20 Ekim 2020 Salı

Cumhuriyet’in Temelleri 19 MAYIS 1919’DA kurulmaya başlandı.,

Cumhuriyet’in Temelleri 19 MAYIS 1919’DA kurulmaya başlandı.,



UĞUR DÜNDAR
ugur.dundar@ugurdundar.com.tr
Cumhuriyet’in temelleri 19 MAYIS 1919’DA kurulmaya başlandı!..
19 Mayıs 2019 


  Eğitimci-yazar Berna Bridge, ABD'ye gitti, “Genç Atatürk” kitabının yazarı 
ABD'li Profesör George Gawrych'le 19 Mayıs 1919'un 100. yıl dönümü için konuştu:


Sevgili okurlarım;

Bu yıl Mustafa Kemal'in bağımsızlığımızı kazanabilmemiz için Samsun'a çıkıp 
Milli Mücadele yürüyüşünü başlatmasının 100'üncü yıl dönümünü kutluyoruz. Büyük coşku ve heyecanla kutladığımız bu çok anlamlı günde ben de sizlere çok özel bir söyleşiyi sunuyorum. Eğitimci-yazar Berna Bridge, Amerika'ya kadar giderek “Ata”mızın sınırlarımızı aşan, başka ülkelerde derslere konu olan liderliğiyle ilgili araştırmalar yaparak çarpıcı bilgi ve belgelerle dolu bir kitap yazan George Gawrych'le konuştu. Bilim insanının Texas'taki evine oğluyla birlikte gittiğindeki izlenimlerini anlatırken “İlk dikkatimi çeken şey, profesörün 
Atatürk portreli ve imzalı kravatı oldu” diyor. Türkçe'ye de çevrilen “Genç 
Atatürk-Osmanlı Zabitliğinden Türk Devlet Adamına” adlı kitabın yazarı, ABD 
Baylor Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gawrych, ilginç bir 
yaşam öyküsüne sahip. İkinci Dünya Savaşı sırasında Gulag Takım Adaları'nda esir yatmış Polonyalı asil bir aileden gelen anneyle yine İkinci Dünya Savaşı'nda 
çeşitli işkencelerden geçmiş Polonyalı asker bir babanın oğlu. Baba ve anne bir 
süre Rusya'da tutsak kalmışlar. Savaş süresince çeşitli serüvenler yaşadıktan 
sonra İngiltere'de tanışıp evlenmişler. Oğulları George doğduktan dokuz ay sonra 
ABD'ye göç etmişler. Londra'da doğup ABD'de büyüyen Polonyalı Gawrych'in yaşam öyküsü bir noktada onu Atatürk'le birleştirmiş…

★★★



SUBAYLARA GÖRE ATATÜRK BİR DAHİDİR
BERNA BRIDGE 
(B.B.): Atatürk'e ilginiz nasıl başladı?

GEORGE GAWRYCH (G.G.): Amerika'da Katolik, Polonyalı, çift dilli bir Amerikalı 
olarak büyüdüm. Kendimi hem Polonyalı hem Amerikalı hissettim. Eğitimimi tamamen farklı bir kültür üzerine yaparak kendimi geliştirmek istedim ve Michigan Üniversitesi'nde Osmanlı Tarihi üzerine doktora yaptım. Askeri bir okul olan US Commandand General Staff College'da bulunduğum 18 yıl boyunca 100'den fazla ülkeden gelen binlerce subaya sivil kadroda hocalık yaptığım süreçte benden “Orta Doğu'da Modern Savaş”la ilgili bir ders vermemi istediler. Atatürk'ün Kurtuluş Savaşın'daki büyük liderliğini biliyordum. Michigan Üniversitesi'nde doktoramı yaparken üniversitenin Atatürk'ün devlet adamlığı üzerinde  durduğunu, ancak öncesiyle ilgili pek bilginin bulunmadığını fark ettim. 
Bu nedenle derslerimde Kurtuluş Savaşı'nı işlemeye karar verdim. Bu kolejde yıllar içindeki gözlemim tüm subayların Atatürk'ün bir dahi olduğunu söylemeleriydi. Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'ndaki dehasını anladıktan sonra onu bir lider olarak daha fazla takdir etmeye başladım.

(B.B.): Atatürk'ü ne kadar süreyle araştırdınız?

(G.G.): Hakkındaki sayısız yayına karşın, asker Atatürk'ü sistemli bir şekilde 
(derinliğine) inceleyen Batılı bir araştırmacı bugüne dek çıkmadı. Dahası, 
hiçbir Batılı bu konudaki askeri arşivleri, hatta Türkiye'deki diğer arşivleri 
araştırmamış durumda. Ben bu boşluğu doldurmak için araştırmamın büyük bir 
bölümünü Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Dairesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, 
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri, Cumhurbaşkanlığı Atatürk Arşivi ve Başbakanlık 

Osmanlı Arşivleri'nde çalıştım. Bu arşivler temelde Arap alfabesiyle yazılmış, 
el yazısı Osmanlıca belgeleri içerir. Bu bakımdan yalnızca Latin alfabesindeki 
yayınlardan yararlanan Atatürk araştırmacılarının çoğunun erişemediği, değerli 
kaynaklardır.

(B.B.) Atatürk'ün liderliğiyle ilgili ne söylemek istersiniz?

(GG) “Genç Atatürk” adlı kitabımda İstiklal Harbi'nde bir yandan savaşırken bir 
yandan da cumhuriyetin inşasıyla uğraşan bir askeri kumandan ve siyasal önder 
olarak Atatürk'ün rolünü araştırdım, Milli Mücadele'nin son yılında, Atatürk'ün 
resmi olarak iki unvanı vardı: Geçici hükümetin başkanı ve ordunun 
başkumandanıydı. Sakarya Muharebesi, Büyük Taarruz ve düşmanı takip esansında emirler verdi. Bu itibarla çağdaş önderler arasında Atatürk, tıpkı hem devlet başkanlığı yapan, hem de taktik muharebeler yöneten Büyük (II.) Frederick ve Napoleon gibi siyasi önderlikle muharebe kumandanlığını şahsında başarıyla 
birleştirmiştir. Böyle liderler tarihte sayılıdır.

İşte o kitap…



ATATÜRK HEM DEVLETİ HEM DE SAVAŞI YÖNETTİ

(B.B.): Peki Atatürk'ü bu iki liderle karşılaştırdığınızda gördüğünüz fark nedir?
(G.G.): Bu isimlerden ikisi de güçlü devletlere hükmetmiş ve geleneksel 
savaşlarda çarpışmışken, Atatürk çok özel ve çok zor koşullarla karşı karşıya 
kalmıştı. Bir yandan kendini parçalanmış bir ulusun direniş hareketinin meşru 
lideri olarak kabul ettirmeye çalışırken diğer yandan da etkili bir hükümet 
kurma, dağılmış bir orduyu yeniden oluşturma ve büyük bir savaş için halkı 
seferber etme mücadelesi vermişti. Atatürk Kurtuluş Savaşı'nda birçok strateji 
kullanmıştır. Dolayısıyla, İstiklal Harbi yüzyılın ilk büyük kurtuluş savaşı 
oldu ve Atatürk bu mücadeleden, yetenekli ve hünerli bir lider olarak hak ettiği 
ünle çıktı. 

(B.B.): Kitabınızda Atatürk'ün liderliği ve onun yüksek duygusal zekasıyla 
ilgili bağlantı kuruyorsunuz…

(G.G.): Atatürk'ün zihinsel ve kişisel gelişimine nüfuz edebilmek için, onun 
askeri yayınlarını, özel defterlerini, resmi rapor ve yazışmalarını, emirlerini, 
mektuplarını ve konuşmalarını tahlil ettim. Bu kaynaklar Atatürk'ün neyi, nasıl 
düşündüğünü çözmeye yardım etti. Atatürk'ün yazıları ve konuşmalarında çok sık 
kullandığı üç terim veya kavramı gördüm: His, dimağ, vicdan. His, Atatürk'ün 
“zihni” ile “kalbini” ilişkilendiren insani duygudur. Duygular insan 
psikolojisinin ayrılmaz parçasını oluşturur ve bir lider olarak Atatürk, kendi 
duygularıyla başkalarının duygularını, bugün yaygın olarak duygusal zeka veya 
sezgisel anlayış olarak adlandırdığımız bir beceriyle birleştirmeyi başarmıştı. 
Duygusal zeka, etkili bir halk lideri olmak açısından temel önem taşıyordu ve 
Atatürk insan ruhunu araştırmak ve kavramak için zaman ve çaba harcamıştı.
(B.B.): Yukarıda sözünü ettiğiniz “Vicdan”da, bugün etik değerler dediğimiz 
kavramın temelini oluşturuyor…

(G.G.): Atatürk, “vicdanı” bireylerin ve toplumun iyiyle kötüyü ayırt 
edebilmesini sağlayan, eylemlerine karar verirken onlara kılavuzluk eden manevi 
bir pusula olarak anlıyordu. Atatürk, kişileri ve toplumları yüce hedeflere sevk 
eden değerler ve erdemler olarak hem kişisel hem de ulusal vicdandan söz 
ediyordu. Fazilet ve ahlakı, vicdanla ilişkilendiriyordu. Atatürk'te “His, 
dimağ, vicdan”, her üç unsur da birbiriyle sürekli etkileşim halindeydi. İyi bir 
dinleyici ve gözlemciydi. His, dimağ ve vicdan, beraberce Atatürk'ün kişiliğini 
ve hedef odaklı yaşamını biçimlendirmeye yardım etti. İstiklal Harbi'nden sonra 
da Atatürk, Türk Devrimi'ni bu üç eksen doğrultusunda gerçekleştirdi.

ATATÜRK TOPLUMSAL DEĞİŞİMİN ÖNDERİ OLDU

(B.B.): 19 Mayıs'ın yüzüncü yılını kutladığımız bu yıl bizim için çok büyük 
anlam taşıyor. 19 Mayıs için söylemek istedikleriniz nelerdir?
(GG): 19 Mayıs 1919 yeni Türkiye'nin ve Cumhuriyet'in temellerini temsil eder. O 
gün, Mustafa Kemal askerliğinin, komutanlığının yanı sıra, milli mücadele için 
siyasi liderliğe başlamıştır. Kısaca hem komutan, hem siyasi lider olarak iki 
şapkayı aynı anda giymeye yönelmiştir. Şiirsel bir yaklaşımla söylersek; Birinci 
Dünya Savaşı'nın topları Osmanlı İmparatorluğu'nu yok etmeye yardımcı oldu. Onun küllerinde Atatürk, halkın yürek atışlarını duydu ve onların bağımsızlığa, dünya topluluğunda saygınlığa ulaşmalarında liderlik etti. Cumhuriyeti kurduktan sonra bir dizi etkileyici devrimle Türkiye'yi dinamik ülkeye dönüştürecek toplumsal bir değişimin önderi oldu. Bugün Türkiye hâlâ bağımsız ve ülkü/hedef olarak “Yurtta Barış, Dünyada Barış” söylemiyle insani değerler yaratmak için mücadele etmekte. Atatürk'ün başarıları ve mirası hem ulusal hem uluslararası anlama sahip. 

Kurtuluş Savaşı'nı kazandıktan sonra, 4 Eylül 1923 günü Atatürk, yeni Türkiye 
ile ilgili hedefini şöyle belirtti: Memleket behemehal (kesinlikle) asri, medeni 
ve müteceddit (yenilenen) olacaktır.

***


EN YAŞLIDAN EN GENÇ 19 MAYIS MESAJI

 EN YAŞLIDAN EN GENÇ 19 MAYIS MESAJI 


“TEK ADAMLIKTAN HEMEN VAZGEÇİLMELİ”


Can Ataklı
19 Mayıs 2019, 11:10

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

En yaşlıdan en genç 19 Mayıs mesajı “Tek adamlıktan hemen vazgeçilmeli”
Milli Merkez Başkanı Hüsamettin Cindoruk 86 yaşında, Türkiye'nin en eski siyasetçilerinden biri. Ancak ne siyasetten ne hayattan asla kopmadan duayen kimliğini büyük bir saygınlıkla sürdürüyor.
Cindoruk bu yıl 19 Mayıs için Milli Merkez adına bir bildiri yayınladı.
En gençlerin bayramına en yaşlı olarak çok önemli katkı sağlayan Cindoruk iktidarı uyararak “bir an önce tek adam rejiminin sona erdirilmesinin ülke çıkarları için yararlı olacağını” belirtiyor.
Cumhuriyetin siyasal kurgusunun 19 Mayıs 1919'da Atatürk ve arkadaşlarının Anadolu toprağına ayak basmaları ile yapılanmaya başladığına dikkat çeken Cindoruk geçen sürede pek çok badirenin atlatıldığını kaydederek “Ne var ki, kurucumuz Yüce Meclis'e yansıyan milli iradenin gücü ile bu engelleri aştık, geliyoruz. Bugün Türkiye'nin gündeminde ön mesele var. Bir sistem değişikliği oldu bittisi dayatılmak isteniyor” dedikten sonra AKP iktidarının bugün yarattığı sorunları özetle şöyle sıralıyor;
“1920'de Meclis Hükümeti ile başlayan, Yüce Meclis'in güvenoyuna dayalı, meşru, başbakanlık, parti disiplinlerini temsil eden hükümetler de artık yoktur.
Cumhurbaşkanı tayin ve azil yetkisini elinde bulundurduğu kimi kişileri Bakan sıfatı ile görevlendiriyor, Başkanlık Sarayı'nda bakanlıklara eş değer ofisler kuruyor.
Bu yürütme organlarının eylem ve işlemlerinin denetimi Yüce Meclis'imizin yetkileri dışındadır.
Parlamentolar, özgürce söz söylemek için kurulmuştur. Yüce Meclis'te, sözlü önerge yasağı ile bakanlara soru sorma, bilgi isteme olanağı kalmamıştır.
Cumhurbaşkanlığı görevi ile iktidar partisi genel başkanlığı işlevinin birleştirilmesi, çok genişletilmiş bir Anayasa yorumudur. Böyle bir uygulama, devlet geleneğimizde var olan, yurttaşların son sığınağı tarafsız, bilge, her yurttaşı kollayan ve kapsayan bir siyasal kimliğin boşluğunu doğurmuştur.
İçte ve dışta her alanda zorluklar çoğalıyor. Yüce Meclis'in desteği, partilerin uzlaşmaları, uluslararası kuruluşlarla dayanışma yoksunluğu çoğalıyor. Ekonomik göstergeler düzelmiyor.
Çok partili hayatın başladığı yıllardan bu yana tarafsızlığı tartışılmayan bir hakem olan, Yüksek Seçim Kurulu'nun tahkim niteliğinin taraflarca tartışılır hale gelmesi de bir rastlantı değildir.
Başkanlık Sistemi başarısız, yersiz, gereksiz ve nafile bir dayatmadır. Demokrasimiz açısından ise tehlikelidir.
Devletimizin geçmiş yüz yılın deneyimlerinden yararlanan, iyileştirilmiş parlamenter sisteme hızla dönmesi gerekiyor.
Yüz yıllık bir devlet sistemi, bir heves, bir deneme düşüncesi ile değiştirilemez.
Milli Merkez, hukukun üstünlüğüne bağlı, taraf olduğumuz demokratik kuruluşlarla iş birliğine ve demokratik, laik, tam bağımsız Cumhuriyetimizin temel değerlerine dayalı bir huzur iklimine dönüş çağrısını dile getirmektedir.
19 Mayıs Bayramı, milletimize ve tüm gençlerimize kutlu olsun.”

BUNU YAZMAK GEREK

Başakşehir 150 milyon Euro'luk maça çıkıyor
Süper Lig'de sonuç bugün alınacak.
Şampiyon belli olacak.
Galatasaray-Başakşehir maçını kim alırsa şampiyonluğu kazanacak.
Bu yıl süper lig bir ilk yaşadı.
Görünürde hiçbir geliri olmayan bir İstanbul takımı milyonlarca liralık transferler yaptı.
Maçlarını kazandı.
Çoğunu belki bileğinin hakkıyla kazandı ama kazamayacağı maçları da hakemler hediye etti.
Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere iktidarın bütün birimleri bu takımın arkasında durdu.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi takıma çok büyük maddi katkılarda bulundu.
Futbolcuların ve yöneticilerin sportmenlik dışı tüm davranışlarına göz yumuldu, hakemlere parmak sallanmasına, “Görürsün gününü” denmesine bile ses çıkarılmadı.
Peki neden?
Takımın arkasında Erdoğan'ın olmasından mı sadece?
Elbette Erdoğan'ın desteği başlı başına bir olay.
Medeni ülkelerde asla olmayacak bir şey yaşandı Türkiye'de.
Ama işin bir de maddi tarafı var.
Aldığım bilgiler şöyle;
Sarayın girişimiyle Başakşehir'e Katarlı bir müşteri bulundu.
Bu Katarlı Başakşehir'in yüzde 60'ı için 120 milyon Euro vermeyi taahhüt etti ve bir protokol imzalandı.
Katar tarafı protokola “Başakşehir şampiyon olursa bu protokol aynen uygulanır, aksi halde vazgeçme hakkı da saklıdır” yazdı.
İşte bu nedenle Başakşehir'in şampiyon olması için resmi kurumlar ve belediyeler de kolları sıvadı.
Şampiyon olursa Başakşehir Avrupa Şampiyonlar Ligi'ne gidecek ve buradan da en az 30 milyon Euro alacak.
İşte bu nedenle bugün Saray da, federasyon da, futbolcular da, hakemler de çok heyecanlı.
Sonuçta ortada Başakşehir'e gidecek 150 milyon Euro ve bunun takipçisi bir iktidar var.
Kimsenin işi kolay değil bugün.

BAŞIMDAN GEÇENLER

Bir çay, bir kahve, bir tost kaç lira eder
Sorun para değil, öncelikle onu belirteyim..
Tabii para da sorun ama asıl canımı sıkan kimi esnafın fırsatı ganimet bilip canlarının istediği gibi davranabilmeleri.
Geçen hafta için Sultanahmet'te, caminin arkasındaki kafelerden birine soluklanmak için oturduk.
Bir konuğumuz vardı.
Sultanahmet'i, camiyi ve çevreyi gezdirdik.
Amacımız oruçlu olan bu dostumuzla iftarı da Sultanahmet'te yapmaktı.
Oruçlu olmayanlar bir çay bir Türk kahvesi ve bir tost istedi.
Hepsi bu kadar.
15-20 dakika sonra da kalktık.
Garson “63 lira” dedi.
İster istemez şaşkınlığa düştük.
Garson “Ne bu böyle?” tepkimize son derece nezaketsiz, magandaca bir bakışla karşılık verdikten sonra “Sen” dedi “Hiç Avrupa gördün mü?”
Bu durumlarda insan ne diyeceğini bilemiyor.
Yüzüne tuhaf biçimde baktığımı görünce “Gidin görün bakalım, Euro kaç para?” diye yine aynı azarlayıcı tonda devam etti.
“Burası Türkiye ama” diyebildim sadece.
Kalite, ahlak ve namus bu kadar seviye kaybedince açıkçası tartışmanın bile anlamı yok,
Magandalık her zaman galip gelecek çünkü.
Merak edene; iftar için elbette Sultanahmet'te kalmadık.
Oranın esnafı Arap turistleri kazıklamaya devam etsin.

ÖNERİ

CHP her gün çağrı yapmalı
Bu köşede dün yazdığım yazıda “Uygar demokratik ülkelerde olduğu gibi iki aday kamuoyunun karşısına birlikte çıkmalı ve yapacaklarını anlatmalı” demiştim.
Bugüne kadar edindiğimiz deneyimlere göre bu tür tartışmadan AKP hep kaçtı.
Muhalefetteyken karşılıklı tartışmaları hararetle savunan Erdoğan iktidar olduktan sonra hiçbir şekilde rakipleri ile aynı platforma çıkmadı, tartışmadı.
Bunu da “Ben en tepedeyim, altlarda olanlarla birlikte tartışamam” kibiriyle açıkladı.
Nitekim dünkü yazımdan sonra muhalefet “Yıldırım korkmasın, tartışmaya gelsin” derken AKP'liler parti yönetiminin kibirine ayak uydurarak “Aradaki sıklet farkı var, Binali Yıldırım rakibiyle aynı hiç aynı kantara çıkar mı, Ekrem İmamdoğlu da kimmiş, Yıldırım'ın onu muhatap alması mümkün mü?” diyerek buna karşı çıktılar.
Anladığım kadarıyla hem Binali Yıldırım hem de AKP yönetimi ve özellikle Saray bundan çok korkuyor.
Çünkü biliyorlar ki iki aday karşı karşıya geldiklerinde Binali Yıldırım perişan olacak.
CHP'ye önerim şu: Bu işin peşini bırakmasın. Yıldırım'ı hangi platformda olursa olsun Ekrem İmamoğlu'nun karşısına çağırsın. AKP'nin en zayıf noktası burası. Yıldırım Saray izin vermeyeceği için elbette böyle bir tartışmaya asla katılmayacaktır. Ve katılmaması katılmasından daha büyük etki yapacaktır üzerinde.
CHP bu fırsatı iyi değerlendirmeli.
Ben olsam bütün billboardları “Korkma gel” afişleriyle doldurur, gazetelere tam sayfa ilan verir, televizyonları reklama boğarım.
CHP bütün parasını buna harcasa değer.
Düşünsenize, sonunda pes etmiş ve Yıldırım ikili tartışmaya katılmış.

ÇOK GÜLDÜM

Üç pazar fıkrası
Bu pazar da Yıldırım Tuna'dan gelen üç fıkrayı sizlere sunuyorum…
Bilgisayar ve Ben
Geçen gün bir bilgisayar aldım, sistemin kuruluşu sırasında hayli sıkıntılar çektim… Bizim yaş gurubuna yabancı bir alet.
Sonunda bilgisayarı aldığım mağazanın yardım masasını aradım, telefonu açan adam yapmam gereken işlemin son derece basit bir şey olduğunu söyleyerek ve tamamen bilgisayar jargonları kullanarak konuyu daha da kavrayamayacağım hale getirdi.
Benim olayı anlayamamam, onun da konuyu bana kesinlikle izah edemeyeceğini anlaması adamı hayli sinirlendirdi, abuk sabuk konuşmaya başladı.
Sonunda kibarca ona “Affedersiniz” dedim, “Sanki karşınızda 5 yaşında bir çocuk olduğunu farz ederek konuşur musunuz?”
Adam “Tamam” dedi sinirini bastırmaya çalışarak, “Yavrum, babanı telefona verir misin?”
Aile Lokantası.,
Kız arkadaşımı dün gece bir lokantaya götürdüm, Etrafı bir müddet gözleriyle taradı, masalara kulak kabarttı, daha sonra “Hayatım burası gerçek bir aile lokantası” dedi.
“Nereden çıkardın bunu?” diye sordum.
Hemen cevapladı; “Baksana masalardaki her çift birbirleriyle münakaşa ediyor!”
Alkolizm
İki arkadaş uzun süredir birlikte içtikleri arkadaşlarını aşırı alkol bağımlılığı nedeni ile kaybetmişler.
Kilisede düzenlenen cenaze töreninde üzeri açık tabutun önünden geçerlerken “Şuna bak” demiş biri,  “Ne kadar iyi görünüyor. Değil mi?”
Diğeri “Tabii oğlum” demiş “3 gündür içemiyor ya ondan!”
https://twitter.com/can_atakli_
 
https://www.haberhabere.com/en-yaslidan-en-genc-19-mayis-mesaji-tek-adamliktan-hemen-vazgecilmeli-makale,6318.html

***

Müessif protesto değil., Linç girişimi.

Müessif protesto değil.,  Linç girişimi.


ÇİĞDEM TOKER
cigdemtoker@sozcu.com.tr
22 Nisan 2019 

“Yaksınlar o evi” diyor bir kadın.
Saldırı ve linç girişimi sonrası CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun güçlükle 
götürülebildiği  evin önünde biriken kalabalıktan yükselen bir ses bu:
“Yaksınlar!”
Sivas Katliamı'ndan 26 yıl sonra Çubuk'ta hortlayan linç ruhunu dehşetle 
izliyoruz.
Kılıçdaroğlu'na fiziken saldıracak kadar yaklaşabilen topluluğun zorlukla 
yarıldığını, bir eve götürüldükten sonra bile saldırgan kalabalığın bir saat 
dağıtılamayışı (ya da dağıtılmayışı?), CHP liderinin dışarıya zırhlı araçla 
çıkarılması çok şey anlatıyor.
İki kişinin yan yana (kimseye saldırmadan) slogan attığında on saniye içinde 
coplu gazlı polis müdahalesine uğraması, sürüklenerek gözaltına alınışları 
sıradanlaşırken, ülkenin büyük nüfusunun yaşadığı kentlerde yerel seçimleri 
kazanmış, devletin en köklü partisinin liderinin linçten güç bela kurtarılış 
görüntüleri utanç vericidir.
Ankara Valiliği'nin bu linç girişimini “müessif protesto” diye nitelemesi dikkat 
çekicidir.



ZAMANLAMA LİSTESİ 
CHP Liderine linç girişiminin dehşeti bir yana dikkat çeken ve birden fazla 
zamanlaması var:
– Oyları 17 gün boyunca sayıldıktan sonra mazbata alabilen İBB Başkanı 
İmamoğlu'nun halkla kucaklaşmasına dakikalar kala meydana geldi.
– Bu linç girişimi kutuplaştırmanın herkesi yorduğu, usandırdığı bir ortamda, 
İstanbul'u kazanan İmamoğlu'nun bu zaferinde kapsayıcı ve barışçı dilinin büyük 
payı olduğunu her aklıselim sahibinin teslim ederken geldi.
– Bu linç girişimi, AKP'nin İstanbul seçimini iptal ettirmek için YSK nezdinde 
yaptığı başvurunun görüşülmesine 24 saat kala meydana geldi.
Bu tablonun, zihinlerde çağrıştırdığı bir de siyasi dönemeç var: O dönemeç 7 
Haziran 2015 seçim sonuçları.  AKP'nin tek başına iktidar olma çoğunluğunu 
kaybettiği o seçim,  çok acılı, katliamlarla geçen bir beş aylık aranın ardından 
1 Kasım'da “tekrarlanmış” ve AKP yeniden tek başına iktidar olmuştu.
Dolayısıyla bu linç girişiminin ardında bir “siyasi mühendislik” olup olmadığı, 
kendiliğinden mi yoksa organize planlı bir saldırı mı olduğunun açığa 
çıkarılmasını beklemek her yurttaşın hakkı.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun “CHP il başkanlarını bundan sonra şehit 
cenazelerinde protokole kabul etmeyin” sözü hafızalarda taze olsa bile.
Umuda yumruk
CHP Lideri Kılıçdaroğlu'na büyük geçmiş olsun. Ona atılan yumruk, bu ülkede 
kutuplaştırma istemeyen, hukuk devletine demokrasiye inanan milyonların umuduna atılmıştır.
Vicdanını kaybetmemişler olayın “müessif bir protesto değil” linç girişimi 
olduğuna tanık.
Bu ülkede milyonlar, bu saldırıda organize kötülük mimarlarının, nefret 
siyasetinden medet umanların ve “gazeteci” kılıklı biatçıların payını biliyor.
Milyonlar bu ülkede kutuplaştırma ve nefret siyasetinin soluk alamayacağı bir 
demokrasi talebinde kararlı.
Bütün belediyelere tek ‘sanal kayyum'
Ekrem İmamoğlu'nun İBB'de elektronik veri tabanı/altyapı incelemesi için verdiği 
talimat panik yarattı.
O kadar ki, Türk idari yargısı, tarihinde görülmemiş rekora imza atarak 
AKP'lilerin başvurusunun ertesi günü yürütmeyi durdurdu.
AKP'li yönetenler ve biatçı medyaya göre veriler kopyalanırsa İSKİ, İGDAŞ 
abonelerinin veri ve adresleri dışarıya, yani terör örgütleri ve yabancı 
istihbarat kuruluşlarına gider.
Sanki İstanbul halkının verileri özel şirketlere devredilen elektrik dağıtım 
veri tabanında, özel kargo şirketlerinde, özel hastanelerde yokmuş gibi. 
Bu ülkenin nüfus veri tabanı hacklenmemiş, milyonların verileri yayımlanmamış gibi.



Ekrem İmamoğlu
Asıl neden başka.
İçişleri Bakanlığı Bilgi İşlem Dairesi Başkanlığı geçen hafta belediyelere bir 
yazı göndermiş. Bütün belediyeleri aynı veri tabanında birleştiren bir bilişim 
sistemi kurulduğunu bildirmiş.
Ve bütün belediyelerin “bir an önce sisteme dahil olmasını” istemiş. Bakanlık, 
tek veri tabanının amaçlarını bilgi güvenliği, siber tehditlere standart tedbir 
alma ve kişisel verilerin korunması diye sıralıyor. 
Dayanaklar ise Cumhurbaşkanlığı 1'inci ve 2'inci 100 günlük icraat planı, bakanlığın Stratejik 
Planı, 10. Kalkınma Planı.
Ancak konuyu bilenler, Türkiye genelinde bütün belediyelerin verilerini ve 
uygulamalarını İçişleri Bakanlığı'nın hazırlayacağı bir sistem üzerinde 
tutmasının, belediyeleri belediye olmaktan çıkaracağını, asıl tek merkezde 
toplanınca verilerin manipüle edileceğini vurguluyor.

Sevinilecek bir şey değil, aklınızı başınıza toplayın..,

Sevinilecek bir şey değil, aklınızı başınıza toplayın..,



Fatih Altaylı

faltayli@htgazete.com.tr

19.05.2019 - 02:27

Önceki akşam sosyal medyanın bir bölümünde ciddi bir sevinç.

Neredeyse zil takıp oynayacak bir grup.

Niye?

Çünkü bazılarının İstanbul, benim ise Yeni Atatürk Havalimanı dediğim havaalanında sorunlar yaşanmaya başlamış.

Sorun dediğim öyle basit bir şey değil.

Karadeniz üzerinde doğal olarak toplanan elektrik yükü yüksek kümülonimbus bulutları nedeniyle tayyareler yeni havalimanına yaklaşma sırasında alçalamıyormuş.

Bu yüzden de tüm bu uçaklar, en yakın havalimanlarına, başta da Çorlu’ya yönlendiriliyormuş.

Sevincin nedeni bu.

Neymiş efendim, plansız programsız iş yapılırsa böyle olurmuş, doğaya meydan okunursa böyle olurmuş, ölçmeden biçmeden çevresinde rant var diye havalimanı yeri belirlenirse uçaklar inemezmiş, neymiş efendim TMMOB daha önce uyarmış, neymiş efendim yeterince meteoroloji verisi toplanmadan yer kesinleştirilince bu olan normalmiş.

İyi de arkadaşlar bu sevinç niye!

Bunca sevinecek ne var?

Bu havalimanı hepimizin.

İstanbul’un bu yakasında başka havalimanımız yok, öteki yakasında var olan havalimanı ise İstanbul’un bütün yükünü taşıyamaz.

Dahası bu ülke 10 milyar avrosunu çöpe atacak kadar zengin değil.

Bu havalimanı doğru düzgün çalışamazsa, yılın bir bölümünde buraya uçaklar inip kalkamazsa zararımız sadece sokağa atılan 10 milyar avro değil bir de buradan elde etmeyi planlayıp edemeyeceğimiz gelirler, belki de yeniden eski Atatürk’e taşınmanın maliyeti olacak bize giren...

Yani burada sevinecek bir şey yok sosyal medya manyakları.

Burada üzülecek çok şey var.

Muhalif olmak gözünüzü karartmasın.

Sonuçta orada çöp olması muhtemel iktidarın parası değil.

Bu ülkenin zaten kısıtlı olan kaynakları.

Ne diyorum

S-400 alımı ile ilgili yazıma “Ne demek istiyorsun?” diye sormuş pek çok okur.

Ne demek istediğim açık değil mi!

Rusya’dan satın aldığımız S-400’ler büyük ihtimale Türkiye’ye gelmeyecek diyorum.

Muhtemeldir ki, Türkiye’ye yakın bir Rus üssüne kurulabilir ve oradan Akkuyu nükleer santralini koruyabilir diyorum.

Yok eğer Türkiye’ye gelirse bir depoya kaldırılır ve kullanıma hazır hale getirilmez diyorum.

Böylece Rusya’ya düşürdüğümüz uçağın diyetini ödemiş oluruz diyorum.

ABD’ye de “Merak etmeyin. Size bağlıyız, NATO’ya bağlıyız” mesajı vermiş oluruz diyorum.

Bu bir bilgi değildir diyorum.

Bu bir tahmindir diyorum.

Daha ne diyeyim diyorum.



Cumhuriyete bak

Türkiye asker çekerse, Yunanistan Türkiye’ye Kıbrıs doğalgazından pay önerecekmiş.

Hadsizlik bir yana hani Kıbrıs Cumhuriyeti bağımsız bir ülke idi?

Atina’dan yönetilen bağımsız cumhuriyet bu mu?

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bile çok daha bağımsız.

Açık...

***

Mesaj kime

Gönül isterdi ki, iki Türk takımı finalde karşılaşsın ve bir Türk takımı şampiyon olsun.

Ama olmadı.

Yarı finalde karşılaştılar.

Ergin Ataman’ın Efes’i, Obradoviç’in Fenerbahçe’sini yendi ve finale adını yazdırdı.

İnşallah finalde de CSKA’yı yenerek bu kupayı alan 2. Türk takımı olacak ve Obradoviç’in de alternatifsiz olmadığını gösterecek. İnşallah.

Bu arada Efes’in kazandığı maç sonrası Ergin Ataman’ı kutlayan bir tweet attım.

Fenerbahçeliler alındı.

Oysa o tweet'te benim Ergin Ataman’ın Galatasaraylı olmasından bahsederken vurgulamaya çalıştığım, Ataman’ı “Para almadan bile çalışmaya razıyım” dediği Galatasaray’dan yollayan yönetime olan eleştirimdi.

Türkiye’nin en iyi basketbol koçu ve Avrupa’nın en iyi basketbol koçunu genelde yenmeyi başaran tek koç olan Ergin’i Galatasaray’dan yollayanlaraydı mesajım.

Başkasına değil.

Hele hele her yıl final four oynama başarısını gösteren Fenerbahçe’ye hiç değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Rakip adayların karşı karşıya gelip tartıştığı bir demokrasiye sahip olabildiğimiz zaman.

https://www.haberturk.com/yazarlar/fatih-altayli-1001/2468281-sevinilecek-bir-sey-degil-aklinizi-basiniza-toplayin

Olan hep garibana oluyor. Sadaka değil adalet istiyoruz

Olan hep garibana oluyor. Sadaka değil adalet istiyoruz


ERK ACARER

erkacarer@birgun.net

2019.04.22 09:23

Olan hep garibana oluyor: “Sadaka değil adalet istiyoruz”

Yaya yolundaki simitçiye arkadan çarpan şahsın yakınları olay yerinde polisi etkileyip, delilleri kararttı. 65 yaşındaki simitçi yüzde 30 kusurlu sayıldı. Mahkeme kamera kayıtlarına gerek görmedi, bilirkişi özenli tarama yapmadı. ‘Dikkatsizlik’ olarak kayıtlara geçen kaza sonrası simitçi yakınlarına 5 bin TL kan parası verilmek istendi. Ölüme sebep olan şahıs 2 ayda cezaevinden çıktı. Yaya yolunda arkadan […]

     Yaya yolundaki simitçiye arkadan çarpan şahsın yakınları olay yerinde polisi etkileyip, delilleri kararttı. 65 yaşındaki simitçi yüzde 30 kusurlu sayıldı. Mahkeme kamera kayıtlarına gerek görmedi, bilirkişi özenli tarama yapmadı. ‘Dikkatsizlik’ olarak kayıtlara geçen kaza sonrası simitçi yakınlarına 5 bin TL kan parası verilmek istendi. Ölüme sebep olan şahıs 2 ayda cezaevinden çıktı.

Yaya yolunda arkadan çarptı

Eskişehir’de yaşanan cinayet gibi kaza, Türkiye’de insan canının ne kadar ucuz olduğunu bir kez daha kanıtladı. 01.02.2019 tarihinde, Eskişehir Hatboyu 2 Caddesi istikametinde 3 tekerlekli simit arabasıyla, yaya yolunda yürüyen Ali Kaklıkkaya adlı simitçi, 26 NP 616 plakalı aracın arkadan çarpması sonucu yaşamını yitirdi.

Kazada 6-7 metre sürüklenen 65 yaşındaki simitçinin kafatası, kaburgası kol ve bacaklarında kırıklar oluştuğu otopsi raporu ile kanıtlandı. 3 tekerlekli simit arabası da paramparça oldu. Özel aracı kullanan S.T. adlı şahıs, ‘Tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet verme’ suçlarıyla tutuklansa da 2 ay cezaevinde kaldıktan sonra serbest bırakıldı.

Deliller toplanmadı

Kaklıkkaya’nın yakınları, sanığın serbest bırakılmasına tepki gösterdi. 65 yaşındaki simitçinin oğlu Emre Kaklıkkaya, cezalandırmanın eksik yapıldığını ifade etti. Babasının bakmakla yükümlü olduğu ailesi olduğunu belirten Emre Kaklıkkaya, kazaya sebebiyet veren kişinin aileye tazminat ödemek zorunda olduğunu da belirtti.

Simitçinin oğlu kazanın hemen ardından yaşananları da aktardı: “Olay yerine geldiğimizde, babama arkadan çarpan şahsın yakınları ve avukatıyla karşılaştık. Tutanak yazan polislerin etrafını sardılar, onları etki altında bırakmak istediklerini anladık. Tüm çabamıza rağmen, delillerin yeterince toplanabilmesini sağlayamadık.”

Çelişkiler

Tutanakta, arkadan çarpan aracın kaç kilometre ile seyrettiğine ilişkin bilgi yer almadı. Sürücü S.T. Eskişehir Cumhuriyet Başsavcılığı’nda verdiği ilk ifadede, hızının 50-60 kilometre civarında olduğunu beyan etti. Kendisi yüzde 70 oranında kusurlu görüldü. Ne var ki ölen simitçiye de ‘Yüzde 30 kusur’ yazıldı.

Simit arabasının paramparça olması ve onu yürüten Ali Kaklıkkaya’nın da çarpma notasından 6-7 metre sürüklenmesi, vücudunun çeşitli yerlerinde çok ağır travmalar bulunması aracın hızının ifade edildiği gibi 50-60 kilometre değil en az 80 kilometre civarında olduğunu gösteriyor. Yaya yolunda seyreden Kaklıkaya’nın 3 tekerlekli aracında reflektör olmadığı tutanakta yazılı.

Bu nedenle kendisine yüzde 30 kusur yazılıyor. Oysa bu mümkün değil. Çünkü Eskişehir’deki bu tip simit arabalarının hepsinde reflektör bulundurulması zorunlu. Simitçinin ailesi, araç kullanan şahsın yakınlarının hemen kaza yerine gelerek, zabıt tutan polisleri etki altına aldıklarını iddia ediyor ve delillerin karartılmış olabileceğini söylüyor.

Parçalanmış bir aracın arakasına takılı reflektörün de parçalara ayrılabilmesi mümkün. Aile bilirkişinin ise deliller konusunda yeterince özenli olmadığı konusuna dikkat çekiyor. Ali Kaklıkkaya’nın arabası ‘binilerek değil’, ‘itilerek’ götürülebiliyor. Bu nedenle kendisine araç sürücüsü gibi tutanak düzenlenmesi uygun değil. Yolda bir yaya olarak seyir halinde.

Simitçinin oğlu Emre Kaklıkkaya, yol üzerindeki kameralara ilişkin kayıtların da savcılık tarafından istenmediğini aktarıyor. Kaklıkkaya, “Bize hemen orada 5 bin TL kan parası teklif ettiler, babamın arabasını da yaptıracaklarını söylediler. Olan hep garibana oluyor. Biz sadaka değil adalet istiyoruz” diyor.

https://www.birgun.net/haber/olan-hep-garibana-oluyor-sadaka-degil-adalet-istiyoruz-253604


***


Bugün 19 Mayıs! Umuttan esiyor yine aynı rüzgar!

Bugün 19 Mayıs! Umuttan esiyor yine aynı rüzgar!

NECATİ DOĞRU
necatidogru@sozcum.com
19 Mayıs 2019 


Bugün, 19 Mayıs; “Emperyalist saldırganlığın vatan toprağından atılıp temizlenmesi ve egemenliğin bir kişiden, bir aileden, halifeden alınıp kayıtsız 
şartsız millete verilmesi” için atılan adımın ilk günüdür. Mustafa Kemal, 1919 senesi Mayıs'ın 19'uncu günü Samsun'a ayak bastığında cumhuriyet devriminin 
başlayacağı umudunu taşıyordu.
Halkın önünde durdu.
Bir adım değil.
İki adım değil.
Üç adım değil.
1000 adım önünde.
Devrimin bu huyu var: Önderini, 1000 adım önünde gidenden seçer. Seçti.
Ve devrim gerçekleşti.
100 yıl önceydi.

★★★

Uluç Gürkan, çok seçkin bir dikkatle ve emekle binlerce kaynağı yeniden gözden 
geçirerek, “Atatürk'ün izinde Türkiye Dünyayı Değiştirecektir” adlı bir kitap yazdı.
Yeni yayınlandı.
Uluç Gürkan'ın kitabı, “Bir liderin öncülüğünde bir yıkık ülkenin, bir gecede 
1000 yıllık adımı” hangi çetin süreçlerden geçerek attığını anlatmanın ötesinde 
Türkiye'nin “yeni bir çağdaş uygarlık yürüyüşünü başlatma gücünü yine 1000 
adımlı atabileceğini” belgelerle yazıyor.
Okumanızı öneririm.

★★★

“Bir gecede 1000 adımlı devrimin” üzerinden 100 yıl geçti. Böyle bir eşi 
bulunmaz devrimi yapmış Türkiye'de bugün şu yapı var:
Güçler tek kişide toplandı.
Kuvvetler ayrımı kalktı.
Hukuk iktidarın emrine girdi.
Egemenlik tek kişiye verildi.
Bu yapıyı değiştirecek, yani “karşı devrimin karşı devrimini” yine kendi halkına 
dayanarak gerçekleştirecek 19 Mayıs 1919 rüzgarı, 100 yıl sonra bugün yeniden 
esiyor. Bu rüzgar etkisini, güçlü bir şekilde 31 Mart seçimlerinde büyük 
kentlerde gösterdi. Ve hızla Orta Anadolu ve Kuzey Anadolu dahil bütün ülkeyi 
etkisi altına aldı.
Bugün 19 Mayıs.
Yeniden esiyor.
100 yıl önceki rüzgar.

“Hukukun, talimat hukuku olmaktan çıkıp yeniden hukukun üstünlüğüne geçildiği, 
kuvvetler ayrılığı ilkesini yeniden güçlendiren, dini siyasete alet etmeyi 
tamamen silip bitiren, gerçekten tam bağımsızlığa sarılan, dış borç bulup 
yemeyen, dış borçla kalkınma olmayacağı gerçeğini anlamış, çok çalışan, çok 
üretip çok biriktiren, tarımını ileri teknoloji ile birleştirmiş, eşit gelir 
dağılımını gerçekleştirmiş, seçimle gelenin seçimle gönderildiği, yeniden yurtta 
sulh cihanda sulh diyen” yurttaşlar ülkesi Türkiye!

Bugün 19 Mayıs!
Umuttan esiyor.
Yine aynı rüzgar!

KALEMİN GÖR DEDİĞİ

Bu kez de “Venezuela Sarraf'ımız” doğabilir!

CHP Milletvekili Utku Çakırözer, “Venezuela ile Türkiye arasında imzalanan 1282 
sayfalık anlaşmadan” söz etti. Venezuela Cumhurbaşkanı Türkiye'ye geldi, Türk 
Cumhurbaşkanı oraya gitti, fakat 1282 sayfalık (ortalama 5 kitap hacminde) 
anlaşma “video-konferans” yoluyla imzalandı. Evet, evet yanlış okumadınız “video 
konferans” yoluyla imzalanan bu kadar yüksek sayfalı anlaşma dünyada ilk oluyor. 
Meclis Dışişleri Komisyonu'nda yapılan görüşme oturumunda Utku Çakırözer, “İran ile yaptığımız anlaşmayla doğan karışlıklı ticaretten bir Sarraf çıktı ve Devlet 
Bankası Genel Müdür Yardımcımızı ABD'de hapse götüren olaylar yaşadık. 
Şimdi Venezuela ile yapılan bu “video-konferans anlaşmadan” yeni Sarrafların çıkmaması için dikkatli olunması gerektiğini” hatırlattı. Venezuela-Türkiye ticaretinde büyük bir sıçrama yaşanıyor. 2017 yılında sadece 154 milyon dolar olan toplam ticaret 2018 yılında 1 milyar 120 milyon dolara çıktı. Venezuela'dan 1 milyar dolar ithalat yapıyoruz. Altın ve değerli madenler alıyoruz. 
Sadece 120 milyon dolarlık ihracatımız var. 
Son bir yıl içinde özel Türk şirketleri ile özel Türk holdinglerinin özel uçakları, Venezuela'ya gidiş gelişlerini çok artırdılar. 

Rıza Sarraf döneminde de özel uçaklar “altın getirip götürmekte” kullanılmıştı.


100. Yılda baş tacı edeceğini hapiste yerde yatırana dönen ülke

100. Yılda baş tacı edeceğini hapiste yerde yatırana dönen ülke



Murat Sabuncu
mmurat.sabuncu@hotmail.com
19 Mayıs 2019



19 Mayıs 1919’da özgürlük ve bağımsızlık ateşini yakanlara, bu ülkeye Cumhuriyet’i armağan edenlere selam olsun…  

“1919 yılı Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım.”

Mustafa Kemal Atatürk’ün  kendi kaleminden Kurtuluş Savaşı’nı anlattığı eseri ‘Nutuk’, bu cümleyle başlıyor. Cumhuriyet Halk Partisi ’nin 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında  Ankara’da toplanan İkinci Kurultayı’nda bizzat kendisinin 36.5 saat süren ve altı günde okuduğu tarihi bir hitabeye dayandığı için de ‘Nutuk’ adını aldı. Atatürk’ün bu tarihe bu kadar önem vermesinin nedenini; Türkiye’nin bağımsızlığa gidiş sürecinin en önemli kıvılcımlarından biri olması, uzun yıllar sürecek Cumhuriyet ile sonuçlanacak mücadele için ilk adımın atılmış olması şeklinde okumak mümkün.

Resmi adı ‘Atatürk’ü anma, Gençlik ve Spor Bayramı’ olan gün ile ilgili mesajlar da yayınlanıyor elbet. Bunlardan biri Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a ait. Şöyle sesleniyor gençlere:  
‘Sizin istek ve beklentilerinizi, sizin hayallerinizi gerçekleştirmek için mensubu olmaktan ve yaşamaktan gurur duyacağınız bir gelecek inşa etmek için, dün olduğu gibi bugün de sizi dinlemeye hazırız. 
Haydi, el ele gönül gönüle vererek ülkemizi daha ileri taşıyalım. ‘
Mensubu olmaktan ve yaşamaktan gurur duyulacak memleket. Ne güzel bir cümle… Peki bir karşılığı var mı? Kestirmeden hayır demek mümkün…Düşünce özgürlüğünün olmamasından genç işsizliğine umutları yeşertmek yerine korkuyu kökleştirmeye çalışan zihniyete bir çırpıda söylenecek o kadar çok şey var ki…
Ama gelin sadece düne (18 Mayıs 2019) bakarak gençlerin durumuna göz atalım. Dün Milli Eğitim Bakanlığı, AKP’nin iktidarda kaldığı 17 yıl boyunca en az 10 kere yaptığı eğitim sisteminde ‘reform’un on birincisini açıkladı.Türkiye’nin eğitim konusunda en kıdemli gazetecisi Abbas Güçlü Milliyet’teki köşesinde bununla ilgili şöyle yazdı:      

‘Son 17 yıldır ülkeyi aynı parti yönetiyor ama eğitim sistemimiz en az 17 kez değişti. Erkan Mumcu, Hüseyin Çelik, Nimet Baş (Çubukçu), Ömer Dinçer, Nabi Avcı, İsmet Yılmaz ve şimdi de Ziya Selçuk…Tuğlaları üst üste koyacaklarına, birinin başladığını, diğeri tamamlayacağına, her gelen sistemi hep sil baştan değiştirdi. Özetin özeti: Geleceğimizi ilgilendiren böylesi önemli değişiklikler, keşke başta öğretmenler olmak üzere toplumun her kesiminden görüşler alındıktan sonra şekillendirilseydi, sanki o zaman çok daha iyi olurdu.
Ne acı değil mi? Çocuklarının-gençlerinin  deneye tabi tutulduğu , eğitim sisteminin yap-boz tahtasına döndüğü bir yapı. 
Peki sonuç?
Dünya Ekonomik Forumu (WEF)  “Eğitim Kalitesi 2018” raporuna göre Türkiye eğitim kalitesi bakımından 137 ülke arasından 99’uncu sırada. (Kaynak Hürriyet)…Türkiye’deki öğrencilerin bilim ve matematikte son sıralarda yer almaları da bu sistemin sonucu.

Gençleri eğiten sistem felç. Ya öğreticiler. Liseden üniversiteye ne yazık ki çoğu önüne verileni uygulayan, sormayan sorgulamayan, susan, öğretmenler- akademisyenler… Tabi en basit-doğal hakkını, düşünce-söz söyleme özgürlüğünü kullandığı için hapislerde kalan yine de oradaki halleriyle de ‘ders verenleri’ unutmamak gerekir. Örnekler çok ama dedim ya sadece dünden gideceğim. Prof. Dr. Füsun Üstünel mesela. ‘Barış istediği için’ bir süredir hapiste. T24 Ankara Temsilcisi Gökçer Tahincioğlu’nun haberinden öğreniyoruz ki Üstel hapse konulduğu ilk gece kalabalıktan yerde yatmış. Tahincioğlu’nun haberini tekrar hatırlayalım:

CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer, “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza attığı için 1.5 yıl hapis cezasına çarptırılan, akademisyen yargılamalarında cezası kesinleşen ilk akademisyen olan Prof. Dr. Füsun Üstel’i 10 gün önce konulduğu cezaevinde ziyaret etti. Çakırözer, “Üstel 14 kişilik koğuşta kalmak zorunda bırakılan 21 kişiden biri.  Hapishaneye girdiği ilk gece yerde yatmak zorunda kalmış” dedi. Çakırözer, “Türkiye’nin yetiştirdiği değerli bir akademisyenin sadece fikrini ifade ettiği için yargılanması, cezalandırılması, hepsinin üstüne bir de cezaevinde yerde yatmak zorunda kalması Türkiye’de yaşanan hukuksuzluğun, adaletsizliğin, tahammülsüzlüğün fotoğrafını çekiyor” ifadelerini kullandı.
100. yılda büyük büyük laflara gerek yok aslında. Bu ülke, bu yönetim; akademisyenlerini,  fikir üretenlerini, gençlerini  yetiştirenleri,  hapse tıkıp yerde yatıracağına baş tacı etmediği müddetçe ‘yaşamaktan gurur duyulacak bir memleket’ inşa edemeyecek. 

Ama umutsuzluğa yer yok… 

19 Mayıs 1919’da özgürlük ve bağımsızlık ateşini yakanlara, bu ülkeye Cumhuriyet’i armağan edenlere selam olsun… 

Tüm Ayrıntılarıyla Kılıçdaroğlu’na Linç girişimi.,

Tüm Ayrıntılarıyla Kılıçdaroğlu’na Linç girişimi.,


Nagehan Alçı
nalci@htgazete.com.tr


22.04.2019 - 10:14
Güncelleme: 22.04.2019 - 10:16

Ben Menderes-Özal-Erdoğan geleneğinin Türkiye için en makul politik yol olduğunu düşünen bir köşe yazarıyım.
1930’da yaşasaydım Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı hatta 1924’te olsam da Terakkiperver Fırka’yı desteklerdim.
Fakat CHP geleneğine ve geçmişine karşı duygularımız ne olursa olsun dünkü linç girişimi karşısında her demokrat şunu haykırabilmeli:
Bugün hepimiz Kemal Kılıçdaroğlu’yuz…
Bugün hepimiz CHP Genel Başkanı’nın yanındayız…
Adını adilce koyalım lütfen. Dün yaşanan, saldırı değil, resmen Kemal Bey’e karşı linç girişimiydi.
Birazdan detaylı anlatacağım gibi dün Türkiye bir felaketin kıyısından döndü.
Kafamdan uydurarak değil, elimdeki bulgulara göre söylüyorum. Böyle bir organize linç girişiminin kendiliğinden olmayacağı, devletin içindeki bir odak tarafından kıvılcımlanmadan hayata geçmeyeceği kanaatindeyim.
Zaten böyle bir provokasyon atmosferinin gelmekte olduğunu görerek son dönemde özellikle uhulet ve suhulet telkin eden uyarı yazıları kaleme aldım.
Sağduyu ve itidal ile uhulet ve suhulet tavrı ülkede bir türlü bitmeyen derin yapılanmaların tezgahını bozacak en güçlü silah çünkü.
Türkiye’de müşterek huzur zemini ile sosyal barışı önemseyen herkesin şimdi yazdıklarımı daha iyi kavradığına ve naçizane uyarılarımı neden yaptığımı daha iyi anladığına inanıyorum.
Adım adım, kare kare Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırıyı izledim. Belki 100 kez izledim.
Hem devletin hem CHP’nin içinden çok önemli ve kritik konumda kaynaklarla konuştum.
CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’na yönelik dünkü linç girişimi ile ilgili bütün tarafların perspektifini dinleyerek bir röntgen çıkardım.
Edindiğim kritik bilgiler ışığında dün yaşananların detaylarını size aktaracağım…

SORU İŞARETİ YARATAN DEĞİŞİKLİK

Cenazenin ilk başta Çubuk ilçesinde yapılması planlanıyor. İlçede polis geniş güvenlik önlemleri almış.
Fakat sonra cenaze doğrudan köye alınıyor. Köyün camisinin avlusu ve dışındaki meydan geniş deniyor gerekçe olarak. Birinci tuhaflık bu noktada.
Köy doğal olarak polisin bölgesi değil jandarma bölgesi. Jandarma da ekstra bir güvenlik önlemi almıyor. Sadece rutin bir güvenlik tedbiri alıyor.
Jandarma yetkililerinin aktardığına göre Kemal Bey’in bu cenazeye geleceğini onlar da bilmiyorlar. Neredeyse son dakikada öğreniyorlar.

ŞEHİDİN DAYISI DA ÇUKURCA’DA ŞEHİT DÜŞMÜŞ

Toprağa verdiğimiz şehidimizin dayısı da aynı şekilde Çukurca’da 1993’te şehit olmuş. Dün defin o dayının yanına yapılmış.
Çubuk ilçesine bağlı Akkuzu bugüne kadar 70’in üzerinde şehit verdiği için bu konuda çok hassas bir psikolojiye sahip. Yapı olarak da nerdeyse tüm mensupları koyu milliyetçi-muhafazakar olan bir köy.
Olaya da tanıklık eden devlet yetkililerinin perspektifine göre Kemal Bey oraya vardığında şehit ailesi ve yakınları tepki göstermeye başlamışlar. Bir süre sonra sözlü tacizler ortaya çıkmış. Sonra da malum saldırı süreci başlamış.

KILIÇDAROĞLU’NUN GELECEĞİ 3 GÜN ÖNCE AİLEYE İLETİLMİŞ MİYDİ?

Fakat CHP’nin içinden de şu bilgiyi aldım: Kemal Bey şehit cenazesine katılma isteğini üç gün önceden bizzat şehit ailesine iletiyor. İzinlerini istiyor. Aile de sıcak karşılıyor ve ister cenazeye ister taziye evine gelebileceklerini söylüyor.
Yani Kılıçdaroğlu’nun köydeki şehit cenazesine gelişi plansız ve palas pandıras değil. Şehit ailesi biliyor. Hatta dün CHP Genel Merkezi’nde Kemal Bey’e niye tedbirsiz bu cenazeye gittiğine yönelik eleştiriler yapılınca bizzat bu görüşme trafiğini partili arkadaşlarına anlatıyor Kılıçdaroğlu.
Yani bir tarafta şehit ailesinin ve yakınlarının Kemal Bey’in geleceğini bildiği ifade ediliyor. Öbür tarafta ise güvenlik yetkililerine göre CHP Genel Başkanı gelir gelmez şehit ailesi ve yakınları tepki gösteriyor. Enteresan bir durum.
Cenazeye katılan emniyet yetkilileri Kılıçdaroğlu’nun cenazeye geleceğini ilçeye girişte öğreniyor. Fakat muhakkak devlet içinden birilerinin Kemal Bey’in şehidimizin cenazesine geleceğini önceden öğrendiği ve bu “bilinç” ile hareket ettiği kanaatindeyim.

O İLÇEDEN 70 ŞEHİT ÇIKMIŞ

Şehit cenazesine katılımın çok yüksek olmasında temel sebep söylediğim gibi Çubuk ilçesinden bugüne kadar 70’in üzerinde şehit çıkmış olması. Tam da bu sebeple patlamaya hazır bomba gibi bir kitle var orada.
Civar köylerden şehit için gelenler de olmuş. Zaten oradaki köylülerin tümü birbirini tanıyorlar ama söylendiği gibi sırf olay yaratması için özellikle oraya taşınmış yapay bir grup yok. Otantik bir kitle söz konusu.
Kemal Bey geldiği andan itibaren kıvılcımı birileri çakıyor ve yuhalamalar başlıyor.
Öbek öbek oluşuyor bu durum. Hatta cenaze sırasında polis yetkilileri bu yuhalamaları bastırsın da iş büyümesin diye cami hoparlörlerini de sonuna kadar açıyorlar.

LİNÇ GİRİŞİMİNİN FİTİLİ NASIL ATEŞLENİYOR?

Fakat tepkiler söndüğü an birkaç kişinin bağırmasıyla birlikte alev yeniden yanıyor ve bir anda yeniden yuhalamalar başlıyor. Bir linç girişiminin fitili ateşleniyor.
İşte tam o kritik dönüm anında ne oldu ve o noktada tıpkı Madımak olaylarında olduğu gibi halkı kışkırtan ajan provokatör takımı devreye girdi mi, girdiyse ne zaman girdi?
Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman ve ekibi şu an bunu araştırıyor.
Aslında şu ana kadar devlet ve yargı cephesinden görülen şey çok da büyük bir organizasyona gerek kalmadan birkaç ajan provokatörün bu ortamı oluşturabileceği gözlemi.
Fakat bir şekilde bir dümen döndüğü de gözüküyor. Eğer o evde Kılıçdaroğlu’na siper olunmasaydı çok daha kötü olayların yaşanabileceği söyleniyor.
Madımak katliamında da oteli yakan ve yanmasını alkışlayan herkes derin devletin elemanı değildi. Fakat o ortamı hazırlayan ve askerin saldırganlara müdahalesini engelleyerek Alevi yurttaşların yanarak ölmesini sağlayan karanlık bir el vardı.

CEP TELEFONLARI ÇEKMİYOR

Kemal Bey’i cenaze alanından kendi korumaları ile beraber Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz ve Emniyet Genel Müdürü Celal Uzunkaya çıkarıyor. Bir eve yerleşiyorlar ve orada 1.5 saat kalıyorlar.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu o sıra İstanbul’da ve cep telefonlarıyla harıl harıl Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz ve Emniyet Genel Müdürü Celal Uzunkaya’ya ulaşmaya çalışıyor.
Köy ortamında cep telefonları çekmediği için kimse kimseye ulaşamıyor. Sadece polis telsiziyle birimler arası bağlantı sağlanabiliyor. Tam bir iletişim krizi yaşanıyor.
Sonunda Süleyman Soylu Ankara’daki ilgili Daire Başkanı’nı arıyor ve acilen Çubuk’a göndererek o polis şefi aracılığıyla mesajlarını iletiyor.
O esnada bir şekilde nasıl oluyorsa Kılıçdaroğlu’nun olduğu evin etrafı da kitle tarafından sarılıyor. Kitle büyüdükçe iş tehlikeli bir hal almaya başlıyor.
Önce Çubuk belediye başkanı sonra Çubuk Kaymakamı konuşuyor ama hiç netice etmiyor. Kitle asla durulmuyor ve tam aksine alev harlanıyor.
En sonunda içerde Kılıçdaroğlu’nun yanında oturan Emniyet Genel Müdürü Celal Uzunkaya dışarı çıkıyor ve etkili bir konuşma yapıyor.
Kemal Bey’e ancak kendilerinin cesedini çiğneyerek bir şey yapabileceklerini söylüyor. Gerekirse kitleye müdahale etmek zorunda kalacaklarını ifade ediyor. Öyle olunca bir durulma gözüküyor.

CHP: TAŞ VE SOPA DAĞITANLAR VARDI

CHP’nin içinden aldığım bir diğer bilgi ise çok kafa karıştırıcı. Bana bu bilgiyi veren çok önemli bir CHP’li kaynak. Dedi ki…
“Toplantıda bir genel başkan yardımcımız da dile getirdi. Elimizde görüntüler var. İki kişi orada taş ve sopa dağıtıyordu.”
Emniyet cephesiyle bu bilgiyi paylaştığımda ise kendilerinin elinde böyle bir bilgi ve görüntü olmadığını CHP yetkililerinin kendileriyle paylaşması halinde hemen gözaltı işlemleri yapacaklarını ifade ettiler.

O KORKUNÇ SESİN SAHİBİNİ DE ARIYORLAR

Ankara polisi şu ana kadar basına yansıdığı gibi 6-7 kişi değil, toplam 12-13 kişinin eşkalini belirlenmiş. Bu şüphelilerin hepsi ya o köy ya da civar köylerden.
Kılıçdaroğlu’nun sığındığı evin önünde “Yakın bu evi yakın” diye bağıran ve akla Madımak’ı getiren korkunç kadın sesinin durumunu da özellikle soruşturdum.
Görüntü yok ama ses var. Ekipler sese göre eşkali belirlemeye çalışıyorlar ve muhakkak evin yakılması için ortamı tahrik eden o kişiyi de gözaltına alacaklarını ifade ediyorlar.

DEDELER VE ÇOCUKLAR BİLE…

Ama maalesef iş “Evi yakın” diyen o kişiyle sınırlı değil. Aldığım bilgi orada dedelerin ve hatta çocukların bile en az o ses kadar saldırgan ve öfkeli olduğunu gösteriyor. Yetkililerin anlattığı bu manzara beni çok kaygılandırdı.
Karanlık bir elin sistemli ve ustaca provokasyonuyla bir anda Anadolu irfanını temsil ettiğini düşündüğümüz 80 yaşındaki bir dedenin ya da ninenin içinden canavar çıkması toplumsal sıhhatimiz bakımından feci ürkütücü bir olay.
Devlet içine yerleşmiş derin yapılar tarafından provoke edilmeye müsait sıradan faşizm olgusu üzerine düşünmeli ve kafa yormalıyız. Televizyonlarda bunu da tartışmalıyız.
Bu durum hem AK Parti hem CHP için tehdit. Hem Sünni dindarlar, hem Aleviler ve laikler için büyük tehdit. Türkiye’nin en büyük iki siyasi partisi bu noktada ayrı gayrı düşünmemeli.

JANDARMA BÖLGESİ MESELESİ

Bir de işin jandarma bölgesi boyutu var. Olay kırsalda yaşandığı için gördüğüm kadarıyla hazırlıksız yakalanılmış.
Yeterli güvenlik önlemi alınmadığı açık. Bir zafiyet var. Bunu jandarma yetkilileri de kabul ediyor ama kötü niyet yok diyerek her şeyin aniden geliştiğini ifade ediyorlar.
CHP kanadı ise jandarma görevlilerinin kendilerini korumak için gayret göstermediğinin altını ısrarla çiziyor. Jandarma güçlerine yönelik CHP’nin çok ciddi tepkisi var.
Kılıçdaroğlu yaşadığı olaya rağmen her zaman olduğu gibi inanılmaz sakinmiş hatta sığındıkları evde kendi durumunu bırakıp Celal Uzunkaya’ya FETÖ soruşturmalarının akıbetini sormuş.
Fakat Kemal Bey’in yanındaki diğer CHP yetkililer bu olaydan çok etkilenmişler. Ölümle burun buruna geldiklerini düşünüyorlar. Olayı anlatırken sesleri titriyor.
Kemal Bey’in etrafında sivil polisler mevcut ancak emniyetin içinden konuştuğum kaynaklar “Görevliler üniformalı olsa daha caydırıcı olurdu” yorumunu yaptılar.

EKREM İMAMOĞLU’NA UYARIMIN SEBEBİ BUYDU

Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik bu korkunç saldırı maalesef dünkü yazımın ne kadar doğru olduğunu kanıtlıyor. Bu ülkede çok korkutucu bir ayrışmışlık var. Toplum patlamaya hazır bir bomba gibi.
O nedenle kitlesel eylemlerden kaçınmak gerek. Ekrem İmamoğlu’na naçizane uyarımın sebebi buydu.
Zira bu bombaya kibrit atmak isteyen unsurlar yani rahmetli CHP Genel Başkanı ve Başbakan Ecevit’in tabirle kontrgerilla güçleri geçmişte olduğu gibi kafa çıkarmaya çalışabilir. Çok dikkatli olmalıyız.


***

Artık AF çıkarmayalım.,

 Bu olay bize ders olsun artık af çıkarmayalım.,



22 Ocak 2006 Pazar


Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Ağca'nın tahliye olacağı tarihe ilişkin soruları yanıtlarken, "Şu tarihtir, bu tarihtir, bunun spekülasyonuna girmenin hiçbir anlamı yok. Bu olayın bu yönünü tartışmak yerine, bu olay vesilesiyle hepimizin çıkarması gereken dersler var. Onlar üzerinde yoğunlaşmak daha doğru olur" dedi
   Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Ağca'nın tahliye olacağı tarihe ilişkin soruları yanıtlarken, "Şu tarihtir, bu tarihtir, bunun spekülasyonuna girmenin hiçbir anlamı yok. Bu olayın bu yönünü tartışmak yerine, bu olay vesilesiyle hepimizin çıkarması gereken dersler var. Onlar üzerinde yoğunlaşmak daha doğru olur" dedi. Çiçek, "Bu derslerin neler olduğunun" sorulması üzerine şunları söyledi: "Ağca olayı, bizi 1980 öncesi yaşadığımız şartlara götürdü. Bir defa o şartların tekrar yaşanmaması için gayret göstermeliyiz. Türkiye'de işleyen bir yargı var. Eksiği, yanlışı olabilir. Ama bunu gidermenin yolu, yine hukuk içerisinde kalarak o yanlışı ortadan kaldırmaktır. Bu olay bunu da ortaya koydu."

Kasıt aramaya gerek yok

Çiçek, af yasalarına da değinerek, sözlerini şöyle sürdürdü: "Türkiye'de çok sayıda af çıktı. Bu aflar hukuk sistemini altüst etmiştir, cezaların caydırıcılığı kalmamıştır, yargıda istikrar kalmamıştır. Halen Yargıtay'ın kararına rağmen, 'şu hesap mı, bu hesap mı' diye soruyorsanız, bunun temeli, bu kişinin suç işlediği günden bugüne infaz hukukunda yapılan af nitelikli pek çok düzenlemedir. Türkiye'nin gündemin den artık affı kaldırmamız lazım. Aflar ülkeye fayda getirmedi. 

Yasaları uygulayanlar aynı alanla ilgili birden fazla yasa varsa, o mu, bu mu uygulanacak diye görüş ayrılığına düştü. 

Bunda bir kasıt aramaya gerek yoktur."



***

Bu olay ders olsun. Artık ateşle oynanmasın

Bu olay ders olsun.  Artık ateşle oynanmasın



DENİZ ZEYREK
denizzeyrek@sozcu.com.tr
22 Nisan 2019 

  Şehit Mehmetçiğimiz Yener Kırıcı'nın Çubuk'taki cenaze töreninde bir grup, Kemal Kılıçdaroğlu'na saldırdı. Görüntüler ürkütücüydü. Adeta bir linç girişimi 
yaşanıyordu. Bazı köylüler, sağduyu içinde “saldırganlar bizim köyden değil, 
provokasyona gelmişler” diye tepki gösteriyordu. Saldıranların temel 
motivasyonunu tahmin etmek zor değil. Siyasetçilerin ve bazı medya 
kuruluşlarının son dönemde kendinden olmayanları “hain” gibi gösteren, hedef 
tahtasına koyan kutuplaştırıcı dilinin kaçınılmaz sonucuydu bu saldırı. 
Kılıçdaroğlu'nun bütün siyasi rakipleri bu saldırıyı kesin bir dille kınamalı ve 
bu kör şiddetin karşısında olduklarını “ama”sız göstermelidir. Sorumlular da tek 
tek yakalanmalı, cezasız bırakılmamalıdır. Aksi takdirde bu ülkede hep birlikte 
uyum içinde yaşamamıza vesile olacak bir “Türkiye mutabakatı”nı yakalamamız 
imkansız. Bu provokasyonları boşa çıkarmanın en iyi yolu, bu cennet ülkede 
gerilimin, kavganın değil, huzurun ve barışın dilinin hakim olmasıdır.
14.5 Milyar TL Depoda mı çürüyecek?

Bir hava savunma sisteminde, uzaydaki uydular, erken uyarı uçakları, sabit ve 
hareketli radarlar vardır. Füzeler, bütün bu unsurlarca bir tehdit algılandığında harekete geçirilen silahlardır. Yani, füzeler olmazsa erken uyarı sistemleri, radarlar nasıl hiçbir işe yaramazsa radar sistemlerinin ürettiği veri trafiği olmadan da o füzeler hiçbir işe yaramaz.

DOST VAR DÜŞMAN VAR!

Örneğin, Türkiye'nin de üye olduğu NATO'nun hava savunmasının en önemli taktik unsuru LINK 16 adı verilen bir sistemdir. Bu sistemde, NATO müttefiklerinin sahip olduğu;
– (Havada) Amerikan F serisi, Eurofighter Typhoon ve Mirage gibi savaş uçakları 
başta olmak üzere 24 değişik uçak ve helikopter,
– (Denizde) Türkiye'nin MİLGEM projesinin de bir “sınıf” olarak dahil edildiği, 
firkateynler, uçak gemilerini de içeren 8 değişik gemi türü,
– Arrow ve Patriotların da dahil olduğu 6 füze sistemi,
– 2 ayrı silah ağı, Malatya/Kürecik'teki radar da dahil olmak üzere çok sayıda 
radar, dünya etrafında dönen onlarca uydu, gökyüzündeki AWACS uçakları, deniz 
filolarındaki radarlar tarafından “DOST” kategorisinde görülür. Çin'in, İran'ın, 
Kuzey Kore'nin, Rusya'nın ürettiği füzeler ise LINK 16'ya göre “DÜŞMAN” olarak 
tanımlanır.


PAKETİ BİLE AÇILMAYABİLİR

Geçen hafta Ankara ve Washington arasında yaşanan S-400 pazarlıklarından 
anladığım kadarıyla iş şu noktaya geldi:
Türkiye, Rusya ile anlaşmadan geri dönemeyeceği için 2.5 milyar dolar ödeyecek, 
füzeler Türkiye'ye teslim edilecek. Ancak S-400'ler Türkiye'nin NATO'ya entegre 
olan hava savunma sistemine dahil edilemeyecek. ABD'nin ve diğer NATO ülkelerin “aktif yaptırım tehditleri” de eklenince iki seçenek kalacak: Füzelerin paketi bile açılmadan depoda bekletilecek.

Kullanılmak istense de (Türkiye'nin NATO'ya entegre hiçbir sistemine dahil 
edilemeyeceğinden) anlamlı bir işlevi olmayacak.

Dile kolay: 2.5 milyar dolar, bugünkü kurla 14.5 milyar lira, eski parayla 14.5  katrilyon.
   Bütün bu somut bilgiler ışığında soruyorum:

Türkiye, hakkıyla kullanamayacağı bir silah sistemi için, tüyü bitmemiş yetimin 
hakkı olan bu büyük parayı verecek kadar zengin bir ülke mi?