11 Eylül 2019 Çarşamba

Yüzellilikler Meselesi, BÖLÜM 1

Yüzellilikler Meselesi, BÖLÜM 1




Mesud Fani ve Risalesi Üzerine Bir İnceleme 
Murat YÜMLÜ.1 


Özet., 

Bu Makalede TBMM kararı doğrultusunda ülke dışına sürgün edilen ve birkaç yıl sonra vatandaşlıktan çıkarılan Milli Mücadele karşıtı ve/veya İtilaf Devletleri yanlısı kişilerin odağında yer aldığı Yüzellilikler Meselesi, yine bu kategoride yer alan Mesud Fâni’nin (Bilgili) hayatı ve kaleme aldığı bir broşürün incelenmesi 
amaçlanmıştır. 
Yüzellilikler konusu Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in kuruluş yılları açısından önem taşıyan konular arasındadır. Lozan’da, af kanunu kapsamı dışında bırakılacak kişiler için belirlenen yüz elli kişilik kontenjana göre 1924 yılında bir kanun çıkarılmıştır. Mesud Fani de çıkarılan bu listede yer almıştır. Çıkarılan kanunla bu kişilerin önemli bir bölümü yurtdışına sürgün edilmişlerdir. Söz konusu sürgün yılları boyunca yüksek tahsil gören, doktora çalışmaları yürüten ve Antakya’da öğretmen olarak çalışan Fani’nin hayatı bahsedilen öykülerden ilginç bir tanesi olarak yansımaktadır. 

1. Giriş 

Aradan bir iki yıl kadar geçti sanırım. Öncelikle risaleyi okumuş, daha sonra risale yazarı hakkında birkaç kütüphanede araştırma yapmış, sonuçta yazarın, aynı zamanda doktora tezi olarak hazırladığı ve sonradan yayımlanan, okurunda belirgin bir gariplik ve manipülasyon2 izlenimi bırakan bir eseriyle kardeşi Ali İlmi Beyin mektuplarından oluşan bir başka eseri bulabilmiş, okuyabilmiştim. 

Bu eserler, yazarın, makaleye konu olan risalesinin giriş kısmında “muharririn 
basılmış eseri” şeklinde anılan “La Nation Kurde Et Son Evolution Sociale” başlıklı, daha sonra genişçe bir bölümü “Paris Üniversitesi Hukuk Doktoru, Osmaniye (Cebel-i Bereket) Eski Mutasarrıfı Mesud Fâni (Bilgili)'ye göre Kürtler ve Sosyal Gelişimleri” adıyla Türkçe.ye de çevrilmiş bulunan eseriyle, Abdullah Uçman ve Handan İncinin yayına hazırladıkları “Bir 150.liğin Mektupları: Ali İlmi Fanî Rıza Tevfik e Mektuplar”3 başlıklı eserlerdi. Eserlerin ikincisi, Ali İlmi Fanî nin Rıza Tevfik e (Bölükbaşı) yazılmış mektupları yanı sıra birkaç tane Mesud Fâni mektubunu da ihtiva etmesi, Hatay Meselesinin gelişim sürecine ilişkin ayrıntıları yakalayabilmek açısından önem taşıyordu. 

Burada ana eksen akışına bağlı olarak yüz ellilikler meselesinden bahsedilip, yüz 
ellilikler arasında yer alan yukarıda anılmış iki isme kısa bir bölümde yer verilecektir. Bu bölümün ardından Mesud Fâni nin, sürgün ve yurttaşlık haklarından mahrumiyet dönemi ve makale konuları arasında yer alan broşürün tarihsel bağlamdaki olgusal anlamı araştırılacaktır. 

2. Yüzellilikler Meselesini Hatırlamak 

Yüzellilikler meselesi Türkiyenin yakın dönem tarihine, araştırmalar sırasında sıklıkla karşılaşılan fakat üzerinde çok çalışılmamış bir konu olarak yansır. Milli Mücadele döneminde İtilaf Devletleri ve İstanbul Hükümeti yanlısı, çok farklı meslek gruplarından geniş bir zümrede, Lozan Barış Konferansı sırasında müzakere edilen ve Barış Antlaşması sonucunda genel bir Af Kanunu kapsamı dışında tutularak tespit edilmesi kararlaştırılan 150 kişilik liste içerisinde yer alanlar “Yüzellilikler” olarak adlandırılmışlardır. Bu konuda asgari ölçekte de 
olsa geçerlilik taşıyabileceği düşünülebilecek tanımlardan bir tanesine bu sırada yer verilebilir. 

Yerleşik tanımlama düzeyine içkin olduğu üzere söz konusu tanımda da teleolojik bir bakışın izlerine rastlamak mümkündür: 

Bağımsızlık Savaşı sırasında hareketi destekleyecekleri yerde baltalayanların sayısı pek fazla olmuştur. 
Ancak bunlardan bir kısmı gezici İstiklal Mahkemelerinde yargılanmış ve cezaları hemen uygulanmıştır. Bir kısmı ise hareketlerini Cumhuriyet ilan edildikten sonra da sürdürmüşlerdir. Büyük Millet Meclisinin 1.6.1924 tarihinde aldığı bir kararla sayıları 150 yi bulan bu kişilerin yurt dışına çıkarılmaları kabul edilmiştir. Bunlar Padişahın yakınları, Kuvayi İnzibatiye ye dâhil olanlar, Sevr Antlaşmasını imzalayanlar, Çerkez Ethemin isyanına katılanlar, Kurtuluş Savaşının aleyhinde yazı yazan gazeteciler, polisler, mülki ve askeri 
liderler ve çeşitli meslek gruplarından meydana gelmiştir. Ancak daha sonra çıkarılan bir kanunla bunların suçları bağışlanmış, Padişah ve ailesi dışındakilerin yurda dönmeleri sağlanmıştır.4 

 Yukarıdaki tanım örneği ardından bu konudaki çeşitli eserlerin sayılması yararlı 
olacaktır. Cemal Kutay, Kamil Erdeha ve İlhami Soysal ın eserleriyle 5 Sedat Bingöl, Şaduman Halıcı ve Mehmet Noyan.ın lisansüstü tez çalışmaları 6 bu alandaki başlıca eserler arasındadır. 

Yüzellilikler konusu literatürde çoğunlukla “ İhanet” 7 karakterizasyonu ve tasvirine göre anlatılan bir konu olduğu için tarihsel anlatının öznellik damarının daha ağır şekilde hissedildiği bir konu olarak değerlendirilebilir. Nitekim çalışmaya sinme dereceleri değişkenlik göstermekle birlikte pek çok çalışmada, bu tarz göndermelerin dikkat çektiği görülmektedir. Buna karşılık bütün çalışmalarda meselenin tarihsel gelişimine ışık tutacak bir perspektif az çok işlerlik göstermektedir, ki bu sayede Yüzellilikler meselesinin doğuşu, gelişimi ve afla birlikte çözümlenişine dair notlar düşülebilmektedir. 

Belirtildiği üzere yüzelli kişilik kontenjan Lozan Barış Konferansında kararlaştırılan ve savaş dönemlerini müteakiben hazırlanan af kanununun bagajında yer almak üzere kararlaştırılmış ve kanunun dışında kalacak kişiler için liste hazırlanması öngörülmüştür. 
Erdeha nın belirttiği şekliyle söyleyecek olursak suçun maddi olguları “iç ayaklanmalar çıkartılması, Kuvay-ı İnzibatiyenin kurulması, Sevr Antlaşmasının kabul ve imzalanması, Çerkez Ethem ayaklanması, İzmir.de Çerkez Kongresi.nin toplanması” şeklinde belirmiş ve suça dair söz konusu maddi olguların ortak paydasını “Büyük Millet Meclisi.nin otoritesini tanımamak, bu otoriye karşı gelmek”8 oluşturmuştur. Sonuçta Milli Mücadele dönemini müteakiben Hicrî 16.4.1340 (1924) tarihinde yapılan gizli Meclis oturumlarında ele alınan 
konu çerçevesinde yüzelli kişilik sürgün listesine karar verilmiştir. Sürgün listesinin belirlenmesi konusundaki tartışmalar başta gelmek üzere, listenin gittikçe daraltılması ve subjektif suç unsurları arasında hangi suç unsurlarının ve faillerin seçileceğine yönelik tartışmaların seyri konuyla ilgili eserlerde geniş bir kapsamda işlenmiştir. Sürgün kararından üç yıl sonra 1927 yılında yapılan kanun düzenlemesiyle esas olarak “yurttaşlık” hakkından mahrumiyetin muğlaklığına dayalı hak taleplerinin ve tartışmaların önüne geçilmesi gerekçesiyle yüzelli kişilik listede yer alanlar vatandaşlıktan çıkarılmışlardır.9 

Sürgün ve vatandaşlıktan çıkarılma dönemi sonrasında listede yer alan yüzelli kişinin öykülerinin ayrı ayrı değerlendirilmesine gerek bulunduğu açıktır. 

