Orta Doğu'da Bölgesel İç Savaş ve Sahte Osmanlı-Safevi Çatışması
Yazar: Ümit Özdağ
03 HAZİRAN 2013
PAZARTESİ
AKP Türkiye’nin Ortadoğu siyasetini kısmen selefi yaklaşımları destekleyen sunnici ve Şia ile çatışma merkezli bir siyaset üzerine oturtmuştur. Bu yeni siyaset Türkiye’de milli devlet ve milli devlet çıkarı tanımlamasından siyasi ümmetçi ve AKP’nin parti çıkarları eksenli dış politika tanımlamasına kayması sonucunu doğurmuştur. AKP’nin Sünnici merkezli Ortadoğu siyasetinin şimdilik güncel yansıma alanları, Türkiye’nin Suriye politikası, Irak politikası, Hizbullah politikası alanlarında kendisini El Kaide ve selefi örgütler ile işbirliği dâhil farklı şekillerde ortaya koymaktadır. Sünnicilikten kasıt, Sünniliğin bir dini yorum ve pratik değil, bir siyasi anlayışa dönüşerek, kullanılmasıdır.
Bu çalışmada AKP Hükümetinin Sünnici politikalarının anılan ülke ve siyasal yapı ile olduğu kadar, genellikle Ortadoğu’da İran ve Irak’ta, Afganistan ve Kafkasya’da yaşayan takriben 50 milyon civarında Şii Türk kitlesi ve Türkiye’deki Aleviler üzerindeki etkileri Türkiye’nin milli güvenliği ve milli çıkarları açısından ele alınacaktır. Suriye savaşının Suriye’den Lübnan ve Irak’a sıçradığı, İranlı Beşiç güçleri ile Hizbullah güçlerinin Suriye’de çatışmalardan aktif rol oynamaya başladığı bir dönemde bölgesel iç savaş potansiyelinin ortaya çıkması ile bu değerlendirme daha acil bir göreve dönüşmüştür. Avrupa Birliği’nin muhalefete silah satışının önündeki engelleri hukuken çapraşık bir şekilde kaldırmasına Rusya’nın stratejik bir silah olan S 300 hava savunma sistemlerini Şam’a teslim ederek cevap vermesi, bölgesel iç savaşın küresel arka planında her an şiddetlenebileceğini göstermektedir.
S-300 Füzeleri
Bölgesel iç savaşın kapsamı genişledikçe, Türkiye’yi de içine çekecektir. Türkiye’nin böyle bir iç savaşın içine çekilmemesi ve uzun vade de bölgeye istikrar ihraç eden bir ülke olabilmesi, Sünnici dış politika çizgisini terk etmesine bağlıdır. Önümüzdeki aylarda ABD ve Rusya’nın girişimi ile gerçekleşmesi hedeflenen 2. Cenevre Görüşmelerinin sonucu üzerinde en büyük etkiyi yapabilecek ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Türkiye’nin El Kaide ve diğer selefi örgütlere yaptığı askeri desteği durdurması, sınırdan geçişleri engellemesi, Müslüman Kardeşler örgütünü ise Cenevre görüşmeleri için masaya oturmaya ikna etmesi, 2. Cenevre görüşmelerinin başarılı olması için önşarttır. Birinci Cenevre görüşmelerini desteklemeyen Ankara’nın bu kez de destek vermemesi Türkiye’nin ödediği bedeli taşınması zor bir seviyeye çıkarabilir.
Sünni-Şii Gerilime Tarihsel Köken Bulmak: Osmanlı-Safevi Çatışması
AKP Hükümeti ve Davutoğlu, Ortadoğu’da izlenen mevcut Sünnici siyaseti bazen mahcup bazen atılgan bir şekilde “Yeni Osmanlıcılık” olarak ortaya koyarken, Irak’taki El Kaide ve diğer selefi gruplarda Bağdat’taki merkezi ordu birliklerine “Safevilere ölüm” diye saldırmaktadır. Diğer bir ifade ile Ortadoğu’da Sünni-Şii çatışması, bu çatışmanın tarihsel temeli olan Osmanlı Türk devleti ile İran Safevi Türk devleti, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki mezhep renkli dünya egemenliği mücadelesinin üzerine oturtulmaktadır.
