasi ve kalkınma işleri seçilen ülke ile işbirliği halinde uluslararası normlar dâhilinde reformlar gerektirirken, uygulanan yöntem ABD’nin çıkarlarını gözeten haçlı seferleri olmaktan öteye gidemedi[27]. Arap Hareketleri esnasında AB, ayaklanmacılara para dağıtmakta o kadar yavaş kaldı ki kendi NED’i olan EED’yi[28] kurdu. ABD 1970’lerden beri 60’dan fazla ülkede demokrasi geliştirme oyunu oynadı ve rejim değiştirme işinin sonunun belli olmadığını gördü. Çıkardığı dersleri şu şekilde sıralayabiliriz[29];

            - Muhalefeti birleştirmek; ayakta kalmak isteyen rejim genellikle muhalif grupları bölünmüş tutmak ister ve bazılarını yanına çeker. 1986’da Filipinler, 1990’da Nikaragua, 2004’de Ukrayna’da muhalefet ortak bir lider etrafında birleştiği için başarılı olundu ancak, bir kez iktidar değişince de büyük ideolojik farklılıklar derin bölünmelere yol açtı. Bazen de ABD, Mısır’daki Muhammed El Baradey gibi yanlış liderler dikte etti.

            - Eski düzeni tamamen yok etmek; Bir ülkede iktidarın değişmesi rejimin eski kalıntılarının gittiği anlamına gelmiyor. Örneğin Tunus’ta Ben Ali gitmesine rağmen arkasında güçlü bir siyasi ve güvenlik mekanizma bıraktı. ABD için ideal rejim değişikliği Romanya’da Çavuşesku ya da Libya’da Kaddafi gibi hemen öldürülerek eski rejimin köklerinin silinmesidir. Öte yandan, Romanya, Ukrayna ve Gürcistan’da eski düzenin üzerine gelenler rejimin çabucak yozlaşması ile güçlerini kaybettiler.

            - Eski düzen ile anlaşmaya varmak; Eski düzenin unsurları tamamen yok edilemeyeceğine göre onları yeni sisteme entegre ya da nötralize etmek gereklidir. Irak’ta eski rejimin unsurlarının ellerinden özgürlükleri, varlıkları ve işleri alındığı için iç savaşın parçası oldular. 1974’de Yunanistan’da, 1982’de Falkland Savaşı’ndan sonra Arjantin’de olduğu gibi eski sistemin unsurlarına yeni düzende haklarının korunacağı, yargılanmayacakları gibi vaatler sunuldu. 
Geçiş süreci 1980’lerde Brezilya, 1990’larda Şili’de yapıldığı gibi zamana yayıldı.

            - Kuralları yeniden yazmak; ABD’nin kurduğu (demokratik) düzen yeni bir Anayasa gerektirir. Bazı temel hususların yasama, hükümet kararları veya referandumla gelmesi gerekebilir. İspanya’da siyasi reform kanunu 1975 yılında Franko’nun öldüğü yıl parlamentodan çıkmıştı. Türkiye 1982’de yeni başkanını yeni anayasa ile birlikte kabul etti. Polonya, 1982’de yeni başkanını anayasa değişiklikleri ile kabul ederken, yeni anayasa 1997’de geldi. Bosna 1996 ve Irak 2005’de olduğu gibi pek çok kez yeni anayasa Amerikalılar tarafından ya da denetiminde yazıldı. Bugün Arap hareketlerinin hala kaynamasının nedeni pek çok tarafı memnun edecek anayasa çalışmalarının sıkıntısıdır. Türkiye de böyle bir dönemeçtedir.

            - Aşırı uçları izole etmek; Herkes yeni ABD düzeninin parçası olamaz. Bunlar arasında eski iktidarın aile üyeleri başta gelir. Ancak, Filipinler’de Marcos, Endonezya’da Suharto ya da Tunus’ta Ben Ali gibi liderlerin aile üyeleri barış stratejisinin parçası olarak kullanıldı. Bunlar aslında rejim değişikliği için zaten içten çalışan rüşvetçi insanlardı. Kurulan geçiş hükümetlerinde mümkün olduğu kadar her grubun temsili sağlanmaya çalışıldı. Tek kural savaşa katılmamış ya da şiddete başvurmamış olmaktı. İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman anayasası yazılırken de bu şart öne sürülmüştü.

            Ukrayna, Venezuela ve Türkiye’de Demokrasi Geliştirme

            Arap Baharı’ndan sonra, halen üç ülkede eş zamanlı olarak demokrasi geliştirme operasyonları sürüyor; Ukrayna, Venezula ve Türkiye.ABD Dışişleri Bakanlığı, CIA, NED ve uzantısı NDI, Carnegie Endowmentfor International Peace gibi NGO’lar Ukrayna’da ön cephededir. Arka cephede ise Chatham House, Black Sea Trust for Regional Cooperation (BST), German Marshall Fund, NATO Bilgi ve Dokümantasyon Merkezi, ABD ve Polonya’nın Ukrayna Büyükelçiliği ile Ukrayna, Beyaz Rusya ve Moldova’ya hedef alan Horizon Capital Advisers LLC bulunmaktadır[30]. George Soros, Ukrayna’daki bozguncu faaliyetleri için Uluslararası Rönesans Vakfı’nı kullanmaktadır[31]. Bu yapı 2013 yılında biraraya gelerek Bütün Ukrayna Birliği Yurdu (All-Ukrainian Union Fatherland) adı altında birleşik muhalefet cephesini oluşturdular. 2012 içinde NED’in Ukrayna’da harcadığı para 3.38 milyar dolardı[32]. Ayaklanmanın görünen nedeni, Başkan Viktor Yanukoviç’in AB yerine Rusya ile ilişkileri geliştirmek istemesiydi.Gerçek neden küresel sermayenin istediği IMF tarafından verilecek krediye karşılık Yanukoviç’in vergileri artırmayı ve parayı devalue etmeyi reddetmesidir.Ukrayna oligarkları, eylemleriyle birlikte kahraman ve milliyetçi oldular. Bunlardan en zengini olan Rinat Ahmetov, 300 bin kişi topladı. Diğer iki oligark olan Ukrayna Yahudilerinin lideri Igor Kolomoisky ve SerhiyTaruta, Rus işgaline karşı iki bölgenin valiliğini kabul etti. En zengin ikinci oligark olan Victor Pinçuk ise Londra ve ABD’de ki iş dünyası ile sıkı bağları yanında Brookings Institution ve George Soros ile özel bağları vardır[33].Pinçuk Vakfı, Soros’un Açık Ukrayna Vakfı’na entegredir. Yanukoviç’in bir darbe ile devrilmesinden sonra yeniden oluşturulan Ukrayna Parlamentosu başbakanlığa Arseniy Yatsenyuk’u seçti[34]. Küresel sermayenin adamı ve milyoner bir bankacı olan Yatsenyuk, gerçekte ABD Dışişleri Bakanlığı’nda Avrupa ve Avrasya İşleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland’ın seçimi idi[35].

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***


Pers Diplomasisi 5+1'e Karşı

Pers Diplomasisi 5+1'e Karşı



İstihbarat Araştırmaları Merkezi
06 Nisan 2015 Pazartesi

Pers Diplomasisi 5+1’e Karşı
      İran’ın nükleer programı konusunda İran ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa) ve Almanya’dan oluşan “5+1” ülkeleri arasında, İsviçre’nin Lozan kentinde süren sekiz günlük pazarlık neticesinde 2 Nisan 2015’de uzlaşıya varıldığı açıklandı. Böylece 5+1’in kurulduğu 2006 yılı Haziran ayından bu yana sürdürülen müzakerelerde ilk kez böylesine ümitlenilen somut bir mutabakat/anlaşma sağlanmış oldu.
İran Ulusal Direniş Konseyi’nin,Arak’taki ağır su üretim tesisi ile 'Natanz’daki nükleer yakıt üretim tesisinin inşası hakkındaki detayları 2002 yılında açıklaması ve hemen ardından Batılı ülkelerin İran’ın nükleer silah geliştirdiği ya da geliştireceği konusunda endişelerini dile getirmesi ile başlayan zorlu maratonu kısaca hatırlatmakta fayda var.

