30 Ağustos 2018 Perşembe

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 1

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 1


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN* 
* ASAM Yönetim Kurulu Üyesi 
AVRASYA DOSYASI




Yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı dünyanın süper dev ülkesi Amerika Birleşik Devletleri, yirmibirinci yüzyılda ayakta kalabilecek mi? 

Yeni bir yüzyıla girilen bu aşamada dünyanın en büyük süper devleti konumunu koruyabilecek mi? Yeni dünya düzeni süreci içerisinde bambaşka bir yapıya mı sahip olacak? Dünya tarihinin ortaya koyduğu gerçekler doğrultusunda bu sorular ele alındığında başka başka senaryolar gündeme gelebilmektedir. 
Tarih biliminin verilerine göre, hiç bir siyasal konum sonsuza kadar devam etmemekte, beklenen ya da beklenmeyen değişimler ile sürekli olarak yeni yeni durumlar gündeme gelebilmektedir. Bilimin en büyük kurallarından 
birisi olan değişim yasası, tarihte olduğu kadar siyasal bilim alanında da geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Dünyada değişmeyen tek şeyin değişim yasası olduğu benimsenirse, değişimin genel doğruları dünyanın siyasal sahnesini de belirli doğrultularda değişime zorlayacaktır. 

İnsanlık tarihinin her döneminde değişim süreci yepyeni konumlar ve durumlar ortaya çıkardığına göre, soğuk savaş sonrası dönemde de hızlanan değişim sürecinin başka başka siyasal dengeler yaratacağı açıktır. 

Wallerstein, bu konularla ilgili bir bilim adamı olarak, jeopolitik bir 
değerlendirme yaptığı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri’nin 
bugünkü konumunu ele almakta, bunun günümüzün değişim süreci 
çerçevesinde kalıcı olabilmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte 
ve ortaya çıkacak yeni gelişmelere göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin 
süper devlet durumunun değişebileceğini öne sürmektedir. Tarihin 
çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu 
gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir, ya da birden fazla 
birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve 
rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Ya tek hegemon 
güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu 
sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişerek 
eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezde 
yer aldığı yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. Eski hegemon güç 
gelişmelere rağmen üstünlüğünü koruyabilmişse, yeni dönemde daha 
üstün ve otoriter bir politika izlemiştir. Üstünlüğünü koruyamamışsa, o 
zaman yeni hegemon gücün baskısı ile bölünme ve parçalanma noktasına 
sürüklenmekten kendisini kurtaramamıştır. Yeni hegemon güç, 
kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, eski hegemon gücü 
ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmekte, kısacası 
yeni hegemon güç adayının kendisini kabul ettirmesine kadar, eski ve 
yeni güçler arasında tam bir çatışma ve çatışma dönemi yaşanmaktadır. 
Bu gibi çatışma dönemleri, tarihin toplumsal ve siyasal dinamiği olarak 
değişime ve gelişime yol açmışlardır. 

Dünya, yirminci yüzyılın hegemon gücü olan ABD’nin öncülüğünde 
yeni bir yüzyıla, hatta daha da ileri bakılırsa yeni bir binyıla doğru 
girerken, Amerika Birleşik Devletleri; tüm eski hegemon güçler gibi 
tarihin değişim tekerleğinin tehdidi altındadır. Ya tarih bilimi kuralları 
işleyecek ve eski hegemon güç tarihin tozlu sayfalarına doğru yuvarlanacak, 
ya da değişen koşullarda ABD, değişim sürecini avucunun içine alarak değişimi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecektir. 

Hızlanan değişim süreci, olduğu yerde kalan bir ABD’yi geri plana itebilir 
ama değişimi kavrayan ve giderek yönlendirmeğe başlayan ABD 
dünyanın tek hegemon gücü olarak ayakta kalabilir. Eski koşullar hızla 
değiştiğine göre, ABD’nin istemediği yeni koşullar yerine, ABD’nin istediği 
yeni koşulların gündeme gelmesi Amerika’nın çıkarlarına uygun 
olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin gelecekte dünyanın 
tek egemeni ve merkezi gücü olarak ayakta kalabileceği ve giderek bir 
dünya devleti konumuna gelebileceği bir yeni dünya düzenini bu 
nedenle gündeme getirmekte ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile 
beraber kendisinin merkezinde yer aldığı tek merkezli bir yeni dünya 
düzenine yönelmektedir. Bu doğrultuda, ikinci dünya savaşı sonrası 
yıllarda kendisine bağlı olarak oluşturduğu dünya ekonomik sisteminden 
de yararlanmakta ve Dünya Bankası ile beraber Uluslararası Para Fonu’nu da kendi oluşturmak istediği yeni dünya düzeninin kurucu örgütleri olarak piyasaya sürmektedir. Bu iki uluslararası kuruluş ABD’ye bağlı olarak ve onun güdümünde yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasında etkin olmakta ve dünya ekonomik düzeni çerçevesinde tüm ülkeler yeni dünya düzenine doğru yönlendirilmek tedir. 

Bu süreç içinde tüm dünya ülkelerinin eşit olacak temsil edildiği 
Birleşmiş Milletler kuruluşu devre dışına itilmektedir. 

Değişim süreci içerisinde konuya bakılırsa, yeni yüzyılda ya yeni bir 
hegemon güç olacaktır, ya ABD eski konumunu koruyacaktır, ya da tarihin 
dinamikleri başka koşulları gündeme getirecektir. 
Bu üç ihtimalden hangisinin ağırlık kazanacağına ABD’nin tutumu belirleyici 
olacaktır. ABD kendisini yenileyemezse, eski uygarlıklar gibi çöküp 
gidecektir ama kendisini yenileyerek değişimi yönlendirirse, kendi 
çıkarlarına uygun bir yeni dünya düzenini kurabilecektir. Postsovyet 
dönemde, ABD’nin böylesine bir atılıma kalkıştığı görülmekte ve 
dünyanın eski düzeni hızla çökertilirken, diğer yandan da yeni bir 
dünya düzeni oluşturulmaktadır. Yeni bir dünya düzeni kurulabilmesi 
için eski düzenin ortadan kalkması gerektiğinden, öncelik yıkıcılığa verilmektedir. 
Eski dünya düzeni ile beraber bunun içinde yer alan eski ulus devlet düzenlerinin çözülmesine giden yol açılmakta ve uluslararası sistem aracılığı ile bu yöntem hızlandırılarak kısa dönemde sonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bu aşamada, ABD hem kendi hegemonyası için, hem de bu doğrultuda bir yeni dünya düzeninin oluşturulabilmesi için çaba sarfetmektedir.1 

Yeni bir yüzyıla dünyanın en büyük hegemon gücü olarak giren ABD, 
bu durumunu koruyarak yeni bir dünyayı konumunu pekiştirecek 
biçimde planladığı aşamada, geleceğe dönük tüm politikasını ve diplomasisini 
bu amaç doğrultusunda örgütlemektedir. Bu doğrultuda ABD’nin üç amacı bulunmaktadır. Birinci amacı, kendi merkezi hegemon konumunu korumaktır. İkinci amacı, buna uygun bir yeni dünya düzeni oluşturmaktır. Üçüncü hedefi ise, bu iki amacı önleyebilecek bir başka bir yeni hegemon gücün ortaya çıkışını önlemektir. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi rakip bir hegemon güç ya da adayı ortaya çıkarsa ABD merkezli bir yeni dünya düzeni planı zorlanacağı için, 
kendi çıkarları doğrultusunda ABD böyle bir oluşuma izin vermemekte, 
böyle bir role soyunan herhangi bir dünya ülkesini yakın takibe alarak, 
onun böylesine bir sürece girmesini engellemektedir. Kendisini ABD’nin yerine dünyanın gelecekteki hegemon gücü olarak görebilecek tüm ülkelere karşı, ABD özel yöntemler geliştirmekte ve bu adayların içinden hiçbirisinin öne çıkmasına izin vermeyen dengeleyici bir yol izlemektedir. 

ABD’nin, bugün için tek süper güç olarak ayakta kalabilmesi için 
birbirini dengeleyecek çoklu bir dengeye gereksinme vardır. Eskisi gibi 
iki kutuplu bir dünya düzeni ABD’nin üstün konumunu yitirmesine 
neden olabilir, hiç beklenmedik biçimde karşı kutbun merkezi olan 
ülke öne çıkabilir ya da dünya dengelerini kendi çıkarına değiştirebilir. 
Böylesine riskli bir durumu önleyebilmek için birbirine eşit düzeyde 
birkaç ülkenin devrede olması ve bunlar arasında bir rekabet düzeninin 
oluşması, bu düzenin ABD’nin hakemliğinde sürmesi gerekmektedir. 
ABD süper güç olarak ayakta kalırken, kendisinden geride yer alan beş 
altı ülkenin birbirine eşit bir düzeyde rekabet içinde bulunması, bu 
adaylardan herhangi birisinin öne çıkmasına izin vermeyecektir. Bu 
ülkeler birbirleriyle rekabet ederken, ABD süper güç olarak bunları 
izleyecek, yönlendirecek, gerekirse müdahale edecektir. Böylece bu 
gibi büyük güç olmaya aday ülkelerden herhangi bir tehdidin kendisine 
yönelmesine izin vermeyecektir. 

