AKP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AKP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Temmuz 2018 Pazar

AKP’NİN SORUNU NASIL AŞILACAKTI VE SN. RECEP TAYYİP BEYİN SONU NE OLACAKTI ? BÖLÜM 1



AKP’NİN SORUNU NASIL AŞILACAKTI VE SN. RECEP TAYYİP BEYİN SONU NE OLACAKTI ?  BÖLÜM  1 


ARALIK 2006 Yazar Milli Çözüm Dergisi

04 Aralık 2006

Milli Görüş gibi Hak bir davaya ve Erbakan Hoca’ya hıyanete kalkışmış, bu yüzden hidayetleri kararıp basiretleri bağlanmış, dış projelere işbirlikçilik karşılığı taşındıkları geçici makamlarla gururlanıp enaniyetleri kabarmış kadroların, bu millete ve ülkeye kalıcı ve kapsayıcı hizmetler yapacaklarına inanmak, benim imanıma, Kur’an’ıma, aklıma ve vicdanıma uymamaktadır. Onbeş yıllık iktidarları boyunca, icraatlarının çoğu da, hem İslami kurallara hem de Milli çıkarlarımıza aykırıdır. Zaten AKP iktidarının yaptığı en
büyük iki tahribat:

1- Müsned (sarih Ayet ve sahih Hadis senetli-destekli) İslamiyeti laçkalaştırıp
yozlaştırmak, Ulvi dinimizi siyasi istismar aracı yapmaktır. Kur’ani prensipleri Batı Demokrasisinin bir aksesuarı gibi kullanmaktır.

2- Müsbet Milliyetçiliği ise ırkçılık ve ayrımcılık gibi yorumlayıp, Milli birlik ve dirlik bağlarımızı koparacak derecede, köken ve kültür farkını kışkırtmaktır. Oysa aziz Milletimizin manevi mayası İSLAMİYET, tarihi kimyası müspet
milliyetçilik olmaktadır.

Ama kaderin, bunları kullanarak ve “Hayrül Makirin” sıfatına uygun olarak bazı büyük inkılaplara zemin hazırlayıcı adımlar attırması ve müstehak oldukları kuyularını kendilerine kazdırıp, intikamını işledikleri suçun cinsinden alması bir sünnetullahtır.

Başbakan Binali Yıldırım’ın, "Dünyada (Türkiye gibi) aynı anda bu kadar terör örgütüyle mücadele eden başka hiçbir ülke bulunmamaktadır. Bunun sebebi ise; emperyal hayallerin ülkemizin civarındaki komşularımız üzerindeki hesaplarıdır. Suriye'de, Irak'ta son 5-6 yıl içerisinde yaşanan istikrarsızlık, otorite boşluğu terör örgütleri için mükemmel bir ortam oluşturmuştur. Burada en büyük zararı gören ülke de Türkiye olmuştur. Şimdi dünya, DEAŞ ile yatıyor, DEAŞ ile kalkıyor... Onlar DEAŞ ile yalandan mücadele ediyor, sadece lafını yapıyor. Asıl mücadeleyi yapan, sadece Türki’yedir... Amerika'nın da bir halt
ettiği yok, diğerlerinin de bir şey yaptığı yok. Laftan başka bir şey yok. YPG’ye PYD’ye açıkça silâh veriyorlar, 'Türkiye'de daha fazla anarşi olsun, daha fazla terör olsun' diye bunları yapıyorlar. Bu dostluğa sığmaz. Yeni yönetimden beklentimiz artık bu kepazeliğe bir son vermesidir. Biz yeni yönetimi sorumlu tutmuyoruz bundan. Çünkü bu Obama yönetiminin marifetidir. Terör örgütünü kullanarak terörle mücadele etmek, mafyayı kullanarak mafyayı alt etmek gibi bir şeydir" (Yani ABD bir mafya devletidir ve bunlara nasıl güvenilecektir?) Şimdi bunlara soruyoruz: Siz "Türkiye ile mi bir olacaksınız, yoksa bu alçak terör örgütlerine kucak mı açacaksınız?" çıkışları haklıydı, ama hem çok geç kalınmıştı hem de bunların gereği halâ yapılmamaktaydı.

Ayrıca Başbakan Binali Yıldırım, "Irak'ta otorite olmazsa, Suriye'de otorite olmazsa, (buralarda) devlet kalmazsa herhalde biz güvende olamayız. Onun için (biz bu ülkelerle) ilişkilerimizi düzeltmekle başladık." Sözleriyle tarihi bir
itirafta bulunmuşlardı.

Sn. Binali Yıldırım bu çıkışlarıyla:

1- ABD, AB ve İsrail’in, Irak ve Suriye’de otorite boşluğu oluşturup terör örgütlerine zemin hazırladıklarını,

2- Suriye ve Irak’ın, emperyalist Siyonist hesaplar için karıştırılıp parçalandığını ve AKP Türkiye’sini de bu işgallerde taşeron olarak kullandıklarını,

3- Bu sinsi ve şeytani odakların asıl nihai hesaplarını ise; Türkiye’yi kuşatıp karıştırmak ve parçalamak üzerine kurguladıklarını,

4- Ve sonunda açıkça terör örgütlerine arka çıkıp Türkiye’yi yalnız bıraktıklarını ve arkadan vurduklarını,

5- Böylece Milli Çözüm Dergimizin ve diğer duyarlı çevrelerin yıllardır uyardıkları gerçeklerin farkına yeni vardıklarını itiraf etmiş olmaktalardı.
Ama halâ Amerika’nın, hem FETO kalkışmasında, hem DEAŞ-PYD kışkırtmasında merkez karargâh olarak kullandığı İNCİRLİK Üssü’nün bu hainlere kapatılmaması ve Türkiye’nin aynı mahfillerce telefon talimatıyla yönetilmesinin yolunu açacak “BAŞKANLIK” sisteminin savunulması, yapılan itirafların bile sonuçsuz kalacağı kuşkusunu uyandırmaktaydı.

Rahmetli Mahir Kaynak 2006 sonlarında çıktığı İskele Sancak isimli bir açıkoturum programında garip iddialar dile getirmişti. Eski istihbaratçı Prof. Mahir Kaynak, yürüyen süreçle ilgili şunları söylemişti. “Türkiye’de
Sn. Erdoğan, ülkeye başbakan olarak getirilirken eşi yeni tesettüre girmişti. Türkiye’de bu iktidar iyice ehlileştirilince bundan sonraki süreçte AKP iktidarı başörtüsü sorununu da çözecektir. Çünkü Türkiye’de başörtü sorunu sunidir”
anlamında laflar etmişti.

Ardından Mahir Kaynak:

“Türkiye’de iktidarı halk seçer, halk getirir halk götürür” sanılması bir yanılgıdır. ABD dahil hiçbir ülkede iktidarlar kendi iç dinamikleri ile o makama taşınmamaktadır. Burada ya hükümeti istifaya zorlayacaklar ya da başka şeyler yaşanacak ve iktidar gizli dayatmalara razı olacaktır” yorumlarını dile getirmişti.

28 Şubat Sırları ve Recep Tayyib Bey’in “Sırçalanması”

Bu anlatacaklarımız 04 Aralık 2006 tarihli Milli Çözüm Dergimizde de yazılmıştı ve önemli bir rapordan alıntı yapılmıştı: Sizlere şimdi aktaracağım olayları bana nakleden, uzun yıllar Türk Silahlı Kuvvetleri'nde görev üstlenmiş ve görev yaptığı her kademede, statü ve rol'ünün bütün gereklerini fazlasıyla yerine getirmiş seçkin bir Türk Subayıdır. Benim de, ender arkadaşlarımdan birisi konumundadır. İşte onun iki anısı: "27 Şubat günüydü, çok değer verdiğim bir büyüğüm bana telefon ile ulaşmış ve "Komutanım, fakirhanemize gelebilir misiniz; Hoca Efendinin (Necmettin ERBAKAN’ı kastederek) bir müşkülü var" ricasında bulunmuşlardı. Ben saat 17:30 civarında arkadaşımın bürosundaydım. Büroda Erbakan'ın çok güvendiği milletvekillerinden biri de vardı. Selamlama ve hâl hatır sormadan sonra konuya giriş yapıldı. 28 Şubat günü yapılacak MGK toplantısı öncesi Erbakan'a ulaşan bazı bilgiler ortaya konuldu ve değerlendirmem soruldu.

Kendilerine kısaca değerlendirmemi yaptıktan sonra, ana hatları ile şunları aktardım:

Org. Çevik BİR bu olayın beyni değildir, esas beyin Ahmet ÇÖREKÇİ'dir. Çevik BİR, mükemmel bir maşa yerindedir. Bedeli mukabilinde 'her şeyi' yapan bir tıynettedir. Sizleri yıkmak için aleyhinizde kullanılan malzemenin kaynakları iki çok değerli(!) milletvekilinizdir. Birincisi A.G; ikincisi A.L.Ş. Bu gelişmelerin asıl sebebi; 'Laik' düzenin korunması değildir. İstanbul Dükalığı'nın Anadolu Kaplanları karşısında zorlanması ve gerilemesidir. İkinci sebebi; kurmuş olduğunuz 'havuz sistemi', 'rantiye'yi' rahatsız etmiştir. Rantiye sülüklerinin yaşaması için, devletin onlara borçlanması gerekmektedir.

Türkiye'nin baronları, bu borçlanmalar yolu ile İLLUMİNATİ'ye yıllık olarak
75 milyar dolar aktarıvermektedir, Erbakan Hoca’nın Havuz sistemi bu işi
engellemektedir.

Üçüncü sebebi; gündeme getirilen 'kesintisiz eğitim' sistemi; aslında Türkiye'nin orta tabakası ile fakir kesiminin, yükseköğrenim yapmasını engellemenin bir girişimidir. Bu oyuna gelmeyin. Bunun için, konuyu dayatan Türk Silahlı Kuvvetleri üst yönetiminin malum kesiminden bir şeyler isteyin... Bu nedenlerle, hemen bu gece bir 'Basın Toplantısı' metni hazırlayın. Bu metinde, hükümetin TSK'nın bazı unsurları tarafından 'tehdit' edildiğini beyan ederek, hem HÜKÜMET'ten hem de MİLLETVEKİLLİĞİ'nden İSTAFA'nızı açıklayın. Ayrıca yarınki MGK'da, TSK'daki cuntanın dayatmaları gündeme
gelirse siz de şu teklifi yapın: “Hükümetimiz, kesintisiz eğitim için, MEB bütçesine bütçede verilen ödenek kadar bir ek ödenek ayıracaktır, bu konuda TSK'nın duyarlılığı da dikkate alınarak Savunma Sanayi Fonu'ndan % 20 kesinti yapılarak, bu kesinti MEB bütçesine aktarılacaktır!”

Ve yine son günlerde, 'emir-komuta' zinciri dışına kayarak; TSK çok başlıymış gibi algılanan, 'demokrasi' dışına çıkan, haddini aşan, yasa tanımaz bazı generaller hakkında Yüksek Askeri Şura'nın yarın toplanarak haklarında gerekli işlemi yapması sağlanmalıdır.

Eğer bu teklifleriniz onaylanırsa yola devam kararı alın, HAYIR denilirse, MGK
toplantısına bir sonraki gün devam edilmesi kararını verip çıkın ve Basın Toplantısı yaparak, daha önceden hazırladığınız metinle hükümetin İSTİFA'sını açıklayın. Yok eğer MGK'da dümen suyuna girerseniz, sonunuz olacaktır ve sizin yerinize onların emirlerini yapacak birileri bulunacaktır. Direnir ve istifa ederseniz, ileride tek başınıza iktidar şansı yakalanacaktı. Ama bu dediklerimin aksi yapıldı, bu olaylar onların sonunu hazırladı. Türkiye için de en büyük felaketin yolu açıldı."

Bu deneyimli ve milli gayretli emekli subayımızın tespit ve tavsiyeleri, zahiren ve milli bir hükümeti kurtarma penceresinden çok doğru ve değerli görüşleriydi. Ama evrensel siyaset ve yüksek strateji açısından yanlış ve tehlikeliydi. Ve Erbakan Hoca, geçici ve küçük parti hesaplarını değil, kalıcı ve büyük ülke çıkarlarını tercih etmişti. Çünkü malum ve mel’un merkezlerin; REFAH-YOL’un iktidardan uzaklaştırılmaması durumunda, “Büny esindeki Milli ekiple, kirli cepheyi çatıştırmak suretiyle ordumuzu yıpratma ve Türkiye’nin yıkılışını kolaylaştırma hıyanetlerini” sezmiş hükümetini ve partisini feda ederek, ülkeyi ve geleceğimizi koruma feraset ve faziletini göstermişti.

Diğer olay da, Sn. Recep T. Erdoğan’la alakalıydı.

"O süreçte Sn. Erdoğan hakkında Devlet Güvenlik Mahkemesini devreye sokmuşlardı.

Yine aynı arkadaşım beni bürosuna çağırmış ve sonra AKP milletvekili olan RTE'nin avukatı ile tanıştırmıştı. Avukat bana, "Erdoğan’ı nasıl kurtarabiliriz?" diye sormuşlardı.

Ben de araştırmam gerektiğini söyleyip ayrıldım. Kısa bir araştırmadan sonra Sn. Erdoğan’ın mahkûm olması için Kürt Baron'un 1 trilyon 250 milyar TL, yardımcısı ve Ermeni dönmesi bir Büyükşehir Belediye Başkan'ının da 750 milyar TL'lik bütçe oluşturduklarını saptadım. Aslında bütün bunlar Sn. Erdoğan’ı sıkıştırma ve hizaya sokma hazırlıklarıydı. İki gün sonra, malum avukatla aynı büroda buluştuk ve kendilerine şunu aktardım: “2
trilyon 100 milyara bu iş kapanır. Parayı bulun ve dediğim kişilerle temasa kurun, Sn. Erdoğan’a hiçbir şey olmayacaktır, bu tezgâhlar ehlileştirme operasyonlarıdır!.”

Bu sözlerim üzerine malum avukat boynuma sarıldı ve akla gelmeyecek dualarla bana teşekkürler yağdırdı. Aradan 10 gün geçmişti ki, arkadaşım beni yine bürosuna çağırdı ve; "Komutanım hiç ses çıkmadı, neler oluyor sizce?" diye sızlandı. Avukat arkadaşını aramasını söyledim, o da dediğimi yaptı. Yaptığı konuşmasını bana dinlettirecek şekilde telefonu ayarladı. Karşısına çıkan avukat arkadaşıma şunları açıklamıştı:

"Artık vazgeçtik, Allah'ın takdirine sığınıyoruz. Böylesi daha iyi olacaktır!"
Arkadaşım bana şaşkın ifadelerle bakarken ben olayı çakmıştım. Şaşıran arkadaşıma şunları hatırlattım: “Demek oluyor ki dış güçler, AKP'yi ve Recep Beyi tek başına iktidara getirmeye kararı almışlardı. Milletvekili olmak istiyorsan tam zamanıdır. Sıralamaya bakmadan aday ol ve yerini sağlamlaştır!”

Arkadaşım, bana: "Haydi canım, bu kanaate nerden vardın?" deyince, 'Milletvekili Genel Seçimleri'nden sonra görüşürüz', deyip oradan ayrıldım. Sonrasında hiç görüşemedik, çünkü dediğimi yapmış ve milletvekili olarak TBMM'ye kapağı atmıştı!" Evet işte sizlere 28 ŞUBAT gerçeğinin perde arkası ve AKP’nin iktidar macerası!

Bu arada şu gizli gerçeği de hatırlatmış olalım: Yenilikçi takımının Milli Görüşten ayrılma sürecinde, güya Erbakan’a bağlılık rolüyle, Tayyip bey ve yoldaşlarına zahiren çok sert davranıp kışkırtan ve partiden kopmalarına bahane hazırlayan ise Oğuzhan Asiltürk ve Şevket Kazan olmaktaydı… Ama şimdi aynı Oğuzhan ve Recai Kutan sıklıkla Sn. Erdoğan’la buluşmakta, önemli tayin, terfi ve ihale işlerinde aracılık yapmaktalardı.

Bir hayal aleminde küresel çetenin reisine Dünyayı nasıl yönettiklerini merak ettiğimi hatırlattım. Basit bir soruya cevap veren bir insanın edasıyla konuşmaya başladı:

Aslında yöntemimiz çok basit ve kolaydır. Saat yönünde dönen bir dişliyi düşünün anlayacaksınız. Eğer siz hareketin bu yönde olmasını istemiyorsanız, dişliyi ters yöne zorlarsınız. Oysa biz bu dişlinin yanına uygun başka bir dişli koyarız ve hareketi saatin ters yönüne çevirmeyi sağlarız. Yani var olan gücü değiştirmek yerine, onun potansiyelini kendi istediğimiz yöne çevirir ve kullanırız. Milliyetçiden ülkesi aleyhine yararlanmak, dindara inançlarının yasakladığı şeyleri yaptırmak, sosyalisti kapitalizmin en uç çizgisinde kullanmak mümkündür ve işte biz bunu yaparız. Biz bu dişlileri belirler
ve onları devreye sokarız. İşimiz bir mühendisinkine benzer ve bu nedenle bizim toplum mühendisliği yaptığımız sıkça gündeme taşınır. Bizim için insanların bir şeye inanması yeterlidir ve bu inancın niteliğinin bize bir engeli bulunmamaktadır. Uygun dişliler aracılığıyla hareketi istediğimiz yöne çevirmeyi başarırız. Mesela siz PKK ile mücadele ettiniz, büyük bedeller
ödediniz ama sonunda bizim önceden planladığımız Kürt oluşumuna razı olacak duruma gelip dayandınız. 1980’de dünyanın en bağımsız ülkelerinden biri idiniz ama şimdi daha fazla bağımsızlık isteyenlerin gayretleri ile global dünyanın bir parçası olup çıktınız. Şu anda İslam dünyasında bazı gruplar inançları için mücadele ettiğini sanmaktadır, ama bu inancın bir şiddet ve nefret kültürüne dönüşmesinden başka bir işe yaramamaktadır.