2002 yılında İran tarafından yapılan deklare aslında biraz damecburiyetten kaynaklanıyordu. Nükleer çalışmalar konusunda Batılı istihbarat servislerinin elde etmeye başladığı bazı emareler İran’ı açıklama yapmak zorunda bırakmıştı. İran cephesinde çeşitli seviyelerden yapılan müteakip açıklamalarda nükleer çalışmaların düşük zenginleştirilmiş uranyum yakıtı üretme amacına yöneldiği ve barışçıl olduğu defalarca vurgulandı.Ancak Birleşmiş Milletler nükleer gözlemcisinin ve Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nın (UAEA) Natanz’ıziyaret ettiği 2003 yılı İran’a yönelikşüphelere zemin hazırlayan bir yıl oldu. İran bu dönemde UAEA’nın ziyaretine müsaade etse de denetçilerinin numune almalarına izin vermedi. UAEA’nınziyaret sonucunda yayınladığı sonuç raporunda ise yüksek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum izine rastlandığı vurgulandı.
Raporun ardından ABD’nin tavrında açıklıkla görülen sertliğe rağmen İngiltere, Almanya ve Fransa tarafından başlatılan diplomatik girişim sonuç vermişti. İran Almanya, Fransa ve İngiltere arasında Tahran Deklarasyonu olarak bilinen bir anlaşma tesis edildi. Anlaşmaya göre İranlı yetkililer UAEA’yla tam anlamıyla bir işbirliği içinde olacaklarını belirtmiş ve uranyum zenginleştirme faaliyetlerini askıya alacaklarını vurgulamışlardı. Ancak anlaşma İran Parlamentosu’nda onaylanmadı ve uygulanmadı.[1]

MahmudAHMEDİNEJAD’ın 2005’de Cumhurbaşkanı seçilmesi yeni bir restleşme dönemini başlattı. Ahmedinejad, Batı ülkelerinin tüm tehditlerine rağmen Arak ağır su reaktörünün temelini attı. Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada İran’ın nükleer programını geliştirmeye hakkı olduğunu söyledi.
Bu meydan okuma kısa sürede karşılık görecekti. 2006 yılında BM Güvenlik Konseyi uranyum zenginleştirme ve balistik füze malzemelerinin ihracı ve ithaline yönelik İran’a ambargo uygulama kararı aldı. Resti restle yanıtlayan İranlı yetkililer, uranyum zenginleştirmeye yeniden başlayacaklarını duyuruyorlardı. 2006 yılının Nisan ayında ise Ahmedinejad, İran’ın nükleer teknolojiye sahip ülkelerden olduğunu ancak söz konusu teknolojinin silah üretmekte kullanılmadığını açıkladı.

İşte 2006 yılı Haziran ayında İran ile 5+1 Ülkeleri arasında başlayan sürece kadar olup bitenler özetle böyle. Sonrasındaki dokuz yılda ise ağır aksak ilerleyen bir müzakere takviminin yanı sıra İran’ın yaşadığı sarsıcı ambargo baskısına rağmen nükleer çalışmalarını genellikle aksatmadan yürüttüğü bir süreç yaşandı.




2013 yılı Haziran ayında Ahmedinejad’a göre ılımlı olarak tanınan Hasan RUHANİ’nin İran Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi nükleer müzakerelerin yeniden hızlanmasına neden oldu. Aslında her zaman bir şekilde sürdüğü iddia edilen ABD-İran gizli görüşmeleri bu süreçte daha fazla seslendirilmeye başlandı. Yaklaşan ABD seçimleri ABD’nin fazlaca inisiyatif almasına neden olurken bazı görüşmeler P5+1’deki partnerlerden de gizli tutuldu. 2013 yılı yoğun olarak Obama Ruhani telefon görüşmelerine sahne olmuştu. Bu görüşmeler ABD ve İran arasında 1979’dan bu yana meydana gelen ilk doğrudan temastı. Telefon görüşmesinin yanı sıra, ABD Dışişleri Bakanı ile İranlı mevkidaşı arasında gerçekleştirilen görüşmeler ise iki ülke arasında işbirliği döneminin başlangıcı olarak niteleniyordu. Bu süreç meyvelerini verecek ve 2013 yılı Kasım ayında İran ve P5+1 ülkeleri arasında bir geçici anlaşma imzalanacaktı. Anlaşma kapsamında İran’ın nükleer faaliyetleri kısıtlanıyor, yaptırımlar ise kısmen kaldırılıyordu.
2014 yılı Temmuz ayında ise geçici anlaşmanın süresi dört ay uzatılmıştı. Ancak süre sonunda nihai anlaşma sağlanamaması nedeniyle bu kez yedi aylık uzatma yapıldı ve bugünlere gelindi.Hedef 2015’in Mart ayında çerçeve anlaşması imzalanmasıydı.
İsviçre’nin Lozan kentinde toplanantaraflar arasında imza için Mart ayı sonu hedeflenmesine rağmen ancak 2 Nisan 2015’de uzlaşma sağlandığı açıklandı. Üzerinde uzlaşma sağlanan anlaşma maddelerine özetle bir bakalım.
-             İran, 19 bin santrifüjünün sayısını üçte iki oranında azaltarak 6104’e indirecek. 6104 santrifüjün 5060’ı uranyum zenginleştirme için kullanılabilecek.

- İran yalnızca başkent Tahran’ın yaklaşık 240 km güneyinde bulunan Natanz santralinde uranyum zenginleştirebilecek.
- Kum şehrinde bulunan Fordo Santrali, gelecek 15 yıl boyunca uranyum zenginleştirmede kullanılamayacak, ancak araştırma amacıyla ve nükleer fizik laboratuvarı olarak kullanılabilecek.
-             15 yıl boyunca yeni zenginleştirme tesisi kurulmayacak.
-             Arak’ta bulunan ve plütonyum üreten ağır su reaktörü, nükleer silah yapımına uygun olmayacak şekilde yeniden tasarlanacak.İran reaktöre yakıt ve ağır su transferi yapmayacak.
-             İran plutonyum saflaştırmak amacıyla yeniden işleme tesisleri kuramayacak.
- İran, yüzde 5’in üzerindeki tüm uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durduracak ve bu işleme imkân sağlayan teknik bağlantıları sökecek.İran, gelecek 15 yıl boyunca uranyum stoklarını yüzde 3.67’den fazla zenginleştirmeyecek ve 10 bin kilogram zenginleştirilmiş uranyumu azaltıp 300 kilogram uranyum bulunduracak. Zenginleştirilmiş uranyum stoğunun büyük çoğunluğu seyreltilecek veya deniz aşırı gönderilecek.Daha fazla zenginleştirilmesi (nükleer bomba için yüzde 90 zenginleştirilmiş olması gerekiyor) olanağını ortadan kaldıracak bir forma dönüştürecek.
-  İran, altı aylık dönemde uranyum stoğunu artırmayacak. Anlaşma tarihindeki mevcut stoğa eklenenler ise oksite dönüştürülecek.
-             Anlaşma 10 yıl boyunca izlenecek ve İran Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı müfettişlerini düzenli olarak kabul edecek.Natanz ve Fordo tesisleri için Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) müfettişlerine günlük erişim hakkı sağlayacak.
-             İran’ın taahhütlerini yerine getirmesi halinde yaptırımlar anında kalkacak. İran’ın anlaşmayı ihlal etmesi durumunda ise yaptırımlar anında yeniden uygulanacak.