ABD merkezli tek bir dünya düzenine yönelen süreç içerisinde ikili 
değil ama çoklu bir denge ABD açısından yararlı görülmektedir. Bu 
durumda eski büyük ülkelerin yavaş yavaş dünyanın gündeminde daha 
etkin olmalarına izin verilirken, yeni yeni bazı büyük ülkelerin ya da 
siyasal yapıların oluşarak çoklu denge düzenine girmeleri gerekmektedir. 
Bu hedef doğrultusunda bazı bölgesel oluşumlar ele alınmakta ve 
yönlendirilmektedir. Otorite boşluğu bulunan bazı önemli jeopolitik 
bölgelerde ABD’ye bağımlı olabilecek biçimde yeni otorite düzenlerinin 
oluşumuna ağırlık verilmekte, böylesine boşluklardan diğer büyük 
ülkelerin yararlanarak istenmedik biçimde büyümelerine gidebilecek 
yolların önü kesilmeğe çalışılmaktadır. ABD’nin süper güç olarak ayakta 
kalabileceği bir süreç ancak, diğer büyük devletlerin büyüme trendlerinin 
izlenmesi ve bu gibi süreçlerin kontrol edilmesi ile mümkün olabilecektir. 

ABD stratejsi; tek süper güç olarak ayakta kalmak olduğu için, bunu 
tehdit edebilecek tüm gelişmelere karşı çıkmak öncelikli politika olarak 
gündeme gelmektedir. Büyük ülkeler ya da büyümekte olan ülkelerden 
herhangi birisinin öne çıkması durumunda, ABD politikasının bu öne 
çıkan ülkeyi diğer ülkelerin desteklenerek dengelenmesine çalışmak 
biçiminde yoğunlaştığı görülmektedir. Tek bir süper gücün önderliğinde 
yol alan yeni dünya düzeni çoklu bir dengeye oturacak ve yine böylesine 
bir çoklu denge içerisinde gelişimini sürdürecektir. Çoklu dengeyi 
herhangi bir büyük ülke hırs ve ihtirasa kapılarak bozmak isteyince, 
süper güç ABD diğer büyük ülkeleri ya da öne çıkmak isteyen ülkenin 
yanıbaşındaki önemli ülkeleri oyunbozana karşı kullanacaktır. Çoklu 
dengenin büyük ya da güçlü ülkeleri; dengeyi bozarak ABD’nin süper 
önderliğine karşı çıkmağa çalışırlarsa, ABD’nin diğer büyük ve güçlü 
ülkelerle ortak hareket etmesi kendiliğinden gündeme gelmekte ve herhangi 
bir politik ya da diplomatik yoldan ABD bu ülkeyi cezalandırmaktadır. 
Doğaldır ki, ABD’nin süper güç konumunu koruyan bu çoklu 
denge düzeninden bazı büyük ülkeler ciddi boyutlarda rahatsız olmak-
tadırlar. Özellikle iki kutuplu dünyanın ikinci süper gücü konumundaki 
Rusya Federasyonu eski düzenin alışkanlıkları ile zaman zaman ABD’ye 
karşı kendisini kutup merkezi olarak görmekte ve bu doğrultuda bazı 
girişimlerde bulunmakta ama eskisi gibi etkili olamayınca, Asya’nın 
büyük devletleri ile birlikte ABD’ye karşı çıkmakta, ya da batı blokuna 
karşı çeşitli dayanışma antlaşmaları imzalamaktadır. Rusya’nın Çin, 
Hindistan ve Japonya gibi Asya kıtasının önde gelen büyük ülkeleri ile 
yakınlaşma ve dayanışma amaçlı imzaladığı antlaşmalar, ABD’nin çoklu 
denge düzenini ciddi boyutlarda zorlayan girişimler olarak ortaya 
çıkmıştır. 

ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus 
devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin 
ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir. 
İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken, 
geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve 
giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri 
desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi, 
ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline 
uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler 
parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri 
bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya 
düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin 
devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme 
olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya 
devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde 
ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu 
tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük 
bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD 
merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. Bunu istemeyen ABD, 
ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek, 
bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da 
kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir 
ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne 
geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. Eğer bir büyük devlet ya da 
güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da 
bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç 
konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir. 
Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme 
eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini 
beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da 
patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara 
sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile 
uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan 
kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

Doğu Akdeniz Enerji “ Dalaşı ” ve Mısır - İsrail Yakınlaşması BÖLÜM 2


Doğu Akdeniz Enerji “ Dalaşı ” ve Mısır - İsrail Yakınlaşması  BÖLÜM 2



MISIR - SUDAN - ETİYOPYA

Mısır’ın Sudan’la gerginliği, Etiyopya ile Nil’in üzerine kurulan baraj yüzünden ilişkilerinin gerginleşmesi, Eritre’ye asker göndermesi ve işgal ettiği Kuzey Sudan topraklarındaki askeri varlığını arttırması, Türkiye - Sudan yakınlaşmasını da yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde rasyonel bir zemine oturtmaktadır. Bu yakınlaşmanın, Somali ile derinleşen ilişkilerin, “ne işi var Türkiye’nin oralarda” sığ fikirliliğinden ötede ciddi bir analizi gerektirdiği açıktır. Mısır bir yandan İsrail ve Suudi Arabistan ile ilişkilerini geliştirirken diğer yandan Sudan ve Etiyopya ile gerginliklerini tırmandırıyor olması, Türkiye’nin Doğu Akdeniz stratejilerinin kurgulandığı parametreleri de yakından ilgilendiriyor olduğunu belirtelim.
 
Bu anlamda, Türkiye’nin Ege Denizi, Kıbrıs ve Yunanistan, dolayısı ile AB ile olan ilişkilerinin belirleyici değişkenleri arasında bulunan NATO üyeliği, ABD ve Batı’nın son altmış yıldır bölgedeki vaz geçilmez müttefiki olması, Rusya ve İran ilişkilerinin de yüksek düzeyli irade rekabeti ortamında idaresini sağlayan, manevra kabiliyeti veren, önemli değişkenler arasındadır. Mısır - İsrail - Suudi ortaklığı bu kabiliyeti Türkiye’nin elinden almak için kurgulanırken, Sudan - Somali - Etiyopya bağlantısı Türkiye’ye sadece ekonomik değil, jeo-politik bir avantaj da sağlamaktadır.  
 
Bu bağlamda, Mısır ile Sudan arasında son zamanlarda yaşanan gerginliği, Orta - Doğu ve Doğu Akdeniz’deki güç çekişmelerinden bağımsız değerlendirmek pek de anlamlı olmaz. Nedenini açıklamaya çalışalım…
 
Mısır ve Sudan, son zamanlarda kendilerini komşu ülkelerle yaşadıkları gerginlikler üzerinden Orta - Doğudaki rakip güç blokları ile bağlantılandırdılar. Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerine (BAE) yakın dururken, Sudan, Türkiye ve Katar’la yakınlaştı. Mısır ve Sudan, Körfez’deki gerginliği Doğu Afrika’ya sıçratacak şekilde sınırlarındaki askerlerini arttırdılar. Mısır, Middle East Monitor’un bildirdiğine göre BAE’nin desteğiyle, bölgenin önemli stratejik ülkelerinden Eritre’ye asker gönderdi. (MiddleEast Monitor, 2018) Aynı gün, Sudan, Kahire’deki Büyükelçisini geri çağırdı ve Eritre’ye komşu olan Kassala bölgesinde Olağanüstü Hal ilan etti. Eritre sınırını kapattı ve bölgeye asker yığmaya başladı. Böylece Mısır ve Sudan arasında gerilim tırmanmaya başladı.
 
Batı basınında bu gerginliklerin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Aralık 2017’de Hartum ziyareti sonrasında tırmandığı iddiaları yer almaya başladı. Birileri Türkiye’nin Doğu Afrika açılımından ve Sudan bağlantısından hoşnut değildi. 2006 senesinde Başbakanken Hartum’a giden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Osmanlı’nın 1885’de çekilmesinden bu yana ilk kez Sudan’ı devlet başkanı düzeyinde ziyaret eden kişi oldu. (Sabah, 2006) Cumhurbaşkanı, bu ziyaretinde aralarında askeri anlaşmalar da olan pek çok anlaşma imzaladı. Resmi olarak herhangi bir açıklama yapmamasına rağmen Mısır, medyası üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sudan ziyaretinin Mısır’ın güvenliğini tehdit eden bir ziyaret olduğunu ilan etti. Hartum, Mısır’ın suçlamalarını redderken, Mısır’ın Sudan’ın işlerine karışmaya hakkı olmadığını vurguluyordu. Tırmanan gerginliğe Sudan, “şayet Türkiye ile yaptığımız iş birlikleri dolayısı ile bir bedel ödememiz gerekiyorsa, biz o bedeli ödemeye hazırız” diyerek noktayı koydu. Çünkü, Türkiye ile yaptığı anlaşmalar Sudan’a belli bir takım avantajlar sağlamaya başlamıştı ve Sudan “kötü gün dostu Türkiye’ye sırtını dönmek” istemiyordu.
 
Komşusunun yoksul kalarak, uluslararası alandan tecrit edilmiş olması Mısır’ın işine geliyordu. Sudan’ın ekonomik ve diplomatik olarak zayıflığı, ülkenin uluslararası ekonomik yaptırımlara tabii olması, devlet başkanının Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından soykırım suçlamasıyla aranıyor olması, özellikle Güney Sudan 2011’de ayrıldıktan sonra ülkenin petrol gelirlerinin üçte ikisini götürmesi, Sudan’ı da bulabildiği her ülke ile yakın ittifak arayışına itmişti. (BBC, 2011) Erdoğan’ın ziyaretinde söylediği iki ülke arasındaki beş yüz milyon dolar olan ticareti ilk aşamada bir milyar dolara çıkartma iradesi Sudan’da olumlu yankılandı.
  
