13 Haziran 2016 Pazartesi

Rahmetli Muzaffer Özdağla İlgili İki Hatıra




Rahmetli Muzaffer Özdağla İlgili İki Hatıra



Yazar: Muzaffer Özdağ


Bu makale Yrd. Do. Dr. Nazım Muradov tarafından kaleme alınmıştır.
Yanlış hatırlamıyorsam 1992 yılı idi. O zamanlarda Mehmet Emin Resulzade’nin adını taşıyan Bakü Devlet Üniversitesi’nin öğrencisiydik. 1980’lerin ikinci yarısında başlayan Azerbaycan Halk Harekâtı’nı yakından takip ediyorduk.

Azerbaycan’ın bağımsızlık mücadelesinde yer alan teşkilatların lokomotifliğini Azerbaycan Halk Cebhesi üstlenmiş, 1990 yılının parlamento seçimlerinde sayıca az bile olsa (yanlış hatırlamıyorsam 25 kişilik bir milletvekili heyeti) etkili bir grupla temsil edilmişti. ‘Demblok’ olarak bilinen bu grubun üyeleri, Milli Meclis’in toplantı salonundaki dördüncü (4 sayılı) mikrofonu kullandıkları için, meclis toplantılarını televizyondan takip eden halk hep Dördüncü Mikrofon’un konuşmalarını bekliyordu.




Artık SSCB çökmüş, Azerbaycan, bağımsızlık yolunda ilerleyen genç bir devlet olmuştu…
Bu çöküşe kadar ise Varşova Paktı’nın başını çeken SSCB’de bütün NATO devletleri gibi Türkiye Cumhuriyeti de ‘düşman ülke’ saflarında yer alıyordu. İşte bu ‘düşman ülke’, Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ülke olmuş, dost hatta kardeş ülke olduğunu kanıtlamıştı. Azerbaycan da Komünist Parti mensubu olmayan (veya KP üyesi olmasına rağmen ruhen komünist olmayan) aydınları sayesinde Türkiye’nin kardeş ülke, dost devlet olduğunu kabul etmişti. Artık bu devletten bilim adamları, devlet büyükleri, Türk ordusunun mensupları Azerbaycan’a gelir, konferanslar verir, toplumu aydınlatır, Türkiye hakkındaki kuşkuları, sui-zanları ortadan kaldırıyorlardı…

Ebülfez Elçibey’in başkanlık ettiği Azerbaycan Halk Cebhesi’nin davetiyle bu ülkeye gelen Türk büyüklerinden biri de bugün artık Hak dünyasında olan rahmetli Albay Muzaffer Özdağ’dı.

Sayın Muzaffer Özdağ, üniversitemize AHC’nin ideoloji işlerden sorumlusu ve AHC Başkan Yardımcısı, Doç. Dr. Arif Rehimov (Rehimoğlu) ile gelmişti. Bakü Devlet Üniversitesi Rektörlük binasındaki konferans salonu bu önemli konuğun gelişi münasebetiyle ağzına kadar dolmuştu. Salonda yer olmadığı için biz öğrenciler konferansı ayakta dinleyecektik… Üniversitenin Filoloji Fakültesi Türkoloji Kürsüsü Başkanı, ünlü Türkolog, Prof. Dr. Tevfik Hacıyev beni ayakta görüp yanına çağırdı ve yanındaki boş yere oturttu. Muzaffer Özdağ Bey’in Türk ordusunun üst düzey askeri kadrosunda yer aldığını, emekli bir paşa olduğunu Arif Rehimoğlu’nun takdim konuşmasından öğrenmiş olduk. Bu takdimden sonra bizlere, olsa olsa savaşları anlatacak bir konuşmacı beklerken Türklerin tarihini, bu tarihin milli, manevi ve kültürel temellerini, onun mantığını ve işleyişini, tarih-coğrafya ilişkisini, Türkiye ile Azerbaycan’ın yakın tarihini, onun karanlık ve hiç bilinmeyen noktalarını, Azerbaycan tarihinde Anadolu Türklüğünün, Türkiye tarihinde ise Azerbaycanlıların inkâr edilemez rollerini… tatlı bir dille (Sn. Özdağ ‘r’ sesini biraz ‘ğ’ gibi telaffuz ediyordu), kendine özgü üslûbu ve alanına hakimiyetiyle çok güzel anlattı… İlk defa tarihî konuları en küçük ayrıntılarına kadar bilen bir askerle karşılaştığımızın farkına vardık, kendilerini büyük bir zevkle dinledik. Demek ki milli tarihini bu kadar güzel bilen ve ondan yeri geldiğinde güç, icabında da ibret dersi alan ordu mensupları olabilirmiş… Ya da iyi bir asker olabilmek için milli tarihi iyi bilmek, ondan güç ve ibret dersi almak için karşımızda konuşan bu ihtiyar askeri kendimize örnek alabiliriz…




Sn. Muzaffer Özdağ’ın, tarihî hadiseleri analizindeki yaklaşımı henüz “Sovyet insanı” olmaktan kurtulamayan bizlere oldukça “yad” olsa da, samimi ve ikna edici idi. Karşımızda savaşla nefes alan bir ordu mensubu değil, barış için kaygılanan bilge bir aksakal, nefsine hâkim bir kanaat önderi konuşuyordu. Sesi ve üslubundaki mülâyimlik, tarihî facialarımızdan söz ederken onları abartısız hissediş, yüz hatlarının gerilmesi, gözlerindeki keder bize o kadar doğmaydı ki…
Muzaffer Özdağ bu güzel konuşmasıyla bütün salonu etkiledi. Değerli hocam Prof. Tevfik Hacıyev bana dönerek “Nazim, oğlum, men soruşsam yaxşı çıxmaz, sen soruş görek Paşa’nın Çaldıran müharibesine münasibeti necedi?” diye yavaşça seslendi. Ben de elimi kaldırıp söz istedim, Tevfik Muallim’in sorusunu Muzaffer Bey’e yönelttim. İşte bu sorunun ardından Muzaffer Bey, salondaki herkesi hayretlere düşüren ve bize de bu hatırayı yazdıran cevabı verdi: “Evladım, bu sualin en doğru cevabını büyük şairimiz Mirza Aliakber Sâbir vermiştir.” deyip Sâbir’in meşhur ve bin yıllık Türk tarihinin aynası olan 1907 tarihli Fahriye şiirini ezberden söylemeğe başladı…


Herçend esirân-ı guyûdât-ı zamanız
Herçend düçarân-ı beliyyat-ı cihanız
Zannetme ki bu asırda avare-yi nânız
Evvel ne idikse yine biz şimdi hemanız…
Turanlılarız, adi-i şüğl-i selefiz biz!
Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz!

Zülmetsever insanlarız üç beş yaşımızdan
Fitne göyerir toprağımızdan, taşımızdan
Tarac ederek bâc alırız kardaşımızdan
Çıkmaz çıka bilmez de bu âdet başımızdan…
Eslafımıza çünkü hakiki helefiz biz!
Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz!

Ol gün ki Melikşah-ı Büzürg eyledi rihlet
Etdik iki nâmerd vezire tabiiyet
Kırdık o kadar bir-birimizden ki nihayet
Düşman katıp el tahtımızı eyledi garet…
Öz hakkımızı gözlemeğe bîterefiz biz!
Turanlılarız, adi-i şüğl-i selefiz biz!

Bir vakt olup leşker-i Cengize taraftar
Harezmlileri mahv eledik katl ile yekbâr
Harezmlilerin şahı firar eyledi nâçar
Mescitleri, mektepleri yıktık yere tekrar…
Hakka ki sezâvâr-i nişan ü şerefiz biz!
Öz dinimizin başına engel-kelefiz biz!

Bir vakt da dâva-yi Selib oldu müheyya
Dâvada Firengileri galib gelip amma
Dincelmeyip ettik yine bir facia berpâ
Öz tiğimiz öz rişemizi kesti serapa…
Gûya ki biyabanda biten bir elefiz biz!
Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz!

Bir vakt dahi Karakoyun, Akkoyun olduk
Azerbaycan’a hem de Anadolu’ya dolduk
Ol kadr kırıp bir-birimizden ki yorulduk
Kırdıkça yorulduk ve yoruldukça kırıldık…
Turanlılarız, adi-i şüğl-i selefiz biz!
Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz!

Bir vakt salıp tefrika olduk iki kısmet
Timur Şaha bir paramız etti himayet
Han Yıldırım’a bir paramız kıldı itaat
Kanlar saçılıp Ankara’da koptu kıyamet…
Ahsen bize! Hem tirzeniz hem hedefiz biz!
Turanlılarız, adi-i şüğl-i selefiz biz!
Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz!

Timur şah-i lenge olup tâbe-yi ferman
Han Toktamış’ı eyledik al kanına geltan
Tâ oldu Kızıl Ordaların devleti talan
Moskov şahına faide-bahş oldu bu meydan…
Elyevm uruslaşmak ile zi-şerefiz biz!
Öz dinimizin başına engel-kelefiz biz!

Bir vakt Şah İsmail ü Sultan Selim’e
Meftun olarak eyledik İslamı dü nime
Koyduk iki taze adı bir din-i kadime
Saldı bu Teşeyyü, bu Tesennün bizi bime…
Kaldıkça bu haletle seza-yi esefiz biz!
Öz dinimizin başına engel-kelefiz biz!

Nadir bu iki hastalığı tuttu nezerde
İsterdi ilaç eyleye bu korkulu derde
Bu maksad ile azm ederek girdi neberde
Maktulen onun naşını koyduk kuru yerde…
Bir şey-i ecibiz ne bilim bir tühefiz biz!
Öz dinimizin başına engel-kelefiz biz!

İndi yene var taze haber, yahşı temaşa
İranlılık, Osmanlılık ismi olup ihya
Bir kıt’a yer üstünde kopup bir yeke dâva
Meydan ki kızıştı oluruz mehv serapa…
Onsuz da egerçend ki yekser telefiz biz!
Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz!

(Bkz. Sâbir, Hophopnâme, Bakü, Yazıçı, 1980, s. 92-93)

Rahmetli Özdağ, Sâbir’in şiirini söylemeğe başlar başlamaz Tofiq Müellim’in (ünlü Türkoloğumuzun Azerbaycan’da bilinen adı ‘Tofiq Müellim’dir-NM) duygulandığını hatta ağladığını, cebindeki mendilini çıkarıp sık sık “Ehsen! Ehsen!” diyerek gözlerinin yaşını sildiğini gördüm. Türk ordusunun emekli bir paşasının, bu soruyu Azerbaycan’da her kesin sevdiği milli şair Sâbir’in sözleriyle yanıtlaması, Bakü Devlet Üniversitesi’nin edebiyat profesörlerini, öğretim üyelerini ve salondaki her kesi hayretler içinde bırakmıştı ve Tevfik Muallim ayağa kalkıp Paşa’yı alkışlamaya başlayınca salondaki her kes Sn. Muzaffer Özdağ’ı ayakta alkışladı… Aslında Muzaffer Özdağ bu cevabıyla bize, bilgece bir uzak görenlilikle “Kendinize güvenin; sorularınızın cevabını da kendi büyüklerinizi okuyarak bulun; sorunlarınızın çözümünü dışarıdan değil, kendi gücünüzle yapın…” diyordu…
Bizim, emekli albay yani bir asker zannettiğimiz Muzaffer Hoca’nın, sosyal bilimler alanında eserler ortaya koyan din, mezhep, edebiyat, tarih ve kültür araştırmacısı da olduğunu, bu konulara bilimsel vukufunu, kendisinin, Bakü’deki bu görüşmemizden birkaç yıl sonra elime geçen Türk Aleviliğinin Yükselişi (Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1998) kitabını okuyunca tekrar görmüş oldum. Sayın Özdağ, kitabının “Osmanlı Devletinin Düştüğü Hatalar” bölümünde de Sâbir’in bu ezbere söylediği şiirinden iki parçayı örnek vermekte ve yorumlamaktadır (kitabın 52. sayfasına bakınız)…

Değerli büyüğümüz Muzaffer Özdağ’la ikinci görüşümüz 1990’lı yılların sonunda, İzmir’de oldu. Yanlış hatırlamıyorsam 1997-98 ders yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı (o zamanki Belediye Başkanı Dr. Burhan Özfatura idi) Türk Dünyası Akademisi adlı bir eğitim kurumu tesis edilmişti. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin o zamanki Türk Dünyası sorumluları, aslen Kıbrıslı olan Ayşe Hanım (Yücesoy) ve kocası Ziya Yücesoy idi. Özellikle Ziya Bey’in Türklük meselelerindeki bilgisi çok derindi, sürekli olarak teorik kitaplar okur, bu kitapları bize de okutturur, Türk dünyasından gelen öğrencilere mümkün olduğu kadar ve her konuda yardımcı olmaya çalışırdı. Yücesoyların girişimleriyle açılan Türk Dünyası Akademisi ise Türk dünyasından gelip İzmir üniversitelerinin, özellikle sosyal bilimler alanında yüksek lisans ve doktora yapan öğrencilerine yönelikti. Haftanın belli günleri akşam derslerinin yanında ayda bir defa olmak üzere dışarıdan da bilim adamları, araştırmacılar İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin tüm halka açık olan bu derslerini vermeğe davet ediliyordu. Bir defasında da derslerden (konferanslardan) birini vermek üzere Sn. Muzaffer Özdağ davet edilmişti.



Muzaffer Hoca, asker ve akademisyen bir kimliğinin yanında Türkiye-Azerbaycan Dostluk Derneği’nin de başkanıydı. O derste, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Türk Dünyası Akademisi müdavimleri olan bizlere, şimdi kartpostal olarak hatırladığım broşürler de dağıtılmıştı. Kartpostalın üzerinde Türkiye ve Azerbaycan bayraklarının resimleri vardı. Fakat üç renkli Azerbaycan bayrağında renklerin sıralaması mavi-kırmızı-yeşil değil, yeşil-kırmızı-mavi şeklinde idi. Muzaffer Hoca konuşmasını bitirince, konferansın soru-cevap bölümünde izin isteyip kendisine önce yukarda söz ettiğim şiir olayını hatırlattım. Gülümseyip çok mutlu olduğunu ve o olayı iyi hatırladığını söyledi, bana da teşekkür etti. Kendisine yaklaşık olarak “Sayın Hocam, bildiğiniz üzere Azerbaycan bayrağının renklerinin sırası yeşil-kırmızı-mavi şeklinde değil, mavi-kırmızı-yeşil şeklindedir. Fakat elimizdeki kartpostallarda bayrağımızın renk sıralaması farklıdır. Bunun sebebi nedir?” cümlelerinden oluşan bir soru yönelttim. Büyük bir nezaketle tekrar teşekkür edip, Ermenistan-Azerbaycan savaşında şeriat rejiminin hâkim olduğu Şii İran’ın, ahalisinin büyük bir çoğunluğu Müslüman Şii olan Azerbaycan’a yardım etmesi, en azından Ermenistan’ı desteklememesi için Azerbaycan bayrağının renklerini kasıtlı olarak yeşil-kırmızı-mavi şeklinde tasvir ettiklerini söyledi ve bu renklerin sembolik anlamlarını izah ettikten sonra onların, bir bütünün parçaları olduğunu sözlerine ekledi…
… Değerli büyüğümüz Muzaffer Özdağ’ı rahmet ve minnetle anıyor, ömrü boyunca hizmet ettiği büyük Türk milletinin hayır dualarıyla nurlar içinde yatmasını temenni ediyorum…

15 Ocak 2013

http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır



..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder