RECEP TAYYİP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
RECEP TAYYİP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Temmuz 2018 Pazar

AKP’NİN SORUNU NASIL AŞILACAKTI VE SN. RECEP TAYYİP BEYİN SONU NE OLACAKTI? BÖLÜM 2


AKP’NİN SORUNU NASIL AŞILACAKTI VE SN. RECEP TAYYİP BEYİN SONU NE OLACAKTI? BÖLÜM  2


ARALIK 2006 Yazar Milli Çözüm Dergisi
04 Aralık 2006   ..


Ona sordum: Öyleyse siz dünyayı kapitalizm ve onun temsilcisi ABD adına mı
yönetiyorsunuz?

Şöyle yanıtladı: 

“Bugünkü sistem tarihi bir aşamadır ve sonu da yaklaşmaktadır.  
Şu anda yaşadığınız büyük çalkantı yeni bir modelin oluşumunun doğum sancılarıdır. Biz hiçbir düzenin ve düşüncenin ebedi olmadığının farkındayızdır. İnsanlığın geleceği konusunda iki hâkim düşünce vardır. Birincisi bazı ütopik dindarlarca ya da Marksist odaklar gibi determinizmi savunanlarca ileri sürülen görüştür. Buna göre gelecek, insanların iradeleri dışında kendi dinamikleriyle oluşacaktır. Biz ise geleceğin insan aklının bir ürünü olduğunu düşünür ve bu geleceği kurgulayıp uygulayarak inşa etmeye çalışırız. Daha doğrusu Yaratan bizleri kullanarak kendi projesini yürürlüğe koymaktadır.” Tekrar sordum: Peki bugün gördüğümüz krallar, başkanlar, diktatörler, kurtarıcılar ne işe yaramaktadır?

“Bunlar bizim kullandığımız dişliler konumundadır ve toplumun dinamiklerini istediğimiz yöne çevirme araçlarımızdır. Düşüncemizi eyleme geçirecek gücü nerden bulduğumuzu merak edeceğini biliyorum. Ülkelerde ve küresel mahfillerde bizimle birlikte davranan yönetimde söz sahibi olan mason bağlantılı kişiler vardır. Ama bunlar şatafatlı bir hayat süren krallar ya da demokratik Başkanlar gibi vitrine çıkmamaktadır. Çoğu zaman arada
sırada verilen rolü oynamak zorunda kalan ve kendilerine başka imkânlar sağlanan kadrolarımızdır.”

Daha da meraklandım: Siz kime bağlısınız? İllimünati mi, Masonluğun Protestanlık gibi ya da dini bir mezhebin uzantıları mısınız?
“Biz taraf değiliz, tarafları kuran ve kullanan ÜST AKIL kadrosuyuz. Bugün dünyayı birkaç kere yok edecek, hem de bunları kendimize zarar vermeden gerçekleştirecek teknolojik imkânlara ve silahlara sahip olanlar varken kendimizi nasıl güven içinde hissediyorsunuz? Biz ne bir ekibiz ne de bir örgüt. Biz insanların içlerinde var olan korkuyu ve umudu çok iyi istismar ve suiistimal ederek kendi hedefleri hesabına kullanan bir oluşumuz! (Yani Siyonist baronlarız ve Deccalin ordusuyuz!)” Lütfen hatırlayınız, o süreçte:

1-Şemdinli’de TSK’yı karalamaya ve halka kapıştırmaya uğraşmışlar, bu sebeple ordu mensuplarını sabotajcı, suikastçı gösterip terörü meşrulaştırmaya çalışmışlardı.

2-AKP’nin ve AKP’li bir Anakent Belediye Başkanı’nın desteklediği emekli bir Albay MİT müsteşarı yapılmak üzere bir grup oluşturulmuş bizzat Tayyip Beyin yerine oynayan Anakent Belediye Başkanının malı destekçisi izlenimini veren bir grup yakalanmış, bu girişim maalesef kasıtlı bir şekilde TSK’ya mal edilerek AKP’nin iç hesaplaşması saklanıp saptırılmıştı.

3-Şemdinli provokasyonları, hain Danıştay katliamı ve Atabey saldırıları ile Polisin ve Askerin itibarını sıfırlama faaliyetleri yoğunlaşmıştı. Oysa TSK’ya açılan savaş Türkiye’ye ve Türk Milletine açılmış bir savaştı. Küresel oyunun durabilecek milletini sinesinden çıkmış Türk Ordusunu oyunun parçası haline getirmek isteyen koltuk sevdalılarının hırsına, Türk Polis Teşkilatı alet edilmeye çabalanmıştı.

4-Bu talihsiz gelişmelerin ve gerginliklerin artması durumunda ve hükümetin tahribat icraatları acil tehdit ve tehlike konumuna ulaştığında; başta Başbakan olmak üzere bazı Bakanlar, bazı Milletvekilleri ve bazı üst düzey bürokratlar, vatana ihanet suçlaması ve yabancı bir ülkenin gizli servisine çalıştıkları iddiasıyla hatta “cürmü meşhut” (yani suçüstü yakalanma) sonucu gözaltına alınıp tutuklanabilirdi. Bizden hatırlatması” (Bak: 07.06.2006 – Sesar raporundan) diyecek kadar uyarı dozunu arttıran ve hatta haddini
aşan yorumlardan gerekli dersler çıkarılmış ve yeterli tedbirler alınmış mıydı?

5- Ve şimdi; Tekirdağ'da halka seslenen Kemal Kılıçdaroğlu, 15 Temmuz darbe
teşebbüsü sonrası Saray'a gittiğini hatırlatıp, “İlk kez burada söylüyorum. 15 Temmuz’dan sonra Saray'a gittim. 15 Temmuz'da linç edilen askerlerin faillerinin yakalanması gerektiğini söyledim. Hepsi evet dedi. Evet dediler   ama gereğini yapmadılar.” açıklamasını yapmıştı. “Henüz 15 Temmuz darbe girişimi tam olarak aydınlanmış değildir. İktidara ve ilgili makamlara sorduk, “15 Temmuz darbesinden haberiniz var mıydı, yok muydu?” halâ yanıtını alamadık” diyen Ana Muhalefet Liderinin bu denli net sorularına bile yanıt alınamıyorsa, bu ülke hangi badirelere yuvarlanmaktaydı?

6- ABD’li Komutanın “Kapatılırsa bizim için felaket olur” dediği İncirlik Üssü’yle ilgili değerlendirme yapan İbrahim Kalın, “İncirlik’i kapatma hakkı bizim elimizde” diyerek halkın havasını almaya çalışmıştı. Milli Savunma Bakanı Fikri Işık’ın “Koalisyonun destek vermemesi İncirlik Üssü’nü de sorgulatıyor”
çıkışının ardından Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da İncirlik Üssü’yle ilgili süren tartışmalara değinerek böyle bir açıklama yapmıştı. Yani AKP iktidarı edebiyat yapmakla icraat sorumluluğundan kurtulacağını sanmaktaydı
IŞİD'i (DEAŞ) kuran ABD çıkmıştı. Kuruluş sebebi de Irak'ı işgal için bahane oluşturmaktı.

ABD'li General Wesley Clark DEAŞ'ın nasıl kurulduğunu anlatmıştı! A Haber'de yayınlanan Söz Teması programında ABD'li General Wesley Clark'a ait şok
açıklamalar yayınlanmıştı. Clark, DEAŞ'ı kendilerinin kurduğunu açıklamıştı. ABD'nin devrilecek hükümetler ve işgal edilecek ülkeler listesini de açıklayan Clark, DEAŞ'in Suudilerden para sızdırmak ve ülkeleri işgal için bahane yaratmak maksadıyla kurulduğunu vurgulamıştı. 11 Eylül saldırısından yaklaşık 10 gün sonra Pentagon'a gittiğini belirten General Wesley Clark DEAŞ'ın kurulduğu o görüşmeyi ayrıntılı olarak anlatmıştı. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve yardımcısı Paul Wolfowitz ile görüştüğünü belirten Clark, şunları aktarmıştı;

"Görüşmeye gittiğimde Rumsfeld 'Biraz konuşmamız lazım.' diyerek beni alttaki odasına çağırdı. Bana dönerek; -'Biz Irak'a savaş açacağız.' açıklamasını yaptı.
-'Peki Saddam ile El Kaide arasında bir bağlantı mı buldunuz?' diye sorduğumda.
-'Hayır hayır. Bu konuda yeni hiçbir şey yok. Sadece Irak'a savaş açacağımıza karar alındı. Darbelerle hükümetleri alaşağı edip görevden uzaklaştırmamız lazım. Bize bu konularda aracı bir örgüt gerekiyordu, bu yüzden DEAŞ'ı kurduk.' şeklinde yanıtladı.
Wesley Clark ABD'nin devirilecek hükümetler için de bir liste yaptığını belirtip şunları anlattı;

-"Bu arada biz Afganistan'ı hala bombalıyorduk. Birkaç hafta sonra tekrar
karşılaştığımızda Savunma Bakanı'na tekrar sordum. Oradan bir kağıt aldı ve bana dedi ki; 'Bu kağıtta 7 yıl içinde devireceğimiz hükümetler ve işgal edeceğimiz ülkeler var.

Bunlar sırasıyla Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali ve son olarak da İran'dır.' 'DEAŞ ve El Kaide gibi örgütleri Afganistan'da ve dünyanın diğer yerlerinde Sovyetler Birliği'ne karşı kullanmaya alıştık. Suudi Arabistan'dan para koparmak için de bu örgütlerle anlaştık. Bu örgütler sadece bu işe yarayacak ve Müslümanlar birbirlerine vurdurulacaktır.' Sn. Cumhurbaşkanı yine Sevr'den söz açıp: "Bugün Türkiye yeni bir istiklâl mücadelesi yapmaktadır. Bu mücadeleyi kazanırsak, 2023 hedeflerimize de ulaşacağız, 2053 ve 2071
vizyonlarımızı da şekillendirmiş olacağız. Kaybedersek, 100 yıl önce başarılamayan bir Sevr tezgâhı yeniden önümüze konulacaktır. Tüm vatandaşlarımızın, sorumluluk sahibi her insanın bu bilinçle meseleye yaklaşması, üslubunu, tavrını, sözünü ona göre belirlemesi lazımdır."
ifadelerini kullanmışlardı.

Bugüne kadar AKP'yi destekleyen ve "liberal" denilen çevrelerde Türkiye'nin bölünmek istendiğinden bahsedenler, "Sevr paranoyası" görmekle suçlanır ve böyle bir tehlike bulunmadığı anlatılırdı. Bölücü çevreler de aynı ifadeleri kullanırdı. Fakat Özal döneminden itibaren Türkiye'nin desteğiyle kurulan ve AKP iktidarınca resmiyet kazandırılan Barzani devletinin anayasasında Sevr
'e atıf yapılmaktaydı. Evet "Kürdistan Bölge Devleti Anayasası", kendi meşruiyetini Sevr Andlaşması'na dayandırmıştı! Barzani Anayasası
"1920 yılında imzalanan Sevr Andlaşması'nın 62-64 nolu maddeleri Kürtlere
self-determinasyon hakkını tanımasına rağmen, uluslararası çıkarlar ve siyasal dengeler Kürtlerin bu hakkı elde edip uygulamaya geçirmelerini engellemiştir" diye başlamaktaydı... AKP iktidarı da etnik gruplara kendi kaderini tayin hakkı verilmesini öngören ikiz yasaları zaten imzalamıştı. 2009 yılında kurulan Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Üst Kurulu, azınlık haklarıyla ilgili reformlara tepkileri "Sevr paranoyası" olarak tanımlayıp, Milli duyarlı insanlara sataşmıştı. 2011 yılında AKP hükümetinin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, "Artık bölünür müyüm korkuları ve Sevr paranoyası ile defansif alanlara çekilmiş bir Türkiye geride kalmıştır. Dünyanın her yerinde diplomasi yapan,
gücünü her yerde gösteren bir Türkiye vardır, Türk başbakanı gittiğinde bütün Libya'nın, Mısır'ın, Tunus'un ayağa kalktığı bir Türkiye vardır.” havaları atmaktaydı” tespitlerini yapan ve Tayyip Erdoğan’ın ise "tek adam"lık inadından vazgeçip, "Atatürk modeli"ne dönmesini” hatırlatan Arslan Bulut haklıydı.

Ama halâ: “Bu nedenle acıyı biz çeksek de, bizim kanımızı dökseler de kavga Anadolu üzerindedir ve İngiltere ile ABD arasındadır. Bunu anlamak istemeyenler var mıdır?