Pek çok çalışmaya da içkin olduğu şekliyle bu konu geri planda bırakılan bir konudur. 

Her ne kadar yüzellilik kategorisini baskılı bir ihanet tasviri çerçevesinde sunan ifadelerle yüklü görünse de, Noyan ın lisansüstü tez çalışmasında belirttiği şekliyle “yüzellilikler listesine alınmış her kişinin birey olarak kendine göre bu süreç içerisinde yaşamış olduğu”10 olaylardan bahsetmek olanağı da 
bulunmakta dır. 
Bu bakımdan meselenin salt TBMM otoritesinin bakış açısına göre,   ihanet  kategorizasyonu çerçevesinde ele alınmayacağı bir anlatının zenginleştirilmesi ihtiyacı doğmaktadır. 

Nitekim, aynı anlatım tarzının belirli içsel tartışmalar ekseninde yürümekle birlikte yüzelli kişilik listede yer alanlardan hayatta kalanların yararlanabileceği nin düşünüldüğü ikinci bir af kanunuyla dolayısıyla Lozan Barış Antlaşması çerçevesinde düşünülen af kanunu kapsamı dışında bırakılan, yurtdışına sürgün edilen ve sürgün sürecini müteakiben ortaya çıkan yurttaşlık hakkından yararlanma konusundaki belirsizlikleri aşmak gerekçesine dayandırılan 
metindeki listede yer alan sürgün edilmiş ilgili kişilerin vatandaşlığa geri dönebilmelerine imkan sağlaması düşünülen af kanunu sırasında da konuşulduğu görülmektedir. 

Bu af kanunu Cumhuriyein ilanınından yaklaşık on beş sene sonra, “Heyet–i Mahsusa ve İstiklâl Mahkemeleri tarafından verilen kararları” da kapsayacak şekilde 29 Haziran 1938 tarihinde yasalaşmıştır.11 Bu kanunun yasalaşma sürecinde bürokratik yapı içerisinde af mevzusuna olumlu, ılımlı yaklaşanlarla olumsuz yaklaşanlar arasındaki tarz farklılıkları Hasan İzzettin Dinamo.nun eserinde kapsamlı şekilde işlenmiştir.12 Dinamo.nun eserinde de görüleceği üzere yüzellilikler konusundaki algının salt bir ihanet kategorizasyonu içerisinde görülmeyebileceği, değerlendirmenin konjonktüre göre anlam yükleneceği tarihsel olgunun bağlamla beraber anlam kazanması açısından açıklık kazanmaktadır. 

1930 lu yılların sonlarında kurumsallaşmış bir Cumhuriyet resmine, dış politikada önem kazanan Hatay Meselesi.nin çözümüne ilişkin bir kamuoyu desteği yaratmak üzere alt yapı sağlayabilecek ve beklenti içerisinde oldukları anlaşılan, Fransız manda rejimi içerisinde yer alan özerk Sancak.ta yoğunlaşmış Yüzellilik portrelere yönelik bir okuma algıda, belirli ölçüde de olsa, bir değişikliğin meydana geldiğini göstermektedir. Fakat bu noktada Antakya da yoğunlaşmanın yüzelliliklere yönelik af tartışmalarının gündeme gelmesiyle Hatay meselesi arasında açıklayıcılığı yüksek bir determinizm kurulması açısından yeterli gelemeyebileceği eklenebilir. Bu bakımdan sebepleri açıklamak yararlı olabilir. Bu konuda Erdeha.nın kitabında geçen küçük bir örnek hatırlanabilir. Cumhuriyet.in erken döneminde Gümülcine de konsolos ve sonra Dışişleri Bakanlığı.nda İstihbarat Genel Müdürü ve IX. Dönem Samsun milletvekili olarak görev yapan Firuz Kesim.den alıntılanan şu sözler dikkate 
değerdir: 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

YAKIN TARİHİN ACI BİR SAYFASI: 150’LİKLER

YAKIN TARİHİN ACI BİR SAYFASI: 150’LİKLER



Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 



Lozan’da umumi affı kabul eden Cumhuriyet hükümeti, Anadolu hareketine katılmayan 150 kişiyi bundan istisna ederek sürgüne gönderdi. Bu isimlerin tespitinden itibaren nice trajikomik hâdiseler yaşandı.16 Kasım 2015 Pazartesi


Fransız tarihinin iki figürü, dışişleri bakanı Talleyrand ve polis şefi Fouche, her devrin adamı tabirine yakışacak bir şekilde; krallık, ihtilâl, konsüllük, imparatorluk ve tekrar krallık devrinde vazife yapmışlardır. Ama herkes böyle değildir. Yeni kurulan her rejim, önceki devrin adamlarını acımasızca tasfiye eder.

  
  Çerkez Edhem ve avanesi iyi günlerinde

Bir kişi eksik
1919 Sivas Kongresi’nden sonra, Anadolu’da İstanbul’a paralel bir hükümet kurulmuş; 1920’de de parlamento, Ankara’da toplanmıştı. Anadolu’daki memurların kontrolü,  yavaş yavaş Ankara’ya geçti. Osmanlı hükümetinin gücü sadece İstanbul ve çevresine inhisar etti. Ankara’yı metbu tanımayan, vergi vermek ve askere gitmek istemeyenlerin isyanları sebebiyle, 1919-1923 arasında memlekette bir iç savaş manzarası hâkimdi. Aldığı sert tedbirler ve diplomatik ataklarla, Ankara hükümeti, muhaliflerine boyun eğdirmiştir.
Milletlerarası arenada Ankara’nın diplomatik olarak tanındığı Lozan’da, umumi affa, yani önceki devrin hâdise ve şahsiyetlerini rahat bırakacağına söz veren Türk heyeti, 150 kişinin istisnasını istedi; müttefikler de kabul etti. Daha evvel İstiklâl Mahkemeleri vasıtasıyla çok sayıda rejim aleyhtarı zaten sindirilmişti. Bunlar, yeni ele geçen İstanbul’un muhalifleriydi. Bunlardan sonra muhalefete cür’et eden gazeteci ve hocalar da 1925-1931 arası tedip edilecektir. 26/XII/1923 ve 16/IV/1924 tarihinde iki umumi af kanunu çıkarıldı.

 


Sevr Heyeti. Soldan Rıza Tevfik, Ferid Paşa, Hadi Paşa, Reşad Halis Paşa. Sağda Avni Paşa ve ailesi Beyrut'ta

Lozan’a bağlı umumi aftan istisna edilen 150 rakamı, öylece akla gelen bir sayıydı. Emniyetin bulduğu 600 ismi, dâhiliye vekâleti 300’e; bunu da kabine yarıya indirdi. Liste, mecliste gizli celsede usulen müzakere olundu. Bazı isimler, ‘8 okka etle gezse, peşine takılacak kedi bulunmaz’ gibi rasyonel gerekçelerle itiraz alırken; bazısı için, ‘Saraya girmiş olmak’ bile yetiyordu.  Hukuk profesörü mebus Yusuf Akçura, meselenin ehemmiyetine dikkat çekerek, listenin tesbitindeki kıstası sordu. Elle tutulur bir kıstas olmadığını öğrenince şaşırdı. İşi bu kadar ciddiye aldığını görenler, bıyık altından gülüyor; hatta açıkça alay ediyordu.
Bu arada dâhiliye vekili Ferid Bey, gazetelerde Ankara hareketine karşı olmakla suçlandı; listeye girmek korkusuyla istifa etti. Böylece ancak 149 isim bulunabildi. Kabineden gelen listenin aşağı-yukarı aynısıydı. Lozan’da gayrı ihtiyari 150 rakamı telaffuz edilmişti; sözden dönülemezdi. Son talihliyi de reisicumhur G. M. Kemal tesbit etti:  Köylü gazetesi sahibi Refet.
Böylece 150 kişi, 1 Haziran 1924 tarihli kararnâme ile sürgün edildi. Bunlar içinde gerçekten Ankara muhalifleri bulunduğu gibi, sayıyı doldurmak gayesiyle listeye alınanlar da vardır. Çoğu aldıkları terbiye icabı, meşru tanıdıkları idareye sadakatten başa günahı olmayan biçarelerdir. Sevr’i imzalayanlar sürülürken; Mondros’u imzalayan Rauf Orbay, Ankara’da itibarını sürdürmektedir. Listede bir tane bile gayrı müslim yoktur. Zira rivayet odur ki, İsmet İnönü, Lozan’da Venizelos’a bu hususta şifahi olarak söz vermişti.
Bu 150 kişiyi, Sultan Vahîdeddin’in maiyeti (8), bakanlar (6) Ankara hareketini bastırmak için kurulan Kuvva-i İnzibatiye mensubu askerler (7), Sevr’i imzalayan heyet (3), bürokrat ve subaylar (32), önceleri iç isyanların bastırılmasında Ankara’ya sadıkane hizmet edip, sonra İsmet İnönü’nün emri altına girmediği için asi ilan edilen Çerkes Edhem avanesi (27), polisler (13), gazeteciler (13) ve köylüler (41) teşkil ediyordu. Kanun çıktığında bunlardan 60 tanesi Türkiye’deydi.
Son devrin en büyük âlimlerinden Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, şair Rıza Tevfik, nesir edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük temsilcisi Refik Hâlid Karay, saray muhabiri gazeteci Refi Cevat Ulunay, gazeteci yaver Tarık Mümtaz Göztepe, gazeteci Mevlanzâde Rıfat, çeteci Çerkes Edhem ile istihbaratçı Kuşçubaşı Eşref listedeki meşhur isimlerdir. Sürgünlerin ekserisi ailesini bırakıp, Köstence’ye, Batı Trakya’ya, Irak’a, Mısır’a, Beyrut’a veya Fransa’ya gitti.