Yukarıda ifade edilen ve öncelikle Barak Obama tarafından kamuoyuna duyurulan uzlaşma ABD’li yetkililerce bir anlaşma, İran’lı yetkililer tarafından ise mutabakat olarak nitelendirilmiştir.Gelinen aşamanın ABD tarafından anlaşma olarak nitelendirilmesinin en önemli sebebinin yaklaşan ABD başkanlık seçimleri olduğu söylenebilir. Başarının rüzgârından faydalanma isteği ile inisiyatifielde tutma güdüsü de göz ardı edilmemelidir. Nitekim Obama, uzlaşıyı "tarihi" olarak nitelendirmiş ve “Bu eşsiz anlaşma, Orta Doğu'da yeni bir savaştan iyidir" ifadesini kullanmıştır.İran açısından bakıldığında ise itidalli ve sabırlı bir yaklaşımın hâkim olduğunu ve ambargoların sonlandırılmasına ağırlık verildiğini görüyoruz. İran açısından henüz sadece bir mutabakat sağlandığının ifade edilmesi ile bir yandan iç kamuoyuna iplerin kendi ellerinde olduğu mesajının verilmesinin, öte yandan diplomasinin inceliklerini, esnekliklerini kullanarak en çok faydayı sağlamanın amaçlandığınısöyleyebiliriz.
İran’ın 5+1 ülkeleri ile görüşmelere başladığı 2006 yılından bu yana siyasi platformlarda gerçekleştirdiği oyalama muharebeleri sayesinde sağladığı diplomatik başarı hiç de küçümsenmemelidir. Arka planda en az 4 bin yıllık kadim Pers uygarlığının kazanımlarıolan İran’ın Mezopotamya, Mısır ve Anadolu uygarlıklarından transfer ettiği nitelikleri de harmanlayarak oluşturduğu usta siyaset geleneği nükleer müzakereler sürecinde de dikkat çekmiştir. Jeopolitik konumunun sağladığı avantajı (Dağ bloklarının sağladığı doğal koruma kalkanı, Basra körfezi ve Hint Okyanusu’na açılan deniz ticaret koridorunu kontrol etmesi, Asya-Pasifik ve Kafkasya bölgesine bitişik konumu, sahip olduğu enerji kaynakları vb.)İran’ı ABD açısından vazgeçilmez kılmaktadır. ABD’nin önümüzdeki dönem yürüteceği güvenlik temelli politikalarda İran’ın oynayacağı rol fazlasıyla önemli olacaktır. Bu nedenle ilişkilerin en kopuk olduğu zamanlarda bile diğer görüşme ortaklarından bağımsız olarak İran ve ABD arasında gizli temaslar olduğu söylenegelmiş ve bu söylemler yalanlanmamıştır. Yeniden Şah’lı günlere dönmek abartılı bir fantezi olsa da özellikle Ruhani sonrasında iki ülke arasında kurulacak ilişkinin geride kalan 35 yıldan çok farklı olacağı görülmektedir. Gelişme trendine girmesi umulan ABD-İran ve Batı-İran ilişkilerinin Türkiye’ye ve bölgeye etkileri nasıl olacaktır? İran’la birlikte mi karşı karşıya olmak mı?Biz mi değerliyiz İran mı? Bu sorular gündemi meşgul etmeyi sürdürmektedir.
Dünya petrol fiyatları, doğalgaz dengeleri ve buna bağlı olan diğer tüm sektörler üzerinde doğrudan ya da dolaylı etkisi olabilecek İran’ın, riski sınırlandırılmış bir bölgesel güç adayı ülke konumunda tutulması elbette önemlidir. Ancak İran sınırlandırılmış roller içinde kalabilecek midir? Bunu öngörebilmek için İran devlet geleneğinin felsefesine bakmamız gerekir. Her köklü devletin teokratik ya da kültürel misyon ve hedeflere dayanan tarihsel bir felsefesi vardır. Pers ekolünün getirilerine ilave olarak İran İslâm Cumhuriyeti’nde öne çıkan Şii temelli teolojik felsefe 12. İmamın Dünya’ya (Kum kentine) inmesi sonrasında kurulacak Dünya İslâm Devleti beklentisi üzerine inşa edilmiştir. Felsefede örtülü yayılmacılık isteği göze çarpmaktadır.
Bugün İran’da mevcut rejimin beka’sı ve bu dinsel idealin gerçekleşmesi için operatifve dinamik bir devlet yapısı işlemektedir.Ülke içinde ve dışında kararlı, amaca odaklı politikalar yürütülmektedir. Kısaca İran devlet işleyişinde ehemle mühim konular ayırt edilmiştir. Önümüzdeki dönemde ambargo şartlarının yumuşaması ve buna bağlı olarak ekonomik istikrar/özgüvenin tesisinin sağlanması neticesinde(Bu dönem 10 yıllık bir süreyi kapsayabilir. Aynı zamanda 2 Nisan Mutabakatı da 10 yıl süresince İran’ın nükleer çalışmalarının kontrolünü hedeflemektedir.) İran’ın bölgede oynayacağı rol bugüne göre fazlasıyla etkili olacaktır. İran’ınbunu sağlaması durumunda hangi küresel kutba yakın olunacağı önem arzedecektir. Ancak İran’ın kıvrak politikacılarının ağırlıklı olarak Çin ve RF ile sürmesi öngörülen güçlü ilişkilere rağmen başta Almanya olmak üzere Avrupa ve ABD ile de dengeli ilişkiler kuracaklarını söylemek mümkündür. İran istikrara kavuşacak ekonomisiyle iç tehdit unsurlarını da daha rahat pasifize edebilecektir.
Öngörülen bu koşulların gerçekleşmesi durumunda yayılmacı İran politikasının kimi ve nereyi hedefleyeceği düşünülmelidir. Bu muhtemelen öncelikle Irak olacaktır. Çünkü İran öteden bu yana Irak topraklarının bir kısmını kendi adına verimli düzlükler olarak adlandırmıştır.Dağ bloklarının sağladığı koruma kalkanlı coğrafi konumuna rağmen İran verimli düzlüklerden mahrumdur. Nüfusun büyük bir kısmı dağ eteklerinde kurulmuş şehirlerde yaşamaktadır. Irak’ın kuzey ve doğu bölgelerinde meydana gelebilecek karışıklıklar ve İran Rejimi’ne iltisaklı yapılanmalar İran için orta ve uzun dönemde tarihi Mezopotamya hülyalarına fırsat verebilecektir.
Burada önemli bir diğer husus da İsrail’in mutabakata ve İran’a yaklaşımıdır. Anlaşmadan sonra İsrail adına İstihbarat Bakanı Yuval STEİNİTZ tarafından yapılan açıklamada, tüm tehlikelere diplomasi ve istihbarat yoluyla karşı koymaya çalışacaklarını belirtilerek, "Başka seçeneğimiz kalmaması durumunda ise askeri seçenek de masada" ifadeleri kullanılmıştır. Bir istihbarat bakanının böyle bir açıklama yapması son derece doğaldır. Ancak İsrail’in ABD’nin desteği olmadan İran’a askeri müdahalede bulunma olasılığı son derece düşüktür. Yine de bu tür askeri seçenek söylemleri uzunca bir süredir İsrail’in devlet yapısı açısından motivasyon unsuru olarak kullanılmaktadır. İsrail İstihbarat Servisi MOSSAD’ın eski başkanı Meir DAGAN’ın2011 yılında yaptığı “Saldırı tek başına basit ve yanıltıcı bir kelime. Ama saldırıdan beş dakika sonra ne olacak kimse bunu sormuyor. Saldırıdan beş dakika sonra bölgesel bir savaşı kucağımızda bulacağız” şeklindeki ve emekli olduktan sonra 2012 yılında yaptığı “İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad dâhil İranlı liderler büyük ustalıkla konuyu işliyor ve buna göre adım atıyorlar. Durumun vahim oluşunu bilen İran’ın bu aşamada nükleer silah üreteceğini de düşünmüyorum.” şeklindeki sözleri ve “Devlet şiddeti uygulamak hoş görülemeyen sonuçlar doğuruyor. Askeri müdahaleyle İran’ın nükleer projesinin tamamen durdurulabileceği yönündeki düşünce gerçeği yansıtmıyor. Böyle bir askeri kapasite yok. Gecikme yaratılabilir ancak bu da sınırlı bir süre olacaktır”açıklamaları hafızalarımızdadır. Önemli bir başka İsrail İstihbarat önderi Rafi Eitan[2] ise İran’ı nükleer bir güç haline gelmekten vazgeçirmenin mümkün olup olmadığı sorusuna şu yanıtı vermiştir. “Hayır, en sonunda bombalarını yapacaklar. Bununla mücadele etmenin yolu rejimi değiştirmek ki bu konuda da gerçekten çok başarısız olduk. Defalarca bize başvurup yardımımızı isteyen muhalif grupları desteklememiz lazım. Aksine bizler kendilerini hep eli boş gönderiyoruz.”[3]demiştir. Burada Netenyahu’lu İsrail Yönetimine açık ve güçlü eleştiriler göze çarpmaktadır. ABD Başkanı Obama’nın da uzlaşma sonrasında yaptığı açıklamada İsrail Başbakanı Binyamin NETANYAHU ile bu konuda görüş ayrılıkları bulunduğunun "sır olmadığını" söylemesi ve"Eğer Netanyahu İran'ın nükleer silah elde edememesi yönünde en etkili yolu bulmaya çalışıyorsa, bu, (İran ile varılan anlaşma) en iyi seçenek" ifadesini kullanması önemlidir.Son olarak İsrail Başbakanı Benyamin NETANYAHU’nun “İran ile varılacak nihai anlaşmanın, İsrail’in var olma hakkının açıkça tanınmasını içermesi” önerisine ABD’nin karşı çıkması da durumu özetlemektedir. 
RF cephesinde ise gözle görülür bir memnuniyet gözlenmektedir. Rusya Sanayi ve Ticaret Bakanı Denis MANTUROV, “İran ile ticaretin her boyutunda ilişkileri geliştirmeyeve ülkesinin İran'la ortak projelere de katılmaya hazır olduklarını” söylemiştir.PressTv'nin haberine göre, İran ve 5+1 grubu arasında varılan 'Ortak Bildiri'yle ilgili açıklama yapan Rus bakan, İran'a yönelik yaptırımların kaldırılmasının ardından Rusya'nın İran'a, otomobil, uçak ve gemi satacağınıda dile getirmiştir.[4]