Erdoğan’ın Sudan ziyaretinde imzaladığı iki anlaşma özellikle önemliydi. Bunlardan birincisi, yüzyıllarca Afrika, Avrupa, Körfez ve Asya arasında ticaret geçiş yolu olan Kızıldeniz’deki Sevakin adasını 99 yıllığına Türkiye’ye veren anlaşmaydı. Ada, hem Afrika ve Asya’dan Hacca giden hacılar için önemli bir dinlenme durağıydı hem de Osmanlı’nın pek çok tarihi ve dini eserine ev sahipliği yapıyordu. Adanın TİKA ve Turizm ve Kültür Bakanlığı tarafından yeniden inşaası gündeme geldi. Bu anlaşma Mısır’da iyi karşılanmadı. Mısır’ın etkin gazetesi Al-Ahram yazarlarından, Asma Al-Husseini’nin, Türkiye ile Sudan’ın, Kızıldenizden geçen gemi taşımacılığını tehdit etmek için bir askeri üs kurmak için anlaştıklarını ifade ettiğine dikkat çekiyordu.
 
 
Sevakin Adasında bir Osmanlı Camii 

 
Sevakin Adası anlaşması, Kızıldeniz kıyılarında Türkiye’nin polis, güvenlik, askeri ve savunma bakanlıkları nezdinde, hem Sudan’ın gemilerini koruma hem de terörizme karşı savaşta çok ciddi bir kazanım sağladı. Bu gelişmenin, Suudi Arabistan’la uyumlu hareket eden Mısır’ı endişelendirdiği konusu yazılıp çizilmeye başlandı. Sudan’ın içinden çıkan çatlak sesler ise Türkiye’nin Sudan’ı bölgesel çatışmaların içine çekerek bir güvenlik tehdidi yarattığı yolundaydı. Sevakin adası anlaşmasının tarihi önemini, Nil Nehri’nin kaynağını arama çabalarının jeo-stratejik anlamında bulmak mümkün. Bugün Doğu Akdeniz enerji kaynaları üzerinde kontrolün sağlanması “dalaşmasıyla” yakından bağlantılı olan bir tarih bu söz konusu olan. Bu yüzden bir sonraki bölümde kısa bir tarihi analiz turu yapacağız.
 
NİL NEHRİ VE KIZILDENİZİN JEO-POLİTİK ÖNEMİ: TARİHİ PERSPEKTİF

Mısır’ın ekonomik, siyasi ve jeo-politik nedenlerle kontrol edilmesinde Uganda ve Sudan’ın önemi, Nil nehri’nin kaynağının bulunması ve Süveyş Kanalının açılması bağlamında önemi artan stratejik konumları, bu ülkeleri Doğu Akdeniz’deki güç çekişmesinde çok uzun süreden beri ana belirleyiciler yapmıştı. Buna, Kızıldenizin giriş ve çıkışlarının kontrolü üzerinden İndo - Pasifik coğrafyasında elde edilen kaldıraç üzerindeki etkilerini ekleyelim. Yani bugünkü jeo-stratejik çekişme yeni değil, Sudan ve Doğu Afrika da bu “dalaşmaların” yeni aktörleri değil. Daha yakından inceleyelim…
Nil nehrinin kaynağının bulunmasına ilişkin araştırmalar Osmanlı İmparatorluğunun 1821’de Sudan’ı ele geçirmesiyle başladı, Modern Mısır’ın kurucusu Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve daha sonrasında oğulları, Nil’in doğduğu kaynağı bulmak için 1839 -1942 arasında Selim Binbaşı’nın önderliğinde üç keşif seferi düzenlediler. Bunların ikisi dağların başladığı ve çağlayanların olduğu bugünkü Juba’nın tam 32 km kuzeyine kadar ulaştı. Bu seferlerin sonunda Mavi Nil’in kaynağının Etiyopya’nın yamaçlarına, Beyaz Nil’in kaynağının ise Sobat Nehri’nin ağzına kadar olan kısmı keşfedilmişti. Bu keşiflerden sonra Arap tüccarlar ve Batılı misyonerler Sudan’a girerek, Güney Sudan’da yerleşim birimleri kurdular. Avusturyalı bir kaşif olan Ignaz Knoblecher, 1850’de daha güneyde de göllerin bulunduğu haberini verdi. 1840’larda Doğu Afrika’yı gezen misyonelerden Johann Ludwig Krapf, Johannes Rebmann ve Jacob Erhardt Kilimanjaro’nun karla kaplı tepelerini gördüklerini ve tüccarlardan daha güneyde bir iç denizin bulunduğunu öğrendiklerini, buralarda da bir veya bir çok göl olabileceğini duyduklarını bildirdiler. (Erlich, Haggai and Israel Gershoni, eds., 1999)
 
Bu raporlar, Osmanlı’nın askeri gücünü aşıp, Hint Okyanusu’na çıkmakta zorlanan Büyük Britanya’nın ilgisini çekti. İngiltere, daha sonra aralarındaki husumetle, kıskançlıklar ve çekişmelerle tarihe geçecek olan iki İngiliz kaşifi Doğu Afrika’ya Nil’in kaynağını keşfetmeleri için görevlendirdi; Sir Richard Burton ve John Hanning Speke… (Harrison William, 1982) Bu kaşifler, arkalarında yalnızca hüzünlü ve macera dolu anılar bırakmadılar, Arap tüccarları takip ederek Tanganika Gölü’nün kıyısına ulaşan ilk Avrupalı’lar olarak da tarihe geçtiler. (Burton Richard, 1856) Geri dönüş yolunda birbirlerinden ayrılan bu sömürgeci memurlardan Speke, Kraliçesinin adını verdiği Viktorya Gölüne ulaştı. Speke doğru bir tahminle, Nil’in kaynağının bu göl olabileceğini düşünüyordu. (Speke, 1858) Kraliyet Coğrafya Enstitüsü’nün sağladığı fonlarla, 1860’da, James A. Grant adında başka bir kaşifle birlikte tekrar yola düşen Speke, 1862’de Viktorya Gölü’nün etrafında dolaşıp, Karagwe Nehrini bulduktan sonra, Ripon Şelalesine ulaşarak, “hiç şüphe bırakmayacak şekilde Yaşlı Baba Nil’in Viktorya Nyanza’dan doğduğunu gördüm” diye yazacaktı. (Speke, 1996)
 
Speke ondan sonra arkadaşı James A. Grant’la birlikte Kuzey’e doğru, Nil’i takip ederek bugünkü Juba’nın karşısındaki Gondokoro’ya kadar yürümeye devam etti. Bugünkü Juba’nın 2011’de bir referendum sonucu bölünen Sudan’dan ayrılan Güney Sudan’ın başkenti olduğunu ekleyelim. Nil nehrinin kaynağı konusundaki tartışmalar, İngiliz General Charles George Gordon’un askerleriyle birlikte Nil’i Kuzeyden Güneye 1874 - 1877 arasında katedip haritasını çıkartmasıyla kesinleştirildi. Ancak 1960’lara kadar Mavi Nil’in yukarı kısımlarının haritası tamamlanamadı.
 
Bu arada bizi çok ilgilendirmediğini düşündüğümüz Albert Gölü de haritaya yansıtılmıştı. Charles Chaillé-Long isimli bir Amerikalı Kyoga Gölünü haritalara geçiren ilk Avrupalıydı. 1875’de Henry Morton Stanley, Doğu Afrika’dan girip, Viktorya Gölünün etrafından dolaşıp Albert Gölüne ulaşmaya çalıştı. Başarılı olamadı. Tanganika Gölüne doğru yürüyüp Kongo Nehrini takip ederek denize ulaştı. Stanley hayatının geri kalan kısmında da maceradan ve keşiflerden vaz geçmedi. 1889’da yaptığı bir başka seyahatinde, Alman kökenli Osmanlı Paşası, Mehmed Emin Paşa’yı bulmak için Albert Gölünün etrafından, Kongo’dan Kuzeye doğru yürüdü. Burada Emin Paşa’yla buluştu. İngilizlerin, Birinci Büyük Oyun olarak bilinen Asya ve Afrika sömürgeci stratejilerinin bir parçası olarak destekledikleri bir dizi dini oluşumu, Osmanlı Ordusu ezerek Ekvator Bölgesini işgal etmiş, o bölgeyi Mehdi hareketinden kurtarmış ve oraya yerleşmişti. Stanley, Emin Paşayı bölgeyi boşaltması için ikna etti ve birlikte Semliki Vadisi ve Edward Gölü üzerinden Doğu Afrika’ya döndüler. Stanley orada ilk kez Ruwenzori Dağ silsilesi üzerindeki karları gördüğünü yazacaktı.[i] https://www.britannica.com/place/Nile-River/Study-and-exploration
 
Mısır o dönemde, Kavalalı Mehmet Ali Paşa idaresinde tarım alanında bir çok yeniliğe imza atıyordu. Nil nehri üzerine yapılan sulama kanallarıyla Mısır’ın tarımı gelişmişti. (Türkiye Ünlüleri İnternet Ansiklopedisi, 2018) İskenderiye’ye kadar uzanan bu kanallar sayesinde Mısır’ın geliri kısa sürede arttı. Bir yandan da düzenli bir ordunun temellerini atarak, top, tüfek, ve barut fabrikaları kurdu. Avrupa’dan getirttiği hocalarla ordusunu eğitti. Yeni bir donanma için tersaneler kurdu. Yerli halktan ve kölelerden pek çok ailenin çocuğunu Avrupa’ya göndererek eğitim almalarını sağladı. Osmanlı askeri gücüne de isyan edeceği tarihe kadar ödediği vergilerle katkı yapmaktaydı. (Kocaoğlu Mehmet, tarihsiz)
 
İngiltere açısından Nil’in önemi sadece Hindistan’a açılan kapının anahtarını elinde tutuyor olmasında yatmıyordu. Aynı zamanda Amerika’da İngiltere ile Güney eyaletlerinin kölelik düzeni üzerinden kurdukları küresel ekonomik bir ilişkiye de konu oluyordu. Güney eyaletlerindeki kölelerin çalıştıkları plantasyonlar, İngiltere’nin Manchester ve Halifax şehirlerindeki tekstil fabrikalarına pamuk girdisi sağlayan önemli tarım alanlarıydı. Kuzey eyaletleri ise hızla gelişen sanayiye ucuz emek girdisi sağlamak için köleliğe karşı çıkmaya başlamışlardı. Ayrıca ücretsiz köle emeği, kapitalist pazarın gelişmesini, derinleşmesini engelliyordu. Köle ticaretinin kaldırılmasına yönelik gelişmeler ve Güney’deki on üç eyaletin köleliği kaldırmak istememesi üzerine, 1861’de başlayacak olan iç savaş dinamiklerinin tetiklenmiş olması İngiltere’yi, pamuk, tütün ve şeker kamışı üretmek için alternatif coğrafyalar aramaya itmişti. Nil havzası bu türden üretimin arttırılması için son derece elverişliydi. Böylece, Mısır’ın ele geçirilmesi için çok önemli bir ekonomik neden de hasıl oldu.
 
Mısır’ı dünyanın en önemli stratejik yerlerinden biri haline getiren ise 1869’da açılan Süveyş kanalıydı. 161 km uzunluğunda olan bu kanalın açılması fikrinin tarihi II. Ramses’e kadar gidiyor. Süveyş kanalı Avrupa’lılar için Uzak-Doğu’ya gidişin başlangıç noktası olacaktı. Osmanlı Hidivi Sait Paşa, Osmanlı hükümdarı Abdülmecid’den onay aldıktan sonra 1859’da kanalın inşasını başlattı. Süveyş kanalı sömürgeci güçlerin çekişme noktası olarak kanalın çıkış noktalarına hakim olma çabalarına ilham vererek, jeo-stratejik bir öneme sahip oldu. (Çal İsmail, 2011) Bir yandan Kızıldeniz’deki adalar ve limanlar, diğer yandan Afrika Boynuzu’nun artan önemi, İngiltere’nin bölgeye olan ilgisini arttırdı. İngiltere daha kanal inşaatı başlamadan, 1857’de Kızıldeniz’in Hint Okyanusuna açıldığı Bab’ül Mendep boğazı üzerindeki Perim adasını işgal etti. Perim adası ve Aden bölgesindeki tahkimatını arttırarak adayı askeri üs haline getirdi (Bediz Danyal, tarihsiz).
 
1875 küresel iktisadi kriziyle güç duruma düşen Mısır ekonomisinin durumundan yararlanarak Süveyş Kanalı hisselerinin çoğunu satın alarak kanalın yönetimini ele geçirdi. Aynı tarihlerde, 1877 - 1878 Osmanlı - Rus harbinden yenilgiyle çıkan Türkiye’yi Rus tehlikesine karşı desteklemek bahanesiyle 1878 yılında geçici olarak Kıbrıs’a yerleşme iznini Osmanlı’dan aldı. Böylece kanalın Akdeniz’e açılan çıkışını da kontrol altına almış oldu. (Günay Selçuk, tarihsiz) 1882’de Mısır’da yabancıların iç işlerine karışması üzerine çıkan ayaklanmaları bahane ederek Mısır’ı, buradan da Sudan ve Uganda’yı işgal etti. (Wilkinson - Latham Robert, 1976) Artık Süveyş kanalı ve Mısır, İngiltere’nin hakimiyetindeydi. İngiltere’nin Sudan işgali 1880’lerde başlayan huzursuzluklar bahane edilerek İngilizlerin efsanevi generalleri Charles Gordon ve daha sonra karşımıza Çanakkale’de çıkacak olan Kitchener’la 1898’e kadar sürdü. (Koçyiğit Ömer, 2014) Aşağıdaki 1 No’lu harita 1769’dan 1865’e kadar olan dönemde Nil Nehri’ni keşif için çıkan farklı kaşif’lerin gerçekleştirdikleri seyahat güzergahlarını göstermektedir. (Brook Ellen Hall, 2001)
 
Harita 1: Nil Nehri’nin 18nci ve 19ncı Yüzyıllardaki Keşfi. 
 
 
İstanbul’da 1888 Ekiminde toplanan on yedi devlet Süveyş Kanalının askersizleştirilmesini, savaşta ve barışta tüm ulusların gemilerine açık olacağını karara bağladı. İngiltere ve Fransa bu anlaşmaya uymayarak kanal bölgesine asker yerleştirmekle kalmadı, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesini bahane ederek İngiltere Mısır’ı ilhak etti. Süveyş Kanal’ını ve Mısır’ı ele geçirmek için 1915’te Kanal Harekatını düzenleyen Osmanlı’nın bu girişimi başarılı olmadı. Mısır’ın 1922’de bağımsızlığını elde etmesini takip eden yıllarda İngiltere, Mısır ile Kanal bölgesinde, Mısır belli bir güce ulaşıncaya kadar, asker ve savaş pilotu bulundurma ayrıcalığını elde ederek Süveyş’i garantiye aldı ve 1936’da bölgeden çekildi.  İngiltere 1950’lere kadar kanaldaki hakimiyeti elinde tutu. Daha sonra devreye giren İsrail, büyük devletlerin güç projeksiyonunda önemli rol oynamaya başladı.
 
Doğu Akdeniz’de bugün gerçekleşen kıt kaynak kullanımı çekişmelerinin tarihi geçmişi son derece öğretici. Burada kurulmakta olan ittifakların, bozulan dengelerin ve rekabet halindeki iradelerin ne olduğu açısından bilgilendirici ve eğitici. Şimdi biz, İsrail ile yakınlaşan Mısır’ın Doğu Akdeniz’de kendisine rol çıkarma girişimini incelemeye geri dönebiliriz.
 
MISIR - SUDAN ÇATIŞMASININ STRATEJİK ANLAMI

Aslında modern çağda, Mısır ve Sudan arasındaki gerginliğin ilk kez olmadığını, iki ülke arasındaki sınır anlaşmazlıklarının son elli seneye yayılan bir geçmişi olduğunu vurgulayarak başlayabiliriz. Mısır ile Sudan’ın, Eritre’den ayrı olarak iki ayrı bölgede, örneğin Darfur’da sınır anlaşmazlıkları bulunuyor. Savaş nedeniyle üç yüz binin üzerinde insanın öldüğü ve üç milyon insanın yerini yurdunu terkettiği Batı Sudan’daki Darfur bölgesi önemli kaynaklara sahip. Sudan Mısır’ı Darfur’a asker göndermekle, Mısır istihbaratını da Mavi Nil ve Kordofan bölgelerindeki çatışmaları kışkırtmakla suçluyor. Mısır Cumhurbaşkanı Abdel Fattah al -Sisi bu suçlamaları reddederek Kahire’nin Darfur’da bir rolü olmadığını söyledi. Darfur’dan ayrı olarak Kuzey’de Mısır sınırına yakın bölgedeki Halaib Üçgeni de bir başka sınır uyuşmazlığı bölgesi. Bu bölge son yirmi senedir Mısır tarafından işgal edilmiş durumda. Mısır, petrol ve mineral zengini olan bu bölgenin, Sudan’ın 1956 senesinde bağımsızlığını aldıktan sonra kendisinin olduğunu iddia ediyor. Sudan’ın Birleşmiş Milletlere tekrar tekrar şikayet başvuruları yapmasına ve uzlaşmazlığın uyum mahkemesinde çözüme kavuşması çağrısı yapmasına rağmen Mısır 1996 yılından bu yana askeri varlığını o bölgede arttırmış durumda. Ocak 2016’da, son altmış yılda ilk kez Sudan, Mısır’ı kışkırtıcılık yapmakla suçlayarak birliklerini Mısır sınırında teyakkuza geçirdi.
 
 
Körfez bölgesinde 2017 senesinde başlayan kriz, Orta - Doğu’daki güç bloklarını ikiye böldü. Bir yanda Katar, Türkiye ve İran, diğer tarafta ise Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn ve BAE. Sudan, Yemen’de Suudi Arabistan’ın öncülüğündeki ittifakdan ayrılarak, Katar ve Türkiye’nin safına geçti. Bu, ekonomik sorunlarını çözmek için bölgesel kutuplaşmalara çekilen Sudan için bir takım riskler de getiriyor. Sudan’ın Alshorooq gazetesi editörü Emad Hüseyin’e göre “Hartum açısından bu, her hangi bir stratejik hedef takip etmeden, rejimin uluslararası izolasyonunu bitirmek için, bir kamptan ötekine pragmatik ve fırsatçı atlamadan başka bir anlam ifade etmiyor”.
 
 
Mısır’ı endişelendiren bir diğer konu da Etiyopya ve Sudan’ın birlikte hareket ederek kendisi aleyhine bir durum yaratmasına yol açabilecek, Sudan sınırına yakın bir yerde inşa edilen ve Nil’in su akışını kontrol edecek olan Büyük Etiopya Rönesans Barajı. Addis Ababa için bu beş milyar dolarlık proje, büyük bir bölümü yoksulluk içinde yaşayan seksen milyonluk nüfusuna faydalı olmasının yanı sıra bölgeye enerji ihraç edecek ve ekonomik kalkınmaya yaracak. Nüfusun yüzde doksanın kenarında veya yakınında yaşadığı Nil’in sularının bu barajla azaltılmasının sulamayı olumsuz etkileyeceği gerçeği Mısır’ı endişelendiriyor. Baraj etrafındaki sorunların çözümü için üç ülke de Dünya Bankası’nın arabulucuğu altında harekete geçmiş durumda. Aşağıdaki 2 no’lu haritada Suvaki Adası’nın, Darfur Bölgesinin, Halaib Üçgeni ve Büyük Etiyopya Rönesans Barajı’nın yerleri gösteriliyor.


Harita 2: Nil Nehri, Kızıldeniz, Sevakin Adası, Sudan ve Mısır 

Sudan’la arasındaki çelişkilerin bir başka boyutu da her iki ülkenin Müslüman Kardeşlere yaklaşımındaki farklılıkta bulunuyor. Bu konu Türkiye ile ilişkileri de etkileyen bir konu. Mısır Cumhurbaşkanı Sisi, Muhammed Mursi’yi Temmuz 2013’de iktidardan düşürdükten sonra başa geçmişti. Halen hazırda Mısır’da siyasi tutuklu olan Mursi, bazı insan hakları örgütlerinin raporlarına göre, Mısır’da yasaklanmış, üyeleri bir takım işkencelere ve haksızlıklara uğramış olan Müslüman Kardeşler örgütünün bir üyesiydi. ( https://www.hrw.org/report/2017/09/05/we-do-unreasonable-things-here/torture-and-national-security-al-sisis-egypt ) Sudan makamlarının inkar etmesine rağmen Mısır medyası, Sudan’ı Mısır’dan kaçan Müslüman Kardeşler örgütü elemanlarını korumakla suçluyor. Sudan’da Cumhurbaşkanı El-Beşir ise iktidara, Müslüman Kardeşlerin o zamanki lideri Hassan Alturabi’nin desteklediği bir darbeyle 1989’da gelmişti. Müslüman Kardeşler örgütü 1999’da bölündüğünde Alturabi’nin de örgütte bir etkisi kalmamıştı. Aslında, Müslüman Kardeşler üzerinden yaşanan gerilim Hartum’daki hükümetle, Sinai Yarımadasında terör saldırılarıyla uğraşmak zorunda kalan, Mısır’daki liderler arasındaki ideolojik ayrıklıklardan kaynaklanıyor.
 
Al-Watan gazetesi yazarı Emad Adib, “El Beşir ve Siyasi İntihar” başlıklı yazısında iki ülkedeki diktatörün, dikkatleri iç sorunlardan başka yerlere çekmek için bölgede, biri Türkiye, diğeri başka ülkelerle iş birlikleri kurduklarını yazıyor. (https://www.elwatannews.com/news/details/2886182) Buna göre Sudan, Türkiye ile her hangibir başka nedenle bir araya gelmiyor. Sudan Toplumsal ve Beşeri Kalkınma Merkezinden Alhaj Hamad’a göre “Türkiye, Müslüman Kardeşleri destekliyor”. Şubat 2017’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Müslüman Kardeşlerin silahlı değil, ideolojik bir örgüt olarak gördüğü, şayet terör ve şiddet bağlantısı varsa derhal Türkiye’den uzaklaştırılacaklarını” söylediği kayda geçiriliyor. 

 
SONUÇ

Mısır müslüman coğrafya’nın en önemli ülkelerinden biri. Stratejik olarak içinde bulunduğu coğrafya Mısır’a ciddi avantajlar sağlıyor. Ancak bugün, Mısır’ın dış politikası rejimin ayakta kalması koşullarına bağlanmış durumda. Bu yüzden bugün Mısır’ın dış politikası olası iç huzursuzlukları bastırıp var olan rejimi güçlendirmeye yardımcı olacak her türden dış desteğe muhtaç. Suudi Arabistan, mali yardım ve yatırımları aracılığıyla, İsrail, güvenlik iş birliği ve Washington’daki lobby gücüyle Sisi’nin pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyorlar. Bütün bu gelişmeler, zaten kötü olan Filistin halkının durumunu daha da kötüleştirmekten başka bir şeye yaramıyor. Mısır, Sisi idaresi altında İsrail’le yakınlaşarak, Suudi Arabistan ve ABD ile birlikte hareket ederek herhangi bir barış sürecinde bağımsız bir uluslararası arabulucu olma kabiliyetini sona erdirmesiyle bir yandan da kendini istikrarsızlaştıracak süreçleri de hareket geçirdi. Bu haliyle Doğu Akdeniz enerji dalaşında, çabuk vaz geçilebilecek bir müttefik olma özelliği gösteriyor.
 
Mısır, İsrail’le yakınlaşarak, Doğu Akdeniz’de keşfedilmiş olan doğal gaz rezervlerinin çıkartılması, işlenmesi ve ihracatı konusunda kendisine bir kaldıraç sağlamaya çalışıyor. Özellikle İran ve Rusya ile Batı ittifakının çok sıcak bakmadığı yakınlaşmayı kendi ulusal çıkarları için gerçekleştiren Türkiye’ye alternatif bir müttefik olarak kendisini gösteriyor. İran ve Rusya yakınlaşmasıyla Fırat Kalkanı Operasyonunu yapan, Afrin Zeytin Dalı harekatını gerçekleştiren, İdlib, Menbiç ile Fırat’ın doğusunun doğusuna sarkmayı planlayan Türkiye’nin, bu operasyonları gerçekleştirdiği takdirde İsrail’in güvenliğini tehdit altına atabilecek oluşumlara yol açabileceği ön kabülüyle Mısır kendisine ABD’nin şahinleri ile Suudi Arabistan’ın nezdinde yer elde etmeye çalışıyor. Ancak bölgenin sosyal, siyasal, ekonomik, lojistik ve ticari gerçekleri Mısır’ın bu ittifak arayışının aslında kendi altını oyabileceği potansiyeli taşıdığını da gösteriyor.    
Mısır, Türkiye ile rekabetini daha zayıf olan Sudan gibi ülkelere yöneltmek istiyor. Türkiye’nin bölgede zamanlı ve süratli geliştirdiği inisiyatifler, askeri üsler ve iş birlikleri Mısır’ın yetişmesini zorlaştıran bir rekabet ortamı yaratıyor. Türkiye, Sudan’a askeri destek sağlıyor. Bunun caydırıcı bir gücü var. Aslında buna rağmen senelerce ambargo altında yaşayan, Güney Sudan’la çelişkileri olan, Darfur Sorununu çözememiş Sudan için savaşmak rasyonel bir seçim değil. Ama, Mısır da, Sudan’a karşı savaş yapacak askeri yaptırım uygulayabilecek durumda değil. Her iki ülke de, 2011’den bu yana ciddi iktisadi sorunlarla boğuşuyor. Sudan petrol gelirlerinin çok önemli bir kısmını ikiye bölünmekle kaybetti. Mısır’ın ekonomik kazançlarının en önemlisi olan turizm gelirleri üst üste gelen terör saldırılarıyla azaldı. Bu durumda, Mısır ve Sudan’ın daha fazla ileri giderek, aralarındaki sorunları birbirleriyle savaşarak çözme ihtimalleri çok düşük.
 
Öte yandan, Türkiye, aynı zamanda hem Körfez’de hem de Süveyş Kanalından geçen uluslararası ticaret yollarında etkili olmak için girişimlerde bulunuyor. Eylül 2017’de ise Mogadişu’da, elli milyon dolara mal olan ve on bin Somali askerini eğitecek olan yurtdışındaki en büyük askeri üssünü açtı. Türkiye zaten 2009’dan beri Somali kıyılarında korsanlara karşı çokuluslu güce katılarak etkin askeri rol alıyordu.
 
Bu durumda Türkiye hem Sudan ve Afrika Boynuzundaki varlığıyla, Doğu Akdenizdeki enerji çekişmesinde belli bir avantaj elde etmiş, hem de Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Operasyonlarıyla bölgedeki dengeleri kendi lehine çevirmiş durumda. Menfur 15 Temmuz darbe girişiminin etkisini üstünden atan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin nezdinde, bundan sonraki askeri hamlelerin de, soğukkanlı ve dikkatlice ölçüp biçilerek yapılması sert gücün belli bir rasyonalite etrafında diplomasiyi destekler biçimde kullanılması, ülkenin geleceği açısından hala önemini koruyor. Bu dönemin asker ve sivil kesimlerin, daha yakın ve ko-ordineli çalışmasının geçerli olduğu bir dönem olacağı, başarının bu iş birliğinden geçeceği unutulmamalı.   
 
 
KAYNAKLAR:

Bediz Danyal, Süveyş Kanalının Önemi, dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1005/12203.pdf), (26.03.2018)
Brook Ellen Hall, (2001), Exploration Of The Nile River: A Journey Of Discovery And Imperialism, Science and Its Times: Understanding the Social Significance of Scientific Discovery, The Gale Group Inc. https://www.encyclopedia.com/science/encyclopedias-almanacs-transcripts-and-maps/exploration-nile-river-journey-discovery-and-imperialism (24.03.2018).
Çal İsmail (2011), Süveyş Kanalı Mısır’ı Sömürgecilerin Hedefi yaptı, http://www.dunyabulteni.net/m/haber/145110/suveys-kanali-misiri-somurgecilerin-hedefi-yapti, (26.03.2018)
Erdoğan Sudan’a Gitti, http://arsiv.sabah.com.tr/2006/03/27/siy97.html, (26.03.2018)
Erlich, Haggai and Israel Gershoni, eds. (1999), The Nile: Histories, Cultures, Myths. Lynne Reinner Publications.
Günay Selçuk, İngiltere’nin Kızıldeniz’e Yeni Bir Kanal Açma Projeleri Ve Osmanlı Devleti, e-dergi.atauni.edu.tr/index.php/ad/article/download/847/845), (26.03.2018)
Harrison, William, (1982), Burton and Speke. New York: St. Martin's Press, 1982.
Türkiye Ünlüleri İnternet Ansiklopedisi, Kavalalı Mehmet Ali Paşa, http://www.biyografya.com/biyografi/5187, (26.03.2018)
Kocaoğlu Mehmet, Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı 1831-1841, dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1152/13547.pdf, (26.03.2018)
MiddleEast Monitor, (2018), UAE Backed Egyptian Forces Arrive in Eritrea,  (https://www.middleeastmonitor.com/20180104-uae-backed-egyptian-forces-arrive-in-eritrea/)
Burton Richard, (1856) First footsteps in East Africa or, An Exploration of Harar, http://burtoniana.org/books/1856-First%20Footsteps%20in%20East%20Africa/1856-FirstFootstepsVer2.htm (24.03.2018)
Speke, John Hanning, (1858), What Led to the Discovery of the Source of the Nile, London: Blackwood’s Magazine, 3 Ağustos 1858. 
Speke, John Hanning, (1996), Journey of the Discovery of the Source of the Nile River. New York: Dover, 1996.
BBC, (2011), Sudan Resmen Bölündü, http://www.bbc.com/turkce/haberler/2011/02/110207_sudan_referandum_new, (26.03.2018)
Wilkinson - Latham Robert (1976), The Sudan Campaigns 1881 – 1898, London: Osprey Publishing.
 

[i] Bu Satırların yazarının da bir uçtan bir uca gezdiği bu coğrafi alan, sadece jeo-stratejik öneme değil ama Afrika’nın en verimli topraklarıyla, kıymetli metaller, mineral ve madenler bakımından son derece zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarına da sahip olan bir bölge.


Doğu Akdeniz Enerji “ Dalaşı ” ve Mısır - İsrail Yakınlaşması BÖLÜM 1



Doğu Akdeniz Enerji “ Dalaşı ” ve Mısır - İsrail Yakınlaşması BÖLÜM 1


Sedat AYBAR
Prof. Dr. Sedat AYBAR 
İstanbul Aydın Üniversitesi İİBF Ekonomi ve Finans Bölüm Başkanı, TASAM Başkan Danışmanı
Yayın Tarihi : 30.3.2018


Doğu Akdeniz Enerji “Dalaşı” ve Mısır - İsrail Yakınlaşması
Amerika’daki en son görev değişikliklerinin iş başına getirdiği şiddet yanlısı kadro’nun “şahinliği” aldatıcı olmasın. Başta ABD olmak üzere, güvenlik ve şiddete başvurma tehdidinin vurgulanıyor olması, ekonominin ikinci plana itildiği anlamına gelmiyor. Tam tersine, ekonomik alanın belirleyici olduğu, ekonominin tartışmanın merkezine oturduğu bir jeo-politik konjonktür içine giriyoruz. Küresel kıt kaynaklar üzerindeki hakimiyet çekişmelerinin ekonomik boyutunu daha sıklıkla konuşacağımız bir dönem başlıyor. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Zeytin Dalı operasyonunu başarılı bir şekilde tamamlamış olması bunun nedenlerinden biri. Sincar, Tel Rıfat, Menbiç ve Fırat’ın Doğusu’na yönelik yapılacak harekat vurgusu, teröre karşı sağlam duruş, kıt kaynak denetimi tartışmalarının da eksenini kaydırdı. Yeni ittifaklar bu gerçeklik etrafında şekillenecek, eskiler buna bağlı olarak bozulacak, ve ilah. Bu tespit, özellikle Doğu Akdeniz enerji “dalaşı” diye adlandırdığımız, bölge içi ve dışı aktörleri de kapsayan çekişmelerin analizi için anlamlı sayılabilecek bir başlangıç sağlıyor.

Afrin’e yapılan Zeytin Dalı harekatı, Türkiye’de “ülke çıkarlarına dikkat” yoğunlaşması yarattı. Türkiye kendi ayakları üzerinde durmayı becerdiğini dosta düşmana gösterdi. Şayet çok ciddi hatalar yapılmazsa, tarih bu günleri alınan kararların zamanlamasının isabetli ve rasyonel olduğu bir dönem olarak anacak. Ancak buradan, önümüzdeki dönemin engebesiz, sorunsuz bir dönem olduğu anlamı çıkartılmamalı. Özellikle ekonomik ve jeo-ekonomik açılardan pek çok tuzağın kurulduğu, iktisadi, siyasi, stratejik ve iletişim ağları üzerinden dikkat dağıtıcı tehditlerle dolu bir dönem olacak bu. Kızıldeniz, Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Afrika Boynuzunda, 19ncu yüzyıldaki olaylar perspektifinden baktığımızda benzeri türden tuzak kurgulamalarının otuz - kırk yıllık sürece yayıldığını görüyoruz. O zamankine benzer bir “dalaşmanın” başladığı bu dönemi idare etmek için uzun soluklu rasyonel stratejiler oluşturma gerekliliği kendini düşünce dünyamıza, alternatif kurgu tahayüllerimize dayatıyor. Türkiye’nin bu konjonktürü, Afrin Harekatıyla yakaladığı “dikkat yoğunlaşmasını” dağıtmadan, enerjisini iyi kullanarak yönetmesi gerekiyor.
Bu yüzden, bizim yakın dönemde akademik dünyada fazlaca ihmal ettiğimiz bir ülke olan Mısır’ın, Doğu Akdeniz’de kendine yer açma arayışının analizi, Mısır’ın incelenmesi de önem arz ediyor. Bu çerçevede, belli bir eksikliği gidermek için Mısır’ı merkeze alarak kurgulandı bu yazı. Enerji sızıntılarına, dikkat yorgunluklarını önlemek için çalışılması gereken bir çok ülkeden biri de Mısır. Bu ülke 26 - 28 Mart 2018’de genel seçimlere gitti. Bu yazı yazılırken, seçimlere ikinci ve son kez katılacağını açıklayan darbeci general Sisi’nin seçimi kazanmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Seçimlerde bu sonucu garantilemek için, daha çok Sudan’la tırmandırılan gerginlikler üzerinden bir milliyetçilik söylemi oluşturuluyordu. Bu artan milliyetçi hislerin, daha önce Savunma Bakanı, Genel Kurmay Başkanı ve İstihbarat Şefi olan general Sisi’nin elini güçlendireceği hesaplanıyordu.
Bir yandan ideolojik ayrılıklar, diğer yandan aşağıdaki haritada da gösterilen Mısır’ın 1996’da işgal ettiği Halaib Üçgeni ve Etiyopya’nın Nil’in üzerine kurmaya başladığı, kıtanın en büyük barajı olan Rönesans Barajı, bir başka yandan ise birbirlerine karşı ellerini kuvvetlendirmek için ileri sürülmeyen ve sümen altında tutulan pek çok sorun, bunların hepsi Sudan ve Mısır’ın birbirleri üzerinde baskı oluşturmak için kullandıkları gerekçeler. Bu sorunlar yumağı uzunca bir tarihe yayılıyor. Örneğin, Sudan’la anlaşmazlıkların temelinde olan ve son altmış yıldır Mısır’ın işgalinde olan Halaib üçgenindeki sorunların seçimler öncesinde ısıtılıp tekrar gündeme getirilmesi, bu ve benzeri konuların kullanılması, düşmanca söylemlerle milliyetçi hisleri arttırmaya, bunun da general Sisi’ye yarayacağı düşünülüyor.  
Mısır’ın Güney komşuları, Sudan ve Etiyopya ile olan uzlaşmazlıkların, seçim kaygılarından ötede bir boyutu daha var. Bu, analizimizin cevaplamaya çalıştığı, Doğu Akdeniz enerji “dalaşması” ile ilgili olan boyut. Mısır, Türkiye - Sudan ve Etiyopya yakınlaşmasını kendisine Doğu Akdeniz’de açmaya çalıştığı etki alanı açısından tehlikeli bir gelişme olarak görüyor. Bu konuya daha aşağıda güncel dinamikleri yönlendirmesinin önemi bağlamında tarihsel derinliği içinden bakacağız. Şimdilik enerji “dalaşması” çerçevesinde asıl yönlendirici soru’nun, Sudan’la çekişmesinin dengeleyici girişimi olarak İsrail’e yakınlaşma politikasının Mısır’a başarılı bir kaldıraç sağlayıp sağlamayacağı ile ilgili olduğunu vurgulayalım (Amin Muhammed, 2018). Mısır kendisini Doğu Akdeniz’de, enerji kaynaklarına ulaşma, lojistik, işletme ve jeo-politik düzlemde Türkiye’ye rakip olarak lanse ediyor. Aslında, Türkiye’nin bu ve benzeri konularda rakibi olduğunu iddia eden pek çok ülke var. Yunanistan, İsrail, Suriye, Lübnan, Kıbrıs bunlardan bazıları. Bunların başarılı alternatifler yaratabilmek için yapacakları stratejik hamleler, Türkiye’nin de diplomatik manevra ilkelerini belirleyecek faktörler olarak dikkate alınmalı. Biz bu yazıda, önce bölge dinamiklerini ele alacağız, sonra da bu ülkelerin olası stratejik hamlelerini inceleyeceğiz. İlk olarak bölgedeki jeo-politik ittifak oluşumlarının belirleyicilerine bakalım.
DOĞU AKDENİZ İTTİFAK ARAYIŞLARINI ETKİLEYEN DİNAMİKLER

ABD, Doğu Akdeniz’de bulunan doğal gaz rezervlerinin çıkartılıp, işletilmesine ve pazarlara ulaştırılmasına talip bir ülke olarak bu bölgede kalıcı olmaya çalışıyor. ABD’nin, İsrail’in güvenliğinin sağlanmasına ilaveten, kendisinin Doğu Akdeniz’deki ekonomik çıkarlarının gerektirdiği kalıcılık arayışı, bölge içi ve dışı aktörleri de pozisyon almaya itiyor. Bu da bölgedeki ittifak oluşumlarını kaygan bir zemine çekiyor. Örneğin, Barzani Referandumu fiyaskosu, terör unsurlarının Deaş’a karşı silahlandırma gibi girişimleri açısından bakıldığında, ABD’nin bölgede kurduğu ittifakların çok da başarılı olduğu söylenemez. İsrail bağlantısı da “görevin” gerektirdiği düzeyde güçlü bir katkı sağlayamıyor. Zeytin Dalı Harekatı’nda Afrin’i Türkiye’nin Vietnamı yapacağını iddia eden Amerikan silahlarıyla donanmış olan terör örgütünün hezimete uğraması, YPG/PKK eksenli bir Amerikan girişiminin de bölgede etkili olamayacağını ortaya çıkardı.  
Türkiye açısından, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatları bir yanıyla bu yüzden de önemli. Bölge ülkeleri Mısır, Yunanistan, Suriye, İsrail, v.d. bir yandan kendi aralarında, bir yandan da ABD, Rusya, Çin gibi bölge dışı ülkelerle belli ittifak zincirleri oluşturup, karşı karşıya diziliyorlar. Bu anlamda Mısır - İsrail yakınlaşması da ibret verici. Buradaki ana konunun, Mısır - İsrail yakınlaşmasının, ABD’ye Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye alternatif bir oluşum, ABD - Suudi Arabistan ve İsrail ittifakı ekseninde bir kaldıraç oluşturup oluşturmayacağı ile ilgili olduğunu tekrar vurgulayalım.
Özellikle, Amerika’yla ilişkileri gerilmiş, Rusya ve İran ile Suriye konusunda yakınlaşma sağlamış, ordusu terör unsurlarına karşı hayati bir zafer kazanmışken, yani Doğu Akdeniz’deki dengeler Türkiye lehine biçimlenirken, Mısır - İsrail ittifakının bu durumu Türkiye aleyhine çevirebilme potansiyeline sahip olup olmadığı da tartışılmalı.
Bulgaristan’ın Varna kentinde 26 Mart 2018’de toplanan AB - Türkiye liderler zirvesinde “AB’ye tam üyelik sürecini devam ettirme iradesini” tekrarlayan, Avrupa Parlamentosu dahil pek çok Batı kurumunda temsil edilen, NATO içinde önemli bir müttefik olan Türkiye’yi, Suriye’de izlediği terör unsurlarını silahlandırma politikaları yüzünden kaybetmekle karşı karşıya kalan ABD’nin, Türkiye - Rusya - İran ortaklığını bozmaya çalışması kuvvetle muhtemel. İttifakların kaygan zeminde gerçekleşiyor, çabuk kurulup bozuluyor olmasının bu konjonktüre has dayanılamaz bir hafifliği, çekiciliği var. Ülkeler bundan sonuna kadar yararlanma çabasında. Burada belirleyici faktörün askeri güç üzerinden oluşturulan saha hakimiyeti olduğunu belirtip, devam edelim.
Bir başka açıdan, bölge ittifakları, bölge dışı bir takım gelişmelerden de etkilenmeye açık. Örneğin, emekli “çifte ajan” Skripal’in İngiltere’de kızıyla birlikte kimyasal maddeyle zehirlenmesine tepki olarak gelişen olaylar, Suriye, Gürcistan ve Ukrayna’daki çatışmaları etkileme potansiyeli bakımından önemli olabilir. ABD’nin altmış Rus diplomatı sınır dışı etme kararı, buna Batı Avrupa’da, Fransa, Almanya, Ukrayna, Litvanya, Estonya gibi on altı ülkenin destek vermesi, Rusya’nın da dişe diş tepki göstermesi, soğuk savaş dönemi casuslar çatışmalarını andırıyor. Bu Rusya’nın Suriye’de daha da sertleşmesini ve Türkiye dahil kurduğu ittifaklarının kırılganlaşmasını getirebilir. Ancak, burada iç içe geçmiş pek çok ince hassasiyet var. Bunlardan bir tanesi, YPG/PYD/PKK terörüne karşı Türkiye’nin sağladığı Rusya - İran yakınlaşmasından terör temizleninceye kadar kolay kolay vaz geçmeyecek olması. Bunun en yetkili ağızdan, en şiddetli şekilde vurgulanmış olması anlamlı. ABD’nin S-400 ve hava savunma sistemleri konusunda Türkiye’nin başlatmış olduğu girişimi bozma girişimi minimuma inmiş durumda ama bu ihtimal kaybolmuş değil. Rusya ile bu yakınlaşmanın, ABD ve Batı ittifakından kopmak anlamına gelmediğini ama karşılıklı ilişkileri gerdiğini ekleyelim. 
Türkiye, demek ki bir yandan eski dış işleri bakanı Rex Tillerson’ın Ankara ziyaretinde oluşturulan kurullar aracılığıyla ABD’yle birlikte çalışırken bir yandan Rusya - İran ortaklığına önem veriyor. Bu durum, ABD’yi de Doğu Akdeniz’de alternatif ittifaklar oluşturma arayışına itiyor. Yunanistan çok hevesli olmasına rağmen hem stratejik olarak hem de iktisadi/demografik kapasitesiyle ABD’ye bir açılım sağlayabilecek durumda değil. Bir yandan, Rusya’ya yanaşmaya çalışıyor ama Rusya, Yunanistan’ın üyesi olduğu AB ile başta ekonomik yaptırımlar olmak üzere ciddi sorunlarla boğuşuyor. En son casus krizi de mesafenin aralanmasına neden oldu. Ayrıca Deaş’a karşı, çok fazla umut bağlanan YPG/PKK’nın hiç de sanıldığı gibi etkin bir savaş makinesi olmadığının ortaya çıkması ABD’nin saha bağlantılarını zayıflattı. Saha hakimiyetinin önemli olduğu bir dönemde ABD’nin uzun süre katlanamayacağı bir durum bu. Rakka Harekatının yıkıcılığı, Barzani referandumu sonrası Kuzey Irak’taki hezimet, bu tür örgütsel yapıların bir çözüm üretemeyeceğini de kanıtladı. Önce İran, sonra da Rusya gerginliği, ABD için bölgede iş yapabileceği potansiyel müttefik sayısını da azalttı. Yeni ittifak kurguları devreye girdi.
Yakın coğrafyada, Süveyş Kanalı etrafında, bir başka yakınlaşma, Mısır - İsrail yakınlaşması gerçekleşiyor. Türkiye - Rusya - İran yakınlaşması, Mısır - İsrail yakınlaşması üzerinden bozulabilir mi? ABD’nin bu projesi Türkiye ile kurduğu ittifaktan daha çok işine yarayan bir oluşum başlatabilir mi? Bu ABD için sürdürülebilir, başarılı bir durum yaratabilir mi? Mısır’ın, bölgedeki kıt kaynak çekişmesinde, İsrail ve ABD’nin yanında durarak kendisine yer açmaya çalışması başarılı olabilir mi? Seçim atmosferi yaşayan Mısır’ın, bu tür sorulara vereceği yanıtlar seçimler sonrasında yapacağı hamlelerin yönünü de belirleyecek.     
Bu sorulara ne tür cevaplar verilebiliceği aşağıda, yani okumaya devam edelim…
ABD - MISIR - İSRAİL YAKINLAŞMASI  
       
Open Democracy yazarlarından Maged Mandour’un, Amerika’nın önde gelen düşünce kuruluşlarından Carnegie Endowment for International Peace için kaleme aldığı “Mısır’ın, İsrail ile Gelişen İttifakı” başlıklı 20 Mart 2018 tarihli makale ilginç detaylar veriyor (Mandour, 2018). Yazının vurguladığı gibi şayet Mısır, İsrail ile iktisadi ve siyasi alanlarda bahsedilen bir takım iş birliklerini gerçekleştiriyorsa, Filistin Barış Sürecinde bağımsız bir ara bulucu olması da artık söz konusu olamaz. Bu durum Mısır’ın uzun vadede bu bölgede ABD için de güvenilir bir müttefik olma potansiyelini de eritiyor.   
Bakalım Mısır, İsrail ile ne tür iş birlikleri gerçekleştiriyor.

Mısır, Sisi darbesinden sonra, özellikle Suudilerin de girişimiyle İsrail ile yakınlaşma çabası içinde. Bu anlamda, Mısır’ın Dophinus Holding isimli özel şirketinin 19 Şubat 2017’de imzaladığı ve önümüzdeki on sene için İsrail’den on beş milyar dolarlık doğal gaz ithal etmesini garantileyen anlaşma önemli. Böylece Dolphinus, 2017 Ağustosunda Mısır’da kabul edilen ve doğal gazın depolanması ve ticaretine ilişkin kısıtlamaları kaldıran yasadan yararlanan ilk şirket oluyor. Bu reformların, sadece Mısır’ın enerji sıkıntısını gidermek için değil ama “ithal edilen doğal gazın Avrupa’ya ihraç edilerek döviz sıkıntısını aşmak” için de kullanılacağı söylentisi yaygın diyor, Mandour. Her şeyin ötesinde bu anlaşmanın imzalanması Mısır’ın, İsrail’le iktisadi ilişkilerini geliştirmek istediğini gösteriyor. Bu durumu dikkatimize getiren Maged Mandour’un makalesi de o yüzden uyarıcı nitelikte.
Aslında Mısır, İsrail ile daha önce de doğal gaz anlaşması imzalamıştı. Kendi iç piyasasında talep düşükken Mısır, 2005 senesinde, kendi ürettiği doğal gazın fazlasını ihraç etmek için İsrail’le bir anlaşma imzalamıştı. Bu anlaşmanın gereğini yerine getirmek için Mısır istihbarat birimi (GİZ) bir şirket kurmuş ve bu şirket aracılığıyla doğal gaz ihracatını gerçekleştirmişti. Ancak, doğal gaz ihracatı, 2012’de Mısır’ın karşılaştığı enerji krizi ve enerji boru hatlarına yönelik terör saldırıları sonucu akamete uğramıştı. Mayıs 2017’de ise, İsrail’e doğal gaz ihracını durdurması karşısında, İsviçre’deki Uzlaşma Mahkemesi, Mısır’ı, İsrail’e 3 milyar dolar ceza ödemeye mahkum etmişti. Mandour’a göre, şimdi de Dolphinus Holdings’in Mısır istihbarat birimi tarafından kurulduğu söylentisi yaygın. Mısır ordusunun darbe sonrası gördüğü destek sayesinde etkisini son dönemde genişletmesi de bu söylentileri destekliyor.
Mısır’ın, İsrail ile olan yakınlaşma arayışını irdelemeye devam edelim. 

Bu bağlamda, son on yılda ilk kez, Nisan 2016’da İsrail’den ekonomist ağırlıklı bir heyetin Kahire ziyaretine dikkatleri çeken Maged Mandour, yapılan görüşmelerde, Aralık 2004’de imzalanan “Uyumlaştırıcı Sanayi Bölgesi’nin (Qualifying Industrial Zone - QIZ)” daha da geliştirilmesinin konuşulduğunu aktarıyor. Bu bölgelerin, ABD tarafından Orta-Doğu Barış sürecine katkı yapmak amacıyla 1996 yılında Kongre’de kabul edilen bir kanunla Mısır ve Ürdün’de kurulduğunu biliyoruz. Bu kanuna göre Mısır ve Ürdün, ABD’ye bu bölgelerden gümrüksüz mal ihracatı hakkı elde ettiler. Bu ayrıcalıktan yararlanmanın bir şartı, ihraç edilen malların üretiminde kullanılan girdinin İsrail menşei’li ürünler olmasıydı. Gazze Şeridi ve Batı Şeria’dan, ABD’ye yapılan ihracat Amerikan Başkanı’nın talimatı çerçevesinde, bu bölgeleri kullanarak İsrail’e girmeden gerçekleşebiliyordu. Bu bölgelerden ABD’ye yapılan ihracata uygun olması için ihraç edilen malın, yeni ve yurt içinde üretilenlerden farklı olması gerekiyordu. Malın ABD’ye giriş yaparken üretim maliyetine konu olan girdilerin %35’inin QIZ’de üretilmiş olması ve bu girdilerin bir kısmının orada yetiştirilmiş/imal edilmiş, bir kısmının ise İsrail menşei’li olması şartı bulunuyordu. Özellikle kumaş ve tekstil gibi Amerika’da yüksek ticaret kısıtlarına tabi olan malların QIZ içinde üretilmesi bu bölgeleri çekici kılıyordu. (ITA, 2018)
Henüz bir sonuca ulaşılmamış olmasına rağmen, İsrail’in, Mısır’la birlikte bu bölgeleri tekrar canlandırarak, genişletmeye çalışması, iki ülkenin ekonomik işbirliğinin arttırılması peşinde olduklarının bir başka göstergesi oluyor. Bu girişimlerden, Mısır ve İsrail’in, ABD bağlantılı Doğu Akdeniz ittifaklarının daha sağlam temellerde oluşturulmasının ekonomik alandaki iş birlikleri etrafında oluşturulma çabasını izliyoruz.
Bu bağlamda, Mısır ile İsrail arasında güvenlik alanındaki iş birliklerinin de son yıllarda artış gösterdiğini vurgulamamız gerek. Bazı raporlara göre Temmuz 2015’den itibaren, İsrail Mısır’ın teröre karşı savaşını desteklemek için, Sinai’de yüzden fazla hava saldırısı düzenledi. Mandour, Mısır silahlı kuvvetlerinin bu saldırılara yeşil ışık yakıldığını reddetmesine rağmen Ocak 2017’de İsrail Savunma Gücü’nden üst düzey bir yetkilinin “Mısır’la birlikte Sinai’de yakın askeri iş birliği içinde olduklarını açıkladığını” söylüyor. İsrail ayrıca, Camp David’de yapılan anlaşma gereği, geçmişte çekinerek yaklaştıkları Sinai’de Mısır’ın askeri gücünü arttırmasını da zorluk çıkarmadan onayladıklarını açıkladı. Ek olarak, Nisan 2014’de, hem 2013 askeri darbesi hem de İsrail baskısı yüzünden ABD’nin teslim etmediği on adet Apaçi helikopteri, İsrail ve Mısır’ın güvenliğinin sağlanması gerekçesiyle Mısır’a verildi. ABD’nin, sadece ekonomik alanda değil ama Başkan Trump’ın son Ulusal Güvenlik Stratejisiyle uyumlu olarak Mısır – İsrail güvenlik ekseninde de aktif rol aldığının göstergesi oluyor bu girişimler.  
Devam Edelim…

Amerikan elçiliğinin Tel Aviv’den, Kudüse taşınması konusunda Donald Trump yönetiminin aldığı karar karşısında Mısır’ın tutumu da İsrail ile geliştirdiği siyasi bağları yansıtıyor. Mısır’ın, ABD’in veto ettiği Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin bu kararı eleştiren metnini kaleme almış olmasına rağmen, kapalı kapılar ardında başka bir siyasi duruşu olduğu ortalığa saçıldı. Mandour, bir üst düzey istihbarat yöneticisinin, birçok televizyon yayıncısını, izleyicilerini Amerikan büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması ve bunun karşılığında da Filistinlilerin gelecekteki başkentleri olarak Ramallah’ı kabul etmelerini iknaya çağırdığı gizli talimatların medyaya sızmasıyla, “Mısır’ın İsrail ile kapalı kapılar ardında siyasi bir yakınlaşma iradesi bulunduğunun açığa çıktığını” söylüyor.
Başka bir deyişle Mısır, bir yandan gizli gizli İsrail’le anlaşırken, bir yandan da Filistinli’leri İsrail ile anlaşmaları için ikna etmeğe çalışıyor. Eylül 2017’de BM’de yaptığı bir konuşmada Cumhurbaşkanı Abdel Fattah el-Sisi, İsrailliler ve Filistinlilere bu “tarihi” anı barış yapmak için kaçırmamaları çağrısı yapmıştı. Tarihi an dediği de, Fransa’nın inisiyatifinde Mayıs 2016’da başlatılmış olan ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nın da beğendiği girişimdi. Bu açıklama Sisi’nin, “şayet Filistin meselesi çözülürse İsrail ile anlaşmaya daha sıcak yaklaşacağı” yolunda daha önce yaptıklarını çağrıştırıyordu.
Yukarıda vurguladığımız konuya geri dönersek, Mısır ve İsrail’in güvenlik dayanışmasını ve doğal gaz uzlaşmalarını, daha geniş iş birlikleri ve gelişen ittifaklar çerçevesinde okumak bölgedeki dinamikleri anlamak için gereklidir. Bu bağlamda özellikle Suudi Arabistan’ın, İran’a kaşı İsraili potansiyel dost olarak görüyor olması önemli. Suudi Arabistan ve İsrail, Aralık 2017’de CIA başkanlığından ayrılan Mike Pompeo’nun da belirttiği gibi terörizme karşı askeri iş birliklerini arttırdılar. Mandour’a göre, Suudiler de, başta füze savunma sistemleri olmak üzere İsrail silahlarına talipler. Bu gelişme Suudi - Mısır - İsrail ilişkilerini Filistin ekseninden kopartarak, diğer Arap devletlerinin de İsrail ile daha yakın ilişkiler geliştirmesine neden oldu. Buna rağmen, Filistin topraklarının işgal altında olması, müslüman halklardan gelecek tepkiden korku, Suudi Arabistan - İsrail arasında herhangi bir anlaşma hamlesini ve yakınlaşmasını da yavaşlatıyor.
Bahsedilen ekonomik ve güvenlik iş birlikleri çerçevesinde yakınlaşmanın gerçekleşebilir olma ihtimali bir yandan da Filistin sorununun Filistinlilerin minimum taleplerinin karşılanması çerçevesinde çözümünün mümkün olabileceği aldatmacasını destekliyor. Bunun etrafında açık veya gizli bir takım algı operasyonları düzenleniyor. Kasım 2017’de Riyad’daki buluşmalarında, Prens Muhammed bin Salman’ın, Mahmud Abbas’a sunduğu iki devletli çözüm öneren bir Suudi planına göre Filistinliler Doğu Kudüsü gelecekte kurulacak devletlerinin başkenti olarak görme fikrinden vaz geçip, Filistinli mülteciler ile çocuklarının geri dönmelerine izin vermeyip, İsrail’in Batı Şeria’da kurmuş olduğu yerleşim bölgelerine göz yumup, sınırlı egemenlik haklarına sahip bir Filistin devletini, toprak bütünlüğü olmayan bir devlet olarak kabul etmelerine iknaya çalışmasının, neye hizmet ettiğini anlamak mümkün değil. Öte yandan bunun beyhude bir çaba olacağının da altını çizmemiz gerekiyor. Çünkü savunulan bu şartlar aslında hiç bir Filistin önderinin kabul edebileceği şartlar değil. Bu yüzden, Filistin sorunu bölge ittifaklarını ve bölgenin geleceğini de belirlemeye devam edecekmiş gibi duruyor.


***