Osmanlı Türk devleti ile İran Safevi Türk devletleri arasındaki mezhep renkli güç mücadelesi Türk tarihinin en talihsiz mücadelelerinden birisidir. Bu mücadele Türk dünyasının bütünlüğünü bugüne kadar bölmüştür. Bu politika her iki tarafta da o kadar büyük bir tahassupla sürdürülmüştür ki, İran’da Türk tarihin en önemli komutanlarından birisi olan Nadir Şah, Sünni İslam dünyası ile yakınlaşmayı istediği için Şii dinadamları tarafından öldürülürken, 20. Yüzyılın başında Osmanlı Hanedanı ile kız vererek akraba olmak isteyen Kaçar hanedanının bu isteği, İstanbul tarafından “Şiiden kız alınmaz” diyerek reddedilmiştir. Mezhep tahassubu, Türkiye’den sonra en büyük Türk ülkesi olan ve 1920’ye kadar Türk hanedanları tarafından yönetilen İran’ın bir Türk ülkesi/devleti olarak algılanmasını dahi engellemiştir. Nihayet, Türkiye’de milli-üniter devlet laik esaslar üzerinde kurulurken, İran’da da Türkler iktidarı kaybetmişlerdir. Böylece, Türkiye ile İran arasında gerçek bir jeopolitik yakınlaşma ihtimali ortadan kalkmıştır.
Buna rağmen Türkiye’nin laik bir milli-üniter devlet olması ve dış politikasının esasını laik bir eksene oturtması Türkiye için bir güç kaynağı oluşturmuştur. 30 milyonun üzerindeki Şii İran Türkü, laik bir Türkiye’ye Sünni-selefi eksenli bir dış politika izleyen bir Türkiye’den daha büyük sempati duymuşlardır. Kendileri Şii olmak ile beraber İran’daki Şii rejime sert tepki duyan İran Türklüğü de AKP’nin Sünni-selefi politikasından dolayı Türkiye ile aralarına mesafe koyacaklardır. İstanbul boğazına yapılan üçüncü köprünün adına Yavuz Sultan Selim adının verilmesi yanlış olmuştur.
Sadece Türkiye’de Alevilerin değil, bütün Türk dünyasında Şii Türklerin güçlü bir Şah İsmail sevgisi ile Yavuz’a tepkili oldukları bilinmektedir. Ankara tarafından izlenecek bir sahte “Yavuz” siyaseti, İran ve muhtemelen Azerbaycan Türklüğünü sahte “Şah İsmail” etrafında birleştirecektir.
Sünni-Şii Çatışmasının Küresel Stratejideki Arka Planı
Ortadoğu’da tarihsel kökenleri Osmanlı-Safavi üzerine konumlandırılmak istenen sunni-şii mezhep çatışmasının arka planında Washington ile Riyad arasında bir anlaşma olduğu görülmektedir. 2007’de ABD’nin Ortadoğu stratejisinde yeniden bir düzenleme gerçekleşmiştir. Bu düzenlemenin 12 Temmuz-15 Ağustos 2006’da yaşanan İsrail-Hizbullah savaşından gerçekleşmesi de tesadüf değildir. Bu yeniden düzenlemeyi Amerikalı ünlü gazeteci Seymour Hersh ilk kez 2007’de The New Yorker dergisinde 2007 Mart’ında yazdığı “The Redirection” adlı makalesinde açıklamıştır. Hersch, ABD’nin Suudi Arabistan’ın telkinleri ile İran’ın Irak savaşından güçlenerek çıkması, Hizbullah’ın İsrail Ordusuna direnmesi ve Suriye-İran ittifakını kırmak için bir strateji geliştirdiklerini kaydetmektedir.Bu stratejinin temelinde ABD-İsrail ve Suudi Arabistan için asıl tehdidin Sünni radikal terör örgütlerinden değil, Şii İran ve bölgedeki Şii müttefiklerinden kaynaklandığı iddiası yatmaktadır.