Dünya üzerindeki sol hareketi, onu bir düşünce akımı olmaktan çıkarıp şiddet kullanan solcular eliyle bitirdiğimizin halâ farkına varılamamıştır. Bütün bunları gerçekleştirirken “Yedek çarklarla yön değiştirme ve kendi hedeflerimize hizmet ettirme” yöntemini kullanmışızdır.

2 Cİ BÖLÜM  İLE DEVAM  EDECETİR..

***

13 Şubat 2018 Salı

Büyük Orta doğu Projesi ve AKP

Büyük Orta doğu Projesi ve AKP


Ömer Laçiner 
(Sayı : 179 - Mart 2004)

Birbuçuk yıllık hükümet döneminin sonunda AKP, iktidar payını kendisinin bile beklemediği kadar sağlamlaştırmış, güçlendirmiş görünüyor. Bunun yanısıra ve bununla birlikte ani, geçici bir misafirmiş gibi karşılandığı merkez sağda artık ev sahibi durumuna geldiğine kendisi inandığı gibi, başkalarını, özellikle de buranın eski sahip ve varislerini de bunu ister istemez kabûl etme noktasına itmiş görünmekte.

Dahası da var. AKP -eğer “çözüm” sürecine girmiş Kıbrıs’ta faturası ona kesilecek bir soğuk duşla karşılaşılmazsa- Mart sonundaki yerel seçimlerde 3 Kasım 2002 genel seçiminden çok daha yüksek oranda oy toplamış, belki de yüzde 50 oranına varmış çıkacak. Genel hava ve anketlerin gösterdiği sonuç eğer gerçekleşirse, bu, AKP’nin hükümet ve parti olarak performansının dört dörtlük olmasından ziyade, konjonktürün AKP hesabına son derece elverişli bir seyir izlemesinin sonucu olacak.

Konjonktür etkisi derken ilk planda AKP’nin siyasal rakiplerinin 3 Kasım’da içine düştükleri perişanlıktan kurtulamayışlarını belirtmek gerekiyor. Bunun sosyo-politik arka planını AKP’nin iktidara gelişini analiz eden Birikim’deki çeşitli yazılarda ele almıştık. Bunlara eklenecek fazla bir şey yok. Merkez sağdaki rakipleri “küllerinden yeniden doğmak” için şu son onsekiz aydır sürdürdükleri çırpınışları belki de yerel seçimlerde uğrayacakları kesin gözüken hezimetle sona erdirebilir, kalıntıları orta vadede bir yeni sağ oluşum için fırsat kollamaya yönelirler. Deniz Baykal ve ekibinin adeta şimdiye kadar denedikleri tüm taklit kimlikleri kolajlayarak ortaya sürdükleri, asker bürokrat ağzıyla konuşan orta-küçük müteahhitlerin “sol- sosyal demokrat” etiketi altında toplaştıkları bir parti kimliği ile CHP’nin yaptığı “ana muhalefet”in kendisine değil ama AKP’ye epeyce bir puan kazandırdığı açık. Büyük ölçüde bu sayede AKP, merkez sağdaki yerini umduğundan fazla ve kısa sürede pekiştirebildiği gibi, merkez sola meyilli epeyce bir seçmenin oyunu en azından bu seçimlerde alacak gibi görünüyor. Bu olursa, Türkiye’de ve belki de dünyada bir “ilk” gerçekleşmiş olacak; hükümette yıpranması doğal olan iktidar partisi oy oranını dörtte bir oranında arttırırken “Ana muhalefet” belki de o oranda oy yitirmiş olarak çıkacak bu seçimden.

CHP’nin böylesi bir muhtemel bozgunu -ki bunu önleyecek değilse bile hafifletecek yegâne şey, umutsuz eski merkez sağ parti seçmenlerinin CHP’ye AKP’ye set çekmek için ödünç oy vermesidir- o onyıllardır tedavülde olan “merkez soldaki boşluk” edebiyatını elbette zirveye çıkarır ama o boşluğun nasıl dolabileceği sorusu daha epeyce bir süre muallakta kalır.

AKP’nin “merkez”deki güçlerle ilişkisi de beklenenden daha hızlı ve kolay biçimde “yoluna girdi”. Büyük sermaye artık açıkça AKP’ye övgü yağdırmaktan çekinmezken, Ordu komuta kademesinin AKP ile işbirliğinden giderek daha az rahatsız göründüğü dikkati çekti. AKP Ordu ile aralarında gerilim yaratacak her konuda, gerilim yarattırmaya matûf her konuda serinkanlı geri çekilmelerle, denemek için ona oy vermiş merkez sağ seçmen nezdinde olgunluk imtihanından başarıyla çıkmış olduğu gibi, Ordu komuta kadrosunu da sivri laikler karşısında rahatlattı.

Dış konjonktür de AKP lehine işledi. Oysa iktidarının ilk aylarında AB’den “müzakerelere başlama tarihi” almak için başlatılan iddialı, iyimser girişimden sonuç alınamamış, Kıbrıs’ta çözüm süreci kilitlenmiş, çok daha aktüel ve önemli olarak ABD’nin Irak’a saldırısına Türkiye’yi de ortak etme yönündeki baskısı AKP ve hükümeti iki cami arasında binamaz durumuna düşürmüş, izlenen yalpalanma politikası, AKP ve hükümeti her yönden gelen eleştirilere açık, kimseye yaranamamış hale düşürmüştü. Fakat daha sonra olaylar, AKP hükümetine yeni hamleler yapmak ve inisyatif kullanmak konusunda ciddi imkânlar açacak yönde gelişmiştir. Az sonra AKP’nin bu imkânı nasıl, ne yönde kullanmaya çalıştığını irdeleyeceğiz. Ancak şu noktayı şimdiden belirtebiliriz: AKP hükümetinin ülke kamuoyunu karşısına almak pahasına verdiği Irak’ın işgâline ABD yedeğinde katılma kararının Meclis’ten geçememesi, onun hem ABD nezdinde güvenilirliğini sarsmış hem de işgâle karşı çıkan -Almanya, Fransa eksenli- AB nezdinde hayli puan kaybetmesine neden olmuştu. Ancak ABD’nin “dünyaya kendi düzenini” empoze etme stratejisinin ilk ayağı Afganistan’da işlerin hiç de umduğu gibi gitmemesi ve ardından 2003 yazında Irak’ta da gidişin sarpa sarabileceği endişesinin artması karşısında -başta ABD ve AB olmak üzere-, bütün tarafların yeni bir durum değerlendirmesi ihtiyacı duymalarının sonucu olarak, Türkiye ve dolayısıyla AKP hükümeti, aylardır kendilerine karşı izlenen “kenarda dur, karışma” tutumunun değiştiğini, uluslararası politika sahnesine yeniden davet ve rol imkânı, fırsatı yakaladıklarını gördüler. 2003 yılı sonlarından şu son aylara kadar Türkiye’nin gördüğü yoğun diplomatik trafik, Çin’den Mısır’a, ABD’den İran’a ve Rusya’ya kadar dünya politikasında önemli ülkelerde yapılan üst düzey temas ve ziyaretler bunun göstergesidir. Öyle görünüyor ki, “uluslararası satranç”ta taşlar, ABD’nin “yeni dünya düzeni” atağının ilk hamlelerinin deneyimi ışığında yeniden düzenlenmekte ve Türkiye buradaki muhtemel pozisyonların hemen tümünde kritik rollerden birine aday gözükmektedir. Türkiye’ye şu son aylarda gösterilen “teveccüh” bu nedenledir ve yine bu nedenledir ki AKP’nin think-tank mekanizmalarından “Büyük Ortadoğu” gibi adlar altında analiz ve projeler dillendirilmektedir. Henüz kesin kararı verilmemiş, şekli belirlenmemiş, çoğu kritik noktası yuvarlak ifadelerle geçiştirilen bu projeler, AKP’nin yerel seçimlerden “zafer”le çıkması ve Kıbrıs’ta çözüm sürecinde ciddi bir “aksilik”le karşılaşmaması halinde 2004 ilkbaharından itibaren netleştirilmiş ve belki de yürürlüğe konulmuş olabilecek. Mevcut veriler ışığında daha şimdiden bir sonraki genel seçimden de tek başına iktidar olarak çıkması büyük ihtimal olan AKP’nin Türkiye’yi 2010’lu yıllara taşıyacak olan dış politika/stratejik tercihinin ne denli önemli olduğu tartışma götürmez. Bu bakımdan çok daha geniş bir analizi o tercihin detaylarıyla belli olacağı önümüzdeki aylarda yapmak üzere, şimdilik “tercih-proje”nin eskizinden bile çıkarılabilecek ana hatları üzerinde duracağız.

