31 Ağustos 2018 Cuma

Rusyanın Suriye Çıkarması.,



Rusyanın Suriye Çıkarması.,


Gözde Kılıç Yaşın
10.2015
Editörden




Rusya, Suriye’de…  ABD’nin uluslararası hukukta açtığı her gediği kendince yeniden anlamlandırarak kullanan Rusya, bugün de Suriye’de “ön alıcı savunma” (preemptive strike) nam-ı diğer Bush Doktrini’ni yeniden anlamlandırıyor. Yani hedefine IŞİD’i alarak “O bana günün birinde vuracak, kanıtlarım var ya da algılıyorum, bu nedenle ondan önce ben ona vurmak durumundayım” diyor. 1999’da NATO operasyonu sürerken Sırbistan üzerinden girerek Kosova havaalanında Rus bayrağı dalgalandırdığında ya da 2009 Gürcistan’a girdiğinde veya Ukrayna’daki adımlarında da aynı yöntemi izliyordu ve NATO gibi varlığını “Sovyetler” üzerinden meşrulaştıran bir “güvenlik örgütü” tüm bu adımlarda sessiz kalmakla/ yeterli olacak düzeyde tepki vermemekle bugün Rusya’nın Suriye’deki varlığının da önünü açmış oldu. Dahası ABD zaten meşru müdafaanın alanını genişlettiği oranda kuvvete başvurma konusundaki yasağın alanını sadece kendisi için değil diğerleri için de daraltmıştı. Ancak mesele sadece uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkilerde yeni bir dönüşüm ya da kargaşaya yol açabilecek yeni bir adımın atılmış olması meselesi değil.  Rusya’nın operasyonu Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. İlk gününden notalar verildi, uyarılar yapıldı, tetikte bekleyiş haline geçildi… Öte yandan Yeni gelişme Avrupa’nın yüzde 80’i Suriyelilerden oluşan sığınmacı sorununu çözümünü de etkileyecektir.

Öte yandan Rusya’nın müdahalesi olmasaydı dahi Ankara, Şam, Bağdat, Tahran, Londra, Moskova ve Washington merkezli gelişmeler Suriye'de kısa bir süre içinde bir uçtan diğerine savrulma yaratmıştı ve belirsizlikler yeni tür bilinmezler yaratmıştı. Şimdi de yeni bir denklemle karşı karşıyayız.  Bu sayımızda Rusya’nın Suriye çıkarmasını ön plana aldık, iki kıymetli yazarımız konuyu sizler için farklı noktalarıyla değerlendirdi: Şanlı Bahadır Koç ve Serhat Erkmen…  Operasyonun arka planını neden, boyut, şekil bağlamında incelediğimiz gibi olası yeni gelişmeleri de inceledik. Diğer aktörlerin muhtemel tepkilerini ve bu tepkilerin Türkiye için neden olabileceği zorluk, tehdit, risk ve fırsatları değerlendirdik.

Sayfalarımıza mülteci ya da sığınmacı sorununa Avrupa’nın bakışını bir kez daha, bu kez Dilek Yiğit’in çalışmasıyla taşıdık. Rusya’nın hamlesi uluslararası gündemi bir anda değiştirmişse de yaşanmakta olan büyük göç henüz sonuçlarını doğurmadı bile… Avrupa, küresel ekonomik krizden sonra şimdi de demografik yapısının değişeceği söylemleri, gelenlerin yerleştirilmesi ya da nasıl olacaksa bir başka ülkeye doğru iletilmesi, vatandaşlarının çoktan başlamış olan protestoları, yabancı düşmanlığı gibi sorunlarla boğuşmak zorunda kalacak. Koşullar Suriye içerisinde “güvenli bölge” oluşturulmasını gündeme getiriyorsa da toplumsal hafızada kelimenin karşılığı o kadar da güvenli olmadığı için “güvenli bölge” teklifleri reddediliyor. Dünya yönetim anlayışı bakımından da haritalar ya da nüfusun dağılımı açısından da hızlı bir değişim geçiriyor. Türkiye’yi en çok ilgilendirenleri dikkatinize sunmaya devam ediyoruz.

Gelecek sayıda görüşmek üzere iyi okumalar dileriz…

Gözde Kılıç Yaşın

 http://www.21yuzyildergisi.com/haber/39-sayi-82-rusyanin-suriye-cikarmasi-yeni-oyun-yeni-denge-haberi.html

***

ABD'nin Yeni Sopa ve Havuçlarının Bir Anlamı Var mı?


ABD'nin Yeni Sopa ve Havuçlarının Bir Anlamı Var mı?

13 Ağustos 2018 






Eğer dünyanın belirli kabiliyetlere sahip ülkeleri muğlak havuçlara ve sopa diplomasisine Ankara kadar direnebilselerdi, bugün ABD pervasız saldırganlığı ile müttefiklerini vururken en azından iki kere düşünürdü.

2018 yazı çok sıcak bir yaz oldu. Haberlerde gördüğünüz, kavurucu sıcaklar, eriyen asfaltlar, süs havuzlarına çıplak ayaklarıyla giren çocuklardan bahsetmiyorum; 2018 yazı uluslararası ilişkiler açısından dünyanın dengesini daha da kaybettiği, sistemin daha çok kırılganlaştığı, hepimizin krizler beklediği bir yaz oldu, demek istiyorum. Ne sabah açan güzel bamya çiçekleri, ne günbatımını selamlayan akşam sefaları hiçbiri derdimize derman olmuyor. Buralarda da oralarda da herkes ya telefonunun ya televizyonunun mavi ekranından petrol fiyatlarına, doların küresel piyasada değer kazanışına, dolayısıyla değişen kurlara, ABD’nin her gün farklı ülkeleri hedef alarak açıkladığı yaptırım kararı ve tehditlere, sonrasında yine değer kazanan dolara, değişen kurlara bakıp duruyor. Trump’ın ve ekibinin savunduğu Evangelist sosa bulanan Yeni Muhafazakarlık biçimi; bir kontrollü krizler sarmalı yaratıp, bu krizlerin meyvesini küresel piyasalarda topluyor. Ancak, Evangelist sosu, selamlanan misyonerleri, misyonerlerin selamladığı Trump’ı ve akla ziyan tweetleri kazıyınca, altından bu küresel kriz sarmalının gerçek nedeni ortaya çıkıyor: ABD’nin çok uzun sürmeyecek bir güç tekelini, enerji piyasalarında bir üstünlüğü eline geçirdiğini, bu güçten faydalanıp krizleri kontrolde tutacağını düşünerek dünya sistemini sarstığını açıkça görüyoruz. Dünya’nın çivisi çıkmıyor, Trump yönetimi, elinde kerpeten Dünya’nın çivisini çıkarıyor.