Lozan’da sağlanan 2 Nisan Mutabakatı ile gelinen noktada göze çarpan diğer bir husus mutabakatın İran halkı tarafından algılanışıdır. Anlaşmanın açıklanması sonrası özellikle Tahran’da insanların sokaklara çıkarak kutlama yapmaları önemlidir. Bu çoşkulu dışavurumlarda, ambargolar nedeniyle yaşanan kısıtlı ve pahalı yaşamın sona ereceği beklentisinin yanı sıra ambargolara karşı devlet ve milletle birlikte gösterilen iradenin galip geldiğine yönelik inanışın etkisi de bulunmaktadır.Mutabakat muhafazakâr çevrelerde eleştirilere neden olsa da kamuoyundaki genel algı sürecin kazanıldığı yönünde görülmektedir.İran Cumhurbaşkanı Ruhani de Tahran'da yaptığı açıklamada "İşbirliği anlaşmasıyla yeni bir dönem başlıyor kazan-kazan durumu sağlayan, karşılıklı saygıya dayanan bir yaklaşımı benimsiyoruz. Karşı taraf verdiği sözleri tutarsa İran da tutar. Verilen sözler tutulmazsa diğer seçenekler de masada olur." ifadesini kullanmıştır. Ruhani ayrıca "Yaptırımların amacı İran'ı masaya getirmek değil, İran'ın teslim olmasını sağlamaktı. Yaptırımların İran'ı masaya getirdiği söylemleri temelsizdir. Dünya ülkeleri bu anlaşmayla uranyumun İran'da zenginleştirilebileceğini kabul etti.” sözleriyle de iç kamuoyundaki kısmi tedirginliği aşmayı amaçlamıştır. Son olarak İran Dışişleri Bakanı Cevad ZARİF tarafından yapılan açıklamada: "Tüm dünyaya sözümüzü tuttuğumuzu ispatlayacağız ve herkese onların bizim için aradıkları bahaneleri göstereceğiz. Ancak milli çıkarlarımıza bir zarar geldiği anda o zaman ne yapacağımıza da biz karar veririz. Eğer iki ay içinde anlaşma şartları zarar görürse tekrar eski nükleer düzeyimize döneriz." ifadeleri kullanılmış ve kararlılık vurgulanmıştır.
Artık İran ile Dünya arasında yeni bir dönemin pencereleri açılmaktadır. Bu durum Batı bloku ile olduğu kadar İran’ı ambargo döneminde bir şekilde desteklemeye devam eden diğer ülkeler için de geçerlidir. Yeni dönemde en iyi konumlanması gereken ülkelerden biri de Türkiye’dir. İran’la ilişkilerimiz çok uzun dönemli bir barışa şahitlik etmektedir. IV. Murat’ın  Bağdat'ın İranlılardan tekrar alınması ile sonuçlanan Bağdat Seferi’nin ardından Safevî Devleti ile imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması'ndan (Türkiye-İransınırını belirleyen barış antlaşması) bu yana iki devlet arasında ciddi hiçbir sıkıntı yaşanmamıştır. Uzun soluklu bu barış döneminde bölgenin iki büyüğü olarak dengeler her dönem itinayla muhafaza edilmiştir. İran’ın klasik etki yayma politikası özellikle İslâm Devrimi’nden sora yürüttüğü rejim ihraç gayretleriyle belirginleşse de bu gayretler Türkiye’ye de mevzii başarılardan öteye gidememiştir. Türkiye açısından bakıldığında ise son çeyrek yüzyılda İran’la ilişkiler hep bir handikap oluşturmuştur. NATO ve AB bakış açılarının yanı sıra İsrail’in tehdit algılamasının yarattığıklasik Batı yaklaşımları Türkiye-İran ilişkilerinde kontrollü bir güvensizlik yaratmıştır. Belli bir süre Türkiye için İran tehdit/risk algılamasında öncelikli konumda bile olmuştur. Burada başat unsurunBatı zorlamalarının yarattığı bakış açısı olduğu kadar İran’ın etki yayma politikasına karşıgeliştirilen doğal bir tepki olduğunu da söyleyebiliriz.

İran Devrimi’nin yarattığı ilk olumsuz etkilerin atlatılması neticesinde 1990’lı yılların sonundan itibaren Türkiye’de İran ile doğal ve güçlü ilişkiler kurulmasına yönelik bir irade belirmeye başlamıştır. İki sınırdaş ülke arasında olması gereken güçlü ilişkilerin(ABD-Kanada, Almanya-Fransa, RF-ÇHC vb.)Türkiye ile İran arasında da kurulması son derece önemli ve gereklidir. Devletler arasında karşılıklı çıkar ve kazan-kazan temelli ilişkiler sağlıklı ve uzun solukludur. Hiçbir ülke yüzlerce, binlerce km uzaktaki başka ülkelerin çıkarlarının korunması adına kendi çıkarlarını gözardı etmez ve edemez. Biz Türkiye olarak Fransa’yıAlmanya’dan, Kanada’yı ABD’den izole edecek bir talepte bulunabilir miyiz? Bulunsak da ciddiye alınır mıyız? Bu talebi RF ve ÇHC yapsa da bir şey değişmez. Bunun tersi de geçerli olmalıdır. Komşularımızla ilişkilerimizin durumuna ve seviyesine de biz karar vermeliyiz.Bu ilişkilerde dolaylı yönlendirmelere karşı da dikkatli olmak gerekmektedir. Aksi halde bugün yaşadığımız komşularla yüksek sıkıntılı süreçleri yaşamak elzem olacaktır.
Gelelim Türkiye-İran ilişkilerinin müteakip dönemde nasıl etkileneceğine. 2014 yılı verilerine göreTürkiye’nin İran'a4 milyar dolar ihracatı9.8milyar dolar ise ithalatı bulunuyor.2013 yılına göre İran’a ihracatımız %57.4 artmış. Bir önceki yıla göre ihracat artışında İran Suriye’den (%60.8) sonra ikinci sırada.[5] Türkiyeİran içinyıllık 10 milyar metreküplük doğalgaz talebi ile Rusya’dan sonra ikinci doğalgaz tedarikçisi durumunda bulunuyor. Batı’nın yaptırımlarına rağmen petrolde ise Türkiye’nin talebinin yüzde 30′una yakın bir bölümünü İran karşılıyor.[6]

2 Nisan 2015’de üzerinde anlaşma sağlanamayan ve zamana bırakılan hususlar[7] ayrı olmak üzere ABD ve Batı ülkeleri İran’ın koşullara sadık kalması halinde önümüzdeki altı ay boyunca yeni yaptırım uygulamayacaklarını ifade ettiler.İran'ın taahhütlerini yerine getirdiğine dair UAEK'dan onay gelmesi durumunda iseAB, İran'ın nükleer programı sebebiyle uygulanan tüm ekonomik ve mali yaptırımları kaldıracağını açıkladı.Bu gelişmeler ışığında yaptırımların kapsamının sınırlandırılması ve azaltılması olasılığının güçlenmesi Türkiye’nin İran’la altın ve değerli madenler başta olmak üzere ticaretine kolaylıklar getirebilecektir. Ambargo döneminde özellikle imalat sektöründe sıkıntı yaşayan İran’a ihracatta öne çıkacak başlıca ürünler tıbbi malzemeler, demir-çelik, makine parçaları, mineral yakıtlar/yağlar, plastik, hububat, vb. olabilecektir. Öte yandan başta hava ulaştırma araçlarının onarım ve bakımları (İran için son derece sıkıntılı bir alandır.)olmak üzere birçok alanda yeni fırsatlar yaratılabilecektir. Nitekim Maliye Bakanı Mehmet Şimşek İran'a yönelik ekonomik yaptırımların kalkmasını sağlayabilecek bu anlaşmanın Türkiye'nin İran'la ihracatını artırmasına yardımcı olacağını ve küresel petrol fiyatlarını düşürebileceğini belirtmiştir. Petrol fiyatlarının düşmesi pek tabi Türkiye’ye olumlu etkiler sağlayacaktır. Ancak bu bir olasılıktır. Özellikle Orta Doğu ve Arap yarımadasında yaşanan ve yaşanacak karışıklıklar buna imkân vermeyebilir.
Diğer taraftan İran ambargo döneminde tersine mühendislikle suçlansa da savunma sanayiinde önemli çalışmalar yapmıştır. Kara, deniz ve hava muharebe araç ve sistemlerinde milli kazanımlar sağlamıştır. Gelişen İran savunma sanayii ile türlü iç sıkıntılara rağmen milli savunma sanayiini geliştirme çalışmalarını sürdüren Türkiye arasında yakın gelecekte müşterek çalışma alanları yaratabilir. Ortak projelerin yürütülmesi ülkeler arasında güven ortamının sürdürülebilir kılınmasını sağladığı kadardevletlerin birbirini kontrol etmesine de imkân verir. BM kararları engel olmadığı ya da sınırlamadığı sürece İran’la yürütülebilecek ortak projeler İran’ın kapasitesini de daha iyi anlamamızı da sağlayacaktır.
Siyasi açıdan bakıldığında ise sorunlarını hal yoluna koymaya başlayan İran’ın etki alanını artırması Türkiye açısından risk olarak görülse de fırsatları da beraberinde getirebilecektir. Daha önce vurgulandığı üzere jeopolitik konumu nedeniyle küresel güç odakları ve özellikle ABD açısından özel bir öneme sahip olan İran’ın yeniden ABD ve Batı eksenine çekilmeye çalışılabileceği beklenebilir. Ancak İran’ın ihracatında ve ithalatında birinci sırada ÇHC’nin bulunması, ithalatında RF’nin dördüncü sırada yer alıyor olması, son dönemde bölgesel siyasi ve askeri sorunlarda İran’ın RF ve ÇHC ile aynı safta yer alması, Şangay İşbirliği Örgütü’ne şimdilik gözlemci statüsünde de olsa dâhil olması ve yakın gelecekte tam üye olma olasılığının güçlenmesi[8]İran’ın gelecek şekillenmesinde çok değerli kriterlerdir.Bu kriterler çerçevesinde Türkiye mutlak suretle dış yönlendirmelerden uzak, milli hassasiyetlerine ve çıkarlarına uygun tutarlı bir politika izlemelidir. İran’la sağlanacak kapsamlı işbirliği olanakları her iki ülkenin küresel etkilerden en az zarar göreceği ve hatta yeni fırsatların ortaya çıkacağı doğal süreçleri de yaratacaktır. İki kadim uygarlığın (Türk ve Pers uygarlıkları) 21. Yüzyıl’da sağlayacakları iş birliği ve paylaşımlar bölgeye olduğu kadar Dünya uygarlığına da katkı sağlayacaktır.

   DİPNOTLAR                                                            

[1] İran, Ahmedinejad’ın seçilmesinden iki yıl sonra, 2007’de de anlaşmayı askıya aldığını açıkladı.
[2] Mossad’ın en fazla tanınan ajanlarındandır. Uzun süre MOSSAD'ın operasyonlardan sorumlu müdür yardımcılığını yaptı. Ünlü Nazi Subayı Adolf EİCHMANN'ın 1960 yılında Arjantin’de yakalanması operasyonunu gerçekleştirdi.
[3] Hürriyet (http://www.hurriyet.com.tr/) 31.01.2012
[4] İran TurkishRadio (http://turkish.irib.ir/) 05.04.2015
[5] Hürriyet (http://www.hurriyet.com.tr/)  03.01.2015
[6] http://www.enerjigazetesi.com/04 Nisan 2015
[7] - Yaptırımların kaldırılma tarihi (İran yaptırımların en kısa zamanda kaldırılmasını istiyor. ABD ise İran’ın anlaşmaya uyduğunu kanıtlaması halinde yaptırımların kaldırılacağını vurguluyor.),
     - Denetlemeye tabi tutulacaktesislerin kapsamı (ABD, İran’daki askeri üsler de dâhil olmak üzere tüm nükleer tesisleri denetime tabi tutmak istiyor.),
     - İran’ın nükleer yakıt stoğunun nasıl yok edileceği.
[8] Rusya Dışişleri Bakanı Sergey LAVROV, Türkiye'nin "Diyalog Ortağı Ülke" statüsünde bulunduğu Şanhay İşbirliği Örgütü'nün (ŞİÖ) bu yıl genişlemeye başlayabileceğini belirtirken halen "Gözlemci Ülke" statüsünde bulunan Pakistan, Hindistan ve İran'ın girme imkânına kavuşacağını açıkladı. (10 Eylül 2014)

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/istihbarat-arastirmalari-merkezi/2015/04/06/8172/pers-diplomasisi-51e-karsi


***

ABD-İran Savaş Senaryosu BÖLÜM 2

ABD-İran Savaş Senaryosu BÖLÜM 2


    Savaş bittikten sonra bile istikrarsızlık uzun sürecek ve göçmen sorunu 
durumu da daha da kötü hale getirecektir. Dış ülkelerden akın edecek Sünni İslamcı gruplar, durumu fırsat bilerek kendilerine kontrol bölgeleri oluşturacaktır. İran topraklarının tamamının kontrol edilmesi zor olduğu için denetim dışı bölgeler ve hala rejimin kontrolünde kalan bir bölge ortaya çıkacaktır. İran hükümeti bu bölgede nükleer kabiliyetlerini toplayabilir, geliştirebilir. Eğer İran rejimi devrilirse, Batının ülke inşası çalışması Irak ve Afganistan.dakinden çok daha zor olacaktır. Her an çatışmalarının tırmanmasına müsait dinamik kriz bölgeleri ve karşı saldırılar beklenmedik ciddi sonuçlar doğurabilir. 

 Savaş Planları.. 

 ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) tarafından 2004 yılında hazırlanan 
senaryolardan biri İran (Scenario: The “Streetfighter” State) ile ilgili idi. Bu senaryoya göre; İran, muhtemelen Irak.ın düştüğü yanlışa düşmeyecek ve ABD ile doğrudan çatışmaya girmeyecekti. 1970.lerin sonundan beri İran, ABD.nin Ortadoğu.daki pozisyonuna karşı başarılı, doğrudan ve konvansiyonel olmayan yaklaşımlar sergiledi ve Vietnam.ın ABD.yi dize getirdiği stratejiyi izledi. Senaryoya göre; İran saldırıları başlangıçta terör ve yıkıcı faaliyeti merkeze alan düşük yoğunluklu ve muğlak bir görünümde olacaktı. İran, bugün de ABD liderliğinde bir koalisyon saldırısına karşı kanlı ve uzun bir savaşa hazırlanmakta dır. Bu savaş, konvansiyonel savaş ile ülke rejimine karşı ayaklandırılan direniş gruplarının bir karşımı yani modern adı ile “melez savaş” olacaktır. ABD, bu savaşta İran.ın nükleer silah ve balistik füze kullanımını önlemek üzere füze kalkanı projesini geliştirdi. İşin aslı füze kalkanı, ABD kendi gemilerinden ve uçaklarından İran.ı vururken, onun karşı koymasını engelleyecek bir 
teknolojiyi hayata geçiriyor. 

   Biraz da yeni savaş konseptlerinden bahsedelim. Rusların “Gerasimov 
Doktrini” karşısında Amerikalılar; ayaklanma harekâtı içinde konvansiyonel savaş taktikleri geliştirmeye başladılar. Ukrayna.da olduğu gibi Rusya.nın ayaklanma çıkarıp, örtülü işgal uyguladığı bölgeler için yeni bir savaş konsepti ürettiler; “Kurulu Manevra (Mounted Maneuver)”. Kurulu manevra, çok uzak bölgelerden ayaklanma bölgelerinde yürütülecek çeşitli çatışma senaryolarının kullanılmasını öngörmekte ama hedefinde konvansiyonel mekanize güçler bulunmaktadır. Diğer bir konsept “Birleşik Silah Manevrası ve Geniş Alan Güvenliği” oldu. Bu konsept; yakın coğrafyada daha fazla öldürücü silahla düşmana angaje olmayı öngörüyor6. Bütün bunlar uzay-hava-kara ekseni içinde istihbarat ve operasyonel unsurların uyumlu çalışmasını, hedef tespitini ve etkili ateş sistemlerini gerektiriyor. Temel mantık şu; “hareket ettiğinde temas kurmalısın, ateş ettiğinde öldürmelisin, doğrudan ve dolaylı (topçu gibi) ateşleri koordine etmelisin, acil durumlarda uçakları çağırmalısın”. Bu yüzden, tatbikatlar gerçek mermilerle ve canlı olarak yapılıyor, başarılamayanlar yeniden test ediliyor. Bir muharip tabur için bir kere hareket ettiğinde 620 km. içinde  düşmanla temas edip, sonuç alması bekleniyor. 


Harita 1: İran Etrafındaki Amerikan Üsleri 

 Uydu, uçak, helikopter, tank, topçu, drone, ağ teknolojileri, hava savunma, 
roket, füze, havan bir orkestra gibi senkronize edilerek, tek bir amaca yönlendiriliyor; düşmana üstün gelmek. Buradan çıkarılacak ders; eğer kendi ulusal teknolojisine bağlı uzay sistemleriniz ve siber ağınız yoksa büyük güçlere üstün gelmeniz çok zor ancak asimetrik çözümler üretebilirsiniz. Modern savaşta üstünlüğü sağlayan en önemli güç çarpanı GPS tarafından yönlendirilen uçak, muharip unsur, akıllı mühimmat, topçu ve roket sistemleridir. Örneğin 155 mm.lik Excalibur topçu silahı ile 30 km.den daha fazla menzildeki hedefleri GPS güdümlü olarak vurmaktadır. 70 km. menzili olan Yönlendirmeli Çoklançerli Roket Sistemi (GLMRS7) ise Afganistan.da Taliban.a karşı kullanıldı. Geleceğin değil, bugünün savaşları için Drone.lar ile ilgili yeni taktik ve teknikler geliştiriliyor. Teknolojinin keskin uçları kullanılarak her tür düşmanın çok uzak mesafelerden tam isabetle vurulması isteniyor. 

 İran.ın savaşın başlangıcındaki ilk askeri hedefi, Hürmüz Boğazı.nı kontrol 
etmektir. Körfez.deki sekiz ülke içinde İran, diğer yedi ülkeden iki katı kadar olan uzun sahile sahiptir. Hedef dünya petrolünün %40.ının geçtiği İran Körfezi.ne gelecek Amerikan savaş gemilerini vurmaktır. İran, Pekin gibi özellikle gemilere karşı hassas güdümlü füzeler edinmektedir. İran.ın muhtemel savaş planı; balistik ve cruise füzelerinin dağıtılmasını, Hürmüz Boğazı.nın mayınlanmasını ve denizaltılarının burada devriye gezmesini öngörüyor. Gemilere karşı füze bataryaları, yaklaşan ABD gemilerini hedef alacaktır. Anti-gemi füzeleri ile donatılmış İran hava gücü ise ülke içinde dağıtılmış bekleyecektir. İran komuta kademesi derin yeraltı sığınaklarına girecek ve haberleşme fiber optik kablolar veya abone olunan uydu servisi, keşif 
hizmeti Rus uydularınca sağlanacaktır. 

 ABD ordusuna göre, İran ile savaşta Tahran.ın stratejisi, Çin.e benzer şekilde, 
ABD.nin bölgeye giriş ve önlenmesi (A2/AD8) ile ilgili kabiliyetlere odaklanmaktır. 

İranın ABD.nin Körfez.e girişini önlemek için terör ve nükleer dâhil kitle imha 
silahlarını kullanması bekleniyor. ABD ise 2011 yılından beri Hava-Deniz Muharebesi ya da şimdiki adı ile JAM-GC veya 3. Offset Strateji.yi geliştiriyor. ABD ve bölgesel koalisyon üyelerini pek çok zorluk beklemektedir. İran Ordusu, ABD.nin kullanacağı her liman ve havaalanına saldırma emri almıştır. Bu saldırı önleyici nitelikte ABD kuvvetleri gelmeden de yapılacaktır. Nükleer, kimyasal veya biyolojik savaş başlıklı füzeler kullanılacaktır. Füzeler ve hava saldırıları ile desteklenen bir konvansiyonel taarruz da söz konusu olabilir. İran, denizden doğrudan bir angajmana niyet etmemekte ve deniz kontrolü yerine karşı koymaya hazırlanmaktadır. Üçüncü tarafların ticari uyduları vasıtası ile ABD kuvvetlerinin deniz intikallerini izlemeye çalışacaktır. İran, elektronik savaş imkânları ile de uydu ve yer istasyonlarını etkisiz hale getirmeyi planlamaktadır. İran, ABD.nin uzun menzilli vuruşlarına ve açık denizdeki unsurlarına karşı koyacak vasıtalara sahip değildir. Bu nedenle, ABD güç projeksiyonuna karşı özellikle Hürmüz Boğazı etrafında modern dizel denizaltılar, mayın bariyerleri kullanarak intikalleri yavaşlatabilir veya kanalize edebilir. Bir ihtimal ise uçak taşıyıcılar gibi derinlikteki hedeflere karşı uzun menzilli uçaklar ve füze 
grupları kullanmasıdır. İran ile İsrail arasındaki füze uçuş süresi 10 dakikadır. Bu yüzden, ABD işgali karşısında İran.ın nükleer bir karşılık ile misilleme kabiliyetinin yok edilmesi önem taşıyacaktır. 

 Savaş Nasıl Olacak? 