AKP kurmaylarından “Büyük Ortadoğu” projesi’nin hem genel bağlamıyla yani nasıl bir dünya -düzeni- tasarlandığı, esas alındığıyla hem de bu tasarım içinde Türkiye’nin rolüyle, ilişkili ön açıklamalar yapıldı. Bu ikinci bahsin Türkiye’ye verilen rol mü yoksa Türkiye’nin kendine biçtiği rol mü olduğu sorusu belirsiz. AKP kurmayları şüphesiz ikincisinin söz konusu olduğunu, Türkiye’nin -AKP hükümetinin, “devlet”in- bu rolü oynayabileceğine re’sen karar verdiklerini, muhataplarıyla buna göre konuştuklarını, konuşacaklarını belirten bir dil kullanıyorlar. Ancak, tarifine bakılırsa “Ortadoğu ve Kafkaslar”dan ibaret olmayıp İç ve Güneybatı Asya’yı da içerdiği çıkarsanabilecek bu “Büyük Ortadoğu”da Türkiye’nin bağımsız değilse bile özerk hamleler ve hele planlar uygulayabilecek bir “güç” olarak mı, yoksa buna muktedir güçlerden birinin yanında onun çizdiği çerçeve içinde mi hareket edeceği sorusuna ilk cevap lehinde yeterli argümanlar ileri sürüyor değiller. Kuşkusuz bundan daha önemli ve o noktayı da belirleyecek soru, söz konusu rolün içeriği ile ilgili.

Yine de irdelememize ilk sorudan başlayabiliriz. AKP’nin önde gelen kurmaylarından Ömer Çelik, Büyük Ortadoğu projesini “ABD’nin küresel güç olarak, demokrasi ve modernlikle dünyanın geri kalanını tanıştırma projesi” bağlamında sunmakta ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD’ye yaptığı o tantanalı ziyaret ve görüşmelerde “üst düzey” temaslara bizzat katılmış biri olarak Washington’dan sıcağı sıcağına yazdığı yazıda, (“Büyük Ortadoğu” Sabah, 1-2 Şubat 2004) o “... tanıştırma” projesinin “bir müdahale biçimi olmaktan çok, ‘küresel sorumluluk’un yerine getirilme yöntemi” olması gerektiğini söylemektedir. Çelik, yazısının sonunda “‘ABD yönetim çevrelerinde hâkim görüş’ün Büyük Ortadoğu projesinin bu bölgelere bir müdahale anlamı ya da imâsı taşımadığı, demokrasi ve özgürlük taleplerine yardımcı olmayı içerdiği yönünde” olduğunu bildiriyor ve “ABD’nin bu çizgide sabit kalması, AB’nin de bu çizginin siyasî değerlerini oluşturmak için katkı sağlaması”nın “dünya için yeni bir açılım” olacağının altını çiziyor.

Bu -hadi öyle diyelim- diplomatik ifadelerin tercümesi şöyle özetlenebilir. Ortada ABD liderliği -hegemonyası- ekseninde kurulması -zaten- tasarlanmış ve son deneyimler neticesinde yeniden gözden geçirilme zorunluluğu duyularak, AB’nin katkısının/katılımının elzem olduğu anlaşılmış bir dünya düzeni projesi var. ABD, Çelik’in yazısının bir yerinde yine diplomatik bir dille anlattığı üzre bu tasarımın “yerli” ayaklara dayanması gerektiğinin -eskisinden çok daha fazla- bilincine vararak, bunun ihtiyacını duyarak hareket etmek niyetindedir. Ve -gerisini de biz ekleyelim,- bu nedenle 2003’ün ilk sekiz dokuz ayında, arasında soğuk yeller estirdiği Türkiye’nin AKP’li başbakanını Washington’da alayı vala ile karşılayıp ona bu “yerli ayak” meselesinden kendisine epeyce bir “iş” çıkarabileceği teklifinde bulunmaktadır. Ve o teklif AKP’yi şaşırtacak kadar iştah kabartıcı ve ABD’nin bu “cömertliği” bir zayıf noktası olmaksızın göstermeyeceği de biliniyor olmalı ki, AKP hükümeti “biraz düşünmek” ihtiyacını duyuyor.

ABD’nin “demokrasi ve özgürlük taleplerine yardımcı olmak” biçiminde cilalanmış -içeriğini tahmin edebileceğimiz- teklifi elbette sürpriz değil. 2003’ün ikinci yarısından itibaren dünya ölçeğinde yoğunlaşan diplomatik trafik bir “yeniden mevzilenme” sürecine girildiğini zaten göstermekteydi. Ağır borç yükü ve hâlâ pamuk ipliğine bağlı ekonomik istikrarı ile Türkiye’nin bu “yeniden mevzilenme”de özerk bir tutum belirleme imkânının kısıtlılığı da ortada. AKP hükümeti ve devlet bu evrede ABD ve AB’nin daha sıkı, aralarındaki buzlar epey erimiş bir işbirliğine gireceğinin, ortak bir genel proje çerçevesinde hareket edeceklerinin güçlü sinyallerini almış olabilirler. Ve herhalde almış olmalılar ki, örneğin şimdiye kadar “Kıbrıs’ta çözümsüzlük” politikasında arkalarında ABD’nin zımni desteğini veya göz yummasını buldukları için “direnen” Denktaş ve onu koltuklayan Ordu Komuta kademesi, bu kez çözüm masasına oturtulmaya itiraz bile edemediler. Bunu, ABD’nin AB ile “yeni” işbirliği ve düzen stratejisini yürütmek için onun bir “sıkıntı”sını gidermekle verdiği bir taviz olarak yorumlamak herhalde doğrudur. Ve yine ABD Irak’ı işgâl operasyonu sırasında “itibarı”nı bir hayli zedelediği BM’den özür kabilinden “jestler”ini son zamanlarda arttırmış ise, ortada onun açısından oldukça ciddi bir durum var demektir. O nedenle Türkiye -yani AKP hükümeti ve devlet- her ne kadar “mevzilenme”deki yerini ve rolünü belirleme serbestisi yoksa da, o yer ve rol zaten belirlenmiş ve kabûllenilmiş ise de yine de “biraz düşünmek”, etrafı kolaçan etmek zorundadır. Ve daha da önemlisi bu belirlenmiş/benimsenmiş yer ve rolü, o “yeniden mevzilenme”nin koşulları bağlamında Türkiye toplumunun sindirimine uygun hale getirecek bir diskura ihtiyacı olacaktır.

AKP’nin, ABD’de halen iktidarı elinde tutan yeni muhafazakâr yaklaşımdan bir hayli/esaslı suretle etkilenmiş bir parti olduğunu sadece kendisine taktığı “muhafazakar demokrat” sıfatının çağrışımıyla söylemiyoruz. Bu, konuya aylar önce (Birikim Kasım-Aralık 2002, s. 163/164) Ahmet İnsel’in AKP üzerine yazısında zaten işaret edilmişti. Neo-liberalizmi ile birlikte düşünülmesi şart olan bu “muhafazakar demokrat”lığın ABD’nin “Büyük Ortadoğu” projesinde kendisine biçtiği rolün, projeyi örten demokrasi, özgürlük gibi sözcüklerin arasına sıkıştırılmış “piyasa ekonomisi taleplerine cevap vermek” ibaresinde yattığını tahmin etmek güç değil. Çelik’in yazısında ABD’nin “yeni imparatorluğu”nun eskileri gibi böl ve yönet politikası izlemediği, aksine “herkesin içinde yer aldığı düzenin belli kurallara bağlanması”na matûf bir stratejiye göre davrandığı ve bu stratejiyle kurulacak “küresel düzenin adil biçimde işlemesini sağlayacak kuralların yerleşikleşmesi”nin sağlanabileceğinden dem vuruluyor. Ve bunun bir “kazanımları paylaşmak” anlamına geleceği söyleniyor.

