14 Ocak 2020 Salı

ÜÇÜNCÜ KUŞAK ÜNİVERSİTELER

ÜÇÜNCÜ KUŞAK ÜNİVERSİTELER 



Pınar ÖZDEMİR, ÜÇÜNCÜ KUŞAK ÜNİVERSİTELER, Değişim, Eğitim,


Pınar ÖZDEMİR 
Dr. Piri Reis Üniversitesi, 
pozdemir@pirireis.edu.tr 

ÖZET 

Eğitim yolculuğunun son durağı sayılan üniversiteler tarih boyunca sürekli olarak değişim ve gelişime sahne olmuşlar; toplumun değişen beklentilerine yeni teknolojiyi ve yöntemleri kullanarak cevap vermeye çalışmışlardır. 
Bu bağlamda geçmişte işlevi bilgiyi sadece öğretmekle sınırlı olan üniversiteler daha sonra araştırmalar yaparak bilgiyi üretmek görevini de yerine getirmeye başlamışlardır. 
Günümüzde ise üretmek ve öğretmek işlevlerine ürettikleri bilgiyi uygulamaya 
koyma işlevini de eklemekle kalmamışlar aynı zamanda uluslararası bir nitelik 
kazanarak daha büyük bir öğrenci ve öğretim üyesi topluluğuna hitap etmeye 
başlamış, daha işbirlikçi ve rekabetçi bir yapıya kavuşmuşlardır. Bu yazıda 
üniversitelerin günümüzde dönüşmeye başladıkları "Üçüncü Kuşak Üniversite" 
olarak adlandırılan modeli hazırlayan ve aynı zamanda günümüz toplumunun 
kültürel ve teknolojik özelliklerinin bir yansıması olarak kabul edilebilecek olan 
nedenler üzerinde durulmuş ve III. Kuşak Üniversitelerin özellikleri yapısal, sosyal, işlevsel ve finansal nitelikler bağlamında ele alınmaya çalışılmıştır. 

1. GİRİŞ 

Eğitim insanlık tarihi kadar eski bir süreçtir. İnsanlar tarih boyunca iletişim 
ve tecrübe yoluyla yeni bilgiler öğrenmişler, öğrendikçe gelişmişler ve daha 
yeni bilgiler üretmişlerdir. Yüzyıllar boyunca üretilen bu bilgilerin biriktiği 
ve işlendiği yer yükseköğretim kurumları yani üniversiteler olmuştur. 
Kısacası tarihsel, kültürel ve sosyal mirasın yeni nesillere aktarılması 
eğitim, özellikle de yükseköğretim yoluyla gerçekleştirilmiştir. 

Tarihte her toplumun kendine özgü yüksek öğretim kurumları olmuş, bu 
kurumlar dil, din, coğrafi bölge gibi özellikler tarafından şekillendirilmişlerdir (Aydeniz, 2014; s.30; Gümüş, 2010, s.27). Üniversite olarak adlandırılan bu kurumların temsilcileri, eski Yunanda akademiler, Selçuklularda, Araplarda ve Osmanlılarda medreseler, Avrupa'da dini kurumlar olmuştu. Ancak bu kurumların hiçbiri günümüzde kabul edilen anlamda üniversite değillerdi (Doğramacı, 2007, s.3; Kasap, 2014, s. 210; Okur, 2014). 

Bugün dünyada yaygın olarak kabul edilen görüş günümüzdeki anlamıyla 
üniversitelerin ilk kez Orta Çağ'da Avrupa'da ortaya çıktığıdır. Bu kurumlar, modern bilimi geliştirmeye yönelik alt yapılan, ders programları, kuralları, siyasi - hukuksal ayrıcalıkları ve sıra dışı faaliyetleri ile diğerlerinden ayrılmışlardır (Grant'tan aktaran Rukancı ve Anameriç, 2004; s.171). 

1.1 Üçüncü Kuşak Üniversite Nedir? 

Üniversitelerin gelişimini üç kısımda incelemek mümkündür. Bunlardan ilki 
“Birinci Kuşak Üniversiteler” olarak adlandırılan Ortaçağ üniversiteleridir. 
Tek amacı bilgiyi nesilden nesile aktarmak olan bu üniversiteleri amacı 
bilgi aktarımının yanı sıra araştırma da yapmak olan “İkinci Nesil 
Üniversiteler” takip etmiştir. Humboldt Üniversitesi olarak da adlandırılan 
ikinci kuşak üniversite tipi, 19.yy sonlarından 20.yy ortalarına kadar tek 
üniversite tipi olarak kabul görmüştür. 

Sürekli bir değişme ve gelişme içinde bulunan dünyamız II. Dünya 
Savaşı’ndan sonraki yıllarda, özellikle de 20. yüzyılın ikinci yarısında her 
alanda benzeri görülmemiş hızda ve boyutta değişiklikler yaşamaya 
başlamıştır. Özellikle hızla gelişen teknolojinin ve savaş sonrası toplumların 
yeniden yapılanmalarının etkisiyle sosyal, kültürel ve ekonomik yapıda 
büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Küreselleşmenin ve bilişim-iletişim 
teknolojilerindeki ilerlemelerin de etkisiyle 1980 sonrası yıllarda kendini 
her alanda hissettirmeye başlayan gelişme ve değişmelerin yansımaları, 
toplumun bütün kurumlarında olduğu gibi eğitim alanında da kendini 
göstermiş ve üniversitelerin dönüşmeye başladığı yeni yapı “Modern 
Üniversite” ya da "Üçüncü Kuşak Üniversite" olarak adlandırılmıştır 
(Skribans, Lektauers ve Merkuryev, 2013, s.2; Wissema, 2009, s.8). 

Aşağıdaki tabloda üniversitelerin kuşaklara göre nitelikleri görülmektedir. 



Tablo 1: Üniversitelerin Kuşaklara Göre Nitelikleri 
Kaynak: Wissema, J.G. (2009). Üçüncü Kuşak Üniversiteler: İstanbul, 
Özyeğin Üniversitesi Yayınları. s.29. 

Üçüncü kuşak üniversiteleri ikinci kuşak üniversitelerden ayıran 
belirgin özellikler Tablo 2'de görülmektedir. Bu özelliklerden biri olan 
bilginin kullanılması ve bilgiden yararlanılması özelliği girişimci 
üniversitelerin en belirgin özelliğidir. Görüldüğü gibi, III. Kuşak Üniversite 
olmanın ön koşullarından biri girişimci üniversite olmaktır. Bu durumda 
III. Kuşak üniversitelerin hepsinin girişimci üniversite olduğu sonucuna 
varılmaktadır. Ancak girişimci üniversitelerin hepsinin III. Kuşak üniversite 
olduğu söylenemez. Bir üniversitenin III. Kuşak üniversite olarak kabul 
edilebilmesi için aşağıdaki tabloda yer alan tüm özelliklere sahip olması gerekir: 




Tablo 2: 2KÜ ve 3KÜ Ayırt Edici Nitelikleri 

 Kaynak: Wissema, J.G. (2009). Üçüncü Kuşak Üniversiteler: İstanbul, Özyeğin Üniversitesi Yayınları. s.42. 


Mevcut durumda üçüncü kuşak olarak adlandırılan üniversite modelinin 
özelliklerine sahip üniversite sayısı fazla değildir ancak dış dünyada 
politikada, ekonomide ve teknolojide gelişmeler devam ettikçe bütün 
kurumlarda olduğu gibi üniversitelerde de değişim devam edecektir. Bu 
süreçte üniversitelerin gittikleri yön ve hız onların bu özelliklere kısa 
zamanda ulaşabileceğini göstermektedir (Kyrö ve Mattila, 2012, s.3; 
Wissema, 2009, s.58). 

2. ÜÇÜNCÜ KUŞAK ÜNİVERSİTELERİ HAZIRLAYAN SEBEPLER 

Üniversitelerin üçüncü kuşak üniversitelere dönüşümünü hazırlayan 
sebepler sosyolojik, finansal ve işlevsel değişiklikler olmak üzere üç ana 
başlık altında toplanabilir. Aşağıda bu ana başlıkların genel bir 
değerlendirmesi verilmiştir: 

2.1. Sosyolojik Değişimler 

Üniversitelerde değişime neden olan sosyolojik olaylar aşağıdaki alt başlıklarda ele alınabilir: 

Küreselleşme: Küreselleşme, ülkeler arasındaki iktisadi, sosyal ve siyasal 
ilişkilerin gelişmesi, farklı toplum ve kültürlerin inanç ve beklentilerinin 
daha iyi tanınması, uluslararası ilişkilerin yoğunlaşması gibi birbiriyle 
bağıntılı konuları içeren bir kavramdır (Akın, 1998, s.37). Küreselleşme ile 
dünya üzerinde yaşayan toplumların birbirlerinin etkisine daha açık hale 
geldikleri, aralarındaki ilişkilerin her anlamda daha yoğunlaşmaya başladığı 
bir teknolojik gelişme evresine işaret edilmektedir. Küreselleşme sosyal 
ilişkilerin yoğunlaşmasına ve ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal 
bütünleşmenin artmasına yol açmaktadır (Aktan, 2007). 

Küreselleşme her şeyde olduğu gibi eğitimde de etkisini göstermiştir. Bu 
etki ile üniversiteler sadece bulundukları çevreye değil, tüm dünyaya hitap 
eder ve sadece bulundukları çevreden değil, tüm dünyadan öğrenci çeker 
hale gelmişlerdir. Aynı hareketlilik akademik kadroda da görülmüş, öğretim 
üyelerinin başka ülkelerde çalışma imkân ve olasılıkları artmış, akademik 
hareketlilik kolaylaşmış ve yaygınlaşmıştır. Ayrıca üniversitelerde 
düzenlenen tüm faaliyetler, gerçekleştirilen buluşlar ve hayata geçirilen 
uygulamalar küresel anlamda her türlü katkıya açık hale gelmiş ve kısa 
zamanda küresel olarak paylaşılmıştır (Aktan, 2007). 

Küreselleşmenin etkisiyle İngilizce bir dünya dili olarak kabul edilmeye 
başlanmıştır. Bu durum kaynaklara erişimi kolaylaştırdığı gibi, öğrenci ve 
öğretim üyelerinin yükseköğretim kurumları arasında rahatça yer 
değiştirebilmelerini de sağlamıştır. 

Eğitim kurumları arasındaki iletişim, en iyi eğitim öğretim uygulamalarının 
dünya çapında bilinmesini ve adapte edilmesini kolaylaştırmıştır. Bu durum 
eğitimin iyileştirilmesi kadar ekonominin de iyileştirilmesini sağlamıştır. 
Günümüzde ülkeler eğitimde başarının elde edilmesiyle ekonominin 
büyümesi arasında çok yakın bir ilişki olduğunu ileri sürmektedirler. 
Ülkelerin yaşam standartlarını yükseltme çabaları aslında böyle bir çerçeve 
üzerine oturtulmaktadır. Toplumların bu görüşü benimsemelerinin temel 
nedeni hızla yoğunlaşan küresel ekonomik rekabettir. Bu bağlamda 
toplumlar eğitim üzerine daha çok yoğunlaşmakta ve kendi ülke sınırlarının 
dışına çıkarak en iyi eğitim modellerini örnek alma çabası içine 
girmektedirler (Ekin, 1997, s.14). 

Nüfus Artışı: Modern üniversitelerin kuruluşuna zemin hazırlayan 
unsurlardan biri de nüfus artışı olmuştur. Nüfus artışı doğal olarak 
yükseköğretime olan talebin de artmasına neden olmuştur. Öğrenci 
sayısındaki artışa paralel olarak yükseköğretim kurumlarının sayısında da 
artış meydana gelmiştir. Bu durumun bir sonucu olarak kar amacı gütmeyen 
üniversiteler (vakıf üniversiteleri), kar amacı güden üniversiteler (özel 
üniversiteler) ve şirket üniversiteleri sayıca artmaya başlamıştır (Günay ve 
Günay, 2011; s.21). 

Siyasal Reformlar: Yükseköğretimi etkileyen siyasal reformlar başlığı 
altında devletin küçültülmesi ve yeniden yapılandırılması, iyi yönetim 
uygulamaları ve devlet reformları sayılabilir. Bu gelişmelerin 
toplanabileceği alt başlıklar ise yükseköğretimde demonopolizasyon, 
serbestleşme ve deregülasyon, hesap verme sorumluluğu, saydamlık, 
desantralizasyon, özelleştirme olarak sıralanabilir. Ayrıca devlet 
üniversitelerinde geleneksel ‘meslektaşlar yönetimi modeli’nin terk 
edilmesi ve bunun yerini "girişimci üniversite yönetimi" modelinin alması 
üniversiteleri etkileyen önemli gelişmelerden siyasal reformlar başlığı 
altında toplanabilecek olanlarıdır. (Aktan, 2007) 

Teknolojik İlerlemeler ve Bilgi Toplumunun Oluşumu: Bilgi toplumu, 
bilginin üretilmesinin ve paylaşılmasının hız kazandığı günümüz toplumuna 
verilen isimdir. Bilgi toplumunda yakın çağa damga vuran bilgi patlaması 
sonucu temel üretim faktörü bilgi haline gelmiş, bilginin işlenmesinde ve 
depolanmasında bilgisayar ve iletişim teknolojileri temel alınmıştır (Tonta, 
1999; s.365) 

Teknolojinin günlük yaşamın her alanının vazgeçilmez bir parçası haline 
gelmesi ve eğitimde yaygın olarak kullanılmaya başlanması bilgi 
toplumunun oluşumunu hızlandırmıştır. Eğitimde internetten 
faydalanılmaya başlanması ile uzaktan eğitim, on-line eğitim ve e-öğrenme 
tabir edilen eğitim türleri yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Eğitim sürekli 
hale gelmiş ve bireyselliği sağlanmıştır. Bilgi toplumunun önemli bir 
özelliği de kişilere yeni bakış açıları kazandırmasıdır. Bu bakış açıları 
sayesinde disiplinler arası ve çok disiplinli eğitim mümkün hale gelmiş, 
araştırmalar ve uygulamalar yeni bir yön kazanmıştır. Öğrencilerin tüm bu 
gelişmelerin odak noktasında görülmesi gerektiği görüşü yaygınlık 
kazanmış, okulun tüm iş süreçleri öğrencilere bu özellikleri kazandıracak 
şekilde yeniden yapılandırılmasına önem verilmiştir. Okulların öğrencilere, 
bilgi toplumunun özelliklerine uygun olarak öğretimin eleştirel, yaratıcı, 
bilimsel düşünme gibi yeterlikleri yanında; olgu, kavram ve olaylara karşı 
analiz, sentez ve değerlendirme yapabilme gibi özellikleri de kazandırması 
gerektiği vurgulanmıştır (Parlar, 2012; s.207). 

2.2 Finansal Yapıdaki Değişimler 

Üniversitelerin Üçüncü Kuşak Üniversite modeline dönüşmelerinde onları 
finansal açıdan etkileyen bazı değişimler de etkili olmuştur. Bu değişimleri, 
“Talep Artışından Kaynaklanan Finansal Zorluklar” ve “Araştırmaların 
Değişen Tabiatından Kaynaklanan Finansal Zorluklar” olmak üzere ikiye 
ayırmak mümkündür: 

Talep Artışından Kaynaklanan Finansal Zorluklar: İkinci Dünya 
Savaşından sonra nüfusun artması üniversitelere olan talebin artmasına yol 
açmış ve devlet tarafından kurulan üniversiteler gittikçe artan talebi 
karşılamakta yetersiz kalmıştır. Devlet fonlarının yetersiz kaldığı bu durum 
vakıf üniversiteleri, özel üniversiteler ve şirket üniversitelerinin kurulmasını 
gündeme getirmiştir (Tierney, 2006; s.4). 

Araştırmaların Değişen Tabiatından Kaynaklanan Finansal Zorluklar: 
Araştırmalar disiplinler arası veya çok disiplinli olarak yürütülmeye 
başlanmış, bu durum araştırmaların maliyetlerini yükseltmiştir. 
Üniversiteler bu yükselen maliyetleri karşılamak için kaynak arayışına 
girmişlerdir. 

Öte yandan disiplinler arası araştırmalar gerekli hale geldiğinden bu 
araştırmaları yapacak olan ekiplerin boyutu da büyümüş ve ekipler daha çok 
nitelikli uzmanlardan oluşturulmaya başlanmıştır. Bu durum bazı üst düzey 
üniversitelerin devletin sağladığı fonlar dışındaki fonlara yönelmelerine 
neden olmuştur (Wissema, 2009; s.25). 

2.3 İşlevsel Değişimler 

Toplumun ve iş dünyasının farklılaşan talep ve beklentileri üniversitenin 
işlevlerinin de farklılaşmasına yol açmıştır. İşlevsel değişimler başlığı 
altında toplanabilecek bu farklılıklar aşağıdaki alt başlıklarda ele alınabilir: 

Disiplinler arası Araştırmaların Artması: Üniversitelerin temel 
fonksiyonlarından biri olan bilim üretme, disiplinler arası araştırmaların 
artması ile hız kazanmıştır. Pek çok üniversitede disiplinler arası 
araştırmalar yürüten araştırma merkezleri ve enstitüler mevcuttur. 
Disiplinler arasındaki sınırların yavaş yavaş ortadan kalkması ve ortak 
çalışmalar yürütülmesi ile pek çok alanda bilime büyük katkılarda 
bulunulmuştur (Brint, 2005). 

Ar-Ge Faaliyetleri: Öte yandan savunma, tarım, sağlık, ulaştırma gibi 
bakanlıklar uygulamalı araştırmalar için kendi enstitülerini kurmaya 
başlamışlardır. Endüstriyel şirketler temel araştırmaların yanı sıra 
uygulamalı araştırmalar da yaparak büyük ölçekli Ar-Ge etkinliklerine 
başlamışlar, böylece özel Ar-Ge kuruluşları ortaya çıkmıştır. Bu eğilim II. 
Dünya Savaşı’ndan sonra daha da artmaya başlamıştır. Üniversiteler bilim 
üretmeye, şirket ve hükümetlerin sponsorluğunu yaptığı enstitüler uygulama 
araştırmaları yapmaya devam etmişler ve ikisi arasındaki sınırlar kapalı 
kalmıştır (Wissema, 2009; s.25). 