Güç farkındalığı Washington’da hâkim. Trump yönetimi altında açıklanan son Ulusal Güvenlik Stratejisi, bu farkındalığın üzerinde yükseliyordu ve okuyanların hatırlayacağı gibi Evangelist bir masalcılıktan ziyade realist bir mantığı yansıtarak, ABD’nin bu güç tekeline ancak belirli bir süre sahip olabileceğini tüm vatandaşlarına anımsatıyordu. Bu süre içerisinde ABD’nin caydırıcılığını, hiçbir rakibi bu caydırıcılığı sınamayı düşünmeyecek bir noktaya itecek şekilde, güçlendirmek için bir şeyler yapmak gerektiği, yapılacağı söyleniyor; ancak ne yapılacağı belirli genellemeler dışında belirtilmiyordu. İşte, içinde bulunduğumuz yaz aylarında artık bu ‘yeni muhafazakâr’ sürpriz belli oluyor. ABD yönetimi, bir süredir, iktisadi/diplomatik yaptırımlar ile yaptırım tehditlerini bir silah olarak kullanmaya karar vermiş görünüyor. Bu silah, ABD’nin çeşitli araçlarla kontrollü bir şekilde büyüttüğü kriz balonları oluşturuyor. Balonlar, Trump’ın hakaret, övgü veya tehdit tweetleriyle kimi ülkeleri içine alıp, kimi ülkeleri dışında bırakıyor. Bu görünmez kriz balonları, oynayan kurlar, ticareti durdurma kararları ve düşmanlara sağlanan silah ve politik destek üzerinden görünür olduğundan zehirli bir gazın yayılması gibi karar vericileri ve kamuoylarını korkutup, sindirmeyi de amaçlıyor. Soğuk Savaş’ın nükleer silah-psikolojik savaş ikilisi yine başka biçimlerde, “özgür dünyanın” kalesinde ortaya çıkıyor.

ABD, aslında, bu sefer kullandığı silahın etkinliğini daha önce Rusların elinde gözlemledi. Nasıl ki Rusya, zaman olgunlaştığında, Soğuk Savaş’ta inşa ettiği doğal gaz ve doğal gaz boru hattı imparatorluğunu Doğu Avrupa ve Baltıkları köşeye sıkıştırmak için pervasızca kullandı; ABD de Soğuk Savaş’ta inşa ettiği serbest ticaret ve kapitalist mali politikalar ağını pervasızca herkesi köşeye sıkıştırmak için kullanıyor. Soğuk Savaş’ta belli ölçülerde sefa, belli ölçülerde cefa çekenler, örneğin Almanya ve Japonya gibi belirli bir güce sahip olarak Soğuk Savaş sonrası düzenin parçası olan aktörler, refah ve büyüme pastasıyla kandırılıp korkunç cadının evine çekilmiş Hansel ve Gratel gibi büyük güç politikalarının oldukça saldırgan bir biçimde geri dönüşünü izliyorlar. Üstelik ABD, Rusya’nın Avrupa’da küçük çapta, boru hatları ve doğal gaz fiyatları üzerinden deneyip kısmi başarı elde ettiği saldırganlık oyununu küresel düzeyde tekrarlarken rakipleri kadar müttefiklerini de hedef alma kararlılığında. Belki de bu nokta geçmiş Amerikan saldırganlığı ile günümüz Amerikan saldırganlığını birbirinden ayıran en önemli husus. Geçmişte de Amerika, belirli güç unsuru tekellerini ya da üstünlüğünü elde ettiğinde önleyici nükleer savaş planlayabilecek kadar saldırgan politikalar izlemeyi göze almıştı. Fakat, Trump öncesi Amerikan saldırganlığı, güçlenme ve müttefiklere hesap ödetme stratejisini müttefikleri gerçekten güçsüzleştirecek, müttefiklik ilişkisini ve ABD’nin kendi kurduğu ittifak ilişkisini anlamsızlaştıracak bir boyuta taşımamıştı. Trump öncesi müttefikleri tedirgin eden ABD saldırganlığının bir pazarlık boyutu vardı. Bugün ise yaptırım tehditleri ile hem rakipler hem müttefikler aynı anda sıkıştırılıyor. Böylece rakiplerle müttefiklerin yakınlaşması engellenirken, pazarlık kapıları da sanki kapanıyor. Günümüz dünya siyasetinde örnekten bol bir şey yok, bakınız daha geçtiğimiz günlerde ilk ayağı yürürlüğe giren ABD’nin İran yaptırımları karşısında belirli imtiyazlar peşinde koşan Avrupalılar, şimdilik elleri boş döndüler.

Sopa Avrupalıların kafasına

Bilindiği gibi 6 Ağustos itibariyle, İran ile yapılacak araba ithalatı ile altın ve değerli metallerle alışveriş yasaklandı. 4 Kasım yaptırımları ise çok daha önemli; zira bu tarihten sonra İran Merkez Bankası aracılığıyla yapılacak tüm petrol ve petrol ürünleri ticaretine Washington’un yaptırım uygulaması söz konusu. ABD bu kararı hayata geçirmek suretiyle, Tahran’ın petrol ihracatını sıfıra indirmeyi amaçlıyor. İran krizinden çeşitli nedenlerle hem tüketici hem yatırımcı olarak olumsuz etkileneceği düşünülen Avrupa piyasasını yatıştırmak için hatırlanacaktır AB Yüksek Komiseri Mogherini, Mayıs ayında, nükleer anlaşmayı yaşatmak için İran’ın yanında duracaklarını ve bunun için pratikte bazı çözümler bulacaklarını ilan etmişti. Ancak, Mogherini ekonomik yaptırımların nasıl ve ne zaman aşılacağıyla ilgili bağlayıcı hukuki bir söz veremedi. Avrupa’nın İran ile sahip olduğu 2015 nükleer Anlaşması sonrası gerçekleştirmiş olduğu ticaret hacmi 20 milyar Euro civarında. Dolayısıyla, birçok AB ülkesinin İran ile kurmuş olduğu ticaret potansiyeli bir çırpıda gözden çıkarılmayacak kadar önemli. Örneğin Fransız Total’in 2015 Anlaşması sonrası Tahran ile Güney Pars bölgesindeki doğal gaz rezervlerini çıkarmak için 5 milyar dolarlık bir anlaşma yaptığı biliniyor. Benzer şekilde, İngiliz BP’de Rhum gaz sahasını jointventure olarak işletmek için İran Devlet Gaz şirketiyle anlaşmıştı. Avrupalılar büyük paralar kazanmak için İran Nükleer Krizinin başından  beri uzun pazarlık safhalarında büyük emek ve zaman harcamışlardı. Ayrıca, İran ile ticaret meselesi Avrupalılar için hiçbir zaman sadece para meselesi olmadı. Rus gazına bağımlı olan Avrupa ile bu Avrupa’nın dertlerini çekmek zorunda kalan Batı Avrupalılar için İran, sisteme entegre edilebilseydi Avrupa için alternatif bir enerji pazarı olabilecekti. Doğrusu, ABD, pahalı LNG’si ile Avrupa kapılarından içeriye girmişken, geçen hafta yazımızda bahsettik İsrail gazı hayal olmuşken, İran ile ticaret Avrupa için stratejik bir önem de taşımaktaydı. Kısaca Trump, İran Anlaşmasını kameralar önünde yırtıp attığında ve İran karşıtı/Rusya karşıtı yaptırımları devreye eş anlı olarak soktuğunda, İran ile iş yapan artık bizimle iş yapamaz buyruğunu savurduğunda Avrupalıların sadece para kazanma değil ABD’den bağımsız olma hayallerini de söndürdü. Hikayemizin Hanseller’i Avrupalılar, ABD haydutluğundan kaçacak yol kalmadıysa biraz daha pasta yiyelim derdine düşmek üzereler. Kimi Amerikalı akademisyenlerin, “sadece çikolata üreten ülkeler” olarak kategorize ettiği Atlantik Okyanusu’nun doğusundan gerçek bir stratejik ses yükselebilecek mi, görmek için Kasım yaptırımlarından hemen önce İstanbul’da toplanması planlanan zirveye ve İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya’nın Türkiye ve Rusya ile kurduğu ilişkilerine bakmak gerekecek.