   

Soldan Mustafa Sabri Efendi Mısır'da. İskeçe'de yazdığı Yarın gazetesi. Sağda Refik Halid Bey.

Haysiyet meselesi

150’likler, servet sahibi bulunmadıkları ve memleketle haberleşmek de zor olduğu için sefalet içinde yaşadılar. Koskoca Osmanlı nâzırları, hocalar, paşalar, zâbitler, dilenci vaziyetine düştü. Sonraları Bulundukları ülkelerin, Ankara ile arasını bozmak istemeyen hükümetleri de kendilerine hüsnü kabul göstermekten kaçındılar.
M. Kemal Paşa’yı Anadolu’ya gönderen başyaver Avni Paşa ile Ömer Yâver Paşa Beyrut’ta; adliye nâzırı Ali Rüştü Bey, Bosna’da; İzmir’in işgali sırasında kolordu kumandanı Ali Nâdir Paşa Mısır’da sefalet içinde öldü. Sivas Kongresi’ni basmakla vazifeli Harput vâlisi Ali Galip Bey, Köstence’de celeplik yaparken öldü. Sonradan CHP’nin başvekili olan Şemseddin Yaltkaya’nın 150’lik kardeşi Miralay Refik de listedeydi, ölümü akıl hastanesinde oldu.  Rıza Tevfik, Amman’da müze müdürü idi. Refik Halid, Beyrut ve Haleb’de yazarlığa devam etti. ‘Gurbet Hikâyeleri’, bu devrin mahsulüdür.

Sürgünlerin 20’den fazlası Batı Trakya’da yerleşti. Bazısı muallimlik yaptı. Birkaçı gazete çıkararak siyasi ve dinî faaliyetlerini sürdürdü. Sabri Efendi, İskeçe’de çıkan Yarın gazetesinde yazı yazar; Ankara rejimini alabildiğince tenkit ederdi. Bunun üzerine 1927’de Venizelos ile Atatürk’ün anlaşması üzerine buradan da sınır dışı edildiler. M. Kemal’i Anadolu’ya gönderenlerden dâhiliye nâzırı Mehmed Ali Bey, Paris’te La Republique Enchaine (Zincirli Cumhuriyet) adında Ankara’yı tenkit eden bir gazete neşretmiş; rivayete göre cumhuriyetin ilanının her yıldönümünde Atatürk’e hakaret telgrafı çekmiştir.

Bazı sürgünler ise af ümidi ile Ankara’yı öven yazılar yazmayı ihmal etmedi. Türkiye’de lehte ve aleyhte hayli görüşler çıkmasına rağmen, Celal Bayar hükümetinin çıkardığı 29 Haziran 1938 sayılı kanunla 150’likler affedildi. Osmanlı hânedanının masum ferdleri, gurbet ellerde çürürken, bu karar şaşırtıcı oldu. Demek ki, bunlara nisbeten hânedan, yeni rejim için daha büyük bir tehlike olarak görülüyordu. İsmet İnönü ve ekibi, bu kanuna karşı çıktı ve müzakereye katılmadı. Kanuna göre affedilenler, hak etmiş olsa bile tekaüt maaşı alamayacak ve 8 sene memuriyete giremeyecekti.
Kanun çıktığında bunların yarısı hayattaydı. Bazısı döndü. Refik Halid, Refi Cevad bunlardandı. Mustafa Sabri gibi bazıları, vatanlarını bıraktıkları gibi göremeyecekleri gerekçesiyle dönmeyi reddetti. Amman’daki Çerkes Edhem de dönmedi. Miralay Sadık, dönüşünden iki saat sonra hastalanıp vefat etti. Eyüp’teki Kaşgari Câmii’nin Fazlı Molla adında yaşlı bir müezzini vardı. Memlekete dönen 150likleri karşılamak üzere limana gittiğini anlattıktan sonra, ‘Bu benim için bir vicdan borcudur. Ama aslına bakarsan hiç haysiyetleri yokmuş. Ben olsam dönmezdim” demişti.


  

Solda Emniyet'in 150'likler albümü. sağda 30 Haziran 1938 Son Posta gazetesi.

Sefaletin kucağına

Saltanatın kaldırılmasını müteakip, hânedana mensup şehzâde ve damatlardan, subay olanlar hiçbir gerekçe gösterilmeksizin ve tekaüt hakkı verilmeksizin askerlikten atıldı. Ardından Ankara hareketine iştirak etmeyen memurlar hakkında 26 Mayıs 1926’da bir de kanun çıkarıldı. İsmet İnönü hükümetinin hoşuna gitmeyen, mizaçlarına uygun olmayan ve aykırı harekette bulunmaları mümkün görülen bazı vatandaşları yıkmak için hazırlanmış şiddetli bir projeydi. Bunun karar mercii, heyet-i mahsus idi. Memurun ‘cevaz-ı istihdamı’ veya ‘men-i istihdamı’na burası karar veriyordu.

Böylece sudan sebeplerle ve şunun bunun ihbarı ve güya şahitlikleriyle nice memurlar, zâbitler işten atıldı. Çoğu, tekaüt hakkı bile almamıştı. Öte yandan kimse korkudan bunlara iş vermiyordu. Böylece hemen hepsi sefaletin kucağına itildi. Benzeri bir darbeyi de otonom olması beklenen Dârülfünûn (İstanbul Üniversitesi) yedi. İnkılâpların beklendiği gibi propagandasını yapmadığı için, bazıları dünya çapında çok sayıda kıymetli ilim adamı, üniversite hocası işten atıldı. Yerlerine, Nazilerden kaçan Yahudilerle, çoğu ihtisas ve tahsiline bile bakılmayan partililer getirildi.


****

Adil Olmayan Kurallarla Yargı., Adalet Sağlayamaz.

Adil Olmayan Kurallarla Yargı., Adalet Sağlayamaz.


Mehmet Gün.,
8 Haziran 2018.,



‘…Toplum adaletin tesisinde anahtar rolde ve tam yetkili olarak gördüğü, bu yönde tek başına sorumlu tuttuğu yargının hem kuralları iyi uygulamasını hem de adaletsizlikleri gidermesini beklemektedir…’

Anayasa ve diğer kuralların adil olması, tek başına adaletin tesisi için yeterli değildir. Toplumda, üzerinde anlaşmaya varılmış adil kuralların ilgilendirdiği her durum ve olayda gerekli olduğunda uygulanacağına dair güven oluşturulması gerekir. Bu güveni, bağımsız, tarafsız, etkin olarak çalışan ve böyle olduğuna kamuoyunca da güven duyulan bir yargı sistemi kazandırabilir. Dolayısıyla yargı, adil kuralların iyi ve adil uygulanmasını sağlayarak adaletin gerçekleşmesine önemli bir katkıda bulunabilir. Ancak, kurallar adil değilse, bunların iyi uygulanması adalet değil adaletsizlik ortaya çıkarır.

Görevi kuralları uygulamak olan yargı, bu işlevini nasıl gösterdiğine bağlı olarak adalet de adaletsizlik de üretebilir. Zira adil kuralların adaletsizce uygulanması da, tıpkı adaletsiz kuralların aynen uygulanmasında olduğu gibi, adalet değil adaletsizlik üretir. Dolayısı ile yargı, tek başına adaleti sağlayamamakla beraber, adaletin tesisinde kuralların uygulayıcısı olarak çok önemli ve belirleyici bir rol oynar.

Kuralların oluşturulmasında özensizlik, dikkatsizlik ve yorum hataları bile büyük adaletsizliklere neden olabilir. İçtihat yolu bunun için vardır. Adil olmayan veya yanlış yorumlanan kuralların adaletsizlik ortaya çıkarması iyi içtihatlarla önlenebilir. Yargıya içtihat çıkarma yetkisi bu nedenle verilir. İçtihatların etkisinin sınırlanması, geniş tutulması ya da uyulmasının serbest veya zorunlu olması gibi tercihler yapılırken kuralların gücü, yargının yetkinliği, adalet ihtiyacı ve inancı gibi temel unsurları dikkate almak gerekir. Türkiye’de içtihatların adaleti sağlayamadığı kabul edilmelidir. Çünkü yargı içtihatlarının çok azına uyulması kanunen zorunlu olup geriye kalan büyük çoğunluğu tavsiye niteliğindedir.

Anayasa da dâhil olmak üzere kanun, tüzük ve yönetmelik gibi tüm düzenleyici işlemlerin oluşturulmasında gittikçe büyüyen bir sorunla karşı karşıyayız. Torba yasalarla, onlarca kanunun yüzlerce kuralı yeterince tartışılmadan, çok kısa bir süre içinde değiştirilirken toplumun mutabakatı aranmamakta; toplum çoğu zaman değişikliklerden haberdar bile olmamaktadır. Çoğunlukla da oluşturulan kurallardaki külfet dengesinde ibre, topluma hizmet üretmesi gereken kamu kurum ve görevlilerinin lehine vatandaşın aleyhine dönmektedir.

Hal böyle iken toplum, adaletin tesisinde anahtar rolde ve tam yetkili olarak gördüğü, bu yönde tek başına sorumlu tuttuğu yargının hem kuralları iyi uygulamasını hem de adaletsizlikleri gidermesini beklemektedir. Adil olmayan yasalarla adalet sağlamasını beklemek, yargıya “yasayı uygulamayın” demekle eşdeğerdir. Çoğu olayda Türkiye’nin gerçeği olan bu durum adalet inancını zedeleyen dilemalardan birisidir.



https://www.mehmetgun.com/adil-olmayan-kurallarla-yargi-adalet-saglayamaz/

***

PAVYON TARAF.,

PAVYON TARAF.,

                      ‘PAVYON’ TARAF VE ORDU

İngiltere’de üniversite öğrencilik yıllarımdan biliyorum. İngiliz Komünist Partisi’nin günlük gazetesi ‘Morning Star’ fabrika önlerinde ve üniversitelerde bedava dağıtılırdı.
Bu gazete, diğer İngiliz gazetelerine hiç benzemezdi. Morning Star, baştan sona sadece komünizm propagandası yapan bir gazeteydi. 
İngiltere’nin ve dünyanın o günkü önemli sorunları bu gazetede ele alınmaz, irdelenmezdi. 
Morning Star’ın tüm yazarları, her Allah’ın günü hemen hemen aynı şeyleri yazar, aynı sloganları tekrarlayıp dururlardı.
Propagandada temel ilke, aynı sloganları sürekli tekrarlamaktır.
Sözünü ettiğim dönemde İngiliz Komünist Partisi’nin yirmi bin kayıtlı üyesi olduğu söylenir, ancak genel seçimlerde en çok on beş bin oy alınca da 
medyada alay konusu olurlardı. İşte Morning Star, böyle bir partinin propaganda aracıydı.

Şimdi ben durup dururken size, niçin Morning Star’ı anlatıyorum?
İki yıla yakındır yayımlanmakta olan günlük Taraf gazetesi, bana Morning Star’ı anımsatıyor da ondan.
Gazetenin kurucusu, Genel Yayın Yönetmeni ve köşe yazarı Ahmet Altan, bir süre önce kendi gazetesini ‘Pavyon’ olarak niteledi. 
Yazarlarından Oya Baydar gazeteden ayrılınca, ona kızıp, ‘Pavyon’un Namuslu Kadını’ diyerek tepki gösterdi.1 
 1 “Pavyondaki Namuslu Kadın”, Hürriyet, 12.05.2009
Namuslu kadınların terk ettiği ‘Pavyon’ Taraf gazetesi, tıpkı kırk yıl önceki İngiliz komünist gazete Morning Star gibi, bir propaganda gazetesidir.
Ve bu gazetenin yazarları, başta Ahmet Altan olmak üzere, propaganda yapmakla ‘görevlidirler’.

Peki, ‘Pavyon’ Taraf, neyin propagandasını yapmakla görevlendirilmiştir?
Bu soruya cevap vermek için, Ahmet Altan’dan başlayalım.
Ahmet Altan’ın 12 Haziran–29 Ekim 2009 tarihleri arasında, yani dört aydan fazladır yazmış olduğu köşe yazılarının hepsini dikkatle okudum, her yazısında 
geçen ‘ordu’ sözcüğünü saydım, Türk ordusunu aşağılayan cümlelerinin altını çizdim. 

İşte sonuçlar: 



12 Haziran 2009 
Ahmet Altan köşe yazısında 16 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrar etmiş ve şunları söylemiş:
“…bu ordu bu ülkeye rahat vermeyecek.”
“…ordunun suç işleme özgürlüğü yoktur.”
“Ergenekon örgütünün bir parçası ordunun içine uzanıyor.”

18 Haziran 2009
13 kez ‘ordu’ sözcüğünü tekrarladığı yazısında Ahmet Altan şu ifadeleri kullanmış:
“Ordu, sivilleri kenara iterek şaibeden kurtulamaz.”
“…çok uzun yıllar ordu, denetim dışı kaldı…”

23 Haziran 2009  
Yazıda ‘ordu’ sözcüğü 6 kere tekrarlanıyor ve şu ifadeler yer alıyor:
“Askerî yargı denilen ucubeyi, ‘cumhuriyeti koruyup kollama’ denilen tuhaflığı…”
“Başbakan Erdoğan, orduya karşı en dik duran yönetici…”

25 Haziran 2009 
Yazıda ‘ordu’ sözcüğü 11 kere tekrarlanıyor ve Ahmet Altan şunları diyor:
“Türkiye’de ordu, çok hukuksuz işler yaptı.”
“Ordu, kendisinin hukuk dışı bir güç olduğuna inandı.”

26 Haziran 2009  
Yazıda ‘ordu’ sözcüğü 9 kere tekrarlanıyor ve şu ifadeler yer alıyor:
“Bu ülke, ‘iyi bir paşa’ değil, ‘iyi bir ordu’ istiyor artık.”
“Mafyayla ilişkisi olduğu saptanan albayı generalliğe terfi…”

27 Haziran 2009
Ahmet Altan yazısında ‘ordu’ sözcüğünü 9 kere tekrarlamış ve şunları söylemiş:
“ …ordu içinde bir cunta ortaya çıktı.”
“Kimsenin Genelkurmay Başkanı’ndan korkmaya niyeti yok.”
“…ordu kendi halkına karşı psikolojik savaş yürütüyor.” 

12 Temmuz 2009 
Ahmet Altan köşe yazısında tam 19 kere ‘ordu’ demiş. Bir köşe yazısında aynı sözcük 19 kere tekrarlanır mı diye sormayınız, sabrediniz, onun iki katına da 
tanık olacaksınız! Bu yazısında Ahmet Altan fetva veriyor:
“Toplumun gelişebilmesi ancak ordunun baskısından kurtulmasıyla mümkündür.”

13 Temmuz 2009 
9 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrarlayan Ahmet Altan, emir veriyor:
“Ordu kışlasına çekilecektir.”

27 Ağustos 2009 
Yazısında 20 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrarlayan Ahmet Atan, propagandayı sürdürüyor:
“Bizim ordunun doğru söylememek gibi bir alışkanlığı var.”
“Türkiye ordusunu düzeltmek zorunda.”
“…bizimki gibi bir ordu kalmadı gelişmiş ülkelerde.”

29 Ağustos 2009 
Ahmet Altan bu köşe yazısında ‘ordu’ sözcüğünü tam 38 kere tekrarlamış!
Gelişmiş ülkelerin gelişmiş gazetelerinde böyle bir yazıya da, böyle bir yazara da yer vermezler! Ama unutmayın, Taraf gazetesi sıradan bir gazete değil, 
Ahmet Altan da sıradan bir gazeteci!
Bakın neler söylüyor.
“Eğer Türk ordusu ‘ulus devlet’in savunucusu olmak istiyorsa yapabileceği tek şey ‘ayaklanmaktır’; çünkü Türkiye’nin resmi politikası ‘ulus-devletten’ 
çıkıp ‘ulus ötesi’ bir örgütleme olan Avrupa Birliği’ne girmektir.
Hem Avrupa Birliği’ne üye olup hem ulus-devleti nasıl savunacaksınız?
Eğer Avrupa üyesi olursak Avrupa’nın parasını, anayasasını, bayrağını kullanacağız.
Başka ülkelerle ortak parası, ortak anayasası, ortak bayrağı olan ulus-devlet olur mu?
Eee, ordu Avrupa Birliği’ne karşı mı?
Karşıysa ordunun dediğini mi yapacağız, halkın iradesiyle seçilen parlamentosunun dediğini mi?”

2 Eylül 2009
10 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrarladığı yazısında Ahmet Altan şunları söylüyor:
“Ordu bağımsız olmaz, olamaz.”
“…bu ülkenin ordusu, devletten ve devleti yöneten hükümetten bağımsızlığını ilan etmiş…”

27 Ekim 2009 
16 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrarladığı yazısında Ahmet Altan propagandasını sürdürüyor:
“Bizim ordu disiplinden kopmuş.”
“Bizim ordunun her yanından hukuksuzluk fışkırıyor.”

28 Ekim 2009 
Ahmet Altan köşe yazısında 14 kere ‘ordu’ sözcüğünü kullanıyor ve propagandanın şiddetini artırıyor:
“ordu suçüstü yakalandı.”
“…halk, generallerin saygısız ve aldırmaz tavırlarından bıktı.”
“kendi halkını fişleyen, korkutan, sürekli darbe planları yapan, siyasetçileri tehdit eden bir ordu.”
29 Ekim 2009 
10 kere ‘ordu’ sözcüğünü kullandığı yazısında Ahmet Altan, üniter devlet yapısının korunmasında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görev ve yetkisi olmadığını 
buyuruyor:
“Darbeciliğin hesabını vermek yerine biz ‘üniter devletin teminatıyız’ demek de nereden çıktı?”
 “Devletin idari yapısının nasıl olacağına Parlamento karar verir. Uygun görüyorsa ‘üniter’ bir yapı sürdürür, uygun görürse federasyona geçer.”
“Gücünüz, kendi halkınızla çatışmaya yetmez…”

Eğer Ahmet Altan ezelden beri orduya ve darbelere karşı koyan bir tutum izlemiş olsaydı, bu tavrını beğenmesek de, görüşünde tutarlı olduğu için 
bugün kendisinin ‘görevlendirilmiş’ bir propagandacı olduğunu söyleyemezdik.
Oysa Ahmet Altan, geçmişte ordu karşıtı da değildi, darbe karşıtı da!
İşte bugün onun ‘görevlendirilmiş’ ordu karşıtı bir propagandacı olduğunun en yalın kanıtı budur.
Açıklıyorum.
12 Eylül 1980 darbesi sırasında Ahmet Altan, 30 yaşındaydı.
30 yaşında, aklı başında Ahmet Altan, 12 Eylül faşist darbesinden yanaydı!
Ahmet Altan, faşist darbeye karşı direnen Şener Yazar ve Özbil Aras gibi 18–20 yaşlarındaki gençleri ‘seksomanyak’ ilan etmişti.2  
Ahmet Altan kalemini, 12 Eylül’e yaranmak için kullanıyordu.
2  Tayfun Er, “Yalıdakiler”, Destek Yayınları, Ankara, Eylül 2009, sf. 81

Tunceli’nin Hozat ilçesi, Taşıtlı köyünde 1958 yılında doğan Hıdır Aslan, Devrimci Yol üyesi olduğu için 12 Eylül 1980 tarihinde tutuklanır. 
12 Eylül mahkemelerinde yargılanır, 4 yıl hapis yattıktan sonra idama mahkûm edilir. Bu karar, TBMM’de Turgut Özal’ın emriyle ve ANAP’lı milletvekillerinin 
oylarıyla onaylanır. 
Hiçbir şekilde adam öldürmediği ve öldürmeyle sonuçlanan bir olaya katılmadığı gerçeği yalnız mahkeme dosyalarına değil, TBMM’nin tutanaklarına da 
geçen Hıdır Aslan, sadece siyasi nedenlerle, 24 Ekim 1984 tarihinde asılır. 
Bu idamın hemen ertesinde, tüm Altan sülalesi, Çetin Altan, Ahmet Altan, Mehmet Altan, dönemin başbakanı Turgut Özal’a, “yaşa, varol” diyerek 
övgüler yağdırır.
Şimdi söyler misiniz, 12 Eylül 1980 faşist darbesini alkışlayan, faşist generallere övgüler dizen, 12 Eylül darbesine karşı çıkıp direnen gençlere 
‘seksomanyak’ sıfatını takan, hiç kimseyi öldürmediği ve öldürmeyle sonuçlanan bir olaya katılmadığı resmen saptanan 26 yaşındaki Hıdır Aslan’ın 
idamından sonra, sorumlu generalleri ve devrin başbakanını sevinç çığlıkları atarak alkışlayan Ahmet Altan’ın, bugün ordu ve darbe karşıtlığı yapmasının 
nedeni, böyle ‘görevlendirilmiş’ olması değildir de ya nedir?

30 yaşında, aklı başındayken faşist darbeyi öven, alkışlayan Ahmet Altan için  12 Eylül 1980 tarihi, yaşamında bir dönüm noktası olmuştur. 
O tarihten sonra Ahmet Altan paraya, şöhrete ve üne kavuşmuştur.
Ahmet Altan’ın velinimeti, 12 Eylül’dür!3 
3  A.g.e.

30 yaşında, 12 Eylül faşist darbeyi alkışlayarak, överek paraya, şöhrete ve üne kavuşan Ahmet Altan, bugün 59 yaşında, orduya karşı yalana dayalı bir 
propaganda yürütmekte, darbelere karşıymış gibi yaparak demokrat rolü oynamaktadır..
Dün kendisine, 12 Eylül faşist darbeden yana olma ‘görevi’ verilmişti.
Bugün de orduya karşı propaganda yürütme ‘görevi’ verilmiştir.
Dün, 12 Eylül’ü övme ‘görevini’ başarıyla yerine getirme karşılığı olarak Ahmet Altan; paraya, şöhrete ve üne kavuşturulmuştur.                                                                                   
Bakalım, bugün de orduya karşı propaganda yürütme ‘görevi’ nedeniyle Ahmet Altan nasıl ödüllendirilecek? 
Tabii, eğer bu ‘görev’ başarıyla sonuçlanırsa!

‘Pavyon’ Taraf gazetesinin orduya saldırmakla ‘görevlendirilmiş’ köşe yazarlarından biri de, Rasim Ozan Kütahyalı.
‘Pavyon’un bu ‘görevli’ çığırtkanı, 28.10.2009 tarihli yazısında şöyle diyor:
“27 Mayıs’ta alçak bir darbe ile indirilen Başbakan Menderes asılırken…”
‘Pavyon’un bu çaylak ‘görevlisi’, 27 Mayıs 1960 ihtilâlını, ‘alçak bir darbe’ olarak niteliyor.
Neden mi bu ‘görevli’ yazara çaylak diyorum?
Bu ‘görevli’ yazarın gazetedeki patronu kim? Ahmet Altan.
Peki, Ahmet Altan’ın babası kim? Çetin Altan.
Bugün, oğlu Ahmet Altan gibi, orduyu karalama propagandası yürüten, darbelere karşı olduğunu vurgulayan Çetin Altan’ın, 27 Mayıs 1960 ihtilalını 
övenlerin başında geldiğini ‘Pavyon’ ‘görevlisi’ Rasim Ozan Kütahyalı bilmiyor, yani acemi çaylak!  

Çetin Altan, 27 Mayıs’ı, “Yaşasın Türk milleti, yaşasın Türk ordusu” diye biten Milliyet’teki yazısında aynen şöyle selamlamıştı: 4
4  A.g.e.

“Bütün Türk vatanperverleri bu muazzam ve şanlı günün sevinci ve heyecanı içindedirler. Çürümüş, sufli politika tertiplerinin şahsi ihtiraslarla Türkiye’yi 
en tehlikeli badirelere, kardeş kavgalarına sürüklemekte olduğu bir sırada, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin medeni bir şekilde devlet idaresine el koymaları ve 
memleketi karanlık bir akıbetten kurtarmaları milletimize hür ve İnsan Hakları’na uygun yeni ufuklar açmaktadır… 
Atatürk inkılâplarına bağlı olarak demokratik bir memlekette Türklüğün şerefine yakışan bir nizamın temelleri atılmaktadır.”

Öyleleri vardır ki, yüzlerine tükürseniz, ‘Oh ne güzel, Nisan yağmuru’ derler!
Yukarıdaki yazısından hemen bir gün sonra, Ahmet Altan’ın babası Çetin Altan şöyle yazıyordu:
“Bize bu güzel günleri taddıran ve bir milletin haysiyetine konmaya çalışan tozları bir üfleyişle temizleyiveren Türk Silahlı Kuvvetleri sağ olsunlar. 
Kardeşkanı dökülmeden yapılan bu hareketin aynı vakar içinde gerçek demokrasinin temellerini atmasını bekliyor, seviniyor, övünüyor, övünüyor, seviniyoruz.”

Yukarıda yazmış olduklarımı okuyup; Ahmet Altan’a, Çetin Altan’a ve Rasim Ozan Kütahyalı’ya sakın ola, ‘namussuz, şerefsiz, onursuz, ahlâksız, 
uşak, satılmış!’ demeye kalkışmayınız. 
Böyle demeniz hem yersiz hem de yanlış olur, asıl fotoğrafı görmenizi engeller.
Bu kişiler, sadece ve sadece ‘görevli’ kişilerdir.
Onların görevli kişiler olduğunu bilelim ve duyuralım, şimdilik yeter.
Kemalist devrimciler hükümet olduklarında, bu görevlilerin ne sesi ne de nefesi çıkacaktır. Çoğu sus pus olup kuyruklarını kıvırıp oturacak, bazıları da 
herkesten önce devrimcileri övme yarışına başlayacaktır.
Böyle olacağını Kurtuluş Tarihimizden bir örnek vererek gösterelim.
Kemalist devrimcilere karşı çıkanların başında gelen mandacı yazar Ali Kemal, 25 Nisan 1920 tarihinde şöyle yazar:
“İdam, idam, idam! Mustafa Kemal cezasını bulacak!”
Kemalist devrimciler savaşı kazanır, 9 Eylül 1922 tarihinde Türk ordusu İzmir’e girer. Hemen ertesi günü, Ali Kemal şöyle yazar:
“Gayeler bir idi ve birdir.”

“Gayeler bir idi ve birdir.”


Yılmaz Dikbaş
29 Ekim 2009 
dikbas@kalinka.com.tr
www.kalinka.com.tr  


***

YARGI HİZMETLERİNDE KALİTE. BÖLÜM 2

YARGI HİZMETLERİNDE KALİTE. BÖLÜM 2


3. Yargılama, Maddi Gerçeği Tam Olarak Ortaya Çıkarmalı ve Tamamen Gerçeklere Dayanmalıdır 

Yargılamanın gerçeklere dayanması ve yargı tarafından verilen kararın gerçek duruma uygun olması yargı işlevinin ve adaleti gerçekleştirebilmenin 
birinci şartıdır. 
Yargı önüne getirilen her olayda, yargısal konularda alınacak her kararda ve yapılacak her işlemde maddi gerçeğin hukuksal güvence ve usullere tabi olarak 
tam, doğru ve çarpıtılmamış olarak ortaya konulması sağlanmalı ve yargısal kararlar, maddi gerçeklere dayandıkları açıkça anlaşılacak şekilde 
gerekçelendirilmeli dir. 
Maddi gerçeğin tam ve doğru olarak ortaya çıkarılmasından sadece yargıçlar veya bir taraf değil, yargılamaya dâhil olan herkes her derecede sorumlu 
olmalıdır. Maddi gerçeğin tam ve doğru olarak ortaya çıkarılması en başta dürüstlük ilkesinin bütün taraflara getirdiği bir zorunluluktur. 
Bu ilkeye uyumun sağlanması diğer ilkelerin, örneğin hesap verebilirlik ilkesinin yerine getirildiğinin görülebilmesini de sağlayacaktır. 

Yargılamanın gerçeklere dayandırılması ve yargısal kararların uyuşmazlık konusu maddi gerçeklere uygunluğunun sağlanabilmesi için, en azından aşağıdaki 
hususların yerine getirilmesi zorunludur: 

a) Uyuşmazlığın taraflarının, savcılar ve avukatlarla sair kamu görevlilerinin yargıya başvurularında maddi gerçeği tam, doğru, eksiksiz ve samimi olarak 
açıklamaları sağlanmalıdır. 
b) Mahkemelere, tarafların maddi vakalar hakkındaki beyanlarının doğru olduğundan ve uyuşmazlıkla ilgili maddi gerçeklerin tam, doğru ve samimi olarak açıklanmış ve ortaya çıkarılmış olduğundan emin olma görevi ve bunu sağlayacak yetki verilmelidir. 
c) Tarafların uyuşmazlıkla ilgili olarak yaptıkları açıklamaların tam, doğru, eksiksiz ve samimi olduğunu ve çarpıtılmadığını denetleyen mekanizmalar 
oluşturulmalı, en azından diğer tarafın sorularını yanıtlamaları ve işaret edilecek eksiklikleri gidermeleri sağlanmalıdır. 
d) Mahkemelere yapılacak açıklamaların gerçeğe aykırı olmamasını sağlayacak tedbirler alınmalı, buna rağmen yapılacak gerçeğe aykırı beyanlar caydırıcı 
yaptırımlara bağlanmalıdır. 
e) Uyuşmazlıkla ilgili olarak tarafların, resmi veya özel üçüncü kişilerin elinde veya kontrolünde bulunan her türlü delilin, tam ve eksiksiz olarak ifşa ve 
ibraz edilmesi, ifşa veya ibraz edilmediği takdirde yargı unsurları vasıtasıyla zorla ele geçirilmesi sağlanmalıdır. 
f) Bütün delil ve belgelerin tarafların ve mahkemenin erişimine açık olması sağlanmalı, ancak suistimallere izin verilmemeli, aleni yargılamada 
alenileşmemiş kişisel veriler ve ticari sırların korunması için etkin tedbirler alınmalıdır. 

4. Adalet Mutlaka Gerçekleştirilmelidir 

Sistem herkes için adaleti mutlaka ve hukuka uygun olarak gerçekleştirmeli, hiçbir sebeple bu ülküden ödün verilmemelidir. 
Sistem, idari soruşturma, ön izinler, müfettiş raporları gibi idari makamların işlem ve izinlerine ihtiyaç duymadan, bağımsız olarak tek başına, kendiliğinden   harekete geçip işlevini göstererek adaleti gerçekleştirmelidir. 
Yargının işlevini kendiliğinden ve bağımsız olarak göstermesini kısıtlayan soruşturma ve kovuşturma izin süreçleri idari makamlarca değil, yargı mercileri 
tarafından yürütülmeli ve karara bağlanmalı; kamu görevlilerine tanınan dokunulmazlık düzenlemeleri kamu görevlilerinin işlevleri ile sınırlandırılmalıdır. 

Adalete erişim hakkının kullanılmasının tabi olduğu usul kuralları, hak arama ve hukuki dinlenilme hakkını kolaylaştırıcı olmalı, hakkın kullanılmasına engel 
olmamalı, zorlaştırmamalıdır. 
Yargı kararları, başta idari kurum ve organlar olmak üzere, mutlaka ve eksiksiz olarak yerine getirilmeli, hiçbir sebep yargı kararlarının yerine getirilmemesine mazeret olarak gösterilmemelidir. 
Yargı önüne gelen uyuşmazlıklar zaman aşımı ve hak düşümü gibi sürelerin dolmasından çok önce sonuçlandırılmalı, zaman aşımı veya hak düşümü 
nedeniyle verilen kararlar adaletin gerçekleşmediği duygusuna neden olmamalıdır. 
Adaletin gerçekleştirilmesi ile yetinilmemeli, her olayda gerçekleşeceğinin topluma gösterilebilmesi için her türlü yargı kararlarının toplumda görülebilmesi 
sağlanmalı, bu amaçla, tüm yargı kararları yayınlanmalıdır. 
Adaletin gerçekleştirilmesi için aşağıdaki hususlara dikkat edilmelidir: 

a) Sistem mutlaka adaleti gerçekleştirmeli ve taraflar arasındaki uyuşmazlığı gidermeli, aralarındaki işbirliğini yeniden tesis edip güçlendirilmelidir. 
b) Buna mahkemelerin uygulama, işlem ve kararlarının doğru, adil ve isabetli olmalarının yanında, verilen kararların icra edilebilirliği ve adaletin hiç bir 
eksiklik olmadan ve zarar görmeden gerçekleştirilmesi de dahildir. 
c) Adalet hizmetlerine, yargının iç örgütlenmesi ve işleyişinden bağımsız olarak her zaman ulaşılabilmesi, haksızlığa uğrayan herkesin hakkını arayabilmesi 
sağlanmalıdır. 
d) Davanın kazanılıp, dava konusu hakkın (müddeabihin) süreç içerisinde kaybedilmesine izin verilmemelidir. 
e) Etkin ön ve koruyucu tedbirlerle davanın sonucunda verilecek hükmün mutlaka icra edilmesi güvence altına alınmalıdır. 
f) Mahkemenin vereceği kararın mutlaka yerine geleceği, icra edilebileceği bir ortam sağlanmalı; idari kurum ve organlar yargı kararlarını mutlaka 
ve gecikmesiz olarak aynen yerine getirmelidir. 
g) Yargılama süreçlerinin neden olacağı kayıplar, mutlaka tam olarak telafi edilmesi, yargılamada katlanılan her türlü gider ve maliyetlerin (emek vs.) tam 
ve adil olarak giderilmesi sağlanmalıdır. 
h) Yargısal süreçlerin diğer tarafa zarar vermek için kullanılması önlenmeli, adalete erişme hakkının suistimalinin önlenmesini sağlayacak etkin yaptırımları  olmalıdır. 

5. Çekişmeli Yargılamada Silahların Eşitliği İlkesi Sağlanmalıdır., 

Sistem, " Silahların eşitliği " ilkesi tam olarak uygulanmak suretiyle, en güçlü ile en güçsüzün adil ve eşit olarak muamele görmesini ve herkesin hakkını arayabilmesi ni temin etmelidir. Bir başka deyişle yargılamalarda silahların eşitliğinin sağlanması için en azından aşağıdakilerin gerçekleşmiş olması zorunludur. 

Sistem, kendisi ile sistemi kullananlar arasında yargılama faaliyeti sırasında çıkabilecek uyuşmazlıklar ve şikâyetleri halletmeli ve bunu yaparken 
dahi adaleti temin etmelidir. 

a) Yargılama sürecinde, iddia ve savunma arasında silahlaryn eşitliği ilkesi tam olarak hayata geçirilmelidir. Yargıç, iddia ve savunma makamları arasında özellikle delillerin toplanması ve tartışılması safhalarında taraflara eşit mesafede olmalı, birinin diğerine üstünlük sağlayacağı uygulamalardan kaçınmalıdır. 
b) Tüm yargı unsurları aynı etik kurallara ve hesap verilebilirliğe tabi olmalı; özel istisna gerektiren durumlar hariç, aynı yetki ve sorumluluklara sahip bulunmalı dır. 
c) Taraflar, yargılama ile ilgili her türlü karar, delil, bilgi ve belgelere herhangi bir kısıtlamaya, diğer tarafın ya da yargı unsurlarının karar ve uygulamalarına 
tabi olmaksızın erişebilmelidir. 
d) Taraflar bütün delilleri duruşmada tartışma imkânına sahip olmalıdır. 
e) Yargı sistemini kullanırken tarafların birbirlerine, sisteme ve sistemin unsurlarına karşı eşit güce sahip olmaları sağlanmalıdır. 
f) Sistemin, taraflar arasındaki ve aynı zamanda sistem ile taraflar arasındaki ilişkilerde adil ve eşit olarak muamele etmesi sağlanmalıdır. 
g) Sistemin karşısında en güçlü ile en güçsüzün adil ve eşit olarak muamele görmesi sağlanmalıdır. 

6. Yargısal Hizmetlerin Maliyeti Makul Olmalıdır 

Sistemde yargı hizmetlerine ihtiyaç duyulan her konuda ilgilinin hakkını kolayca arayabileceği makul ve uygun süreçler ve usuller bulunmalı ve bunlar makul ve en ekonomik maliyetlerle kullanılabilir olmalıdır. 
Toplumun ekonomik ve sosyal olarak güçsüz ve dezavantajlı kesimlerinin yargı hizmetlerine erişiminde hukuki yardım sigortası, adli yardım ve benzeri özel önlemler alınmalı ve etkin bir şekilde uygulanmalıdır. 
Yargılama giderlerinin sistemi kullananların katlandıkları gerçek giderleri tazmin edecek şekilde alınması, tazmin edilmesi sağlanmalıdır. 
Makul maliyet ve ekonomik olmaktan en azından aşağıdakiler anlaşılmalıdır: 

a) Sistemde yargı hizmetlerine ihtiyaç duyulan her konuda ilgilinin hakkını kolayca arayabileceği makul ve uygun süreçler ve usuller bulunmalı ve bunlar 
makul ve en ekonomik maliyetlere katlanılarak kullanılabilir olmalıdır. 
b) Mahkemeler dışındaki yargısal hizmetler (avukatlık ve benzeri hizmetler) rekabete açık bir piyasada ortaya çıkacak makul bedellerle ve şartlarda 
alınabilmelidir. 
c) Yargısal hizmetlerde asgari hizmet standartları oluşturulması ve hizmetin en az bu standartlarda verilmesi sağlanmalı, asgari standardın sağlanması 
için kabul edilecek asgari hizmet ücret seviyeleri ve şekilleri hizmet standartları ile orantılı olmalıdır. 
d) Hukuki korunma sigortası gibi uygulamalarla ilgililerin yargısal işler için ihtiyaç duyacağı giderleri güvence altına alan uygulamalar geliştirilmeli, 
gücü yetmeyenler için öngörülen adli yardım gibi uygulamalar geliştirilerek ihtiyacı olan herkesin yargıya başvurabilmesi ve hakkını arayabilmesi 
ekonomik olarak da kolay ve mümkün hale getirilmelidir. 
e) Toplumun ihtiyacına cevap verecek sayıda avukat ve yardımcı hizmetler sağlayıcıları olmalı, yargısal hizmetlerin standartları işin önemine göre 
yükseltilmeli, yeknesak uygulama sağlanarak standartlarda farklılıklar olması önlenmeli, asgari ücretler yüksek hizmet standartlarını sağlayacak 
şekilde ve orantılı olmalıdır. 
f) Yargı hizmetleri için öngörülen dava harç, yolluk ve sair yargısal giderlerin miktarı ve ödeme şekilleri bireylerin adalete erişim ve hak arama hürriyetlerini zorlaştırmamalı ve kısıtlamamalıdır. 
g) Harç ve benzeri yargısal giderlerin yargıdan bu iş için ayrılan kaynaklara ve verilen hizmete orantılı olması sağlanmalı, devlet, yargıya intikal eden 
uyuşmazlıkların konusundan pay almamalıdır. 
h) Bilirkişi ve benzeri hizmetler lüzumsuz yere alınmamalıdır. Bilirkişilerin yardımı zorunlu görülür ise, bu tür hizmetler piyasa şartlarına uygun bedelle 
alınmalı; ödenecek ücretin karşılığında iyi hizmet alınması sağlanmalıdır. 
i) Uyuşmazlığı çıkaran ve yargıya götürülmesine neden olanların yargılama giderlerini gerçekçi ve adil bir şekilde tazmin etmeleri sağlanmalıdır. 
j) Tek bir uyuşmazlığın farklı hukuk disiplinlerini ve uzmanlık alanlarını ilgilendirmesi halinde uyuşmazlıkla ilgili tüm hususların bir seferde, tek bir yargı 
merciinde çözülmesi sağlanmalıdır (örneğin gümrük ihtilaflarında hem idare, hem vergi hem de ceza mahkemesinde dava açılması ve savunulması 
durumuna neden olunmaması gibi). 

7. Yargısal Hizmetler Makul Süre ve Hızda Verilmelidir., 

Hızdan, bir davanın ne kadar kısa sürede bitirildiği değil, yargının uyuşmazlık konusuna en kısa zamanda en etkili olarak nasıl müdahalede bulunabileceği 
anlaşılmalıdır. Yargıçlar geçici tedbirler yolu ile uyuşmazlığa hızlı ve etkin olarak müdahale etmeye, iyi hazırlanmış dosyalarda kaliteli yargılama yolu ile 
uyuşmazlığı gidermeye odaklanmalıdır. 
Yargılama sürecini gereksiz yere uzatacak işlemlerden kaçınılmalıdır. 
Yargılamalarda, en başta yargılama öncesinde hazırlıklar sırasında uyuşmazlık konusunun, vakıaların ve ilgili delillerin netleştirilmesi ve tam olarak toplanması sağlanmalı ve yargıçlara düşen yük azaltılmalıdır. 
Kaliteli yargı hizmetleri verilirken sağlanması gereken makul süre ve hızdan en azından şunlar anlaşılmalıdır: 

a) Mahkemelere getirilen meselelerde, değerlendirilmesi gereken bilgi ve belgelerin dürüstçe, tam ve eksiksiz olarak hazırlanmış olması ve başvuru 
üzerine yargıcın hemen bir karar verebilecek durumda bulunması sağlanmalıdır. 
b) Meseleler / davalarla o davanın gereklerine uygun bir şekilde ve makul bir süre içinde ilgilenilmeli ve karara bağlanılmalı dır. 
c) Yargıçların, önlerine getirilen olaylarda geçici tedbirler veya koruma tedbirlerini etkin olarak almak ve değiştirmek suretiyle olaylara hemen müdahale edebilmeleri sağlanmalıdır. 
d) Hızlı ve etkin bir ihtiyati tedbir kararı mekanizması oluşturulmalı; çalışma günleri ve mesai saatleri dışında başvurulabilecek, acil hallerde tedbir 
kararlarını verecek bir merci bulunmalıdır. 

8. Yargısal Süreçler ve Kararlar Anlaşılabilir ve Öğretici Olmalydır., 

Bir uyuşmazlığın çözümü için yargıya nasıl götürüleceği, davanın nasıl açılacağı, hangi mahkemenin görevli olduğu ve dava açmak için hangi işlemlerin 
yapılması gerektiği yargı sisteminin kendi iç sorunudur. Muğlak ve müphem hususlar kolayca anlaşılabilecek şekilde netleştirilmelidir. 
Bireylerin yargılama sürecini kolay takip edebilmelerini, bilgilere erişebilmelerini sağlayan kurum ve mekanizmalar geliştirilmelidir. 
Kanunlar sade bir dille hazırlanmalı ve bireyler için kolay anlaşılabilir olmalıdır. 
Anlaşılabilir ve öğretici olmaktan en azından şunlar anlaşılmalıdır: 

a) Yargı sisteminin kullanımı mümkün olduğu kadar basitleştirilmeli ve kullanıcıları için kolayca anlaşılabilir ve öğretici olmalıdır. 
b) Vatandaş yargıya başvurduğunda sürecin nasıl işleyeceği ve hangi işlemlerin hangi zamanda ve sırada yapılacağı kendisine makul bir netlikte anlatılmalıdır. 
c) Mahkemelerin görev ve yetkilerine ilişkin kurallar basit, kolay anlaşılır ve işletilebilir şekilde düzenlenmeli, yanlış yargı merciine başvurulmuş olması 
yargılamanın gecikmesine veya hak kaybına neden olmamalıdır. 
d) Yargı sisteminin kullanılmasına ilişkin usuli konuların düzenlenmesinde muğlaklığa veya müphemliğe yol açan ifadelerden kaçınılmalı, mevcut olanlar 
ayıklanmalıdır. 
e) Kararların taraflarca ve taraf olmayanlarca anlaşılabilir ve böylelikle öğretici olması sağlanmalıdır. 

9. Yargı İhtiyaca Uygun, Etkin ve Verimli Hizmet Vermelidir., 

Yargı hizmetlerinin toplumun ve sistemin kullanıcılarının ihtiyacına tam ve en iyi şekilde cevap vermesi şarttır. 
Örneğin, ceza yargılamasında olduğu gibi, hukuk yargılamasında da çekişmeli bir hakkın korunması için hızlı ve etkin ihtiyati tedbirlerin alınması, çalışma günleri ve mesai saatleri dışında acil hallerde başvurulabilecek bir merci bulunması toplumun acil ihtiyaçlarına daha uygun çözümler getirebilir. 
Yargı hizmetlerinin evrensel değerlerden ve ilkelerden, en üst düzeyde kaliteden ve mükemmeliyetten ödün vermeksizin, etkin ve verimli bir şekilde sunulması sağlanmalıdır. 
Yargı organları üzerindeki iş yükü; ilgililerin yargıya ve adalet hizmetlerine erişme hakkını kısıtlayıp sınırlandırmaksızın, tahkim, arabuluculuk gibi yöntemler teşvik edilerek ve uzlaşma kültürünü ve uzlaşmaları artırmak ve benzer yollarla azaltılmalı, mevcut iş yükü eldeki iş gücüne ve yapılanmasına uygun olarak etkin bir biçimde dağıtılmalı ve yapılandırılmalıdır. 
Yargı hizmeti veren kurumlar topluma en iyi hizmeti verecek ve en kolay şekilde ulaşılabilecek şekilde organize edilmeli yeterli mali, insan ve tesis gibi kaynaklara sahip olması sağlanmalıdır. Çok temel farklılıkların zorunlu kıldığı durumlar dışında ayrı yargı mercileri, yargı yolları, özel görevli ve yetkili 
mahkemeler oluşturulmasından, aralarında yetki ve görev karmaşasına ve içtihat farklılığına neden olabilecek durumlardan kaçınılmalıdır. 

Yargı hizmetlerinde etkinlik ve verimliliğin sağlanması için en azından aşağıdaki hususların yerine gelmesi gerekmektedir: 

a) Yargı yolları ve mahkemeler hedeflerini en iyi şekilde gerçekleştirecek ve yargı birliğini en etkin şekilde sağlayacak tarzda yapılandırılmalıdır. 
b) Kaynak israfına, karmaşaya ve içtihat farklılığına neden olacak ayrık ve özel mahkeme ve yargı yolları olmamalıdır. 
c) Ülkenin hukukçu insan kaynakları, hâkim, savcı ve avukat ihtiyacını en etkili şekilde karşılayacak tarzda geliştirilmeli, adalet hizmetlerinin yükü, 
yargı unsurları arasında, hizmetin en iyi verilmesini sağlayacak şekilde akılcı ve ekonomik olarak dağıtılmalıdır. 
d) Yargının uyuşmazlıkların çözümüne odaklanması sağlanmalı, çözüm çeşitli sebeplerle (diğer dosyalar, benzer davalarda verilen kararlar ve benzeri 
gerekçelerle) ertelenmemelidir. 
e) Yargı kararları yeni uyuşmazlıkların çıkmasını önleyecek şekilde net olmalı ve uyuşmazlık konusu tüm hususları ortadan kaldırmalı ve ilerisi için taraflara yol göstermelidir. 
f) Yargının bütün kurumlarının, unsurlarının ve özellikle yargıçların yetkinlik ve performans kriterleri toplumun ihtiyaçlarına uyumlu bir şekilde belirlenmeli, 
saydam olarak değerlendirilmesi sağlanmalıdır. 
g) Yargı unsurlarının, özellikle yargıçların performans değerlendirmesi her aşamada ve tüm paydaşların katılımı sağlanarak yapılmalı, sonuçları kamuoyuna açıklanmalı ve özlükleri ile ilgili kararlarda temel alınmalıdır. 
h) Yargının etkinliği ve verimliliği hususu diğer paydaşlar ve STK'lar tarafından düzenli bir şekilde gözlemlenmeli, sisteme ilişkin tüm eleştiriler ilgili çevrelere şeffaf olarak açıklanmalıdır. 
i) Tespit edilecek aksamalar ve sorunların giderilmesi için gerekli her türlü tedbir, niteliğine göre yasama ve gerektiğinde yürütme tarafından ve herhalde  öncelikle ve ivedilikle alınmalıdır. 

10. Yargısal Süreç, İşlem ve Kararlar Belirli ve Öngörülebilir Olmalıdır.,

Yargıya intikal eden olaylarda, yargı mercileri, sürecin hangi aşamalardan geçeceğini ve hangi işlemlerin yapılacağını, tahmini olarak gereken süre ve 
kaynakların da gösterildiği bir kılavuz oluşturarak taraflara vermeli, ilerleyen aşamalarda kılavuzda gösterilen sürecin neresinde olduğunu bildirmelidir. 

Adaletin nasıl gerçekleştiğinin ve gerçekleşeceğinin görülebilmesi için her türlü yargı kararları, aleni yargılama ilkesine uygun olarak yayınlanmalı ve 
toplumun her kesimi tarafından, her zaman ve kolaylıkla erişilebilir olmalıdır. 

Yargısal süreçler ve kararlarda belirliliğin ve verilecek kararlarda öngörülebilirliğin ve tutarlılığın sağlanabilmesi için en azından aşağıdakilerin 
gerçekleştirilmesi gerekir: 

a) Mahkemelerin uyuşmazlık konusu maddi gerçeği her hal ve şartta tam ve doğru olarak ortaya çıkarmaları sağlanmalı, toplumda bu hususta güven 
oluşturulmalıdır. 
b) Yargılamalarda maddi gerçeğin tam olarak ortaya çıkartılması ve uyuşmazlık hakkında en adil kararın verilmesi için gerekli olan tüm delillerin eksiksiz 
olarak mahkemenin önüne getirilmesini ve çıkartılmasını sağlayacak tedbirler alınmalı, yargılama hiç bir vakıa ve belge gizlenmeden, tüm gerçek  masaya yatırılmış olarak yapılmalıdır. 
c) Vakıalar ve delillerde belirlilik, yargısal işlem ve kararlarda belirliliği ve öngörülebilirliği kendiliğinden sağlayacaktır. 
d) Mahkemeye intikal eden veya edecek olan bir uyuşmazlıkla ilgili her türlü vakıa ve delillerin tamamının belirli ve belirlenebilir olması ve yargılama 
sürecinin sürprizlerden arî olması gerekir. 
e) Davaların tür ve özelliklerine göre mahkemeye intikal ettiğinde nasıl gelişeceğinin ve mahkemece yapılacak işlemlerin, uygulanacak süreçlerin ve 
verilecek kararların önceden belirlenebilir ve öngörülebilir olması gerekir. 
f) Mahkemeden mahkemeye ve olaydan olaya değişen içtihat ve uygulama farklılıkları olmamalıdır. 
g) Tüm yüksek mahkeme kararları aleniyet ilkesi çerçevesinde internette yayımlanmalı, kararları kamuoyuna yaymayı hedefleyen her türlü kişi ve kuruluşlara ücretsiz olarak temin edilmelidir. 


***