Bunun meali de şöyle yapılabilir. Türkiye -sermayesi, girişimcileri- ABD ve AB’ninkilerle birlikte Orta Asya’dan Akdeniz’e kadarki bir coğrafyada “serbest ticaret” seferine hazırlanmalıdır. Buralardaki “çağdaş olmayan düzenler” (deyim Çelik’indir ve bu bağlamda henüz piyasa ekonomisine tam geçememiş ülke ekonomileri demek oluyor) ABD’nin Irak’a kadar yaptığı türden -askerî- müdahale’lerle değil, o ülkenin içinden yerli unsurlar “teşvik” edilerek “modernize” edilecek, “demokratikleştirilecek”tir. Türkiye’nin birçok neden ve avantajıyla kolayca “koçbaşı”lığını üstleneceği bu “sefer”de Türk sermaye ve girişimcileri “yerel dinamikler”le irtibatın sağlanması, gerekli teminatların verilmesi rolünü oynayacaklardır. Bu ülkelerin tümünün de “devletçi” ya da “reel sosyalist” ekonomik düzenlerini “serbest piyasa” ve özelleştirme politikalarına doğru ilk açışta içine düştükleri dehşetengiz sefalet, yoksullaşma ve mafyalaşma furyasının ağır hasarından ürküp “daha ileri gitmek” için biraz mola veren halihazır yönetimleri bu tuhaf konsolidasyon sürecinde kendi tekellerine aldıkları gelir/servet kapılarını bırakmamak gibi “çağdaş olmayan bir düzen”sizliğe kalkışabilirler.* Bu durumda o kazanç/servet kapılarının kendi adlarına göz diken “yerel dinamikler”i herhalde ülkelerindeki bu “ekonomik terörizm”e karşı mücadeleye “teşvik” gayet de meşrû olacaktır.

Bu şekilde “yeni” bir içerik verilmiş “Terörizm” ve onunla mücadele safhası, o tür “terörist yönetim”lerin -bölge dikkate alındığında- kendilerine yakın sayacakları Rusya ve özellikle ekonomisi gayet hızlı biçimde “güç”lenen Çin’den destek arayabilecekleri de göz önüne alınmalıdır. “Kazanımların paylaşılması” edebiyatının bu yönüne Çelik’in yazısında hiç değinilmemesi, düşünülmediği anlamına da asla gelmiyor. Yokluğu ile varlığını besbelli eden şeyler vardır. Rusya, özellikle Çin’le “Büyük Ortadoğu”nun “sath-ı müdafaa”sında karşı karşıya gelineceği bu “proje”nin temelindeki kabûllerden biri, belkide birincisidir.

“Büyük Ortadoğu”nun halklarına gelince... Onlara Türk kardeşlerinin ağzından kendilerine “kırk katır mı kırk satır mı” alternatiflerinin fiilen sunulacağı günlerin yakın olduğu “müjdesi” verilmiş sayılabilir. Gerisi onlara ve bu kapışmada Türkiye halkına “kazanımdan pay almaya” en yakın, en avantajlı halkın kendisi olabileceğine dair imâlı mesajlar hazırlamakta olan AKP hükümetinin bu “müjde”li projesini aklına ve vicdanına sorması gereken Türkiye halkına kalmıştır.

(*) Ama Mesela Azerbaycan’da mahdum Aliyev, ülkesinde bu işi kişilik işi olarak değil “ekip” işi olarak yüreteceğinin teminatını verdiği böylece “çağdaş düzen”e uyduğu için muhaliflerini çağdışı yöntemlerle ezerken sadece sırtı sıvazlandı. Benzeri bir sürecin Gürcistan’da yaşanması ve Şevardnadze kliğinin tasfiye edilerek Saakaşvili’nin “ekip” işini yürütecek şahsiyet olarak ortaya çıkması da önemli bir paralellik sunmaktadır.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/3929/buyuk-ortadogu-projesi-ve-akp#.WoLhUyXFIdU


***

9 Şubat 2017 Perşembe

ALLAH'IM AKLIMIZA SAHİP OL


ALLAH'IM AKLIMIZA SAHİP OL,


Kimden: refhan irtem <rfhi...@gmail.com
Tarih: 24 Ağustos 2010 18:15
Konu: Re: ALLAHIM AKLIMIZA SAHİP OL
Kime: adam-gib...@googlegroups.com

Siyasi iktidar bu gün devlete  hükümet ediyorsa devlet olarak yaptıklarının kanıtıdır zaten.

Devlete suçu atmak devletlik olsaydı başımızda bir devlet var diye düşünürdük.

Demek ki başımızda devlet de yok Hanefi Avcı'nın kitabında ki gibi cemaatlerin eline geçmiştir.Bu da gösteriyor ki cemaatlerden emir alınıyor çünki devlet yok!

24 Ağustos 2010 06:42 tarihinde BİLGİ NOTU <blgnt...@gmail.com> yazdı:
 Görüşmeyi Hükümet değil, Devlet yapar,













Erdoğan, “İktidar olarak hiçbir zaman terör örgütüyle veya temsilcileriyle masaya oturup görüşme yapmayız. Şu veya bu şekilde çeşitli kurumlarıyla bu tür bazı münasebetler gerekirse devlet onu kendisi yapar” dedi

Görüşmeyi hükümet değil, devlet yapar
Başbakan Tayyip Erdoğan, hükümet olarak hiçbir zaman terör örgütü veya temsilcileriyle masaya oturup görüşme yapmayacaklarını vurguladı. Show TV’de Siyaset Meydanı programına konuk olan Erdoğan “terör örgütünün eylemsizlik kararı ve buna bağlı olarak hükümetin ya da devletin terörist başı ile irtibat kurduğu” yönündeki iddialar anımsatılarak, “ Danışmanlarınızdan Yalçın Akdoğan’ın bir yazısı çok çarpıcıydı, ’ Evet hükümlü ile görüşme olmayabilir bir temas olabilir ’ şeklinde. Böyle bir temas var mı?” sorusu üzerine Başbakan Erdoğan, şunları kaydetti:

DEVLET KENDİSİ YAPAR: Burada bir şeyi birbirine karıştırmayalım. Biz siyasi iradeyiz, siyasi iktidarız. Biz iktidar olarak, siyasi hükümet olarak hiçbir zaman bir terör örgütüyle veya temsilcileriyle masaya oturup görüşme yapmayız. Böyle bir şeyimiz bizim asla olmamıştır, yoktur, olamaz da. Şu veya bu şekilde çeşitli kurumlarıyla bu tür bazı münasebetler gerekirse devlet onu kendisi yapar. Burada bunu birbirine karıştırmamak gerekir.

BAZI KİLİTLERİ AÇMAK İÇİN: 
( “Devlet kurumları” ile neyi kastettiğinin sorulması üzerine) Devletin İstihbarat kurumu vardır. Bu istihbari görevdir. İstihbari görev nedir, bazı kilitleri açmak içindir, çözmek içindir. Bunları yapar ama hiçbir zaman siyasi irade kalkıp da muhatap alıp masaya oturmaz, böyle bir şey olamaz. 

KİMSE BİZE YIKAMAZ: 
İstihbarat örgütlerinin görevi de nedir, ağırlıklı olarak zaten bu tür görevlerdir. Bunu yaparken de niçin yaparlar, bir çözüm kilidi açmak için yaparlar. Burada muhalefetin söylediği gibi arkadaşlarımın veyahut siyasi iradenin görüşmeler yaptığı, masaya oturduğu yani bu, ağır konuştum ama bu bir şerefsizliktir. Böyle bir şeyi kimse bize yıkamaz. Böyle bir şeyi ne ben, ne arkadaşlarım, ne benim bilgim dahilinde siyasi iradeden hiçbir kimse bugüne kadar yapmamıştır, yapamaz.

NASIL OLUR DA İNANMAZSINIZ: 
Burada örgütün kendini meşrulaştırma gayreti var. Bu meşrulaştırma gayreti içerisinde adeta bizi bir karşı taraf olarak masada gösterme gayretidir bu. Bunun da destekçileri ana muhalefettir, diğer muhalefet partileridir. Onlar da onlara meşruiyet kazandırmak için gayretin içerisinde bulunuyorlar. Nasıl olur da siz Kandil’deki adamın sözüne inanırsınız ama bu ülkenin Başbakanı’nın sözüne inanmazsınız. Bu gaflet değil, dalalet değil de nedir?

82’DE ‘HAYIR’ DEDİM: 
“ 12 Eylül 1982 Anayasasında oyunuzun Rengi neydi?” sorusu üzerine Erdoğan, “ İnancaksanız,Hayır’ dedim” karşılığını verdi.  

KILIÇDAROĞLU’NA ÇAĞRI: 
(CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun “ Anayasa paketinde neden grev hakkı yok ” sözleri üzerine) Buradan çağrı yapıyorum. Bu konuda kararlıysanız gelin, biz Türkiye’de çalışanlar olarak işçi memur ayrımını kaldıralım. Kendilerine grev hakkını hep birlikte verelim.  

AVCI’YA YANIT: 
(Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın “ Haliç’te Yaşayan Simonlar Dün Devlet Bugün Cemaat” kitabındaki iddialarla ilgili soru üzerine) Talihsiz bir iştir. Devlet memurunun bu tür bir eseri yazmasının nasıl olacağı konusunu bimesi gerekir. Bunun yasal mevzuat içinde kuralları var. Teftişten sonra konuyu bir yere İçişleri Bakanlığı’mız bağlayacaktır. Ben o iddiaların üzerinde durmam. 
CHP ve MHP’nin Dili Kandil’le örtüşüyor
Başbakan Recep Tayyip ErdoğanVan’da dün 15 bin kişiye seslendi. CHP ve MHP’ye yüklenen Başbakan Erdoğan, şunları söyledi: “Gördünüz değil mi?Dörtyol’da ortaya çıkan kirli ilişkiler dikkatinizi çekiyor değil mi? Kandil ile MHP’nin, Kandil ile CHP’nin dilinin nasıl örtüştüğünü görüyorsunuz değil mi? Terör örgütü burada dağlarda güvenlik güçlerimize vuruyor, Ankara’da CHP ve MHP hükümete vuruyor. Kandil’den iftira atıyor. CHP ve MHP terör örgütünün yalanlarına sımsıkı sarılıyor. Biz artık bu kirli oyunu bozmak istiyoruz.”
Konuşmasında, isim vermeden BDP’yi ayrımcılık yapmakla eleştiren Erdoğan, şöyle devam etti: “Şimdi ‘Kürtler’in temsilcisiyiz’ diyenler, yahu siz ne verdiniz, ne yaptınız? Siz sadece ayrımcılık yaptınız, hâlâ da ayrımcılık yapıyorsunuz. Baskıyla, terör estirerek benim halkımın hakları savunulmaz. Kim ne derse desin, ayrım yok.”
Mitingde Kürtçe Pankart
http://i.milliyet.com.tr/GazeteHaberIciResim/2010/08/24/fft16_mf794525.Jpeg
Erdoğan’ın Van mitinginde Kürtçe “ Ere ere hezar caran ere ” (Evet evet bin kere evet) yazılı pankart dikkat çekti. Başbakan mitingin ardından Ak Parti Van Milletvekili Kayhan Türkmenoğlu’nun   babası Niyazi Türkmenoğlu adına yaptırdığı Niyazi Türkmenoğlu  Anadolu Lisesi’nin açılışını yaptı. Erdoğan açılışta halk oyunları ekibiyle bir süre halay çekti.
Erdoğan'ı terletecek açıklama geldi

 
Erdoğan'ı terletecek açıklama geldi

" Öcalan ile Hükümet Görüştü " iddiasını ortaya atan Karayılan sözlerinin arkasında. Karayılan'ın yeni iddiaları da var.
PKK’nın Kandil’deki lideri Murat Karayılan "Öcalan ile hükümet görüştü" iddiasını sürdürdü. Örgüt adına yapılan açıklamada "Türk devleti adına bazı yetkili organların hükümetin de bilgisi dahilinde Öcalan ile diyalog kurduğu" duyuruldu.

Karayılan’ın açıklamasının “kesinlikle doğru” olduğu iddiasında bulunun örgüt, Başbakan Erdoğan’ın MHP tabanından oy almak için bunu reddettiğiiddiasında bulundu.

Örgütün açıklaması PKK'ya yakın internet sitesinde yayınlandı. Açıklamada şöyle denildi:

“13 Ağustos'tan 20 Eylül’e kadar eylemsizlik sürecini ilan etmiştik. Gerekçelerden biri Türk devleti adına bazı yetkili organların hükümetin de bilgisi dahilinde Önderliğimizle geliştirmiş olduğu diyalogdur. Önderliğimiz hem kendisiyle gerçekleştirilen diyalogu hem de birçok STK ve şahsiyetlerin yaptığı ateşkes çağrılarını dikkate alarak hareketimize barışa bir şans verilmesi yönünde mesaj iletmiştir. Hareketimizin yönetimi bu çağrıyı değerlendirerek, İslam alemi için mübarek olan Ramazan ayını da dikkate alarak eylemsizlik sürecini kamuoyuna açıklamıştır.”
MHP’DEN OY ALMAK İÇİN GÖRÜŞMEYİ REDDEDİYOR!

Karayılan’ın Öcalan ile görüşme olduğu yönündeki ifadelerinin “kesinlikle gerçek” olduğunun vurgulandığı açıklamada ayrıca şöyle denildi:

“Erdoğan devletin bazı yetkililerinin Önderliğimizle diyalog içerisinde olduğu yönündeki açıklamayı bir iftira ve referandum sürecini etkilemeye dönük uydurulmuş bir yalan olarak tanımlamıştır. Murat Karayılan'ın yaptığı açıklama var olan bir süreci doğal bir biçimde ifade edilmesi olup kesinlikle doğru ve gerçektir. AKP hükümeti ve başbakan salt MHP tabanından oy almak için reddedici üslubuyla kendisini tarih karşısında büyük bir yalancı durumuna düşürmektedir.


 

Karayılan: Devlet ateşkes talep etti,

PKK liderlerinden Murat Karayılan Fırat Haber Ajansı’na verdiği mülakatta eylemsizlik kararını zorlanarak aldıklarını söyleyerek “Türk devleti ve AKP hükümetine karşı büyük bir güvensizlik durumu söz konusudur” dedi. Karayılan ateşkes teklifinin de devletten geldiğini açıkladı. 

Karayılan eylemsizlik süreciyle ilgili açıklamasında bu kararın ayırd edici özelliğinin öncekilere kıyasla daha yoğun bir istem ardından gerçekleşmesi olduğunu belirterek, "Yani hem devletten yana, hem kamuoyunu önemli oranda temsil eden güçlerden yana daha yoğun bir istemin gündemleştirilmiş olmasıdır" dedi. 
" Devlet Öcalan’la Görüşerek Ateşkes talebinde bulundu"

Karayılan ateşkes sürecinin gelişiminde kritik aşamayı şu şekilde anlattı: 
"Tüm bunlarla beraber artık açıklanmasında bir sakınca görmediğimiz diğer önemli bir gelişmede devletin Önderliğimizle geliştirdiği diyalog temelinde ateşkes talebinde bulunmasıdır. Aslında önderliğimiz aradan çekilmişti ancak talep üzerine yeniden devreye girerek hem yapılan çağrıları ve hem devletten doğru gelen istemi de dikkate alarak bir kez bir kez daha barışa ve demokratik çözüme şans tanınması için hareketimize bir mesaj gönderdi."
Taleplerini sıraladı
Karayılan karşılıklı ateşkesi aradıklarını söyleyerek taleplerini şu şekilde sıraladı: 
"Yani karşılıklı ateşkes yapılmalıdır. Ardından 14 Nisan’dan bu yana haksız yere tutuklanan sivil Kürt siyasetçileri ile barış grubu üyeleri serbest bırakılmalıdırlar. Bunların tutuklanması aslında her türlü tahrik ortamını oluşturmuştur. Çünkü hiçbir suçları olmadan tutuklanmışlardır. Sadece Kürt halkının iradeleşmesinin mücadelesini verdikleri için suçlanmışlardır. Bu nedenle bu haksızlık giderilmeden yumuşama ve uzlaşma ortamı gelişmez." 
Abdullah Öcalan’ın da çözüm sürecine aktif katılabilmesinin koşullarının yaratılmasını isteyen Karayılan, "Diğer bir husus ise, dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde olmayan yüzde 10 seçim barajının aşağı çekilmesidir. Neden? Çünkü bu Kürtlere karşı bir tampondur. Bu baraj bunun için muhafaza ediliyor. Bu koşullar eğer gerçekleştirilirse, süreç bu biçimde kalıcı bir barışa doğru ilerleyerek sonuç alıcı bir sürece dönüşebilir" dedi. 
"AKP hükümetine karşı büyük bir güvensizlik söz konusu"
Bu kararı tartışırken zorlanarak karar aldıklarını söyleyen Karayılan, bunun nedenini ise şöyle açıkladı: 
"Çünkü Türk devleti ve AKP hükümetine karşı büyük bir güvensizlik durumu söz konusudur. Özellikle AKPnin çok demagojik bir biçimde hiçe sayma ve oyalama taktikleri ciddi bir güvensizlik ortamı doğurmuştur. Bu nedenle çözümün gelişeceğine dair ciddi kaygılar taşıyan arkadaşlarımızın bu karara katılım göstermesi kolay olmamıştır. Bir de ek olarak son dönemde gelişen olaylar vardır. Yandaş diye tabir edilen basın çevrelerinin tahrik edici üslupları, şehit cenazelerimize yapılan işkence uygulamaları Dörtyol ve İnegöl’de görüldüğü gibi halkımıza karşı geliştirilen sindirme politikaları ikna edilmeyi zorlaştıran hususlar olmuşlardır. Bu nedenle hamleye kalkışan güçleri ikna etmek kolay olmamıştır. Diğer bir husus da önderliğin gönderdiğin mesajın etkisidir."
"Hükümet yanlısı basın konuyu es geçti"
Aldıkları karar karşısında basının tutumunu değerlendiren Karayılan’ın AKP yanlısı basına yüklenmesi dikkat çekti: 
"Bu ateşkesi sıradan gösterme, bunun karşısında herhangi bir heyecan duymama tutumu da aynı çerçevededir. Türkiye’de 20’yi aşkın günlük gazete vardır. Bunlardan sadece tek bir tanesi manşet yapmıştır. Öbürleri ya vermemiş ya da çok sıradan basit bir olay gibi göstermiştir. Halbuki, Türkiye’nin gündemini belirleyen bir gelişmedir. Şurası bir gerçek ki önder Apo ve PKK hareketi artık Türkiye’nin gündemini belirleyen en önemli aktörlerden birisi durumundadır. Şimdi tüm Türkiye siyasetinin can simidi gibi yaklaştığı referandum süreci üzerinde en önemli etkiyi yapacak olan hareketin bizim hareket olduğu açık ortadadır. Özellikle de hükümet yanlısı basının konuyu es geçmesi ve hiçbir şey olmamış gibi göstermeye çalışması onların gazetecilik değil politika yaptıklarını ortaya koymaktadır. Bu kesim basın organları aslında gazetecilik mesleğine de ihanet etmektedirler. Çıkarlarına geldiği vakit ala bildiğine öne çıkarıyorlar. Çıkarlarına gelmediği vakit en önemli olayı bile sıradan gösterebiliyorlar. Bu üsluplarıyla sorunun çözümü değil çözümsüzlüğünde en önemli kesim bu olmaktadır."
Fethullahçı basına: Hani Ergenekonla ilintilendiriyordunuz?
"Şimdi ben hükümet yanlısı ve Fettuhlahçı basına şunu sormak istiyorum. Hani siz çeşitli karanlık güçlerle ilintilendiriyordunuz. Ne oldu? Hani siz sayfalar dolusu yorumlarla PKK’nin Ergenekon’la bağlantılı olarak AKP’yi zorlamak için eylem sürecini başlattığını, anayasa değişikliğini engellemek için başlattığını belirtiyordunuz. İşte PKK eylemsizlik ilan etti. Ne oldu da dut yemiş bülbül gibi sustunuz. Çünkü daha önceki iddialarınız ve yorumlarınızın hepsi temelsiz ve yalana dayalıydı. Gerçekle hiçbir alakası yoktur. PKK’nin aradığı kendi kimliği onurlu bir barış yapmaktır."
Karayılan: Savaşı sürdürseydik,
http://www.gundemmersin.com/haberler/resimler/orjinal/8J5V8E8H7S5V7X4M3P4W0A7H9N3W2D.gif

PKK liderlerinden Murat Karayılan, PKK’nin savaşı sürdürmesi halinde referandumda
Murat Karayılan, ANF’ye verdiği röportajın ikinci kısmı bugün yayınlandı. Karayılan röportajda, PKK’nin Türkiye’nin gündemini ve geleceğini belirlemede önemli bir konum kazandığını vurgularken, çarpıcı bir iddiada bulunduk: "Biz şu anda savunma savaşını etkili bir biçimde sürdürmüş olsaydık evetçilerin kaybedeceği kesindir."
Karayılan, PKK’nin Türkiye’nin gündemini ve referandum sürecinin sonucunu belirlemede önemli bir konuma geldiğini şu sözlerle ifade etti:
"Önderlik stratejik bir önderliktir genel çerçeveyi koyar. Ancak uygulamayı ise Kürt hareketi somutlaştırarak yapar. Şurası kesin ki hareketimiz Türkiye’nin gündemini belirlemede ve geleceğini de tayin etmede önemli bir konum kazanmıştır. Çeşitli çevreler bunu kabul etmeseler de gerçek budur. Dolayısıyla Türkiye siyaseti için önem kazanan referandum sürecinin belirlenmesinde hareketimizin rolü çok önemlidir."
Evet’çiler Kaybedecekti...
Murat Karayılan, bu konumun referandumun sonucunu tayin edecek noktaya geldiğini savundu ve alınan eylemsizlik kararı sürece etkisini şöyle değerlendirdi:
"Neredeyse sonucu tayin edecek bir düzeye gelindiği açık ortadadır. Eğer biz şu anda savunma savaşını etkili bir biçimde sürdürmüş olsaydık evetçilerin kaybedeceği kesindir. Bizim eylemsizliği ilan etmemiz bir denge oluşturmuş durumdadır. Aynı zamanda bu AKP’nin eğer varsa bir samimiyeti adım atmasının koşullarını yaratmıştır. Biz referandumun sakin demokratik bir ortamda gelişmesini istiyoruz. Bizim eylemsizlik kararımız da buna imkan sunuyor. Bazı çevrelerin referandum sürecini etkilemek için eylemleri başlattığımız biçimindeki tespitleri doğru değildir. Bizim eylemsizliği ilan etmemizle bu tür çevrelerin tespitlerinin yanlışlığı ispatlanmıştır."

ÇARK USTASI AKP'liler...




ÇARK USTASI AKP'liler...




Oslo...
Habur...
Açılım...
Göz yumma...
Geri çekilme...
Akil adamlar...
Analar ağlamasın...
Şartlı tahliyeler...
Apo'ya övgüler...
İmralı'nın şartları...
Muhterem Hoca efendi...
Ne istedilerse vermeler...
Yan ayna mışıl mışıl uyumalar...
Özlem ve hasretle davet...
Üç beş öfkeli çocuk...
Hastanelerde tedavi...
Habur'dan Suruç'a koridor...
Kardeşim Esat... Diktatör Esed...
Barzani'li kongre ve mitingler...
Megri megri şarkı ve türküler..

***
Bunların hepsinde RTERDOĞAN ve AKP var.
Hepsi Çark ustası oldular.
TC'yi Kurumlardan kaldıran bunlar değil mi?
Şimdi Milliyetçi elbise giymeye çalışıyorlar ama olmuyor elbise sırıtıyor.
Bunlar Milli Görüş Gömleğini çıkaranlar değil mi?
Uyan Türkiye uyan.
Tevfik DİKER

https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=1447142781217485706#editor/target=post;postID=8236261986784272451;onPublishedMenu=allposts;onClosedMenu=allposts;postNum=0;src=postname


17 Haziran 2016 Cuma

Seymour Hersh’un AKP’nin Sarin Gazına Bulaştığıyla İlgili İddiası Doğru mu?



Seymour Hersh’un AKP’nin Sarin Gazına Bulaştığıyla İlgili İddiası Doğru mu?

Yazar: Ümit Özdağ

Suriye’nin başkenti Şam’a yakın mahallelerden birisi olan Guta’da 21 Ağustos 2013’de gerçekleşen bir kimyasal silah saldırısında 100’lerce erkek, kadın ve çocuk Suriyeli hayatını kaybetti. Amerika Birleşik Devletleri daha önce Suriye devletinin kimyasal silah kullanmasını Amerikan askeri müdahalesi için aşılması gereken “kırmızı çizgi” ilan etmesine rağmen Washington Şam’a askeri önlemler uygulamamıştır. Önce askeri müdahale yapacağını ilan eden Obama daha sonra Kongre onayı sonrasında müdahale edeceğini söyleyerek işi yokuşa sürmüş ve zaman içinde gündemden kaldırmıştır.

 ABD’nin Suriye’ye saldırmamasının nedeninin Rusya’nın araya girmesi ve Şam’ın kimyasal silah stoklarını uluslar arası denetim altında imha etmeyi önermesi olduğu düşünülmüştür. Oysa 4 nisan 2014’de London  Review of Books adlı internet sitesinde Amerikalı gazeteci Seymour M. Hersh, Suriye’de yapılan saldırının Ankara tarafından El Nusra’ya verilen kimyasal silahlar ile gerçekleştirildiğini ileri sürmesi ile ortaya yeni bir tablo çıkmıştır. Beyaz Saray hemen Hersh’ün makalesini yalanlamıştır. AKP Hükümeti de bu bilgiyi 
yalanlamıştır.













Bu iddiayı ileri süren Seymour Hersh kimdir? Hersh hakkında Vikipedia’ya da yer alan bilgilerden de hareket ile şu temel bilgileri verebiliriz. Seymour Hersh, Amerika’nın en önemli gazetecilik ödülü olan Pulitzer ödülünü almış en önemli araştırmacı gazetecilerinden birisidir. Hersh’e bu ödülü kazandıran 16 Mart 1968’de Amerikan ordusuna mensup askerlerin My Lai adlı Güney Vietnam köyünde 504 erkek, kadın ve çocuğu katletmesini gün yüzüne çıkarmasıdır. Hersch’in ikinci büyük hikâyesi batmış bir Sovyet denizaltısını çıkarmak amacı ile CIA’nın gerçekleştirdiği Azorian Operasyonunu açığa çıkarmak olmuştur.  
 Seymour Hersh, 1986’da “Hedef İmha Edildi” adlı kitabında Sovyet hava kuvvetleri tarafından Eylül 1983’de vurulan Güney Kore Havayollarına ait sivil uçağın vurulmasında Sovyetlerin yetersizliği kadar Sovyetlerin tepkisini karıştırmaya yönelik Amerikan istihbarat operasyonu olduğunu ileri sürmüştür.Amerikan hükümetinin daha sonraki yıllarda açıklanan belgeleri gerçekten Reagen Yönetimin ilk aylarında Sovyetler Birliğine karşı bir psikolojik operasyonun sürdürdüğünü, bu kampanya çerçevesinde ABD’nin Pasifik Filosu’nun Nisan-Mayıs 1983’de görev aldığını ve Sovyetlerin Güney Kore uçağının sivil havacılık uçağı olduğunun farkında olmadığını ortaya koymuştur.
Mayıs 2004’de Hersh Irak’ta Amerikan ordusunun işkence merkezi olan Ebu Garip hapishanesi hakkında yazmış olduğu makale ile bütün dünyanın bu merkezden haberdar olmasını sağladı.

İsrail’in Irak ve Kuzey Irak’taki faaliyetleri ile ilgili Türk ve Arap basınında çıkan hiç bir haber  Seymour Hersh’in Haziran 2004’de „The Newyorker“ dergisinde yayınlanan makalesi kadar ses getirmemiştir.  Hersh, makalesinde İran'ın nükleer kapasitesini geliştirmesinden endişe eden İsrail’in Kuzey Irak'ta  Kürtler'le işbirliği içinde operasyonlar düzenlediğini açıklamıştır. Hersh, Irak ile savaşın en büyük taraftarlarından İsrail’in  Amerikan hükümetini, „savaşı kaybetttiği“ konusunda uyardığını kaydetmiştir. Mossad, Irak-İran sınırdan giren  El Kaide militanlarını ve İran istihbaratının direnişçileri desteklediğini belirtmiştir. Hersh, makalesinde Ağustos 2003'te İsrail'in Kuzey Irak'a girmek için çalışmalara başladığının altını çizmiştir. Eski İsrail Başbakanı Ehud Barak, Dick Cheney'i özel olarak uyardığını, İsrail'in işgali kazanmanın hiçbir yol olmadığını öğrendiğini söyledi. Ancak Cheney cevap vermemiştir.

 Hersh’e göre bunun üzerine Şaron hükümeti savaşın İsrail’e olabilecek zararını en aza indirmek için Iraklı Kürtlerle ilişkileri genişletmeye ve Kuzey Irak’ta federe devlet kurulmasına karar vermiş ve 2003 yılının sonlarında İsrail istihbaratı ve ordusu Kuzey Irak'a girmiştir. İsrail'in „B Planı” adını verdiği bu çalışma dahilinde İsrailli uzmanlar Kürt komandolar eğitiliyor. Kürt komandolar, İsrail'in en gizli komandoları Mistaravim'le aynı sonuçları alacak şekilde eğitilmiştir. İsrail ayrıca Kürtler'le birlikte operasyonlar düzenliyor. Ancak bunlar silahlı eylem değil. İsrailli ajanlar, Kürtler'le birlikte İran ve Suriye'ye girip buralarda istihbarat çalışmaları yapıyor. Hersh’un bu iddiaları zaten gergin olan Türkiye-İsrail ilişkilerini daha da germiştir.

İsrail'in Ankara Büyükelçiliği Basın Sözcüsü Sharon Barlisaar ise iddialara ilişkin olarak "Kuzey Irak'ta İsrail'in hiçbir resmi faaliyeti yoktur" açıklamasını yapmış ve eklemiştir: "Elbette çifte pasaport sahibi veya İsrail hükümetini veya devletini temsil etmeyen özel şahıslar, Kuzey Irak'ta bazı faaliyetler yürütebilirler. Bunlar, onları bağlar. Devlet politikasıyla ilgisi yoktur." Barlisaar, Türkiye'den bu konularda kesinlikle bir "uyarı veya konuya ilişkin bir görüşme olmadığını" da vurgulamıştır. İsrail Başbakanı Şaron, İsrail'in bir süreden beri Kürt liderler Mesud Barzani ve Celal Talabani ile ilişkisi olduğunu  Kürtlere askeri destek verdikleri yönündeki haberleri yalanlayarak bunun sözkonusu olmadığını savunmuştur. Ariel Şaron, özellikle Türkiye ile ilişkiler dikkate alındığında, Kürtlere verilecek desteğin ne kadar hassas bir konu olduğunu bildiklerini de açıklamıştır.Talabani ise "İsrail'in Irak'ın kuzeyinde Kürt komando birimlerini eğittiğine ve bunun İran'a karşı kullanılacağına" ilişkin haberlerin doğru olmadığını ileri sürmüştür. Sonuçta olayların Seymour Hersh’in haklı çıktığı görülmüştür.  İsrail istihbaratı Kuzey Irak’ta aktif olarak faaliyette bulunmuştur ve muhtemelen bulunmaktadır.

Daha sonra Seymour Hersh’in ABD’nin İran politikasını incelemeye başladığını görüyoruz. Hersh, Dick Cheney’in odasında yapılan bir toplantıda ABD ordusunu İran’a saldırmak için Hürmüz Boğazı’nda İran üniforması giyen Amerikan askerlerinin Amerikan gemilerine ateş etmesi senaryosunu kurmak ile suçladı. Bu iddia hiçbir zaman doğrulanmadı. Hersh Ocak 2005’de ABD’nin İran’da vurmayı hedeflediği hedeflere yönelik örtülü operasyonlar konusunda kapsamlı bir makale yayınladı. Nisan 2006’da yayınladığı makalede Hersh, ABD’nin yer altındaki İran nükleer santrallerine karşı betonu delerek içeride patlayan nükleer silah kullanmayı düşündüğünü ileri sürdü. Başkan Bush, bu iddiayı yalanladı.
Temmuz 2006’da Hizbullah’ın iki İsrail askerini kaçırması ve sekizinin öldürülmesi sonrasında gerçekleşen İsrail-Hizbullah savaşından bir ay sonra Ağustos 2006’da Hersh ABD ile İsrail arasında askerlerin kaçırılması ve öldürülmesinin iki ay öncesinde gerçekleşen görüşmelerde Beyaz Saray’ın İsrail saldırısına yeşil ışık yaktığını yazdı. Beyaz Saray iddiaları yalanladı. Görüldüğü gibi Seymour Hersh Amerikan sisteminin gazetecisi sayılabilecek bir gazeteci değil. Washington Post ve New York Times’ın Hersch’e mesafeli durmasının bir nedeni de budur. Bu son makalesinde olduğu gibi bir çok kez Beyaz Saray veya Dış İşleri Bakanlığı tarafından yalanlamıştır. Ancak bir çok kez bu yalanlamaların yalan olduğu da daha sonra yıllarda ortaya çıkmıştır. Bazı eleştirmenler Seymour Hersch’i kaynakları konusunda eleştirmektedirler. Onlara göre Hersch’in kaynakları güvenilmez hatta uydurmadır. Öte yandan Hersh’ün yazılarını yayınlayan New Yorker dergisinin editörü David Remnick, Hersh’ün yazılarındaki kaynakların tamamının adlarını bildiğini, bu bilgilere sahip olup olamayacağı konusunda fikir sahibi olduğunu söylemektedir.

Sonuç olarak şimdilik söylenebilecek şudur: Dileriz, Seymour Hersh’ün iddiaları doğru değildir ve yazar kaynakları tarafından yanıltılmıştır. Ancak iddialar doğru ise çok sıkıntılı bir süreç Erdoğan’ın görevden ayrılmasından sonra hem Türkiye hem Erdoğan için başlayabilir.     
http://www.21yyte.org/ sitesinden 17.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır



http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2014/04/09/7531/seymour-hershun-akpnin-sarin-gazina-bulastigiyla-ilgili-iddiasi-dogru-mu