Dengeleme Mekanizması

Tabii hikayemizin Hanselleri kadar, Grateller’i de var.Trump yönetimi Avrupalıları, Amerikan LNG’si üzerinden, NATO üzerinden, Rusya üzerinden mideye indirmeyi düşünüyor olabilir ama “diğer müttefikleri” konusunda –Örneğin Hindistan, Güney Kore, Japonya, Suudi Arabistan- çok emin değil, çünkü bu diğerlerine çıkarttığı kontrollü kriz stratejisinde, krizin gerçekten kontrolde kalması için ihtiyaç duyabilir. İran yaptırımları Avrupalılara doğrudan, Türkiye’ye ve diğerlerine piyasa üzerinden dolaylı (çünkü henüz doğal gaz ithalatı yaptırım listesine alınmadı) olarak zarar verebilir ama asıl etkisini İran petrolünün piyasalardan çekilmesi nedeniyle arz-fiyat dengesinin bozulması sonucu tüm ekonomiler yaşayacak. ABD, İran yaptırımları üzerinden oluşturduğu krizin birkaç yerden kontrolden çıkmasını da bekliyor. Bu noktada diğer müttefiklerine duyduğu ihtiyacı havuç-sopa stratejisinin farklı bir versiyonu ile yeni bir pazarlık masası kurarak gösteriyor.

ABD’nin en önemli çekincelerinden birinin kendisine karşı oluşabilecek dengeleme mekanizmaları olduğunu biliyoruz. Müttefikler ve rakipler birbirine ne zaman fazla sokulsa Trump’ın çantasından yeni bir kriz peyda oluyor. Buna rağmen ABD’nin özellikle Pasifik’teki Amerikan üstünlüğü ve Çin’in yaratabildiği riskler konusunda çok hassas olduğunu biliyoruz. Asya-Pasifik/ Hint-Pasifik enerji açısından zengin ülkelerin mekânı ve bu ülkeleri, “hadi gidip çikolata üretin” diye kandırmak çok mümkün değil. ABD, İran petrolünün piyasadan çekilip, bu arz açığını telafi edemediği ya da edemeyeceği izlenimi oluştuğu takdirde yükselen fiyatlardan önce Asyalı müttefiklerinin, sonra Amerikan halkının rahatsız olacağını, Amerikan kaya gazı/petrolü üretiminin artan maliyet nedeniyle sınırlanabileceğini, daha sonra da bu arz açığı/fiyat yüksekliğinden Rusya gibi bazı üretici ülkelerin fayda sağlayacağını biliyor. Dolayısıyla kontrollü krizlerin kontrolü için şimdiden bazı tedbirler almaya çalışıyor. ABD’nin ilk tedbiri, İran yaptırımlarının ve İran petrol arzının “sıfır”a indirilmesinin ek arz imkanlarıyla telafi edileceği güvenini piyasaya vermek. Bu noktada ABD’nin kapısını çaldığı ilk adres Riyad oldu. Aslında Suudi Arabistan, kendi ihtirasları nedeniyle gelire ihtiyaç duyduğundan ve bu konuda Rusya gibi silahlı devlerle mücadele ettiğinden petrol fiyatlarını düşürücü bir hamle yapmak istemiyordu. Riyad-Moskova mutabakatı da bu bağlamda petrol arzının artırılmaması yönündeydi. Fakat Trump, İran krizi balonunu Küre siyaseti ile birleştirip, Katar’a karşı rekabeti fişekleyince; Riyad Saray’ında Suudi Monarşisini, yeni prensinin gözlerinden takdis edip, Riyad’ın ne kadar “modern” olduğunu dünyaya ilan edince Suudi Arabistan’ın dayanacak gücü kalmadı ve çok değerli petrol arzını artırma kartını biraz da ucuza ABD lehine harcadı. İkinci tedbir, Riyad’a çok güvenmeyenler için geliyor. Tahran yönetiminin Suudi rezervleriyle ilgili güvensizlik yaratma politikası -olmaz ya- tutarsa ABD, kendi stratejik rezervleri ile arz açığını kapayacağını piyasaya temin ediyor. Tabii, ABD’ye inanıp güvenenlerin sayısı o kadar azaldı ki üçüncü bir tedbire ihtiyaç duyuldu. Trump, bu tedbiri “havuç” haline getirmeyi başarmış durumda. Washington’da politika üretenler, İran yaptırımları uygulanırken bazı özel müttefiklere, bazı özel imtiyazların tanınabileceğini söylüyorlar. Obama dönemi yaptırımlarda kimi Avrupalı bankaların bu tip imtiyazlardan yararlandığı biliniyor. Washington’un listesi belirsiz; sürekli eklenenler ve çıkanlar var. Asya-Pasifik’in dengeleyicileri, yani Hindistan, Japonya, Güney Kore, maazallah, başka taraflara bakıp Amerikan karşıtı dengeleme mekanizmalarında yer almasınlar diye mutlaka sayılıyor ancak listenin sonrası biraz muğlak. Çünkü sırada, ABD’nin –bugün için öngöremediği, dolayısıyla tedbir de alamadığı- artçı krizleri kontrol altında tutmakta gücü ve jeopolitik konumu nedeniyle asla kaybetmek istemediği -ama bir türlü de kendi planlarına “evet” dedirtemediği Türkiye gibi ülkeler var.