Yeni strateji ABD ile Suudi Arabistan arasındaki dört ilkeli bir anlaşmaya dayandırılmıştır. Anlaşmanın birinci ilkesi, İsrail’in İran konusundaki güvenlik endişelerinin Suudi Arabistan ve diğer Sünni Arap devletleri tarafından paylaşıldığı hususudur.
İkinci ilke, Suudi Arabistan’ın Hamas’ı İran ile bağlarını koparmak, El Fetih ile ortak hükümet kurmak ve daha az anti-İsrail bir söylem geliştirmek konusunda ikna etmesidir. Hersch’in makalesi yazıldıktan beş sene sonra bu süreç başlamıştır.
Üçüncü ilke, Amerikan yönetiminin Sünni Araplar ile Şii Hilaline karşı birlikte çalışmasıdır.
Dördüncü ilke, Suudi Arabistan’ın Suriye’de muhalefete para ve logistik destek aktarmasıdır. Bu anlaşma yapıldığı ve ilke tespit edildiği zaman Ortadoğu Arap Baharı’ndan çok uzaktadır ve Suriye’de yaprak kımıldamamaktadır.
Bu anlaşma çerçevesinde Lübnan’a da büyük bir rol düşmesi kararlaştırılmış. Lübnan’da Suriye üzerine yıkılmaya çalışılan Hariri suikasti sonrasında Suriye Ordusu’nun uzun yıllar işgal altında tuttuğu Lübnan’dan çekilmesi sonrasında ABD ve Suudi Arabistan tarafından desteklenen Siniora Hükümeti, Lübnan’ın kuzeyinde (burası Suriye’nin de güney sınırı) Afganistan’da El Kaide kamplarında yetişmiş radikal Sünni örgütlerin yerleşmesinin önünü açmış ve silahlanmalarına destek olmuştur. Ayrıca Lübnan’da hapishanelerde bulunan Sünni terörist unsurlarda aflar ile 2007’de serbest bırakılmaya başlanmıştır. Bu bölgenin Suriye’de ayaklanmanın merkezi olan Humus ve Hama’ya uzaklığı 50/100 kilometredir. Zaten 2005’de Amerikan Milli Güvenlik Konseyi ile görüşen Müslüman Kardeşlere ABD’nin desteği ile Suudi ekonomik yardımı başlamıştır.
Özetle, Ortadoğu’da hedeflenen Sünni-Şii çatışmasının temelinde Suudi Arabistan’ın ve Basra Körfezi şeyhliklerinin böylece petrolün güvenliğini İran’a karşı korumayı hedefleyen bir yaklaşım vardır.
Suriye’ye Sünnici Politika İle Yaklaşmanın Dış Politik Sonuçları
Washington-Riyad arasında Sünni-Şii çatışması eksenli bir süreç üzerinde çalışılırken, İran’ın bölgedeki müttefiki Suriye’deki Nusayri etkili Baas rejimi de 2000-2010 arasında laik karakterinin de etkisi ile hızla Türkiye’ye yaklaşmıştır. Ancak Arap Baharı ile birlikte Davutoğlu’nun Suriye’de Müslüman Kardeşleri destekleme politikası bir yandan Suriye’de zayıf ata oynamayı beraberinde getirirken, Türkiye’nin Suriye’de hiçte küçümsenmeyecek oranda olan laik rejimi destekleyen Sünni Araplardan, Hıristiyanlardan ve kısmen Esad’a kızgın olan Nasurilerden koparmaktadır. Oysa Türkiye’nin Suriye’deki etki alanı AKP’nin etki alanından çok daha geniştir. Öte yandan Türkiye’nin Müslüman Kardeşlerin dışında El Kaide dâhil selefi örgütlere verdiği destek Suriye’nin Afganistanlaşmasına katkı vermektedir. Suriye’nin Afganistanlaşması, Türkiye’nin mevcut politikası ile Pakistanlaşması sürecini tetikleyecektir. Suriye’nin Afganistanlaşması beraberinde bir Balkanlaşmaya da neden olacaktır. Mayıs 2013 itibarı ile 120 bin Suriyeli artık mezhep savaşına dönüşmüş bu iç savaşta yaşamlarını yitirmişlerdir. Bunun 41 bininin Nusayri olması, savaşın mezhepsel doğasını göstermektedir.[1]