 ABD savaşa İran.ın derinliğindeki stratejik hedefleri bombalayarak 
başlayacaktır. İran bu hedefleri çok iyi koruyacak veya esirlerle kalkan oluşturacaktır. ABD savaşa denizden atılan cruise füzeleri ve hava saldırıları ile başlayacak, bunun için iki uçak gemisi ve stratejik bombardıman kabiliyetleri ile İran.ın önemli sanayi ve askeri altyapısını hedef alacaktır. Altyapıdan sonra İran.ın silah sistemleri ve kuvvet yığınakları vurulacaktır. Hava harekâtı, yoğun insansız hava aracı (drone) saldırıları ve özel kuvvetler operasyonları ile desteklenecektir. Uçak filoları, özel kuvvet timleri, önleyici füze halkaları (füze kalkanı) ve tüm uçak gemisi saldırı grupları; drone.lar, gözetleme sistemleri, tanker uçakları ve diğer lojistik birimler tarafından desteklenecektir. B-2.ler tarafından atılacak (beton ve kaya) delici patlayıcılar, nükleer silah mevzilerine ve yer altı tesislerine karşı kullanılacaktır. Uzaya dayalı kabiliyetler, İran hava savunması (S-300 gibi) hassas hedefleri arayacaklardır. İran.ın nükleer tesislerini korumak için kullanacağı kara-hava savunma sistemleri yok 
edilecektir. Nükleer silahlar hedef alınmadan önce İran.ın hava savunma sistemi 
çökertilecektir. İran, cruise füzeleri ile vurulmadan önce ABD Deniz Kuvvetleri 
Hürmüz Boğazı.nı açık tutmayı sağlayacaktır. Katar.daki Amerikan hava üssünde bulunan X-band radar istasyonu, ABD savaş gemilerini hedef alacak İran füzelerinin izlerini 4 dk. içinde tespit edecektir. Bu füzeler; Suudi Arabistan, Kuveyt ve BAE.de konuşlu Patriot.lar ve Yüksek İrtifa Hava Savunma Terminali (THAAD9) tarafından vurulacaktır10. Füze saldırıları, ABD deniz kuvvetleri cruise füzeleri ve füze kalkanı savunma sistemi (Aegis) taşıyan destroyerler tarafından desteklenecektir. 

 ABD için savaşın en zor kısmı İran.ın Hürmüz Boğazı ve karaya çıkışını 
önlemesi kadar, artan hava savunma kabiliyetleridir. İran kuvvetlerine fazla 
yaklaşırlarsa veya sürpriz bir saldırı ile karşılaşırlarsa çok kayıp vereceklerini 
düşünüyorlar. İran.ın özellikle mayınlar, drone.lar, sahil radarları, askeri gemiler ve sivil vasıtaları etkin olarak kullanarak Amerikan gemilerini hedef alacağı 
hesaplanıyor. İran, Hürmüz Boğazı.nı korumak için muhtemelen deniz tecrit sistemleri kullanarak, ABD deniz vasıtalarını belirli pasajlar içinde imha etmek isteyecektir. Hürmüz Boğazı.nı kapatmak için bol mayın özellikle akıllı mayınlardan istifade edecektir. Bu tür mayınları yüzey gemileri kadar denizaltılardan örtülü olarak da yayabilecektir. Bu yüzden ABD, öncelikle Hürmüz Boğazı.ndaki sistemleri (özellikle hedef istihbaratı yapan sahil radarları, insansız hava araçları, yüzey vasıtaları ve denizaltılar) yok etmeye odaklanacak tır. İran denizden çok karada konuşlu ve kamufle edilmiş füze sistemlerini tercih edecektir. İran, yüzey gemilerini kısa menzilli gemi-savar füzeleri ile donatacaktır. Ayrıca, kısa menzilli füzeler ve özel kuvvetler de bölgedeki Amerikan askeri altyapısını hedef alacaktır. Büyük hedefler ve şehirler için 
ise uzun menzilli füzeler kullanılacaktır. ABD.nin füze üslerine saldırıları karşısında çok miktarda sahte hedef ve yem kullanacaktır. İran.ın Hizbullah ile İsrail.e roket saldırısı, Gazze.de ise Hamas ile füze saldırı yapması beklenmektedir. 

 Savaşın başlangıcında Amerikalılar, İran.ın C4ISR11 ağını hedef alacaklardır. 
Bunun için uzun menzilli bombardıman, denizaltı savaşı, elektronik savaş ve 
saldırgan siber saldırılar ile İran.ın erken ikaz radarları, deniz gözetleme sistemleri ve komuta-kontrol tesisleri vurulacaktır. İran.ı sabit sensörleri ve komuta kontrol bağlantılarına karşı; sabit üsler, SSN ve SSGN.lerden isabet güdümlü silahlar kullanarak kinetik bir bombardıman dalgası oluşturulacaktır12. Amerikan özel kuvvetleri ise bu bombardımanları takviye etmek üzere, fiber optik ağlar gibi vurulması zor hedeflere yönlendirilecektir. İran, C4ISR şebekesi ve hava savunmasının çökertilmesi ile ABD hava ve deniz kuvvetleri İran mobil radarları ve komuta-kontrol sistemlerini hedef alacaktır. ABD uzay kabiliyetleri ve uydular, İran.ın terör şebekeleri yanında hassas yer istasyonlarını hedef alacaktır. Körfez ülkelerinin de korunması için İran.ın elindeki tüm füzelerin bir an önce vurulması sağlanacaktır. İki uçak gemisinin her birinde bulunacak 90 uçak ile İran.ın yaklaşık 10 balistik füze üssü ve 20 kadar füze üretim tesisi ile 20.den fazla füze atma bölgesi hedef alınacaktır. İkinci hedef grubunda petrol rafinerileri, enerji hatları, askeri üsler, yollar ve köprüler olacaktır. 


Resim 1: ABD Uçak Gemisi USS Ronald Reagan İran Körfezi’nde 

 İran askeri gücü, reaktörleri ve fabrikaları genellikle nüfusun yoğun olduğu 
yerlere konuşlanmıştır. ABD hava taarruzları başarılı olup, İran.ın özellikle uzun 
menzilli karşı koyma kabiliyetleri yok edildiğinde sıra kara harekâtı için giriş bölgeleri oluşturmaya gelecektir. İran bu dönemde Irak gibi koalisyon kuvvetlerine saldırmayacak ya da savunma pozisyonu almayacaktır. Bunun yerine konvansiyonel olmayan, özel bir savaş (su kaynaklarının yok edilmesi, fabrikaların imhası, zehirli kimyasalların kullanılması, petrol kuyularının patlatılması vb.) başlatılacaktır. İran kuvvetleri küçük, bağımsız gruplar halinde hareket edecek ve ABD derin hava taarruzlarını boşa çıkarmak için üs bölgelerini terk edeceklerdir. İran.ın amacı, ABD zayiatını artırmak ve koalisyonun dağılmasını sağlayacak kadar kan akıtmak olacaktır. İran kuvvetlerini korumak ve sürpriz konvansiyonel olamayan saldırılar için tarafsız komşu ülkelerin topraklarından da istifade etmeye çalışacaktır. Koalisyon kuvvetleri ülkeyi işgal ettikçe kendini daha fazla gerilla savaşı içinde bulacaktır. 
İran.ın ümidi ABD ve koalisyonun savaşın sonunda bir zafer olmayacağına inanması ve çatışmaların kolayca ve kısa sürede bitmeyeceğini görmeleridir. 

 Devam eden hava harekâtı süresince İran, özellikle hava savunma 
kabiliyetlerinin menzili dâhilinde bazı ceplerde hava üstünlüğü kurmaya çalışabilir. Bu özellikle, üslerinden birkaç yüz km. uzakta olan ABD uçakları için yeterli yakın hava desteği olmadığında sorun olabilir. İran, bu amaçla mobil SAM kabiliyetleri kullanabilir. SAM operatörleri radar emisyonlarını kontrol etmek için sık sık yer değiştirebilir ve ani SAM pusuları kurabilir. Uçaklarının erkenden imha olmasını önlemek için bazılarını iyi korunan sığınaklarda saklayabilir. Buna karşılık ABD, görünmezlik teknolojisine başvurabilir, radarların tespitini önlemek için elektronik savaş sistemlerinden istifade edebilir. ABD, İran.ın nükleer programını imha etmek için öncelikle hava savunma ağını B2 bombardıman ve diğer uçaklar ile hedef alacak, bunun için isabet güdümlü ve/veya betonu delen tipte mühimmat kullanacaktır. 


