Birinci Dünya Savaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Birinci Dünya Savaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Haziran 2019 Pazar

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal., Mustafa Kemal, BÖLÜM 20

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal.,  Mustafa Kemal,   BÖLÜM 20



Hele bizi kuşatan düşmanları, er, isimleriyle daha ilk günlerde öğrenmelidir. Ve er bunları, bütün askerliği süresince daima duymalı ve tekrarlamalıdır. Alaya gelen acemi erler kışlaya girer girmez kışlanın camlan kırık, en karanlık ve en döşenmemiş koğuşuna konulup bırakılı vermemeli. 

İlk görülenin ve öğrenilenin etkisi büyüktür. Bunların geldiği gün alay için bir bayram olmalıdır. Alayın tüm subayları hazır ve hatta tören üniformalarını giyinmiş olmalı. Özel bir tören ile alayın sancağı çıkarılarak bütün acemiler sancağın etrafına dizilir. Sancağın altındaki yeşil çuhalı bir masa üzerine Kuran-ı Kerim de konularak acemiler birer birer bu kitaba el basmak ve alayın sancağını hürmetle öpmek şartıyla din ve millet ve ülke uğrunda gerekirse canlarını feda edeceklerine dair yemin ettirilirler. 

Alay ve tabur imamları da bu törende elbette ki hazırdırlar. Yemin töreni bir dua ile son bulur. Törenden sonra yeni gelenler eskileriyle beraber sancağın önünde bir geçit töreni yapar. Bu suretle er, askerlik görevine sancağı tanımak, onu yüceltme ve saygı göstermekle başlamış olur. Bu törenin başlangıcında [sancağın] ne olduğu, üzerindeki ay yıldız ve ayetler, ulusal ve askeri renkler ayrıntısıyla açıklanır ve gösterilir. Er bu sırada alayın numarasını ve varsa ismini de beller. Alayın eski erlerinin sancağın şeref ve namusunu korumak üzere hangi çarpışmalarda düşman üzerine nasıl aslanlar gibi atıldıkları ve bu uğurda şehit olarak Tanrı’larına kavuştukları anlatılır. Yeşil masa üzerindeki Kuran’ın da insanlara, askerlere bunu emrettiği ve bu kitabın nitelikleri ve büyüklüğü hakkında birkaç söz eklenir. 

Almanya’da acemilere bir de eski muharebelerde canını feda eden alay erlerinin isimleri işlenerek avluya dikilmiş sütun da gösterilerek bunların hikâyeleri de sayılıp dökülür. Bu açıklamalardan, her alayın bir tarihinin olmasının gereği ortaya çıkar. 

Piyade Talimnamesi, Madde 470 (Eskilerinin yaptıkları, talim ve eği-timinin değişmez olması ve tüm subaylarının tek vücut bulunması...) gereğince alay, kurmayları ve diğer bireyleri kaynaşmış ve dost olmuş, saygı dolu bir aile demektir. Savaşlarda savaş tutanakları tutulduğu gibi, alayın ilk kuruluşundan beri geçirdiği evreler ve muharebeler, harekâtlar vs. eklenip kaydedilerek alayda şimdi ve geçmişteki bütün üstlerin ve subayların özgeçmişleri ve resimleri eklenmek üzere pek özen ve emekle hazırlanmış bir deftere alayın bir genel tutanağı, bir tarihi yazılmalıdır. Alay hayatı, alay sevgisi ortaya çıkarılmalı ve canlandırılmalıdır. 

Bu hayat ne denli canlandırılır, ne denli saygıyla tanıtılırsa, askerler arasında bağlılık ve birbirine sahip çıkma duyguları da o oranda artar. 

Memleketimizde sancağın önemi ve kutsallığı pek az bilinir ve başka şeylerle çok karıştırılır. Sancağa saygı ve sevgi herkesin boynunun borcudur. 

Bütün halk daha küçükten bunu tanımalı. Bunu kutsal görmeli ve buna saygı göstermelidir. Bazı alayların sancaklarıyla beraber şehir içinden geçtikleri 
sırada insanlar buna karşı pek umursamaz ve bundan etkilenmemiş görünmektedir.

Sancağın anlamı ve hak ettiği şöhret herkesçe bilinmelidir. Ve herkes sancağın geçerken onu ululayarak ve saygıyla selamlamalıdır. Çünkü, herkes bir gün bu birleştirici kutsal sembolün cesaret vericiliğinin altında toplanacaktır. Sancak her alayın şan ve şeref sembolüdür. 

Düşmanın Çatalca kapılarına kadar dayandığı zamanlarda İstanbul hayatının hiç savaş yokmuş gibi devam etmesi, İstanbul’da birçok gencin bu esnada baston sallama ve cüppe uçuşturma gibisinden aymazlık ve gevşeklikler göstermesi, İslam milletinde bir daha görülmemelidir. Vatanı savunma kaygısı herkesin ruhunda büyük bir yer tutmalıdır. Saldırıyı püskürtmek için herkes zamanında hazırlanmalıdır. 

İşte böylelikle ilk askerlik dersini almış olan erlerle subaylar kesintisiz temas ve ilişkide bulunarak, er için bir şekilden ve bir düşten ibaret olan bu dersin bütün yönleriyle erin zihnine kazınması için emek harcanır ve dil dökülür. Erlerimiz gayet bilgisiz ve basittir. Bu hal subaylarımızın onlara daha çok, gereğinden fazla konuşmalarını gerekli kılar. 

< Sefer Hizmetleri Kanunu - Madde 21: 
Uygulamalı eğitim ve talim, kuramsal dersleriyle birlikte icra edilmeli ve kuramsal derslere de büyük önem verilmelidir. Kuramsal konuların erlere 
öğretilmesi daima onların bilgi ve zekâlarıyla orantılı olmalı; ve erlerin bilgilerini artırmalarına, şevk ve heveslerinin çoğalmasına hizmet etmelidir. 

Kuramsal dersler sırasında üst, astını daha yakından tanıyacağı gibi, onun emniyet ve güvenini kazanır; ve böylece de erin doğası ve duygulan 
üzerinde etki yaratmaya imkan bulur. >

Er ne kadar kalın kafalı ve yeteneksiz olursa olsun, madem ki insandır; aklını ve bilinci kaybetmediği sürece, ere bir şey belletmek, erde bir fikir oluşturmak için hiç durmadan harcanan çabalar mutlaka bir sonuca ulaşır. 

Bunların çeşitlerini gördüm. Ve ilişki kurdum ve uğraştım. Kesin deneyimlerime dayanarak derim ki, istenilen şeyin olanaksızlığından söz etmek; işin basite indirgenmesinden, düzenli olarak ya- pılmamasından, yorulmayı göze almamaktan başka bir şey değildir. 

Er, Subayından ne kadar çok söz ve nasihat duyar ve ders alırsa subayını o kadar tanır. Ve tanıdıkça da gönül bağı artar. Karşılıklı olarak subay da aynı 
şekilde erin düşünme kapasitesini ve çeşitli yeteneklerini öğrenir. Gerektiğinde de eri ona göre görevlendirir ve iş verir. Erleri tanımak her şeyden önce bölük komutanlarıyla teğmenlerin görevidir. Yüzhaşı ve teğmenler kendi erleri üzerine titremelidir. 

Erlerin, çoktan beri ailesinden mektup alamama yahut ailesinden birinin kaybı yüzünden üzülmek ya da herhangi bir nedenden bir sıkıntıya kapılmak gibi olası durumları, subayın gözünden kaçmamalıdır. Derhal bu durumun nedenini sorup açıklama istemek ve bunu gidermeye çalışmak gerekir. 

Er çoktan beri memlekete gitmemişse, böyle bir durum karşısında, kendisi istemeden üç beş gün izin verilir. 


21. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal., Mustafa Kemal, BÖLÜM 19

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal.,  Mustafa Kemal,   BÖLÜM 19



2. Subayların, Erlerin kalp ve güvenlerini kazanmaları ve morallerini yükseltmeleri. 

Erler, askerlik hizmeti sırasında subayların öz çocukları gibidir. 
Bir insan kendi çocuğunun yetişmesi için eğitim ve öğretimini, sağlığını, tutum ve davranışlarını nasıl gözetir ve bunların sürekli üstüne düşerse; subay babalar da asker çocuklarının sağlık ve esenliği, görev ve sanatım güzel öğrenmesi, 
ahlakının düzgünlüğü, kısacası her şeyi için, aynı bağlılık ve özenle çalışacak ve bunları gözetecektir. Birinci bölümde açıklanan ve ölümle pençeleşilen savaş durumlarında ere hakim olabilmek ve emir verebilmek, bunalım anlarında ere hayatı yok saymayı gerektiren şanlı ve başarılı görevlerin üstesinden gelmesini sağlamak için, subayın yapması gereken pek çok şey vardır: Varlığının erin gözünde gayet büyük tanınmış olması, erin bu varlığı tanıdığı dakikadan beri ondan birçok büyüklük ile şefkatin çeşitli sonuçlarını ve büyüklüğe yaraşır davranma isteğini görmüş olması; bundan dolayı bu ruh ve varlığa tapma derecesinde iç dünyasını açabilmesi ve ona tam anlamıyla güvenmesi ilk koşuldur. 

Aksi halde hiçbir şey yapılamaz. 

< Sefer Hizmetleri Kanunu - Madde 3: Askerin göreceği hizmetlerin gereğince yararlı olması, bunların ancak üstünün istek ve amacına göre yönetilmesi ve 
uygulanması ile mümkün olabilir. Bu da ancak askeri disiplinle sağlanır. Askeri disiplin, ordunun temeli ve her başarının birinci koşulu olduğundan her durumda tam bir şiddetle kurulmalı ve sürdürülmelidir. Barış zamanında, uzun zaman ve emek harcayarak askeri kıtalarda kurumsallaşmayıp yalnız görünürde kurulan bağlar, savaşın tehlikeli zamanlarında ve beklenmeyen olayların etkisi altında verimsiz kalır. >

Önce şu noktasını açıklayalım ki, ordunun temeli ve her başarının birinci koşulu olan askeri disiplinin, yani astlara emrin istek ve amacına göre hizmet 
gördürmek için varlığı esas olan emniyet ve güven kazanma amacıyla burada ufak bir bölümü anlatılan amaca ulaşmanın yolları bölümünün başlığında 
yazıldığı gibi; yalnız erle subay arasında geçerli olmayıp bütün üstler ve astlar arasında zorunlu olarak uygulanması gerekir. Askeri hizmetlerin şanı, üstlerin 
istek ve amacı çerçevesinde uygulanması zorunluluğudur. Askerlikte reddetme, itiraz, görüş belirtme, düşünce ekleme, hatta kanun maddelerine dayanarak uygulamadan geri durma hakkı, astlara verilmemiştir. Üstünden emir alan her astın ilk ve yegane cevabı ‘emredersiniz komu- tanım’dan başka bir şey değildir. Haksızlığı ve kanuna uygunsuzluğu açık olan konularda bile ast ancak uygulamadan sonra şikayet hakkım koruyabilir. 

Şu halde askerlik sınıfında her emir, uygulanmak zorundadır. Kimi zaman despotça görünen ve mutlak itaat denilen şu durum; askerlik için katıksız bir 
düzen, başarının asıl merkezi ve dayanağıdır. Nedeni de ortadadır. Askerlik, işlerin çekip çevrilmesi değil, insanların yönlendirilmesi ve yönetilmesi sanatıdır. Birçok insanın bir kişinin oy ve emriyle hareket edebilmesi, ancak bu kesinlikle mümkündür. Her kafadan bir itiraz sesi çıkarılmasına bir parça bile izin verildiği takdirde binbaşının bin kişiyi bir noktada toplaması, herhangi bir hedefe yöneltmesi ve hareket ettirmesi, ucunda canını verme gibi sertlikler bulunan görevleri bunlara yaptırması olanaksız olurdu. 

Çeşitli rütbelerdeki subaylar bunu bilmelidirler ki, askerlik, kendi yetkileri dahilindeki uygulamalarda bile başkasının, üctünün istek ve amacına hizmet 
zorunludur, gereklidir. Bundan, amirin kişisel çıkarlarına hizmet etmek anlamını çıkarmak büyük bir hata ve olumsuz bir yorum olur. Üstlerin istek ve amacı askeri gelişmeyi ve savaşta başarıyı sağlama esasını içeren genel amaçlara dayanır ki, bunların kaynağı da askerlik yasaları ile teknik bilgilerin ve sanatın gerekleridir. 

Astları üzerinde bu derece serbestçe karar verme ve geniş yetkilere sahip olacak üstler, emirlerini de sınırını bilerek, adalet ve insafın gerektirdiği yönde, durumun ve zamanın gereklerine uygun olarak vermekle yükümlüdür. Fakat bunun araştırılması ve denetimi, o üstün de üstüne ait bir görevdir. 
Bundan üstlerin sahip olması gereken övgüye değer nitelikler ve askerlik bilimini kavrayış derecesi kolayca anlaşılabilir. Askerlik, komutanlık sanatıdır. 
Fakat emir verebilmek ve komut edebilmek için bir üstün, astlarının önce eğiticisi ve aynı zamanda uygulatıcısı olması zorunludur. 
Ancak eğitim, ahlak, deneyim, bilim ve kavrayışta astlarına üstünlük gösteren ve ağır basan bir üst; onlara komutan olabilir. Seferi Hizmetleri Kanunu’nun askeri disiplin  maddesinden sonra gelen dördüncü maddesi, Söz konusu durumun, subayla er arasında gereğinde ve emir gereği yerine getirilmesi istendiğinde, bütün komutanlar için rütbeleri oranında geçerli olduğu da kabul edilmiş olur. Zaten bu maddede üstlerin emirlerindeki subayların yiğitlik duygularını harekete geçirmeye ve arttırmaya çalışmaları yazılıdır. Ve bundan önceki üçüncü maddede (askerin göreceği hizmetlerin hakkıyla yararlı olması, ancak üstlerin istek ve amacına göre yönetilmesi ve uygulanmasıyla mümkün olabilir...) ifadesindeki asker ve üst terimlerine göre, bu kural ve zorunluluğun erden mareşale kadar bütün komutan ve subaylar arasında yerleşmiş olması gerekliliği ortaya çıkmış olur. 

< Subay, askerlik görevlerinin her bölümünde erlerin eğiticisi ve üstüdür. 
Bunun için bilgi, deneyim, ciddiyet ve dayanma gücü bakımlarından erlere üstün   olmalıdır... Üstler Emrindeki subayların yiğitlik duygularını harekete geçirmek ve çoğaltmak için çalışmalıdır. >

Disiplin ve esasları hakkında bu kadar açıklamayı yeterli görerek karşılıklı güven konusundaki görüşlerimize devam edelim. 

Üst ile astın, subay ile erin ruhları arasında çok sıkı bir bağ ve yakınlık var olmalıdır. Üstler her durumda astlarına arka çıkan ve şefkat gösteren birer 
yardımcı ve dayanak olmalıdır. 

< Sefer Hizmetleri Kanunu, Madde 6: 
Her konuda ara vermeksizin askerlerin iyilikle üstüne düşmek ve onlara özen göstermek subayın güzel ve şerefli, seçkin bir görevidir. 
Komut vermekle görevli olan tüm subaylar astlarının hizmete karşı şevk ve ilgilerini sürdürmeye çalışmakla sorumludurlar. 
Görev aşkı, başarıya ulaşmak için en güçlü zamandır. >

Subaylar bu maddenin kendilerine sunduğu bu zorlu ve seçkin görevi nasıl yerine getireceklerdir? Bizde askerlik hizmeti öteden beri sert, usandırıcı ve 
soğuk tanınmıştır. Buna neden olan bazı durumlar ve etkenler de yok değildi. Asker ocağına yeni gelen ve bu kötü kabul edilen gelenek ve hizmete karşı 
doğan çekingenlik ile soğuk duyguların etkisi altında bulunan kişilerin, ilk kabulde düşüncelerini değiştirmek ve psikolojisini yeni girdiği askerlik 
hayatına ısındırmak için yumuşaklıkla davranılmalıdır. 

Daha ilk gününden askerlik hizmetinin, dinin ve milletin emirlerini yerine getirmekten, yurdun ve ülkenin bütün kadın, çoluk çocuk ve yaşlılarının 
namus ve canlarını korumaktan ibaret olduğunu anlatmaya başlayarak; ülkenin, eline alacağı silahla kendi cesaret ve erkekliği sayesinde düşmanın 
kötülüğünden korunacağı ve bunun da kendisi için ne kadar şerefli ve uğurlu bir iş olacağı ve gece gündüz bizi yok etmek için çalışmakta olan düşmanların 
hakkından gelmek için silah kullanmayı güzel öğrenmesini ve savaşta düşmanla karşılaşınca bir an önce boğazına atılmak üzere; şimdiden bunları 
tanımak ve bunlara karşı yüreğinde büyük bir intikam ve hırs beslemesi gibi konularda kısa ve etkileyici konuşmalar yaparak yeni askere, askerliği 
tanıttırmaya ve buna karşı kalbinde sevgi ve düşmanlar aleyhinde kin ve düşmanlık yaratmaya başlamalıdır. 

20. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal., Mustafa Kemal, BÖLÜM 18

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal.,  Mustafa Kemal,   BÖLÜM 18


Talimnamenin bu sırada komutanlara önerdiği öncü birlik ileri kısımları, öncü ucuna kadar dayanabilir. Kuşkusuz buralarda dolaşmak komutanlar için 
tehlikesiz değildir. Sözgelimi; yanlarda keşif kolları arasındaki çarpışmalardan, muharebeye tutuşmuş olan uç bölüğünün muharebesinden; ve düşman eğer 
açılma ve yayılmada erken davranmışsa, düşman topçusunun ateşlerinden varlığı pek değerli olan komutana ve emrindekilere bir iki kurşun isabet etmesi 
elbette olasılık dışı olamaz. Ancak bu değerli varlıktan beklenen yarar işte bu anda, bu şekliyle görevini yerine getirmekle ortaya çıkacağından ve tersi du-
rumda bu değeri sıfıra indireceğinden {bu sayede komutan kişisel gözlemlen ile... - madde 277) sözünü ettiğimiz tehlike hatıra bile getirilmeyecektir. 
Duraksamaya yer bırakmayan gerçeklerdendir ki, komutanların esenlik ve sağlığı, ancak muharebe üzerinde ciddi bilgi sahibi olarak ve üstlere yaraşır 
düzeyde söz geçirerek duruma hakim olmaları ve durumu denetim altına almaları için, önemli ve gereklidir. Şimdi artık keşfe giden bir subayın, 
düşmandan ateş yediği için ilerlemekte ve keşfi tamamlamakta başarısız olmasını; ve bunu da olanaksızlıklardan kaynaklanan ve özür dileyerek 
affettirilebilecek bir durum olarak göstermesinin ne derece kabul edilebilir olduğu düşünülmelidir. 

Komutanlar hakkında Piyade Talimnamesi’nin 279’uncu maddesi de burada belirtilmeye ve anılmaya layıktır: 

<İleri hatlarda bulunan komutanlar etkili düşman ateşi altında atlarından iner ve kaçınılmaz olduğu görülürse, olanakların elverdiği ölçüde doğal veya 
yapay siperlersen yararlanırlar... > 

Demek oluyor ki, rastlantıyla patlayan bir iki şarapnel veya tek tük gelen birkaç düşman mermisi üzerine komutanların attan inmesini, Talimname kabul 
etmiyor. Bunu ancak etkili düşman ateşi altında öneriyor. Doğal veya yapay siperlerden yararlanmayı da, durumun kaçınılmaz olduğunun görülmesi 
koşuluna bağlıyor. Öyle ya! Ere avcılık talim ve eğitiminde, en önemli kurallar olarak, önce etki yaratmanın, sonra gizlemenin düşünüleceğini öğretiyoruz. 
Bu maddeden anlaşıldığına göre, ancak kaçınılmaz durumlarda doğal ya da yapay siperlerden yararlanan bir komutan veya subayın askeri, düşmana tesirin 
gizlenmekten önce olduğunu öğrenebilecek ve yerinde uygulayabilecektir. 

Komutanların emrindekiler üzerinde sahip olmaları gereken söz geçirme ve etki derecesinin ve önemini gösteren şu maddeyi de gözden geçirelim: 

Piyade Talimnamesi - Madde 424: 

< Aralıksız takip uygulaması için tüm komutanların bütün kuvvetlerini harcaması gerekir. Çünkü zafer kazanmış asker bile muharebenin sıkıntılarıyla yorulmuş 
ve güçten düşmüş olacağından, muharebenin sonunda gerek büyük ve gerek küçük herkeste dinlenme ihtiyacı kendini hissettirir ve etkisini gösterir. 
Ancak komutanların kesin kararlılığı, kendi yorgunluğuna üstün gelerek, astlarını da beraberce ileri sürebilir. >

Yaygınlaşıp kök salmamıştır. Erlerin büyük bölümünün içinde bulunduğu açıkça görülen cahillik ve beceriksizliğin bundaki etkisi görmezden gelmemese de, 
bilim ve eğitim ortamında yetişenlerin de çoğunun silah kuşanmış olarak düşman karşısında savaş ve dövüş işlerine girişmekten çok, daha geride ve 
tehlikeden arınmış, daha rahat bir durumu talep ve tercih ettikleri büyük bir üzüntüyle görülmüştür. 

Anlaşılıyor ki, milli ve düşünsel eğitimimizde vatan fedakârlığı, vatan aşkı ve sevgisi ve bu uğurda her şeyin unutulması zorunluluğu gibi yüce duygular, 
isteklerimizin hedefi olma düzeyine yükselememiş- tir. Oy:a okumayan ve bilmeyenler okumadıkları ve bilmedikleri için vatan sevgisinden yoksun, bunun 
eğitimini almış olanlar da vatanın gereksinimlerine yaraşır şekilde çalışmaktan kaçınıp eğilimleri huzur ve rahattan yana olursa, bu vatanı kimlerin yaşatacağı 
ve bu vatanda yaşamak ve buna sahip olmak hakkının ne yüzle iddia edileceği iyice düşünülmelidir. 

Resimli Şehbal dergisinin 90. sayısında özgeçmişinin ve çalışmalarının yazıldığı Sofya Güzel Sanatlar Okulu Müdürü ressam Mitof makalesini ülkemizin aydınları elbette okumuşlardır. Mitof, fırçasıyla Bulgarlıkta milli uyanışın başlaması ve doğuşu için geceli gündüzlü çalışmaktayken, ülkesinin düşman saldırısına uğradığı 1859 Sırp - Bulgar Savaşı çıkar çıkmaz fırçayı bırakarak silahına sarılmış ve bir de cesaret madalyasıyla onurlandırılmıştı. Son savaşta ise yaşlandığından kendisi savaşa katılamamış ise de, Paris Güzel Sanatlar Akademisi ile Mühendis Okulu’nda öğrenim gören iki oğlunu göndermiştir. 

Balkan Savaşı’nda Selanik üzerine yürüyen Bulgar kuvvetinin süvari subayları arasında, Bulgaristan’ın Paris’teki büyükelçisi yedeksu- bay olarak görev yapmıştı. 

Bu savaşta ordunun önünde herkesten önce ulusun namusu adına at oynatan, kılıç sallayan, tüfek atan ve birçok kan akıtan Bulgar bilim ve kültür insanlarının 
çeşitlerini ve sayılarını, ülkemizin aynı sınıfa bağlı aydınlarından aynı görevi yerine getirenlerin sayısıyla karşılaştırılması, incelenmesi ve araştırılmasının 
çok önemli bir konu olması gerekir. 

Talimname ki, harekât kurallarıdır, savaş kanunudur. Bir bahane ile muharebe alanını terk edenleri korkaklık cezasıyla mahkûm ediyor. 

Demek ki, Talimname’ye göre korkaklık bir cezadır. Öyledir ya!.. Bir erkeğin, özellikle askerin korkak olması demek, kendisinin âdeta uygarlıktan yoksun olmasıyla eşdeğerdir. Çünkü, “Bu adam vatansızdır” demektir. Onun vatanı yoktur. Zira çocuklarından olduğunu iddia ettiği vatanı düşmanların çiğnediği gün o, anasının yardımına koşmamıştır. Ya da koşmuştur da, bu uğurda canla başla çalışmamıştır. Ve zorunlu görevini yapmamıştır. 

Dayanıklılığını kaybeden erlerin subaylarına bakmalarını Talimname öneriyor. O halde subayın dayanıklılığını kaybetmesi hiçbir durumda kabul edilemez. Hatta bu dayanıklılık o derece korunmalıdır ki, subayın yalnız kendisine yetmekle kalmayıp dayanıklılığa gereksinen erlere de geçmelidir. 

Artık muharebenin gerisinde işsiz duran ve bu meydanı bahane ile terk eden erler korkaklık cezasıyla mahkûm olursa, tam savaş olacağı zaman sağlık 
durumunun bozukluğundan söz ederek rapor almak veya bir başka hizmete talip görünmek veya bulunduğu bir başka işi uzatıp muharebeye yetişmekte 
gecikmek hangi ceza ile mahkûm olacaktır, bilemem. 

Erlerde cesaret, yoğun çalışma, soğukkanlılık, hızlı karar verme ve dayanıklılığını yitirdiğinde subayına bakma özelliklerini öğretmek ve artırmak 
için ikinci bölümü okuyalım. 

19. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal., Mustafa Kemal, BÖLÜM 17

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal.,  Mustafa Kemal,   BÖLÜM 17


Geçenlerde askerlik teknik ve sanatının ilerlemesi yolunda kahramanca hayatını feda eden havacılarımızın, genç ve muhterem Sadık, Fethi ve Nuri’nin 
adları ve şanlarının unutulmaması için dikilecek övünç anıtının amacı da bir değerbilirliğin gereği olmasından başka, memleketin şimdiki ve gelecekteki 
yiğitlerini aynı cesaret ve fedakârlığa yönlendirmek ve özendirmektir... 

Sona eren İtalya Savaşı’nda Derne’de topçu komutanlığı, komutanlık yaverliği, muhafız bölük komutanlığı yaverliği ve muhafız bölük komutanlığı görevlerini yapan üsteğmen Sadık Efendi, bu kitapta konu edilen fedakârlık özelliğinin bir simgesiydi. Et, kemik ve kandan oluşan ve yürek taşıyan bir insanın, tehlikeyi hiçe sayarak gösterebileceği dayanıklılık ve umursamazlığın varabileceği en uç noktayı gözler önüne sererek, bu konuda gerçekten iyi bir örnek olmuştu. 

26 Aralık 1911’de Derne’de İtalyanların çıkışıyla başlayıp birçok savaş ganimeti kazanarak ve düşmana çok sayıda ölü vererek sonuçlanan büyük çatışmada Sadık Efendi, bizim iki toptan oluşan topçumuzun komutanıydı. Düşmanın fazla sayıdaki bataryasına karşı, toplarının ateşini olağanüstü bir kararlılık ve dayanıklılık ile idare edip sürdürerek, zaferin kazanılmasına hizmet eden önemli bir etken olmuştu. Merhum şehidin aynı savaşta, 12-13 Şubat 1912 gecesi Derne’ye karşı girişilen saldırıda düşman kıta ve istihkâmlarının kıyamet ateşleri kopardığı bir kriz anında, ihtiyat kuvvetleri oluşturan iki bölükten birisi olan kendi komutası altındaki seçilmiş genç Araplardan kurulu muhafız bölüğünün başında ateş hattına ilerlerken göstermiş olduğu şiddetli saldırma arzusu ve yiğit halleri hâlâ gözümün önündedir. 

Yafa’da denize düşerek kazazede olan Prens Celalettin uçağının gözcüsü Yüzbaşı İsmail Hakkı Efendi de, Sadık Efendi’den sonra Derne’de sözü edilen iki topluk topçunun komutanlığını üstlenmişti. Uçak kazasından sağlam çıkan İsmail Hakkı Efendi 3 Mart 1912 ve 16 Nisan 1912 Derne muharebelerinde, topların eski komutanlarını aratmayacak surette, eşi görülmemiş dayanıklılık ve cesaret göstermişti. Bu iki muharebede iki topumuza ateş eden İtalyan topları çeşitli çaplardaydı, sayıları da yirmiden aşağı değildi. 

16 Nisan’da, düşman, toplarımızın konumunu iyice keşfe gücü yetmediğinden; aralarındaki oran onda birden ibaret olan iki taraf topçuları arasında çarpışma, âdeta topçu düellosu şeklinde sabahtan akşama kadar devam etmişti. Bizim atışlarımıza karşılık düşmanın dört beş bataryası birden grup ateşiyle cevap veriyordu. Fakat 3 Mart’ta konumu biraz daha açık bulunduğu için İsmail Hakkı Efendi bir top çavuşu ile bir numaralı erini şehit vererek yüzde yirmi kayba uğramıştı. Ve toplarından biri hasar görmüştü. 

Burada buna benzer tarihsel bir olayı anarak, uçak fedailerimizle beraber bunu da tüm askerlerin durumu kavramaları için örnek kabul etmelerini isterim: 

Ekim-Kasım 1908’de ünlü isyancılardan İsa Bolatin’in Meşrutiyet Hükümeti’ne ilk başkaldırısında, üzerine bir taburla iki top gönderilmişti. 

Metroviçe’den sabah karanlığında çıkan bu askeri kol, sisli ve karlı bir tan vaktinin sonunda, kasabaya bir buçuk saat uzaklıkta bulunan Bolatin köyüne 
hakim taşlı yüksek tepenin yamacında, Bolatinli’nin çetesi tarafından pusuya düşürülmüştü. İlerde ki bölükler derhal Balkana saldırmışlarsa da  alaca karanlıktan ve tipiden yararlanan Arnavutlar, büyük bir kesimi etki altında tutmaktan henüz geri kalmıyorlardı. Elbette ki bu sırada hepimiz düz yol 
üzerinde, kar içinde yatarak önümüzde düşman mevzisini saptamaya uğraşıyorduk. 

Hemen birkaç piyade erinin kanı beyaz karı kırmızılaştırdı. Top taşıyan birkaç katır da devrilmişti. Askerdeki şaşkınlığın doğurduğu kriz, pek acıklıydı. 
Yanımda duran Topçu Komutam Asteğmen Manastırlı Faik Efendi’ye (şimdi 3. Topçu Alayı’nın 7. Bölük Komutanı, yüzbaşı), askerlerimizin moralini korumak 
ve geri getirmek, asi Arnavut’unkini de kırmak üzere yüksek nişangâh ile ateşe başlama emri verdim. 

Faik Efendi hemen ayağa kalkıp erlerini de kaldırarak, yol kenarındaki hendeğe düşmüş olan topu düzlüğe çıkardı. Atışa hazırlanırken erlerden birinin 
şehit olması üzerine, topçuların topu terk etmelerine karşı subay duruşunu hiç bozmadan, gizlenmeye koyulan askerlere öyle etkili sözler söyledi ki, erler 
hemen yine topa sarıldılar. Bu kez de top çavuşu gözünden kurşun yiyerek düştü. Ben artık topçunun göreceği bu işten vazgeçmek istiyordum. Ve oradaki 
tek topçu subayı olması dolayısıyla, varlığı her zamankinden daha önemli hale gelen subayı da kayıp vereceğimden korkuyordum. Fakat Faik Efendi’nin 
mertçe çabası işi çözdü. Onun, erlerine gerçekten örnek olan, gerçek subay tavrı ve duruşuyla toplar mermilerini atmaya başladı. Ve biraz sonra ilerdeki bölükler de düşmanla kavraşarak, pusu belasından kurtulmak mümkün olabildi. 

Kahramanca hareketlerini, kusursuz bir örnek kabul ettiğimiz subayların üçü de topçudan denk geldi. Oysa 3 Mart 1912 Derne Muharebesi’nde düşmanın iki 
taburu karşısında tam bir sakinlik ve gönül rahatlığı içinde savaşan ve bu üstün düşmana bir karış ilerlemeyi pek pahalıya ödeten asker (Derne’nin tek düzenli 
kuvveti olan piyade bölüğü) yüzbaşı Manastırlı Halim Efendi’nin bölüğüydü. Aynı zamanda 10 Ekim 1912’de düşmanın Derne’nin batısından, Tümsekit 
çevresinden gelen taarruzunda ilerlettiği üç piyade alayı ile üç Eritre taburu ki, on iki taburluk düşman kuvveti karşısında ilk direniş gösteren kuvvetimiz, 
Asteğmen Rusuhi ve Ethem efendilerin komutalarındaki piyade askerlerimizle Asteğmen Cemil Hakkı ve Üsteğmen Nurettin efendilerin kumandalarındaki 
ikişerden dört makineli tüfeğimizdi. Bu çatışmada Cemil Efendi’den başka diğer üçü yaralanmışlardı. Ardından dört dağ topumuzla büyük bölümü cephanesiz beş altı yüz Arap savaşçısının de katılımıyla düşman, kazandığı beş kilometrelik ileri araziyi terk etmeye ve eski yerine dönmeye mecbur edildi ve epeyce ganimet ve esir alındı. Fakat özellikle Cemil Efendi, iki makineli tüfeğiyle eşi az görülür bir cesurlukla düşmanın burnuna kadar sokulmuş, düşmanı gerçekten şaşırtmıştı. 

Süvari sınıfımızın da bu gibi fedakârlık hikâyeleri vardır: 1912 yılı Balkan Savaşı’nm ilk bölümü sonunda ve birinci büyük mütarekenin ilk günlerinde 
Bulgarların Yeniköy ve Şarköy’e düzenlediği taarruzlarda Kavak’ta beraberinde bulunan Mürettep Süvari Alayı’na mensup 5. Süvari Aıayı’nın 3. Bölüğü subayları ile, 27. Süvari Alayı’nın 5. Bölüğü’nden üsteğmen Fahri Efendi’nin keşif ve çarpışma görevlerinde gösterdikleri cesaret, yiğitlik ve çaba her türlü takdire layıktır. Edirne’nin geri alınmasında düşmanın izini bırakmamak üzere, süvariliğe pek yakışır amansız takip görevi sırasında Süvari Yüzbaşısı Reşit Bey merhum, yaşıtlarının gerçekten örnek alması gerekecek yiğitçe fedakârlıklar göstermiştir. 

Görev ve mesleğinin gerçek âşığı olan bu subay, İtalya Savaşı’nda da Derne’de komutanlık başyaveriyken, hem en sarp ve çetin keşif görevlerini 
büyük bir istekle yaparak; hem de işini yaparken gösterdiği büyük kavrayış ve özellikle de üstün cesaretle, görevinin ve mesleğinin eri olduğunu hakkıyla 
kanıtlamıştı. 

Ordumuzun tüm subayları arasında bu görev aşkı örnek kabul edilmeli ki, kayıplarımızın yerine bununla avunalım. 

Şimdi komutanların çarpışmalarda harekete geçme yöntemlerine ilişkin Talimname maddelerini dinleyelim: 

Piyade Talimnamesi, 2. Bölüm, Madde - 277: 

< İleri yürüyüş sırasında düşmanla temas olası ise komutan mümkün olduğu kadar ileride ve kural olarak öncü birliğin de ileri kısımları arasında bulunmalı dır... 
Bunun için kendisi belli bir bölgede kalmadan aşamalı olarak ilerlemeli... 
Bu sayede komutan kişisel gözlemleriyle düşmanın ve yakındaki kıtalarının durumuna ve araziye dair bilgiler edinir ki; ne harita, ne rapor ve ne de notların yardımıyla edinilen bilgiler bunun yerini tutamaz... >

Bu maddede adı geçen komutan, kural olarak en aşağı tümen komutanı ise de; bağımsız hareket eden herhangi bir müfrezenin komutanı ve öncü birlik 
komutanı gibi daha küçükler de doğal olarak aynı biçimde hareket ederler. 

18. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal., Mustafa Kemal, BÖLÜM 16

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal.,  Mustafa Kemal,   BÖLÜM 16


Atalarımızın cenk ve gaza meydanlarında kazandıkları şanı, bıraktıkları namı; bu nam ve şan ile gösterdikleri başarıları, fethettikleri yerleri düşünelim ve gözümüzün önüne getirelim: 

İstanbul’dan kalkıp Balkanlar’ı, Tuna’ları defalarca aşan, Hıristiyan dünyasının tutucu ve birleşmiş Haçlı ordularını perişan eden ve bunların savunduğu zamanın en metin kalelerini fetihçi güçleri karşısında boyun eğdiren, Viyana’ları kuşatan 2. Macaristan ovalarını at eğitimi talimhanesine çeviren koca kahramanların ne fedakâr, ne cesur, ne çalışkan, doğuştan nasıl dayanıklı insanlar olduklarını ve her millete nasip olamayan bu başarının ancak bu yüksek nitelikler ile ortaya çıkmasının mümkün bulunduğunu anlamakta gecikmemeliyiz. 

2. Eski Büyüklerimizin bilim ve tekniğe olan ilgileri ve bağlılıkları da fena değildi. Zaten bunsuz da olamazdı. Viyana’nm Osmanlılar tarafından kuşatılmasını gösteren ve halen şehrin muhteşem Belediye Müzesi’nde bulunan harita Osmanlı ordusunda askerliğin ayrıntılarına hâkimiyet ve uygunluk derecesini gösterir. 

Bu haritadan kalenin güney tarafında hâlâ daha bulunan imparatorun kışlık sarayı olan Hofburg Sarayı’nı kuşatanlar tarafından saldırı cephesi seçildiği 
ve buradaki iki burcun düştüğü görülür. 

Aynı şekilde, kuşatma sırasında Osmanlı bataryalarının kurulduğu kuzeybatı yönündeki tepenin Viyana’yı dövmeye en uygun noktalardan birisi olduğu, 
görüldüğü zaman anlaşılır. 

Avusturyalılar şimdi burasını gayet mükemmel bir park haline dönüştürmüşler ve ismini Türkenschanz Park koymuşlardır. Park kapısının iki tarafındaki sütunlara birer ay yıldız resmi yapmışlardır. 

Ne zaman ki ahlakımız bozularak fedakârlık ve mertlik damarlarımızın gevşedi, fetih düşüncesi söndü, milletin şanını yükseltme amacı yerine kişisel yarar sağlama ve can derdi belasına düştük; işte bunun üzerine yenilgiden yenilgiye, felaketten felakete sürüklendik, çeşitli yoksulluk ve yoksunluklara mahkûm edildik. 

Viyana’ları kuşatan, ileri karakollarını Almanya içlerine kadar yürüten Osmanlı sadrazam ve komutanlarının çadırları, değişik tür ve çaptaki Osmanlı Silahları, birçok Osmanlı ve Müslüman sancak ve bayrakları bugün Viyana’nın müzelerini süslemektedir. Viyana’nın Tophane Müzesi’nde sadrazam ve komutanlara mahsus her biri binlerce liralık- iki Türk çadırı, müzenin en ayrıcalıklı yerlerini doldurmaktadır. 

Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın kafatası şehrin Belediye Müzesi’nde saklanmaktadır. Son Viyana yenilgimiz üzerine Viyana’nın Osmanlılar elinden kesin olarak kurtulmuş olduğuna hatıra olmak üzere şehrin ortasında yapılmış olan meşhur ve görkemli Stefan Kilisesi’nin kapısından girilince sol tarafta göze bir heykel çarpar. Bu heykel Viyana’yı kuşatan Türklerin yenilgisi ve bozgunu için olağanüstü gayret ve fedakârlıklarla çalışmış olan General von Lothringen’i at üzerinde betimler ki; köpürmüş olan atının ayakları, yerlere serilmiş olan sarıklı bir 
yeniçerinin çıplak göğsüne basmaktadır. Ben bu heykeli gördüğümde, kilisede kendini ibadete vermiş Hıristiyanların hâlâ bu von Lothringen’e dua etmekte olduklarını zannettim. 

Eski, yüzyıllık kayıplardan başka; dün uğradığımız ve hâlâ Rumeli’deki dindaşlarımızın çekmekte olduğu türlü türlü elem ve sıkıntılar; hep bizim 
gevşekliğimizin, yetkin olmayışımızın, muharebe ve erlik meydanlarında savaşın gerektirdiği düzeyde zekâ ve kudret göstereme- yişimizin doğal sonuçlarıdır. Düne kadar hem verdikleri vergilerle karnımızı doyurduğumuz, hem de hayat ve namuslarını korumakla yükümlü ve zorunlu bulunduğumuz zavallı Makedonya Müslümanlarının çeşitli düşmanlar elinde bugün neler çekmekte olduklarını açıklamaya gerek var mı? 

Bugün Türkler, yalnız soy ve tarih bakımından bu kahraman ataların çocukları ve torunları olmakla kalmamalıdır. Bunca övünçle dolu ve bezeli şanlı geçmişin gerçek mirasçıları olduğumuzu da kanıtlamalıyız ki, bugünümüzü ve geleceğimizi kurtarmış olalım. 

Türk milleti eski zamandan çok bugün esirgenmeye ve korunmaya muhtaçtır. Yaşamsal gerekçeler ve varlığımızın devamının sağlanması önce 
bizim, askerlerin üzerine kalmıştır. 

Bugünkü askerler eski cengaverlerden çok daha azimli, fedakâr olmalı, kendini sevmekten kurtulmalıdır ki, asırlardan beri sürüp duran şu sıkıntı ve bir dizi derin üzüntü artık olduğu yerde kalsın. 

Stefan Kilisesi’ndeki düşman generalinin hırslı atının ayağı altında hâlâ inlemekte olan çaresiz yeniçeriyi kurtaramasak da, bugün Rumeli’de zorla yurtlarına veda ettirilen masumların imdadına yetişelim. Ve bu kesin kararımızdan ayrılmayalım ki, aynı felaketleri hiç olmazsa Meriç Nehri’nden bu tarafa getirmiş olmayalım. 

Geçen Rus Savaşı yadigârı olarak Küçükçekmece’de Florya mesiresi civarında dikilip kurulan Rus Zafer Amtı’na' bir kere bakmakla yetinmeyelim, bunun dikilmesinin nedenini ve anlamını araştıralım ve sorgulayalım. Bu eser bizim için bir derin düşünme ve yorumlama okulu olmalıdır. Bunu derin derin yorumlarken, Pomaklarla MakedonyalIların çektikleri haksızlık ve eziyetlerin ayrıntılarını işitir ve okurken; bundan sonra böyle bir halin tekrarında, şu anda vatan sınırları içinde kalan bizlerin de yarın nasıl yaşamaya mecbur olacağımızı ve artık bu memlekette yaşamak için savaşmaya ne kadar önem vermek gerektiğini kesin olarak saptayalım. 

Subay onuru, bunca acı yenilgiye karşı sessiz kalmamalıdır. Savaşta yenilmek ordunun kabul edemeyeceği bir leke olmalıdır. 

Öç alma düşüncesi, hareketlerimizin rehberini oluşturmalıdır. Hep bu düşünceyi besleyecek ve hayata geçirebilecek yönde çalışmalı ve çalıştırmalıyız. Bizim cesaretsizliğimiz, ölmeden geri dönme huyumuz, bir kere daha savaşı kaybetmeye sebep olmamalıdır. 

Dayanıklılık ve fedakârlığın savaş kazanmakta ne büyük bir etken olduğunu gerçekten anlamak üzere; Plevne’nin ünlü savunmacısı Gazi Osman Paşa 
Hazretleri’nin fedakârlıkları, bütün komutanlarımıza ve komutan olacak olan bütün subaylarımıza bir eğitim semineri ve ders çıkartılacak bir örnek kabul 
edilmelidir. 

Gazi Osman Paşa’nın bir gün kasabanın kenarındaki karargâhında otururken bir düşman top mermi parçasının, önündeki kahve takımını alıp götürmesine 
karşı pek umursamaz bir ifadeyle bakması, kendilerinin hayata ne kadar önem verdiklerinin kesin kanıtıdır. Asker hayatının, görev tehlikesi karşısında, bundan 
fazla önemi olmamalıdır. 

1866 Almanya-Avusturya Seferi’nde ikinci Prusya ordusundaki 1. Kolordu’ya bağlı 2. Piyade Tümeni’nin aynı yıl 27 Haziran’da yaptığı taarruz muharebesinde Neu Rognitz’e taarruz eden 4. Tugay’da tugay komutanıyla her iki alayın da komutanı ve birçok binbaşılar görevleri uğrunda zafer kazanarak hayatlarını kaybetmişlerdi. 
Ve hayatta kalanlardan Yedinci Alay’ın üçüncü taburu komutanına, tugayın komutası verilmiş ve ortadan sonsuza Uzkmayı filme almış; çektiği belgesel (günümüze hiçbir kopyası ulaşmamış olmakla beraber) Türk sinemasının ilk eseri ve başlangıcı olarak kabul edilmiştir (e.n.). kadar kaybolan üstlerinin emir ve yönetimleri aksamaksızın taarruz harekâtına devam edilmişti. Ve muharebe de kazanıldı. 

Asıl dikkate değer nokta, tugay komutanlığı vekaletinin en kıdemli subay olan bir binbaşıya devredilmesinin, orada bizzat tümen komutanı tarafından uygulanması dır. “Orada” dediğimiz yeri biraz tarif edelim: Kendilerinden yüksekte bulunan bir sırttaki düşmana saldıran 7. Prusya Alayı’nın birinci ve ikinci taburları, saldırı sırasında düşman süvarisinin hücumuna uğradıklarından ve bundan cesaret alan düşman da karşı taarruzu sürdürdüğünden; saldırıda başarılı olunamamış ve avcı hatlarında subayların hemen hepsi vurulmuş olduğundan, erler kendi başına perişan durumda geriye dönmeye başlamışlardı. 

Muharebenin sol tarafta (burada) iyi gitmediğini gören veya anlayan tümen komutanı, bütün muharebe hattının gerisinden atını dört nal sürerek düşman 
tüfeklerinin nişan bölgesine ve mermilerin yörüngesine dik bir hat üzerinde yıldırım gibi bu tarafa gelmiş ve durumu kavrayarak derhal, geriye dönmekte 
olan erleri etkileyerek durdurmuş ve kısmen de üzerlerine bir süvari bölüğü yollayarak geri çekilişlerini sona erdirmiş ve o anda kaybolan düzeni sağlayarak 
tugay komutanlığını da işte o vakit binbaşıya devretmiş idi. 
Bu işlerin yapılmasıyla beraber düşman durdurulmuş, işler bittikten sonra kıtalar ikinci taarruzlarında başarılı olup zafere ulaşmışlardı. İşte tümen komutanının ansızın orada belirmesi, bütün kötüye gidişin önünü almış ve sarsılmış olan morali güçlendirmiş ve desteklemişti. 

Savaşın yarattığı şiddetli krizden dolayı şaşırmış olan asker durdurulabilir ve bunlar tekrar taarruza geçirilebilir ama, işte bunun uyarısı ve emri, böyle bir 
tümen komutam tarafından gelmelidir. Ve böyle bir tümen komutanının durdurmak için gönderdiği süvari bölüğü görevini yerine getirebilir. 

Bu komutana bu hareketi yaptıran gücün ise bilimsel ve teknik güçten çok yiğitlik ve akıl gücü olduğu açıktır. 

İtalyanlarla bir sene Trablus ve Bingazi harekât alanlarında çarpışan bir avuç asker ve savaşçının olağanüstü işler görmesini etkileyen başlıca nedenlerden biri de, bu çarpışmalarda subayların, kurmay heyetinin ve komutanların erlerle bir sırada, aynı safta savaşmış olmalarıdır. 

Almanya’da yukarıda belirtilen çarpışmalarda büyük şan ve şerefle hayatlarını ortaya koyan alay komutanlarının ve kıta subaylarının betimlendiği büyük tabloları alay gazinolarının salonlarını süslemekte; bu bahtiyarların kafalarını parçalayan, bedenlerini delen düşman kurşunları ve mermi parçaları da buralarda bulundurularak fedakârlık, yiğitlik ve cesaret müzeleri oluşturulmakta dır. 
Bu görev kurbanlarının kanlarını akıttıkları çarpışmaların yıl dönümlerinde bu salonlar özel törenle açılır ve adı geçenler şükranla anılır, ve bu törenler tekrarlanarak gelecek kuşaklara örnek oluşturur ve onları yüreklendirir. 

17. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal., Mustafa Kemal, BÖLÜM 15

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal.,  Mustafa Kemal,   BÖLÜM 15



Bu Askerler, Piyade Talimnamesi, Muharebe Bölümü, 446. madde (Piyade kendi üzerinden topçunun ateş etmesine alışmalıdır...) gereklerine alışmamış 
bulunabilir. Fakat işte manevi gücün sarsıldığını gösteren böyle bir durumda ortaya çıkacak olanlar, subaylardır. Subay, o sırada başı yukarıda ve göğsü 
ileride duruşuyla kendini birlik beraberlik ruhuna tümüyle vererek cesaretini yitirmeye başlamış olan askerlerini derhal uyarır ve onları kendine getirir. 

Patlayan bir iki düşman mermisi üzerine, kendi toplarının sesinden de kendisine gelmekte olan atılmış bir taştan sakınır gibi sağa sola ürken bir askerin kalbi de giderek daha şiddetle çarpmaya başlar. Ve biraz sonra ava çıkıp da çatışmaya başladığı zaman, bileklerinde tüfeğini kullanacak kuvvet de kalmaz. 

Subayın bu esnada görevi büyük ve önemlidir. 
Subay kendi ruhunu, bütün erlerinin ruhlarına çok güçlü görünmez bir bağla bağlamalıdır. Subay işte o zaman kıtasına kışla talim hanelerinde verildiğinden daha şiddetli ve gözlerinden ateş çıkar gibi ve boğazı yırtılırcasına komut vererek ve hatta gayet keskin bir iki ‘Silâh omza!’ ve ‘Selâm dur!’ hareketi yaptırmakla, 

Muharebe Yönergesi - Giriş - Madde 24: 

Yanaşık düzende taiim, askerin ikinci doğası olarak kabul etmesi gereken iç disiplin ve sıkı bağların kurulması için asıl araç hükmündedir... 

İfadesiyle kastedilen bağı güçlendirmiş olur. Hem o sırada bizim topçunun atışı o taburun üzerine yönelik değildi. Taburla batarya âdeta aynı hizada bulunuyordu. Talimname, topçunun düz arazide piyadenin en az üç yüz metre gerisinden atış yapabileceğini yazıyor. Bu mesafede topların gürültüsü şiddetli olduktan başka, top mermilerinin insanın başı üstünde havayı yararak geçmesi de bir iştir. 

Piyade Talimnamesi’nin 446. maddesinin alışılmasını emrettiği durum, asıl budur. 

Saniyede dört beş yüz metre hızla seyreden kilolarca ağır ince uzun kavun boyutlarında bir ağırlığın havayı yararak gitmesi, asker kulaklarının gerçekten alışmaya zorunlu kaldığı bir cayırtı ortaya çıkarır. Dinleyenler pek iyi bilirler. Hele Bingazi İtalya muharebelerine katı- lanlar, bu sesin kulaklarda yarattığı yansımadan, merminin yükseklik veya alçaklığını ve düşüş anını aşağı yukarı kestirecek kadar alıştırma yapmış ve bunu alışkanlık edinmişlerdir. 

Bu alışkanlığın ve alıştırmaların yararı da büyüktür. 

Subay komuta ettiği insanların kendi bilgi ve yetkinliğinden yararlanması için, emrindekilerin dayanıklılık ve yiğitliklerinin bileşkesinden fazla dayanıklılık ve yiğitliğe sahip olmalıdır. Ve ancak bu suretle Piyade Talimnamesi’nin sözü geçen 266. maddesi gereğince emrindeki erlere örnek olabilir. Ve yine ancak bu şartla Süvari Talimnamesi’nin yine yukarıda yazılmış 2. maddesi gereğince, erleri üzerinde otorite kurup etkisini hissettirdiğinde, onlar da hiç çekinmeden subayı takip edebilir. Ve yine subay o derece metin ve mert ve cesur olmalıdır ki, Piyade Talimnamesi’nin şu 448’inci (... bu amaca dayanarak topçu, düşman topçusunun ateşine asla önem vermeyip ve hatta topları kaybetmekten dahi çekinmeyip ateşini ilerlemekte olan düşman piyadesine yöneltmelidir. Süvari ise piyadenin düşmandan kurtulmasını mümkün kılmak için, fedakârlığının sonucu düşmanı gayet kısa zaman için bile durdurmaktan ibaret kalacak olsa da, kendisini feda etmelidir.) ve Topçu Talimnamesi’nin 401’inci (Eğer düşman taarruzunda başarılı olursa, o halde bütün bataryalar ihtiyat birlikleriyle beraber etki yaparak; düşmanı mevziden geri atmak için, ateşlerini hücum eden piyade 
üzerine yöneltirler. Piyade muharebesine katılmayan bataryalar, düşman topçusunun ele geçirilen mevziye ilerlemesini engeller. Kesin sonuç zamanında topçunun son ana kadar sarsılması mümkün olmayan bir dayanıklılık göstermesi kesinlikle gereklidir. Hatta bu direşkenlik topların kaybına yol açsa bile gayet yüce bir şan ve şereftir.) maddelerini başarıyla uygulayabilsin. 

Bu son iki maddeden biri geri çekilişin denetimi, diğeri de düşman taarruzunun son ana kadar gücünün kırılması ve savılması hakkındadır. Ve topların feda edilmesine ancak bu gibi hallerde göz yumulur, hatta bu zorunludur; onur ve şeref de bu sayede kazanılır. Çünkü bu kayba ve fedakârlığa karşılık, büyük yararlar sağlanır. Bu sayede ordunun tamamı felaketten kurtarılabilir. Veya düşman taarruzu başarısızlığa uğratılarak, üstünlüğün bize dönme olasılığı belirir ve hiç olmazsa düşmanın başarısının kısıtlanması ve sınırlandırılması söz konusu olur. 
Bu topların feda edilmesi durumu, topçuların vaktinde yakalarını kurtarmaları kaydına ve koşuluna bağlı değildir. Ve olamaz. Çünkü bu derece direşkenlik ve dayanıklılık ancak topların kullanılması ve onlardan yararlanılmasıyla sonuca ulaşabilir. Bu da topçuların toplarının başından ayrılmamasıyla olur. Yoksa sahipsiz bırakılan zavallı toplar yalnız başına elbette direnç ve dayanıklılık göstermezler; böyle toplar düşmanın büyük bir iştah ve mutlulukla yağmalayacağı mutsuz ve talihsiz birer silah olur. Direnç ve dayanıklılığın son noktasına kadar savaşa devam edildikten sonra ise... 

Eğer düşman püskürtülmemiş ise, mevziye girmiş ve ‘boğaz boğaza’ durumu ortaya çıkmış olacağından, topçular için bu sırada kayışları kesip hayvanlara binerek geriye kaçmak değil, ancak toplarının başında kahramanca ölmek ve hiçbir topçunun can bedende iken topunu düşmana teslim etmemesi, namus ve mesleğin gereğidir. Ve topların topçular üzerinde gayet meşru bir hakkıdır. 

İtalya Savaşı’nda 22/23 Aralık 1911 sabahı Tobruk civarında Na- zure tepesine yönelik taarruzda, adı geçen tepe ele geçirilmiş ve burada bir İtalyan Musevi makineli tüfek eri, makineli tüfeğinin başında ve elleri tüfeğinin kabzasında olduğu halde ölü bulunmuştur. Bu tepeye hücum edenler arasındaki kabile reisi meşhur Şeyh Müberri’nin düşman makineli tüfek bölüğüne yüz metre uzaklıkta şehit düştüğü kesin olduğundan, bahtiyar Musevi mitralyözcünün görevini namusuna yaraşır biçimde yaptığı kuşkusuzdur. 

Osmanlı milleti askerlikte doğmuş, askerlikte büyümüş ve bugüne kadar askerlikle yaşamıştır. Hayatının kalan kısmının devamı ve refahı da, yine 
ancak askerlikle mümkün olacaktır. Halkı bilim ve sanattan, ticaret ve servetten yoksun, fakat doğuştan gelen benzersiz servetiyle çalışkan ve sermaye ve kuvvet sahibi ulusların hırs duygularını kabartan ülkemiz bu konumuyla savunmaya, askeri gücünün dayanıklılık ve ağırlığına, başka ülkelere göre çok daha muhtaçtır. Uygar yönetimler etkinlik ve uygulama alanlarında hemen birbirine koşut ve aynı yönde yol almaktadırlar. Onların bu hali, bir diğerlerine karşı denk güçler oluşturmaktadır. Aynı zamanda bu memleketlerin halkları, hükümetleri çökse de yaşamsal gereksinimleri ve varlıklarının devamı için gereken doğru karar alma yeteneğini, olgunluğu ve ülkü birliğini yaratmış olduklarından, kendileri yok edilemez ve ortadan kaldırılamazlar. Fakat Türk milleti, İslam ümmeti böyle değildir. Henüz katıldığı teke tek hayat kavgasında tutunabilmek için, ağır savunma ve korumaya muhtaçtır. 

Gerileme dönemimizden beri kaybettiğimiz, memleketimizin çok eski bölümlerinde İslamiyet’in ve Türklüğün adı ve izi bile kalmamıştır. Daha 
dün elimizden çıkardığımız Makedonyamızda İslam varlığı ile hayatının uğradığı ve uğramakta bulunduğu şiddetli darbeleri, daima kalp gözümüzün önünde bulunduralım. Devletimizin resmi dini olan İslamiyet, Hıristiyanlık dünyasının can düşmanı olduğundan ve Müslümanlar şimdi gelişmemiş halde bulunduklarından; Allah korusun bundan sonra karşılaşacağımız bir yenilgi, devletin ve Türk milletinin yok olması ve kökünden yıkılması demek olur. 

Asıl konunun dışında düşünülmemesi gereken bu uyarıların amacı, subaylarımızı, sayesinde yaşayabileceğimiz kutsal vatanımızın korunması adına tekrar fedakârlığa davettir. 

Subay, özellikle savaşta görevini yerine getirirken bu görevin kendisinden fedakârlık, kahramanlık beklemekte olduğunu daima göz önünde bulundurmalı ve düşünmeli ki; kendi vücudunu esirgeyecek olursa, binlerce, milyonlarca Müslüman’ın, (yurttaşların) hayatlarını yitireceği, onurlarının kırılacağı, sefaletleri ve göç etmeleri, inançlarının kirleneceği kesindir. Er geç ölüme mahkûm olan önemsiz ve tek bir hayat, bunlardan daha değerli midir ki, esirgensin? Savaş meydanlarında isteyerek feda etmekten çekinmeyeceğimiz can ve hayatımızın az sonra düşmanın ayaklan altında aşağılama ve hakaretle çiğneneceğini düşünmeliyiz. Bu tek bir hayatın arasına, subayın aile hayatı da dahildir. 

Subayın şehitlik rütbesine ulaşmasından sonra, diyelim ki hükümetin ailesine hiç sahip çıkmayacağı kabul edilse bile, bütün bir memleket halkının sefaleti yerine yalnız kendi ailesi sefil olmuş olsa ne çıkar? Kaldı ki, subay, kendi ailesinin sefaletten korunması için bedenini ortaya atmaktan çekinecek olursa, sonrasında çoluk çocuğunun sefaletini görmekten başka bir sonuca ulaşamayacağı da apaçıktır. Subay, toplumun yararını düşünen en büyük varlık olmalıdır. Camilerin kiliseye dönüştürüldüğünü, Müslüman kızlarımızın ve kız kardeşlerimizin düşman kucaklarında dolaştırıldığını, yetimlerin ve yaşlıların düşman çizmeleri altında can verdiğini; yüz binlerce göçmenin aç, çıplak, yağmur ve kar altında yollarda perişan olduğunu görmek en çok bizi, subayı acı acı düşündürmelidir. Çünkü bunların olmaması için düşmana gerilecek siper, bizim göğüslerimizdir. 

Bunları gören subay, çatışmalarda ölmediğine pişman olsa yeridir. Bu felaketler, biz hepimiz muharebe alanına serilmeden görülmemeliydi. Ne kadar gelişkin ve kusursuz silahımız olursa olsun, ne kadar iyi talim görürsek görelim ve (talim) edersek edelim yüksek derecede fedakârlık duygusuyla donanmazsak bundan sonraki sonuç, bundan öncekinden farklı olmayacaktır. 

Zaten canla başla iş görüleceği zaman can derdine düşecek olursak, barış zamanında öğrendiklerimizi de unutarak silahlarımızdan da yararlanamayız. Hele emrimiz altındakilere söz geçirmeyi hiç başaramayız. 

Bu durumda bütün varlığımız sıfırdan başka bir şey olamaz. Oysa deneyimlerle kanıtlamıştır ki, muharebede görevleri yerine getirmeye engel olacak denli aşırı derecede kendini koruma kaygısı, korkulan şeyin başa gelmesine daha çok yarar. Bir subayın şerefiyle en yakından ilgili olan sorun, bu abartılı canını koruma kaygısıdır. Çünkü subay, savaşta tek başına bir birey değildir. Yönettiği insanların varlık ve önemlerine denk bir kuvvettir; hatta daha büyük kısımlara ve bazen tüm askere yararlı olması olasılığı dolayısıyla, daha da üstündür. Bundan dolayı kendisinin güçten ve icra konumundan düşmesi yalnız kendi boyutunda değil, ordu için bundan çok daha büyük bir yara açmış olur. 

Balkan Savaşları’nda ileri yürüyüşleri bin sıkıntı ile yapan askerin geri çekilirken harcanan zamanla oranlanamayacak derecede mesafeler kat etmesinin nedenleri ve etkilerini, şimdi görev yapan subaylarımız ellerini alınlarına dayayarak önemle araştırmalı ve analiz etmelidirler. 

16. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal., Mustafa Kemal, BÖLÜM 14

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal.,  Mustafa Kemal,   BÖLÜM 14


1. Kendini hiçe sayma ve fedakârlık duygusu 

Piyade Talimnamesi - Giriş - Madde 2: 

Savaş sıkı bir disiplinin varlığını ve maddi manevi bütün kuvvetlerinin kullanılmasını ve tüketilmesini gerektirir. 

Özellikle savaşta zafer ve galibiyete ulaşmak, bütün subay ve erlerin, vatan ve millet uğruna canlarını şevkle feda etmelerine; ve en küçüğe kadar bütün rütbe sahiplerinin bizzat düşünce üreterek durumun gereğine göre kendi kendine önlem almaya alışmış olmalarına; ve erlerin dahi zafere ulaşmak için üstlerin yaralanması ya da şehit olmaları halinde bile kararlılıklarını yitirmeme özelliklerine sahip bulunmalarına bağlıdır. 

Piyade Talimnamesi - İkinci Muharebe Bölümü - Madde 266: 

Subay, emrindeki erler için örnektir. İleri atılarak göstereceği örnek davranışla askeri de kendisiyle birlikte ileriye sürer. Subay, kıtasını sıkı bir disiplin altında tutarak büyük güçlüklerden ve çok fazla kayıptan sonra bile başarıya ulaştırır. 

Subay, askerlerinin neşe, keder ve bütün yoksunluklarına katılan sadık bir yol gösterici olmalıdır. Askerin tam güveni böyle kazanılır. 

Bu kutsal savaş görevleri için subay, daha barış zamanında nefsini eğitme yoluyla kendini yetiştirerek güçlendirmeli ve hazırlamalıdır. 

Süvari Talimnamesi - Giriş - Madde 11: 

Süvari sınıfında üstlerin erler üzerinde doğrudan doğruya hakimiyetinin ve etkisinin pek büyük değeri vardır. Bundan dolayı kendisi olağanüstü bir önem taşır; deneyimli ve cesur bir süvari komutanını, asker duraksamadan izler. 
Süvari Talimnamesi Üçüncü Muharebe Bölümü- Madde - 417: 

Atlı birliklerin çarpışmasında toplu ve tam bir şiddetle uygulanan hücum başarıyla sonuçlanır. Sıra içinde bulunan her er düşmanı çekinmeden çiğnemek ve 
çatışmanın hızıyla dürtüp devirmek kararlılığında bulunmalıdır. Subaylar birinci olarak düşman sıralarına saldırmalıdır. 

Topçu Talimnamesi - Bölüm 1- Giriş - Madde 2: 

Savaşta sıkı sıkıya disiplin ve olanca gücün harcanması gerekir. Özellikle muharebede, düşünerek hareket eden ve kendiliğinden iş görecek şekilde yetiştirilmiş Komutanlarla1. Erlere gerek vardır ki, bu erler düşman ateşi altında bile soğukkanlılıkla ve salim kafayla top hizmetlerini yenne getirebilmeli ve hayatlarını aziz vatanımıza adayarak bu manevi hissin yönlendirmesiyle düşmanı yenme konusundaki kesin isteklerini, üstleri şehit olsa bile yine eylemleriyle gösterebilmelidir. 

1. Komutan Kelimesinden, top ve arabayı da içeren tüm birlikleri yönetenler ve yönlendirenler anlaşmalıdır. 

Şimdi bu maddeleri başlık okur gibi şöyle bir okuyup geçivermeyelim. Kılıç kuşanan, üniforma taşıyan, ‘subayım’ diye ortaya çıkan, hükümetin 
birçok masraflarla donattığı, millet analarının yirmili otuzlu yaşlardaki en işe yarar evlatlarını arkasına alarak namusu, dini ve devleti korumak üzere 
savaşmaya giden bizler, subaylar; bu maddeleri, her şeyden önce bu maddeleri, çok ve pek çok kereler okumalıyız; okumalıyız da savaşın bizden istediği görevin biçimini ve içeriğini hakkıyla belirlemeliyiz. Bu maddeler üzerinde biraz durunca anlaşılır ki, subaylık demek kendini ve canını feda etmeyi kesinlikle göze almış olmak demektir. Askerlik bizim geçimimizi temin eden bir sanattır. Biz bu sanattaki görevlerimizi diğer meslek sahipleri gibi yalnız aklımızla değil, aklımızdan başka can ve başla da yapıyoruz. Ge-rektiğinde kanımızı da akıtıyoruz. Subaylık zafer kazanmışçasına ve fedakârca savaşabilmektir. Bizim görevimizde ölüm vardır. 

Fakat uygulama biçiminde ve anında, ölüm asla ve hiç düşünülme-yecektir. Hiçbir sanat ve görev sahibi bizim kadar tehlike ve sıkıntıyla karşı karşıya kalmaz. Barıştaki çalışma ve hazırlıklarımız kapalı ve sıcak yerlerden çok, dışarıda hava ve arazi koşulları altında ilerlediği gibi, bunların fiili uygulaması olan savaş, aynı koşulların katlanmasıyla düşman ateşi karşısında geçecektir. Yirmi iki yaşındaki genç bir teğmenin görevi uğrunda akıtacağı taze ve sıcak kanın, askeriyenin geçimini sağlamak için verdiği yedi yüz kuruşluk günlüğün karşılığı olduğunu kabul edecek hiçbir akıl ve bilgi sahibi bulunamaz. Bu kanı maddi açıdan ölçülebilirliği kat kat aşan bir hissin, vatan ve milleti savunmaya ve mesleğin namusunu korumaya yönelik şerefli gayret hissinin yönlendirmesi ve yardımıyla akıtılabilir. İşte bu bir fedakârlıktır, edakârlıkla eş anlamlı olan askerlik mesleği kutsal dinimizin, Osmanlı bağımsızlık ve saltanatının koruyucusu olarak yücelik ve şeref sahibi olduğu için; askerlik mesleğini seçen biz askerleri, milletimizin tüm bireyleri içinde özel ve herkesçe bilinen bir kıyafetle, sırmalı şeritlerle farklılaştırmış ve donatmışlardır. Bu kıyafetin sahipleri kamu gözünde ayrıcalıklı ve seçkin bir konuma layık bulunurlar. 

Bu da herkese nasip değildir. 

Ancak bu özelliğe sahip olan yüksek fedakârlık duygusu ile donanmış nadir kişiler buna ulaşmış olmakla övünebilir. 

Şu halde saygı duyulan subaylık unvanıyla bilinen insanların tabamı, görevlerinin ve yükümlü tutuldukları işlerin önemine ve büyüklüğüne uygun bir kişiliğe sahip olmalıdır. 
Bu önemli görevin en ayırt edici, başta gelen koşulu yukarıdaki maddelerde yazıldığı üzere fedakâr ve cesur olmak, kendini ve hayatı hiçe saymaktır. Bir subay, sanatı adına, hayatına ve varlığına hiç önem vermeyecektir. Gerek kendinin ve gerek yanındakilerin hayat ve hatta rahatını en iyi biçimde korumaya çalışacak, ancak sanatının ve işinin gerektirdiği anlarda bunları gözden çıkarmaya ve feda etmeye'hazır bekleyecektir. Ve bu gibi anlarda bunları hiç düşünmeyecektir. Hayat ve rahatın hiç düşünülmemesi gerektiğinde, körü körüne atılacaktır. 
Namusun gereği budur. 
Görev bunu istiyor. 
Din ve millet bunu emrediyor. Vatan ve millete olan borcumuzu ancak böyle ödeyebiliriz. Kuzey Afrika Savaşında İtalyan subaylarının taarruzlarda daima erlerin önlerinde ve geri çekilişlerde gerilerinde hareket ettikleri; ve erlere sürekli olarak iyi örnek oldukları ve çeşitli rütbelerdeki komutanların da keza daima komutanlıklarının gerektirdiği yerlerde bulundukları görüldü. 

Muharebede atılan her mermi ve sallanan her süngü insana isabet etmez. 
Eğer böyle olsa savaştan hiç kimse sağlam dönmezdi. 
Barış zamanında uygun koşullar altında yapılan atışların sonuçları ortadadır. 
Bir de savaşlarda ölüm kaygısı altında yapılan atışları düşünecek olursak, vurulma olasılığının ne kadar azalacağı kolayca anlaşılır. Hele tüfek kurşunlan gibi her biri birer insana nişan alınarak atılmayıp etkisi kırılma noktasından 
başlayarak yağacak olan şaşkın misketlerin de, isabetleri fazlasıyla rastlantıya bağlı olan top atışlarının da, maddi zararından çok gürültülü patlamalarıyla 
moralleri sarsmakta oldukları unutulmamalıdır. Trablus ve Bingazi Savaşlarında, İtalyanlar hemen bütün topçu depolarındaki mermileri boşaltacak kadar top cephanesi harcadıkları halde, bizden topla yaralanma ve şehit düşme pek enderdir. Bulgarların Çatalca savunma hattımıza yaptıkları hücumlar esnasında Turgut Reis zırhlımız Karadeniz’de, hattın sağ tarafında bulunuyordu. Bu zırhlının oldukça becerikli nişancıları tarafından tepelerinde gülle patlatma yoluyla ısrarla dövülen Bulgar avcı hattından hiç hayır kalmadığı zannedilirken, patlayan mermilerin dumanları sıyrılınca aynı hattan ateşe yine aynı güçte devam edildiği görülmüştür. 

İtalyanların kara muharebelerinde bir yıl boyunca denizden ateş ettirdikleri gemi topçuları, gürültüden başka hiçbir şey yapamamıştır. 8 Şubat 1913 Bolayır Savaşında arazi koşulları uyarınca avcı hattı- mızın pek yakınında hareket etmekte olan bir ihtiyat taburu erlerinin, düşmanın patlattığı top mermilerinden değil de pek yakınımızdaki bizim bataryamızın top seslerinden ürkerek sakınma amacıyla iki kat olduklarını [siper aldıklarını] gördüm. 

15. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***