Gerçek Pazarlık ihtiyacı

Türkiye, uzun bir süredir, ABD’nin PYD, Brunson, FETÖ, yaptırımlar vb üzerinden sopa sallarken, İsrail, Güney Kıbrıs, Mısır, Yunanistan üzerinden caydırıcılığını başkalarına test ettirirken hayali değilse bile muğlak bir havuç uzattığının da farkında. Ancak Türkiye, ABD ile süregiden diyalog ve pazarlık masalarında muğlak havuçlar görmek istemiyor. Gerçek pazarlıklar, gerçekler üzerinden yapılır. ABD belki kriz siyasetini şu ana kadar başarıyla kotardı ve dünyayı siyasi, diplomatik, iktisadi hatta peşi sıra çıkarttığı krizlerle yordu ama kendi güvenilirliğine de zarar verdi. Dahası, bir şekilde ve tüm ABD’nin saldırganlığına karşı Bush dönemini filan atlatmayı başaran ittifak ruhu zarar gördü. Bu ruhun artık muğlak havuçlar, gerçek sopalarla tamir ve terbiye edilmesi mümkün değildir. Ankara, bu gerçeğin bilinciyle, bir süredir Akdeniz başta olmak üzere bölgesinde ve komşu alanlarda çıkar ve güvenliğini savunmada çok faydalı olabilecek kabiliyetler geliştiriyor. Alan Erişiminin Engellenmesi ve Harekât Kabiliyetinin Kısıtlanması (yani meşhur A2AD kabiliyetleri) üzerinde düşünce üretildiği ve bazı merhalelerin alındığı biliniyor. Türkiye-Rusya ilişkilerini, Suriye’deki pazarlıklara (Rusya sayesinde var olup öldüre öldüre ilerleyen Rejim ile, Rejim’e karşıyken varolmak için Rejimi kabul eden Amerikan silahlarıyla donanmış PYD ile, Golan’ı Ruslar ve Esat korusun diye çırpınan İsrail’in gölgesindeki- hala güçlü ile güçsüzün ayırt edilmediği Suriye pazarlıklarına) sıkıştıranların görmek istemediğini aslında Moskova görüyor. Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki kazanımlarını korumasının yolu Türkiye ile dostluktan geçiyor. Türkiye-ABD ile masaya oturduğunda muğlak havuçları kabul etmiyor, sopayla diplomasiyi reddediyorsa, bunu yapabileceğini bildiği içindir. Zamanın jeopolitiği Türkiye’ye kilit ve önemli bir güç unsuru sundu, dahası Türkiye de bunu değerlendirerek, yakın ve uzak gelecekte her türlü tehdide karşı caydırıcılık ve pazarlık kabiliyetini artırmak istiyor. Kısaca siyasi irade jeopolitik ile buluştu, geriye direnme gücünün neye ne kadar yeteceği sorusu kaldı. Jeopolitik böyle bir şeydir; sizi akşam sefalarıyla gün doğanlara değil döviz kurlarıyla donanma güçlerine bakar hale getirir. Yaz çiçeklerini özleyenlere ise şunu söyleyelim, eğer dünyanın belirli kabiliyetlere sahip ülkeleri muğlak havuçlara ve sopa diplomasisine Ankara kadar direnebilseler di, bugün ABD pervasız saldırganlığı ile müttefiklerini vururken en azından iki kere düşünürdü.

 
Bu yazı 11.08.2018 tarihinde www.star.com.tr yayınlanmıştır.





..

30 Ağustos 2018 Perşembe

“Demokrasi, İstatistiklerin İstismar Edilmesidir”

“Demokrasi, İstatistiklerin İstismar Edilmesidir” 


Alçaklık ve İhanet Kuramı
Borges Ulus Baker 

Borges’in alçakları komplocudurlar. Elbette popüler polisiye kültürünün bildik kişelerinin çok ötelerine geçerler. Ama kurdukları komplolar, hesapçı, doğrudan doğruya ‘fesat’ ile tanımlanamaz bir “dolandırıcılık” türünü çağrıştırırlar. Kâh Pampaların macho’ları, kâh beynelminel ve kozmopolit Dünya Savaşı çağı 
uygarlığının karanlık kişilikleri olarak çıkarlar karşımıza. Alçaklıkları, günlük hayatın, “küçük adamların” alçaklıkları değildir; “Yolları çatallanan bahçe”lerin, labirentlerin, kaosun hakim olduğu bir uygarlık türüne uygun düşer: 

“İnsanın kendini hergün yeni alçaklıklara terk edeceğini görüyorum şimdiden; öyle ki sonuçta sadece haydutlarla askerler kalacak geriye.” Ufak tefek “kötüye kullanmaları”, günlük hayat içinde genellikle “bağışlanabilir” küçük komplocuk ları, karı-koca kavgalarındaki minik “hainlikler” birikimini, kedilerin kuyruklarına bir şeyler bağlayan çocuklarınkini, Nietzsche’nin bahsettiği “sürü insan”na ait bir ressentiment, içerleme alçaklığını Borges’in tasnifinde bulamazsınız.

Çok bilgili yazarımız, “alçaklık” ile “ihanet” arasındaki farkı da  ayırdedememektedir. Bunun nedeni, alçaklarını sanki birer “kahraman”, Poe’nunkiler türünden, üstün ve adsız, kişisel olmayan bir zekânın , önceden kestirilemez labirentlerini kateden ve her noktada, gereğini yapmaları şartıyla mutlak başarıya erişmeleri kuşkusuz her zaman muhtemel olan aktörler olarak kurgulamasıdır. Ona göre, alçaklığın kurgusu more geometrico, geometrik üslûpta işlemelidir. 

Alçaklık bir satranç tahtası üzerinde yapılan hamleler gibi icra edilir ve labirentin “sonsuzluğunun” yalnızca bir türüne uygunluk gösterir: 

“Herhangi bir vahşi eyleme girişecek kimse sanki bu eylem önceden gerçekleşmiş gibi davranmalı, kendine geçmiş kadar geriye getirilemez bir gelecek dayatmalıdır.” (Yollan Çatallanan Bahçe) Leibniz’in “sonsuz”unu yorumlayışı zamana endekslenmiştir böylece. Her öykünün bitişi, mutlak ve katıksız alçaklığın belirmesiyle mümkündür ancak. Geriye cevaplanmamış soru kalmayacak, ancak alçaklığın içerdiği ve büyük bir ustalıkla çekip çevirdiği zekânın karşısında, hüzünlü bir hayranlık damaktaki acı lezzetini bırakacaktır. Borges alçaklığı bir icraat alçaklığı değil, bir taraftan buluşlara, öte taraftan da evrensel bir insan mefhumuna gönderen bir alçaklıktır: “Bir kişinin yaptığı, bir ölçüde, bütün insanların yaptığıdır. Bu yüzden bir bahçede yapılan bir başkaldırı bütün insan ırkına bulaşır. 

Öyleyse, tek bir Yahudinin çarmıha gerilmesinin ırkı kurtarmaya yeterli olması adaletsiz değildir.” 

(Kılıcın Biçimi) Hiyerarşideki yüksek konumların kötüye kullanılmasıyla gerçekleştirilen “tezgâh” ile sokaktaki bir işportacının tezgâhında atacağı kazık arasında bir fark kalmamaktadır böylece.
Elbette Borges alçaklarını yalnızca üst sınıflardan seçmemektedir: Sokaktaki adamlar ve kadınlar da bu alçaklıklar tarihinin kişilikleri arasına girebilirler. Ancak bir şartla: Alçaklık her zaman bir komplonun labirentinden geçerek, sonsuzcasına dallanıp budaklanarak, suça dair olağan kavramlarımızın çatlaklarını zorlamalı, suçlamanın ve nefretin yönünü alçağın zararına uğrayan kurbanın aleyhine dönüştürmeye her an aday olan bir güç gösterisi yapabilmelidir. Böylece Borges, yazının araçlarıyla, kendi oluşturduğu 
labirentin içinde, kurguladığı alçakla belli birnoktada karşılaşacak, ama o andan itibarenonunlaeşitlenecektir: “Tarihin tarihi taklit etmek zorunda oluşu yeterince harikadır; tarihin edebiyatı taklit edişi ise inanılmaz bir haldir.” 

(Hain ile Kahraman) Alçağın öyküsünün bitiş noktası, işte bu karşılaşma ve eşitlenme andır. Bir öykü olarak “alçaklığın” anlatısı, eninde sonunda “yazar”ın ta kendisinin ürettiği bir kurgu değil midir? Modern edebiyata özgü olduğu hep söylenen “yazarın, kendini yazının ardında görünmez kılışı”, böylece uzun, 
dolambaçlı yolların en son noktasında belirecek ve böylece suça, nefrete ve antipatiye ilişkin duyguların Aristocu katharsis’inin elinden kurtulamayacaktır.

Erken dönem kitaplarından Alçaklığın Evrensel Tarihi, bu yüzden ne yeterince “evrensel”dir, ne de yeterince “Tarih”. Öncelikle, Ortaçağ edebiyatında rastladığımız “demonolojik”, iblisvari alçaklık türünü dışlamaktadır. 

Klossowski’nin gösterdiği gibi, Şeytan, aslında bir “yanılsamalar satıcısı”, bir “gözbağcı” değil, tam aksine, bir “karışımlar” ve “alaşımlar” zanaatçısı, “saf ve temiz”, pürüzsüz kavram olarak İyi’nin, Güzelin, Doğru’nun, Öz’ün, ve “Tann”nın despotluğuna, yani evren üzerindeki evsahipliğine başkaldıran salt 
üretkenlikti. Ama. bu üretim “ruhsal” malzemeyle gerçekleştiriliyordu: Ruhta önceden bulunmayan hiçbir karanlık yanın Şeytan tarafından üretilmesi bu yüzden mümkün değildi. Oysa Borges’e göre, “Hiçkimse herhangi biridir, biricik, tek bir ölümsüz insan bütün insanlardır. Cornelius Agrippa gibi, Tanrıyım, kahramanım, filozofum, iblisim ve dünyayım; bu ise varolmadığımı söylemenin sıkıcı bir yoludur.

” (Ölümsüz) Gilles de Rais ya da Mavi Sakal, giderek Kont Dracula, kapalı cemiyetler ve “compagnonnage”lar, sır kardeşlikleri içinde örgütlenen zanaatçı kültürleri karşısındaki bir köylü kültüründen bağımsız çıkmamışlardı ortaya. Sahtelikleri ve masalsı yüzeysellikleri bundan gelmektedir. Ancak, Borges tipi “alçaklık”, Ortaçağ kültüründe kaynaşıp duran ve sivrilen bu “alçaklıklardan” bazı unsurları ödünç almakta, üstelik modernleştirmekte ve yeniden uygulamaktadır. Borges, anlattığı alçağın “şeytani” bir kişilikle de belirlemesini arzulamaktadır. Ancak her türden “illüzyon”un mutlak bir “gerçeklik” olarak kabul edilmesi gibisinden, bütün eserinin, kuşatan bir tema, tam da bu noktada, “alçaklığın tasvirinde” doyum noktasına varmaktadır. Borges’in labirenti hiç de “sonsuz” değildir.

Ancak, Borges’in anlamak istemediği ve “evrensel” tarihine katmaya lâyık görmediği çok önemli bir alçaklık türünü, yalnızca “modern” edebiyatın değil, modern yaşam tarzlarının ta göbeğinde keşfedebilenler de vardı: Gogol, Brecht, Kafka ve Foucault tipi alçaklardır bunlar. Yazarlarının onları asla “alçak” diye 
damgalamıyor olmalarıyla ayırdedilirler. “Ölü can” alıcısının “içtenliği”, onu her türden “demonolojik” çağrışımdan, gürültüyle patlayıveren komplodan, “entrikacı” zihniyetten uzak tutmaktadır. O, basit bir memur gibidir ve çökmekte olan bir toplumun ekranında beliren çatlaklar boyunca “yolunu bulmaktadır”.
Günahkârlık, Tanrıyla birlikte çoktan geri çekilmiş, onların bıraktıkları boşlukta “herkes gibi” olan “alçaklar” kaynaşmaya başlamışlardır. Bizi Musil’in “Niteliksiz Adam”ına götürecek yollan, gerçek anlamda ilk kez açan, kahramanları “Büyük Adam”ın gölgesinde iş gören Dostoyevski değil, Gogol’dür bu yüzden. 
Gogol’ün alçağı, sanki Hegelci “büyük adam” tarihinin (Rusya’da Hegel bile inanılmaz ölçüde ‘vülgarize’ edilebilmişti) kurnazlığının panzehiridir: Bir ‘küçük adamlar ve masum alçaklıklar tarihi’… Gogolcü alçağın ana formülü, en belirgin biçimiyle Müfettiş’te ortaya çıkar: Her alçaklığın zorunlu olarak uğradığı “yanılsama”, kasabanın bütün ileri gelenlerini sararken, sahte müfettişin “memuriyet”ini geçici birkaç çıkar (birkaç kıza kur yapma fırsatı, başka bir durumda asla karşılaşmak şansına sahip olamayacağı, bir “ast”ı 
aşağılayıp, azarlama fırsatı, vb.,) uğruna üstlenişi, alçaklığın doğasında bulunan, çok özel türden bir “karşılıklılığı” ifade etmektedir. Foucault’nun modern adalet cihazının isimsiz kahramanları olarak tanıttığı, köşebaşı muhbiri, apartman kapıcısı gibi biridir o: İktidarın “kurbanı” olmadığı gibi, ona sahip de değildir; hep iki arada bir derede, iktidara “dayanak” oluşturur. 

Gerçekten de “sarhoş edici” bir güçten çok uzakta, üstelik asla bir “mülk” gibi düşünülüp konulamayacak bir iktidar tipi söz konusudur. Bu iktidar tipi, evde, günlük yaşamın dolambaçlarında, köşebaşlarında, komşular arasında, cemiyetin kenarında köşesinde belirir. Bu köşebaşı insanları, istedikleri kadar “politik” kimlikten yoksun olmak, sıradanlaşmak, ortadan kaybolmak istesinler, yine de iktidarın “dayanakları” olmadan edemezler. Kafka’nın formülü işte tam da bu hali anlatıyor bize: “Bir babanın oğluna verdiği her buyrukta binlerce ölüm hükmü saklıdır.”

Borges – Ulus Baker
Alçaklık ve İhanet Kuramı

https://www.cafrande.org/demokrasi-istatistiklerin-edilmesidir/

***

“ Bir Kuşak, Bir Yol ” Projesinin Halkaları Nasıl Koptu. ?

“ Bir Kuşak, Bir Yol ” Projesinin Halkaları Nasıl Koptu. ? 



Nesibe Flora Kurt

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
Çin Halk Cumhuriyeti, Asya Pasifik Araştırmaları Merkezi
06 Şubat 2018 Salı


Çin Komünist Parti Tüzüğüne yeni eklenen  " Bir Yol, Bir Kuşak ” Projesinde bir dizi hayal kırıklığı yaşanmaya başladı.

15 Kasım 2017’de Zimbabve'deki siyasi iklim aniden değişti. Zimbabve'de 37 yıl hüküm süren Pekin’in "eski dostu"   Mugabe devrildi ve bu ülkedeki “Bir Yol, Bir 
Kuşak” projesi politik bir tuzağa düşmüş oldu. “ Bir Yol, Bir Kuşak” projesi ağırlıklı olarak Güney Asya, Orta Asya, Doğu Afrika ve diğer bölgelerde 
yoğunlaşmaktadır. Ancak bu projeye dâhil olan çoğu ülke, kendi politik sistemlerinde geri kalmış ve demokratik normlara sahip olmayan ülkelerdir. Bu 
ülkelerde eğer hükümet devrilirse, Çin’in yaptığı büyük yatırımlar her an boşa gitme riski taşımaktadır.

Çin’i şoke eden ilk yeni gelişme Pakistan’da yaşandı. Çin’in komşusu ve sadık dostu olan Pakistan 11. Kasım 2017 günü, şaşırtıcı bir şekilde Çin'in baraj 
projelerine ayırdığı 14 milyar ABD doları yatırımını reddederek kendi yapısından kaynak aktardı. Pakistan'ın Damoa - Basha Barajı “Bir Yol, Bir Kuşak”  
girişiminde çok önemli rol oynamaktaydı. "Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru" projesi hakkında yeni bir mutabakat zaptı imzalanmıştı. Pakistan'ın kontrolünde 
olan Keşmir'deki Damoa-Basha Barajı’nın işletme hakkını Çin’in alacağı kesindi. Ancak İslamabad, Çin’in ileri sürdüğü koşulların kabul edilemez olduğunu ve 
Pakistan’ın çıkarlarına aykırı olduğunu gerekçe gösterdi. Çin medyası geçen ay, 43 yıllığına kiraladığı ve 46 milyar dolar sermaye koyduğu Pakistan’ın 
Belucistan sınırları içerisinde yer alan Gvadar dev derin su limanında çalışmak üzere 500 bin Çinli işçinin bölgeye nakledilmeye başlayacağını duyurmuştu. Çinli yorumcular, Gvadar Liman inşaatı 5 sene sonra tamamlandığında Gvadar’ın 5 milyon Çinli barındıran bir Çin şehri olarak ortaya çıkacağını, o zaman körfez ve Orta Doğu petrol, doğal gazlarının Çin’den sorulacağı ön görüsünde bulunarak Çin toplumunun milliyetçilik duygularını ateşliyorlardı. Pakistan’ı aniden saran 
tedirginlik ve Çin’e karşı bu çıkışı pek şaşırtıcı değildir.

"Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru" (CPEC) projesi için Çin'in yaptığı yatırım, 62 milyar ABD dolarını bulmuştur ve ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa Rönesansı için yaptığı "Marshall Planı"na yaptığı yatırımın neredeyse yarısına denk gelmektedir. Kendi ülkesinde açlık sınırı altında yaşayan 300 milyon nüfusu görmezlikten gelen Çin, neden kendi halkının değil, diğer ülkelerin refahı için para harcıyor? Amacı ne? Bu sorular “Bir Yol, Bir Kuşak” projesine dâhil olan birçok ülkenin zihninde canlanmaya başlamıştır.

Pakistan, Çin’in Damoa - Basha Barajı projesine koyduğu 14 milyar doları reddettiğini açıkladıktan 3 gün sonra, yani 14 Kasım günü Nepal, 2.5 milyar 
dolarlık Çin sermayesi ile yapılma anlaşması olan Buda Gandaki hidroelektrik santrali projesini iptal ettiğini açıkladı.  Myanmar, Çin projesi olan 3.6 milyarlık bir baraj projesini daha önce de iptal etmişti. Geçen ay Myanmar hükümeti, Çin’in bu baraj projesini bir daha gündeme getirmeyeceğini tekrar açıkladı. Çin’in “Bir Yol, Bir Kuşak”  kapsamında bu 3 ülkedeki 3 baraj projesine ayırdığı bütçe yaklaşık 20 milyar dolardı. Çin’e komşu bu 3 ülke ise, 20 milyar parayı elinin tersi ile geri çevirdi.

Çin’e bir darbe de Sri Lanka’dan geldi. Sri Lanka'nın Çin ile yaptığı Hambantota derin liman projesinde Sri Lanka, Çin'e olan büyük kredilerini ödeyememesi 
nedeniyle arazi kiralamaya zorlanmıştı. Bunun sonucu olarak, Çin'in kamu iktisadi teşebbüsleri 500 hektarlık toprağın işletme hakkını 99 yıllığına Sri 
Lanka’dan aldı. Projeye yöre halkı şiddetle karşı çıktı. Gösteri, yürüyüş gün geçtikçe ülke çapına yayıldı. Hükümet devrilme noktasına geldiğinde Çin’in 
yatırım planını durdurduğunu açıkladı. Sri Lanka’nın, Körfez ve Orta Doğu petrol tankerlerinin Hint okyanusu üzerinden Çin’e ulaşmasında stratejik konumu son 
derece önemlidir. Bu yüzden Çin, ÇKP Merkezi Komitesi Politbürosu’na yeni seçilen bir üyesi olan Wang Yang ay başında Sri Lanka Dışişleri Bakanı Marapanar ile Pekin’de görüşürken, Çin’in Sri Lanka’daki dev liman projesini kabul etmeye çağırdı ve Çin'in Sri Lanka ile ilişkileri geliştirmeye büyük önem verdiğini, Sri Lanka'nın “Bir Yol, Bir Kuşak” projesinin vazgeçilmez bir halkası olduğunu vurguladı. Ancak halkın baskısı altında kalan Sri Lanka hükümeti, Çin 
yatırımlarını ülkede kontrol altında tutmaya zorunlu kalmıştır.