Harita 2: İran’ın Eyaletleri 


 İran, ülke dışındaki gayri nizami kuvvet ağları ile ABD hedeflerine saldıracaktır. 
Bu savaşta sürpriz etkisi göz ardı edilmemelidir. Örneğin, İran.ın Körfez bölgesinde sürpriz bir kitlesel saldırısı kendisine önemli avantaj sağlayabilir. Bu amaçla, sahil radarlarını, insansız hava araçlarını ve sivil vasıtaları istihbarat amaçlı olarak kullanırken, yüzey vasıtaları ile ABD.nin deniz hedeflerini yoğun roket ve füze saldırısı düzenleyebilir. Böylece füze kalkanının alt yapısı olan ABD deniz kuvvetlerinin AEGIS muharip sistemi, kinetik (yakın destek ve füze) sistemlerini ve mayın döşeme kabiliyetlerini boşa çıkarabilir. İran.ın kıyıya konuşlu ASCM ve Klub-K füzeleri sivil vasıtalardan atılarak bu saldırıları takviye edebilir13. İran.ın taarruzi deniz patlayıcı platformları deniz trafiğini engelleye bilir. İran bunlarla birlikte kısa menzilli balistik füzeler (SRBM) ve vekil gruplar (Hizbullah) veya Quds Kuvvetleri kullanarak ABD havaalanları, üsleri ve limanlarına saldırılar düzenleyebilir. İran, elindeki füzeler daha az isabetli olsa da ABD ve müttefiklerinin füze savunmasını, radar ve C4 noktalarını hedef alacaktır. 

 Türkiye İçin Sonuçlar.. 

 ABD, İran coğrafyasına yerleşerek sadece Asya-Pasifik.in değil Orta Asya.nın 
kaynaklarına da rahatça el atabilir. Bunlar olurken Suriye.de Rusya da seyirci 
kalmayacak, İran.ın kuzey kuşağına yerleşerek, kendi etki bölgesini kurmaya 
çalışacaktır. İran petrolüne el atılması, Çin.in ana enerji kaynağının kontrol altına alınması demektir. Türkiye ise İran ile en istikrarlı sınırlarına sahiptir ve komşu ülkenin istikrarsızlığı bizim değil, petrol hırsızı Batılı ülkelerin hedefidir. Eğer Türkiye; Irak ve Suriye.de olduğu gibi İran konusunda da ABD.nin tuzağına düşerse, Büyük Kürdistan.ın diğer parçasını da elimizle kurdurmuş olacağız. İran coğrafyasına her yönden gelecek cihatçı gruplar yani El Kaide ve IŞİD türevleri dolacaktır. Böylece ABD ve Rusya, İran.da sürekli kalmak ve çevre coğrafyalara uzanmak için kendilerine (terörle mücadele) meşruiyet örtüsü sağlayacaklardır. Kuzeydeki Azeri Türkleri ise bugünkünden çok daha kötü koşullarda yaşayacak, göç ettirilecektir. Hâlbuki İran.ın bölgede güçlenmesi Türkiye.nin lehine, çünkü Ankara.nın tersine İran.ın Barzani ve ABD ile göbek bağı yok ve bir Kürt devletine asla müsaade etmez. İran.da rejim bir devrim ile değil, ancak evrimle değişebilir. Bugün, İran nüfusunun çoğunluğunu devrim sonrası doğanlar oluşturuyor. İran; genç, iyi eğitimli, şehirli ve modern bir toplum olarak modern dünyada hak ettiği yerini almak istiyor. Ortadoğu.da silahlanma yarışı ve nükleer silah heveslerinin bitmesi ancak, Batılı güçlerin bu coğrafyadan çıkması ve bölge ülkelerinin kalıcı bir barışın temellerini birlikte atması ile mümkündür. Türkiye-İran ile ilişkileri son yıllarda oldukça büyük hasarlar almıştır ve bu hasar bir an önce onarılmalıdır. 

 ABD-İran Savaşı.nın en önemli dönemeçlerinden birisi Türkiye.nin bu savaşa 
ikna edilmesi olacaktır. Artık, Suriye ve Irak.ta olduğu gibi başkalarını şeytanlaştırarak kendi çıkarlarını bize dayatanların oyunlarına alet olmamalıyız. Türkiye, bundan yüz yıl önce Ortadoğu haritası çizilirken Şerif Hüseyin.in düştüğü Sünni Arap Krallığı tuzağına düşmemelidir. İran coğrafyasının dağılması Şiiliğin sonu değil, hiç bitmeyecek mezhep savaşlarının tüm İslam coğrafyasını kana bulamaya devam etmesi sonucunu verecektir. Her zaman olduğu gibi ABD.nin bu savaştaki tüm hukuksuzluk larının ve cinayetlerinin arkasında kendi halkına anlatacağı iki kelime saklı olacaktır; “Amerikan çıkarları”. Ancak, bu çıkarlar Ortadoğu.da hiçbir zaman Türkiye ile örtüşmemektedir. Bu yüzden ABD, Türkiye.nin askeri kabiliyetlerinin sınırlı düzeyde tutulması; siber, elektronik savaş, hava savunma ve füze kabiliyetlerinin kendi tekelinde olmasına dikkat etmektedir. Türkiye.nin bulunduğu coğrafyada artık büyük güçlerin arkasına saklanma dönemi çoktan geçmiştir. 

Üstelik ülkemizin çıkarlarının önündeki en büyük engel olan ABD ile de bir savaş senaryosu yapmamızın, gerekli dersi vermenin zamanı da gelmiştir. Batılıların size verdiği silahlarla ancak onların istediği türden ama modası geçmiş araçlarla bir savaş yapar ve kazanamazsınız. Öte yandan, günümüzün savaşlarına hazırlanmak için sadece silah ve araç almanız yetmez, yeni bir savunma kültürü ve savaş konsepti de gerekiyor. Afganistan ve Irak savaşları; küçük grupları izleyecek, taarruz edecek ve öldürecek muharip unsur ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Buradan Türkiye.ye çıkacak ders, PKK ve YPG ile mücadele için ülke içinde karakollarda beklenmemeli, sınır ötesi için proaktif stratejiler izlenmelidir. Bunun için konvansiyonel olmayan unsurlar ve konseptler kullanılmalıdır. Geleceğin savaşları tamamen konvansiyonel olmayacak, melez savaşlarda düzenli ordular vekil güçler ile birlikte şehir içlerinde de savaşacaktır. Türkiye, ABD.nin değil, kendi oyununun aktörü olmalı, gerçekçi savaş senaryolarına hazırlanmalı, buna uygun ulusal kuvvet ve kabiliyetler geliştirmelidir. 

Bunlar sık sık konvansiyonel ve ayaklanmaya karşı koyma tatbikatlarında denenmeli ve sürekli geliştirilmelidir. Ordumuzun diğerlerine üstünlük sağlayacak kuvvet çarpanları olmalıdır. Bunun için de sağlam bir liderlik ve vizyon sahibi liyakatli komutanlara ve savunma uzmanlarına ihtiyaç var. 


DİPNOTLAR;

1 Anthony H. Cordesman, Alexander Wilner. U.S. and Iranian Strategic Competition: The Gulf Military Balance, CSIS, (Nov 2, 2011). http://csis.org/files/publication/111102_Iran_Gulf_Military_Balance.pdf 

2 Ilan Berman, Iranian Cyberwar, U.S. Must Prepare for Possible Confrontation, Defense News, (11 September 2011). 

3 Uzi Rubin, Iran's Steady March to Global Missile Clout, Defense News, (15 August 2011). 

4 Reva Bhalla, Negotiations Behind U.S. Sanctions Against Iran, Stratfor, (July 3, 2012). 

5 Sharmine Narwani, The Dangerous Reality of an Iran War, American Conservative, (March 15, 2017). 

6 Kris Osborn, How the U.S. Army Plans to Go to War Against Russia, China and Iran (Their Weapons, That Is), Scout Warrior, (February 13, 2017). 

7 GMLRS: Guided Multiple-Launch Rocket System. 

8 A2/AD: Anti-Access/Aerial-Denial. 

9 THAAD: Terminal High Altitude Air Defense. 

10 Alex Gorka, US, Iran on Brink of Armed Conflict: War Scenario and Consequences, Strategic Culture, (February 8, 2017). 

11 C4ISR: Command, Control, Communications, Computer, Intelligence, Surveillance, Reconnasiance. 

12 Harry J. Kazianis, How the U.S. Military Could Strike Iran, Center for the National Interest, (April 10, 2017). 

13 Harry J. Kazianis, How Would Iran Attack America? Center for the National Interest, (April 10, 2017). 


***