Üniversite-Sanayi İşbirliği ve Girişimciliğin Yükselmesi: Kuruldukları 
yıldan itibaren üniversitelerin temel görevi eğitim vermek olmuştur. Bu 
durum sanayi devrimine kadar bu şekilde devam etmiş, üniversiteye 
başlayan öğrenciler belli konularda eğitim almışlar ve bir iş sahibi olarak 
mezun olmuşlardır. Ancak sanayi devrimi yıllarına gelindiğinde 
üniversitelerin bu temel görevinde bir değişme olmuş ve üniversiteler artık 
sadece eğitim veren değil, araştırma da yapan kurumlara dönüşmüşlerdir. 
Teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği 1980'li yıllar sonrasında ise 
bu işlevlere bir yenisi daha eklenmiş ve üniversiteler hem eğitim veren hem 
araştırma yapan hem de yaptıkları araştırmaların sonuçlarının uygulamaya 
dökülmesi sürecine katılan kurumlara dönüşmüşledir. Bu durum ilk olarak 
Amerikan üniversiteleri ile ilişkili olarak kurulan teknoloji temelli 
şirketlerde kendini göstermiştir (The Entrepreneurial and Innovative 
University Report, 2013; s.5). 

Amerikan üniversitelerinden yeni bilişim teknolojisi şirketlerinin ortaya 
çıkması ve bu şirketlerden bazılarının büyüyüp dünyanın en iyileri arasında 
yer almaları üniversitelerin teknoloji temelli girişim kümelerinin beşiği 
olabileceğini göstermiştir (Wissema, 2009; s.26). 

Rekabetin Artması: Küreselleşmenin etkisi ile öğrenci ve öğretim üyelerinin 
hareket serbestisi kazanması üniversiteler arasında rekabetin artmasına yol 
açmıştır. İngilizce’nin uluslararası dil olarak yaygınlaşması tarafından da 
desteklenen bu değişim sonucunda üniversiteler sadece bulundukları 
bölgelerden ya da ülkeden değil başka ülkelerden de öğrenci ve öğretim 
üyesi çekmeye başlamışlardır. Üniversitelerin kendilerinden başka 
kurumların verdiği lisans ve lisansüstü derecelerini kabul etmeleri 
Avrupa’da rekabeti daha da arttırmıştır (Crosier, Purser ve Schmidt, 2007; s.43). 

Bu durum bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerle de körüklenmiş 
ve örgün eğitimin yanı sıra yaygın eğitim de talep görmeye başlamış, sayıca 
artan üniversiteler öğrenci çekebilmek için birbirleri ile adeta yarışa 
girmişlerdir. 

İletişim teknolojisindeki gelişmeler, yükseköğretiminin küreselleşmesinde 
öğrencilerin yer değiştirmesine bağlı olmayan yeni hareketlilik biçimleri 
yaratmaktadır. Bu bağlamda son yıllarda 'program hareketliliği' uygulaması 
yaygınlaşmıştır. Bu uygulama çerçevesinde öğrenciler bir başka ülkenin 
eğitim programlarına yurt dışına gitmeden ve genellikle sanal eğitim 
tekniklerinden yararlanarak kendi ülkelerinde kayıt olabilmekte ve derece 
alabilmektedirler. Bu tür bir başka uygulama ise gelişmiş ülke 
üniversitelerinin başka ülkelerde açtıkları yerleşkelerde eğitim vermesi 
şeklinde olmakta ve bu durum da bir tür kurumsal hareketlilik yaratmaktadır 
(YÖK, 2007; s.15). 

Bilgi Toplumunun Beklentileri: Yükseköğretimden bilgi toplumunun 
gerektirdiği nitelik ve çeşitlilikte insan gücünü yetiştirmesi ve bilgiye dayalı 
hale gelen ekonomilerin itici güçlerinden biri olması beklenmektedir. 
Yükseköğretimin toplumlar, ekonomiler ve bireyler için öneminin daha da 
artmasına paralel olarak yükseköğretim kurumlarından talepler ve 
beklentiler de artmış ve çeşitlenmiştir. Üniversitelerden yüksek becerilerle 
donanmış her düzeyde nitelikli insan gücü yetiştirmesi, daha fazla mezun 
vermesi, bilgi yoğun faaliyetler gerçekleştirmesi, teknoloji üretmesi, yaşam 
boyu öğrenme ihtiyaçlarını karşılaması ve topluma yönelik hizmetler 
üretmesi beklenmektedir (Çetinsaya, 2014; s.27). 

 3. ÜÇÜNCÜ KUŞAK ÜNİVERSİTELERİN ÖZELLİKLERİ 

Toplumda ve dolayısıyla da üniversitelerde gittikçe daha fazla hissedilmeye 
başlayan sosyal, finansal ve işlevsel değişimler zamanla üniversitelerde bir 
dönüşüme neden olmuş ve Üçüncü Kuşak Üniversiteler hayata geçmeye başlamıştır. 

3.1 Yapısal Özellikler 

Günümüzde ABD'de bulunan büyük üniversiteler başta olmak üzere 
dünyanın önde gelen üniversitelerinin kazanmış olduğu ve modern 
üniversitelerin sahip olması beklenen özellikler aşağıdaki başlıklar altında 
toplanabilir: 

Üniversiteler arası rekabetin oluşması: 1980'li yıllarda yükseköğretim bir 
'demonopolizasyon' ve 'deregülasyon' sürecinden geçmiştir. 
Demonopolizasyon yükseköğretim hizmetlerinde yasal tekel statüsünün 
kaldırılmasını ifade etmektedir. Bu süreçte çeşitli gerekçelerle oluşturulan 
devlet tekelleri kaldırılarak sektör piyasaya açılmıştır. Böylece söz konusu 
yükseköğretim hizmetlerinde devlet dışında özel sektörün de faaliyette 
bulunmasına imkân sağlanmıştır. Bu açıdan söz konusu süreci 
"serbestleştirme" (liberalizasyon) olarak da adlandırmak mümkündür 
(Aktan, 2007; s.4). 

Çeşitli nedenlerle yükseköğretim hizmetlerinin piyasa tarafından da 
sunumunun mümkün olabileceğinin ileri sürülmesi ve bu görüşün 
benimsenerek kabul görmesi sonucunda bu alanda reform olarak 
nitelendirilebilecek yeni eğilimler ortaya çıkmıştır. Hizmet ağırlıklı devlet 
sunumunun ve daha çok vergiye dayalı finansmanın yerini piyasa ağırlıklı 
bir hizmet arzı ve finansman almıştır. Bu süreci "marketizasyon" ya da 
piyasalaştırma olarak tanımlamak mümkündür (Aktan, 2007; s.4; Kaneko, 
2004; s.6). 

Deregülasyon devletin çeşitli gerekçelerle ekonomiye yönelik 
düzenlemelerinin azaltılmasını veya kaldırılmasını içerir. Deregülasyon 
süreci içerisinde mevcut sektördeki rekabete yönelik sınırlamalar ve 
düzenlemeler kaldırılır. Temel amaç rekabetin canlandırılması ve 
verimliliğin arttırılmasıdır. 1980'li yıllarda yükseköğretimde regülasyon 
uygulamaları yaygınlık kazanmıştır (Aktan, 2007; s. 6). 

1980'li yıllardan sonra Türkiye'de de üniversitelerin sayısında bir patlama 
yaşanmıştır. 1982’de 27 olan üniversite sayısı 2013 sonunda 175’e 
ulaşmıştır. 1982 ile 2005 arasındaki dönemde toplam 50 yeni devlet ve 
vakıf üniversitesi açılmıştır. 2006 ile 2013 yılları arasında ise toplam 81 
yeni devlet ve vakıf üniversitesi açılmıştır (Çetinsaya, 2014; s.13). 2016 
yılı itibarıyla Türkiye’deki üniversite sayısı 193 olmuştur. (YÖK, 2016) 

Disiplinler arası ve disiplinler üstü araştırmaların artması: Bu durum 
olaylara değişik disiplinlerin bakış açıları ile bakmayı gerekirmiş ve enstitü 
yapısının yükselmesini sağlamıştır. Disiplinler arası araştırmanın öne 
çıkmasında en önemli nedenlerden biri, karşı karşıya kalınan sorunların 
karmaşıklığı ve mevcut disiplinlerin bu sorunlara tek başlarına çözüm 
getirememesidir. Disiplinler problemlere kendi bakış açılarından, kendi 
yöntem bilimlerini ve kendi terminolojilerini kullanarak yorum getirirler. 
Oysa özellikle karmaşık problemlerde ekonomik problem, fiziki problem, 
kimyasal problem diye bir şey yoktur, ekonomik yönü, fiziki yönü, 
kimyasal yönü olan problemler vardır ve bilimin bu sorunlara disiplinler 
arası bir yaklaşım sunabilecek şekilde örgütlenmesi, sorunların bir 
düzlemde bir bütünlük içinde ele alınması gerekir. (Ulusoy, 2007; s.389) 

Tasarım fakültelerinin yer almaya başlaması: Öğrenim çok boyutlu bir 
süreç ve çok boyutlu bir eylemdir. İki ana boyutunu bilim ve sanat 
oluşturur. Bilim görünen dünyanın sırlarını çözmeye çalışırken sanat da 
görünmeyen dünyanın sırlarını çözmeye çalışır. Bilim ve sanat görünen ve 
görünmeyen dünya gibi, bir bütünün iki yarısıdır. Sanatsız bilim, bilimsiz 
sanat olmaz. Çünkü sanatsız bilim yüzeysel, bilimsiz sanat da yoksul olur 
(Gürdoğan, 2000). Bilimin sanatla birleşmesinin en güzel örneği tasarım 
fakültelerinde görmek mümkündür. Tasarım fakültelerinin doğmasına ve 
yükselmesine yol açan bir diğer unsur disiplinler arası çalışmaların önem 
kazanmasıdır. Tasarım okulları yeni girişimciler için kaynak açısından altın 
madenleri olarak nitelendirilmektedirler. Yaratıcılık, tasarım ve ergonomi 
sağlam bir mühendislik bilgisi ile birleşince güçlü tasarımlar ortaya 
çıkarılabilmekte ya da mevcut nesnelerin farklı bir bakış açısıyla yeniden 
yorumlanması sağlanabilmektedir (Wissema, 2009; s. 51). 

3.2 Sosyal Özellikler 

Küreselleşme İle Gelen İletişim Kolaylığı ve Hareket Serbestisi: 
İngilizce’nin küresel dil olarak yaygınlaşması ve kabul görmesi İngilizce 
eğitim yapan yükseköğretim kurumlarının artmasına, buna bağlı olarak da 
İngilizce müfredatın ve eğitimin yaygınlaşmasına yol açmıştır. Aynı 
zamanda sınır ötesi eğitim yapan yükseköğretim kurumlarına olan talepte de 
bir artma gözlenmektedir (Aktan, 2007; s.2). 

Yurt dışında eğitim görme fırsatlarının iyileştirilmesi üniversitelere en iyi 
öğrenciler için etkin bir şekilde rekabet etme şansı vermiştir. 
Akademisyenler de küresel akademik pazarda en iyi kariyer fırsatlarının 
peşinden koşarak daha gezgin hale gelmişler, bunun sonucu olarak önde 
gelen üniversiteler kadroları için küresel akademik pazara yönelmişlerdir. 
İletişim olanaklarının artması ve ulusal/uluslararası yolculukların daha rahat 
ve ucuz yapılabilmesi, şirketlerin araştırma faaliyetlerini farklı ülkelerdeki 
veya şehirlerdeki üniversitelere yönlendirmelerine, küresel pazara 
yönelmelerine neden olmuştur. Üniversiteler en iyi öğrenciler, en iyi 
akademisyenler, en iyi araştırma sözleşmeleri için rekabet etmeye 
başlamışlardır (Eğrican, 2011). 

Kültürel Etkileşim: Bu durum modern üniversiteleri çok kültürlü 
üniversiteler haline getirmiştir. Bu üniversitelerde tüm personel ve 
öğrenciler farklılıklar içinde çalışmayı öğrenmekte ve bu durumun getirdiği 
avantajla yaratıcılıklarını sonuna kadar kullanma fırsatı bulmaktadırlar. 
Böyle bir ortamda iletişimin gerçekleşebilmesi için ortak dil olarak İngilizce 
kullanılmaktadır. İngilizce uluslararası şirketlerin, iş dünyasının ve 
diplomasinin dili olduğu gibi üniversitenin de dili olmuştur (Wissema, 
2009; s.41). 

Avrupa Yüksek Öğretim Alanının Oluşturulması: Bu durum anlaşmaya imza 
atan ülkeler arasında yükseköğretimin önemli ölçüde standardizasyona 
kavuşturulmasını gerekli kılmıştır. Bu süreçte önemli bir adım olan Bologna 
süreci ile öğrenci ve akademik personelin uluslararası alanda üniversiteler 
arasında gidiş gelişi kolaylaşmıştır. Bu yeni yapı Avrupa yükseköğretim 
sisteminin çekiciliğini ve rekabetçiliğini arttırmayı, öğrencilerin rahatça 
ülke değiştirebilmelerini ve farklı ülkelerde iş sahibi olmalarını 
kolaylaştırabilmektedir (Lambert ve Butler, 2006; s.33). 

3.3 İşlevsel Özellikler 

Bilginin Kullanımına Verilen Önem, Bilgiden Yararlanılması: 
Üniversitelerde yapılan araştırmalar sonucu ulaşılan teorik bilginin 
üniversite dışı camia tarafından kullanılması üniversite-sanayi işbirliğine 
adım atılmasını sağlamıştır. Üniversite ve endüstriyi değişime zorlayan ve 
birbirine yakınlaştıran birkaç neden vardır. Bunlardan biri araştırma 
maliyetlerinin sürekli artması, araştırmacıların ve öğretim üyelerinin bu 
maliyetleri üniversitelerden (vakıf üniversitesi) veya hükümetten (devlet 
üniversitesi) sağlamakta zorluk çekmeleri ve başka finansman seçenekleri 
aramalarıdır. Bunun sonucu olarak dünyanın lider üniversiteleri teknoloji 
odaklı şirketlerle işbirliği aramış ve modeller geliştirmişlerdir. Diğer bir 
neden, şirketlerin gelecekteki rekabet güçleri için yaşamsal önem taşıdığına 
inandıkları ana araştırma projelerini tamamen kendilerinin yürütmeleri 
yerine, yüksek standartlara sahip üniversitelerle birlikte çalışma arayışına 
girmeleridir. (Eğrican, 2011) 

Ortak Çalışmalar: Akademik ve endüstriyel araştırmaların ayrı dünyaları 
giderek bütünleşmektedir. Bu durum bu yakınlaşmanın sadece akademik ve 
endüstriyel çevre ile sınırlı kalmamasına ve pek çok ortağın işbirliğini 
gerektiren daha kapsamlı bir yapının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. 
Oluşan bu yapı Wissema tarafından "Bilgi Tekerleği" olarak adlandırılmıştır 
(Wissema, 2009; s.44). Bu terim üniversitelerin içinde ya da etrafında ve 
bazen de üniversite binaları içinde yerleşmiş olup bu üniversiteyle, onun 
akademisyenleri ve araştırma ekipleriyle ve birbirleri ile işbirliği yapan 
kuruluşlar grubunu kastetmek üzere kullanılmaktadır. Aşağıdaki şekilde 
bilgi tekerleği şeması görülmektedir. 



Şekil 1: Bilgi Tekerleği Şeması 

Kaynak: Wissema, J.G. (2009). Üçüncü Kuşak Üniversiteler: İstanbul, Özyeğin Üniversitesi Yayınları. s.44. 

Bu yapı üniversitenin araştırma ve eğitim birimlerine ek olarak şirketlerin 
Ar-Ge bölümlerini ve bağımsız Ar-Ge kuruluşlarını, tekno-öncüler için 
çeşitli olanakları, yatırımcılar, muhasebeciler, hukukçular, iş yönetimi 
danışmanları ve fikri mülkiyet uzmanları gibi kişileri barındıran profesyonel 
servisleri kapsamaktadır. Yapıda ne kadar çok unsur bulunursa ve bunlar 
kendi aralarında ne kadar çok etkileşimde bulunursa o kadar büyük bir sinerji 
yaratılacak ve yapı o kadar güçlü olacaktır. Dünya çapında performansa ancak böyle bir etkileşim ve sinerji ile ulaşılabilir (Wissema, 2009; s.43). Modern üniversiteler etraflarında gelişen bilgi kuruluşlarının merkezi konumunda rol almalıdırlar. 

3.4 Finansal Özellikler 

Ortaçağda üniversitelerin finansmanı kilise tarafından yapılmaktaydı. 
Üniversiteler daha sonra krallıklardan, sahip oldukları mülklerden gelir elde 
etmeye başladılar. Ortaçağ üniversitelerinden bazılarında ağırlıklı olarak 
zenginler ve asiller ders görüyordu ve bu üniversiteler öğrencilerin 
verdikleri paralarla ayakta duruyorlardı. Humboldt Üniversitesinin hayata 
geçirilmesiyle yükseköğretimin finansmanı devlet tarafından sağlanmaya 
başladı. Finansmanın devlet tarafından karşılanması devlete üniversite 
üzerinde büyük bir kontrol gücü vermiş ve üniversitelerin özerkliklerini 
tehlikeye sokmuştur (Aktan, 2007; Wissema, 2009; s.160)). 

Yeni Kaynak Arayışları: Öte yandan 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren 
yüksek öğretimde büyük bir talep artışı yaşanmaya başlanmış, bu durum 
kamu harcamalarında önemli bir artışa yol açmıştır. Yükseköğretime 
yönelik kamu harcamalarındaki bu büyük artışın ilk önemli sonucu kamu 
otoritelerinin üniversite sistemine müdahalesinin ve denetiminin artması 
olmuştur. Bu durum yönetim süreçlerinin de bu çerçevede şekillenmesine 
yol açmıştır. İkinci sonucu böylesi hızla büyüyen yükseköğretim sistemleri 
için sarf edilen kamu harcamalarındaki büyük artışın finansman sorununa 
yol açması olmuştur. Arz/talep açığını karşılayabilmek ve büyümeyi 
sürdürebilmek için özel finansman arayışı başlamış, devlet kurumlarında 
özelleşme eğilimi oluşmuştur. Bunun sonucu olarak kar amacı güden veya 
gütmeyen özel yükseköğretim kurumlarına izin verilmeye başlanmış ve 
vakıf/özel yükseköğretim kurumlarının sistem içerisindeki rolü artmaya 
başlamıştır. Son yıllarda dünya genelinde yükseköğretim kurumlarının 
sayısı hızla artarken devlet üniversiteleri de daha az kamu kaynağı 
kullanmaya, kamu dışı kaynak bulmaya ve kendi öz kaynaklarını 
geliştirmeye başlamışlardır (Altbach, Reisberg ve Rumbey, 2009; s.10). 

Üniversiteler bu süreçte en çok parasal kaynak ihtiyacı duymuşlardır. Bu 
nedenle kaynak arayışına girmişler ve kaynaklarını çeşitlendirmek için 
çeşitli yöntemler geliştirmeye başlamışlardır. Üniversite sanayi işbirliğine 
gitmek, öğrencilerden eğitime katkı talebinde bulunmak, mezunlardan ve iş 
adamlarından bağış toplamak, araştırmalar için şirketlerden sponsorluk talep 
etmek, kuluçka merkezlerinde yeni şirketlerin hayata geçirilmesi sürecine 
katkıda bulunmak ve daha sonra bundan kazanç elde etmek bu yöntemler 
arasında sayılabilir. Bu yöntemler arasında en çok ses getireni ve 
yaygınlaşanı sadece finansal zorluklar sonucu olarak değil, 21. yüzyılın 
dünyamıza getirdiği tüm değişiklerin sonucu olarak ortaya çıkan girişimci 
üniversite modeline dönüşmek olmuştur. (Aktan, 2007; s.14, 29; Timur, 2000) 

4. SONUÇ 

Üzerinde yaşadığımız dünya, içinde bulunduğumuz toplum sürekli olarak 
değişim yaşamakta ve eğitim kurumları da, toplumun tüm kurumları gibi, 
bu değişimlerden etkilenmektedir. Bu durumun bir sonucu olarak tüm 
eğitim kurumlarında olduğu gibi üniversitelerde de toplumun farklılaşan 
beklentilerine cevap verebilecek bir takım değişimler yaşanmakta, yenilikler 
hayata geçirilmektedir. Günümüzün talep ve beklentilerine göre şekillenmiş 
olan üniversiteler “Üçüncü Kuşak Üniversiteler” olarak adlandırılmıştır. 

Gelişen teknoloji ve değişen ihtiyaçlar paralelinde şekillenen bu yeni 
üniversite modelinin en belirleyici özellikleri uluslararasılaşma, 
disiplinlerarasılaşma ve kurumlararasılaşma olarak gerçekleşmiştir. 

İletişim ve ulaşım kolaylığı sağlayan teknolojik yenilikler sayesinde ülkeler 
arasındaki sınırlar kalkmış, bu durum öğretim üyelerine ve öğrencilere 
hareket serbestisi kazandırmıştır. Bu sayede artan bilimsel hareketlilik 
araştırmalara kültürler arası ve disiplinler arası bakış açısı kazandırmış ve 
canlılık getirmiştir. Bilgi sadece üniversiteler arasında değil, diğer kurumlar 
arasında da paylaşılmaya başlanmış, yükseköğretim kurumları ile sanayi 
arasında işbirliği doğmuştur. Üniversitelerde üretilen bilginin sanayi 
kurumlarında pratiğe dökülmeye başlanmasıyla, üniversiteler bilginin 
sadece üretilmesinde değil uygulamaya konulmasında da söz sahibi olmaya 
başlamışlar ve üniversite-sanayi işbirliği doğmuştur. 

Üniversite-sanayi arasındaki destek ve işbirliği üniversitelere üçüncü kuşak 
üniversite olmanın en belirgin özelliği sayılabilecek olan girişimci 
üniversite olma özelliğini kazandırmıştır. Bu bağlamda girişimci ve 
yenilikçi üniversite olmak tüm üniversitelerin önem verdiği bir özellik 
haline gelmiştir. Üniversiteler bu süreçte başarıyla ilerleyebilmek için 
sadece girişimciliği teşvik etmekle kalmayıp, öğrencilerine girişimcilik 
becerileri ve kafa yapısı kazandırmak ve onları geleceğin iş arayan değil, iş 
yaratan bireyleri haline getirmek amacıyla gerekli adımları atmaya 
başlamışlardır. 

Uygarlığın beşiği olarak nitelendirilebilecek olan üniversiteler dün olduğu 
gibi bugün de gelecek nesillerin şekillendiği, yeniliklerin ve değişimin 
doğup yeşerdiği kurumlardır. Bu durum yarın da bu şekilde devam edecek, 
üniversiteler gelecek yıllarda da bilimsel ve kültürel yenilikler paralelinde 
gelişip değişecekler ve toplumlara yön vermeye devam edeceklerdir. 
Geleceğin üniversitelerinin nasıl olacağı konusunda eğitimciler ve 
futuristler çoktan fikir yürütmeye ve tahminlerde bulunmaya başlamışlardır. 
Ancak tahminler ve öngörüler ne kadar cesur ve farklı olursa olsun, 
değişmeyecek tek şey üniversitelerin bilimin ve yeniğin yuvası olduğu ve 
geleceği şekillendirecek yeni buluşların ortaya çıkmasında, bunları 
gerçekleştirecek gençlerin yetiştirilmesinde dün olduğu gibi yarın da inkar 
edilemez bir role sahip olacaklarıdır. 

KAYNAKLAR 

Akın, H. Bahadır "21.Yüzyılın Eşiğinde Küreselleşme ve Küresel İşletmeler" Finans Dünyası Dergisi, Ocak 1998. 

Aktan, C.C. (2007). Yüksek Öğretimde Değişim: Global Trendler ve Yeni Paradigmalar, s.14 07.09.2014’de http://www.canaktan.org/egitim/global-
trendle/aktan-trendler.pdf adresinden indirildi. 

Altbach,P. G., Reisberg, L.,& Rumbley, L. (2009) Trends in Global Higher Education: Tracking An Academic Revolution. Paris: UNESCO 

Aydeniz, H. (2014). Bilginin Reorganizasyonu ve Üniversite: Yeni Bir Arayış Üzerine Bir Çerçeve, İnsan ve Toplum Dergisi 4(8) s.30 
http://insanvetoplum.org/index.php/IVT/article/viewFile/233/207 17.07.2015 

Brint, S. (2005). Creating the Future: ‘New Directions’ in American Research Universities. Minerva, 43 (1) : s.23-50 04.04.2014’de http://www.higher-
ed2000.ucr.edu/Publications/Brint%20(2005).pdf adresinden indirildi. 

Çetinsaya, G. (2014). Büyüme, Kalite, Uluslararasılaşma: Türkiye Yükseköğretimi İçin Bir Yol Haritası, Yükseköğretim Kurulu Yayın No: 2014/2, Eskişehir: Anadolu 
Üniversitesi Basımevi 

Crosier, D., Purser, L. & Schmidt, H. (2007) Trends V-Universities Shaping the European Higher Education Area, Brüksel: European University Association, 
15.11.2014’de 
http://static.uni-graz.at/fileadmin/lehr-studienservices/Der_Bologna-Prozess/eua_trends_v_for_web.pdf adresinden indirildi. 

Doğramacı, N. (2007). Türkiye'de ve Dünya'da Yüksek Öğretim Yönetimi, Ankara, Meteksan AŞ. s.3 

Eğrican, N. A. (2011) Bilginin Kullanılması, 3. Kuşak Üniversiteler, İstanbul: Tesisat Dergisi, sayı 184, 

Ekin, N.(1996). Küreselleşme ve Gümrük Birliği: Rekabet Gücüne Sosyal Boyutlu Bir Yaklaşım. İstanbul: İTO Yayın No: 1996-32. s.81 07.04.2014’de 
http://www.ito.org.tr/itoyayin/0009906.pdf adresinden indirildi. 

Gümüş, T. (2010). Ortaçağ'dan Erken Modern Döneme Batı Avrupa'da Eğitim Tarihi: Yeni Yaklaşımlar. Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 6, Sayı 
1, Haziran 2010, ss. 025-040 10.03.2014'de 
http://dergipark.ulakbim.gov.tr/mersinefd/article/viewFile/1002000037/1002000033 
adresinden indirildi. 

Günay, D. & Günay, A. (2011) 1933'ten Günümüze Türk Yüksek Öğretiminde Niceliksel Değişmeler. Yüksek Öğretim ve Bilim Dergisi, Cilt 1, 
Sayı 1, s.1-22; DOI: 10.5961/jhes.2011.001; 10.01.2015'de 
http://higheredu-sci.beun.edu.tr/text.php3?id=1517 

Gürdoğan, N. (2000) Nazif Gürdoğan'la Görünmeyen Üniversite Üzerine , Ay Vakti, Düşünce-Kültür ve Edebiyat Dergisi, 3. Sayı, Aralık 2000 27.03.2016 tarihinde 
http://www.ayvakti.net/ayvakti-gezi/item/nazif-gurdoganla-gorunmeyen-universite-uzerine adresinden indirildi. 

Kaneko, M. (2004). Modern University and the Market Forces. 15.09.2014'de 
http://ump.p.u-tokyo.ac.jp/crump/resource/crump_wp_no1.pdf adresinden indirildi. 

Kasap, B. (2014). Batı'da ilk Üniversiteler. Hece Dergisi Batı Medeniyeti Özel 
Sayısı 28 (210-211-212), Ankara, Hece Yayınları. 

Kyrö, P. ve Mattila, J. (2012). Towards Future University by Integrating 
Entrepreneurial and the 3rd Generation University Concepts. 12.11.2014'de 
http://pyk2.aalto.fi/ncsb2012/Kyro.pdf adresinden indirildi. 

Lambert, R ve Butler, N. (2006). The Future of European Universities: Renaissance 
or Decay? Center for European Reform, London, s.55-56 12.05.2014'de 
https://globalhighered.files.wordpress.com/2009/09/p_67x_universities_decay_3.pdf adresinden indirildi. 

Okur,H.(2014) TACHE 2014 
http://www.medeniyet.edu.tr/Guncel_Haberler_universitemiz_bir_ilke_daha_imza_atiyor_.html 22.05.2015 

Parlar, H. (2012) Bilgi Toplumu, Değişim ve Yeni Eğitim Paradigması. Yalova 
Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 4, Nisan 2012-Eylül 2012, s. 207 (193-209) 

Rukancı, F. & Anameriç, H. (2004) Ortaçağda İlk Üniversiteler: Studium Generale. Felsefe Dünyası, 2004/1 sayı, 39, s.171 25.09.2014'de 
http://felsefe.kku.edu.tr/belgeler/edergiler/felsefe_dunyasi/ adresinden indirildi. 

Skribans,V., Lektauers, A. & Merkuryev, Y. (2013). Third Generation University 
Strategic Planning Model Development, Riga Technical University, 04.03.2015'de 
https://mpra.ub.uni-muenchen.de/49168/1/MPRA_paper_49168.pdf )    adresinden indirildi. 

The Entrepreneurial and Innovative University Report, 2013, Office of Innovation & Entrepreneurship Economic Development Administration, US Deparment Of Commerce, s.9, 14.07.2014’de 
http://www.eda.gov/pdf/The_Innovative_and_Entrepreneurial_University_Report.pdf adresinden indirildi. 

Tierney, T.J. (2006) How is American Higher Education Measuring Up? American Higher Education: How Does It Measure Up For the 21th Century? The National Center for Public Policy and Higher Education, National Center report, San Hose, Ca. Mayıs, s.4 

Timur, T. (2000). Toplumsal Değişme ve Üniversiteler. Ankara: İmge Kitabevi. s 50 

Tonta, Y. (1999). Bilgi toplumu ve bilgi teknolojisi. Türk Kütüphaneciliği, 13 (4), 363-375 

Ulusoy, G. (2007). Disiplinlerarası Araştırma ve Eğitim, Değişim Çağında 
Yükseköğretim, Global Trendler, Paradigmal Yönelimler, Ed. Aktan, C. C.. İzmir: 
Yaşar Üniversitesi. s. 389-398 

YÖK, (2007). Türkiye'nin Yükseköğretim Stratejisi. Ankara: Yüksek Öğrenim 
Kurulu Yayınları 04. 10.2014'de 
http://www.yok.gov.tr/documents/10279/30217/yok_strateji_kitabi/27077070-cb13-4870-aba1-6742db37696b 

YÖK, 2016; 2015-2016 Öğretim Yılı Yükseköğretim İstatistikleri; 05.06.2016’da 
https://istatistik.yok.gov.tr/ adresinden indirildi. 

Wissema, J.G. (2009). Üçüncü Kuşak Üniversitelere Doğru. İstanbul: Özyeğin 
Üniversitesi Yayınları s.18-21, 43-45, 69, 74, 121, 145 


 ***

60 YILLIK İTTİFAK: NATO VE TÜRKİYE. BÖLÜM 2

60 YILLIK İTTİFAK: NATO VE TÜRKİYE. BÖLÜM 2





NATO-ABD ve Türkiye Arasındaki Son Gelişmeler, 

Afganistan Konusu: NATO’nun Afganistan da yürüttüğü faaliyetler kapsamında Türkiye, ISAF komutası altında, Kabil ve çevresinde Afgan halkının güvenliğini sağlamaya devam etmektedir. 
NATO’nun bu bölgedeki başarı veya başarısızlığı ittifakın geleceği konusunda etkili olacaktır.12 

Bu nedenle ABD, Afganistan’ın geleceği açısından ittifak ülkelerinden muharip asker sayısının artırmasını talep etmektedir. Türkiye de, asker sayısının arttırılması istenen ülkelerin başında gelmektedir. Diğer taraftan da ISAF’ın görev tanımlamasının değiştirilmesi ve etki alanının Kabil ve çevresinden daha güney-güneydoğuya kaydırılarak Taliban’la savaşması öngörülmektedir. 
Görüldüğü gibi ISAF’ın asıl amacı barışı korumaktan, savaşmaya doğru değiştirilmek istenmektedir. 

Tarihi boyutta Türk-Afgan ilişkilerinin seyrine bakıldığında dostluk ve yardımlaşma söz konusudur. 
Afgan halkı Türkiye’ye sempati duyar ve güvenir. Bu çizginin dışına çıkmak, her iki toplum için de sakınca doğurur. Ayrıca Türkiye, güvenlik sağlama faaliyetine ilave olarak Afganistan’da istikrarın sağlanmasına, ülkenin yeniden inşası ve yapılanmasına parasal destek de dâhil önemli katkılar sağlamakta, ülkeye ve ülke halkına çeşitli yardımlarda bulunmaktadır. 

ISAF’ın komutasını da iki defa üslenmiştir. Komutayı yeniden üstlenmesi de gündemdedir. 

Bunların yanında, Türkiye, Afganistan Silahlı Kuvvetleri’nin yeniden organizasyonuna yardımcı olmaktadır. Afgan Savunma Üniversitesinin (Harp Akademileri) veya Savunma Kolejinin (Harp Okulu) oluşumunu sağlamaya yönelik çalışmalar yapmaktadır.13 Bunların ötesinde gerekli görüldüğü takdirde Afgan subaylarının askeri eğitimlerini Türkiye’de görmelerine yardımcı olunacağı da Türkiye tarafından belirtilmiştir. NATO müttefikleri Afganistan’da teröre karşı 
mücadele ederken, Türkiye’nin PKK’ya karşı yürüttüğü mücadelede yanımızda yer almadıkları gibi PKK’yı çeşitli şekillerde uzun bir süredir himaye ettikleri de bilinmektedir. Türkiye’nin bu gerçeklerin bilincinde olarak strateji oluşturması ve bu paralelde hareket etmesi doğaldır. 

Montrö’yü İhlal Teşebbüsleri: Bir diğer konu ise ABD’nin NATO’yu kullanarak Montrö Boğazlar Sözleşmesini delmeye çalışmasıdır. ABD, Kafkasya ve Orta Asya’da söz sahibi olmak maksadıyla Karadeniz’de güç bulundurmak istemekte ve çeşitli hadiseleri kullanarak bunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Son beş yıl içinde bu konuda üç defa teşebbüste bulunduğu görülmektedir. 
Fırsat çıktığında NATO’yu bu maksatla kullanma temayülünü de göstermektedir. 

ABD’nin Karadeniz’e açılma teşebbüslerinden ilkine, 2003 yılında Irak’a yapacağı müdahale öncesinde, Türkiye ile yaptığı görüşmelerde rastlanmıştır. Müzakere sürecinde, ABD’nin Karadeniz’e gemi gönderme ve Trabzon’da üs bölgesi istemesi oldukça yadırganmış ve müzakerelerde, ABD’nin Irak’a yapacağı müdahale çerçevesinde yapılacak anlaşmayı fırsat olarak değerlendirerek 
Kafkasya’da etkili olmak maksadıyla Karadeniz’e çıkmak istediği anlaşılmış, ancak konu ile ilgisi olmayan bu istek Türk tarafınca geri çevrilmiştir.14 

ABD’nin ikinci teşebbüsü ise 2005 yılında gerçekleşmiştir. NATO gücü, Doğu Akdeniz’de teröre ve suçlara karşı mücadele amacıyla, Türkiye’nin de içinde yer aldığı, Aktif Çaba (Active Endevaour) operasyonunu icra etmektedir. Diğer taraftan da genelde aynı maksatla, Türkiye önderliğinde oluşturulan bir deniz filosu, Karadeniz’de, Karadeniz Uyum Harekâtı ( Black Sea Harmony) 
adı altında faaliyet göstermektedir. Bu faaliyete Türkiye ve Rusya’nın yanı sıra Ukrayna da kısmen katılmaktadır. Ancak ABD, 2005 yılı içinde, Doğu Akdeniz’de NATO bünyesinde oluşturulan Aktif Çaba Operasyonu görev alanının Karadeniz’i de kapsayacak şekilde genişletilmesi için resmi olmayan bir plan ortaya koymuş ve bu planı, Karadeniz’in güvenliğinin önemli olduğu gerekçesiyle Akdeniz’de olduğu gibi terörle ve suçlarla mücadele maksadıyla önerdiğini ifade etmiştir. ABD’nin ihtiyaç olmamasına rağmen böyle bir teşebbüste bulunması, ifade edilen maksadın dışında, tamamen bir bahane ile Karadeniz’i doğrudan kontrol 
altına almak olduğu şeklinde değerlendirilmiştir. 

ABD’nin bu konudaki üçüncü teşebbüsü de, 2008 sonunda Gürcistan’da meydana gelen olaylardan sonra, Gürcistan’a yapılmakta olan insani yardım çerçevesinde, ABD donanmasına ait iki adet 70 tonluk askeri hastane gemisi adı altında yardım gemisi gönderme isteğinde bulunmasıdır. 

Hatta NATO’yu da bu kapsamda kullanmaya isteklidir. Gürcistan’a yardımın Hava, Kara ve Montrö Sözleşmesi’ne aykırı olmayan bir düzenleme ile denizden de yapılması mümkünken, böyle bir isteğin, Karadeniz’de ağır tonajlı askeri gemilerle bayrak gösterme, dolayısı ile Karadeniz’e çıkarak bölgeyi etkileme 
ve Rusya’nın etkisini sınırlama maksadını taşıdığı değerlendirilmektedir. 

Belirtilen bu üç teşebbüs de Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ihlali anlamına gelmektedir. Montrö Sözleşmesi’ne uygun olmayan bir izni, başka bir ülkeye vermesi Türkiye’nin, hem egemenlik konusunu tartışmalı hale getirir, hem de bölgede güvenlik açısından kendi aleyhine bir husumet yaratabilir.15 ABD’nin Karadeniz’de güç bulundurma veya üs teşkil etme gibi teşebbüslerine 
karşı ihtiyatlı olunması gerekmektedir. Antlaşma hükümlerinin muhafazası ve buna riayet edilmesi, Türkiye’nin egemenliğini korunması ve Karadeniz’deki dengeleri de gözetmek suretiyle Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması açısından önem taşımaktadır. Türkiye’nin bu konuda ortak çıkarları olan Rusya ile koordinede bulunması doğru bir yaklaşım olarak nitelendirilmiştir. 

Ambargo ve Önleyici Teşebbüsler: NATO ve NATO ülkeleri ile ilişkilerde Türkiye, geçmişte çeşitli haksızlıklara uğramıştır. 1962 yılında ABD-SSCB görüşmeleri sonucunda ABD, Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin sökülmesi konusunda Türkiye’nin haberi olmadan tek taraflı bir karar almıştır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını takiben TSK’nın kullandığı harp silah ve araçlarının 
tüm destek malzemesine ambargo koymuştur. 

Bunu ilerleyen yıllarda da kısmi olarak tekrarlamıştır. 

İkinci Körfez Savaşı’nda NATO platformunda Fransa, Patriot füzelerinin savunma amaçlı olarak Türkiye’ye gelmesini önlemiştir. 
Bu ülkenin NATO Savunma Planlama Komitesi üyesi olmamasından dolayı bu komitede alınan bir kararla füzeler Türkiye’ye getirilebilmiştir. 
PKK terör örgütünün NATO listesine alınmasında güçlüklerle karşılaşılmıştır. 

11 Eylül 2001’e kadar terörle mücadeleye bir atıfta bulunulmaz ve bu konuda 4. Maddedeki konsültasyon ile yetinilirken, 11 Eylül’den sonra 5. Md. söz konusu olmuştur. Terörün ülkelerin topraklarına ulaşmadan önlenmesi için tedbir alınması konusu ön plana çıkarken Türkiye’nin bu konuda PKK için Irak’ın kuzeyinde tedbir alması önlenmiş, sonra da kısıtlanmıştır. Bunlar ‘çifte standart’a birer örnektir. NATO ile ilişkilerde bu konunun dikkate alınmasında fayda görülmektedir.16 

ABD’nin, yeni oluşacak durumlara göre gerektiğinde diğer ülkelerin, kendi milli menfaatlerine yönelik olarak bu veya buna benzer konuları, ihtiyaç duydukça ve fırsat buldukça yeniden gündeme getirebileceği düşünülmekte, bu nedenle tedbirli olunması ve taviz verilmemesi hususunda hassasiyet gösterilmesinin ülke menfaatleri açısından hayati önem taşıdığı değerlendirilmektedir. 
NATO’nun ülke menfaatlerini zedeleyecek ABD niyetleri istikametinde kullanılmasına karşı daima dikkatli olunmalıdır. 

NATO’nun Genişlemesinin Türkiye’ye Etkileri 

Türkiye temelde NATO’nun genişlemesini desteklemektedir. 

Bunun başlıca sebebi NATO’ya üye olan devletlerin, Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine destek vereceği öngörüsü olmuştur. 
Ancak karşılaşılan durum bu beklentiyi karşılamamıştır. 
Ayrıca, yeni üyelerin katılımıyla 26 ülkeye varan NATO üye sayısı, Türkiye’nin pastadan pay alma oranında düşüşler meydana getirmiştir. Ancak bazı olumsuzluklara rağmen NATO’nun genişlemesi, istikrarlı bölgeyi genişletmekte ve Türkiye’ye istediği konuları daha geniş bir yelpazede müzakere edilmesine imkân yaratmaktadır. Yapılan değerlendirmeler ışığında, 26 üye ülkenin tümü ele alındığında çıkan sonuç, “Ne NATO’suz, ne de NATO’yladır.”. 

NATO, kuruluşundan itibaren önemli işler başarmıştır. 

NATO’nun bugün 26 olan üye sayısı; 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan’ın katılmasıyla 28’e çıkacaktır. NATO, 28 üye ülkenin yanı sıra Barış İçin Ortaklık, Akdeniz Diyaloğu ülkeleri ve bunun dışında kendisiyle ortak değerleri paylaşan ittifak dışı Koalisyon kuvvetleri ile dünyanın dörtte birinden fazlasını şemsiyesi altına alan bir kuruluş görünümündedir. Ancak, NATO’nun güvenirliğinin gittikçe azaldığı da gözlerden kaçmamaktadır. 

NATO’daki Son Gelişmeler 

NATO’nun tarihindeki en büyük zirvelerinden biri 2-4 Nisan 2008 tarihinde Bükreş’te yapılmıştır. 

Zirve, Hırvatistan ve Arnavutluk’un ittifak üyeliğine resmen davet edilmesiyle sonuçlanmıştır.

17 Fakat Yunanistan’ın tutumu yüzünden Makedonya, ittifak’ın üyeliğine davet 
edilememiştir. Makedonya konusunda başarısız olmakla birlikte, NATO’nun son genişlemesinin, Avrupa’daki demokrasi ve istikrarın, Balkanlar’a yayılması konusunda olumlu etki yapacağı söylenebilir. Bunun yanında, Arnavutluk ve Hırvatistan’ın NATO üyeliğine davet edilmiş olması, Bosna-Hersek’i de NATO üyeliği için reformların hızlandırması yönünde cesaretlendirebilir, zaten “Üyelik Eylem Planı”ndan bir önceki aşama olan “Yoğunlaştırılmış Diyalog Kararı” çıkmış tır. Daha sonra Kosova da aynı şekilde gündeme gelebilir. Bu durumda bir tek Sırbistan endişe kaynağı olarak kalmaya devam etmektedir. 

2-3 Aralık 2008’de NATO Dışişleri Bakanlarının bir araya gelmesiyle Brüksel’de gerçekleştirilen zirveden, Ukrayna’daki siyasi belirsizliğin artması ve Gürcistan’da yaz aylarında meydana gelen çatışmalardan dolayı, bu ülkelerin “Üyelik Eylem Planı”na dâhil edilmemesi kararı çıkmıştır.18 Ukrayna ve Gürcistan üzerinden yürütülen rekabetin yarardan çok zarar getirdiğini de yaşanan olaylar göstermiştir. Genişleme zora girmiş, Rusya ile diyalog kesilmiş, Kafkasya ve Karadeniz güvenliği alanında etkisiz kalınmıştır. Rusya, Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliklerini, kendini kuşatma ve enerji yollarını kontrol altına alma planları olarak yorumlamaktadır. Almanya ve Fransa’nın başını çektiği grup ile ABD arasında, Rusya ile olan ilişkilerin arttırılması konusunda farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılığın temelini ise Avrupa’nın enerji ihtiyacı oluşturmaktadır. 

Diğer taraftan, Rusya’nın 2007 yılında AKKA’dan19 çekilmesi NATO içinde sıkıntı 
yaratmıştır. Özellikle Doğu Avrupa devletleri için güvenlik kaygıları oluşmaya başlamıştır. 

Bunlara ek olarak alınan önemli kararlardan biri de NATO’nun, Doğu Avrupa’da ABD tarafından kurulması planlanan füze kalkanı projesine destek vermesi olmuştur. 

2009’daki NATO Savunma Bakanları Toplantısı, 19-20 Şubat tarihlerinde, Polonya’nın Krakow şehrinde yapılmıştır. Toplantıda Ukrayna’nın ve Gürcistan’ın savunma ve güvenlik konularındaki reformları ve ulusal güvenlik stratejileri gözden geçirilmiş, NATO Acil Mukabele Gücü’nün uygulamaları ve bu konudaki reformlar ele alınmıştır. Afganistan konusu yine özel önemini korumuştur. 
Alınan ve resmi nitelik taşımayan kararlar, 3-4 Nisan 2009’da yapılacak zirveye zemin oluşturmuştur.20 NATO, Rusya ile ilişkilerin iyileştirilmesine ve diyalogun başlatılmasına, doğuya doğru genişlemesi ve Karadeniz güvenliği gibi kritik konulara kıyasla daha kritik bir önem atfetmektedir. Ayrıca, küresel ekonomik krizin de etkisiyle ABD Başkanlık seçimleri sonrası Avrupa-Atlantik ittifakı üyeleri arasında, daha fazla çatışma ve gerginliğe yol açabilecek politikalardan 
vazgeçilmesi konusunda görüş birliğine varılmıştır. 

   Son toplantıda Fransa’nın NATO’nun Askeri kanadına tekrar katılacağı ve bunun 3-4 Nisan 2009’daki NATO toplantısında resmiyet kazanacağı da ifade edilmiştir. Obama’nın gelişi ile diyalog konusuna verilen önem çerçevesinde, Füze Kalkanı Projesi’nde bir kısım yumuşatıcı yaklaşımlara karşılık, Rusya’nın Orta Asya’da terörle mücadelede ABD ve NATO’ya destek vereceğine ilişkin açıklamaları NATO-Rusya arasındaki diyalogun yeniden tesis edileceğini belirten gelişmeler olarak dikkat çekmektedir. Ancak Rusya’nın Orta Asya’da etkinliğini yeniden sağlaması ve sürdürmesi için Beyaz Rusya, Ermenistan, Kazakistan, 
Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan ile yaptığı ve askeri güç oluşturmasının ön plana çıktığı antlaşma da göz ardı edilmemelidir. 

5 Mart 2009’da Brüksel’de yapılan Dışişleri Bakanları toplantısında da genellikle aynı konular üzerinde durulmuş, NATO-Rusya ilişkileri yeniden başlamış, Afganistan için geniş kapsamlı bir toplantı yapılması ve bu toplantıya İran’ın da davet edilmesi kararlaştırılmıştır.21 

NATO’nun Geleceğine İlişkin Beklentiler ve Türkiye 

NATO kolektif savunma örgütü işlevini genişleterek, kolektif güvenlik örgütü haline dönüşmüştür. 
Bugün NATO, savunma konusunda sadece üye ülkelerin topraklarıyla sınırlı kalmamaktadır. 
Karmaşık durum ve tehditlere karşı koyma konusunda birincil rol oynamaktadır. NATO operasyonları artık Washington Antlaşması’nın 6. maddesinde tarif edilen Avrupa’dan ibaret savunma harekât alanıyla sınırlı değildir.22 

NATO’nun Kuruluş Antlaşması’nda sorumluluk alanının Kuzey Atlantik bölgesi ile sınırlandırılmış olması ve NATO’nun sadece kendi topraklarını savunma ile görevli olması nedeniyle, NATO’nun alan dışında yapacağı faaliyetler uluslararası hukuk açısından sakınca yaratmaktadır. 

Bu nedenle NATO’nun yeni açılımları doğrultusunda NATO Antlaşması’nın yeni durumlara uyumlu hale getirilme ihtiyacı bulunmaktadır. 23 

Ayrıca günümüzde ortak bir tehdit olmadığı için 5. Madde’nin uygulanmasında da sıkıntılarla karşılaşılmaktadır. Afganistan buna bir örnek teşkil etmektedir. Birçok ülke, halkına Afganistan’a neden çarpışmaya gidildiğini izahta güçlük çekmektedir. Bu nedenle NATO, operasyonların gerekliliği konusunda ülke kamuoylarını ikna edebilecek “insanlığın, demokrasinin, barışın, istikrarın sağlanmasının, korunmasının ve düzensizliğin ortadan kaldırılmasının önemi, 
düzensizlik ve istikrarsızlığın kendi ülkelerine de yansıyabileceği için tedbir alınmasının gerekliliği gibi” argümanlar ve formüller üzerinde çalışmalıdır.24 

ABD’nin, küresel ortaklara duyduğu ihtiyaç nedeniyle önümüzdeki dönemde diplomasiye, hukuka, ikili ilişkilere, uluslararası kuruluşlara, Transatlantik ilişkilerin geliştirilmesine ve NATO’ya daha fazla önem vermesi beklenmektedir. Güvenlik öncelikleri farklılık arz eden Avrupa’nın kendi güvenlik sistemi “Avrupa Savunma ve Güvenlik Politikası-AGSP”yi oluşturma çabalarını sürdüreceği ancak, yeterli kaynak ve ortak siyasi iradeyi sağlayamadığı için ABD ve NATO’ya olan ihtiyacının devam edeceği anlaşılmaktadır. 

Günümüzde savunmanın uluslararası boyutu ele alınarak, Türkiye’nin, NATO ve AGSP ile ilişkilerini, kazanımları ve sahip olduğu ortak değerlere uygun bir içerik ve yapıda sürdürmesi akılcı olacaktır. Türkiye’nin BAB’dan kaynaklanan haklarını AGSP’de kullanamaması bir eksiklik ve aynı zamanda bir haksızlıktır. Ayrıca Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin haksız bir şekilde AB’ye alınmasının sonucunda AGSP’de diğer NATO üyesi olan AB ülkeleri gibi haklar istemesi, problem 
yaratmaktadır. NATO ve AB Türkiye’ye GKRY ile ilgili konularda baskılarda bulunmaktadır. Türkiye’nin NATO üyesi olarak elinde bulundurduğu yetkileri, ulusal çıkarları istikametinde kullanmaya devam etmesi kadar doğal bir durum olamaz. Yakın gelecekte Transatlantik ilişkilerin tamiri yoluna gidilmesi, enerji güvenliğinde Türkiye’nin artan rolü, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türk Silahlı Kuvvetleri barış gücü unsurlarının özellikle Afganistan ve diğer görev 
yerlerindeki başarıları Türkiye’nin jeopolitik önem ve işlevinin daha iyi algılanmasına ve Türkiye’nin yeni açılımlar yapmasına olanak sağlayacaktır. Ancak uluslararası güvenlik anlaşmaları, Türkiye’nin egemen bir ülke olarak gerektiğinde bağımsız kararlar almasını da engellemeyecektir. 

Son Zirvelerden çıkan sonuçlara ve eylem planlarına baktığımızda yakın gelecek içinde NATO’da, Füze Kalkanı Projesinin gerçekleştirilmesi, Rusya ile olan ilişkilerin geliştirilmesi, küresel terörizmle mücadele, Ukrayna, Gürcistan, Makedonya, Bosna-Hersek, Kosova ile genişleme, Deniz Haydutluğunu Önleme, Akdeniz Diyaloğu gibi İttifak dışı ülkelerle ortaklık ve işbirliğinin geliştirilmesi faaliyetleri gibi hem siyasi hem de askeri konularda yeni kararların alınacağı 
ve yeni stratejilerin oluşturulacağını söylemek mümkündür. 

3-4 Nisan 2009 tarihlerinde Fransa’nın Strasbourg ve Almanya’nın Kehl komşu kentlerinde NATO’nun 60. Yılının da kutlanacağı bir zirve gerçekleştirilecektir. ABD Başkanı Obama’nın da ilk defa katılacağı zirvede Arnavutluk ve Hırvatistan ’ın üyelikleri onaylanacaktır. 

Böylece 26 olan üye sayısı 28’e ulaşmış olacaktır. 25 

Fransa’nın askeri kanada dönmesi konusu da bu zirvede önemli bir konu olarak ele alınacaktır. 

Geleceğe yönelik yeni bir konu da “Çoklu Gelecek Projesi” ’dir. Çoklu Gelecek Projesinin amacı güvenlik boyutunda geleceği anlamak, tartışmak, NATO üyesi ülkeler arasında iş birliğini geliştirmek, savunma planlamaları yapmak olarak belirtilmiştir. Projenin şekillendiricileri ise uluslararası ihtilaf, ekonomik entegrasyon, asimetri, devlet kapasitesi, kaynak paylaşımı, ideolojik mücadele, iklim değişikliği, teknoloji kullanımı ve demografik gelişmelerdir. 26 

Geleceğe yönelik bir başka strateji ise NATO’nun yayılmacılığı esas alacak yeni planlamaları dır. 
Amaç, açıkça ifade edilmese de ABD jeostratejik girişimlerine Avrupa’nın katkısını genişletmek, enerji kaynaklarını ve yollarını kontrol altına almak, yükselen güçler Rusya ve Çin’i çevrelemektir. 
Bu amaçlara ulaşabilmek için de ABD, NATO ve AB arasındaki işbirliğinin güçlendirileceği ve rekabetin ortadan kaldırılmasına ilişkin adımlar atılacağı anlaşılmaktadır. Proaktif stratejinin benimsenmesi öngörülürken, nükleer önleyici darbe konsepti de bu stratejiye dahil edilmektedir. 

Geleceğe ilişkin NATO’nun taahhütleri gittikçe artmakta, hatta birçok konu BM’nin sorumluluk sahasına girmektedir. Bu durum akıllara NATO’nun BM’nin yerine geçmekte olduğuna dair şüpheler yaratmaktadır. Adının “Kuzey Atlantik Paktı” mı, yoksa “Ortak Güvenlik Paktı” mı olduğu tartışılmakta, hâlihazırdaki isminin bile artık mevcut durumu yansıtmadığına ilişkin değerlendirmeler de yapılmaktadır.27 

Türkiye’nin, 21. yüzyılda büyük devletlerin çıkar çatışmalarının yaşandığı bölgesel krizlerin merkezinde yer alan bir devlet olarak, bu krizlerden etkilenmemesi, güvenliğini sağlayabilmesi ve bölgede etkili olabilmesi için NATO ve AGSP açılımlarında politik ve askeri olarak etkili bir şekilde yer alması önem arz etmektedir. Ancak bu hususun kendi insiyatifi ile oluşturabileceği bölgesel 
ve küresel ilişkilere engel teşkil etmemesi de en az bunun kadar önemlidir. 

Uluslararası ortamın önümüzdeki 25-30 yıl içinde tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru bir değişim süreci yaşayacağı, bu kapsamda Rusya, Çin, Hindistan ve bir ölçüde de Japonya’nın bu kutupları oluşturabileceği, AB’nin ise bir kutup olabilme niteliğinin zayıf bir ihtimal olduğu düşünülmektedir. NATO’nun da AB gibi genişlemesini sürekli tutması halinde ve ABD etkisi de azaldıkça karar alma sürecinde karşılaşacağı sıkıntılar nedeniyle önceki gücünü muhafaza 
edebileceği konusunda tereddütler bulunmaktadır. 

    Özellikle NATO’nun barış adına alan dışına çıkması, BM kontrolünde olmadığı takdirde önemli sıkıntılar yaratabilecektir. Bu nedenle Türkiye’nin NATO ile olan ilişkilerinin yanında diğer faktörleri de gözetmesinde yarar görülmektedir. Ancak yine de Atlantik ötesi ilişkilerin ve bu çerçevede NATO’nun temel güvenlik platformu olarak güçlendirilmesinin Türkiye’nin çıkarlarına uygun düştüğü varsayılmaktadır. 

NATO içerisinde karar alma süreçlerini incelediğimizde üye 26 ülkenin de eşit oy hakkı olduğu ve kararların oybirliği ile alındığı bilinmektedir, Türkiye’nin de bu karar alma mekanizması içerisinde kendi ulusal çıkarlarına ters düşen bir kararın çıkmasını tek başına engelleme gücüne sahip olduğu da bilinen bir gerçektir. 

Karar alma sürecinde 25 ülkenin diğer ülkeden daha güçlü, daha yetkili olduğu söylenemez. Oybirliği mekanizmasının böyle bir avantajı vardır. Asıl önemli olan husus Türkiye’nin ne istediğini ve ne istemediğini tam olarak ortaya koymasıdır. Bunun özünde dış politika konularında karar alma mekanizması içerisinde görevli olan makamların mutabakat içinde olması yatmaktadır. Eğer bu sağlanırsa, NATO içerisinde Türkiye, kendini daha iyi bir şekilde ifade edebilme olanağını bulur ve NATO platformuna getirmek istediği konuları, ittifak ülkeleriyle 
müzakere edebilme ortamı yakalar. Bu konuda Türkiye’nin Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına dönüşünde takınacağı tavır örnek olarak verilebilir. Fransa, Türkiye’nin AB müzakere sürecini tıkayan, parlamentosunda Ermeni soykırımını kabul eden, 2. Körfez Savaşı’nda Patriot füzelerinin Türkiye’ye gelmesini önlemeye çalışan ve diğer çeşitli konularda da Türkiye aleyhine hareket eden bir ülke konumundadır. Fransa, askeri kanada dönmesinin yanında Virginia 
ve Madrid’deki komutanlıkların da kendisine verilmesini istemektedir. Türkiye bu hassasiyetleri, Fransa’nın askeri kanada dönmesinde doğrudan veya dolaylı bir şekilde gündeme getirilebilir ve tavrını gelişecek ortama göre ulusal çıkarlarımız yönünde gösterebilir. Diğer taraftan, ulusal çıkarları göz ardı etmeksizin NATO’ nun etkisizleştirilmesi yerine güçlendirilmesi, aynı ortak değerleri taşıyan üye ülkelerin güvenlik ihtiyaçlarına katkı sağlayan bir siyasi-askeri güvenlik örgütü olarak geliştirilmesinde de yarar görülmektedir. 

Sonuç 

NATO eski NATO değildir; değişime uğramıştır. Yeni üyelerin katılımı, ABD kontrolünü arttırmıştır. 

Ayrıca yeni tehdit algılamaları ışığında oluşturulan stratejileri ile de alan dışına çıkmaya başlamış ve etki alanını bir noktada bütün dünya olarak algılamaya başlamıştır. Bu kadar teşkilatlı, oturmuş, tecrübeli, savunmanın dışında siyasi ve sistem içi ilişkileri düzenleme, koruma ve geliştirme konularında başarılı olmuş bir teşkilatın sona erdirilmesi uygun olmayabilir. Ancak teşkilatın,  küreselleşme nin ve onun önderi durumunda olan ABD’nin politikalarına göre yönlendirilme sine de engel olmak gerekmektedir. 

Türkiye 1952’den itibaren NATO’nun üyesidir. O yıllarda artan Sovyet tehdidi karşısında kendi güvenliğini güçlendirmek maksadı ile bu teşkilata üye olmuştur. Soğuk Savaş sonuna kadar, NATO’nun sağladığı güvenlik konusunda zaman zaman endişeler, Kıbrıs Harekâtı’nda olduğu gibi bazı olumsuzluklar yaşamışsa da genel olarak olumlu bir dönem geçirmiştir. NATO, modernizasyon ve batı ile yakın ilişkiler konusunda müspet bir ortam oluşturmuştur. 

Türkiye’de buna  karşılık NATO’ya olması gerekenden çok fazla bağlılık ve sadakat göstermiştir. Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra dünya siyasetinde ve buna paralel olarak güvenlik politikalarında değişim olmuş, Türkiye çevresindeki bütün ülkelerle gerilim yaşarken, ilişkiler, gelişen siyasi duruma bağlı olarak yeni bir mecraya girmiştir. 

NATO, birinci öncelikli tehdit olarak gördüğü terör konusunda Türkiye’ye çifte standart uygulamıştır. 
Türkiye artık güvenliğini tamamen NATO çerçevesinde düşünmenin dışına çıkmıştır. Batı ile olduğu kadar, hatta daha fazla çevre, Kafkasya ve Orta Asya ile ilgilenmek ve buralarda işbirliği aramak zorundadır. Şangay İşbirliği Örgütü ile iletişim kurmayı değerlendirmek durumundadır. 

Dünyadaki yeni gelişmeler, Türkiye’nin tarihi, kültürel ve soy bağlantıları bu fırsatı önüne çıkarmıştır. 

Türkiye’nin NATO’yu dışlamadan ve batı ile ilişkilerini kesmeden, menfaatlerini ve güvenliğini bu yeni sahalara da taşıması gerekmektedir. 

Atlantik ötesi ilişkilerin tamir edilmesi, Türkiye’nin jeopolitik önem ve işlevinin daha iyi algılanmasına ve uluslararası güvenliğe katkısının daha iyi değerlendiril mesine yardımcı olacaktır. Türkiye, NATO’yu Transatlantik ilişkilerin temel politik ve askeri yapısı olarak görmektedir. 28 

Bu nedenle henüz bu ittifakın yerini doldurabilecek köklü bir yapı bulunmadığından, NATO İttifakı’na önem vermeye devam etmektedir.  

Ancak diğer taraftan NATO’ nun ve dünyadaki tehdit algılamalarının, Türkiye’nin bu ittifaka girdiği ortamda olmadığı, Soğuk Savaşı müteakip ittifakın daha çok ABD amaçlarına uygun hareket ettiği, Türkiye’nin bu ittifaka eskisi gibi ihtiyacı bulunmadığı, bu nedenle NATO’ya sadakat derecesinde bir bağlılığın ve bağımlılığın olmasına gerek olmadığı, NATO konusunun denge politikaları çerçevesinde yürütülmesinin Türkiye’nin menfaatlerine daha uygun olacağı
da değerlendirilmektedir. Türkiye’nin NATO’ya fazla güvenmeden ancak NATO’nun içinde kalarak ulusal çıkarlarına uygun hareket etmesi,  NATO’yu ülkelerle çeşitli konuları müzakere edebilecek, istikrarlı ve geniş bir platform olarak görmesi, çıkarlarına uygun olmayan konularda “veto” hakkını kullanması veya bunun karşılığında başka bir çıkar sağlaması uygun bir yaklaşım tarzı olacaktır. 

   Türkiye’nin bundan sonra kendisini merkeze alan, çevre ülkeleri, Rusya Federasyonu,Kafkasya, Orta Asya ile diyalog içinde olan çok taraflı bir dış politika uygulamasının yararlı olacağı kıymetlendirilmektedir. 

Güvenlik politikalarının da NATO’yu dışlamadan ancak yukarıdaki çerçevede ele almasının ve yürütülmesinin gerekli olduğuna inanılmaktadır.

DİPNOTLAR;

1 Yılmaz Tezkan, Siyaset, Strateji ve Milli Güvenlik, Ülke Kitapları, İstanbul, 2000, s. 36-39. 
2 Turan Moralı’nın “NATO Stratejisindeki Değişim ve Gelişmeler” konulu, 11 Mayıs 2004 tarihli, ASAM 24. Jeopolitik 
Tartışma Toplantısı’nda yaptığı konuşmasından, s. 10. 
3 Ali Karaosmanoğlu’nun “NATO Stratejisindeki Değişim ve Gelişimler” konulu, 11 Mayıs 2004 tarihli, ASAM 
   24. Jeopolitik Tartışma Toplantısı’nda yaptığı konuşmasından, s.10. 
4 Armağan Kuloğlu ve Fatma Elif Salkaya, “ Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, Stratejik Analiz, Cilt 4, 
No.48, Nisan 2004, s.23. 
5 Richard Haass, “The New Middle East”, Kasım/Aralık 2006, http://www.foreignaffairs. 
org/20061101faessay85601/richard-n-haass/the-new-middle-east.html, (Son Erişim: 25 Şubat 2009) 
6 George Friedman, “Obama Enters the Great Game”, 19 Ocak 2009, http://www.stratfor.com/weekly/
20090119_obama_enters_great_game, (Son Erişim: 5 Şubat 2009) 
7 Reuters, “US send more troops to flagging Afghan War”, 19 Şubat 2009, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.
aspx?id=11033563, (Son Erişim: 19 Şubat 2009) 
8 NATO Genel Sekreter Yardımcısı Jean François Bureau’nun 30 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen 17. Uluslararası 
Antalya Güvenlik ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından. 
9 TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Aydın’nın 30 Ocak 2009 tarihinde 
düzenlenen 17. Uluslararası Antalya Güvenlik ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından.. 
10 Fatih Karaosmanoğlu, “İttifak vizyonunu yeniledi”, 7 Temmuz 2004, www.radikal.com.tr/haber.php? haberno 
121483, (Son Erişim: 20 Şubat 2009) 
11 Gnkur. Bşk. Org. Hilmi Özkök’ün “ Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi Açış Konuşması”, 28 Haziran 
2005 ve “Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu Açış Konuşması”ndan, 23 Mart 2006. 
12 Gökçen Oğan ve Ergun Mengi, “NATO’nun Afganistan Görevi ve Türkiye’nin Katkılarına Dair Bir Değerlendirme”, 
Stratejik Analiz, Sayı 98, Haziran 2008, s. 65-66. 
13 T.C. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün 30 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen 17. Uluslararası Antalya Güvenlik 
ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından. 
14 Armağan Kuloğlu, “ABD Montrö’yü Yine Zorluyor”, 21 Ağustos 2008, 
     http://www.globalstrateji.org/TUR/Icerik_Detay.ASP?Icerik=1573, (Son Erişim: 18 Şubat 2009) 
15 Ibid. 
16 E. Büyükelçi CHP Milletvekili Dr. Onur Öymen’in 31 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen 17. Uluslararası Antalya 
Güvenlik ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından. 
17 Erhan Türbeder, “NATO Bükreş Zirvesi ve Balkanlar”, Stratejik Analiz, cilt 9, sayı 91, Mayıs 2008, ss. 6-7. 
18 Habibe Kader, “NATO Toplantısı Sonrası Notlar”, 8 Aralık 2008,www.usakgundem.com. , (Son Erişim: 24 
Ocak 2009) 
19 Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması 
20 “NATO Savunma Bakanları Polonya’nın Krakow şehrindeki toplantısında bugün NATO-Gürcistan komisyonu 
toplantısı yapıldı.”, 20 Şubat 2009, http://www.iha.com.tr/haber/Dunya/57661-H-4/Nato-gurcistantoplantisi-
basladi, (Son Erişim: 22 Şubat 2009) 
21 “NATO’da Afgan Rüzgarı”, 6 Mart 2009, http://www.milliyet.com.tr/Dunya/HaberDetay.aspx?aType=Haber 
DetayArsiv&ArticleID=1067705&Kategori=dunya&b=&ver=44, (Son Erişim: 7 Mart 2009) 
22 Kurt Volker, ABD Dışişleri Bakanı Avrupa ve Avrasya’dan Sorumlu Yardımcısı, “Atlantik Ötesi Güvenlik: 
NATO’nun Bugünkü Önemi Trans Atlantic Security:The Importance of NATO Today” 23 Şubat 2006, http:// 
www.state.gov/p/eur/rls/rm/2006/62073.htm, (Son Erişim:25 Şubat 2006) 
23 Yılmaz Aklar, “ NATO Riga Zirvesi: Ne NATO’yla, ne de NATO’suz”, Stratejik Analiz, cilt 7,sayı 81, Ocak 
2007, s.66. 
24 Milliyet Gazetesi Köşe Yazarı Semih İdiz’in 31 Ocak 2009 tarihinde yapılan 17. Uluslararası Antalya Güvenlik 
ve İşbirliği konferansındaki konuşmasından. 
25 “NATO’nun 60. Yılı kutlamaları”, 9 Ocak 2008, www.aa.com.tr. , Anadolu Ajansı, (Son Erişim: 10 Ocak 2008) 
26 Sinem Kaya, 28 Kasım 2008 Genelkurmay Sarem Bşk.lığı bünyesinde Çoklu Gelecek Projesi hakkında kurum için bilgi notu. 
27 Emekli Subaylar Derneği Bşk. E. Tümg.Rıza Küçükoğlu’nun 31 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen 17. Uluslararası 
Antalya Güvenlik ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından . 
28 Yılmaz Aklar, “NATO Riga Zirvesi: Ne NATO’yla, ne de NATO’suz”, Stratejik Analiz, cilt7, sayı 81, Ocak 2007, s.67. 


***

60 YILLIK İTTİFAK: NATO VE TÜRKİYE. BÖLÜM 1

60 YILLIK İTTİFAK: NATO VE TÜRKİYE. BÖLÜM 1







E.Tümgeneral Armağan KULOĞLU,
ORSAM Başdanışmanı
armagankuloglu@orsam.org.tr

60 yıldır varlığını devam ettiren ve kendini yenileyen NATO, yeni tehdit algılamasında birinci sıraya terörizmi koydu. 
E.Tümgeneral Armağan KULOĞLU
ORSAM Başdanışmanı
armagankuloglu@orsam.org.tr


60 YILLIK İTTİFAK: NATO VE TÜRKİYE 
Nisan’09 Cilt 1 Sayı 4 


NATO içindeki ABD’nin üstün durumu zaman geçtikçe İttifak’ın Batı Avrupalı üyelerini rahatsız etmiştir. Avrupa Birliği fikri son 50 yıl içinde adım adım gerçekleşip “Birleşik Avrupa Devleti” hedefine doğru ilerledikçe Avrupa devletlerinde ABD’nin askeri vesayetinden kurtulma düşüncesi de gelişmeye başlamıştır. 

NATO’nun Kuruluşu ve Soğuk Savaş Dönemi 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin işgal etmiş olduğu ülkelerde Sovyet Ordusu’nun desteğiyle Komünist partiler, demokratik teamüller dışında yöntemler kullanarak iktidarı ele geçirmişlerdir. O yıllarda, Sovyetlerin bu fiili genişleme siyaseti karşısında, Batılı ülkeler arasında herhangi bir siyasi veya askeri bir dayanışmayı ortaya koyacak bir antlaşma ve örgütlenme yoktu. 

Bu nedenle 17 Mart 1948 tarihinde İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg aralarında imzaladıkları “Brüksel Antlaşması” ile muhtemel 
bir tecavüze karşı kuvvetlerini birleştirmeyi kabul ederek Mareşal Montgomery’nin komutasında ilk müşterek askeri teşkilatı kurmuşlardır. 

NATO ittifakının başlangıcı olarak kabul edilen bu teşkilat, 1955 yılında Batı Avrupa Birliği adını alacak olan teşkilatın da temelini teşkil etmiştir. 

Bu teşebbüs, Batı Avrupa’nın müşterek savunma yolunda attığı ilk adımdır. 4 Nisan 1949 tarihinde Washington’da imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması ile İttifak, bilinen yaygın adı ile NATO olarak kurulmuştur. Kuzey Atlantik Antlaşması’nda, Brüksel Antlaşmasına dâhil beş ülkeyle beraber müzakere sürecine çağrılan İtalya, İzlanda, Danimarka, Norveç ve Portekiz’in de 
katılımı ile NATO’nun üye sayısı 12’ye ulaşmış, Türkiye ve Yunanistan’ın 1952’de, Almanya’nın 1955’te, İspanya’nın 1982’de İttifaka katılması ile üye sayısı 16 olmuştur. Soğuk Savaş dönemi bu 16 üye ile aşılmıştır. 

NATO, kurulduğu 1949 yılından 1989 yılına kadar geçen 40 sene içinde Avrupa’nın güvenliğini tartışmasız bir şekilde temin etmiştir. Tehdidin mahiyetinin ve büyüklüğünün belli olduğu bu dönemde, savunma stratejileri ve askeri kuvvet yapıları, tehdide yönelik olarak tespit ve teşkil edilmiş ve uygulanmıştır. Türkiye, Soğuk Savaş döneminde kendisine yönelebilecek silahlı 
tecavüzlere karşı güvenliğini kendi öz savunması ile birlikte, NATO’nun bir üyesi olarak da sağlamıştır. 


1950’den sonraki yıllar ABD’nin ekonomik ve askeri gücü ile Avrupa’da itirazsız söz sahibi olduğu yıllardır. Güvenlik ihtiyacının gerektirdiği ağır savunma harcamaları, ABD’nin varlığı ile NATO’nun Avrupalı üyeleri için hafiflemiş, savunmadan kısılan imkânlar sosyal devletin gereklerine harcana bilmiştir. 

Bu arada Türkiye modern harp silah ve araçlarına biraz daha fazla sahip olabilme uğruna ekonomik gücünün çok üstünde bir silahlı kuvveti muhafaza ederek hem NATO’nun insan gücü açığını kapatmış ve hem de kendi teknolojik yetersizliğini bu şekilde telafi etmeye çalışmıştır. 

NATO’nun kuruluş amacı, 1952-1957 yılları arasında görev yapan NATO Genel Sekreteri Lord Ismay’in söylediği gibi, SSCB’yi dışarıda, ABD’yi içeride ve Almanya’yı aşağıda tutmak olarak ifade edilebilir. Kolektif savunma amaçlı bir örgüt olan NATO’yu kuran Kuzey Atlantik Anlaşması’nın 5. maddesine göre NATO üyelerinden birine yapılan saldırı tümüne yapılmış sayılacak ve karşılık, kolektif olarak verilecektir. Metinde belirtilmemesine rağmen bu ilk maddenin temel amacı SSCB’den gelebilecek bir saldırıya karşı üye devletlerin birlikte hareket ederek birbirlerinin güvenliğine katkıda bulunmalarını sağlamaktır. 

NATO içindeki ABD’nin üstün durumu zaman geçtikçe İttifak’ın Batı Avrupalı üyelerini rahatsız etmiştir. Avrupa Birliği fikri son 50 yıl içinde adım adım gerçekleşip “Birleşik Avrupa Devleti” hedefine doğru ilerledikçe Avrupa devletlerinde ABD’nin askeri vesayetinden kurtulma düşüncesi de gelişmeye başlamıştır. 1984 yılında ABD’nin Sovyetler Birliği ile uzun menzilli füzelerin 
sınırlandırılması pazarlığına girmesi ve Yıldız Savaşları Projesi ile Kuzey Amerika’yı koruma girişimleri, İttifakın Batı Avrupalı üyelerini yeni arayışlara sevk etmiş ve Batı Avrupa’nın Güvenlik Mimarisinde yeni bir üslup değişikliğine gidilmiştir.1 

ABD’nin küresel ortaklara duyduğu ihtiyaç nedeniyle önümüzdeki dönemde NATO’ya daha fazla önem vermesi bekleniyor. 



Soğuk Savaş Sonrası NATO ve Değişim 

NATO İttifakı kurulduğundan bugüne kadar 60 yıl kadar bir süre geçmiştir. Kuruluşundan Soğuk Savaş’ın sona ermesine kadar olan dönemde, içinde bulunulan tehdit algılaması ortamında kuruluş maksadına uygun olarak hareket eden NATO, Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Varşova Paktı’nın ortadan kalkması ile varlığını devam ettirip ettirmeme 
konusunda kendisini sorgulamaya başlamıştır. 

Varşova Paktı, iki kutuplu dünya düzeninde Doğu Bloku’nun savunma ihtiyacını karşılamaktan öteye gidemeyen ve bir anlamda NATO’ya karşı kurulan savunma işlevli bir örgüt niteliğinde iken NATO, Varşova Paktı’na karşı Batı’nın sadece savunma ihtiyacını karşılamakla sınırlı kalmamıştır. NATO’nun bir savunma örgütü olma özelliği kadar önemli diğer bir özelliği de üye ülkeler arasındaki askeri, siyasi ve sistem içi ilişkileri koruma, geliştirme ve düzenleme işlevlerini 
yerine getirmeye çalışmasıdır. 

Temmuz 1990’da yapılan NATO Zirvesi’nden başlayarak, NATO’nun değişen düzenin koşullarına göre yeniden yapılandırılmasına karar verilmiştir. NATO’nun değişen düzenin koşullarına göre yeniden yapılandırılmasında, Sovyet tehdidinin ortadan kalkması sonrasında ortaya çıkan belirsizliklerin ve risklerin önemli bir neden olduğu görülmektedir. Ortaya çıkan yeni duruma göre tehdidin yeniden değerlendirilmesi yapılmış, başta uluslararası terör olmak üzere kitle imha silahlarının yaygınlaşması, silah, insan ve uyuşturucu kaçakçılığı, kitlesel göç hareketleri gibi tehditler yeni tehdit algılamaları olarak belirlenmiştir. 

Bu bağlamda NATO sadece bir kolektif savunma örgütü olmanın yanında, kolektif ve iş birliğine dayalı bir güvenlik örgütü haline de gelmiş 2 ve örgüt, bilinen görev alanının dışına da çıkmaya başlamıştır. Ayrıca örgütün, güvenlik konusunda istikrarı bozabilecek yeni yapılanmalara engel olmak ve kendi 
yapılanmasının etki alanını arttırarak istikrar sağlamak maksadıyla genişletilmesi ne karar verilmiştir. 

NATO’nun Genişlemesi 

Bu bağlamda önce Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Polonya, daha sonra Romanya, Bulgaristan, Slovenya, Slovakya, Estonya, Letonya, Litvanya ittifaka katılmıştır. Orta ve Doğu Avrupa’da, Yeni Ortadoğu, Ortadoğu için yeni bir çağın başlangıcını ifade eden bir terimdir. 

Ortadoğu’da yeni aktörlerin, yeni güçlerin meydana geldiği ve artık sert gücün yerini yumuşak güce bıraktığı oluşumdur. Bu durumda ABD’nin bölgede etkinliğini askeri güç yerine diplomasi gibi yumuşak güçle sağlamaya çalışacağı anlaşılmaktadır. 

Orta Asya’da ve Kafkaslar’da ortaklar edinmek amacıyla Barış için Ortaklık (BİO) Projesi hayata geçirilmiştir. 

Barış için Ortaklık., 

Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun siyasi boyutunun önem kazandığı görülmektedir.3 

Rusya Federasyonu (RF) ile olan ilişkilerinde de bir değişim yaşanmış ve önce RF’nin NATO içinde bir nevi gözlemci olarak yer alması ve karşılıklı güvenin oluşmasına yardımcı olmak üzere NATO Karar Alma Sürecini takip etmesi sağlanmış, daha sonra da Karar Alma Sürecinde beraber çalışılan, ancak oy ve veto hakkı olmayan bir sistem oluşturulmuştur. Sorumluluk sahası, yeni 
tehdit algılamaları ve kabul edilen misyon çerçevesinde, yazılı olarak belirtilmese de, bütün dünya olarak algılanmaya başlamış ve Birleşmiş Milletler ile (BM) yakın iş birliği konusu güçlenmiştir. 

Bu yeni durum doğal olarak NATO’nun teknolojik ilerlemesini, yeni sistemleri, yeni konseptleri, doktrinleri, kuvvet yapısını da kapsayan yeniden yapılanmasını beraberinde getirmiştir. 

Düşüncede, teşkilatlanmada, usul ve yöntemlerde değişiklikler olmuştur. Daha uzun mesafelere süratle intikal edebilen, hareket kabiliyeti yüksek, elastik, çevik, üstün ateş gücüne sahip, istihbarat imkânları teknolojiyi de kullanarak daha da gelişmiş, haberleşme ve komuta kontrolü çok iyi olan, çoğunlukla özel olarak teçhiz edilmiş ve özel eğitim görmüş; ancak daha küçük yapıda birlikler den oluşan bir yapı öngörülmüştür. 

NATO, ABD ve Rusya 



ABD’nin kurmak istediği Yeni Dünya Düzeni’nin önündeki en büyük tehdit olan terörün ve kitle imha silahlarının yayılmasının engellenmesi ve enerji kaynakları ile yollarının kontrolünün sağlanması amacıyla ABD “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) olarak bilinen projeyi geliştirmiş ve uygulamaya koymuştur.4 

  ABD, NATO’yu, özellikle BOP’un bir Amerikan projesi olduğu izlenimini silmek amacıyla projenin uygulanmasına dâhil etmek istemiş ve daha sonra da projenin adı, “Genişletilmiş Orta doğu ve Kuzey Afrika Projesi” (GOKAP) olarak değiştirilmiş tir. ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra yaşanan gelişmeler son yıllarda “Yeni Ortadoğu” olarak isimlendirilen bir anlayışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. 

Yeni Ortadoğu, Ortadoğu için yeni bir çağın başlangıcını ifade eden bir terimdir. Ortadoğu’da yeni aktörlerin, yeni güçlerin meydana geldiği ve artık sert gücün (hard power) yerini yumuşak güce (soft power) bıraktığı oluşumdur. 

Bu durumda ABD’nin bölgede etkinliğini askeri güç yerine diplomasi gibi yumuşak güçle sağlamaya çalışacağı anlaşılmaktadır.5 Yeni yönetimin, İran konusunda olduğu gibi diyalog ve müzakere yolunu benimseyeceğini, ancak gerektiğinde askeri seçenekleri gündemde tutacağını belirtmesi, diplomasi ve yumuşak gücün yeterli olamayacağı zamanlarda sert güç kullanılabileceğini göstermektedir. 

Ortadoğu’da barış ve istikrarı tehdit eden önemli konulardan biri de Filistin-İsrail çatışmasıdır. Sonuç alınamayan ve yıllar süren bu problemin bir anda ortadan kaldırılmasının imkânsız olduğunu bilen Obama, direkt olarak Gazze krizi gibi olaylara müdahil olmamakta, atadığı özel temsilciler aracılığı ile ilişkileri devam ettirmeyi planlamaktadır.

Önemli diğer iki konu da Afganistan ve Rusya’dır. 

Obama’nın, selefi olan Bush’dan farklı olarak bu iki ülke ile ilgili krizlerden kaçınma yolunu seçtiği söylenebilir. Afganistan konusunda, Taliban’a karşı mücadelenin kazanılması amacı varken, Rusya cephesinde ise doğal gaz ve lojistik konular ağar basmaktadır. Afganistan konusu bir noktada NATO’nun geleceği olarak kabul edilmektedir. ABD’nin yeni yönetimi, acil bir tedbir 
olarak Afganistan’a 17000 ilave ABD askeri gönderme hususunu karara bağlamıştır.7 

Rusya 

Rus yönetimi, ABD’nin NATO’yu kullanarak Rusya’yı çevrelemesi ne sert biçimde direniyor.
ve ABD bir yandan silahsızlanma mesajları verirken, bu iki ülkenin Orta Asya’da bir güç mücadelesi içinde olduğu da gözden kaçmamaktadır. ABD, Taliban ve El Kaide ile daha etkili mücadele edebilmek için Irak’tan asker çekmeyi ve Afganistan’a daha fazla asker sevk etmeyi planlamaktadır. 
Rusya ise Orta Asya’daki hamleleriyle ABD’nin genişleme ve etkili olma planını bozmaya çalışmaktadır. Kırgızistan, Rusya’dan 1,7 milyar $ Rus yatırımı sözü aldıktan sonra ABD’ye ait Manas askeri üssünü kapatma kararı almıştır. 

Manas, Afganistan’daki Amerikan üslerine lojistik destek sağlaması açısından önem taşımaktadır. 
Kırgızistan bu açıklamayı yaparken Rusya, Afganistan’a lojistik destekte yardımcı olabileceğini belirterek adres olarak Moskova’yı göstermektedir. 

Bu durumda ABD’nin, ikmal konusunda Türkiye’den de talepte bulunabileceği değerlendirilmektedir. 
Ancak Kırgızistan, Manas üssü konusunda, ABD’nin girişimi ile bu konuyu yeniden görüşmeye niyetli olarak görünmektedir. ABD ve Rusya güç dengesinde çeşitli hesaplar yapılırken bu kez Moskova, Müşterek Güvenlik Anlaşması Zirvesi’ne ev sahipliği yapmış ve bu zirvede, Beyaz Rusya, Kazakistan, Ermenistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan ile birlikte NATO benzeri bir askeri ittifak kurma kararı alınmıştır. Anlaşmaya göre, bu ülkelere dışarıdan gelecek bir tehdit, tüm ittifaka üye ülkelere yapılmış sayılacaktır. İttifakın ilk icraatı, acil bir müdahale gücü oluşturma kararı olmuştur. 

ABD’nin Rusya ile olan herhangi bir işbirliğinde, tek taraflı kabullenmelerin olmayacağı açıktır. 
Bir yandan küresel mali krizle mücadele, diğer yandan da Afganistan’daki Amerikan varlığında bir olumsuzluk yaşanmaması için Obama, Rusya’dan destek almayı düşünebilir. Ancak bunun gerçekleşme olasılığı zayıf olduğu için ABD, Pakistan’ı elde tutmak zorunluluğunun farkındadır. 
Afganistan’daki istikrar, Pakistan, İran gibi ülkelerin durum ve tutumlarına da bağlıdır. 
Bu kapsamda bu ülkelerin barış ve istikrara katkısı önemli olup, ABD, NATO yoluyla da bu konuda çalışmalarını sürdürmektedir.8 
Yeni Ortadoğu olarak ifade edilen politika anlayışında ABD’nin yine NATO’dan faydalanmak isteyeceği de aşikârdır. 

<  ABD’nin, her ne kadar Avrupa’yla köklü dini ve sosyo-kültürel ortak değerleri varsa da, AB ve ABD’nin dünya ekonomisindeki paylarının büyük olması aralarında rekabet yaratmaktadır. Önümüzdeki dönemde dengeli bir ABD–AB ortaklığının küresel siyasal düzene yeniden egemen olması beklenebilir. >


Transatlantik İlişkileri, NATO ve AB 

ABD ve Avrupa, her ne kadar “Batılı olma” kavramı içinde ortak değerlere sahipse de, Avrupa artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi ABD’nin güdümü altında yaşamak istememektedir. Bu nedenle AB, ekonomiyi takiben siyaset ve savunma konularında etkili olmaya çalışmaktadır. 
ABD’nin, her ne kadar Avrupa’yla köklü dini ve sosyo-kültürel ortak değerleri varsa da, AB ve ABD’nin dünya ekonomisindeki paylarının büyük olması aralarında rekabet yaratmaktadır. 

Önümüzdeki dönemde dengeli bir ABD–AB ortaklığının küresel siyasal düzene yeniden egemen olması beklenebilir. NATO’nun kurulduğu günden bugüne kadar ortaya çıkan yeni güvenlik ihtiyaçlarına karşılık, bu ittifakın, Atlantik’in iki yakasının bir araya gelerek güvenlik sorunlarını tartıştığı önemli bir diyalog platformu olduğu, önümüzdeki dönemde de terör ve kitle imha silahlarıyla mücadele konularında NATO’nun bu özelliğine duyulan ihtiyacın daha da artacağı kıymetlendirilmektedir. 2008 Savunma Bakanları Toplantısı’nda, Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına geri döneceği kesinleşmiştir. Böylelikle 1966’dan bu yana AGSP-NATO dengesini sağlamaya çalışan Fransa, politikalarını değiştirerek NATO’nun askeri kanadına geri dönme girişiminde bulunmuştur. 

Bu durum, NATO – AB ilişkilerinin daha da düzelebileceğinin ve NATO ile AGSP’nin uyum içinde çalışabileceğinin bir göstergesi olarak da mütalaa edilebilir. 

NATO’nun Askeri Güç Olarak Önemi 




Önümüzdeki yıllarda enerji güvenliğinin, kaynaklarının ve intikal yollarının önemi artarak devam edecektir. 2030’lu yıllara gelindiğinde hidrokarbon, yine enerjide hâkim faktör olma durumunu koruyacaktır. Kuzey kutbu, küresel ısınmanın etkisi ile petrol arama ve kaynaklarının ortaya çıkmasına elverişli hale gelecektir. Bu durum yeni siyasi ilişkileri beraberinde getirecektir. Enerji güvenliğinin 
yanında gıda, su ve çevre konuları da öncelikli sorunlar haline gelecektir. 

Dünya genelinde nüfus artışı da bu sorunların içinde olacaktır. Ancak gelişmiş ülkelerde nüfusun yaşlanması, gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki genç ve eğitimsiz nüfus ve bunun bir sonucu olan göç hareketleri bir çatışma ortamı yaratabilecektir. Diğer tehditleri de göz ardı etmemek gerekmektedir. Yeni tehditlerin nereden geldiği henüz daha tam olarak belirlenememiştir. 

Bu yıllara gelindiğinde devlet, yine en önemli güvenlik sağlayıcısı, aynı zamanda tehdit kaynağı olacağından bu durumda askeri güç, önemini korumaya devam edecektir.9 

Dolayısıyla NATO’nun askeri bir güç olarak önemini koruyacağı anlaşılmaktadır. 

NATO’nun Terörle Mücadelesi ve Türkiye 

Küresel terörizm, dünyanın olduğu gibi NATO’nun da gündemini değiştirmiştir. Terörizm ile mücadelede BM, NATO, AB ve AGİT’in çalışmalarının artarak devam edeceği beklenmektedir. 

Gelişen yeni tehditlerin niteliği, NATO üyelerinin bu tehditlere en etkin bir şekilde mukabele etmede fikir birliğine varmalarını zorunlu kılmaktadır. Terörizmle mücadele konusu 1999’daki Washington Zirvesi’nden itibaren şekillenmeye başlamış, 2002 Prag Zirvesi’nde terörizmle mücadele konsepti onaylanmıştır. 

Bu gelişme ile İttifak üyelerinin halkına, kuvvetlerine, topraklarına ve uluslararası güvenliği hedef alan tüm terör hareketlerine karşı mücadele 
kararlılığı ifade edilmiştir. Kabul edilen konseptte, alınacak önlemlerin teröristleri caydırabilecek, durdurabilecek ve karşı savunma yapabilecek nitelikte olması öngörülmekte ve önlemlerin NATO’nun çıkarlarının olduğu bölgelerde uygulanması gerektiği belirtilmektedir. 2004 yılında İstanbul’da yapılan NATO Zirvesi, ABD ve AB’nin Küresel Terörizmle uluslararası alanda mücadelenin etkin yürütülebilmesi için ortak yaklaşım ve işbirliği için önemli bir imkân yaratmıştır. 
Bu zirvede İstanbul İşbirliği Girişimi oluşturulmuştur. Körfez İşbirliği Konseyi kurulmuş ve Güçlendirilmiş Akdeniz Diyalogu ile Doğu Akdeniz’in güvenliği ve istikrarı için önemli bir girişim başlatılmıştır. 


NATO Üyesi Ülkeler., 




NATO kapsamında yapılan tüm toplantılar ve girişimler sonucunda varılan ortak noktalara bakıldığında, NATO’da terörle mücadele konusunda bir görüş birliği oluştuğunu ve üyelerin bu konuda iş birliğine hazır olduklarını ve NATO imkân ve kabiliyetlerinin de bunu başarabilecek durumda olduğunu görmek mümkündür. 

Ayrıca mücadelede NATO’nun uluslararası iş birliğine açık olduğu da söylenebilir. Bu konu 2009 yılına kadar yapılan bütün toplantılarda güncelliğini korumuştur. Ancak terörle mücadele konusunda NATO içinde uygulamada tam bir konsensüs sağlandığını da söylemek mümkün değildir. Terörizmin tanımı ve terörizmle mücadele noktasında nasıl bir ortak politika uygulanacağı konusunda belirsizlik ler sürmektedir. 

2004 İstanbul Zirvesi’nde Afganistan’da NATO’nun görev alanının genişletilmesi, Irak konusunda görüş birliğine varılması ve Irak’tan kaynaklanan terör tehdi dinin varlığının kayıt altına alınması, İstanbul İşbirliği Girişimi’nin Akdeniz Platformu ile birlikte işlem görecek biçimde yaşama geçirilmesi daha çok ABD’nin kazanç hanesini ilgilendirmiştir. 
NATO aldığı bu kararlar ile ABD’nin dış politika uygulamalarını meşruiyet zeminine çekmiştir.10


Türkiye terörizmden en fazla zarar gören ülke konumundadır ve bu nedenle terörle mücadelede en duyarlı ülkedir. Gerek zarar gören ülke konumundan doğan hassasiyeti, gerek NATO ittifakına verdiği önem ve gerekse insani duygularla, NATO’nun terörle mücadele konsepti ve doktrin geliştirme faaliyetlerine destek sağlamakta ve bu konuda NATO ve diğer ülkelere 
operatif ve stratejik seviyelerde eğitim vermektedir. 

Afganistan’daki NATO gücüne olan katkılarını ve eğitim amaçlı açtığı “Terörle Mücadelede Mükemmeliyet Merkezi”ni bu uygulamalarına iyi birer örnek olarak göstermek mümkündür. Herhangi bir nedenle bir ülkede terörist olarak adlandırılan bir kişi veya örgüt, diğer ülkede özgürlük savaşçısı gibi farklı şekilde kabul ediliyorsa, o zaman bu mücadelenin başarılı olma şansı yoktur. Bugün terör tehdidinin büyüklüğü konusunda genelde devletlerarasında ortak bir anlayış vardır. Ancak asıl anlaşmazlık, hangi şiddet ve tehdit kullanımının terör kapsamında algılanması gerektiği yönündedir.11 

Diğer uluslararası kuruluşlarda olduğu gibi NATO’da da terörün ortak bir tanımını yapmak mümkün olmadığı gibi NATO’nun terör örgütleri listesi üzerinde tam bir mutabakat sağlandığını söylemek de mümkün değildir. Türkiye 25 yılı aşkın bir süredir PKK terörü ile mücadele etmektedir. NATO’nun terör konusundaki hassasiyeti de bilinmektedir. 

Ancak içinde PKK’nın da bulunduğu NATO’nun terörist listeleri yıllara sari olarak güncelleştirilirken, 

PKK terör örgütünün listeye dahil edilmesinde zaman zaman güçlüklerle karşılaşılmaktadır. 
Bu yaklaşım, NATO’nun terörle mücadeledeki ciddiyeti ve tutumu ile bağdaşmamaktadır. 
PKK terör örgütünün Avrupa’da büroları vardır. Avrupa’dan televizyon yayını yapmaktadır. 
Bu Avrupa ülkeleri NATO üyesidir. PKK, NATO üyesi olan Türkiye’ye zarar vermeye devam etmektedir. 

Türkiye’nin yapmakta olduğu mücadeleye, çeşitli nedenlerle doğrudan veya dolaylı olarak engel olunmaktadır. Türkiye’nin bu beklentisinden, bir tehdit unsuru olan PKK ile mücadelesini NATO’ya yüklemek istediği gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Türkiye’nin güvenliğini bir başka ülkeye veya kuruluşa aktarma düşüncesi ve niyeti yoktur. Kendi güvenliğini sağlayacak güçtedir. Ancak güçlü bağlarla bağlı olduğu ve güvenilir bir müttefiki durumunda bulunduğu 
NATO’dan, hakkı olduğu desteği beklemesi de yadırganmamalıdır. 60 yıldır varlığını başarıyla devam ettiren, küresel gelişmelere ve bunun gerektirdiği ihtiyaca göre kendini yenileyen NATO, yeni tehdit algılamasında birinci sıraya terörizmi koymuştur. Terörle mücadelede yeni konseptler oluşturmuş ve stratejiler geliştirmiştir. 

Afganistan’a müdahalede, kuruluşundan beri ilk defa İttifak Anlaşmasının 5. maddesini yürürlüğe koymuştur. Terörizm karşısındaki duyarlılığını her fırsatta dile getirmiştir. Ancak uygulamada üye ülkelerin tümü, özellikle PKK terör örgütü ile mücadelesinde Türkiye’nin beklentilerine cevap verecek anlayışta olamamıştır. NATO’nun kendisini bu konuda yeniden sorgulaması 
gerekmektedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

9 Ocak 2020 Perşembe

AKP Kendi Ordusunu kuruyor.,

AKP Kendi Ordusunu kuruyor.,



18 Ağustos 2017 
by TürkCelil
Özgür ŞEN


    Çok değil on yıl kadar önce liberaller Türkiye’de orduyla ilgili tartışmalara, dünyanın hangi ülkesinde ordunun komuta kademesine yapılan atamalar bu kadar gündem oluyor, komutanlar bu denli tanınıyor diye sorarak girerlerdi.

AKP’nin orduya dönük yaptığı operasyonları benzer söylemlerle destekleyen liberaller her zaman olduğu gibi yine yanıldı.


     Onlara kalsa bu operasyonlar böylesi tartışmaları da bitirecekti… Peki ne oldu? Arada Ergenekon, Balyoz ve bir darbe girişimi gördük ve hararetle tartışılan son atama listesi de gösteriyor ki kaldığımız yerden devam ediyoruz.

AKP ordunun Türkiye siyaseti içerisinde geleneksel olarak durduğu yerle değil bu ordunun karakteriyle ilgili bir sorun yaşıyordu. Askerlerin Türkiye siyasetinde üstlendikleri rolün 1923 Cumhuriyetiyle kurduğu ilişki problem yaratıyordu.

Bu ilişkinin koparılması ve bağlantılı kadroların tasfiyesinin Gülen Cemaatiyle birlikte yürütülmesinin AKP açısından yarattığı büyük sıkıntı 15 Temmuz gecesi açığa çıkacaktı.

Ordu AKP’nin yıkıcılıkta gösterdiği başarıyı kuruculukta gösteremediğinin güzel bir örneği… Ancak orduda yaşanmaya devam eden sıkıntılar AKP’nin bu konuda yol alamadığını değil yapmaya çalıştıklarını nihayete erdiremediğini gösteriyor. AKP pek çok başlıkta olduğu gibi bu konuda da bir türlü son noktayı koyamıyor.

Ama bugün kimse askerlerin cumhuriyetin bekçisi olduğunu söyleyemiyorsa, AKP’nin aldığı yol küçümsenemez. Bu önerme eskiden doğru olduğu için değil… Eskiyle bugün arasındaki fark göz ardı edilemeyecek kadar büyük olduğu için.

1923 Cumhuriyetinin patronlar tarafından ölüme terk edilmesinin bir nedeni elbette hiç tartışmasız bu cumhuriyetin temsil ettiği bazı değerlerin bugün taşınamaz hale gelmesi. Ancak bu cinayetin eski cumhuriyetin bugünkü patronlara yetersiz gelen nitelikleriyle ilgili kısmının üzerinden atlanmamalı.

1923 Cumhuriyeti, Türkiye sermaye sınıfının ulaştığı gelişkinlik aşamasıyla uyumsuz bir tedbirliliği ve içine kapanıklığı barındırıyordu. O cumhuriyet örneğin bölgesel ve sınır ötesi maceralara girmek konusunda patronların bugünkü beklentilerine kıyasla oldukça çekinikti.

Cumhuriyetin ordusu da bu karakteriyle uyumlu yapılandırılmıştı. AKP’nin Gülen cemaatiyle el ele bu orduyu tasfiyeye girişmesine patronların heyecanla alkış tutması bu nedenle de rastlantı değildi.

Üstelik eski ordu ve yeni orduyu birbirine bağlayacak iki özellik, eskiden yeniye geçerken sürekliliğinden emin olunacak iki nitelik Türkiyeli sermayedarlarca bu adım atılırken bir tür garantör veya çıpa olarak görülüyordu: Piyasayla uyumluluk ve NATO’ya bağlılık…

Yeni ordunun temel nitelikleri olarak bu iki özellik mutlaka korunacaktı. Korundu da… Patronlar bir kez daha haklı çıktı ve bu ikisinin ne denli önemli garantörler olduğu ordu içinde krizin en derinleştiği anlarda dahi görüldü.

Ordu kendisi için geçmişten bugüne soldan kurulan tüm hayalleri yıkarken paramparça olmaktan bu iki ortak değeri hatırlayarak kurtuldu.


Kurtuldu ancak yetmedi… 15 Temmuz sonrasında ordu içinde devam eden yeniden yapılanmaya dair her kafadan bir ses çıkmasının, her bakanın kendi istediğini görmesinin nedeni bu.

Demek ki, Türkiye’de ordu ideolojik olarak bundan fazlasına, bu temel kriterlerin yanında başka motiflere ihtiyaç duyuyor ve şu anda bu ihtiyaç AKP tarafından karşılanamıyor.

    AKP orduyu elinde tutmaya çalışıyor ama ordunun geleceğine dair daha detaylı ve sağlam bir kurgu oluşturamıyor.

    AKP’nin bir orduya ihtiyacı var. Daha önemlisi Türkiye sermaye sınıfının bir orduya ihtiyacı var. Ellerinde de bir ordu var. Lakin bu ordunun ihtiyaçları ne kadar karşıladığı oldukça tartışmalı.

Patronların Türkiye için kurduğu hayallerin bir kısmı AKP ile vücut bulurken, yine bir kısmı aynı AKP ile boşa düştü.

Dünya sistemi içinde daha fazla söz hakkı talep eden bir ülkenin doğal olarak daha çok kazanacak patronlarını içeride ve dışarıda askeri olarak destekleyecek, onların önünü açacak bir kurum hayal ediliyordu. Olmadı.

Bazı girişim ve denemelere karşın ortada henüz böyle bir ordu yok. İyi ki de yok… Ama bu hayallerin terk edilip eski orduya ve onun anlayışına bir şans daha verilmesinin de hiç olasılığı yok.

Bu ordu yönsüzlüğü, iç çelişkileri, kavgaları ve sermayeye bağlılığıyla AKP Türkiyesi’nin ordusu. Herkes hesabını hayallere göre değil gerçeklere uygun yapsın.


http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ozgur-sen/akp-kendi-ordusunu-kuruyor-206364

https://1923turkcelil.wordpress.com/2017/08/18/akp-kendi-ordusunu-kuruyor/


***

7 Ocak 2020 Salı

Hayatın Geometrisi

Hayatın Geometrisi 


Günümüzün ve geleceğin filozofu Spinoza: 

Ulus Baker
17 Temmuz 2007

Felsefenin büyük kitaplarının harikulade bir özelliği, hem sokaktaki insanın okuyup anlayabileceği, hem de yalnızca işin jargonundan haberdar olan uzmanların, yani felsefecilerin başedebileceği iki ayrı düzlemde yazılmış olmalarıdır. Yayın dünyamıza üçüncü kez sessizce giren Spinoza'nın Ethica'sı işte bu tür kitaplar arasında belki de tarihsel önemi en yüksek olanlardandır. Sokaktaki insanın anlayabilmesi bütün teknik okuma zorluklarına karşı, yalnızca mümkün değil, zorunludur, çünkü orada yalnızca ve yalnızca -herkesin doğal olarak fikir sahibi olduğu- günlük hayattan, yaşam pratiğinden, tutkulardan, imgelemden ve bireysel ya da kollektif yaşamdan bahsediliyor. Buna karşın, ilk bakışta sokaktaki okuyucuyu belki de dehşete düşürebilecek sunuluş biçimi (Öklid geometrisi gibi, tanımlar, belitler, önermeler halinde düzenlenmiş geometrik bir sunum), sürekli olarak Tanrı'dan, Tözden, Sıfatlardan bahsedilmesi okurun cesaretini kırabilir. Oysa Spinoza'nın resmettiği hayatın geometrisiydi -fikirlerin ve duygulanışların gündelik yaşamımızda olduğu kadar bütün varoluş hallerimizde (en mistik alanlara varıncaya dek) birbirlerini kovalayıp durdukları, birbirlerini etkiledikleri ve belirledikleri. Böyle bir yaşam portresi modern dünyamıza o kadar uygundur ki, Spinoza'yı günümüzün, hatta geleceğimizin filozofu olarak kabul etmek zorunda kalırız. Ve fikirlerin bir örgütlenmesi olarak felsefe geometrik bir yönteme bu yüzden ihtiyaç duyar -fikirlerden yeni fikirlerin türeyişi... Böylece eğer geometrik sunuşta bir aykırılık görünüyorsa çözüm de hazırdır- Spinoza, yöntemini ne kadar matematikleştirirse o kadar yetkin bir şekilde günlük bireysel yaşamın içine dalmaktadır...

Spinoza, eserinin ilk anlarından itibaren Tanrı'dan, Töz'den, Özler dünyasından filan bahsedip durur: İlginçtir, ne kadar Tanrıdan bahsederse çağdaşları ve ardılları tarafından o kadar tanrıtanımazlıkla suçlanmaktadır; ruhtan, tinden ne kadar bahsederse, o kadar maddecilikle suçlanmaktadır... Spinoza'yı ilk modern filozof olarak algılamak yanlış olabilir, buna karşın onu ilk laik filozof olarak tanımlayabiliriz: Bahsettiği Tanrı ne uhrevi dinlerin Tanrısıdır ne de sanıldığı gibi, Descartes gibilerine daha uygun düşen felsefi Tanrı. Tek bir cümleyle ifade edersek, Spinoza Tanrısı, ezeli-ebedi ve bitimsiz bir üretim kudretidir; her şeyin kendisinden çıkabildiği bir varoluşun sonsuz akışıdır. Spinoza böyle bir Tanrıya mutlak bir ihtiyaç duyar; çünkü dar, sonlu ve belirsiz bir öznellikle başlayan bir felsefe (Bacon ile Descartes'ı, bir de Platon, Aristo gibi eskileri kastettiği anlaşılabilir) bize olsa olsa dar ve belirsiz kavramlar kazandıracaktır -Tıpkı Rönesans ressamlarının yepyeni biçimleri (çoğul perspektifler), yepyeni renk ve temaları serbest kılmak üzere, insan kalabalıklarının kısıtlı dünyasının üstünde yer alan ilahi dünyayı işlemeye girişmelerinde olduğu gibi, Spinoza'nın felsefesinde biçim bulan Tanrı da, kavramların büyük bir güçle fışkıracağı bir kaynak haline gelecektir -bir kavramlar jeneratörü... Dolayısıyla uhrevi dinlerin kudreti krallarınkine benzetilen Tanrısı'ndan çok uzaktır -nefret eden, intikamcı, ya da bağışlayıcı, sanki insan tutkularıyla bezenmiş... Bizzat kendisi doğa olduğu için doğal bir zorunlulukla eyler... Ve bu Tanrı, Spinoza bu konuda son derecede açıktır, pekala bilinebilir ve tıpkı bir üçgenin iç açılar toplamının dikaçılı bir üçgene eşit olduğu gibi kesin bir zorunlulukla ispat edilebilir: Tanrı bir inanç ilkesine değil, bilinebilirlik ilkesine bağlıdır -kısacası o inanılacak bir mercii değil, bilinecek bir varoluştur. Spinoza, yalnız ve yalnız bu açıdan tanrıtanımazdır.

İkinci paradoks da kolayca çözülebilir: Spinoza sürekli olarak ruhtan, bilgiden, zihinden, idealardan bahsedip durmasına karşın maddecilikle suçlanır -çünkü basitçe her türlü düşünmenin ve tinsel olgunun aynı zamanda bedensel olduğunu derinden kavramıştır. Bedeni, filozoflara ne düşündüklerini ve nasıl düşündüklerini anlamak için bir model olarak önermektedir: Spinoza'nın bu çağrısı aslında hem Hıristiyan tipi ahlaka, hem de filozoflara (özellikle Descartes'a) karşı yöneltilmiş inanılmaz güçte bir protesto kılığındadır -insanlar bedenin ruha boyun eğeceği, onun iradesine tabi olacağı yüzlerce değişik ahlak sistemleri geliştirdiler; oysa bir uyurgezerin uyandığı zaman uykusunda ne yaptığını bilemeyişi gibi, bedenlerinin nelere kadir olduğunu bile bilmiyorlar... Ethica'yı çok yönlü bir kitap kılan da işte budur: Yalnızca bir ahlak kitabı değil, bir davranışlar bilimi, bir doğa felsefesi, bir siyaset ve bir varlıkbilim kitabı.

Beden nasıl bir model olabilir? Spinoza'nın bu modeli sunuşundaki mantık silsilesi o kadar sağlamdır ki, onu takip etmekten başka yapacak bir şey kalmıyor geriye: Bizde bir tarafta dış şeyleri temsil eden, dolayısıyla nesnel gerçekliğe sahip fikirler, öte tarafta da bu fikirlerin belirlediği ruhsal haller, yani duygular (affectus) var. Günlük yaşam önce fikirlerin bir akışı, bir kovalamacası, bir çağrışımlar silsilesidir -tıpkı şiir okurken imgelerin birbiri ardına ruhumuzu sarması gibi... İkinci olarak nasıl bir fikirler silsilesi varsa, hayatımız duyguların birbirini takip edişiyle, birbirlerini yerlerinden söküp atmasıyla, birbirlerini kovalamalarıyla geçer. Bu durum, hem sokakta hem tarihte hem de Spinoza'nın Ethica'sının geometrisinde eş ölçüde geçerlidir. Ama duyguları belirleyecek olan fikirler gökten zembille inmezler -onlarla sokakta karşılaşırız, onlarla kitaplarda karşılaşırız, filmlerde, otobüs duraklarında beklerken, reklam tabelalarını seyrederken karşılaşırız- bu karşılaşmaların bedensel karşılaşmalar olmadığını söylemek budalalık değilse nedir?

Ancak insanoğlunun bilinçli olmasından gelen bir talihsizliği vardır -bilinçli bir varlık olduğunuz için övünmeye erken başlamayın!- fikirler bizde sıra sıra dizilir, birbirlerini takip ederlerken, onların yalnızca nesnel gerçekliğe sahip olmakla kalmadıklarını, Spinoza'nın deyişiyle, fikirlerin de fikirleri her zaman oluşturulabileceği için, içsel bir gerçekliğe de sahip olduklarını unutmamak gerekir. Nedir bu içsel gerçeklik? Bu demektir ki, her fikir aynı zamanda bir şeydir ve her şey gibi, şu ya da bu oranda gerçekliğe, yani kudrete sahiptir. Spinoza'nın en özgün düşüncelerinden biriyle karşı karşıyayız: Sözgelimi Tanrı fikri, bizzat kendi başına, zihnimizde sonlu bir şeyin fikrinden, bir örümcek fikrinden sonsuzca daha fazla yer kaplar. Yani ondan sonsuzca daha güçlüdür. Ondan sonsuzca daha yüksek bir gerçekliği vardır.

Bu zor dönemeci almalıyız; çünkü Spinoza'nın anahtarı buradadır: Fikirlerin farklı gerçeklik derecelerine sahip olmaları, belirledikleri duyguların da (affectus) farklı derecelere tekabül etmesine yol açar. Caddedeki kalabalık içinde, epey önce bozuştuğunuz eski sevgilinizin dalgalı saçları bir anda yine yakaladı sizi -eski sevgilinizin fikri, çağrıştırdığı, hafızanıza ait bir dizi fikirle birlikte, sizde bir ruh hali belirlemeden edemez: Bir duygu -nefret, içerleme, gocunma... hüzün... Ya da hayır, bunlar duygu filan değil, tutku halleridir- sevgi, nefret, haset, içerleme, hepsi bedeninizin başına gelen, ürperten ya da gıdıklayan heyecanlardır. Spinoza diyecektir ki, unutmayalım, bedensel karşılaşmalar, dolayısıyla fikirler hep birbirlerini takip ettiklerine göre, belirledikleri duygular da birbirlerini takip edeceklerdir: Duygular her zaman, bir değişmeler dizisi içinde yaşanırlar. Eski sevgilinizden artık uzaklaştınız, sevdiğiniz bir dost, ona tekabül eden bir heyecan -neşe, sevinç... Hayat böyledir, başka türlü değil: Duygular anlık haller değildirler -Spinoza'nın deyişiyle varolma kudretimizdeki artış ya da azalışlardır duygular. Ve biz, kendimizi sokakların tesadüfi keyfine attığımızda, Simmel'in metropoliten insanı gibi, sürekli bir değişiklikler zinciri içinde yaşamaya mahküm görünüyoruz: Neşe-hüzün-keder-sevinç-hoşlanma-gıdıklanma... Sevinç ile Kederi Spinoza bütün öteki duyguları türeteceği iki temel kutup olarak çekip alır böylece -insanoğlu, yaşamın her düzleminde, birey ya da grup halinde bu iki duygu arasında savrulup durur bir haldedir: Dinlerin Tanrısı öksüz bırakmıştır onu.

Yine de böyle umut kırıcı bir mahkumiyetten çıkış olanağı vardır: Hiç değilse sahip olduğumuz fikirlerin duygularımızın akışını, dolayısıyla varoluş kudretimizdeki yükseliş ve alçalışları belirleyebileceğinin farkındayız. Spinoza'nın aslında hiçbir ahlaka, hiçbir törebilime sahip olmadığının kanıtı da burada: Her şey bedenimize ve düşüncemize uygun gelen karşılaşmalar örgütleyebilme işidir. Çünkü aslında duygulanışlarından başka hiç bir şeyle tanıyamadığımız bedenimiz, karmaşık yapısı nedeniyle birden fazla yoldan etkilenebilme, yani duygulanabilme kapasitesine sahiptir. İşte Spinoza'nın ahlakı: Tek boyutlu insandan dışarıya çıkış -Simmel'in modern kentlisinin hep maruz kaldığı yalnızca tek bir türden uyaranlar bombardımanını geriye itmek, inzivaya çekilmek ya da lanetlemek filan değil, uyaranlardan mümkün olduğunca fazla yollardan ve tarzlardan etkilenmeyi başarmak. Etik, iyi karşılaşmalar örgütlemektir.

Mümkün olduğu kadar fazla yollardan sevinç türetmek formülü böylece yerine oturmaktadır. Peki bunun yolu nedir? Spinoza, açıkçası başlangıçta umutsuz gibidir. Biz, sonlu varlıklar olarak, doğru zamanda doğru yerlerde kolay kolay olamayız: Karşılaşmalarımız ya edilginlik hallerimizdir (tutkular=passio) ya da tümüyle tesadüflere kalmış budalalıklarımız. Üstelik siyasal rejimlerimiz de, şöyle bir tarihe göz attığımızda, iyi ve mutlu karşılaşmalara olanak sağlama konusunda pek cömert değillerdir. Tam aksine, tiranlıklar ve dinsel-teokratik rejimler, bendelerinde mümkün olduğunca kederli duygular uyandırmak zorundadırlar. Tractatus Theologicus Politicus kitabının ana programı bu hali aydınlatmaktır: Rahip ile despot, elbirliği içinde, kederli duygular ekip dururlar -korku, nefret, ama aynı zamanda umut, güven, imrenme... Hiçbir siyasal iktidar yalnızca şiddet, baskı ve korku üzerinde varlığını sürdüremeyeceği için, umut ve güven duygularına da başvurmak zorundadır. İşte bu yüzden, Spinoza, bütün filozofların aksine ilk demokrat filozof olmuştur.

    Spinoza, böyle bir düşünce çizgisi üzerinde, bilgiyi tam bir olumlu duyguya dönüştürmeye çabalamaktadır -fikirlerimiz, duygusal hallerimizi onayladıkları gibi, onları üretebilme yeteneğine de sahip oldukları ölçüde, edilginlik hallerimiz olan bazı tutkular belli bir oranda güçlenmemiz ve sevinçli tutkulara geçebilmemiz için bir araç olabilirler. Öncelikle, bizde üç tür fikir bulunduğunu anımsamak gerekir -birincisi etkilenme fikirleridir, ikincileri mefhumlardır, üçüncüler ise özlerin fikirleridir. Birinciler bizde hep vardır, ikincilere kısmen ve bazı hallerde sahip oluruz, üçüncüler ise, doğru dürüst felsefe yapmadıkça çok zordurlar. Kurtuluş, yükselme, ya da çıkış hep mahkum göründüğümüz birinci tür fikirlerden ikincilere ve üçüncülere doğru hareketimizdir: Ama olağan insanlık halindeki yükselip alçalmalarla ve savrulmalarla belirlenmiş fikirler ve duygular sıralanışı insanı hep etkilenme fikirlerinin dünyasına kapatmaktadır -Spinoza'nın affectiosu... Bu, kısaca söylemek gerekirse, bedenin belli bir şeyden etkilenmesi demektir: 

   Güneş ışınları bedenimde gezinirler... Ve izlerini bırakırlar. Bu noktada önemli olan, bu türden fikirlere sahip olduğum ölçekte ve sürece, onları bedenimde izler halinde barındırmayı sürdürmem ve bu etkilenmelerin nedenlerinden asla haberdar olmamamdır. Bedenim, duyularım etkilenmiştir ama neyin tarafından, hangi yollardan etkilendiklerinin fikri elimde değildir -güneş kili katılaştırır, mumu ise eritir... Bunlar bile etkilenme fikirleri olmakla kalırlar. Bu, gündelik hayata aktarıldığında yalnızca şu anlama gelir: etkilenme fikirlerinin etkisi altında kalmakla sınırlandığım ölçüde karşılaşmaların tesadüfüne bırakılmış halde yaşarım. Bedenim çeşitli şeyler tarafından çeşitli yollardan etkilenip durur; ama ne yazık ki hiçbir şey elimde değildir -ve yine ne yazık ki, insanların büyük bir bölümü, böyle yaşamayı sürdürür.

Sihirli yükseliş beden nedir peki? sorusunun sorulduğu andan itibaren başlayacaktır. Spinoza beden sorusunu hep güç ve kudret terimleri içinde düşünmeye eğilimlidir -bir beden neler yapmaya muktedirdir? Bir bedeni anlamak demek, onun başka bedenlerle içine gireceği temasları ve karşılaşmaları kavrayabilmek demektir- beden kudreti sorusu, bizi böylece Spinoza'nın temel programının en önemli çizgisine taşıyacaktır: Güce dair hukuksal biçimin derin eleştirisi. Blyenbergh adlı, sıkı Hıristiyan ve gençten bir mektup arkadaşı bir ara Spinoza'yı şu sorularıyla bunaltmaya girişir: Bayım sizin felsefenizde kötülüğün yeri nerede? Tanrının buyruğunca yasaklanan, günah olan, ve Adem'in düşüşüne (cennetten kovuluşuna) götüren kötülük hani? Spinoza önce işi saflığa vurur: Kötülük yalnızca bir bedenin karakteristik birleşimini, organizmasının düzenini dağıtan veya zarar veren bir karşılaşmadan ibarettir. Tanrının gözünden bakıldığında da böyle bir şey asla kötü filan değildir. Spinoza skandalı başlamıştır. Blyenbergh ısrar eder: Bayım, siz şeytanın ta kendisisiniz! Tanrının ahlaki yasağı ve cezası sizin felsefe sisteminizin neresinde duruyor? Spinoza bu soruyu, biraz sabırla ve neşeli bir Ademin düşüşü öyküsüyle yanıtlar -tabii kendi yöntemince: Sürekli olarak Adem'e elmayı yemesini yasaklayan Tanrı örneğini önüme sürüp duruyorsun. Üstelik bunu bir ahlak yasası olarak kabul ediyorsun. Ama bu iş hiç de bildiğin gibi olmadı. Tanrı Adem'e yalnızca elmayı yerse zehirleneceğini, başka bir deyişle elmayla karşılaşmanın Adem'in bedeninin karakteristik bileşimini bozacağını anlattı. Elma senin için zehirdir. Ama Adem, Hıristiyanların inandığının aksine ilk insan olduğu ölçüde hiç de anlayışlı ve yetkin biri değildir -eğer elmayı yediyse bu Tanrının buyruğuna boyun eğmediği ve günah işlediği anlamına gelmez. Olsa olsa elmanın kendi bedeninin içsel düzenini bozacağı konusunda hiç bir gerçek bilgiye sahip olmadığı, kısacası ne kendi bedenini ne de elmayı, ayrıca kendi bedeniyle elmanın karşılaşmasıyla neler olacağını hiç mi hiç bilmediği anlamına gelir.

    Böylece her şey, bedenin gücünün nelere muktedir olduğunun bilgisine nasıl sahip olunabileceği tartışmasına bağlanacaktır. Bir beden, sonsuz bir derecelenme üzerinde belli bir kudret derecesinden başka bir şey değildir. Ve kudreti hukuksal olarak, yani Tanrı'nın yasaklama iktidarı terimleriyle ele almaya kalkışmak tam bir felaket olmuştur: Spinoza'nın kitabının birinci bölümü bu felaketi anlatır -insanlar, Tanrının ve kendilerinin bilgisine asla sahip olmadıkları ölçüde onun kudretini (sonsuz bir yapıp etme kudretidir bu) kralların kudretiyle karıştırırlar- Tanrıya beşeri özellikleri malederek onun sonsuz sıfatlarını birer karaktere, kişisel özelliklere tercüme ederler. Spinoza'nın birinci kitabının stratejisi, dinler tarihine yönelik en etkili saldırıyı hazırlar -Tanrının bir olması, bağışlayıcılığı, yargılayıcılığı, vesaire, bütün bunlar sıfat filan değil, Tanrı açısından hiçbir karşılığı olmayan beşeri atıflardır (propria).

    Blyenbergh ise hâlâ ısrarcıdır peki annemi öldürmem ahlaki bakımdan toptan anlamsız mıdır? Kötülük nerede? İki eleştirisi vardır Spinoza'ya: Tasvir ettiğiniz doğa sürekli bir birleşme ve bozulma halinden oluşan bir kaosa benzemiyor mu? Düzen nerede? Spinoza nazikçe cevaplar: Doğanın tümü açısından bakıldığında her şey bileş medir ve bozulma, dağılma diye bir şey yoktur -yalnız bizim anlayış gücümüz açısından bakıldığında bozulmadan, dağılmadan bahsedebilirsiniz. Bu açıklama Blyenbergh'e bir soru şansı daha verecektir: Anlaşıldığı kadarıyla bütün ahlaki meseleyi belli bir kudret derecesi olan benin ilişkilerine uyan, hoşuna giden ile gitmeyen arasındaki farklılık üzerine kuruyorsunuz -yani bir öznellik... Ve bu öznellik açısından kusur ile erdemi ayırd eden şeyin ne olduğu felsefenizde tümüyle eksik- kusur ile erdem, sisteminizde yalnızca bir hoşlanma meselesi halinde...

    Spinoza'nın Blyenbergh'e verdiği cevap, işte, bütün felsefesinin özünü dışa vurmaktadır: Tamam, der, Neron'un annesini öldürmesi bir erdemsizliktir. 
Ama insanlar aynı şeyi, annesini bedeninin aynı hareketiyle yani bir hançeri tutup bir bedene daldırma hareketiyle öldüren Orestes için neden söylemiyorlar? 

Doğa ve Tanrı açısından bakıldığında, Neron'un annesini öldürüşündeki olumlu unsur (şimdilik bekleyin!) bunun bir suç olmadığını gösterir. 

Spinoza bu garip metinde ne demek istemektedir? Orestes de aynı niyetle annesini öldürmüştü. Neron'un cinayetini bir suç haline getiren tek özellik, bunu yaparken dışarıya hayırsız, boyuneğmez ve hırçın bir evlat olarak görünmesidir. Spinoza bu kadar hırçın ve zalim olabilir mi? Meselenin aslı, Spinoza'nın imgeler kuramında yatmaktadır. Buna göre, Neron'un cinayetindeki olumlu unsur, onun bedeninin gücü dahilindedir ve tümüyle meşrudur. Doğanın bahşettiği en yüksek hakla yapılmıştır. 
Olumsuz tek unsur (erdemsizlik işte budur), onun, bu eylemi gerçekleştirirken ürettiği bir imgenin varoluşu ve bu imgenin annesinin ölümünün imgesi, yani iç düzeni dağıtılan ve bozulan bir bedenin imgesi oluşudur. Bu eylemiyle Neron, kendi açısından kötü bir imge tarafından etkilenmiştir -karakteristik ilişkileri çözülen annesinin bedeni. Başka bir deyişle, kendisinin yapıp etme güçleri azalmış- kederli bir duyguyla (nefret, öç vesaire) etkilenmiştir. 
Babasının katili anası Klytemnaistra'yı aynı beden hareketiyle öldüren Orestes'in durumu ise tümüyle farklıdır. Toplumsal ahlak bu işi meşru bir öç olarak kabul 
etse de, Etik açısından bakıldığında olayın bütün görünüşü değişecektir -Orestes, annesini öldürürken, kendi karakteristik ilişkilerini annesinin ölümünün imgesiyle değil, babasının yaşamının imgesiyle birleştirmektedir. Alınan bir öç yoktur- babasıyla güçlerinin bir birleştirilmesi vardır.

Bununla, Spinoza'nın Ethica'sının ana formülüne erişiyoruz: 

Tutkularla gerçekleştirilebilen her şey akılla da gerçekleştirilebilir. 
Elbette kurulu siyasal rejimler, din ve ahlak sistemleri aklın herkes tarafından serbestçe kullanılmasına kolay kolay rıza göstermezler. 
Ethica'nın siyasal yönü böylece mutlak bir eleştiri hareketi olarak belirecektir -hukuksal biçimlerin eleştirisi, despotizmin eleştirisi, ama en önemlisi ideolojinin 
eleştirisi.

Virgül, Ekim 1997, sayı 1
www.cafrande.org

https://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/1051/spinoza-hayatin-geometrisi#.XhRreRuhkdU

***