Çin’in stratejik ortak ve güvenilir komşu olarak gördüğü bu ülkeler tarafından önceden onaylanan projelerin teker, teker iptal edilmesi “Bir Yol, Bir Kuşak” 
projesinin itibarına büyük gölge düşürmüştür. Çünkü plan aslında, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa gibi gelişmiş ülkeler de dâhil olmak üzere dünya 
çapında bir altyapı oluşturulmasını içeriyordu. Her ne kadar bu 4 ülke tarafından verilen kararın ardında farklı yerel, siyasi ve ekonomik nedenler olsa da, bu yoksul ülkeler, Çin'in büyük ölçekli altyapı projeleri inşa etmeyi planladığı projelerin ekolojik ve insani açıdan ülkelerine son derece pahalıya 
mal olacağının farkına vardılar.

Çin son 10 yıl içinde dünyanın değişik ülkelerinden satın alarak yatırım yaptığı liman sayısı 53’tür. Çin’in eline geçen bu limanlar Güneydoğu Asya, Güney Asya, Afrika, Avrupa, Okyanusya ve diğer yerlerde temelde Çin'in aktif olarak inşa ettiği üç "mavi ekonomik koridor" diye adlandırdığı kuşaklarda bulunuyor. Bu üç " Mavi Ekonomik Koridor ", Çin-Hint Okyanusu-Afrika-Akdeniz Mavi Ekonomik Koridoru, Çin – Okyanus kıyası ülkeler, Güney Pasifik Mavi Ekonomik Koridor ve Avrupa'yı  Okyanusu'ndan bağlayan Mavi Ekonomik Koridorunu kapsamaktadır.

“Bir Yol, Bir Kuşak” Projesinin Avrasya Karesini Çevreleyen Deniz Yolu Projesi Haritası

    İngilizce "Belt and Road" diye adlandırılan “Bir Yol, Bir Kuşak” projesini hayata geçirmek için Çin bir trilyon dolar para aktıracağını dünyaya duyurmuş 
durumdadır. Ancak, bu bir trilyon ABD dolarını nereden, nasıl bulacağı konusundaki hikâyesi ekonomistlerin kafasında heyecandan fazla kuşku uyandırmaya devam ediyor. Çünkü “Bir Yol, Bir Kuşak” projesi zincirinin kritik halkaları şimdiden teker, teker kopmaya başlamıştır.

Uzmanın Diğer Yazıları

  “Bir Kuşak, Bir Yol” Projesinin Halkaları Nasıl Koptu? 
  Zimbabve’deki Askeri Darbenin Düğmesine Pekin mi Bastı? 
  Pekin-Erbil İlişkisinde Bilinmeyenler 
  Çin Komünist Parti 19. Kongresi Yaklaşırken 
  Dünyadan İzole Edilmiş Bir Kuzey Kore İleri Nükleer Teknolojiye Nasıl             Ulaşıyor? 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/cin-halk-cumhuriyeti/2018/02/06/8814/bir-kusak-bir-yol-projesinin-halkalari-nasil-koptu

Yunanistan, Türkiye'deki Seçimler Sonrası Provokasyon Yapabilir

Yunanistan, Türkiye'deki Seçimler Sonrası Provokasyon Yapabilir

Yunanistan'ın son günlerde Türkiye ile gerilimi tırmandırdığına dikkat çekerek, Doğu Akdeniz ya da Ege'de Türkiye'yi çatışmaya çekmek için çeşitli senaryolara provokasyonlara girişebileceğini söyledi.

Yunanistan, Türkiye'deki Seçimler Sonrası Provokasyon Yapabilir

SİYASET Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Sait Yılmaz, 


Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Sait YılmazYunanistan'ın son günlerde Türkiye ile gerilimi tırmandırdığına dikkat çekerek,  Doğu Akdeniz ya da Ege'de Türkiye'yi çatışmaya çekmek için çeşitli senaryolara provokasyonlara girişebileceğini söyledi. Bu provokasyonu da; Ege'de, kıta sahanlığını 12 mile çıkardığını ilan ederek oraya bir gemi gönderir ve Türkiye'yi müdahaleye zorlayarak yapabilir" diye konuştu.
İstanbul Esenyurt Üniversitesi İşletme ve Yönetim Bilimleri Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sait Yılmaz, Türkiye ile Yunanistan arasındaki; Ege kıta sahanlığı, Doğu Akdeniz'de Kıbrıs Rum Yönetimi'nin ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölgeler konusundaki anlaşmazlıkları değerlendirdi. Yılmaz, Yunanistan- Türkiye arasında Gölcük depreminden sonra başlayan olumlu havanın Çipras'ın iş başına gelmesinden sonra bozulduğunu belirtti ve "Yunanistan, Türkiye'nin AB'ye üyelik niyetini istismar ederek, kendi iç politika sorunlarını, ekonomik krizlerinin nedenini Türkiye gibi göstermeye çalışıyor. 2010'da  başlayan ve devam eden Yunanistan'daki ekonomik krizin nedeni bile 1920' lerde, Kurtuluş Savaşımızdaki yenilgisiyle Küçük Asya'yı kaybetmesine bile dayandırıyor ve AB üzerinden Türkiye'ye baskı politikası güdüyor" dedi.  
" TÜRKİYE DÜŞMANI CEPHE BAŞARISIZ OLACAK"
Rum Kesimi'nin Doğu Akdeniz'de Kıbrıs açıklarında ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölgelerdeki doğal gaz ve petrol kaynakları üzerinde tek başına hak iddia ettiğine dikkat çeken Prof. Dr. Yılmaz şöyle dedi: "Doğu Akdeniz'de  özellik son 10 yılda bulunan 12 tane doğal gaz ve petrol rezervleri var. Rum kesimi kendi başına çıkarmak için bazı girişimlerde bulunuyor. Bu rezervler bölgede bulanan Mısırİsrail ve Suriye gibi ülkelerin de ilgisini çekiyor ve bunların hepsi kendilerine göre bir münhasır bölge ilan etti ve buradaki kaynakları kendi aralarında çıkarmak için anlaştılar. Türkiye karşıtı ülkelerle bir araya gelen Rumlar, yabancı şirketlerle özellikle Amerikalı şirketlerle anlaşarak onların aracılığıyla Türkiye üzerinde baskı kurmaya çalışıyor. Ama başarılı oldukları söylenemez. Çünkü Kıbrıs'ın kuzeyinde Türkiye ve onun büyük caydırıcı gücü var. Türkiye,  Kıbrıs konusunda nihai bir çözüme varılmadan, Rum kesiminin uyguladığı politikaları kabul etmiyor. Nitekim bu bölgelerde arama yapan bazı gemileri Türkiye durdurdu bazı engellemelerde de bulundu. "
"ORTAM HER TÜRLÜ PROVOKASYONA AÇIK"
Rumların ve Yunanlıların, Türkiye'ye karşı Doğu Akdeniz'de bazı oldu bittilerle senaryolar hazırlanabileceğini söyleyen Prof. Dr. Yılmaz" Oradaki bir arama çalışmasını kendi askeriyle koruyup; Türkiye'nin buna müdahil olmasını engelleyeceği bazı tedbirler alabilirler. Örneğin oraya bir gemi gönderilebilir ve 'Türkiye buna müdahale etti' şeklinde. Çünkü bu ortamda kimin ne yaptığı belli değil her türlü provokasyona  açık "dedi.
"KIBRIS GİBİ GÖSTERİP EGE'DE PROVOKASYON YAPABİLİRLER"
Yunan ve Rum kesiminin provokasyonunun Kıbrıs'tan daha çok Ege'de beklenilmesi gerektiğine dikkat  çeken Yılmaz, "Kıbrıs gibi gösterip Ege'de bir oldu bittide yaratabilirler. Yani 12 mili ilan edebilirler. Çünkü bunu ilan ettikten sonra askeri bir çatışmaya gerek yok. Türkiye'nin bunu tanımadığını göstermek için savunmaya geçecekler.  Böylece bir askeri tırmanmayı sağlayacak çelik yeleği yapıp çatışmanın suçunu Türkiye'ye bırakmak gibi bir strateji izleyebilirler" diye konuştu.
"TÜRKİYE PROAKTİF OLMALIDIR"
Türkiye'nin şu ana kadar özellikle Doğu Akdeniz, Ege ve Ege'deki işgal edilmiş adalar  konularında yeni bir politikasının ve stratejisinin olmadığını söyleyen Prof. Dr. Yılmaz"Yunanistan'ın son yıllarda yaptığı pek şok provokasyonu var. Pro-aktif olmalıyız. Dolayısıyla Türkiye'nin burada biran evvel kendi ekonomik münhasır bölgesini ilan edecek ki bundan sonraki iddialarını ve eylemlerini  bunların üzerine oturtsun"
"TÜRKİYE'NİN SURİYE'DEKİ HAREKATLARI YUNANİSTANI DEHŞETE DÜŞÜRDÜ"
Yunanistan veya Rumların provokasyonunun Türkiye'deki seçimler sonrası beklenmesi gerektiğine dikkat çeken Yılmaz şöyle konuştu:
"Seçim sonrasını bekleyip işi daha da belirsiz bir dönemde de yapmaya kalkabilirler ama bu bir hesap hatası olur. Onlar bir kere Kıbrıs'a gelene kadar biz 70 kere Kıbrıs'a gider geliriz. Yani bu bir hesap hatası olur. Yunan ordusunun eğitim ve silah kapasitesi Türk ordusuna göre geridedir.Türkiye'nin özellikle Suriye de yaptığı harekatlar da  Yunan tarafında büyük korku uyandırmıştır. Türkiye'nin bu harekatlarda teknolojiyi iyi kullanması da onları resmen dehşete düşürmüştür. 
Akılları yetiyorsa bu maceraya girmezler."

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 2




ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 2


NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar 
gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam, “Amerikalılar’ın iyi istihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, diyor. 

ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 

ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. 

Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “barış için güç” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. 
Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 
1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. 

Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. 

Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere girişmiştir. Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 

Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan ’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servislerinin başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 1980’lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte -takma adı Abu Abdullah- Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte 
“taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetecektir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için 
Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan 
anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. 

Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları 
Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. 

Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumun da kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi bu demeci ciddiye almamıştır. Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucu sevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra 
Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15  Prens aynı zamanda 40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? Bunu belki asla 
öğrenemeyeceğiz. Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasını etkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık 
değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır. 

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 

Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail 
çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi,yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve 
Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. 

Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların yanlış söylediklerine inanıyorum. 

Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız.”demiştir.18 

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasında zaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en 
büyük tehdidi olmuştur.”demiştir.23 yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 

ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 
1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. 

Şii köktenciliğinin uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini 
çıkarmaya başlamıştır. ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında 
zorluklar yaratmaktadır. Ortadoğu’da petrol ve köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 


DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, 
   International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2 
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, 
   Albin Michel, 1975 
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les ‹slamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40. 
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, ‹srael et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46. 
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995. 
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açısından Cezayir petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABDlının yaşadığını belirtelim. 
    Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların Şimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204. 
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çalışarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birliğini nasıl çökerttiğini anlatan 
    "Zafer" adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. 
    Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşı "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. 
    Bkz.: Victory: The Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 by Peter Schweizer, ss. 9-10. 
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7. 
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administrat›on Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29. 
18 Baflkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuflmas› 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüflleri için bkz.: Symposium: Resurgent ‹slam, Washington, 1994, ss. 2-3. 
20 Martin Kramer, "‹slam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of ‹slam" Hiddle East ‹nternational, Aral›k 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 fiubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against ‹slam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216. 


HASAN KÖNİ/ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 

***

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 1


ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 1 

Prof. Dr. Hasan KÖNİ* 
* Ankara Üniversitesi. S.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 


Giriş: 

Sovyetler Birliği çökene kadar siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmazdı. 

Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini 
önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. 

İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları 
ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi- ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 

Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. 

Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi 

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü 
Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. Araştırdıkları alanları 60 seneliğine kiralayacaklar dı. Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı 1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında ekonomik, ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir devrin İran’ı gibi, ahlaki açıdan savunulabilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz hegemonyasına son verecektir. ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin 
ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamıştır. Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 
yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 1970’lerde Pan-Arabizmin yanında 
Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi üzerine dayanmaktadır. Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermekte dirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. 

Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı 
rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye 
ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. 

II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. Bu yeni strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir 
İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe 
önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. 

Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’da olduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilirdi, İslam, milliyetçi hareketlerin anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı?” adlı raporun yazarı. Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısındayız. Fuller raporunda: “... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı 
hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. Fuller, Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 
Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankalarının ağından faydalanacak. Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki 
İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***