Suriye, Akdeniz kıyısı boyunca bir Nüsayri-Hıristiyan devletinin kurulmasına, kuzeyde Türkiye sınırında Türkiye ile birleşebilmesi bazı çevrelerde düşünülen bir Kürt bölgesi, keza yine kuzeyde Halep-Bayır-Bucak ekseninde bir Türkiye ile birleşmesi düşünülen bir Türkmen bölgesi, sunni Arap bölgelerinde Müslüman Kardeşler-El Kaide ve selefiler arasında paylaşılmaya çalışılan bölge balkanlaşmanın ana bölgeleri olacaktır. Kağıt üzerinde kolay anlatılan bu Balkanlaşmanın çevre ülkelere vereceği maliyetin neler olabileceğinin küçük bir örneğini Türkiye Reyhanlı’da görmüştür.
Irak’a Sünnici Politika İle Yaklaşmanın Dış ve İç Politik Sonuçları
Davutoğlu’nun Sünnici merkezli siyasetinin ikinci ayağı kendisini Irak politikasında göstermiştir. Davutoğlu, bir süreden buyana Irak’ta Sünni Arapların federasyoncu tezlerini desteklemektedir. Şii Araplar ise 2000’li yıllarda federasyoncu bir çizgiyi izledikten sonra federasyonun Irak’ı parçalayacağını görerek, şiddetle federasyona muhalefet etmektedir. Şii Arap erkekler yakalarından büyük bütün Irak rozetleri, Şii kadınlar bütün Irak kolyeleri ile ülkelerinin bütünlüğü için çalışmaktadırlar.
Davutoğlu ve Türkiye 2003 sonrasında Türkmenleri Ankara politikalarından tasfiye eder, hatta onlara Irak’ta Sünni Arapların içinde erimeyi önerirken, Ankara’nın Irak politikasını Sünni Arap partiler üzerine kurmuştur. İran’ın Şii Araplar üzerinde büyük bir etkisinin olduğu bir dönemde bu geçici bir zorunluluk olarak ta görülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, şii Araplar Türkiye’ye de tarihsel olarak çok uzak değildirler.
2. Abdülhamit Han’ın akıllı Şii Arap politikası sonucunda, Şii Arap aşiretleri Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun yanında sonuna kadar savaşmışlardır. Sünniler ise İngilizlerin yanında yer almıştır. Bundan dolayı İngiliz manda yönetimi Irak devletini kurarken azınlıktaki Sünni Araplara dayanmış, Şii Arapları ise cezalandırmıştır.
Ankara’nın Sünni Arap partileri desteklemesi, şii Araplar ve Irak’ın bütünlüğü en önemli siyasi hedefi olan Maliki’yi dışlaması, karşısına alması anlamına gelmemelidir. Amerikan Ordusu’nun çekilmesinden sonra Irak Şiiliği zaman içinde üzerindeki İran etkisini azaltacaktır. Ancak bunun için Türkiye’nin Bağdat’a ve Maliki’ye yönelik siyasetinin dışlayıcı bir siyaset olmaması gerekmektedir. Oysa Ankara’nın bugün gerek Irak’ta gerek Suriye’de izlediği siyaset, Maliki’yi Tahran’a ve Şam’da doğru yaklaştırmakta, Ankara’dan uzaklaştırmaktadır. Maliki’nin kısa bir süre önce Suriye’de muhalefetin kazanması durumunda Lübnan’da iç savaş çıkacağı, Ürdün’ün bölüneceği ve Irak’ta da bir mezhep savaşı çıkacağı doğrultusundaki açıklaması da Maliki’nin endişelerinin yanında mezhepsel çizgideki konumlanmasını göstermektedir.[2] AKP Hükümetinin izlediği Sünni-selefi merkezli dış politikanın henüz görünmeyen etkileri ise yarısı Şii olan Irak Türkmenleri alanında ortaya çıkmaktadır. AKP’nin anılan politikası Şii Türkmenleri Maliki’nin kucağına itmektedir.
AKP’nin izlediği Sünni-selefi politikanın Irak’taki bir diğer sonucu, Barzani ile ittifak kurma, Kerkük’ün ve petrollerinin Barzani’nin denetimine girmesini kabul etmek ve Kuzey Irak ile Türkiye arasında federal bir yapının oluşmasını hedeflemektedir. Bu projenin tarihsel kökleri derinlere uzanmakla birlikte, güncel zeminde PKK’nın silahsızlanması raporu ile ön plana çıkan Amerikalı Ortadoğu uzmanı David Phillips, Türkiye ile Kuzey Irak arasındaki konfederal yapıdan bahsetmekte, Çengiz Çandar, bir İtalyan büyükelçiye dayandırdığı sorusu ile “Türkiye ile Kürdistan, Avusturya-Macaristan olabilir mi?” diye sormaktadır.[3] Irak’ın bölünmesi ile sonuçlanabilecek böyle bir siyaset, Irak’tan geriye kalacak bölümü, İran eksenli Şii bir güç haline getirecektir.
Lübnan’da Pop Star’dan Hizbulşeytan’a Giden Yol
2010 senesinde Lübnan ziyareti sırasında Hizbullah’ın dâhil olduğu bir karşılama töreninde pop yıldızları gibi karşılanan ve Lübnan’da Şiiler arasında İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat’tan daha popüler olup olmadığı tartışılan Erdoğan’ın izlenen Sünni-selefi dış politika sonucunda Ortadoğu’nun devlet içinde devlet konumundaki Hizbullah ile de düşman konumuna oturduğu görülmektedir. Mayıs 2013 itibarı ile Beyrut’ta Hizbullah militanları ile ASALA yanlısı Ermeni militanlar THY başta olmak üzere Türk kuruluşlarına saldırırken, AKP Hükümeti, Hizbullah’ı “Hizbulşeytan” olarak nitelendirmektedir.
Kardeş Azerbaycan’da Sünnici Politikanın Olası Sonuçları
İzlenen Sünni-selefi politikanın Azerbaycan’ı etkilememesi de mümkün değildir. Turgut Özal’ın zihninin altındaki Sünni-selefi eğilimden dolayı, “Onlar bize değil İran’a yakındırlar. Çünkü Şii’dirler” diyerek bir kalemde sildiği Azerbaycan Türklüğü de, Özal’ın bu yaklaşımına rağmen büyük bir hızla Türkiye’nin yanına kaymıştır. Bu kararda Azerbaycan’ın laik yapısının olduğu kadar, Türkiye’nin de laik yapısının büyük bir yeri olduğu açıktır. Ancak Türkiye’nin Sünni-selefi bir dış politika izlemesi, orta vadede Azerbaycan’da kaçınılmaz olarak rahatsızlık yaratacaktır. Rejimi laik olmakla beraber halkının büyük bir bölümü Şii Türk olan Azerbaycan’da Ankara’nın bu politikasını endişe ile izlemektedir.
Türk İç Politikasında Sünnicilik Ne Sonuç Verir?