Ahmaksa vardır… Hani İngilizler DEAŞ'a sızmıştı! Niye panik var şimdi! Çünkü savaşın büyüklüğünü onlar çok iyi biliyor. 100 yıl önce sınırlarını çizdikleri coğrafyayı bırakmak istemiyorlar. Rakipleri birinci derecede ABD... İki taraf da bizi yanına alarak yürümek istiyor. Ve bizi saldırılarla sarsıyorlar. Korkutup rotamızdan çıkartarak yanlarına çekmek için uğraşıyorlar. TERÖR bu nedenle var! Küresel politika üreten iki merkez var dünyada! Londra ve Washington... Özellikle Orta Doğu İngilizler'in çok iyi bildiği bir yer. Kavga bunlar arasında. Bizi de bombalarla canlı bombalarla suikastlarla yanlarına çekmeye çalışıyor  lar... Onların istediği politikaya yönlendirmeye uğraşıyorlar. Şimdi İngiliz
medyasına bakın! Sultan, padişah, diktatör yaptıkları Erdoğan'ın yanında olmaya çalışıyorlar. Ankara'yı kolundan tutup yanlarına almak için çırpınıyorlar... İşte böyledir bu işler... Türkiye çok değerli bir elmastır! Hem vuruyorlar, hem de Erdoğan'ı ve Türkiye'yi yanlarında görmek istiyorlar. Oyun böylesine kanlı ve acımasız... İki ateş arasındayız...

Elbette bizi kalbimizden vuramazlar. Çünkü ihtiyaçları var. Ama bacaklarımızı hedef almaya devam edip duracaklardır… ABD'yi karşımızda görürüz ama İngilizler ABD maskesiyle (bizi vurmaya çalışacaklardır)” safsatalarıyla: ABD ile İngiltere, Ortadoğu’ya hükmetmek için yarışmakta bu nedenle Türkiye’yi yanlarına almaya çalışmaktadır. Bizim yararımız ABD’nin safında kalmaktır. Çünkü tek başımıza kendi haklarımızı korumamız imkânsızdır ve bağımsız liderliğe kalkışmamız hezimetle sonuçlanacaktır” demeye çalışan
ve bunu her yazısında hatırlatan Recep Beyin danışmanlarından Ergün Diler, üstelik bu mandacılık tavsiyelerine karşı çıkanları “ahmak”lıkla suçlayacak kadar saçmalayıp küstahlaşmıştı.

"Rejim değişikliği mi–Sistem değişikliği mi?” tarzında bir tartışma sürekli gündemde tutulmaktaydı. CHP tartışmayı klasik rejim değişikliği zemini üzerinden yürüterek bu konuda duyarlı çevrelerde bir alerji oluşturmaya çalışmaktaydı. AKP de “Rejim değişikliği değil sistem değişikliği” diyerek, o alerjiyi bertaraf etme çabasındaydı. Şöyle bir soru sorayım: -Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde diyelim CHP’nin gösterdiği adayın seçilme ihtimali yüksek olsaydı, AKP böyle bir sistem değişikliğine yanaşır mıydı?

Bunun ortak cevabının “Hayır” olduğunu, Türkiye’de, AKP çevresi de dahil herkes bilip durmaktadır. Böyle bir tesbitin anlamı, AKP’nin “Cumhurbaşkanlığı sistemi”ne geçişinin, Cumhurbaşkanlığına Tayyip Erdoğan’ın seçileceğini garanti görmesinden kaynaklanıyor olmasıdır. AKP olarak bu işi bir “sisteme bağlamak” ise, sadece önümüzdeki

Cumhurbaşkanlığı seçimini değil, bundan sonraki bütün zamanlarda seçimi Tayyip Erdoğan gibi birisinin kazanacağını öngörmek anlamını taşımaktadır.

Şayet şöyle olsaydı, “İster önümüzdeki seçimi, ister sonraki seçimleri, mesela Ahmet Necdet Sezer gibi birisinin kazanmasında herhangi bir mahzur yok, onun partili olmasında ve Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanına verilen yetkileri kullanmasında bir sakınca yok” diye konuya yaklaşılsaydı, ben katılmasam bile,
AKP açısından belki tutarlı sayılırdı. Ama AKP, onu kendi tabanında savunamazdı. Yani bu yetkileri CHP’nin seçtirdiği bir cumhurbaşkanı da kullanacak dendiğinde AKP tabanı, bunun nelere mal olacağını düşünür ve o yapıya asla destek çıkmazdı. Muhtemel ki AKP, “CHP’li birisi seçimi kazanamaz” düşüncesinde olduğu gibi “Bundan sonra millet iradesi
dışında bir müdahale de olmaz” gibi garantili bir kanaat taşımaktadır. Onun için “Evren gibi birisi iktidara el koyup, bugün AKP’nin getirdiği Cumhurbaşkanlığı yetkilerini kullansa ne olur?” diye sormayı gereksiz bulmaktadır. Ama Allah korusun, dünyanın ne halleri vardır!

Daha önce yazdım. Kahramanmaraş’ta bir panelde sevgili Mahir Ünal’ın “FETÖ ile mücadele için MGK’da ‘legal görünümlü illegal yapı’ tanımlaması yaptık” sözüne de karşı çıkmıştım. Orada dedim ki: Dileyelim AKP iktidardan düşmesin, çünkü bir başka yapı geldiğinde MGK’nın bu kararını alıp “Legal görünümlü illegal yapı” damgasını AKP’nin alnına yapıştırıp onu mahkûm edebilir. “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma” yaftası nasıl yapıştırılmışsa... Şimdi diyelim, “mallara el koyma” kararları patır patır veriliyor.

Ama dileyelim bir daha 28 Şubat’lar gelmesin, o zaman “Yeşil sermaye” falan gibi ürkek-çekingen tanımlamalar yapmakla yetinmeyip, “Tehlike” ilan ettikleri alanlarla iltisaklı tüm dünyanın üzerine karabasan gibi çökebilirler ve
“AKP de böyle yapmıştı” yı gerekçe olarak kullanabilirler. AKP bu kaygıyı taşımıyor olabilir ama ben söyleyeyim, bakın, muhafazakâr camiada birçok kamu görevlisi, adı herhangi bir listede yer almasın diye, mesela dini bir mecmuaya abone olmaktan çekinme refleksleri gösteriyor. Demek onlar, AKP icraatından yola çıkıp refleks olarak bir başka ihtimali satın alıyorlar. Avrupa
Bakanı Ömer Dinçer Habertürk’te bir yazı yazdı.

“Başkan mı güçlü yasama mı?” sorusunu soruyordu ve AKP’ye
“Meclis’in gücünü artırmanın yollarını araştırmalı” çağrısında bulunuyordu. Unutmayın O AKP’li bir bakandı. Abdullah Gül de, “Mallara el koyma”yı sakıncalı buluyordu. O da AKP’nin içinden çıkmış Cumhurbaşkanıydı.”[1] diyen Ahmet Taşgetiren, acaba nelerin farkındaydı ve hangi gelişmelerden kaygı duymaktaydı?

[1] 09.01.2017 – Star – Sistem Kurarken

https://docplayer.biz.tr/52690940-Akp-nin-sorunu-nasil-asilacakti-ve-sn-recep-tayyip-beyin-sonu-ne-olacakti-milli-cozum.html
***

AKP’NİN SORUNU NASIL AŞILACAKTI VE SN. RECEP TAYYİP BEYİN SONU NE OLACAKTI ? BÖLÜM 1



AKP’NİN SORUNU NASIL AŞILACAKTI VE SN. RECEP TAYYİP BEYİN SONU NE OLACAKTI ?  BÖLÜM  1 


ARALIK 2006 Yazar Milli Çözüm Dergisi

04 Aralık 2006

Milli Görüş gibi Hak bir davaya ve Erbakan Hoca’ya hıyanete kalkışmış, bu yüzden hidayetleri kararıp basiretleri bağlanmış, dış projelere işbirlikçilik karşılığı taşındıkları geçici makamlarla gururlanıp enaniyetleri kabarmış kadroların, bu millete ve ülkeye kalıcı ve kapsayıcı hizmetler yapacaklarına inanmak, benim imanıma, Kur’an’ıma, aklıma ve vicdanıma uymamaktadır. Onbeş yıllık iktidarları boyunca, icraatlarının çoğu da, hem İslami kurallara hem de Milli çıkarlarımıza aykırıdır. Zaten AKP iktidarının yaptığı en
büyük iki tahribat:

1- Müsned (sarih Ayet ve sahih Hadis senetli-destekli) İslamiyeti laçkalaştırıp
yozlaştırmak, Ulvi dinimizi siyasi istismar aracı yapmaktır. Kur’ani prensipleri Batı Demokrasisinin bir aksesuarı gibi kullanmaktır.

2- Müsbet Milliyetçiliği ise ırkçılık ve ayrımcılık gibi yorumlayıp, Milli birlik ve dirlik bağlarımızı koparacak derecede, köken ve kültür farkını kışkırtmaktır. Oysa aziz Milletimizin manevi mayası İSLAMİYET, tarihi kimyası müspet
milliyetçilik olmaktadır.

Ama kaderin, bunları kullanarak ve “Hayrül Makirin” sıfatına uygun olarak bazı büyük inkılaplara zemin hazırlayıcı adımlar attırması ve müstehak oldukları kuyularını kendilerine kazdırıp, intikamını işledikleri suçun cinsinden alması bir sünnetullahtır.

Başbakan Binali Yıldırım’ın, "Dünyada (Türkiye gibi) aynı anda bu kadar terör örgütüyle mücadele eden başka hiçbir ülke bulunmamaktadır. Bunun sebebi ise; emperyal hayallerin ülkemizin civarındaki komşularımız üzerindeki hesaplarıdır. Suriye'de, Irak'ta son 5-6 yıl içerisinde yaşanan istikrarsızlık, otorite boşluğu terör örgütleri için mükemmel bir ortam oluşturmuştur. Burada en büyük zararı gören ülke de Türkiye olmuştur. Şimdi dünya, DEAŞ ile yatıyor, DEAŞ ile kalkıyor... Onlar DEAŞ ile yalandan mücadele ediyor, sadece lafını yapıyor. Asıl mücadeleyi yapan, sadece Türki’yedir... Amerika'nın da bir halt
ettiği yok, diğerlerinin de bir şey yaptığı yok. Laftan başka bir şey yok. YPG’ye PYD’ye açıkça silâh veriyorlar, 'Türkiye'de daha fazla anarşi olsun, daha fazla terör olsun' diye bunları yapıyorlar. Bu dostluğa sığmaz. Yeni yönetimden beklentimiz artık bu kepazeliğe bir son vermesidir. Biz yeni yönetimi sorumlu tutmuyoruz bundan. Çünkü bu Obama yönetiminin marifetidir. Terör örgütünü kullanarak terörle mücadele etmek, mafyayı kullanarak mafyayı alt etmek gibi bir şeydir" (Yani ABD bir mafya devletidir ve bunlara nasıl güvenilecektir?) Şimdi bunlara soruyoruz: Siz "Türkiye ile mi bir olacaksınız, yoksa bu alçak terör örgütlerine kucak mı açacaksınız?" çıkışları haklıydı, ama hem çok geç kalınmıştı hem de bunların gereği halâ yapılmamaktaydı.

Ayrıca Başbakan Binali Yıldırım, "Irak'ta otorite olmazsa, Suriye'de otorite olmazsa, (buralarda) devlet kalmazsa herhalde biz güvende olamayız. Onun için (biz bu ülkelerle) ilişkilerimizi düzeltmekle başladık." Sözleriyle tarihi bir
itirafta bulunmuşlardı.

Sn. Binali Yıldırım bu çıkışlarıyla:

1- ABD, AB ve İsrail’in, Irak ve Suriye’de otorite boşluğu oluşturup terör örgütlerine zemin hazırladıklarını,

2- Suriye ve Irak’ın, emperyalist Siyonist hesaplar için karıştırılıp parçalandığını ve AKP Türkiye’sini de bu işgallerde taşeron olarak kullandıklarını,

3- Bu sinsi ve şeytani odakların asıl nihai hesaplarını ise; Türkiye’yi kuşatıp karıştırmak ve parçalamak üzerine kurguladıklarını,

4- Ve sonunda açıkça terör örgütlerine arka çıkıp Türkiye’yi yalnız bıraktıklarını ve arkadan vurduklarını,

5- Böylece Milli Çözüm Dergimizin ve diğer duyarlı çevrelerin yıllardır uyardıkları gerçeklerin farkına yeni vardıklarını itiraf etmiş olmaktalardı.
Ama halâ Amerika’nın, hem FETO kalkışmasında, hem DEAŞ-PYD kışkırtmasında merkez karargâh olarak kullandığı İNCİRLİK Üssü’nün bu hainlere kapatılmaması ve Türkiye’nin aynı mahfillerce telefon talimatıyla yönetilmesinin yolunu açacak “BAŞKANLIK” sisteminin savunulması, yapılan itirafların bile sonuçsuz kalacağı kuşkusunu uyandırmaktaydı.

Rahmetli Mahir Kaynak 2006 sonlarında çıktığı İskele Sancak isimli bir açıkoturum programında garip iddialar dile getirmişti. Eski istihbaratçı Prof. Mahir Kaynak, yürüyen süreçle ilgili şunları söylemişti. “Türkiye’de
Sn. Erdoğan, ülkeye başbakan olarak getirilirken eşi yeni tesettüre girmişti. Türkiye’de bu iktidar iyice ehlileştirilince bundan sonraki süreçte AKP iktidarı başörtüsü sorununu da çözecektir. Çünkü Türkiye’de başörtü sorunu sunidir”
anlamında laflar etmişti.

Ardından Mahir Kaynak:

“Türkiye’de iktidarı halk seçer, halk getirir halk götürür” sanılması bir yanılgıdır. ABD dahil hiçbir ülkede iktidarlar kendi iç dinamikleri ile o makama taşınmamaktadır. Burada ya hükümeti istifaya zorlayacaklar ya da başka şeyler yaşanacak ve iktidar gizli dayatmalara razı olacaktır” yorumlarını dile getirmişti.

28 Şubat Sırları ve Recep Tayyib Bey’in “Sırçalanması”

Bu anlatacaklarımız 04 Aralık 2006 tarihli Milli Çözüm Dergimizde de yazılmıştı ve önemli bir rapordan alıntı yapılmıştı: Sizlere şimdi aktaracağım olayları bana nakleden, uzun yıllar Türk Silahlı Kuvvetleri'nde görev üstlenmiş ve görev yaptığı her kademede, statü ve rol'ünün bütün gereklerini fazlasıyla yerine getirmiş seçkin bir Türk Subayıdır. Benim de, ender arkadaşlarımdan birisi konumundadır. İşte onun iki anısı: "27 Şubat günüydü, çok değer verdiğim bir büyüğüm bana telefon ile ulaşmış ve "Komutanım, fakirhanemize gelebilir misiniz; Hoca Efendinin (Necmettin ERBAKAN’ı kastederek) bir müşkülü var" ricasında bulunmuşlardı. Ben saat 17:30 civarında arkadaşımın bürosundaydım. Büroda Erbakan'ın çok güvendiği milletvekillerinden biri de vardı. Selamlama ve hâl hatır sormadan sonra konuya giriş yapıldı. 28 Şubat günü yapılacak MGK toplantısı öncesi Erbakan'a ulaşan bazı bilgiler ortaya konuldu ve değerlendirmem soruldu.

Kendilerine kısaca değerlendirmemi yaptıktan sonra, ana hatları ile şunları aktardım:

Org. Çevik BİR bu olayın beyni değildir, esas beyin Ahmet ÇÖREKÇİ'dir. Çevik BİR, mükemmel bir maşa yerindedir. Bedeli mukabilinde 'her şeyi' yapan bir tıynettedir. Sizleri yıkmak için aleyhinizde kullanılan malzemenin kaynakları iki çok değerli(!) milletvekilinizdir. Birincisi A.G; ikincisi A.L.Ş. Bu gelişmelerin asıl sebebi; 'Laik' düzenin korunması değildir. İstanbul Dükalığı'nın Anadolu Kaplanları karşısında zorlanması ve gerilemesidir. İkinci sebebi; kurmuş olduğunuz 'havuz sistemi', 'rantiye'yi' rahatsız etmiştir. Rantiye sülüklerinin yaşaması için, devletin onlara borçlanması gerekmektedir.

Türkiye'nin baronları, bu borçlanmalar yolu ile İLLUMİNATİ'ye yıllık olarak
75 milyar dolar aktarıvermektedir, Erbakan Hoca’nın Havuz sistemi bu işi
engellemektedir.

Üçüncü sebebi; gündeme getirilen 'kesintisiz eğitim' sistemi; aslında Türkiye'nin orta tabakası ile fakir kesiminin, yükseköğrenim yapmasını engellemenin bir girişimidir. Bu oyuna gelmeyin. Bunun için, konuyu dayatan Türk Silahlı Kuvvetleri üst yönetiminin malum kesiminden bir şeyler isteyin... Bu nedenlerle, hemen bu gece bir 'Basın Toplantısı' metni hazırlayın. Bu metinde, hükümetin TSK'nın bazı unsurları tarafından 'tehdit' edildiğini beyan ederek, hem HÜKÜMET'ten hem de MİLLETVEKİLLİĞİ'nden İSTAFA'nızı açıklayın. Ayrıca yarınki MGK'da, TSK'daki cuntanın dayatmaları gündeme
gelirse siz de şu teklifi yapın: “Hükümetimiz, kesintisiz eğitim için, MEB bütçesine bütçede verilen ödenek kadar bir ek ödenek ayıracaktır, bu konuda TSK'nın duyarlılığı da dikkate alınarak Savunma Sanayi Fonu'ndan % 20 kesinti yapılarak, bu kesinti MEB bütçesine aktarılacaktır!”

Ve yine son günlerde, 'emir-komuta' zinciri dışına kayarak; TSK çok başlıymış gibi algılanan, 'demokrasi' dışına çıkan, haddini aşan, yasa tanımaz bazı generaller hakkında Yüksek Askeri Şura'nın yarın toplanarak haklarında gerekli işlemi yapması sağlanmalıdır.

Eğer bu teklifleriniz onaylanırsa yola devam kararı alın, HAYIR denilirse, MGK
toplantısına bir sonraki gün devam edilmesi kararını verip çıkın ve Basın Toplantısı yaparak, daha önceden hazırladığınız metinle hükümetin İSTİFA'sını açıklayın. Yok eğer MGK'da dümen suyuna girerseniz, sonunuz olacaktır ve sizin yerinize onların emirlerini yapacak birileri bulunacaktır. Direnir ve istifa ederseniz, ileride tek başınıza iktidar şansı yakalanacaktı. Ama bu dediklerimin aksi yapıldı, bu olaylar onların sonunu hazırladı. Türkiye için de en büyük felaketin yolu açıldı."

Bu deneyimli ve milli gayretli emekli subayımızın tespit ve tavsiyeleri, zahiren ve milli bir hükümeti kurtarma penceresinden çok doğru ve değerli görüşleriydi. Ama evrensel siyaset ve yüksek strateji açısından yanlış ve tehlikeliydi. Ve Erbakan Hoca, geçici ve küçük parti hesaplarını değil, kalıcı ve büyük ülke çıkarlarını tercih etmişti. Çünkü malum ve mel’un merkezlerin; REFAH-YOL’un iktidardan uzaklaştırılmaması durumunda, “Büny esindeki Milli ekiple, kirli cepheyi çatıştırmak suretiyle ordumuzu yıpratma ve Türkiye’nin yıkılışını kolaylaştırma hıyanetlerini” sezmiş hükümetini ve partisini feda ederek, ülkeyi ve geleceğimizi koruma feraset ve faziletini göstermişti.

Diğer olay da, Sn. Recep T. Erdoğan’la alakalıydı.

"O süreçte Sn. Erdoğan hakkında Devlet Güvenlik Mahkemesini devreye sokmuşlardı.

Yine aynı arkadaşım beni bürosuna çağırmış ve sonra AKP milletvekili olan RTE'nin avukatı ile tanıştırmıştı. Avukat bana, "Erdoğan’ı nasıl kurtarabiliriz?" diye sormuşlardı.

Ben de araştırmam gerektiğini söyleyip ayrıldım. Kısa bir araştırmadan sonra Sn. Erdoğan’ın mahkûm olması için Kürt Baron'un 1 trilyon 250 milyar TL, yardımcısı ve Ermeni dönmesi bir Büyükşehir Belediye Başkan'ının da 750 milyar TL'lik bütçe oluşturduklarını saptadım. Aslında bütün bunlar Sn. Erdoğan’ı sıkıştırma ve hizaya sokma hazırlıklarıydı. İki gün sonra, malum avukatla aynı büroda buluştuk ve kendilerine şunu aktardım: “2
trilyon 100 milyara bu iş kapanır. Parayı bulun ve dediğim kişilerle temasa kurun, Sn. Erdoğan’a hiçbir şey olmayacaktır, bu tezgâhlar ehlileştirme operasyonlarıdır!.”

Bu sözlerim üzerine malum avukat boynuma sarıldı ve akla gelmeyecek dualarla bana teşekkürler yağdırdı. Aradan 10 gün geçmişti ki, arkadaşım beni yine bürosuna çağırdı ve; "Komutanım hiç ses çıkmadı, neler oluyor sizce?" diye sızlandı. Avukat arkadaşını aramasını söyledim, o da dediğimi yaptı. Yaptığı konuşmasını bana dinlettirecek şekilde telefonu ayarladı. Karşısına çıkan avukat arkadaşıma şunları açıklamıştı:

"Artık vazgeçtik, Allah'ın takdirine sığınıyoruz. Böylesi daha iyi olacaktır!"
Arkadaşım bana şaşkın ifadelerle bakarken ben olayı çakmıştım. Şaşıran arkadaşıma şunları hatırlattım: “Demek oluyor ki dış güçler, AKP'yi ve Recep Beyi tek başına iktidara getirmeye kararı almışlardı. Milletvekili olmak istiyorsan tam zamanıdır. Sıralamaya bakmadan aday ol ve yerini sağlamlaştır!”

Arkadaşım, bana: "Haydi canım, bu kanaate nerden vardın?" deyince, 'Milletvekili Genel Seçimleri'nden sonra görüşürüz', deyip oradan ayrıldım. Sonrasında hiç görüşemedik, çünkü dediğimi yapmış ve milletvekili olarak TBMM'ye kapağı atmıştı!" Evet işte sizlere 28 ŞUBAT gerçeğinin perde arkası ve AKP’nin iktidar macerası!

Bu arada şu gizli gerçeği de hatırlatmış olalım: Yenilikçi takımının Milli Görüşten ayrılma sürecinde, güya Erbakan’a bağlılık rolüyle, Tayyip bey ve yoldaşlarına zahiren çok sert davranıp kışkırtan ve partiden kopmalarına bahane hazırlayan ise Oğuzhan Asiltürk ve Şevket Kazan olmaktaydı… Ama şimdi aynı Oğuzhan ve Recai Kutan sıklıkla Sn. Erdoğan’la buluşmakta, önemli tayin, terfi ve ihale işlerinde aracılık yapmaktalardı.

Bir hayal aleminde küresel çetenin reisine Dünyayı nasıl yönettiklerini merak ettiğimi hatırlattım. Basit bir soruya cevap veren bir insanın edasıyla konuşmaya başladı:

Aslında yöntemimiz çok basit ve kolaydır. Saat yönünde dönen bir dişliyi düşünün anlayacaksınız. Eğer siz hareketin bu yönde olmasını istemiyorsanız, dişliyi ters yöne zorlarsınız. Oysa biz bu dişlinin yanına uygun başka bir dişli koyarız ve hareketi saatin ters yönüne çevirmeyi sağlarız. Yani var olan gücü değiştirmek yerine, onun potansiyelini kendi istediğimiz yöne çevirir ve kullanırız. Milliyetçiden ülkesi aleyhine yararlanmak, dindara inançlarının yasakladığı şeyleri yaptırmak, sosyalisti kapitalizmin en uç çizgisinde kullanmak mümkündür ve işte biz bunu yaparız. Biz bu dişlileri belirler
ve onları devreye sokarız. İşimiz bir mühendisinkine benzer ve bu nedenle bizim toplum mühendisliği yaptığımız sıkça gündeme taşınır. Bizim için insanların bir şeye inanması yeterlidir ve bu inancın niteliğinin bize bir engeli bulunmamaktadır. Uygun dişliler aracılığıyla hareketi istediğimiz yöne çevirmeyi başarırız. Mesela siz PKK ile mücadele ettiniz, büyük bedeller
ödediniz ama sonunda bizim önceden planladığımız Kürt oluşumuna razı olacak duruma gelip dayandınız. 1980’de dünyanın en bağımsız ülkelerinden biri idiniz ama şimdi daha fazla bağımsızlık isteyenlerin gayretleri ile global dünyanın bir parçası olup çıktınız. Şu anda İslam dünyasında bazı gruplar inançları için mücadele ettiğini sanmaktadır, ama bu inancın bir şiddet ve nefret kültürüne dönüşmesinden başka bir işe yaramamaktadır.

Dünya üzerindeki sol hareketi, onu bir düşünce akımı olmaktan çıkarıp şiddet kullanan solcular eliyle bitirdiğimizin halâ farkına varılamamıştır. Bütün bunları gerçekleştirirken “Yedek çarklarla yön değiştirme ve kendi hedeflerimize hizmet ettirme” yöntemini kullanmışızdır.

2 Cİ BÖLÜM  İLE DEVAM  EDECETİR..

***

23 Ekim 2017 Pazartesi

AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 5


AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 5



5.REFERANDUM SONRASI VE GÜNEY KIBRIS’IN AB ÜYELİĞİNİN ARDINDAN ADADAKİ DURUM

Referandumun ardından Türk tarafına yönelik “çözümsüzlük yanlısı”  algılamaları yön değiştirmiş, Rum tarafının uluslararası alanda psikolojik olarak eli zayıflamıştır. Fakat yine de bu değişim Türk tarafının üzerindeki izolasyonların kaldırılmasını ya da KKTC’nin tanınmasını sağlayamamıştır. Aksine referandum sonrası süreçte Rum tarafı AB üyeliği ile beraber rehavete kapılarak çözüm girişimlerine olumlu yaklaşmamıştır. 
Türkiye ise yaptığı açıklamada 1 Mayıs 2004’te Rumların, adanın tamamını temsil etmeye yetkili olmadıkları gibi, adanın tamamı üzerinde yetki ve egemenliklerinin de bulunmadığını, bundan sonra da Türkiye'nin KKTC'yi tanımaya devam edeceğini açıklamıştır. Aynı şekilde Güney Kıbrıs'ın AB'ye girişinin Türkiye'nin 1960 Anlaşmalarına dayanan Kıbrıs üzerindeki hak ve yükümlülüklerine hiçbir şekilde halel getiremeyeceği vurgulanmıştır. 
Türkiye ise referandum sonrası uzlaşılmaz taraf olmadığını göstermiş ve referandumda çıkan sonucu özellikle Türkiye-AB ilişkileri konusunda kendi yararına kullanmak istemiştir. Fakat bu konuda bir derece rahatlama görülse bile istenen ölçüde başarı sağlanamamıştır.
3 Haziran 2004 tarihinde BM Genel Sekreteri İyi Niyet Misyonu ve müzakere sürecine ilişkin 28 Mayıs’ta hazırladığı raporu sunmuştur. Raporda referandum sonrası Kıbrıs Türklerinin durumunun uluslararası camia tarafından ele alınmasının gerekliliği ve onları dünyadan tecrit etmenin yanlış olduğu belirtilmiştir. Genel Sekreter Kıbrıs Türklerine yönelik ambargo ve kısıtlamaların sona erdirilmesi için uluslararası camiaya ve Güvenlik Konseyi’ne çağrıda bulunmuştur. Raporda ayrıca Kıbrıs’ta kalıcı bir çözümün siyasi eşitlik ve ortaklı temeline dayalı olması gerektiği belirtilmiş, planın başarısız olma nedeni Rum tarafına yüklenmiştir. Kısacası Genel Sekreter raporuyla Rum tarafının Annan Planına değil, çözüme karşı olduklarını dile getirmiştir.  Buna karşı Türkiye’nin “çözüm istemeyen taraf” olarak görülen rolü Rum tarafına geçmiştir. Fakat Rusya zaten önceden de veto kullanacağı uyarısında bulunmuş ve rapor etkili olamamıştır.

16-17 Aralık 2004'teki AB Brüksel Zirvesine gelindiğinde zirvenin sonuç bildirgesinde Türkiye ile müzakerelerin 3 Ekim 2005’te başlaması kararlaştırılmıştır. Referandumdaki tutumu nedeniyle AB üyesi ülkelerle ilişkileri olumsuz olan Papadopulus ise müzakere tarihi konusunda Türkiye’yi engelleyememiştir. Türkiye,  yeni üyelerle Gümrük Birliği Uyum Protokolü imzalamayı kabul etmiş, ancak bunun GKRY'ni tanındığı anlamına gelmediğini belirtmiştir. Türkiye'nin bu açıklamasının üzerine ise AB karşı bildiri yayınlamış ve Türk limanlarının GKRY gemilerine açılmadıkça müzakerelerin ilerlemeyeceğini açıklamıştır. Bu baskılar üzerine Türkiye Dışişleri Bakanlığı kararlı bir şekilde Türklere yönelik baskılar kalkmadıkça ve çözüm bulunmadıkça limanların açılmayacağını ve GKRY'nin tanınamayacağını belirtmiştir. 
Referandum sonrası AK Parti hükümeti, İslam Konferansı Örgütünde Kıbrıs konusunda girişimlerde bulunmuştur. Mayıs 2004’te Erdoğan KKTC’nin statüsünün yükseltilebileceği mesajını vermiştir. Türkiye’nin bu diplomatik girişimleri sonucu Haziran 2004’te olumlu sonuç vererek, KKTC’nin İKÖ toplantılarına KKTC yerine Annan Planı’na da uyumlu olan “Kıbrıs Türk Devleti” sıfatıyla katılması kararlaştırılmıştır. Fakat yine de İKÖ üyeliği söz konusu olmamaktadır. Diplomatik başarı olarak kamuoyuna sunulan bu gelişme diplomatik bir krize neden olmuş, AB Dönem Başkanı Hollanda KKTC’nin yeni adıyla temsil edileceği AB-İKÖ Forumuna katılamayacağını açıklamış, diğer AB üyelerinin de katılmamalarını önermiştir. Kriz yaşamak istemeyen Türkiye ise İKÖ toplantısının iptal edilmesini sağlamıştır.  Bu gelişme ise Türkiye’nin Kıbrıs sorunun da pek fazla hareket edemediğini göstermektedir. 
Bu arada 20 Şubat 2005’te gerçekleşen KKTC’de genel seçimlerine göz atarsak; CTP %44.45 oy ile 24 milletvekili ile birinci parti olmuş, UBP %31.71 oyla 19 milletvekili, DP %13.49 oyla 6 milletvekili, BDH ise %5.81 oy ile 1 milletvekili çıkarmıştır. DP-CTP koalisyonu oluşturulmuş, 17 Nisan 2005'te ki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise koalisyon lideri Mehmet Ali Talat cumhurbaşkanı olmuştur. 1976’dan beri aday olan Rauf Denktaş ise 17 Nisan seçimlerine katılmamıştır. 9 Mayıs’ta ise Başbakan Ferdi Sabit Soyer’in kurduğu yeni hükümet göreve başlamıştır.  

29 Temmuz 2005 tarihine gelindiğinde, Türkiye’nin Aralık 2004’te ki AB Brüksel Zirvesinde imzalamayı taahhüt ettiği 1963 Ankara Anlaşması’nı tüm AB ülkelerine genişleten “Uyum Protokolü” imzalanmıştır. Ayrıca bu protokol imzalanırken GKRY’nin tanınmadığı da kayda geçirilmiştir. Fakat Türkiye’nin protokolü imzalarken yaptığı deklarasyona cevaben AB karşı bir deklarasyona yayınlamıştır. 

Referandum sonrası yapılan bir diğer girişim ise adaya “doğrudan uçuşlar” konusundadır. Kıbrıs ekonomisinde turizm önemli yer tutmaktadır. Adaya uçuş süre ve mesafesinin uzun olması ve ücretlerinde fazla olmasından dolayı soruna çözüm bulunmak istenmiştir. Kıbrıs’a Türkiye dışında başka bir ülkeden doğrudan uçuş yapılamamaktadır, bu da izolasyonların kaldırılmasını gerektirmektedir. Bu konuda ABD’li yetkililer Ekim 2004’te Ercan Havaalanına incelemeler yapmış ama bu faaliyetleri doğrudan uçuşların başlaması sonucunu vermemiştir. Bu yönde Azerbaycan Ağustos 2005’te somut bir adım atmış Ercan-Bakü arası tek bir doğrudan uçuş gerçekleştirmiştir. Bu uçuşla 31 yıl aradan sonra ilk kez Türkiye dışından bir ülkeden Kuzey Kıbrıs'a doğrudan uçuş gerçekleştirilmiştir. Rum kesimi ise bu olaya yasadışı olduğu gerekçesini göstererek tepki göstermiştir.    Fakat AB, Avrupa Komşuluk Politikası çerçevesinde ilişki kurduğu Azerbaycan’ın bu programa katılmasını ertelemiş ve Azerbaycan vazgeçmiştir. Öte yandan referandum sonuçları hakkında Aliyev’in KKTC’yi tanımada ön sıralarda yer alma vaadi sonraları, Yukarı Karabağ konusunda örnek olabileceği düşüncesiyle rafa kaldırılmıştır. 

Doğrudan uçuşlar ile ilgili diğer bir girişimde Aralık 2006’da İngiltere Başbakanı Blair’den Ankara ziyareti sırasında gelmiştir. Blair, uluslararası hukuk çerçevesinde mümkün olduğu kadar Kuzey Kıbrıs’a doğrudan uçuşlar gerçekleştirmeye çalışacaklarını belirtmiş, ancak somut adımlar atılmamıştır. Bunun üzerine Kıbrıs Türk Hava Yolları İngiliz Sivil Havacılık Otoritesine doğrudan uçuşlar başvurusu yaptıysa da bu başvuru uluslararası hukuka aykırılık gerekçesi ile reddedilmiştir. Kısacası doğrudan uçuşlar ile ilgili Türklerin hiçbir talebi karşılık bulamamış, Kıbrıs Türklerinin mağduriyetleri çözülememiştir.
Bir diğer girişim 24 Ocak 2006’da ise dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün girişimiyle sorunun çözümüne yönelik bir Eylem Planı ile yeni bir girişim başlamıştır. 10 maddeden oluşan bu planda Türkleri üzerindeki kısıtlama ve ambargoların kaldırılması amacıyla Türklerin limanlarını ve hava alanlarını Kıbrıs Rum bandıralı gemi ve uçaklara açılmasını öngörmekteydi. Uluslararası toplum tarafından destek gören bu plan Rum tarafınca hemen reddedildi. 
15 Haziran 2006'da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Kuzey Kıbrıs'a yönelik ambargolar kaldırılmadıkça Türkiye'nin AB baskılarına boyun eğmeyeceğini ve Kıbrıs'a limanlarını açmayacağını belirterek kararlı bir tutum sergilemiştir.
8 Temmuz 2006'da Cumhurbaşkanı Talat ile GKRY lideri Papadopulos, BM Genel Sekreter Siyasi İşler Yardımcısı İbrahim Gambari'nin eşliğinde görüşme gerçekleştirmiş, bu mutabakat sonunda varılmış olan karar ve "İlkeler Dizisi" kabul edilmiştir. Fakat sorunun özünü ilgilendiren bu kararlar GKRY'nin engellemeleri nedeniyle ilerleme kaydedilmemiştir. 

KKTC’nin kapsamlı bir çözüme yönelik girişimlerinde biri de 5 Eylül 2007’de Talat-Papadopulos görüşmesidir. İki lider bu tarihte BM gözetiminde ilk kez bir araya gelmiş, görüşmelerin en kısa zamanda başlaması gerektiği konusunda uzlaşmıştır.  

Sonuç olarak referandum esnasında adada dünyaya entegre olmak, ticaret yapmak isteyen çevreler “evet” oyu vermiş, ancak referandum sonrası bu istekler gerçekleşememiştir. Rum ve Yunan yetkililerin açıklamaları ve AB’nin takındığı tavırların gösterdiği üzere amaç KKTC’nin tanınması, izolasyonların kaldırılması, ambargoların hafifletilmesi değil, Kıbrıs Türklerini ekonomik olarak zor durumda bırakarak teslim olmaya zorlamak ve egemenlik haklarını elinden almaktır. Böylelikle Rum, Yunan ve AB adada ambargoları sürdürerek Kıbrıslı Türklerin Türkiye ile bağlantılıları koparmak, adanın Yunanistan’a yakınlaşmasını sağlamak ve de adadaki Türkleri Batı Trakya’da olduğu gibi azınlık durumuna düşürmek istemişlerdir.

6.TARİHTEN GÜNÜMÜZE KIBRIS SORUNUNUN “AVRUPALILAŞMASI” VE BU BAĞLAMDA YUNANİSTAN İLE İLİŞKİLER:

Yunanistan, 1981 yılında Avrupa Topluluğu’na üye olmuş, Kıbrıs Sorunu AB/AT’nin iç sorunlarından biri hâline gelmiştir. Bunun nedeni ise 1981’den itibaren Yunanistan’ın üyeliği sayesinde AB kurumlarını Rum tarafı lehine karar almaya zorlaması olmuştur. Kıbrıs Rum Kesimi’nin topluluğa üyelik başvurusu ise 1990’da gerçekleşmiş, üyeliğin 1993’te olumlu karşılanması ile Kıbrıs Sorunu nitelik değiştirmiştir. 1950’lerden beri Türk-Yunan ve belirli ölçüde İngiliz ilişkilerinin bir konusu olan Kıbrıs Sorunu Rum tarafının tam üyelik başvurusuyla beraber “Avrupalılaşma” ya başlamıştır. “Avrupalılaşma” 1990’lı yıllarda başlayan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirve kararları ile adım adım Türkiye-AB İlişkilerinin kilit noktası hâline gelmesiyle mümkün olmuştur. Bununla birlikte Rum tarafını çözüme teşvik eden bir unsur kalmamıştır.
Türkiye ise 1987’de AT’ na tam üyelik başvurusunda bulunmuştur. 1989 yılında AT Komisyonu, Türkiye’nin üyeliği konusunda Kıbrıs sorununa bir çözümün ilk şart olduğunu açıklamıştır. Bu tarihten itibaren Kıbrıs sorununa dair her türlü belgede ya da Zirve sonuç belgelerinde sorununun sorumlusu olarak Türkiye gösterilmiştir. 

4 Temmuz 1990’da ise Rum tarafı Kıbrıs adasının tamamı adına AB’ye üyelik başvurusunda bulunmuş, Türkiye’nin itirazlarına rağmen AB Komisyonu 17 Ekim 1993’te ise Rumları tam üyeliğe uygun bulunmuş ve üyelik süreci başlamıştır. Güney Kıbrıs’ın tam üyelik başvurusunun ardından 1994 Korfu Zirvesi’nde Kıbrıs sorununda Rumları çözüm yönünde eylemsizliğe sürükleyen ilk karar alınmıştır. Zirvede Kıbrıs sorununun çözümü Kıbrıs için müzakerelere başlama şartı olmaktan çıkarılma kararı alınmıştır. Ayrıca Türkiye Gümrük Birliği müzakereleri bu zirvede pazarlık unsuru olarak kullanılmıştır. Yunanistan’ın veto tehdidi ışığında gerçekleşen zirvede Yunanistan, Kıbrıs ile müzakerelere başlaması için kabul edilebilir bir tarih vermedikçe Türkiye’nin Gümrük Birliği üyeliğine onay vermeyeceğini açıklamıştır. Sonraki yıllarda gerçekleşen 1996 Dublin Zirvesi’nde, 1997 gerçekleşen Gündem 2000’de, 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde yine soruna yönelik kararlar alınmıştır. 

10-11 Aralık 1999 tarihli Helsinki Zirvesi ise Türk-Yunan ilişkilerindeki yumuşamanın ilk somut sonucu olmuştur.  Zirve sürecinin sonundaki bildiride Türkiye aday ülkeler arasında sayılmış, Yunanistan'da buna karşı çıkmamıştır. Kıbrıs konusunda ise AB Konseyi, politik bir çözümün Kıbrıs'ın AB'ye katılımını kolaylaştıracağının altı çizilmiştir. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılamamış olursa, Konsey'in üyelik konusundaki kararı bir ön şart olmaksızın verileceği belirtilmiştir. Yani Helsinki'de bölünmüşlük sorununa çözüm bulunmadan Kıbrıs'ın AB'ye üye olabileceği açıklanmıştır. Ayrıca Kıbrıs’ta çözümün Türkiye’nin AB üyeliği için bir önkoşul olmadığı belirtilmiş, diğer yandan üstü kapalı biçimde de olsa Türkiye'nin üyelik sürecinin Ege ve Kıbrıs sorunlarında kaydedilecek ilerlemelerden etkileneceği belirtilmiştir.  Bununla beraber 2004’te gerçekleşen Annan Planı referandumuna Rumlar Helsinki Zirve kararlarının rahatlığıyla girmiş ve çözümden yana bir tutum sergilememiştir.

7.DOĞU AKDENİZDEKİ YETKİ ALANI SORUNLARI

2001 yılından itibaren Yunanistan ve GKRY basınında Doğu Akdeniz'de özellikle Kıbrıs'ın güneyinde zengin petrol ve doğalgaz yatakları bulunduğu belirtilmiş ve beraberinde kıta sahanlığı sınırlandırılması uyuşmazlıkları süregelmiştir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, AB adına rant elde etmeye çalışarak yaptığı girişimler sonucunda Doğu Akdeniz bölgesinde Mısır, Lübnan, Suriye ve İsrail ile bazı deniz alanları üzerine anlaşma yapma aşamasına gelinmiştir. Güney Rum Yönetimi Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması yaparak Rum Yönetimi tüm ada adına hareket etmiştir. Bu antlaşma Annan Planına dahil edilmiş, ancak Türkiye’nin bunu kabul etmediği kayıtlara geçmiştir. Ve Türkiye 2004’ten 2010’a kadar MEB Anlaşmasını kabul etmediğini BM’e de belirtmiştir. Türkiye’de tedbir için Güney Kıbrıs’a nota vermiştir. Şubat 2007’de Güney Kıbrıs 13 adet arama ruhsatı satışa çıkarmasıyla Türkiye ile ilişkileri gerilmiştir. Amerikalı şirketlerde belirtilen sahalarda arama yapmak için teklif vermişlerdir. Türkiye söz konusu Petrol ve doğalgaz araştırmalarına tepkisi savaş gemilerini belirtilen sahalarda sismik araştırma yapan gemilere müdahale ederek bölgeyi terk etmelerini sağlamak olmuştur. Ağustos 2007’de ise Türkiye, Kıbrıs’ın batısından bir bölgede TPAO’ya arama ruhsatı vererek burasının kendi kıta sahanlığının bir parçası olarak gördüğünü üstü kapalı olarak ortaya koymuştur. Kasım 2008’de ise Türkiye, Yunan savaş gemilerine rağmen bölgede jeofizik araştırmalar yapmış, ardından gerginlikler artarak sürmüştür. 

17 Aralık 2010'de Rum Yönetimi ile MEB imzalayan bir diğer ülke İsrail olmuştur. Bu esnada GKRY'nin açtığı ihale sonucu ABD'de bulunan Noble şirketi 18 Eylül 2011'de sondaj çalışmalarına başlamıştır. Bu olay Türkiye tarafından oldukça tepki almıştır. Bir diğer Türkiye'nin tepkisini çeken olay ise 11 Şubat 2012'de ise AB Resmi gazetesinde yayımlanan duyuruda GKRY'nin sözde münhasır ekonomik bölgesinde yeni bir uluslararası hidrokarbon arama ruhsat ihalesine çıktığının öğrenilmesi olmuştur. Türk Dışişleri Bakanlığı basın açıklaması ile Rumları bu sorumsuz adımlarından ötürü protesto ettiğini açıklamıştır. Diğer bir önemi gelişme 21 Eylül 2011'de Türkiye-KKTC arasında imzalanan Kıta Sahanlığı Anlaşması olmuştur.  Rum Yönetiminin Doğu Akdeniz’deki bencil politikalarını Yunanistan’da destek vermiş, bu da Türk-Yunan ilişkilerinde daha da çatlaklara neden olmuştur.

Eylül 2011’de Ban Ki-moon deniz zenginliklerinin kullanılması konusunda bir öneri yapmıştır. Kaynakların birlikte çıkarılmasını, daha sonra oluşturulacak bir komite tarafından alınan kararlarla da taraflar arasında paylaşılmasını önermiştir. Fakat bu öneri Rum Yönetimi tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarına halel getirdiği gerekçesi ile reddedilmiştir.
Türkiye ise kıta sahanlığının ihlâl ediliyor olmasından ötürü olaylara sessiz kalmamış, Doğu Akdeniz’de etkinliğini göstermek istemiştir. KKTC ise deniz yetki alanlarındaki sorunların ve zenginliklerin paylaşımının müzakereler sonucu bir çözüm bulunduktan sonraya bırakılmasını savunmaktadır. Ayrıca süregelen gelişmeler sonucu Ortadoğu devletleri de işin içine girerek deniz yetki alanları konusu oldukça karmaşık bir hâle gelmiştir.

8.KKTC’DE LİDER DEĞİŞİKLİĞİ: DERVİŞ EROĞLU DÖNEMİ

Seçimleri uluslararası kamuoyu da dikkatle izlemiştir, Eroğlu'nun seçilmesi hâlinde çözüm yönündeki çalışmaları sekteye uğratacağı düşünülmüştür. Hatta adaya uzun süre uğramayan BM Genel Sekreteri Ban'da seçimlere az bir süre kala adayı ziyaret etmiştir. Türkiye'de çözümü destekleyen AK Parti hükümeti ise adadaki taraflara eşit mesafede duruş sergilese bile, süreçte mevcut yönetimin sürmesi ve müzakerelerin devam etmesini istemiştir. Türkiye, Avrupa Birliği sürecinde önemli gördüğü Kıbrıs Sorununda, Rum tarafı, Yunanistan ve uluslararası aktörler de Talat'ı çözüm yönünde daha tavizkâr tutumda olduğu için desteklemektedir.
CTP’nin başarısızlıklarından etkilenen Cumhurbaşkanı Talat olumsuz yönde etkilenmiş ve adada sağ-milliyetçi siyaset yeniden yükselişe geçmeye başlamıştır. 2009 genel seçimlerinde görülen durum 2010’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de görülmüştür. Ve %50.38 oy alan Derviş Eroğlu ilk turda seçilerek Cumhurbaşkanı olmuştur. Seçim sonrası Yunan ve Rum medyaları ise "seçimleri yeni Denktaş kazandı", "çözüm isteyen tek lider Talat kaybetti" şeklinde yorumlamıştır. Eroğlu ise seçilmesinin ardından müzakerelerin devam edeceğini açıklamış, ama 1974 şartlarından geriye dönüş olmayacağını vurgulamış, her fırsatta iki devletin olduğu konfederal çözümü savunmuştur. Talat ve Hristofyas'ın ise müzakere masasında ulaşmaya çalıştıkları çözüm siyasi eşitliğe sahip iki toplumlu tek olarak federasyondur. Yani 1960'ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti'ne geri dönüş söz konusudur.
13 Aralık 2013’e gelindiğinde Atina'da Başbakan Andonis Samaras ardından da Yunan Dışişleri Bakanı Evangelos Venizelos ile görüşen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, mevkidaşı ile beraber Türkiye'nin Kıbrıs için müzakerelerin kısa sürede başlaması konusundaki isteğini ve çözüm yönündeki iradesini göstermiştir. Davutoğlu bu görüşmede Türk-Yunan ilişkilerinin son yıllarda dünyaya örnek olacak ilerlemeler kaydettiğini belirtmiştir. Venizelos ise Kıbrıs halkının kabul edebileceği bir çözümü desteklediklerini belirtmiştir. Türkiye ile Yunanistan müzakerelere cesaret vermek konusunda anlaşmıştır.
Aynı zamanda mevcut hükümetteki AK Parti 2023 açıkladığı 2023 vizyonunda adada eşit ve adil birliktelik istediğini açıkça dile getirmiştir. Türkiye bu zamana kadar Annan Planını onaylayarak barışçıl şekilde üzerine düşen görevi yapmışlardır, ancak Rum tarafı uzlaşmayı tercih etmemiştir. Ardından uzlaşmadan kaçarak BM planını reddeden Rum tarafı ödüllendirilmiştir. Ve Türkiye bu olanların farkındadır. Türkiye hala çözümden yanadır. Kıbrıs Türkleri yalnız değildir. Ayrıca Türkiye, Kıbrıs’ın ekonomik ve yapısal değişimlerine katkı verecek, mali desteğiniz sürdürecektir. Türkiye’nin ada ve çevresinde petrol ve doğalgaz aramaları sürdürülecektir. 

SONUÇ

Yunanistan tarihsel geçmişinin Eski Yunan ve Bizans İmparatorluğu’na dayandığını ileri sürmektedir. Osmanlı İmparatorluğu egemenliği içerisinde geçen yaklaşık 500 küsur yıl kimi tarihçiler için kara dönem, kimi tarihçiler için ise Osmanlı hoşgörüsü ve iki toplumun barış içinde yaşadığı dönem olarak tanımlanmaktadır.
1923 Lozan Barış Antlaşması'ndan kalan sorunlarının çözülmesinin ardından Türkiye ve Yunanistan kalkınma sorunları ile ilgilenmiş, dış tehditler karşısında bir yakınlaşma dönemine girilmiştir. Ancak Atatürk-Venizelos dönemi sorunların çözülmesiyle başlayan bu yakınlaşmanın olduğu tarihlerde Kıbrıs ve Ege gibi belirgin bir sorun bulunmayışından dolayı ilişkiler sorunsuz şekilde sağlanabilmiştir.  II. Dünya Savaşı sırasında Yunanistan'ın işgal edilmesiyle kesintiye uğrasa da 1950'li yılların ortalarına kadar bu yakınlaşma dönemi sürebilmiştir.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki temel meseleler içinde Kıbrıs'ın önemli bir yeri bulunmaktadır. Kıbrıs, Doğu Akdeniz'in ortasında bulunması ve Ortadoğu'ya yakınlığı ile askeri üs niteliğinde olması nedeniyle tarihsel süreçte büyük güçlerin oyun alanı hâline gelmiştir. 
Yunanistan, adada yaşayan Rum nüfusunu kullanarak Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakını gerçekleştirmek için girişimlerde bulunmuştur. Yunanistan'ın bu girişimleri adada kanlı olaylara, darbelere, katliamlara neden olan bir noktadadır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile Türkiye adaya müdahale ederek Kıbrıs’ın Yunanistan'a ilhakını engellemiştir. Atina, Türkiye’nin garantörlük temelinde adaya müdahalesini kabul etmeyerek, adanın Türkiye tarafından işgal edildiğini öne sürmektedir. Yunanistan bunun sonucu Türkiye ile Kıbrıs konusunda baş edemeyeceğini kavrayınca farklı destek arayışlarına girmiştir. Bu destek ise Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin 2004'te AB'ne girmesi ile sağlanmıştır. GKRY' nin AB üyeliğinin ardından ise sorun Türk-Yunan sorunu olmaktan çıkıp Türkiye-AB meselesi hâline gelmiştir.

Türkiye uzun yıllar Kıbrıs Sorunu karşısında geleneksel politikasını korumuştur. 1950’lerden 2000’lere kadar sorun “milli dava” olarak görülmüş ve buna bağlı olarak politika üretilmiştir. Türkiye bu geleneksel Kıbrıs politikası gereği her zaman sorunun iki tarafında siyasi ve hukuki açıdan eşitliğine dayalı olarak çözülmesini istemiştir. Bu çerçevede sorunun BM çatısı altında ve “karşılıklılık” esasına göre çözülmesi amaçlanmıştır. AK Parti hükümetinin Kıbrıs politikasında da bu dalgalanmaya şahit olunmuştur. 1999 Helsinki kararları ve AB süreci ile beraber çözüm politikasında farklı bir dönem başlamıştır. Helsinki Zirvesi sonunda Kıbrıs sorunu üstü kapalı şekilde Türkiye’nin üyelik süreci ile ilişkilendirilmiştir. Hükümetlerin değişmesiyle beraber Kıbrıs politikası zamanla farklılaşsa bile belirli aşamalara gelindiğinde sonra geleneksel politikaya dönülmüştür. AK Parti hükümeti ile beraber ise sorunun çözümü konusunda daha radikal davranılmış, Yunanistan ile ilişkilerde de proaktif bir dış politika seyredilmiş ve de Annan Planı çerçevesinde soruna çözüm bulma arayışlarına girilmiştir. Bu çerçevede uzun yıllar süren Denktaş'ın konfederasyon tezinden uzaklaşarak, Belçika'daki gibi iki toplumlu devlet yönetiminin kurulmasını istemiştir. Ancak Rum kesiminin AB üyeliğini elde etmesi, peşi sıra Türk tarafının aksine Rum tarafının Annan planını reddetmesi Rum tarafının uzlaşılmaz taraf olduğunu tescil etmiştir. Ayrıca AK Parti adada kendi Kıbrıs politikasına paralellik gösteren partileri desteklemiştir. Planın reddi de adadaki siyasette dengeleri değiştirmiştir. AK Parti hükümetinin Kıbrıs politikasını Annan öncesi ve sonrası olarak iki ayaklı düşünülebilir. İlk dört yıllık süreçte AB odaklı olarak plan desteklenmiştir. Ancak referandum sonrası Rum tarafının ikiyüzlülüğü ve çözümden yana olmadığı açıkça tescil edilmiştir. Ayrıca uluslararası kamuoyu ve AB nezdinde Türkiye’nin lehine puan kazanılmıştır.  2009 seçimlerini UBP kazandı ve Derviş Eroğlu Cumhurbaşkanı olmuştur. Eroğlu döneminde de Rum tarafı ile görüşmeler sürdürülmüştür. Günümüze gelindiğimizde ise Türk tarafı ve Rum tarafı hâlâ çözüme yönelik görüşmelere devam etmektedir.
Ancak unutulmaması gereken şey hükümetlerin geçici, ülke dış politika ve duruşlarının kalıcı olduğudur. Hangi iktidar yönetime gelirse gelsin, Kıbrıs ile Türkiye’nin tarihsel geçmişi ve kültürel bağları unutulmamalı, stratejik açıdan da önemli olan bu ada ihmal edilmemeli, iki taraf için en uygun ve barışçı çözüm yöntemi bulunmalıdır.


Efendiler; Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs'a dikkat ediniz. Bu ada bizim için önemlidir.        
1937 Mustafa Kemal ATATÜRK..,


KAYNAKÇA

Kitaplar:

Denktaş Rauf R, Son Çağrı, Ankara: Remzi Kitâbevi, Mart 2007
Erol Mütercimler Erol, Satılık Ada Kıbrıs: Barış Harekâtı’nın Bilinmeyen Öyküsü, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yay. Kasım.
Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, Türk-Yunan İlişkileri ve Megali İdea, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. , Haziran 1985.
İkizer Hasan, Kıbrıs: İki Ulus İki Devlet, Ankara: Kıbrıs Türk Kültür Derneği Yayınları, Mayıs 2007 
İsmail Sabahattin, Kıbrıs’ta Yunan Sorunu (1821-200) , Kıbrıs: Akdeniz Haber Ajansı Yayınları, 2000
İsmail Sabahattin, 150 Soruda Kıbrıs Sorunu, İstanbul: Kastaş Yay. , 1998.
İşyar Ömer Göksel, Karşılaştırmalı dış politikalar: yöntemler-modeller-örnekler ve karşılaştırmalı Türk dış politikası, Bursa: Dora Yayıncılık, Ekim 2009.
Kıbrıs Sorunu ( Haz. Av. Mehmet Cengiz, Av. Uğur Uzel) , Ankara: Ankara Barosu Yay. , 2001.
Manisalı Erol, Avrupa Kıskacında Kıbrıs, İstanbul: Derin Yayınevi, Nisan 2004
Oran Baskın, Türk Dış Politikası(2001-2012)Kurtuluş Savaşından Bugüne, Olgular Belgeler, Yorumlar),  İstanbul: İletişim Yay. , 2013.
Örmeci Ozan, Bir Türk Sosyal Demokratı: İsmail Cem, Uşak: AKY Basım Yayın, Mayıs 2011
Özmen Süleyman, Avrasya’nın Kırılma Noktası: Kıbrıs, İstanbul: IQ Yay. , Mayıs 2005. 
Sönmezoğlu Faruk, Türkiye-Yunanistan İlişkileri ve Büyük Güçler: Kıbrıs, Ege ve Diğer Sorunlar, İstanbul: Der Yayınevi, 2000.
Tuncer Hünel, Kıbrıs Sarmalı, Ankara: Ümit Yayıncılık, Şubat 2005.
Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu, Kıbrıs Sorununa Alternatif Yaklaşımlar: Çok Bileşenli Adım Modeli, USAK Raporları, No: 08-02Ankara: Nisan 2008, 

Makaleler:

Akgün, Sibel, Atatürk Dönemi Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumu İlişkileri (1923-1938), XVI. Türk Tarih Kongresi Bildirisi, Şubat 2012.
Boncukçu Emine, Doğu Akdeniz Kıta Sahanlığı Çerçevesinde Türkiye’nin Kıbrıs Sorunu,http://www.academia.edu/5119810/DOGU_AKDENIZ_KITA_SAHANLIGI_CERCEVESINDE_TURKIYENIN_KIBRIS_SORUNU , (e.t.14.12.2013)
Çakmak Zafer, Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne Aday Göstermesi, http://perweb.firat.edu.tr/personel/yayinlar/fua_715/715_47877.pdf 2008.
Çolak Yılmaz, KKTC Siyaseti ve Kıbrıs Sorunu, http://www.sde.org.tr/userfiles/file/SDE_Analiz-Kibris.pdf (e.t.27.11.2013)
Demirtaş Bagdonas Özden , Türkiye’nin Vazgeçilmez İki Davası: AB ve Kıbrıs, Uluslararası Hukuk ve Politika (DERGİ), Cilt 3, No:11,  ss.17-40, 2007, http://www.usakgundem.com/makale/39/t%C3%BCrkiye%E2%80%99nin-%E2%80%98vazge%C3%A7ilmez%E2%80%99-%C4%B0ki-davas%C4%B1-k%C4%B1br%C4%B1s-ve-%E2%80%98bat%C4%B1%E2%80%99-%E2%80%98avrupa%E2%80%99ya-y%C3%B6nelim-.html  (e.t.08.12.2013)
Duran Hasan, BM ve AB Çerçevesinde Kıbrıs Sorununa Güncel Bir Bakış, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Ağustos 2008, Sayı:21 http://sbe.dumlupinar.edu.tr/21/8-hasan%20duran.pdf, (e.t.04.12.2013)
Göktürk, Turgay Bülent, Rumlar’ın Kıbrıs'taki Enosis İsteklerinin Şiddete Dönüşmesi: 1931 İsyanı; Öncesi ve Sonrası, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt VI, Sayı 16-17, Bahar-Güz 2008.
Güler Yavuz, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Kuruluşuna Kadar Kıbrıs Meselesi, G.Ü. Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 5, Sayı 1, 2004
Günay Necla, Filik-i Eterya Cemiyeti, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 6, Sayı 1, 2005.
Hülagü Metin, Türkiye, Yunanistan ve Avrupa İlişkilerinde Kıbrıs, http://www.metinhulagu.com/images/dosyalar/20120229230708_0.pdf (e.t.19.05.2013)
Kalelioğlu Oğuz, Türk-Yunan İlişkileri ve Megali İdea, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı 41, Mayıs 2008.
Keser Ulvi, 2004 Referandum Döneminde Kıbrıs ve Yaşanan Gelişmeler, http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/pdf/13ncusonhali/12-S13_ulvikeser_173-188.pdf (e.t 04.12.2013)
Melek M. Fırat, Helsinki Zirvesinden Günümüze Türkiye-AB İlişkileri, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/16/1121/13203.pdf ,  (e.t.14.12.2013)
Meral Ömer Ertuğrul, Türk-Yunan İlişkileri ve Kıbrıs,  http://www.scribd.com/%C3%96mer_meral (e.t. 10.05.2013) 
Pirinççi Ferhat, Annan Planı Tarihi Bir Fırsat mı? Çözüm ve çözümsüzlüğün Karşılaştırmalı Analizi, http://www.ferhatpirincci.com/eserler/Annan_uludag.pdf, (e.t.27.11.2013)
Sarıkoyuncu, Esra, Demokrat Parti Döneminde Türkiye'nin Kıbrıs Politikası (1950-1960), Gazi Akademik Bakış Dergisi, Cilt6 Sayı11, Kış 2012
Toprak Serap, 1821 Mora İsyanı, Tarihin Peşinde Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, , Sayı 6, Yıl 2011.
Turan Aslıhan, Kıbrıs Sorununun Türkiye-AB İlişkilerine Etkisi, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=553:kbrs-sorununun-tuerkiye-ab-likilerine-etkisi&catid=70:ab-analizler&Itemid=134 , (e.t. 04.12.2013)
Ünay Bora, Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Temel Sorunlar ve 1999 Sonrası Yumuşama Dönemi, http://acikarsiv.atilim.edu.tr/browse/185, (e.t.17.10.2013) 
Vatansever Müge, Kıbrıs Sorunu’nun Tarihsel Gelişimi, http://web.deu.edu.tr/hukuk/dergiler/dergimiz-12-ozel/3-kamu/9-mugevatansever.pdf, (e.t.27.11.2013)
Yalım Burak, Derviş Eroğlu: KKTC’de Yeni Dönem, s.1 http://www.academia.edu/230203/Dervis_Eroglu_KKTCde_Yeni_Donem, (e.t.13.12.2013) 
Yavuz Celalettin, Kıbrıslı Türkler Besleme Oldular. , 07.02.2011 , http://www.turksam.org/tr/yazdir2322.html , (e.t.06.06.2013)

Elektronik Kaynaklar:

AK Parti 2023 Siyasi Vizyonu, http://www.akparti.org.tr/site/akparti/2023-siyasi-vizyon, (e.t.04.01.2014)
AK Parti 3 Kasım 2002 Seçim Beyannamesi, http://www.akparti.org.tr/tbmm/tbmmgrup/SE%C3%87%C4%B0M%20beyanname-KISALTILMI%C5%9E.doc, (e.t.28.11.2013)
Anadolu’dan Kıbrıs Can suyu , http://ekonomiekibi.com/haber/detay/1798/anadoludan_kibris_cansuyu , 13.10.2012 , (e.t.06.06.2013)
Bravo Komşu, http://arsiv.sabah.com.tr/1999/08/23/d01.html , 23.08.1999 , (e.t.17.20.2013)
Denktaş: Annan Planı’nın Görüşülecek Bir Yanı Yok,  22.12.2003, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=99767 , (e.t.05.06.2013)
Denktaş’tan Klerides’e Yüz yüze Görüşme Çağrısı, 08.11.2001, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=20415 , (e.t.20.10.2013)
Dünden Bugüne Kıbrıs Tarihi ve Kıbrıs Sorunu_ I  http://akaum.atilim.edu.tr/pdfs/KibrisTarihiveKibrisSorunu_I.pdf (e.t.18.05.2013)
Dünden Bugüne Kıbrıs Tarihi ve Kıbrıs Sorunu_ III , http://akaum.atilim.edu.tr/pdfs/KibrisTarihiveKibrisSorunu_III.pdf  (e.t.24.05.2013)
Dünden Bugüne Kıbrıs Tarihi ve Kıbrıs Sorunu IV, http://crc.atilim.edu.tr/sorun/57-kbrs-tarihi-  , (e.t.06.06.2013)
İki Liderin Üzerinde Mutabakata Varmış Olduğu Karar ve İlkeler Dizisi için BKZ: http://akaum.atilim.edu.tr/pdfs/%C4%B0lkelerDizisi.pdf , (e.t.06.06.2013)
Kıbrıs Buluşması 5 Eylül’de , http://www.dw.de/k%C4%B1br%C4%B1s-bulu%C5%9Fmas%C4%B1-5-eyl%C3%BClde/a-2746773 , 21.08.2007, (e.t. 08.12.2013)
Kuzey Kıbrıs’a Doğrudan Uçuş, http://www.dw.de/kuzey-k%C4%B1br%C4%B1sa-do%C4%9Frudan-u%C3%A7u%C5%9F/a-2524266 , 28.05.2007, (e.t.05.12.2013)
Kıbrıs Konusundaki Son Gelişmeler , http://www.mfa.gov.tr/kibris-konusundaki-son-gelismeler.tr.mfa , 
Kıbrıs Kronolojisi, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/118205.asp?cp1=1 , (e.t.25.05.2013)
Kıbrıs Tarihçe, http://www.mfa.gov.tr/kibris-tarihce.tr.mfa, 
Kıbrıs’ta Tarihi Referandum, http://dosyalar.hurriyet.com.tr/almanak2004/almanak_details.asp?sid=4&nid=90 , (e.t.27.11.2013)
Kıbrıs’ın Yarısı Bankazede Oldu , http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=-133135, 13.02.2000,  (e.t.20.10.2013) 
Mehmet Bacaksız, Ak Parti’nin Dış Politika Karnesi ,  http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi28927-AKPnin_Dis_Politika_Karnesi_1.html , 19.04.2011 , (e.t.05.06.2013)
MFA 2002-2008 Arası Gelişmeler, http://www.mfa.gov.tr/2002-2008-yillarindaki-gelismeler.tr.mfa, (e.t.26.11.2013)
Rauf  Denktaş 6. Kez Yemin Etti,  http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=-149733, 25.04.2000, (e.t.20.10.2013) 
Talat: Denktaş Ekibiyle Birlikte Görüşmeden Çekilmelidir, http://yenisafak.com.tr/arsiv/2003/aralik/20/p03.html, 20.12.2003, (e.t.27.11.2013)
Türkiye ve Yunanistan Müzakerelere Cesaret Verilmesi Konusunda Anlaştı. http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25350067.asp, 13.12.2013, (e.t.04.01.2014)
1 Mayıs 2004 GKRY' nin AB'ye Katılımı Hakkında Açıklama, No:73,  http://www.mfa.gov.tr/no_73---1-mayis_-2004_-gkry_nin-ab_ye-katilimi-hk_.tr.mfa, (e.t. 04.12.2013) 


***

AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 4

AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 4


İLĞİ YAZININ  BÖLÜM 3: 

1999 SONRASI YUMUŞAYAN İLİŞKİLER VE AK PARTİ HÜKÜMETİ DÖNEMİ TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU


1.1999 SONRASI TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE YAKINLAŞMA ÇABALARI

Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde 1990’larda görülen yakınlaşma süreci Kıbrıs ve Ege sorunu başta olmak üzere çeşitli sorunlara rağmen 1999 yılından itibaren somutlaşmaya başlamıştır. 2001yılından itibaren ise bu yakınlaşma süreci daha fazla yoğunlaşmıştır. Bu süreç başta “düşük siyaset” olarak tanımlandırılan konularda başlamış olmakla birlikte, Kıbrıs ve Ege Sorunu gibi “yüksek siyaset”  konularında da sorunların çözümüne yönelik çalışmalar yapılmıştır. 
1999-2001 arası Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde Dışişleri Bakanı İsmail Cem ile birlikte 1999 yılı dönüm noktası olmuştur. Uluslararası sistemdeki gelişmeler ile birlikte iki ülke arasındaki yakınlaşmanın nedenlerinden biri de 15 Şubat 1999’da Yunanistan’ın Kenya Büyükelçiliğinden ayrıldıktan sonra yakalanan terörist başı Abdullah Öcalan’ın Yunanistanlı yetkililerle bağlantısının ortaya çıkması olmuştur. Bu bağlantıyla beraber Yunanistan hükümeti terörü destekler bir konuma gelerek uluslararası kamuoyu önünde zor duruma düşmüştür.  Türkiye ise Yunanistan’ın içine düştüğü bu zor durumdan yararlanmak istemiş, Kardak Krizi sonrasında Türkiye’ye karşı artan olumsuz politikaları düzeltmek isteyerek, iki ülke arasında dostça ilişkiler geliştirmek için çabalara girişmiştir.   Öcalan olayının ardından Dışişleri Bakanı Theodoros Pangalos görevden alınmış, yerine Yorgo Papandreu getirilmiş, iki ülke ilişkisi adına önemli bir gelişme yaşanmıştır. Türkiye, Öcalan'ın yakalanmasından sonra aktif bir politika izleyerek Yunanistan'ı terörizme verdiği destek temelinde uluslararası platformda suçlamış, terörizmle mücadele konusunda anlaşma imzalamaya mecbur bırakmıştır. Bu çerçevede 24 Mayıs'ta Cem, meslektaşına bir mektup ile terörle mücadele anlaşması yapmayı önermiştir. Papandreu ise bu anlaşmayı terörle mücadele ile sınırlı tutmayıp, ekonomi, çevre, turizm, örgütlü suç ve uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadele gibi alanlarda da işbirliği yapma önerisinde bulunmuştur. Cem ve Papandreu 3 Temmuz 1999 tarihinde New York'ta bir araya gelerek, mektuplarla kurulan ilişkilerin ardından yeni bir anlayışın hayata geçirilmesi konusunda görüş birliğine varmışlardır. Bu mektuplar ikili ilişkilerin gelişmesinde önemli bir temel oluşturmuştur. Bu konuda İsmail Cem olağanüstü çabalar göstermiş, Yorgo Papandreu da bu çabalara karşılık vermiştir. Ağustos 1999’da gerçekleşen depremde ise iki ülkenin birbirine yardım ekipleri göndermesi ile ilişkiler daha da yumuşamış, “deprem diplomasisi” olarak tarihe geçen bu olay ile ikili ilişkilerde sıcak rüzgârlar esmiştir. 

Tarihte uzun süre düşman olarak görülen ve bir süre önce terör elebaşına kucak açmış olan bu ülkenin deprem sonrası yardımları Türk kamuoyunda sempati ile karşılanmıştır. 10 Aralık 1999’da ise AB Helsinki Zirvesinde Türkiye’nin aday ülkeler arasında sayılmasına Yunanistan karşı çıkmamıştır. 17 Ocak 2000’e gelindiğinde ise Papandreu’nun 38 yıl aradan sonra Türkiye’yi ziyareti gerçekleşmiş, ardından 2 Şubat’ta İsmail Cem iade-i ziyarette bulunmuştur. Bu temaslarla beraber turizm, çevrenin korunması, karşılıklı yatırımlar, suç ve terörle mücadele, yasadışı göç, uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele, bilimsel, kültürel, teknolojik işbirliği, deniz ve ticaret gümrük iadeleri gibi konularda çeşitli işbirliği anlaşmaları yapılmıştır. Fakat Cem’e sadece ikincil nitelikteki konuların ele alındığı yani Kıbrıs, Ege gibi esas meselelerin ele alınmadığı eleştirileri yapılmıştır. Fakat 40 yıl gibi uzun bir sürenin ardından yapılan bu anlaşmaların imzalanması güvensizlik ortamını güven ortamına dönüştürmüştür.  

2.24 NİSAN 2004 REFERANDUMLARI ÖNCESİ DÖNEM VE ANNAN PLANINA ZEMİN OLUŞTURAN DOĞRUDAN VE DOLAYLI GÖRÜŞMELER

31 Ağustos 1998’de KKTC Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş, Kıbrıs’ta kalıcı bir barış için “Kıbrıs Federasyonu” önerisinde bulunmuştur. Bu amaçla yapılacak müzakerelerin hedefi iki halktan ve iki devletten oluşan konfederal yapıyı öngören bir çözümdür. Fakat Rum tarafı AB üyelik sözü ile cesaretlendiği için çözümü reddetmiştir. İki yıllık bir durgunluk yaşandıktan sonra BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın çabalarıyla görüşmeler 1999 sonrası yeniden başlatılmıştır. 

1999’un ikinci yarısından itibaren ise Kıbrıs’ta müzakere süreci yeniden canlandırılmak istenmiştir. BM Genel Sekreteri Kofi Annan 14 Kasım 1999’da “tarafları kapsamlı bir çözüme yönelik anlamlı müzakereler için zeminin hazırlanması amacıyla aracılı görüşmelere 3 Aralık tarihinde New York’ta başlama konusunda mutabık kaldıklarını” bildirmiştir. 
Bu açıklamayı takibe aracılık görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Görüşmelerin ilk turu 3-14 Aralık 1999’da New York’ta, ikinci turu 31 Ocak-8 Şubat 2000 tarihinde Cenevre’de, üçüncü turu 5 Temmuz-Ağustos 2000 tarihinde Cenevre’de, dördüncü turu 12-26 Eylül 2000 tarihinde New York’ta, beşinci tur ise 1-10 Kasım tarihleri arasında Cenevre’de gerçekleştirilmiştir. 
Dolaylı görüşmelerin ilk turu 3-14 Aralık’ta New York’ta Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş ve Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Glafkos Klerides arasında yapılmıştır. Daha birinci tur tamamlanmadan AB Helsinki Zirvesi sonuç belgesinde Kıbrıs sorununun geleceğini ifade eden şu cümleler yer almıştır: “Avrupa Konseyi politik bir çözümün, Kıbrıs’ın AB’ye katılımını kolaylaştıracağını belirtir. Ancak Kıbrıs’la katılım müzakereleri sonuçlandığında bir çözüme ulaşılmamış ise, bu durum Kıbrıs’ın AB’ye katılımı konusunda Konseyin vereceği karar bakımından bir önkoşul oluşturmayacaktır.” Yani Kıbrıs Sorununa çözüm bulunması Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği için bir koşul olarak sunulmuştur. Fakat görüşmelerden pek bir gelişme sağlanamamıştır. Türkiye ise Kıbrıs’a ilişkin bu ifadelere aday ülke statüsü kazanmanın memnuniyetiyle itiraz etmemiş, ve böylelikle Kıbrıs sorununun Türk- Yunan ekseninden çıkarak Türkiye- AB eksenine sokulmasına farkında olmaksızın onay vermiş olmuştur. 
Gerek Helsinki Belgesi, gerekse de KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimleri dolaylı görüşmelerin ikinci turunda da tarafların ilerlemesini engellemiştir. Bu durum 3. Görüşmede de değişmemiştir. 

Helsinki Belgesinin ve de KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de etkisiyle 2. Turda da pek bir şey değişmemiştir. 3. Ve 4, turlarda da aynı şekilde pek bir ilerleme sağlanamamıştır. 4. turun açılışında BM Genel Sekreteri Kofi Annan konuşmasında hedefin yeni bir ortaklık kurulması olduğu, iki tarafın siyasi eşitliğini ve bir tarafın diğerini temsil etmediğini, ayrıca iki tarafın eşit statüsünün varılacak kapsamlı çözümün esası olacağını vurgulamıştır. Rum tarafı ise Annan’ın bu konuşmasına sert tepki göstermiş ve görüşmeleri iki gün boykot etmiştir.  Görüşmelerin kopma tehlikesi karşısında Kofi Annan’ın Kıbrıs Özel Danışmanı Alvaro De Soto, müzakerelerde bu türden bir yaklaşımı benimsemiş olmanın herhangi bir şekilde KKTC’nin tanınması anlamına gelmediğini garanti eden bir açıklama yapmıştır. Ve süreç ancak bu açıklamadan sonra devam edebilmiştir.

1-8 Kasım’da Cenevre’de yapılan beşinci yani son turda ise Annan taraflara “Sözlü İfadeler” adı altında bir kâğıt sunmuştur. Bu belgede yer alan unsurları yetersiz bulan Denktaş dolaylı görüşmelerin esas amacından uzaklaştığını ve görüşmelerin bu şartlar altında devam etmesinin Kıbrıs Türklerinin çıkarlarına zarar vereceğini açıklayarak görüşmenin sona erdiğini açıklamıştır. 
Bu arada 1999 sonlarında Kıbrıs’ta ortaya çıkan ekonomik sorunlar ve kriz sonucu bazı yerel bankalar iflas etmiş, ekonomik kriz siyasi bir krize de yol açarak hükümete baskıların artmasına neden olmuştur. 1976'dan beri Kıbrıs Federe Türk Devleti Başkanlığı'na seçilen Denktaş bu tarihten itibaren yapılan tüm seçimleri kazanmıştır. 1995'e kadar hep ilk turda zafere ulaşan Denktaş, yapılan seçimlerde ilk kez Derviş Eroğlu ile ikinci tura kalmış,   rakibi Eroğlu'nun çekilmesi ile yeni tura gerek kalmadan Cumhurbaşkanı ilân edilmiştir.
14 Kasım 1999’da görüşmelerin sonra ermesinden birkaç ay sonra 28 Ağustos 2001’de Kofi Annan, görüşmeleri yeniden başlatmak amacıyla Denktaş ile Strasbourg’ta yeniden görüşmüştür. Annan, görüşmelerin dördüncü turunda yaptığı gibi kapsamlı bir anlaşmayı mümkün kılacak müzakerelere geçilebilmesinin teminen önkoşulsuz olarak yürütülecek aracılı görüşmelerin eşit iki taraf arasında yapılacağını ve kapsamlı bir anlaşmada tarafların eşit statülerinin açıkça tanınması gerektiğini vurgulamıştır. Türk tarafı ise bu tutum karşısında Rumlarla eşit statüde bir ortaklık kurmaya hazır olduklarını belirtmiştir. 
8 Kasım 2001’e gelindiğinde ise Denktaş, uzlaşmacı tutum ve tavrını ortaya koyarak, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak amacıyla Rum Yönetimi lideri Klerides’e bir mektup göndererek adada yüz yüze görüşme talebinde bulunmuştur. Klerides ise bu çağrıyı geri çevirmiştir. Fakat Denktaş, taraflar arasında doğrudan görüş alışverişinde bulunulmasının faydalı olacağını düşündüğünü belirten ikinci bir mektup gönderince, Klerides’te bu öneriyi kabul etmiştir. Adadaki ara bölgede De Soto’nun da hazır bulunduğu toplantıda iki lider bir araya gelmiş, Ocak 2002’de BM gözetiminde doğrudan görüşmelere başlamayı kabul etmişlerdir. Buna göre görüşmeler önkoşulsuz ve her şey kabul edilene kadar hiçbir şey kabul edilmeyeceği anlayışıyla başlayacaktır. 
16 Ocak 2002’de gerçekleşen doğrudan görüşmelerde liderler bir araya gelmiştir. Bu görüşmeler 11 Kasım 2002’de Kofi Annan’ın taraflara “Kıbrıs Sorununa Kapsamlı Çözüm Temeli” yani “Annan Planı” belgesini sunmasıyla sonuçlanmıştır.

3.AK PARTİNİN YENİ KIBRIS POLİTİKASI, ANNAN PLANINA GİDEN SÜREÇ VE KKTC SİYASETİ

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, Denktaş ve Klerides arasında gerçekleşen doğrudan ve dolaylı görüşmelerin ardından tarafların tezlerini dikkate alarak 11 Kasım 2002’de “Kıbrıs Sorununun Çözümü için Anlaşma Temeli” adlı belgeyi taraflara sunmuştur. I. Planı taraflarca Kopenhag Zirvesi öncesi imzalanmamış, sonra plan revize ederek 10 Aralık 2002’de tekrar taraflara sunmuştur. II. Planda kabul edilmeyince 26 Şubat 2003’te planın üçüncü versiyonu sunulmuştur. 10 Şubat 2004’te Annan, tarafları planı kabul edip etmediklerini bildirmek üzere New York’a davet etmiştir. New York’taki görüşmeler doğrultusunda ise Lefkoşa’da ikili görüşmeler yapılmış, sonuç alınamayınca taraflar dörtlü görüşmeler için İsviçre’nin Burgenstock kentinde bir araya gelmişlerdir. Dörtlü görüşmelerden de sonuç alınamayınca tarafların görüşleri dikkate alınarak tekrar revize edilen IV. Annan Planı’nı 31 Mart 2004’te taraflara sunmuştur.
Bu sürece giderken Türkiye’ye bakarsak 2002 yılında gelindiğinde Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidarı döneminde Türkiye’nin Kıbrıs politikası değişmiş, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye üyeliği karşıtı politikalardan vazgeçilerek adada barış süreci desteklenmiş ve Türkiye’nin AB üyeliğinin yolunun açılması denenmiştir. Kıbrıs politikasının mevcut politikadan farklı olacağı AK Parti’nin  3 Kasım 2002 seçimleri öncesi yayınlanan seçim beyannamesinde, Kıbrıs sorununa mutlaka bir çözüm bulunması gerektiğini, bulunacak çözümün Türk halkının varlığını, kimliğini ve kendi geleceğini tayin etme hakkını göz ardı edemeyeceğini, Belçika’da olduğu gibi egemen iki toplumdan oluşan bir devlet yönetiminin kurulması gerektiğini ve de bu sorun çözülmeden Rum Kesimi’nin AB’ye alınmasının sorunu daha fazla karmaşık hâle getireceği belirtilmiştir.  
Seçimden öncede belirttiği üzere AK Parti Türkiye’nin AB üyeliği için yoğun çalışmalar yapacak, bunun için Kıbrıs’ta çözümsüzlükten yana taraf olmadığını belirtecektir. 18 Kasım 2002’de hükümet kurulunca da AB ile ilişkileri öncelikli hedef olarak görmeye devam edilmiştir. Kısacası AK Parti hükümeti geçmişte süregelen “konfederasyon” tezinden ayrılmıştır.
14 Aralık 2003 tarihinde KKTC’de yapılan genel seçimler önceki seçimlerden oranla büyük önem kazanmıştır. Ada ABD büyükelçisinin ve elçilik personelinin propagandasına, iktidar partisi aleyhine girişimlerine sahne olmuştur. Bir taraftan ise ABD Dışişleri Bakanlığı Kıbrıs Özel Koordinatörü T.Weston muhalefet partileriyle görüşmeler yapmıştır. Bununla beraber AB’nin KKTC’deki muhalefet partisi Belediye Başkanı ile Ticaret Odası vasıtasıyla KKTC vatandaşlarıyla belirli çevrelere ekonomik yönden yardımlarda bulunulduğu anlaşılmıştır. Bu çalışmalarla amaçlanan muhalefeti güçlendirerek iktidarı ele geçirmek, Annan Planı’nı kabul ettirmektir.
Kuzey Kıbrıs siyasetine bir göz atarsak 2000’li yıllardan itibaren dönüşüm yaşadığı görülmektedir. Bu dönüşüm Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB üyeliği söz konusu olunca başlamıştır. KKTC’de Kıbrıs Türk milliyetçiliğine bir alternatif olarak sol partiler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu partiler Kıbrıs’ı Rumlarla paylaşılan ortak vatan fikrini benimsemekte ve “Kıbrısçılık” ideolojisini savunmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin ve adadaki Türk askerinin varlığını sorgulamışlardır. İçte yaşanan ekonomik sorunlarda sol grupların adada taban bulmasına neden olmuştur. Ve Burada Mehmet Ali Talat liderliğinde CTP-BG ön plana çıkmıştır. Adadaki sağ-milliyetçi partiler için ise Türkiye’nin KKTC’deki varlığı elzemdir. 
KKTC seçimlerinin ardından Cumhuriyetçi Türk Partisi-Birleşik Güçler %35.18 ile 19 milletvekili, Ulusal Birlik Partisi %32,93 ile 18 milletvekili, Demokrat Parti %12,93 ile 7 milletvekili, Barış ve Demokrasi Hareketi ise %13.14 ile 6 milletvekili çıkarmıştır. Bu durumda Ana Muhalefet Partisi ve Birleşik Güçler Hareketi oylarını yükseltmiştir. Kuşkusuz 2003 seçimlerinde parti programlarından ziyade Annan Planı etkili olmuştur. AB, ABD ve Yunanistan destekli sol partiler ile adada Türk varlığını savunan sağ partiler arasında mücadele verilmiştir.  Ve sonunda CTP-DP koalisyon hükümeti kurulmuş, Mehmet Ali Talat Başbakan olmuştur. 2005 yılına gelindiğinde ise %55 oy alarak Talat, Cumhurbaşkanı olmuştur. CTP’nin bu başarısında AB yolculuğunda acele uzlaşma isteyen Türk hükümetinin etkisi yadsınamaz.
14 Aralık seçimleri öncesi ve sonrası muhalefet partilerinin Denktaş karşıtı mitingleri olmuştur. Talat, seçimlerden aldığı cesaretle Denktaş’ın görüşmecilik görevinden uzaklaştırılmasını ve görüşmelere kendinin devam etmesini istemesi tepki ile karşılanmıştır. 
Annan Planı süreciyle beraber Türkiye-Yunanistan ilişkileri çeşitli işbirliği girişimlerine sahne olmuştur. Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile Yunanistan Dışişleri Bakanı Papandreu 3 maddelik güven arttırıcı önlemler paketi üzerinde anlaşmışlardır. Arkasından ise Kıbrıs, kıta sahanlığı, Heybeliada Ruhban Okulu gibi sorunlar ve yeni güven arttırıcı önlemler alınmıştır. Eylül 2003’te ise Yunanistan Toksotis-Nikiforos, Türkiye ise Barbaros-Toros tatbikatlarının yapılmayacağını açıklamıştır. Bu olaylarda ilişkileri yumuşatmaya yardımcı olmuştur.
Türkiye ve KKTC, 2003 yılının sonuna doğru Kıbrıs sorununa adil ve kalıcı bir çözüm için yeni bir girişim başlatmışlardır. 10-13 Şubat 2004’te New York’taki olumlu görüşmeler sonunda adada müzakereler tekrar başlatılmıştır. New York’ta ki mutabakatta Kıbrıs Türk ve Rum taraflarının belirli bir tarihe kadar Annan Planı’nı müzakere etmelerini, üzerinde anlaşılamayan konularda ise Türkiye ve Yunanistan’ın katılımıyla görüşmelere devam edilmesi, yine de sorun çözülmezse BM Genel Sekreteri’nin yetkisini kullanarak formüller üretmesi, ortaya çıkacak belgenin Türk ve Rum halklarının onayına sunulmak üzere referanduma götürülmesi kararlaştırılmıştır. Böylece 1 Mayıs 2004’ten önce AB’ne birleşmiş bir Kıbrıs’ın katılımı hedeflenmiştir. 19 Şubat 2004’te başlayan müzakereler 31 Mart 2004’e kadar sürmüştür. 31 Mart 2004’te ise planın nihai hâli taraflara sunulmuştur. 

4.ANNAN PLANININ ANAHATLARI VE KIBRIS POLİTİKASININ ŞEKİLLENİŞİ

BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın iyi niyet misyonu çerçevesinde taraflara sunduğu, dört kere revize edilen plan temel konular bağlamında birbirinden farklı düzenlemeler içermektedir. Türk tarafı için planı incelersek revize edilmeden önceki hâllerine göre nispeten olumlu hâle getirilmiştir, ancak yine de ideal bir çözüm olduğu kesin değildir. Plan KKTC’nin egemenliğini tanımamaktadır, planın kabul edilmesinde sonra ise Türk oluşturucu gücüne egemenlik vermemektedir. Önceden gözetilen iki kesimlilik ilkesine dayanmamaktadır. Planda Kıbrıs Türklerinin kimliğinin korunmasına yönelik bazı geçici önlemler alınmış ancak bu önlemlerin öngörülen süre dolmadan Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliği kapsamında sona erme ihtimali bulunmaktadır. Yani Annan Planı önceden olan bazı düzenlemeleri ortadan kaldırıcı niteliktedir. Bunların yanında adadaki Türk toplumunun bütünlük ve güvenliğinin garantisi niteliğinde olan Türk askerinin süreçte adada sembolik sayıda kalması doğru bulunmamaktadır.  
Planda görüldüğü üzere Kıbrıs Türk halkı mevcut hak ve imtiyazlarını yitirmekte, iki kesimlilik ortadan kalkmaktadır. Böylece Zürih, Londra ve Lefkoşa Antlaşmalarının oluşturduğu yapı ve iki toplumun varlığı reddedilmektedir. Plandaki mülkiyet düzenlemesi ve AB normları ile ilgili yaklaşımlar Kıbrıs Türk Devleti'ne bırakılacak bölgeye, belirlenen süreler içinde ve olanlarda yerleştirilecek önemli sayıdaki Rum nüfusu ve toprak tavizleri gibi hususların düzenleniş biçimi, iki kesimliliği ortadan kaldırması yanında Kıbrıs Türklerinin önemli bir bölümünü göçe zorlamaktadır. Rauf Denktaş’ın da ifade ettiği üzere Annan Planı Kıbrıslı Türkleri adada Yunanistan’da ki soydaşlarımızın olduğu gibi “korunmaya alınmış azınlık” hâline getirecektir. 
Referandum öncesi adada yoğun tartışmalar yaşanmıştır. İsviçre’deki görüşmelerinin ardından propaganda savaşları başlamıştır. KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat, Rumların iki büyük partisi AKEL ve DİSİ'den referanduma “evet” desteği vermelerini istemiştir. Rum yönetimi lideri Tasos Papadopulos ise Rum halkından zaten bir hafta sonra AB üyesi olacaklarını, bu nedenle “hayır” demelerini istemiştir. AKEL plana “hayır” derken, DİSİ evet diyerek Papadopulos’a destek vermiştir. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ise “hayır” kampanyası yürütmüştür. Beş kez değişikliğe uğramış olan Annan Planı 24 Nisan 2004'te her iki tarafta ayrı ayrı referanduma sunulmuştur. Kıbrıslı Türkler plana %64.9 evet, Rumlar %75,8 hayır oyu kullanmıştır. Bu nedenle plan geçersiz sayılmış ve uygulanamamıştır. Planın Türk tarafı tarafından kabul görürken, Rum tarafı tarafından reddedilmesi Türklere yöneltilen "uzlaşmayı istemeyen taraf" suçlamalarının ne kadar haksız olduğunu göstermiştir. Fakat yine de referandum sonuçlarına rağmen 1 Mayıs 2004'te Rum kesimi bütün adayı temsilen AB'ye üye olmuş ve böylelikle amacına ulaşmıştır.
2004 yılında Türk-Yunan ilişkilerine bir göz atarsak; 1996’dan beri PASOK genel başkanı aynı zamanda Başbakan da olan Kostas Simitis Kıbrıs konusundaki gelişmeleri sağlayacak yeni bir hükümetin kurulması gerektiğini belirtmiş ve 7 Ocak 2004’te parti başkanlığından ayrılarak, erken seçimlere gidileceğini açıklamıştır. Simitis’in ardından ise Yorgo Papandreu PASOK liderliğine getirilmiştir. 10 Mart’ta ise Türkiye’nin AB üyeliğine girmesini destekleyen ve ikili ilişkilerin normalleşmesinden yana olan Kostas Karamanlis başbakan olmuştur. 6 Mayıs 2004 tarihine gelindiğinde ise Başbakan Erdoğan, 16 yıl aradan sonra ilk kez Yunanistan’a resmi ziyarette bulunmuştur. 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***