AKP’nin Yeni Osmanlıcılık adı altında Türkiye’nin dış politikasına sunni-selefi bir eksenin hâkim olmasının Suriye ve Irak politikasındaki yansımaları dışında henüz görünmeyen veya ön plana çıkması algı yönetimi teknikleri ile engellenen başka sonuçları da olmaktadır. Bunların başında Türk iç siyasetine olan yansımalar gelmektedir. Baas rejimini “Alevi” diye tanımlayıp, Cumhuriyet Halk Partisini de Genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun mezhebinden dolayı, Baas rejimi ile irtibatlandıran yaklaşım, CHP üzerinde büyük bir etki yapmasa da özellikle Alevi kitleler ancak daha önemlisi Nusayri kökenli kitleler üzerinde yabancılaşma yaratmaktadır. Bunun sonucunda Türk devlet görevlileri, Türkiye’den Suriye’ye giden Özgür Suriye Ordusu dışında El Kaide dâhil selefi unsurlara silah ve cephane desteği verirler iken Hatay’dan Suriye’ye geçen bazı Nusayri kökenli gençlerde Suriye Ordusu saflarında muhalefete karşı savaşmaktadır. Bunun Türkiye içinde yansımalarının olmaması imkânsızdır.
Yeni Osmanlı-Safavi Geriliminde İran’ı Konumlandırmak
Türkiye’nin Sünni-selefi merkezli Ortadoğu siyasetinin akla ilk getirdiği husus, bir Türkiye-İran gerilimidir. Ancak Türkiye-İran gerilimi henüz iki ülke arasındaki ilişkilere henüz belirgin bir şekilde damgasını vurmadığı için ilgili çevreler dışında çok ilgi çeken ve üzerinde durulan bir gelişme değildir. Bunun nedeni, ağır bir ekonomik ambargo altında olan İran için Türkiye’nin halen dünyaya önemli çıkış kapılarından birisi olmasıdır. Bundan dolayı, İran güvenlik bürokrasisinden AKP’nin anti-Şii politikalarından dolayı Türkiye aleyhine sert açıklamalar gelse de İran diplomasisi bu açıklamaları dengelemekte ve gerilim açıktan yükselmemektedir. Ancak sürecin böyle devam etmesi durumunda İran ile Türkiye arasındaki ilişkilerin de bozulması kaçınılmazdır.
Sonuç
Türk dış politikasını sadece iktidar partisinin ideolojik çizgisi üzerine oturtmak Türkiye’nin iktidar partisinden çok daha büyük olan potansiyelini inkâr etmek, kullanamamak anlamına gelmektedir. Türk dış politikasını sunici, selefi renkli bir çizgiye oturtmak, Türk kamuoyunu bölmek demektir. Nitekim Reyhanlı’da yapılan ve arkasında Şam’ın olma ihtimali eldeki veriler çerçevesinde çok güçlü olan Suriye’ye karşı Türkiye’de milli bir kamuoyunun oluşmaması, AKP Hükümetinin “Saldırının arkasında Suriye var” açıklamalarına insanlarının büyük bir bölümünün inanmaması, bu bölünmenin en somut göstergesidir.
16. Yüzyılda iki Türk hakanı arasında jeopolitik bir mücadelenin sonucu olan Çaldıran savaşı üzücü olmakla birlikte 16. Yüzyılın mantığı içinde sağlam bir zemine oturmaktadır. Yavuz Sultan Selim, muhteşem bir küresel stratejik öngörü ile Batı Avrupa’nın denizci uluslarının 1488’de Ümit Burnunu bulmaları ve 1498’de Hint okyanusu üzerinden Hindistan’a ulaşmalarının Osmanlı devletini arkadan kuşatacağını görerek, Basra Körfezi üzerinden Hint okyanusuna uzanmayı hedefleyen bir strateji izlemiştir. Bundan dolayı sadece Çaldıran’da Şah İsmail’i değil, Mısır ve Suriye’nin hâkimi ve resmi adı “Et devletül Türkiye” olan Mısır Türk devletini de yenerek Osmanlı Devletinin sınırlarını çağdaş Libya’nın sınırlarına dayamıştır. 21. Yüzyılda sahte Yavuz rolüne soyunmak ise hem Türkiye’yi hem Türk Dünyasını bölecek, sahte Şah İsmail’lerin ortaya çıkmasına neden olacaktır.
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/06/03/7031/orta-doguda-bolgesel-ic-savas-ve-sahte-osmanli-safevi-catismasi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder