Görünmeyen Dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Görünmeyen Dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2020 Perşembe

GİZLİ BİLİMLER VE GÖRÜNMEYEN DÜNYA BÖLÜM 5

GİZLİ BİLİMLER VE GÖRÜNMEYEN DÜNYA  BÖLÜM 5



Şeytanın hile ve aldatma yöntemleri ve bunlardan kurtulmanın çareleri hakkında Hz. Peygamberden nakledilen pek çok hadis mevcuttur. 

İranlı yazar Ali Mazeheri, Orta Çağ İslam dünyasında halk içinde yaygın olan büyü, falcılık ve kehanet vb. ilişkin şu bilgileri aktarmaktadır 65; 

“Halk içinde müneccimlik çok yaygındı. Zenginler için modern müneccimler, halk için de sıradan müneccimler vardı.. Birçok kimse de ünlü ve kaybolmuş kimselere atfen uydurma kehanetlerde bulunmaktaydı… Entelektüel hayatta önemli rol oynayan Sufiler de geleceği haber vermeye koyulmuşlardı. En 
ünlüleri arasında İbn el-Arabi (Öl.240) ve İbn Kissi vardı. Bütün kahinler az çok siyasal mezheplerin aletleriydiler ve hepsi bir Mehdi’nin geleceğini bildiriyorlardı. 

Önemli sayıda kadın müneccimler yalnız şehirlerde bulunmaz, en küçük köylerin bile falcı kadınları olurdu. Onlar pazarlarda yer tutar ya da fala bakmak için haremlere giderlerdi.. Kaybolmuş bir mücevheri bulmak, uçarı bir koca veya sevgiliyi muhafaza etmek, bir rakibeyi uzaklaştırmak veya gözden düşürmek, bir kavgayı önlemek, oğlan doğurmak gibi hallerde falcı kadınlara başvurmak gerekirdi. 

Hurifilik ile uğraşanlar alfabelerin, kutsal veya gizli metinlerin bazı parçalarının harflerinden şaşırtıcı kehanetlerde bulunurlardı. 

Remilciler, kumladaki izlere bakarak kehanette bulunur; Hasib’ler iskambil kağıtlarıyla fal bakar; Darib el-mendil’ler ise bir dolapta saklı şeyleri bir ayna veya suda görürlerdi. 

Bu çağda, halk İslam’dan önceki milletlerin mücevher ve altınlarını toprağa gömdüklerine inanır ve hazine bulmak için servetlerini harcarlardı. 
Bu definecilerin saflıklarından yararlanan ve Ehl el-metalib denilen şarlatanlar, muhtaç aydınlar arasından çıkardı. 

İslam ortaçağının en büyük sihircileri, Asya’da Hindular ve Kaideliler, Afrika’da Kıptiler idi.” 

12. ve 13. yüzyıl simya kuram ve pratiğinin Batı’ya aktarıldığı yıllar olmuştur; hâlbuki bu dönemde konuya ilişkin Arap yazılarının sayısında düşüş vardır. Döneme ait yapıtların çoğunluğu eski yazıların derlenmesi ya da şerhleri niteliğindedir. 

Halen bazı ülkelerin kütüphanelerinde az sayıda bulunan bu kitapların bazıları ile ilgili özet bilgiler şu şekildedir66; 

- Ahkamu’t-tului’ş-şirai’l-Yemeniyye min havadisi’lleti tehaddese fi’l-âlem; bizzat Hermes tarafından yazıldığı iddia edilen kitap, Şira (Sirius) yıldızının doğması ile âlemde ne gibi hadiselerin olduğundan bahseder. Topkapı Sarayı’nda da bir nüshası vardır. 

- Kitabu Muazenetu’n-nefs; nefs ve onun elem, keder bağından kurtarılmasıyla 
alakalıdır. Bu sayede o nefs, ruhi âlemde onun hakkı olanı tatmak suretiyle huzur ve sürur içerisinde yaşayacaktır. Bunu elde etmenin birinci şartı, nefsin bu dünyaya ait olmadığını idrak etmektir. 

- İbn Vahşiiye’nin Zehirler Kitabı’nda ve Mecriti’nin Gayetü-l hekim kitabında 
kendine bakan kimseleri öldüren cevherlerin majik özelliklerinden bahsedilir. Kleopatra, yanında taşıyanı zorbalar ve amirler nazarında saygın ve başarılı kılan, üzerinde bir sıra yirmi altı majik harflerin kazındığı bir yüzük operasyonunun mucidi sayılmaktadır. 

 Orta Çağ’da Avrupa hurafelerle uğraşırken gizli bilimler zenginliği yanında Türk-
İslam dünyası akli bilimler ile 8. yüzyıldan beri bilim dünyasının aydınlanma çağını yaşıyordu. Altın çağ halife Me’mun’un (813-833) dönemi ile başlar, büyük İslam filozoflarının sonuncusu İbni Rüşd’ün 1198’de Merakeş’te ölümüne değin sürer 67. Bu altın çağda en çok yenilik bilim alanında olur. Trigonometride ‘tanjant’ bulunur, ikinci derece denklemlere kadar olan bir cebir kitabı yayınlanır. Bu kitap, Latinceye çevrilerek Batı’nın ilk başvuru kitabı olur. İbni Rüşt, İbni Sina, Farabi gibi bilginler daha 900-1000 yıllarında bile bugünkü gökbilim bulgularına uygun bir evren tasarımı yapmışlardı68. Astronomide enlem ve 
boylamları ölçmede ileri seviyeye ulaşılır. Optik ve kimyada (alkolün damıtılması, iksirler, sülfirik asit) eczacılıkta (Batının kullanacağı ilaçların yarısı İslam dünyasından gelir; sinameki, kusturucu ceviz, şuruplar, merhemler, damıtılmış su vb.) oldukça ileri gidilir. 

 Türklerde Büyücülük ve Cadılık.. 

 Eski Türklerin dünya tasavvuruna göre doğada birtakım gizli güçler vardı69. Orhun Kitabeleri’ndeki ‘yer-su’ (yar-sub), Uygurlarda ‘yir-suv’ olarak ifade edilen bu ‘doğadaki gizli güçler’, korkulan ve saygı gösterilen unsurlar olarak düşünüldü ve bu nedenle ‘ıduk’ yani kutsal kabul edildiler 70. Konargöçer kültürün tesiri ve siyasi nedenlerle tarihin birçok döneminde çeşitli dinler (Budizm, Manicilik, Nasturi, Hıristiyanlık vb.) benimseyen Türkler, hangi dinin etkisine girerlerse girsinler Şamanizm’den gelen kendilerine özgü bir kültür taşımışlardır 71. Şaman, Tunguzca ya da Mançuca’da “büyücü”, “kâhin” anlamında gelmektedir. İyi daha doğrusu önemsiz ruhlarla ilişki kuranlara “ak şaman”, kötü yani daha 
kuvvetli ruhlarla ilişki kuranlarına “kara şaman” denir. Kendinden geçme yani cezbe yöntemiyle dinsel ve büyüsel işlemler icra etmektedirler. Şamanların tanımlamasına göre davullar, üzerinde ruhlar âlemine gidip geldikleri ruh atlarıdır 72. 

Şamanın özelliği bedenden ziyade ruhu tedavi etmesidir zira beden fanidir, şamanları ilgilendirmemektedir 73. 
Uygur Türklerinin şamanlarının etkinlikleri arasında muska yapmak, kötü ruhları toplamak ve kastlama sihiri gibi pek çok “cinkeşlik” adetlerinden bahsedilir. Aynı şekilde şamanın sihirsel gücünü korumak için belirli vakitlerde koruyucu ruhları temsilen ağaç yahut kuşlara, tütsü yakıp kan akıtması gerektiğine de inanılmaktadır74. Şamanlar-kamlar haricinde bu doğaüstü güçlerle bağdaştırılan iki meslek daha vardır. Bunlar ozanlar ve demircilerdir. Türk kültüründe demircilerle ozanlar (şamanlar, bahsı vb.) aynı ocaktan sayılmakta olup, gerek 
tanrısal bağ gerek ateş üzerinden ilişkili oldukları düşünülmektedir 75. 

 İslamiyet sonrası dönemdeki Arapça ve Farsça kaynaklarda da Türklerin büyücülük ve fal uygulamalarıyla ilgili ilginç anekdotlar mevcuttur. Türklerle alakalı bahislerde en çok zikredilen ve kendine yer bulan inanış ve uygulama “Yada Taşı” olarak da bilinen, istendiği zaman yağmur yahut kar yağdırmayı sağladığına inanılan efsanevi nesnedir76. İbn el-Fakih (10. yüzyıl) ‘Kitabü Ahbar el-Buldan’ adlı eserinde, yağmur yağdıran taşla alakalı önemli aktarımlarda bulunmaktadır 77; “Türk ülkelerinin acayip taraflarından biri onların istedikleri 
zaman yağmur, kar, dolu yağdırdıkları bir çeşit taşa (çakıla) sahip olmalarıdır. Bu taş onların arasında meşhur, yaygındır. Türklerden hiçbir kimse bunu inkâr etmez. Bu taş bilhassa Tokuzoğuz hükümdarının yanında bulunur.” 

 Bilimin altın çağında Türk dünyası, İslam dünyasına müspet bilim ile uğraşan 
medreseleri, gözlemevleri, hastaneler ve kütüphaneler kazandırdı. İslam dünyasının en büyük astronomlarından biri olan Ali Kuşcu 15. yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğmuş, 1474’te 

İstanbul’da ölmüştür. Ancak, Türk düşünce yaşamı İslam ile değişime uğradı. Yeni dinin buyrukları ile Türk töresi ve kültürü arasında uyum ihtiyacı mezhep ve tarikatların doğuşunu hazırlamıştır. Bu dönüşüm özellikle 11. yüzyıldan itibaren Türk bilim odağının yavaşlaması ve düşünce odağının öne çıkması ile belirginleş ti. Bilimsel atılım geliştirilemedi ama dine dayanan Türk tasavvufu ile temsil edilen düşünce odağının mirası uzun süre yaşatılabildi. İlim hayatı artık Anadolu medreselerinin sönük etkinliklerine bağlı kalmıştı. Uzman olabilmeleri 
için ilim adamlarının İran, Orta Asya, Suriye ve Mısır’a gitmeleri gerekiyordu. Böyle olunca da o kültürlerin etkisi altında kaldıklarından Osmanlı’da Türk benliği uzunca bir süre yerini ‘Osmanlı Müslüman’a bıraktı 78. 

Ancak, Türklerin, Arapların bulunmadığı yerlerde (Anadolu) yurt edinmeleri dini 
konularda daha bağımsız düşünceler üretmelerine, Türk kültürünü korunmalarına çok uygun bir ortam hazırladı; Türk tasavvufu, Türk hümanizmi, Alevilik, Bektaşilik serbestçe doğup, gelişti 79. 

Tasavvuf, saliklerin seyri sülukta ilerlemeleri gibi inisiye simyacılarda kendi 
yollarında bir çeşit keşif eridir. Tasavvuftaki vuslata erme gayretini simyada felsefe taşı vasıtasıyla ‘Ars Manga’ya yani ‘Büyük Ulu Sanata’ ulaşabilme olarak görmekteyiz. 

    Osmanlıdan günümüze kadar halk arasında cadılık her ne kadar hoş görülmemiş olsa da cadılık Avrupa’da ki kadar gün yüzüne çıkmamıştır. Tarihi kaynaklarımızda bu konuya dair ilk bilgiler abartılı anlatımıyla Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde geçmektedir. Evliya Çelebi, hicri 1076 şevvalinin 20. gecesi Hatukay Çerkez diyarının 300 küsur haneli Pedsi köyünde cadıların gökyüzünde ki savaşına şahit olur. Zifiri karanlık bir gecede yıldırımlar aniden kıyametler gibi kopmaya başlar. Ortalık Çerkez kadınların nakış işleyebilecekleri kadar aydınlanır. Durumdaki anormalliği sezen Evliya civardaki Çerkezlere sorup, “Vallahi yılda bir defa böyle kara koncoloz gecesi olur, Çerkez cadıları ile Abaza cadıları göklere uçup vuruşurlar” cevabını alır 80. 

Ayrıca Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lugat ül Türk adlı eserinde cadılar konusuna değinmiştir. Şeyhül İslam Ebu Suud efendide bazı cadı hadiseleri konusunda fetva vermişse de bu fetvalar günümüzde kayıptır. 

 Eldeki veriler ışığında bugüne kadar cadılık ve büyücülük ülkemizde bireysel ve çok ender olarak algılanmışsa da aslında gerçek böyle değildir. Anadolu coğrafyasında cadılar, kötü büyü yapanlar olarak bilinmektedir. Anneden kızına geçer. Günümüzde de büyücülük halen devam etmektedir. Baş ağrısından sara hastalığına, nazardan cin tutmasına kadar her derde deva büyüler ile ilgili kitaplar vardır. Büyü ve sihir pratikleri, dua ve ibadetin, sofistike inanç sistemlerinin yetmediği yerlerde gündelik sorunları (kısırlık, hastalık, aşk, kıskançlık, zengin olma vb.) büyüye/sihire baş vurarak çözme yatkınlığı, popüler kültürde bilinen bir eğilimdir ve Hermetik simgelerin özümlenmesine elverişli bir zemin oluşturmuştur. 

 18. yüzyılın ortalarından itibaren, aynen Batılı vampirlere benzeyen Osmanlı ‘cadı’ları vardır. Bunlar, Rumeli’de gayrimüslim milletlerdeki muhtelif inanışların etkisi altında şekillenmiş cadıların varlığıdır 81. 

Zemheride (21 Aralık - 31 Ocak) ortaya çıkan “kara koncoloz”, evlerdeki yiyeceklere tükürerek ya da işeyerek türlü hastalıklara yol açmakta; 
bazen de insanları uykuda iken alıp dışarı götürerek donmalarına sebep olmaktadır. Bazen cadı, hortlak yani hortlayan ölüdür. Mezarlardaki taze cesetleri yiyerek beslenmekte ve bu haliyle, Batı inanışındaki vampire denk düşmektedir 82. 

‘Kara koncoloz’un cadı için kullanılan bir başka isim olduğunu Mehmed Zeki Pakalın da ifade etmektedir. Pertev Naili Boratav’a göre ise ‘kara koncoloz’, cadıdan farklıdır 83. 

Devlet, vampir ile karıştırılan cadıların mezarların açılmasına ve açılan mezarlardaki cenazelerin her türlü yok edici işleme tabi tutulmasına izin vermektedir. Hatta 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde artık, ‘cadıcılar’ ya da ‘cadu üstadları’ adı altında ücretlerini devletten alan bir zümre dahi mevcuttur. Bugün artık unutulmuş olmakla beraber, İstanbul’daki Caddebostan semtinin isminin Osmanlı döneminde Cadıbostanı olması bile Osmanlılarla cadılar arasındaki yakın münasebetin bir işaretidir. Osmanlı tarihindeki cadı vakalarının başlangıcı cadı hikâyelerinin genellikle kaynağı olan Avrupa’daki topraklardan göçe dayandırılmakla birlikte tamamını göçe bağlayamayız. 

Anadoluda ki kara koncolozlara, çarşamba karılarına, albastılara ve daha başkalarına karşılık Rumeli’deki Osmanlı topraklarında Batı kültürü ile etkileşimden kaynaklanan cadılar vardır. 

 Osmanlı'da büyücüler, büyü yapmak için dükkân açmışlar, elde ettikleri gelirin 
vergisini ödemişlerdir. Nuruosmaniye Camisi'nden Çemberlitaş'a uzanan yolda büyücülükle uğraşan insanların açtığı çok sayıda dükkân bulunmaktaydı 84. 

Büyücülük yapan kişilerin cinleriyle dolaştıkları ve büyü yoluyla hemen her şeyi gerçekleştirebilecek güçte olduklarına inanılıyordu. Osmanlı'nın son dönemlerin de birçok kesimden insan sıkıntılarını çözmek için soluğu büyücülerde aldı. İstanbul, 19. yüzyılın son çeyreğinde büyü ve büyücülükte önemli bir merkez haline geldi. En fazla yaptırılan büyülerin; aldatıldığını düşünen kadınların eşlerini kendilerine bağlamak, karısına ve çocuklarına karşı sert davranan erkeği yumuşatmak, kadın ya da erkeği birbirine ısındırmak ya da soğutmak, gurbete giden kişinin geri dönmesini sağlamak, kaybolan eşyayı bulmak, kısmet çözmek, sevgiliyi kendine çekmek veya bir başkasından ayırmak olduğu görülüyor. Daha çok kadınlar büyü yaptırmakla birlikte devlet büyükleri de yoğun biçimde statülerini korumak büyüye başvurmuştu. 

Sonuç.. 

 Gizli (okült) bilimler zaman içinde ön yargılara ve bu disiplinleri ticari amaçla 
şarlatanlık haline getirenlere yenildi ama modern bilimin doğmasına en büyük katkıyı verdi. 
Örneğin Simya, yüzyıllardır sadece ‘birtakım insanların maddeleri altına çevirme çabası’ olarak görülen ve bu haliyle bile değer bulamamış ilimdir. Günümüze cadı/büyücünün pek çok çeşitleri ulaşmış ama bunların çoğu halka umut satan ticari istismarcılar olmaktan öteye gidememiştir. Mistik güçler doğrultusunda hareket eden insanlar her ne kadar kabullenmeseler de birer cadıdır. 21. yüzyılda hala muskalara, fallara, yükselen burcun etkilerine inanan insanlar simyayı görmezden geliyorlar ve onlarla oyalanıyorlar. Hâlbuki pozitif düşünce ve bilimin giderek daha da ağırlık kazandığı bir dünyada okült ya da gizli 
bilimler, görünmez dünyaya hala bizden saklı başka bir gerçekliğe erişim sunabilir 85. 

Bilim her şeyi çözemez ama bize şüphe duymayı öğretir. Bugün hala bildiklerimiz bilmediklerimiz yanında engin bir okyanustaki küçük adacıklar gibidir. Bilimin entelektüel geleceği için biyoloji, fizik, kozmoloji ya da henüz bilmediğimiz disiplinlerde bizi kökten yeni formülasyonlara yönlendirecek problem alanlarını keşfetmeliyiz. Tekrar edecek olursak, modern bilimler aslında gerçek bilimin kırıntılarıdır. Kendilerini bütünlemek ihtiyacı duyduklarında, bunun esaslarını okült ve ezoterik bilimlerde aramak zorunda kalacaklardır. Newton’un kaldığı yerden yeniden başlamaya var mısınız? 


DİPNOTLAR;

1 BBC, ABD'de Bir Grup 'Cadı' Yüksek Mahkeme Yargıcı Kavanaugh'ya Başarısız Olması İçin Büyü Yaptı, (21  Ekim 2018). 
2 AA, ABD'li cadılardan Trump'a ‘Toplu Bağlama Büyüsü' (27 Şubat 2017). 
3 James E. McClellan III, Harold Dorn, Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, Akılçelen Kitaplar, Çev.: H.Yalçın, (Ankara, 2013), 311. 
4 Sait Yılmaz, Üç Kere Büyük Hermes (İdris Peygamber), academia.edu.tr, (09 Ekim 2018). 
5 Mahmud Erol Kılıç, Hermeslerin Hermesi İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce, Sufi Kitap, (2017), 141. 
6 J.B. Skemp, Spirituality of Socrates and Plato, (Edt.) A.H. Armstrong, Classical Mediterranean Spirituality, Crossroad, (New York, 1989), 116. 
7 J.M. Stillman, The Story of Alchemy and Early Chemistry, Dover Publications Inc., (New York, 1960), 150. 
8 Frances A. Yates, Giorano Bruno and the Hermetic Tradition, (London, 1964), 147. 
9 Brian P. Copenhaver, Hermetica: The Greek Corpus Hermeticum and the Latin Asclepius in a New English Translation, Cambridge University, (1995), 110-113. 
10 McClellan III, Harold Dorn, a.g.e., (203), 296. 
11 Floarian Ebeling, Hermes Trismegistos’un Gizemi, Çev.M.A.Erbak, Omega Yayınları, (İstanbul, 2017), 158. 
12 Robert S. Westman, James E. McGuire, Hermeticsm and the Scientific Revolution, (Los Angeles), 1977. 
13 Ebeling, a.g.e., (2017), 169. 
14 Ezoterizm (içe yönelik anlam/ileti), asıl olarak belirli kişilerin içselliği ile sınırlandırılmış felsefi öğretilerdir. 
15 Rene Guenon, Aperçus sur L’imitation, Editions Traditionnelles, (Paris, 2004), 262. Ahmet Avni Konuk, Tedbirat-ı İlahhiyye Tercüme ve Şerhi, Haz.M.Tahralı, 361-362. 
16 A.N. Dock, A.J. Festugiere, Corpus Hermeticum, Paris, (1954), 194. 
17 Lynn Thorndike, A History of Magic and Experimental Sciences during the First Thirteen Centuries of Our 
Era, Vol.I, Colombia University Press, (New York, 1923), 13. 
18 Corpus Hermeticum VIII, 6. 
19 Ebeling, a.g.e., (2017), 45. 
20 Garth Fowden, The Aegyptian Hermes, V.IV, (Cambridge, 1981), 91. 
21 J.W. Fück, The Arabic Literature on Alchemy According to An-Nadim (A.D.987), Ambis, IV/3:4, (1951), 85. 
22 George Luck (Edt.), Arcana Mundi, Magic and the Occult in the Greek and Roman Worlds, John Hopkins University Press, (Baltimore & London, 1985), 4. 
23 Yazma, Paris, nr.2775. (Nakleden Manfred Ullmann, İslam Kültür Tarihinde Maji, İz Yayınevi, İstanbul, 1994, 40). 
24 İhvan-ı Safa, Resail, C.II, Darü-s Sadr, (Beyrut, 1957), 364. 
25 Bu konuda F.Razi, Tefsir, Çev.S.Yıldırım vd., C.III, 259-291 ve Taşköprülüzade, Mevzuatu’l Ulüm, I-II, Haz.M.Çevik, C.I, (İstanbul, 1975), 294-300. 
26 Thorndike, ag.e., (1923), 670. 
27 Sholomo Pines, Philosophy, The Cambridge History of Islam, (Edt.) P.M.Holt, Vol.2B, Cambridge University Press, (1982), 785. 
28 Seyyed Hossein Nasr, İslam ve İlim, Çev.İ.Kutluer, İnsan Yayınları, (İstanbul, 1989), 198. 
29 Nasr, a.g.e., (1989), 206. 
30 E. Blochet, Etudes sur le Gnosticisme Musulman, Rivista delgi Studi Orientali, III, (1911). 
31 Azaim; cinleri ve şeytanları itaat altına almayı öğrettiği ileri sürülen bir ilim. 
32 İbn Nedim, el-Fihrist, Daru’l Marife, (Beyrut, 1978), 309, 311. 
33 Titus Burckhardt, Insight into Alchemy, Mirror of the Intellect, Studies in Comparative Religiont, C.XII, (1979), 132. 
34 Appo. Epist. LVIII. Aktaran; Kılıç, a.g.e., (2017), 196. 
35 Macid Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, Çev.K.Turhan, İklim Yayınevi, (İstanbul, 1987), 239. 
36 Kimya’daki ‘iksir (hacer-i mükerrem)’ gibi, insan vücudunda da böyle bir iksir vardır. Ve bu su, nefsi temiz olanlara verilmiştir. Ahmet Avni Konuk, Tedbirat-ı İlahhiyye Tercüme ve Şerhi, Haz.M.Tahralı, (İstanbul, 2005), 361-363. 
37 İslam tasavvufunda bu noktaya “el-kibritü’l-ahmer” denilir ve bu makam bazı veliler, özellikle Muhyiddin İbn Arabi için kullanılır. 
38 İlm-i kimyaya dair adı ve yazarı meçhul bir eserde şöyle denilir; “Bil ki, bu ol nüshadır ki, Allahu Teala Adem’e gönderdi. Ve dahi miras kıldı Şit Peygamber’e… Ve dahi onlardan miras kaldı enbiyaya ve hukemaya. Ve bu Hak Teala’nın büyük hazinesidir. Bunun sırrı açılmaz illa kendüye yakın olana açılır. Şol kimseye ki ilim nasip ola. Allah’ın sırrını saklaya, bu sırrı-ı azimdir. Hukema gizlediler..” Agah Sırrı Levend, Divan Edebiyatı, Enderun Kitabevi, (İstanbul, 1980), 189. 
39 Bu aktif ve pasif unsurların birbirlerine nasıl içten bağımlı olduklarını gösterir. Yani cevheri suret, pasif bir “materia” olmadan tezahür edemez. Aynı şekilde tersi bir istikamette, pasif olan da ancak aktif kutbun etkisi  altında gelişme sağlayabilir. Buna benzer şekilde, ruhi gücün etkisi de onu ihtiva edecek insani kabın hazır olup olmamasına bağlıdır. Bu aşağı ile yukarı arasındaki aynavi bir karşılıktır (in’ikas). 
40 Bu demektir ki söz konusu Hermetik ameliye de tıpkı âlemin Bir İlahi Varlık’tan südur etmesi tarzını takip ederek, bir tek cevherden çıkarılmaktadır. Herhangi bir şartla şartlanmayan Bir’in bölünmez ve görülmez ışığı (nuru) ruh prizmasından geçmek suretiyle çokluk halinde kırılır. 
41 Yani ruh bedenlendiği zaman seyyaliyeti ve latifliği sabitleşir. 
42 Toprağın ateşten, ince olanın kaba olandan ayrıştırılması nefsin bedenden çekilip çıkarılması demektir. 
43 Şuurun, bütün suri (formal) pıhtılaşmalardan çözülmesini Ruh’un kristalize olması takip eder. Böylece aktif olan ile pasif olan tam olarak bir olurlar. Bu sayede Ruh’un ışığı sabit ve devamlı hale gelir. 
44 Sen, bütün bu ışıkların kaynağı olan Ruh ile birleşmen suretiyle bütün âlemin şanını elde edersin. 
45 Yani cehalet, aldanış, yakine erememe, şüphe ve aptallık senin şuurundan ayrılırlar. 
46 Latif ve ince olan, ancak bir katı ve cismani olan ile birleştirildiği zaman kuşatılabilir. Simyevi sabitleştirme ameliyesi daha çok dâhili, içsel bir iştir ve yukarıda söylediğimiz ruhi hallerin destekleyicisi olarak bedeni şuurun rolü ile irtibatlıdır. Ruh ile birleşmesi vesilesiyle bedeni şuur da bizzat saf ve nüfuz edici bir güç haline gelir ve hatta dışarıda da etkilere sahip olabilir. 
47 Luck, a.g.e., (1985), 366. 
48 Buckhardt, a.g.e., (1979), 41. 
49 Ahmet Güngören, Cadıların Günbatımı, Yol Yayınları, (İstanbul, 1988), 142. 
50 Mary Douglas, Withcraft, Confessions and Accusation, Tavistock Publications, (London, 1970), 21. 
51 Güngören, a.g.e., (1988), 120. 
52 Garbaret Murray, The Withc-Cult in Western Europe, Oxford University, (1921), 67. 
53 Güngören, a.g.e., (1988), 142. 
54 Alastair Sooke, Where Do Witches Come From? Daily Telegraph, (October 2, 2014). 
55 Jeffrey B. Russell, Brooks Alexander, A History of Witchcraft: Sorcerers, Heretics, & Pagans, Thames & Hudson, (2007), 90. 
56 Russell, Alexander, a.g.e., (2007), 194. 
57 Anne L. Barstow, Witchcraze: A New History of the European Witch Hunts, HarperOne, (1995), 77. 
58 Brian P. Levack, The Witch-Hunt in Early Modern Europe, Routledge, (2006), 15. 
59 Ronald Hutton, The Witch: A History of Fear, from Ancient Times to the Present, Blackstone Audio Inc, (2017). 
60 Raymond Buckland, Buckland's Complete Book of Witchcraft, Llewellyn Publications, (2002), 87. 
61 Sibel Özbudun, Hermes’ten İdris’e Bir Dinsel Geleneğin Dönüşüm Dinamikleri, Ütopya Yayınları, (Ankara, 2015), 322. 
62 Nasr, a.g.e., (1989), 122. 
63 E.W. Lane, Arabian Society in Middle Ages, Curzon Press, (London, 1987), 97-108. 
64 Yusuf Özbek, İslam Açısından Sihir, İz Yayınları, (İstanbul, 1994), 14. 
65 Ali Mazaheri, Ortaçağda Müslümanların Yaşayışı, Varlık Yayınları, (İstanbul, 1973), 203-226. 
66 Kılıç, a.g.e., (2017), 2008-209. 
67 Server Tanilli, İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?, Say Yayınları, (1991), 15-19. 
68 Cengiz Özakıncı, İslamda Bilimin Yükselişi ve Çöküşü, Otopsi Yayınları, 12. Basım, (İstanbul, 2008), 104. 
69 Nezaket Hüseyn Kızı, Eski Türklerde Tabiat Kuvvetlerine İnancın Destanlarda Tasviri, “Türkler”, Cilt 3, Yeni Türkiye Yayınları, (Ankara 2002), 338. 
70 İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, “Türkler”, Cilt 3, Yeni Türkiye Yayınları, (Ankara 2002), 297. 
71 Michel Balivet, Ortaçağda Türkler, Alkım Yayınları, (İstanbul 2005), 16, 26. 
72 Anette von Heinz, Frieder Kur, Gizli Bilimler Ansiklopedisi, Çev. B.Atatanır, Omega Yayınları, (İstanbul 2004), 369) 
73 Fuzuli Bayat, Türk Kültüründe Kadın Şaman, Ötüken Yayınları, (İstanbul 2012), 107. 
74 Adem Öger, Tuğba Gönel, Uygur Türkleri Arasında Şamanlar ve Tedavi Yöntemleri, Turkish Studies, Cilt 6,  Sayı 4, Güz 2011, 238, 245. 
75 Mehmet Çeribaş, Türklerde Demirciler ve Şamanlar, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, Sayı 42, Ankara 2007, 3-9. 
76 Hikmet Tanyu, Türklerde Taşla İlgili İnançlar, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, (Ankara 1968), 44. 
77 Ramazan Şeşen, İbn Fadlan Seyahatnamesi, Yeditepe Yayınları, (İstanbul 2010), 56-60. 
78 Gnkur.Bşk.lığı, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, II. Cilt, 2. Kısım (1451-1566), Gnkur.Basımevi, (Ankara, 1977), 13. 
79 Suat İlhan, Türk Olmak Zordur, Kimliğimizin Kaynakları, Alfa Yayınları, (İstanbul, 2009), 176. 
80 Seyit Ali Kahraman (Der.), Evliya Çelebi Seyahatnamesi VII, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2017, 279-280. 
81 Zeynep Aycibin, Osmanlı Devleti’nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme, A.Ü. Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 24, (2008), 59-61. 
82 Pertev Naili Boratav, 100 Soruda Türk Folkloru, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1973, s. 94-96. 
83 Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü I, MEB, (İstanbul 1983), 253. 
84 Elif Uluğ, Osmanlı’da Batıl İtikatlar ve Büyü, DK Yayınları, (İstanbul, 2017), 88. 
85 Christopher Dell, The Occult, Witchcraft and Magic: An Illustrated History, Thames & Hudson, (2016), 22. 



***

GİZLİ BİLİMLER VE GÖRÜNMEYEN DÜNYA BÖLÜM 4

GİZLİ BİLİMLER VE GÖRÜNMEYEN DÜNYA  BÖLÜM 4



Cadılık ve Büyücülük.. 

 Büyü ve büyücülük gibi kavramlar, en az insanlık tarihi kadar eskidir. Cadılarla 
ilişkilendirilecek birçok hikayenin kaynağı antik dünyadır. Cadılar, doğa güçlerine egemen olmayı amaçlayan binlerce yıllık pratiğin, Neolitik çağlarda olağanüstü bir gelişme göstermiş bir büyü geleneğinin belki de son mirasçılarıydılar. Hermes’in (Kral Toth) adını verdiği Tarot falı bugüne ulaştı. Babil döneminden günümüze kadar gelen yıldız falları, halen insanlar tarafından inanç içinde baktırılmaktadır. O dönemlerde Mısırlılar, Babil’den öğrendikleri yıldız haritaları ve fallar aracılığıyla kehanetler yaparak tüm hayatlarını biçimlendirmeye 
çalışmışlardır. M.Ö. 3000'li yıllarda, Mısır uygarlığı döneminde bu inançlar, uygulama ve kullanma anlamında zirve yapmış; batıda Roma döneminde; doğuda ise Çin'de geliştirilmiş ve bugünkü bilinen halini almıştır. Cinler, efsunlar ve gizli güçler ile irtibata geçmeye çalışan Museviler, büyü ile oldukça fazla uğraşmışlardır. 

 Tarihte ilk olarak eski Roma’da karşımıza çıkan cadıları Ortaçağ boyunca ve yakın tarihe kadar Avrupa’nın her ülkesinde ve yakın bir döneme kadar da Güney Afrika’da bulmak mümkündür. Daha 358’de İmparator II. Konstantin her türlü büyüyü yasaklamıştı. 430'lü yıllarda büyü, iyi veya kötü bir özellik taşıyıp taşımamasına bakılmaksızın şeytanla yapılmış bir anlaşmanın sonucu olarak kabul edildi. Oysa eski Roma’da sadece kötü büyüler bir yargı suçu sayılıyordu. Büyünün suç sayılmaya başlaması ile cadı avcılığının temelleri de atılmış 
oldu. 580’de Kraliçe Fredegunde döneminde Paris’te cadılar yakıldı. Teolog B. Von Worms (965-1025) cadıların şeytanla işbirliğine girdiğini ve Hıristiyanlığa karşı savaşan kâfirler olduğunu açıkladı. Bu, özel olarak kadınları ifade etmemesine rağmen kadınların maruz kaldıkları bir suçlamaydı. Yasal olarak ilk cadı yargılanması 1204 yılında gerçekleşti. 

 Ortadoğu çıkışlı üç büyük din her türlü büyücülüğü yasaklayınca, neolitik büyücül doğa dinlerinin açık ve gizli izleyicileri cadı konumuna düştüler 49. 

Avrupa’yı oluşturan kavimler, eski pagan inanç ve uygulamalarını Hıristiyanlaştırmalarından sonra da bir ölçüde, Hıristiyan mitolojisinden aldıkları öğelerle kaynaştırarak sürdürme yoluna gitmişlerdi. Cadı görünen kadınlar, üç büyük dinin içinde, üç büyük dine karşın, neolitik kökenli büyücül teknik ve uygulamalarını sürdürmenin anlayışla karşılanacağını düşünmüştü. Ama herkesi 
potansiyel cadı olarak gören kilise böyle düşünmüyordu50. 1080 yılında Papa Gregor VII yaşanan büyük bir doğa felaketinin ardından yaptığı açıklamada bu olayın tanrının bir cezası olduğunu ifade etmesinden sonra 1115 yılında otuz kadın aynı günde yakılmıştır. Fransa’da 1143’de Katharosçu Heretiklere (kâfirler) ilişkin takip sürecinin başlatıldı. Heretik Valdesçi hareketin 1173’te Fransa’da faaliyete geçti. Papa III. Innokentius tarafından 1199’da yayınlanan ferman (Vergentis in senium) ile Heretiklerin takip ve yargılanmasına olanak 
veren yasa kabul edildi. 

 15. yüzyıla kadar kadın veya erkek büyücüler arasında bir fark göze çarpmıyordu. Fakat, bu yüzyıldan başlayarak yaklaşık iki asırdan fazla bir süre boyunca büyücülük adeta kadınlara özgü bir suç haline getirildi ve cadı kavramı ortaya çıktı. Kadın yüreğinin doğuştan kötülüğe eğilimli olduğu ve bu yüzden de büyücülüğe daha uygun olduğu ileri sürülüyordu. Cadıların hepsinin kadın olmasa da, cadılığa yönelenlerin arasında kadınların çoğunlukta olduğu görüşü önemli bir saptamadır. Şamanlığa ve elbette bu bağlamda anahanlığa (kadın 
önceliği) dayanan asıl nedenlerin dışında, bu tarz bir nüfus yapılanmasının bir ucu da cadılığın özünde beliren, geleneksel kalıpların dışında sayılabilecek bir muhalefet biçimidir. 

Bunlar içinde yeni düzene (feodalite) ayak uydurmayıp yitirecek hiçbir şeyi kalmamış köylü erkekler, antik gizemciliğe ilgi duyan aydınlar, libertenler, farklı nedenlerle toplum dışına itilmiş çeşit çeşit nonkonformistler, inançsızlar, inanç arayanlar, eşcinseller, cadılığın potansiyel bir muhalif güç olduğunu düşünen maceracılar vardı51. Kilisenin farklı, toplumdışı bulduğu herkesi cadılıkla suçlaması da böyle bir koalisyonu zorunlu kılmış olduğu söylenebilir. Margaret Murray’a göre, cadılığın başlıca toplumsal tabanını yalnızca eskicil pagan inançlarına bağlılıklarını sürdürenler oluşturuyordu 52. 

 Ortaçağ Hıristiyanlığının ödünsüz dogmacılığına karşı, doğal olgulara alternatif bir açıklama arayarak, bilimsel düşüncenin ortamını hazırlayanlar arasında, cadı denen bir takım adsız öncüleri de vardı. Francis Bacon ve Galileo gibi bilim öncülerinin büyücülükle suçlandıklarını hatırlayalım. Engizisyon sorgucusu için cadı büyücü, sapkın, vb.nin dışında bir bilim adamı kategorisi bulunmuyordu53. Ancak, cadılarla ilgili bugünkü algının oluşması Rönesans dönemine dayanır. Kimin cadı olup olmadığının belirlenmesi keyfiyete dayanmış, cadılara yönelik ölüm cezaları iktidar olanlar tarafından, kendi iktidarını özellikle de kadınlar 
üzerindeki iktidarını güçlendirmek ve yeniden üretmek için kullanılmıştır. 

 15. yüzyılda Papa, cadıların gece uçtuğunu söylediği için, gece sokakta yalnız yürüyen yaşlı kadınlar şeytanın toplantısına gitmekle suçlanabiliyordu. Kadınların süpürge ile uçtukları iddia edilen bu yıllarda Leonardo de Vinci ilk uçak modelini çiziyor ama uçma denemesi başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Cadı avı resmen 1430’da (Saoyen, Dauphiné – Fransa) başladı ve 1431’de Jeanne d’Arc’ın yakıldı. Karşılaşılan kötülüğü yok etmek için başvurulan büyücülük, Ortaçağ’da dinsel bir suç olarak görülüyor ve sert bir şekilde cezalandırılıyordu. Bu dönemde (15. yüzyıldan 17. yüzyıl sonlarına kadar) cadıların en çok suçlandıkları şey, havaları bozmaktı. Sadece Almanya’da 1450 ile 1550 yılları arasında 100 
bin cadının öldürüldüğü tahmin edilmektedir. 1543’de bir gece önce fırtınada donanması batan Danimarka kralı, bundan cadıların sorumlu olduğunu düşünerek, binlerce yaşlı kadını yaktırmıştır. 1570’deki iklim felaketini takiben Avrupa çapında yaşanan büyük açlık cadı avlarını hızlandırdı. 1585 yılında Trier’de o kadar çok kadın cadılık suçlaması ile yakılmıştı ki, iki köyde sadece iki kadın kalabildi. 1630 yılında ise Würzburg Bischof’u 1200 kadın ve erkeğin yakılmasına neden oldu. 

Büyücülük tarihi boyunca sürekli gündemde kalan şey kadın özellikle yaşlı kadın 
düşmanlığı olmuştur 54. Cadılar toplumun kötülüklerini yansıtan günah keçileri oldular. Toplu halde cadıların yakılması veya linç edilmesi olaylarının benzerlerini tarihte sıkça görmek mümkündür. Bu sayı bazen bir kaç ay içinde 250'den fazla kurbanı kapsamaktaydı. Bazı tek olaylarda sayı 500'ü bile buluyordu. 16. yüzyıl hukukçusu Jean Bodin’e göre; cadı, şeytani araçlar yardımıyla bir şeyi denetlemeye ve yürütmeye bilinçli olarak çalışan kimsedir Bilinçli olması hukuksal olarak cadılığa yargı yolunu açardı 55. 16. yüzyıl fizikçisi Johann Weyel’e göreyse cadılar zayıf, bunak, aldatılmış ve yanlış yola sapmış yaşlı kadınlardır ve biz onlara ceza vermek yerine sempati göstermeliyiz. Fiziksel olarak tehlikeli zehir kullanan cadılar olsa bile bu laik bir suçtur; kimse inançlarından ve ibadetlerinden ötürü yargılanmamalıydı. İsveçli fizikçi Paracelsus’un yaklaşımı ilginçti; “Büyülü nesneleri ve kimyasal maddeleri, yıldız ve gezegenlerle birlikte kullanmak evrenin büyük ve doğal enerjisini kontrol sağlar ve bu enerjiyi kullanan kimse felaketler de yaratsa cadı olmaktan çok doktordur” 56. 




Resim 3: Cadılar Her Zaman Yaşlı Kadınlar Değildir. 

Not: Genel inanışa göre, cadılar çirkin, karga burunlu, yaşlı bir kadın olarak tasvir edilse de kırmızı uzun saçlı, çevresinde bir (kara) kedi ya da kuş besleyen genç cadı motifleri de vardır. 

1626-1630’da cadı avlarının Almanya’da zirve yaparken, 1692’de Salem (Amerika) cadı davaları başladı. Büyücülük suçlamasıyla bir kişinin son olarak öldürüldüğü tarih, İngiltere için 1682 yılıdır. Büyücülüğü suç sayan yasa İngiltere’de ve İskoçya’da 1736 yılında kaldırıldı. Bunun anlamı, büyücülüğün artık toplumsal öneminin azalmış olmasıydı. Fransa’da en son 1718’de, İspanya’da ise 1780’de bir büyücü yakıldı. İrlanda’da büyücülüğe karşı olan 
yasa 1821’e kadar yürürlükte kaldı. Büyücülüğün etkisi, bilimsel düşüncenin ve bilginin gelişmesiyle gerilemiştir. Meteoroloji alanında elde edilen yeni bilgiler, fırtınaların ortaya çıkışında bastonlu kocakarıların payını artık yok derecesine indirmişti. Paratonerin kullanımı konusunda da benzeri bir durum yaşandı. Paratoner kullanan ‘günahkâr’ insanlar ölmezken, kullanmayan ‘masumların’ ölmesi, paratonere olan güveni ve bu aygıtın yayılmasını sağladı. 

Büyücülük, kendi ritüellerinin geçerliliğinin çürütülmesinden ziyade, artık ciddiye alınacak bir ritüel olmaktan çıkması nedeniyle önemini yitirdi. Bu dönem bilimsel düşüncenin artık kıta çapında etkili olmaya başladığı bir çağdır. 

 18. yüzyılda cadılar artık tehdit olarak görülmüyor, köylüler arasında ortaya çıkmış bir batıl inanç olarak değerlendiriliyordu. 1768 Çin’de cadı takipleri devam ediyordu. 13 Haziran 1782’de Avrupa’da (İsviçre) son yasal cadı (Anna Göldi) infazı yapıldı. 1835’de Alman yazar-masalbilimci Jacob Grimm cadıları ‘bilge kadınlar’ olarak tanımladı. 1860-1900 döneminde Meksika ve Rusya’da illegal cadı infazları devam etti. 1900’de Afrika kıtasında cadı karşı hareketin güç kazandı. 1948-1980 arasında Batı Hindistan’da yüzlerce kişinin cadı oldukları gerekçesiyle katledildi. 1996 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti’nin kuzey 
bölgesinde cadı takipleri yapıldı57. Günümüz Türkiye’sinde cadılar, yaramaz ve sevimli kız çocukları ile yaşlı ve huysuz kadınlardan ibarettir. Ancak, büyücülük günümüzde de tamamen yok olmuş değildir. Fakat toplumsal etkisi ve önemi artık çok düşük düzeydedir. 2000 yılı Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Af Örgütü raporlarına göre başta Tanzanya, Papua Yeni Gine, Kongo, Nijerya, Endonezya, Tayland gibi ülkeler ve Güney Amerika (Brezilya), Orta Amerika, Hindistan, Afrika kıtası olmak üzere çok sayıda bölgede cadı avları tüm hızıyla sürmektedir. Bununla beraber, ABD, İngiltere ve Polonya gibi ülkelerde büyücülük okulları 
hizmet vermekte, Trump örneğinde görüldüğü gibi büyücüler faaliyetlerini bir folklor gösterisi gibi açıkta icra etmektedirler. 

 Cadılık Kültü.. 

 Eski Hıristiyan Avrupa’da cadılar şeytanî güçlerle ve şeytanla ilişkilen dirilirlerken, günümüzde, cadılar kendilerini iyilikçi ve ahlak olarak da olumlu insanlar şeklinde tanımlamakta, diğer insanlarca da böyle bilinmektedirler. Tarihî örneklerde cadıların çoğu kadın olmasına rağmen, erkekler de cadı olabilirler. Erkek cadılara, gerek tarihte, gerek mitolojide, ‘büyücü’ adı verilmiştir. Çoğu kültürde cadılık dinî uygulamalar, ölümden sonra yaşam, ruhlar, sanrılar, paranormal olaylarla iç içedir. Cadılık, genel olarak büyünün kullanım 
alanı olarak karakterize edilmiştir. Öte yandan ritüel, ayin ve kutlamalar için toplanan cadı gruplarının varlığı da ortadadır. Ortaçağın başlarında ünlü bir kilise yasası, geceleri Diana’ya tapınan kadınları suçlamaktaydı. Bu kadınlar, kanuna göre, yalnızca Tanrının yapabileceklerini şeytanın ya da kendilerinin yapabileceğini düşündürülerek aldatılmışlardı. 

Gerçek şeytana tapınma ise Alman Luciferianları ve Bohemian Adamiteleri arasında ortaya çıkmıştır 58. Cadı kültü, kilisenin 15. yüzyılda gücünü toparlamasıyla yok edilmeye başlansa da pagan ritüelleri bütün o dönem boyunca yaşamaya devam etmiştir. 

 Büyülerin zamana, mekâna ve de insana olmak üzere çok geniş boyutları vardır. Bir büyü, yapılışına göre farklılıklar gösterebilir. İnsanın iş düzeni, aşk hayatı, sağlığı gibi aklınıza gelen her türlü konuda büyü yapılması mümkündür. Büyüler, zengin, sağlıklı olmak, başarılı olmak, bir kişiye veya kişilere yardım etmek gibi iyi amaçlarla veya birini cezalandırmak gibi kötü amaçlarla da yapılabilir. Kötü amaç ile yapılan büyü, kişilerin fiziksel yapısını bozmak, iradesini kontrol etmek, fikirleri ve hareketleri değiştirmek amaçlarıyla yapılan geçici ve kalıcı etkiler yaratmaktadır. Bu tür büyülerde insanların psikolojik yapıları bozulur ve hayatı kötü yönde etkilenir. Büyü uygulamalarının kısa zamanlı, uzun süreli ve ölünceye kadar olanları vardır. 

 İngiltere’de kara büyünün kanıtı; düşmanlarının balmumu heykelcikleriyle ya da diken veya iğneyle delinmiş kulaklarıyla birlikte yakalananlar, düşmanlara zarar vermek için lanetli tabletler kullanılması, büyü amaçlı cesetler (necromany) kullanılması, kasaba mezarcılarında ölü bebeklerin saç ve tırnaklarının çalınması oldu59. Ancak, toplumların yaşadığı her felaketten (katillik, hırsızlık, verimsizlik, ürünlerin azalması, fırtınalar, depremler, ırza geçme gibi suçlar) yine cadılar sorumlu tutuldu. Öte yandan İngiliz büyücü John Dee büyü ve astrolojinin I Elizabeth ve mahkemeleri için kullanıldığını bildirmektedir 60. Örneklerini 
çoğaltabileceğimiz cadı gibi davranan ve gizli güç kullanabildiğine inanılan bu insanların yargılanmamıştı. Bununla birlikte, özellikle köylerde, kara büyüyü yok etmek için ak büyüyle uğraşanlar da vardı. Yararlı görülen bu insanların şeytanla ve cadılarla başa çıkmaları konusunda komşularına yardımcı olduklarına inanılıyordu. Görüldüğü gibi iki tip cadılık anlayışı ortaya çıkmakta: bir yanda cadıları zarar verici büyü kullananlar olarak görenler, diğer yanda ise cadıları örgütlenmiş bir grup olarak şeytana tapanlar olarak görenler. 

 Cadılık kendi içerisinde beşe ayrılmaktaydı; 

 - Gardnerian; çağdaş Cadılığın babası olarak söz edilen Gerald Gardner tarafından kurulmuştur. Gerald Gardner’in kendi yazdığı Gölgeler Kitabı’na dayandırılır. O’nun ritüellerine bağlı kalınır. 

 - Alexandrian; Alex ve Maxine Sanders tarafından kurulmuştur. Gardnerian’lara göre daha ılımlı ve esnektir. 

 - Miras; Aileden gelip, kuşaktan kuşağa aktarılan cadılıktır. 

 - Geleneksel; cadılığı içgüdüsel olarak uygulayanlardır. Genellikle cadılığı daha 
keşfetmeden, maji uygular ve yönergeleri öğrenirler. 

 - Hedgewitch; Çalışmaları tamamen toprak ve doğaya dayanan cadılardır. Hemen hemen sadece, otlar ve bitkilerle çalışırlar. 

 Toplumumuzda yaygın olarak yapılan ve en çok karşılaşılan başlıca üç türlü büyü grubundan bahsedebiliriz. 

 Ak büyü; amacı iyilik olan bir kişiyi kendine bağlamak, sevgiliyle arayı 
kuvvetlendirmek, düşmanın dost olmasını sağlamak, gözü dışarıda olan erkeklerin eşine bağlı olmasını sağlamak, boşanma durumlarının önüne geçmek gibi büyülerdir. 

 Kara büyü; bir insanı mahvetmek, ruhsal ve fiziksel yapısını bozmak, kaza-bela 
bulaştırmak, yaptığı işlerin ters gitmesini sağlamak, karanlık güçlerle iş birliği yapmak gibi amaçları vardır. 

 Kırmızı büyü; insanları öldürmek, aklını sakatlamak, intihara sürüklemek, karanlık güçlerin desteğini almak, lanete bulaştırmak, ölülerle anlaşmak gibi başka bir kişiye kalıcı zarar verme amacıyla kullanılan en tehlikeli büyü çeşididir. 

 Cadılar, bu geleneklere bağlı kalarak ‘Münzeviler’ ya da ‘Cadılar Meclisi’ denen 
gruplar halinde çalışırlar. Cadılar Meclisi, belirli aralıklarla buluşan ve birlikte çalışan bir cadı grubudur. 13 kişiden oluşmak zorunda değildir. Ama 3’ten fazla kişi barındırmalıdır. Kendi başına çalışan cadıya, ‘Münzevi Cadı’ denir. Aynı cinsiyette bile olsa, birlikte çalışan iki cadının ilişkisine de “ortaklık” denir. 

 Cadılık hem bir din hem bir yaşam biçimidir. Cadılık eğitimi; iksir hazırlama, majisel ayinler, sembol okuma vb. konuları içerir. Araplar bu işi sonradan öğrenmiştir ve çoğu Arapça büyü tesirsiz ve hayalidir. Günümüz cadıları daha çok maji konusuna eğilimlidir. Üst mevkilerde yer alan çoğu cadı dalga beden varlıklarla iletişim kurma, onları etki altına alma ve iksir hazırlama konusunda uzmandır. Muska yazmak ise, doğu okültizminde vardır. 

 Günümüzde büyünün bütün çeşitleri modern bilimce reddedilir. Gerçekte gelişen teknoloji ve pozitif bilimler, büyücülük kavramına karşı olan inanışı en alt seviyeye indirebilmeyi başarmış olsa da, büyü gerçeği hâlâ inkâr edilemeyen varlığını sürdürmektedir. 

İslam Dünyasında büyücülük.. 

Ortaçağ İslam dünyasında, popüler kültür düzleminde Hermes’in (İdris Peygamber) adına bağlanan özgül bir astrolojik-simyasal büyü literatüründen söz etmek (Hermes’e atfedilen Grekçe’den çevrilmiş kitaplar dolaşımda olmakla birlikte) genelde mümkün değildir. 

Bir başka deyişle, İslam popüler kültüründe yıldızların etkilerine bağlı büyü formülleri, yıldız falcılığı ya da baz metalleri altına dönüştürme yolundaki çabalar eksik değildir. Ancak, 

Hermes/İdris örneğin Ptoleme-Roma döneminde Mısır’da ya da geç Antikite/erken ortaçağ Harran’ında olduğu üzere büyüsel işlemlerin, özellikle de astrolojik ve simyasal olanların özgül olarak atfedildiği mistik ya da ilahi bir kişi olmaktan çıkmıştır. Uygarlığın sanatlarını ve gizli bilgileri muhafaza edip aktaran, yazıyı bulan, bir “kültür kahramanı” kimliği edinmiştir 61. Hermetik simya anlayışı da hastalıkların sonuçlarından ziyade doğrudan doğruya sebeplerini araştırmaya yönelen Hippokratesçi tababet anlayışıyla uyuşmaktaydı. Bu 
beraberlik İslami dönemde de sürmüş ve tecrübi metodun doğmasına zemin hazırlamıştır ki bilahare bu metot metafizik ve mistik kalıbından çıkarılınca bilimin ana metodu haline gelecekti. İslam’da da bu metot, sembolik mahiyeti boşaltılarak Zekeriya er-Razi tarafından gerek tıpta gerekse simyada kullanılacaktır. Zekeriye er-Razi, manevi simyadan maddi simyaya geçiş noktasıdır 62. 

Ortaçağ İslam halk kültürünün evren kavrayışı, İslam öncesi Arap sistemleri ve 
Kur’an’daki göndermelerden Hint-İran düşünce sistemlerine, kültür çevriminde dolaşımda olan pseudo-epigrafik kutsal Hıristiyan-Yahudi yazmalarına, bölgenin Helenistik etkilerden kalıttıklarına kadar çok farklı etkilenimler altında biçimlenmiştir ve Hermetize bir kozmografidir. Bu kozmografiye göre 63; 

“Yerler ve gökler yedişer kattır. Her bir eflak ve yer katının üst yüzeyinin düz olduğu ve bunların dairevi olduğu, enlerinin ise 500 yıllık yol uzaklığında olduğu düşünülmektedir. 

Dünya disk biçimli olarak tasarlanmaktadır. Kıta ve adalar el Bahr ül-Muhit (denizler) ile çevrilidir. Bunların çevresinde ise Kaf Dağı yer almaktadır. Bu diskin eni, boyu ve kalınlığı 200 günü denizde, 200 günü ıssız çölde, 80’i Yecüc Mecüc, geri kalanı ise diğer yaratıkların ülkesinde olmak üzere 500 günlük yol olarak tahmin edilmektedir. Buna göre, yeryüzünün yaşanan bölümü çöldeki bir çadırla kıyaslanabilir. 

Arapların bildiği dünya, Afrika batısından Hindistan doğusuna, Habeşistan sınırlarından Rusya’ya uzanır. Kendilerinin ise tam ortasında (kimilerine göre Mekke, kimilerine göre Kudüs) yer aldıklarını düşünmektedirler… Her bir ülke 10 günlük mesafede yer almaktadır. Kaf Dağları, dünyanın sınırını oluşturmaktadır. Cinlerin esas memleketi burasıdır.” 

Yukarıda özetlenen kozmos tasarımı İslam’ın ulema yorumunun vaaz ettiğinden çok daha karmaşık ve irrasyonel bir ortama gönderme yapmaktadır. İçinde etkileyen güçlerin (melekler, cinler, şeytanlar, periler vb.) çoğulluğu aynı zamanda onların uygun yollardan müdahale edilebilirliğini getirmektedir. Böylelikle muskalar, tılsımlar, hatemler (mühürler), niranc’lar, azimetler, vefklar (etkili dualar) vb. aracılığıyla harekete geçirilmeye ve etkilenmesi istenen kişiye yönelik müdahalede bulunmalarına çalışılmaktadır. 

Böyle bir İslam dünyasında büyüye başvurulması şaşırtıcı olmayacaktır. Bunda 
kuşkusuz büyü ve sihir uygulamaları yasak kabul edilmekle birlikte Hz. Muhammed’in majini insana faydalı olan sahalarında uygulamalarına izin vermiş olması ya da öyle sayılması da etkili olmuştur64. 

İslam dini, büyüyü inkâr etmemiş fakat itikatı bozduğu, tevhid inancına zarar verdiği, kötüye kullanıldığı ve kontrolü mümkün olmadığı için yasaklamıştır. İslamiyet'te büyü yapmak, tıpkı fal bakmak gibi açıkça haram kabul edilir. Ancak bazı İslam âlimleri büyüye karşı önlem alabilme gibi nedenlerle ve büyüyü uygulamamak kaydıyla öğrenilmesini helal görmüşlerdir. Müslümanlarca büyüden korunmanın en etkili yolunun, felak ve nas sûrelerini okumak olduğuna inanılır. Dini bütün kimselerin büyüden korunduğu da genel bir kabul görür. Kur’an’ı Kerim’de şeytanın oynadığı rolü bazı insanların da üstlenebileceği ifade edilir. 


5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

GİZLİ BİLİMLER VE GÖRÜNMEYEN DÜNYA BÖLÜM 3

GİZLİ BİLİMLER VE GÖRÜNMEYEN DÜNYA  BÖLÜM 3




 İnsanın Dönüşümü ve ölümsüzlük.. 

 Hermetik felsefede ruh ve madde birbiri ile iç içe girmiştir. Birisi ötekinin farklı bir görüntüsüdür. Aynı şekilde çoğu Hermetiste göre, maddenin de bir ruhu vardır. Simya, insana kendisini ölümsüz kılma kapasitesini bahşeder. Ölümsüz olan ruhtur. İnsanın en büyük problemi ruhunun ölümsüz olduğunu bilmemesi, algılayamaması, yaşayamaması, anlamamasıdır. Beden tarafından ele geçirilmiş ve yalnızca onun yaşamıyla kuşatılmış olarak, yalnızca ona ölümsüzlük vermeye çalışır. Ne yaşadığının, ne olduğunun ve fiziksel görünümünün çok ötesinde yaşadığının bilincinde olan insan ölümsüzdür ve Simya’nın aradığı da budur. Her birimizde bir işleten, dönüştüren vardır; mükemmeliyetin altınını elde etmek için araçlar, madde, güç ve hayat vardır. Cafer-i Sadık’a atfedilen “Ruhlarımız 
cesetlerimizdir, cesetlerimiz de ruhlarımızdır” sözü simyanın en temel prensibi olan “Bedenden bir ruh, ruhtan da bir beden çıkarma” esasının temelidir 33. 

Yaratılanlar her ne kadar çeşitli şekiller aldıysa da bu tek olan Öz ile esas da aynıdır 34. 
Bu kapsamda İslami kaynaklarda Apollonios’a pek çok majik formül nispet edilmektedir. Apollonios’a atfedilen kitaplardan ‘Sırru’l-hakikadan’ seçilmiş bazı bölümler aşağıdadır; 

“İlk yaratılan şey Kelimetullah’tır. Bir kelime aracılığıyla diğer şeyler yaratılmış tır… Her, şey Tanrı’nın emri ve dilemesiyle, ‘Kelam’ tarafından yaratılır. Yaratılmış olanlar Kelam’ı kavrayamazlar çünkü yaratılmış olan şey, kavrayışın ötesindedir. 

İlk tezahür edecek olan şey de Tanrı’nın Kelamı’nın nurudur. Bu nurdan eylemlilik doğar, ondan hareket doğar, bu hareketten de sıcaklık doğar. İşte sebep olunan şeylerin başlangıcı böyledir. Hareketten ve sıcaklıktan da hayat husule gelir yani bitkilerin, hayvanların ve insanların hayatı. ‘Kelam’ sadece hareketi vücuda getirmekle bu yaratılışa iştirak eder. Bütün diğer şeyler ise tabii tarzda oluşurlar. 

Hermes der ki; “Her hareket, her şeyi hareket ettiren Kudret’ten sadır olur. 

İki nevi hareket vardır. 

Bilkuvve ve bilfiil hareket. Bilkuvve hareket, âlemin bütün cüzlerini muhafaza eder ve onları içeriden hareket ettirir. Bu ikisi birbirinden ayrılamazlar. Tabiat, münferit şeyleri varlığa getirir, onları muhafaza eder ve hareket eden madde içerisine hayatın tohumlarını saçar. Madde, hareketi yüzünden ısınınca ateşe ve suya dönüşür. Ateş suyun üzerine değince onun bir kısmını kurutur ve bundan da toprak oluşur… Sıcak, soğuk, rutubet ve kuruluk muayyen bir şekilde karıştırıldığında da ruh meydana gelir.” 

Sıcaklık hareketten doğduğu zaman, o hareket hızlanır ve madde müthiş bir şekilde tahrik olur. Bu süreç tam 26.500 yılda tamamlanır. Bu harekete ait olan madde, ağırlığına göre farklı çeşitlere ayrılır ve on iki katman şekillenir. En alt katman hareket ve sıcaklıktan mahrumdur. Fakat bir üstteki katmandan sıcaklığı alır. Böylece hareket halindedir. Hayli ısınan kısımlar yükselir ve diğer katmanlar teşekkül eder. Her biri de yedi kısımdan müteşekkildir. İşte bu, yedi kat semanın ve yedi kat yerin başlangıcıdır.” 

  Bedende insan nuruna tekabül eden iki kuvvet vardır; 

- Hâkimiyet gücü olan öfke kuvveti ve 

- Örneği aşk olan şehvet gücü. 

Beslenme ve üreme gibi bedenin diğer aşağı güçleri, bedenin nurla olan muhtelif ilişkilerinden doğarlar ve arz-i nurun birçok cismani tezahürleri olarak görülebilirler. Onların çeşitliliği nurun bedenle olan ilişkisinin çeşitli oluşundandır. Arz-i nurun bedeni yönetmedeki aleti, kalbin sol yarısında yerleşmiş olan ruhtur 35. Arzi nurun madde ile birleşmesi onun “karanlık güçler” tarafından şaşırtılması nın sonucudur. Böylece o nur, âlemine yabancılaşmıştır. 

Tanrı, Ruh ile iner ve ruhun hermafroditin bedenine girmesine izin verir ve bu beden ikinci kez doğar. Bunu bilincin doğumunun, insanı uyandırmasının tamamlanması olarak ifade edebiliriz. Ermişlerini iki kez doğmuş olarak adlandırdıklarında, eski insanların ikinci kez doğmaktan anladıkları bu olmuştur. 

Simyanın pratiğinde ezoterik yön açığa çıkmaktadır. Bu aşamalar aslında adayın 
inisiyasyon yolunda kat ettiği mesafedir. Simya yöntemiyle birinci aşamada haricinin içeriye alındığı tefekkür hücresi siyahtır. Harici burada yeni bir hayata girmektedir. Harici hamdır, rafine edilmemiştir, yontulmamıştır. İçeriye alındığı andan itibaren çürüme başlamıştır. 

Değişim başlamıştır. Maddenin özü ölmektedir. 
İkinci aşamada Nur’a kavuşmaktadır. Bu simyadaki beyazdır. Değersiz bir metal altın olma sürecine girmiştir. Yani saflaştırma başlamıştır. Yeraltı dünyası denilen kendi benliği içerisinde yol almakta ve kendini tanımaktadır. Tüm boş inançlardan ve bağnazlıklardan uzaklaşmıştır. Özündeki kötülükleri ve iyilikleri ortaya çıkarmaktadır. Bencillikten uzaklaşmaya başlamıştır. Öldürülen maddenin yerine, yeni bir elementin katılması söz konusudur. Madde, yeni kimliğini kazanmaya hazırdır. 

Üçüncü aşama felsefe taşının ele geçirilerek kırmızı yapıta ulaşılmasıdır. 

 Eski manevi kimyada, dönüştürme işlemi yapmak için önce bir “iksir (elixir vitae)” ya da “felsefe (filozof) taşı” hazırlanırdı. Bunu hazırlamak için kullanılacak suyun binlerce kere damıtılması gerekmekteydi 36. Bu ilmin Çin, Hint ve Tibet kültürlerinde derin bir geçmişi vardır. Sıvı ve içilebilir olan iksire onlar; “hayat suyu” ya da “ölümsüzlük suyu” demekteydiler. Cabir de farklı türleriyle yedi “iksir” sayar. Bunların bazısı mineral, bazısı bitkisel, bazıları da hayvanidir. 

Buna mukabil filozof taşı yalnızca mineraldir. 



simya_sembol
Şekil 1: Simyanın Sembolleri 


Simyacıların ünlü “salva et coagula” prensibi yalnızca madenler ile ilgili değildir, ruhi simya ile de ilgilidir. Önce karışık ve bozuk terkip bir çözülür, iyice ayrıştırılır. Yani sefil insanın katılaşmış kalbi çözülüp yumuşatılır (Salva). Değersiz bir maden bu erime işlemi bir pota (tennur) içerisinde yapılır. İnsani dönüşümde bu pota bedendir. Nasıl maddi simyacı sıkıca kapatılmış bir kürede (potada) maddenin dönüşmesini aylarca gözlüyorsa, manevi simyacı da adeta bir felsefi yumurta içerisindeki ceninin aşama aşama gelişmesini murakebe 
eder. Bu dönüşüme yardımcı olacak olan simyacı, manevi rehberdir. Tıpkı kendi küllerinden doğan Anka Kuşu misali; bu çözülen terkipten yeni ve farklı bir insan oluşturulur (Coagula). Sefil insanın bu kutsal makama doğru kendi içinde yaptığı yolculuk ya da yeniden doğuşu, mecazi olarak da dış alemdeki madenlerin dönüşümü örnekleriyle anlatılan bir mucizedir, bir başarıdır. Gerek dış âlemdeki altın gerekse içteki, kemale ermiş insan ruhu, her şeyin kanunlarına itaat ettiren oluş (kevn) ve bozuluş (fesad) âleminde bozulmadan kalır. Her ikisi de ruh’un bu dünyadaki her planda temsilcisidirler. Biri batın simyasının, diğeri de zahir 
simyasının bir ürünüdür ama nihayetinde gerek zahiri gerekse batıni dönüşümü mümkün kılan yalnızca tek bir simya vardır. Hermes’e göre ‘tarım’ dahi büyük simya’dır. Toprak da bu bütünün bir parçasıdır. 

Eski kimyacılara göre madenlerin dönüşümü (ve bu arada suni olarak altın elde etme) basit bir gösteriden öteye gitmez. Esas amaç, bizzat o simyacıyı dönüştürmektir. Büyük ve küçük evren arasındaki analojik irtibatları kurabilen kişi, kendinde taşıdığı enerjileri vasıtasıyla madenlerle ilgili simyada da bir dereceye gelir. Ve gerçekten böyle bir kudreti olanlar asla bunu kullanmazlar. Bazı çok özel durumlarda yine manevi bir sebebe binaen kullandıkları da olur. Hakiki inisiyasyon, her ne kadar dışarıda bazı tezahürleri de olursa da tamamen içseldir. İnsan bizzat kendi varlığının nüfuzuna varabilirse külli bilgiye, ona tabi 
diğer tüm ilimlerle beraber varır. 

 Simyacılara göre ölümsüzlüğün sırrını bulmanın temeli felsefe taşına dayanmaktadır. Felsefe taşı, ruhani dünyanın da kilit anahtarı niteliğindedir. Bu sembol, tanrıları insanlara veya ölçülemez büyüklükteki yıldızlardaki Güneşlere dönüştüren evrensel iksirden, basit bir metalin altına dönüşümüne kadar pek çok şeyi içine alan geniş bir semboldür. Üstelik taş, kendine altına dönüştürür ken yaldızlı, kırmızımtırak; Gümüş’e dönüştürürken beyaz olacak  bir toza dönüşmeden doğrudan hareket etmez. Öyleyse kendi içindeki Tanrısal özü bulmak isteyen kişi, tıpkı maddenin saflaştırılması gibi, kendi içine dönerek kendini saflaştırmalı ve gizli olan, içindeki ‘felsefe taşı’na ulaşmalıdır. Felsefe taşının gizeminin yalnız inananlara ve ona layık olanlara açıklanması, akılsızlara ve inançsızlara bildirilmemesi birçok Hermetik metin yazarı için bir çeşit zorunluluk haline gelmişti. 

Eski kimyada, iksirin elde edilme süreci, aynı zamanda o kişinin de dönüştüğü gösterir ki işte buna ‘Büyük Sanat’tır (Ars Magna)37’. On yıllarca süren bir nefis körletme ve çalışma sonucunda elde edilir. Ve bu sanatın sırrı, ehil olmayanlara öğretilmemelidir 38. Simyanın, maddenin içinde sağaltım ile altını keşfetmesi, bir bakıma insandaki Tanrısal tözün ortaya çıkarılması ile benzerlik göstermek tedir. Ars Magna, bu açıdan insan için de kullanılabilir, bu anlamı ile inisiyasyonu da temsil etmektedir. Ars Magna ile insan Tanrı ile birleşebilmekte, kendini maddeye bağlayan bağlardan kurtulabilmektedir. Bu bağlamda, felsefe taşı da mutlak olana, tanrısal töze kavuşturan bilinç anlamını kazanmaktadır. Aynı şekilde, iksiri içip ölümsüzlüğe kavuşmak da ruhun ölümsüz olduğunu anlamak anlamına gelmektedir. Öyleyse kendi içindeki Tanrısal tözü bulmak isteyen kişi, tıpkı maddenin saflaştırılması gibi, kendi içine dönerek kendini saflaştırmalı ve gizli olan, içindeki felsefe taşına ulaşmalıdır. Simyada kullanılan yöntemler ezoterik olarak inisiyasyonu da bu anlamı ile temsil etmektedir. 

    Batı simyasındaki ‘Visita Interiora Terrae Rectificando Invenies Occultum Lapidem’ cümlesi ‘Dünyanın derinliklerini ziyaret et gizli taşı bulacaksın’ anlamına gelir. Buradaki dünya, gezegen olan dünya değildir. İçsel dünyamızın derinliklerinde tanrısal olan öz ile ilgili bir bağlantının bulunabileceği anlamına gelir. Bu haliyle simya çalışmaları simyagerin iç dünyasındaki felsefe taşı ile yürütülebilir. 

     Taocu simya görüşüne göre ise, insan ölümsüzlüğe yani felsefe taşına üç süreç sonucunda ulaşabilir. Buradaki ölümsüzlük yine her zaman olduğu gibi semboliktir. Bunlar; Çi, Çing ve Şen’dir. Çi, sürdürülebilirliktir. Sebat ya da süreklilikte denilebilir. Çing, üretim, bereket, oluşturma ya da düzendir. Şen ise görünüm, ortaya çıkarma ve belirme dir. 

 Zümrüt Levha ve Okült esaslar.. 

İslam dünyasından Ortaçağ Avrupası’na aktarılan ve kendisini çevreleyen mitoslarla birlikte geniş bir dolaşım alanı bulan Tabula Smaragdina (Zümrüt Levha), adeta bir simyacı manifestosu niteliği taşımaktadır. Zümrüt Levha’nın Hermes tarafından yazıldığı ve bilahare gömüldüğü, çok sonra da Tyanalı Apollonios tarafından bulunduğu ve kendisinin yaratılış sırlarını bu kitaptan öğrendiği yazılıdır. Bu kitap, Müslüman simyacıların eline muhtelif kitapların tercümeleriyle geçmiştir. Zümrüt Levha’da bütün okült esasların temel kanunu olan uyumluluklar yani karşılıklar kanunu (loi des correspondances) ele alınır. Kâinatın muhtelif unsurları ve tabakaları, katmanları arasında çok ince ve sırlı bazı benzerlikler ve irtibatlar olduğu izah edilmektedir. Bu bölüm ile ilgili bazı notlar aşağıya çıkarılmıştır; 

“.. Bu, üzerine ilk dilde yazılmış olan ‘Bir’ zümrüd levhadır. 

a. Gerçekten, kesinlikle ve şüphesiz, “’bir’ olan şeyin mucizesini yerine getirmek üzere, aşağıda olan ne varsa yukarıda olan gibidir ve yukarıda olan ne varsa da aşağıda olan gibidir 39. 
b. Nasıl bütün şeyler yalnızca Bir’den, o yalnız Bir olanı düşünmekle sadır oluyorsa işte bunlar da o Bir olan şeyden iktibas (ya da imtizaç) yoluyla meydana gelirler40. Onun işi ne kadar muhteşemdir! O dünyanın reisidir, başıdır. 
c. Onun babası güneştir, annesi de ay. Rüzgâr onu bedeni içerisinde doğurtan dır, toprak ise onu besler. 
d. O, baştanbaşa alemdeki bütün mucizevi işlerin babasıdır. 
e. Onun gücü, toprak haline tahvil olduğunda mükemmeldir41. 
f. Toprağı ateşten, latif olanı kesif olandan yavaşça ve büyük bir dikkatle ayır ki sana parıldasın 42. Lütuf ve hikmette, saf olan kaba olandan daha asildir. 
g. O, arzdan semaya çıkar ve semadan tekrar arza iner. Böylece yukarıdaki hakikatlere hem de aşağıdaki hakikatlere sahip olur43. Bu sayede sen, bütün âlemin şerefini, nurların nurunu elde edersin44, böylece bütün 
karanlıklar da seni terke ederler 45. 
h. Bu bütün kudretlerin kudretidir. Çünkü o latif (ince) olan her şeyi kuşatır ve kesif (kaba) olan her şeye de nüfuz eder 46. 
ı. İşte, küçük alem, büyük alemin misalinde olarak böyle yaratılır. 
J. Bundan ve bu şekilde, şahane tatbikatlar yapılır. Bu hekimlerin yoludur. 

Bu benim azametim dir, iftiharım dır.” 

 Simyacıların tabiriyle, “Taş’ın babası olan Güneş, Ruh’tur (Nous). Ay ise Nefs’tir 
(psyke). Onun bedenine ruhi tohumları taşıyan Rüzgâr da, hayat veren Nefes’tir. Daha genel anlamda o nefes, sema ve yer arasında yani ruhi âlem ile cismani âlem arasında aracı âlemi dolduran latif bir şeydir. Hayat veren nefes, aynı zamanda simyevi olarak sıvı halinde altın nektarını da içerisinde bulunduran Civa’dır. 

Maddeyi oluşturan dört unsur birbirine zıt olmakla beraber, birbirine 
dönüştürülebilmektedir. Dönüşüm ilkesi, simyacılar için son derece önemlidir; maddenin birliği ve güçlü bir dönüştürme olasılığı kabul edilirse, her şey başka bir şey olabilir 47. 

Simyada 17. yüzyıla dek Batı tıbbının temel düsturu kabul edilen dört unsur (ateş, su, hava, toprak) ve dört nitelik (soğuk, sıcak, kuru ve nemli) ilkeleri formüle edilmektedir. Buna göre, bir maddenin prototipini bulmak için mevcut olan her madeni bilmek gerekmemektedir. 
Sadece yedi ana madeni –ki onlar da altın, gümüş, bakır, kalay, demir, kurşun ve civadır- bilmek, diğerlerini bilmeye götürücüdür. Dört unsurun bilgisi konusunda da bu böyledir. Bu unsurlar, bir şeyin kimyevi terkipleri değildir, maddenin vasıflarının belirleyicileridir. Bu yüzden toprak, hava, su ve ateşten bahsedileceği yerde, varlığın sıvı, katı, havai ve sıcak özelliklerinden bahsedilir 48. 


4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

GİZLİ BİLİMLER VE GÖRÜNMEYEN DÜNYA BÖLÜM 2

GİZLİ BİLİMLER VE GÖRÜNMEYEN DÜNYA  BÖLÜM 2







Resim 1: Simyacı 

   Okült, bilimsel yöntem dışındaki yollar ile gizli bilginin araştırılması demektir. Okült bilimler denilince, eski geleneğin devamını sağlayan ezoterik (Batınî) doktrin anlaşılmaktadır. 
Okült bilimler, ‘pozitif’ olarak adlandırılan tüm bilimlerin gerçek prensiplerini ve bütün felsefesini kendinde saklamaktadır. Okültizm, pozitif bilimlerin yerini alıcı değil, onları tamamlayıcıdır. Büyük sayıda fenomenin teori ve pratiğine sahiptir. Simya (alşimi), maji, astroloji ve büyücülük (theurgy) bu çalışmaların başlıcalarıdır. 

    Okültizm, genelde içimizde doğan bazı soruların çözümünü gösterir. Okült çalışmaların üzerine inşa edilmiş inceleme ve araştırma konuları şu şekilde sıralanabilir; 

Ölüm ötesinde ve berisinde ne vardır? 

Nereden gelip nereye gidiyoruz? 

Bu dünyadaki hayat tarzımız ne olmalıdır? 

Bunun için makul bir ölçü var mıdır? 

Kendi kendimizi ıslah edebilir miyiz? 

Doğa kuvvetlerinden yararlanmayı nasıl başarırız? 

Ölüm ötesi âlemlerin yasaları nelerdir? 

 Görünen ve görünmeyen dünyanın tüm kısımlarını birbirine sıkıca bağlayan 
‘ilişkiler'in varlığı temel inceleme konusudur. Görünür dünyanın ikiz kopyası olan ve varlığının başlıca temelini teşkil eden ‘görünmez dünya’nın varlığı dahilinde, evrende mevcut görünmez varlıklar, doğadaki ve insandaki okült güçler ve astral âlem ile ilgili ezoterik bilgiler ele alınmaktadır. 

 Simya.. 

 Simya sözcüğü Mısır’daki Nil çamuruna atfen siyah anlamına gelen Kamt veya 
Qemt’den gelmektedir17. Günümüzdeki modern kimya biliminin temelleri atılmadan binlerce yıl önceden başlayıp, 17. yüzyıla kadar etkileri devam eden, maddeleri birbirine karıştırıp, değiştirmeye çalışan kişiye simyacı, insanların yaptıkları çalışmalara ve bu bilime verilen 


simya
simya

genel ada ‘simya’ denir. Simya, antik çağlardan bu yana uzanan, insanlığın kimya öncesi uğraşısı oldu. Simya’nın okült bir sanat olarak da gözükmesinin nedeni sadece belli kimseler tarafından uygulanabilmesidir. Simyanın ezoterik bir karakteri de vardır. Simya öğrenimi inisiyasyona dayanmakta, kullanılan semboller sadece bu eğitimi geçmiş kişiler tarafından anlaşılabilmektedir. 

 Tarih boyunca simya, mistik ve pratik simya olarak iki yönde gelişmiştir. Pratik 
simya, kimya biliminin doğuşunda büyük rol oynarken, mistik simya, ezoterik felsefenin bir başka çehresi olarak günümüze kadar gelmektedir. Simyanın öteki adı hermetik kimyadır. 
Simya en kaba tabiriyle bakırın, altına dönüştürülme olayı olarak tanımlanmakta dır. Demir, kurşun ve bakır gibi metaller altına ve gümüşe dönüştürülmek için Hermes vazosu adı verilen cam kapta ısıtılırdı. Simya gerçekte bir dönüşüm sanatıdır. Kirli olanı, hasta olanı birçok süreçten geçirerek, arınmış ve mükemmel olana dönüştürmeyi amaçlar. Prensipte, bir yol olarak değerlendirilebilecek olan simya, aslında saf olmayan ruhun, saf ruha dönüştürülmesi sürecidir. Simya felsefesinde Tanrı’nın birliği ve ruhun ölümsüzlüğü yer almaktadır. 

Simya ile uğraşanlar değersiz maddeleri altına çevirmek, hastalıkları tedavi edebilmek ve yaşlanmayı önlemekte kullanılacak filozof taşını bulmak için çalışmışlardır. Simya’nın hedefleri tarihsel süreçte şunlar oldu; 

- Metallerin altın ve gümüşe dönüştürülmesi, 

- Ölümsüzlük iksiri yaratılması, 

- İnsan hayatının dönüştürülmesi. 

 Simyanın amacı, ‘evrensel sihirli unsuru’; evrensel ilacı, gençlik çeşmesini, yaşam iksirini, ‘ölümsüzlük anahtarı’nı elde etmektir. 

Tıpkı mitoloji gibi simyanın da hem batıni/içrek(ezoterik) hem de zahiri/dışrak 
(egzoterik) bir anlamı ve okuması mevcuttur. Bu durum simya literatüründe "iç simya" ve "dış simya" olarak ayrılmaktadır. Dış simyada dört elementin altına doğru felsefe taşı ile birlikte nasıl dönüştürülebileceği ve nasıl ölümsüzlüğün elde edilebileceği arzusu yatar. 

Ezoterik ya da iç simyadaki ‘ars magna (büyük sanat)’ta amaç, dış ya da egzoterik simyadaki gibi maddeleri birbirine dönüştürmeye çalışmak, ölümsüzlüğü elde etmek ya da genç kalmak değil, spiritüel aydınlanma denilen ‘şuur dönüşümü’nü sağlamaktır. Simyacılar, bir anlık yansıma ile kişinin, insan bedenini meydana getiren gaz, sıvı, elektromanyetik ve katı elementlerin, onunla sembolik olarak uyumlu olan kişilik sistemlerin daima bir diğerine 
dönüşmesinin farklı evresinde olduklarını görebilmeyi hedefler. Tıpkı katının sıvıya karışması (simyasal eriyik) ve sıvının katı maddeye dönüşmesi (simyasal koagülasyon) gibi, düşünceler de duyguları tetikler; algılar, düşünceler ve davranışları kışkırtır. Simyasal motto ‘solvenet coagula (çözünme ve donma)’ bu açıdan anlaşılabilir; katılaşmış koruyucu yapıları (fiziksel, algısal, duygusal, zihinsel) çözebiliriz, böylece ruh serbest kalır. 

Simya içerisinde tıp, felsefe, astroloji, kimya, din gibi birçok konuda motifler içerdiği için simyacılar; ölümsüzlük iksirini keşfetmek, sonsuz zenginliğe ulaşmak gibi konularla ilgili çalışmalar da yapmışlardır. Bu nedenle, bir simyacı tarih boyunca bazı zamanlar doktor, kâhin, filozof hatta büyücü olarak kabul edilmiştir. Simyacıların gizemi bilgeler ve anlayanlar için sadece bir ilaçtır. Keşfetmesini ve anlamasını bilir, bu anlaşılması gereken bir doğa sırrıdır ve ahmaklar için her zaman gizlidir yani bir sır olarak kalacaktır. 
Çoğu kez simyacılardan bahsederken, kendini bu çalışmalara adamış kişilerin, ölümsüzlüğü elde etmek için bir formül ele geçirdiklerine dair söylentiler çıkarılır. Uzak geçmişte filozofların hiç bahsetmediği ve simyaya atfedilen başka bir amaç da mutluluğu elde etmektir. Simya altına, gençliğe, mutluluğa sahip olmakla karıştırılıyor gibidir. Öğretinin metafizik derinliğine inilmedikçe, simyacıların da benzer arayışta; mutlu olmak, daima genç olmak veya büyük zenginliklere sahip olmak arayışında oldukları düşünülür. 

 Birbirlerinden zıt cereyanlar halinde ve birbirleri içerisinde, devamlı bir surette doğan madde ve mana akışını asıl birliği ve BİR’i anlama yolunda inceleyen simyacılar, altına ulaşma sembolizmi altında kendi çalışmalarını halktan gizlemişlerdir. Bu simyacılar arasında; Isaac Newton dışında Sir Robert Boyle, Paracelsus, Nicholas Flamel, Edgar Cayce, Arnaldus de Villa Nova, Cabir bin Hayan, El-Razi, Thomas Norton, Denis Zachaire, John Dee, Albert de Bollstaedt, Henrig Brand, Salomon Trismosin gibi birçok tanınmış kişi bulunmaktadır. 




Resim 2: Simyanın Kapısı 
C:\Users\EAKDMK330\Desktop\SimyaKapısı.jpg


Not: Simya kapısı; "gerçeğin kapısı" ya da "kapı" olarak söylenir. Simya gücünün kaynağı olarak bilinir. Simya kapısını gören kişiler aldıkları deneyim sayesinde dönüşüm çemberine ihtiyaç duymazlar. Bir bebek bedendeki 
akıl ve ruhu kapıdan çağırabilir. 

 Temel olan, ilk ilke ‘Madde’nin Birliği’dir. Maddeyi BİR olarak, bir büyük ilksel 
Madde, tüm evrenin temeli olan büyük bir ilksel ilke olarak düşünmek, simyayı geliştiren başka bir ilkeyi de hatırlatır; büyük evrende (makrokozmos) olan ne varsa küçük evrendedir (mikrokozmos). Büyükte olan her şey küçükte de vardır; gökte olan insanda da vardır ve tam tersi de geçerlidir. Bunun anlamı, insani süreçlerimizi genişleterek, kozmik süreçleri anlayabileceğimizdir. Mademki her şey büyük ve küçük, yukarıda veya aşağıda olana hizmet eden temel bir ilksel unsur, bir ilksel ilkeden ayrılmıştır, bir benzerlik, bir ilişki vardır. 

Bu benzerlik temelinde Simya, Doğa’yı bozmaktan uzak benzerliklerin doğrudan bir yolunu izleyerek dönüşümler gerçekleştirerek sürekli olarak çalışacaktır. Görev kesin olarak ister uygulamada ister metafizik olsun (var olan ve simyacıların bildiği) dönüşümdür. Bedenlerden Ruhlara kadar hepsini içine alabilen uygulanan işten bahsediyorsak İlksel Madde’den yola çıkılmalıdır. Tüm maddelerde olduğu gibi bu İlksel Madde’de de Kükürt, Civa ve Tuz’un tipik orantısı verilir. 

 Astroloji.. 

 Simya ile astroloji arasında da sıkı bir ilişki vardır. Her metale bir gezegen karşılık geldiği gibi, bazı reaksiyonların gerçekleşebilmesi için gezegenlerin uygun konumu da gözlenmektedir. Hermes’in öğretisine göre insan iki ruh taşımaktadır. İlki aklın ortağıdır, diğer ruh yıldızlarla bağlantılıdır, onların yörüngesel hareketlerinin etkisi altındadır ve bu nedenle bedenini de ilgilendirir. Bu ruh, gezegenlerden gelip, insan vücuduna yerleşmiştir. 

Vücudu ancak ölümden sonra terk eder, gezegenine geri döner, böylece tanrının görüntüsünü yansıtır. Aklın ortağı ruh ise tanrıya ancak insan bedeni içinde yükselebilir ve kadere boyun eğmek zorundadır 18. 

İçine girdiği insan, kazandığı tanrı ve dünya bilinci sayesinde kendisini kurtarır 19. 

Babillilerin sistemleştirdiği astroloji; insanın varoluşunun rastlantısal doğası 
karşısında, ilahların dahi tabi olduğu yasanın araştırılması, bireyi ‘talih’in kaprislerinden kurtarmanın bir yolu olarak algılanmaktaydı. 

Astroloji, Greko-Romen astroloji kavrayışı, tüm okült bilimler içinde ‘en bilimseli’ sayılagelmiştir; göksel cisimlerin ölümlü-ölümsüz, canlı-cansız tüm varlıkları etkileyen ‘enerji’ kaynakları olduğu düşüncesine dayanır ve Bail (Kalde) ve Mısır yıldız kültlerinden kaynaklanır 20. Astrolojinin temel varsayımı olan, gezegenlerin devinimiyle insan eylemleri arasında doğrudan ve öngörülebilir bir bağ olduğu inancı İskender’in fetihlerinden hemen ardından, esas olarak Stoacıların gerçekleştirdiği, Grek, Mısır ve Babil fikirlerinin kaynaşmasının bir ürünüdür. 

Neo-Platonculuğun “südurlar (ilahi varlığın genişlemesi) kuramı”nın sonraki yüzyıllar boyunca astroloji ve simya düşüncelerinin arka planını oluşturan esasını şu şekilde özetleyebiliriz 21; 

 “Bu felsefe Tanrı’nın varlığını İlk Neden olarak varsaymaktadır. En üst felekteki devinimin nedeni O’dur. O’ndan kesintisiz zincirler halinde her biri kendi öz ve kökeninin bilgisine sahip ayrı Anlaklar (intelligences) neşrolur ve her biri izleyen Anlak’ın ve ona denk düşen feleğin nedenidir. Anlaklar bu şekilde sabit yıldızlar, Zodyak, beş gezegen, güneş ve ayın feleklerine hükmetmektedir. Ayın feleğinin Anlağından içinde ay-altı türeyiş ve bozunum âleminin tüm biçimlerini içeren etkin Anlak neşrolur. Südur süreçlerinde gezegenler yıldızlarla yeryüzü arasında aracılar olarak önemli bir rol oynarlar; çünkü bir gezegen yörüngesinin 
en uzak noktasına vardığında, yıldızların neşrini alır; en yakın noktasında ise bu neşri ay-altı dünyaya aktarır. 

Dahası, her gezegenin altında yatan feleğe devrettiği kendi ruhaniyatı (pneuma) vardır. İnsan ruhu da Anlaklar âleminden inmiştir. Bu nedenle, insan doğası iki zıt yöne sahiptir; bedenine hapsolmuş ruhu göksel feleklerin etkilerine sahiptir; ancak anlağını geliştirirse kendini özgürleştirip göksel kökenine geri dönebilir.” 

Büyücülük.. 

Büyücülük (theurgy), evrenin birbiriyle sempati-antipati ilişkileri içindeki sayısız 
farklı güçlerle dolu olduğu varsayımına dayanmaktadır. Neo-Platoncu filozoflar, mekanik edimlerle bu güçlerin kişi lehine ya da aleyhine harekete geçirilebileceği, yani pratik yarara yönelik olarak kullanılabileceğini varsayan pratik (popüler) büyüyü şiddetle eleştirirken, söz konusu güçlerin ancak evrenin bütünlüğünü, uyumunu ve düzenini kavramış filozof tarafından, manevi yetkinliğe ulaşmaya yardımcı olmak üzere harekete geçirilebileceğini 
düşünen elitist bir yaklaşım sergilemekteydiler 22. 

Risaletu’l-hukemau’l-u’ulemau’l-kudema isimli anonim el yazması bir eserde okült özellikleri ispat için muhtelif örnekler arasında şehir ve beldelerin böylesi özelliklerinden bahsedilir. 

“Çünkü her toprak parçasının kendine mahsus bir havası, sempatik özelliği mevcuttur ki bu özelliği, gök ve yıldızların devrine, mevsimlere, iklim ve akarsulara bağlıdır 23.” 

Bunun tersi olarak bir de cisimler arasında antipatik özellikler vardır. Mesela lahana ve asma arasında böyle bir irtibat vardır. Eğer ikisi bir yerde yan yana ekilseler, asma büyüyüp gelişirken lahana solar. Aslan ile beyaz horoz, akrep ile kertenkele, yılan ile baykuş arasında da benzer antipatik özellikler mevcuttur. 

İhvan-ı Safa, minerallerin sempati ve antipati durumlarını tafsilatı ile incelenmiştir. Onlara göre taşların da hayvanlar ve bitkiler gibi gizli bir şuurları ve latif bir hisleri vardır. Ne var ki, bunların nasıl oldukları yalnızca Allah’ın ilmi dâhilindedir 24. 

Maji.. 

 İnsanlığın en eski öğretisi, hatta dinlerin ve inançların kökeni kabul edilen Maji sanatı ve onun çocuğu olan büyü, her çağda var olan ve etkinliğini sürdüren bir olaydır. 

Maji ilmi insanın tabiat üstüne yaklaşabileceği bir diğer Hermetik uygulamadır. 
Dindar ve ibadet eden insan, -bilerek ya da bilmeyerek- bu amelleriyle birtakım insanüstü varlıkları etkiler; bazılarını cezbederken bazılarını da iter. Her çeşit insanın çektiği ve ittiği ruhaniler vardır. İnsanların çoğu bu gereklerden habersiz yaşarlar. Maji, tüm bilimlerde tıp, zooloji, ziraat, mineraloji vs.- bir yeri olan ilimdir. Maji de kozmolojik bir ilimdir, bir metafiziğe tabidir. 

Çağımızda ise maji kelimesi bir göz boyacılığı haline gelmiştir. Metafizik 
prensiplerinden kopmuş bir tradisyonel ilim olmuştur. Halbuki gaye metafiziktir, diğer tüm ilimler buna göre ele alınır 25. 

İslam Dünyasında Gizli bilimler.. 

Maddi simya, Müslümanlar arasında çok az ilgi görmüş, şarlatanlık ve çocuk oyuncağı olarak telakki edilmişti. Manevi kimya ise çok büyük ilgi gördü. İslam dünyasında simyacı faaliyeti gereği genellikle tabiptir, Sünni dogmalara uzaktır. Madde’nin özünü kavramaya/dönüştürmeye çalıştığından ulema için ‘tehlike’ arz etmektedir. Saray içindeki konumu da oldukça kırılgandır. Kendisi de bir simya öğrencisi olan Halid bin Velid’in altın üretmeyen simyacıların öldürülmesini emrettiği rivayet edilir. Gene bir söylentiye göre el-Razi, halife El-Mansur’un sarayında simya deneyleri yaparken, başarısızlığına kızan halifenin başına vurması üzerine kör olmuştur 26. Filozofun ise filozof olarak kimliği yoktur. Prestiji, genellikle hekimlik mesleğinden kaynaklanır. Ancak, resmi dinsel ya da hükümet kuruluşlarında yer almayışları, uzunca bir süre, düşüncelerini hâkim ideolojiye uydurma zorunluluğundan bağışık kalmalarını sağlamıştır 27. 

Hüseyin Ali el-Kâşifi, okült bilimleri şöyle tasnif eder 28; 

- Kimiya (alşimi), 

- Limiya (sihir), 

- Himiya (nefslerin tesiri), 

- Simiya (duru görü), 

- Rimiya (hokkabazlık). 

Bunların hepsinin ilk harfleri “küllühü sırr” ibaresini oluşturur. Bunlardan hariç, gene bu doğrultuda “rüya tabiri” ilmi, “firaset (iç yüzünü görme)” ilmi, “ihtilaçlar (hareket)” ilmi, “cifr (geleceği görmek)” ilmi, “reml (fal)” ilmi gibi daha alt seviyeli ilimler de vardır. Bütün bu ilimler tebliği, namaz, dua, oruç, cihat ve rukye (üfürükçü duası, efsun, muska) gibi dini pratiklerle irtibatları bulunan uygulamalardır 29. İslam medeniyetinde sahih Batın ilmin 
devamlılığı ve rehberliği altında yaşayan bu ilimler, Batı’da olduğu gibi bir saldırıya uğramamışlardır. 

Arap-İslam simyasını Hermes’e ve Hermetik geleneğe bağlayan en önemli halkalardan biri olan Emevi ve Abbasi dönemlerine bakacak olursak; 

- Emevi simyası; Arap dünyasında simya ile ilgilenen ilk kişi 675-700 arasında 
Mısır’da keşiş Marianos’tan ders gören Emevi prensi Halid bin Yezid ibn-i Muaviye’dir. Genç prens halife olamayınca kendisini tamamen ilme vermiştir. İslam simyası İskenderiye ve Mısır’ın diğer kentleri ile doğrudan temasla gelişmiştir. Simya ve astroloji, İran’la etkileşim içindeki Hint kültür alanının da önemli değerleridir. İran/Sasani krali mitolojisiyle de beslenerek (Cundişapur filozof-hekimleri aracılığıyla) İslam kültürüne aktarılmıştır30. 

- Abbasi Simyası; Hermetik literatür, Abbasiler döneminde daha belirginleşecektir. 
Saray ve çevresi; İran ve Helenistik etkilenimli İslami sanat, mimari, felsefe, bilim ve yazının odağını oluştururken, kentsel ortam da Kur’an tefsirleri, fıkıh, gizemcilik ve ilahiyatın boy verdiği mekânı oluşturmaktadır. 

Fizik ve matematiğe dayalı gökbilim ile gizemli astroloji, birbiriyle iç içe geçmiş bir tarzda karşımıza çıkmaktadır. Gerek Abbasi gerekse diğer İslam devletlerinin saraylarında müneccimlerin hizmetlerinden bolca yararlanılmaktadır. Sultan ve vezirler için yıldız falları düzenlenmektedir. İnsanlığın astrolojik tarihi yazılmıştır. 

İbn Nedim, el-Fihrist’inde maji pratiğini ikiye ayırır. Birincisi “tarike’l-mahmude 
(beyaz maji)” ikincisi ise “tarike’l-mezmune (kara maji)”dir. Birincisi Süleyman peygamberin mesleğidir ki ‘azaim31’ yoludur. İkincisi ise İblis’in kızı Beyza’nın ortaya çıkardığı ‘assahara’ yoludur32. Maji, tradisyonel bilginin tatbikleri içerisinde en aşağı tatbikattır. En hakir görülmüşüdür. 

“Mucizevi işler”, “thelesma”nın (Arapçası; tılsm, Türkçesi; tılsım) yaklaşık bir 
tercümesidir. Bir tılsım, kabaca söylemek gerekirse, prototipi olduğu şeyin güçlerinden herhangi bir şeyin onun içine girmiş olduğu bir remzdir. Bu remz, muayyen bir kozmik mevkide (kevkebde) bir mütekabil ruhi temerküzle donanmıştır. 
Bu çeşit bir büyücü (teürjik) ameliye, görünen suret ile onun görünmeyen prototipi arasındaki vasfi (niteliksel) tekabüliyetlere ve de ayrıca bir ruhi hale ait latif (sübtil) düzey üzerinde yoğunlaştırmak suretiyle bu tekabüliyetlerden müessir olabilecekleri imkânına dayanmaktadır. Bu, bir görünmeyen etkinin taşıyıcısı olarak tılsım ile madeni dönüşümlerin bir mayası olarak simyevi iksir arasındaki benzerlikleri de göstermektedir. 


3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

GİZLİ BİLİMLER VE GÖRÜNMEYEN DÜNYA BÖLÜM 1

GİZLİ BİLİMLER VE GÖRÜNMEYEN DÜNYA  BÖLÜM 1






Gizli Bilimler & Görünmeyen Dünya.. 
Prof.Dr.Sait Yılmaz 
14 Kasım 2018 

 Giriş 

 Bir süredir Simya ile ilgili bir makale yazmak aklımda idi. ABD'de bir grup 'cadı'nın Yüksek Mahkeme Yargıcı Kavanaugh'ya büyü yaptığı haberlerinden sonra makalenin konusunu genişletmenin iyi olacağını düşündüm1. Trump, başkan seçildiğinde de Amerikalı 'cadılar' ona karşı harekete geçmiş, toplu 'bağlama büyüsü' yapmışlardı2. Gizli (okült) bilimler kapsamındaki simya, astroloji, büyücülük gibi ilimler kökleri Âdem’in yedinci nesil torunu Hermes’e dayanan, İslam dünyasında da kendine yer bulmuş, üzerinde pek çalışılmamış, daha çok hurafe gözü ile bakılan bir alan olmaya devam ediyor. Hermesçi felsefenin temel bir ilkesine göre, insan vücudunun mikro kozmosu (küçük dünya) bir bütün olarak evrenin makro kozmosuyla (büyük dünya) ‘sempati’ ve ‘antipati’ şeklindeki büyü ilişkileri (ya da gizli ilişkiler) araçlığıyla bağlıdır. 

Bu nedenle; dünya gizli anlamlar, ilişkiler ve büyü simgeleriyle dolu simgesel bir nitelik kazanmıştır. Hermesçilik, astrolojik inançların yanında, aydın bir 
sihirbazdaki sihir gücünün doğanın gidişini değiştireceğini kabul etmiştir. Dünyanın yapıtaşının ne olduğuna dair sırları çözüp onu değiştirmek için sistematik olarak çalışan ilk insanlar simyacılardır. Bugün Google’a “Dünyanın gelmiş geçmiş en etkili insanı kim?” diye sorduğunuzda vereceği cevap “Isaac Newton” olacaktır. Bizlere bilimsel devrimin kahramanı olarak anlatılan Newton, büyük sihirbazların sonuncusu, yaşamında duygusal yönden yaralanmış bir insan olarak öldü3. Bu makalede, gizli bilimlerin Simya’dan astroloji, maji, cadılık ve (onun erkek olanı) büyücülüğe uzun yolculuğunu ve bugününü anlatacağız. 

 Gizli bilimlerin tarihçesi ve felsefesi.. 

 “Üç kere büyük Hermes (İdris Peygamber)” başlıklı makalemizde Hermes’e indirildiği iddia edilen 30 sayfalık Hermetik öğretinin (Corpus Hermeticum), binlerce yıl boyunca Eski Mısır’dan Kadim Yunan’a ve oradan İslam dünyası ve Anadolu Aleviliğine yolculuğundan bahsetmiştik4. Burada üzerinde odaklandığımız husus Tanrı bilgisine ulaşmak için Hermes’in öğretisinin gizli yönlerinin tarih boyunca geçirdiği farklı yorumları gözden geçirmekti. 
Hermetizm yandaşları, doğanın gizli derinliklerine inme ve metinlerin gizli anlamlarını öğrenme arzusu taşıyorlardı. Hermes, hikmetin üç kısmına sahiptir. Bu üç kısım da kâinatın üç ana bölümüdür ki onlar da gökyüzü, hava ve toprak ile simgelenen ruhi, nefsani (psişik) ve cismani âlemlerdir 5. Hermes, aynı zamanda gizli bilimler yolu ile doğaya hükmetmeyi, simya, 
astroloji vb. gizli ilimlerin kullanılmasını temsil ediyordu. Nitekim Mısır’da simya geleneği Tanrılarından biri olan Thot’a sonra Eski Yunan’da Hermes’i işaret eder. Hermes’ten sadece Tanrı olarak değil bir sır olarak da bahsedilir. Çünkü Mısırlılar için Toth ve Yunanlılar için Hermes’in özelliklerinden birisi bu bilgilerin korunması konusuna gösterdikleri büyük dikkatti. İskenderiye’den 7. ve 8. yüzyıllarda Araplara geçen simya geleneği daha sonra Avrupa’ya aktarıldı. Mısır-Yunan sentezine daha sonra Doğu okültizmi, Yahudi ve Hıristiyan mistisizmi de karışmış ve Orta Çağ simyasının temelini oluşturmuşlardır. 

İdealar dünyasını tasarlayan Platon, özellikle Timaeus başlıklı yapıtıyla, sonraki simya literatürünün felsefi (Neo-Platoncu) arka planını sağlar, erken ve daha sonraki simyacıların madde ve değişimleri üzerine fikirlerini büyük ölçüde etkilemiştir 6. 

Platon’un düşüncelerini simya ilmini de kapsayan Batıni bir öğretiye dönüştürenler, yaklaşan Helenistik çağın Neo-Platoncuları olacaktır 7. 

 Doğu’da antik Çin’de simyacılar vardı ve metallerle çalışmaya başlayarak değişimler, transmutasyonlar ve farklılaştırmalar yaratmayı başardılar. Hindistan’da simya, majik-pratik bir özellikteydi ama Çinliler gibi metalleri dönüştürmediler. Hindistan, asıl olarak insani transmutasyonlara, insanın değişimlerine, mistik durumlara ve bu bilimin insana uygulanması ile erişilebilecek tüm evrim biçimlerine odaklandı. 

 Araplar, Orta Asya fetihleri sırasında Çinlilerden bu konuda birçok şey öğrenmişti. Simya alanında önemli çalışmalar yapan Ebubakır Razi’nin deneyleri Batı dillerine çevrilince simyacılık Avrupa’da yeniden doğdu. 1300’lü yıllarda mineral asitler ve alkol keşfedildi. Haçlılar vasıtasıyla Doğu’dan getirilen simya, Batı dünyasında yeni derin kökler saldı. 

 On üçüncü yüzyılın sonuna kadar simyacılar manastırlarda rahat rahat simya ile ilgilenebiliyorlardı. Ancak, zamanla simya kilisenin tepkisini çekmeye başladı. Bu arada manastırlar dışında da simya ile ilgilenen kişiler türedi. Artık Hermes’in bilimi ile kilise karşı karşıya gelmeye başlamıştı. 1317’de Papa Jean XXII bir karar yayınlayarak (Spondent quas non exhibent) sahte altın yapanları ve simyacıları mahkûm etti. Papa’ya göre, simyacılar fazlasıyla çoğalmıştı. Hıristiyanlık artık bilime ve doğanın soruşturulmasına karşı az ya da çok düşmanlık beslemeye başlamıştı. Orta Çağ kilisesi gerçek bilime olağanüstü şüpheci yaklaştı. Özgür bilimsel inceleme girişimleri, Kilisenin direnişi ile karşılıyordu çünkü bilimde İncil’in otoritesini yok etme tehlikesi görülüyordu. 

Rönesans ve Aydınlanma ile insanlık tarihine laik bakış başladı. Kopernik, Galileo, Descartes, Newton ve diğerleri; Allah’ın planı ne olursa olsun, bilimsel devrimin getirdiği bilgi yolu ile insanlığın laik ilerleyişinin kaçınılmaz olduğunu düşündüler. Bilim, Ortaçağ düzeninin iflası üzerine din’in yerine kesinliği ve gerçekliği ifade eden bir sözleşme olarak toplumu yeniden inşada kullanıldı. Hermetizm, Kopernik öğretisinin dünya görüşünü benimsemiş, bu yolla Hermetik öğreti ile modern bilimler arasında sağlam bağlar kurulmuştu8. Gizli bilimler ve büyü, Hermesçi yazılar olarak adlandırılan çalışmaların 15. yüzyıl ortasında bulunmaları ve çevirileriyle yasallık ve hız kazandı. Ortaçağın gizlenmiş 
metafizik unsurları, büyük bir bölümü kaybolmuş teorik bilgileri, özgünlük ve etkinliklerini doğrulamak için yerine getirmesi gereken pratik kavramları ile yeniden beliren Simya, yeniden eski haline getirilmekteydi. 

Hermetizmin dini içerikli ermiş insan ideali ve bunu yaratmak için kullandığı bazı 
pratikler, daha sonra Rönesans düşünürlerinin insan kapasitesine yapacakları önemli vurguda ters çevrilerek kullanılacaktı. Bu dini üst prensip unutulunca, Hermetizm öğretisi Rönesans’ın elinde profan hale geldi ve iç boyuttaki ilerleme metotları dış boyuttaki teknolojik, bilimsel ilerlemeler için bir ilham kaynağı oldu. Okült bilimler, maji, astroloji, simya, farklı doğrultuda çatışmaya başladılar. Bir hedef kayması oldu; Rönesans’ta ve bu ilimlerin tecrübeye verdikleri önem yanlışlıkla deneysel ilimlerin doğmasına sebebiyet verdi. Daha sonra da 
deneyciler dini prensibi bir kenara iterek sadece yaptıkları deneyi önemsemeye, bir müddet sonra da bunun teorisini yapmaya başladılar9. Rasyonalist gelişmeler gittikçe hız kazandı. Hermes’in ruhta gerçekleştirmeyi düşündüğü devrim (dönüşüm), Rönesans aydınlarınca dışta yapılmaya çalışıldı. İlk dönemlerin kutsal ve bütüncül simya anlayışı, modern kimyaya; astroloji anlayışı, modern astronomiye; maji anlayışı, modern bilime dönüşecektir. 

 Bir sihirbazın yönetmeyi öğrenebileceği “güçlerle” nabzı atan bir evren tezini öne süren Rönesans sihri ilkesi Newton’ın söz ettiği evrensel çekim gücü düşüncesinde yerini bulmuştur. Böylece Hermesçilik, doğada altta yatan matematik gerçekliklerle çerçevelenmiş kutsal ve doğaüstü bir düzen görmüş ve insanların doğayı hem anlayabileceği hem de sihir teknolojisi aracılığıyla onun kendi çıkarları için kullanabileceği yönündeki iyimser görüşü korumuştur. Bu nitelikler, Rönesans sihrini Bilimsel Devrimi oluşturan aynı kişilerin çoğuyla 
ve tarihsel güçlerle aynı doğrultuya getirmektedir. 1517 yılından başlayan Protestan Reformu, 1648 yılına kadar süren kanlı bir dinsel çatışma dönemi başlatmıştı. Bilimsel Devrim, Reform sırasında başlamış Kepler, Galileo, Descartes ve Newton gibi devrimin anahtar oyuncularının çoğu teolojik kışkırtmaların alevlendirdiği dinsel konulardan derinden etkilenmişti. 

İsaac Newton (1642-1727), fizik, evrensel çekim ve hareket yasaları yanında 
matematikçi kimliği ile diferansiyel ve integral hesabını bulan kişi olarak da takdir edilmiştir. Newton, Bilimsel Devrimi doruğuna ulaştırmış ve aynı zamanda astronomi, mekanik, optik ve birçok başka alanda bilimsel araştırmalar için gündem oluşturmuştur. Newton, Tanrı’nın başlangıçta Nuh’a ilettiği, sonra Musa ve Pisagor’a geçen ve sonunda doğadaki ve İncil’deki gizli kodları okuyabilen peygamberlere ve kendisi gibi az sayıda seçilmiş kişiye sözlü olarak 
indirilmiş dinsel ve bilimsel konularla ilgili gizli ve bozulmamış bilgilerin var olduğuna inanıyordu. Gizli bilgiler ararken, 1670’lerin ortalarından 1680’lerin ortalarına kadar Newton zamanının ve çalışmalarının önemli bir bölümünü simya doldurmuştu. Ciddi bir uygulamacı simyager olan Newton, simya fırınlarını ateşlediğinde haftalarca öyle tutardı ve zor olan büyü edebiyatında ustalaşmıştı. Simya bilimini kullanarak doğada bulunan kuvvet ve güçleri araştıran bu Newton, Aydınlanmanın Newton’u değildi10. Newton hayatının son döneminde 
de kendisini simya çalışmalarına adamış, depresyona girmişti. 

17. yüzyıla gelindiğinde başta Aristoteles olmak üzere antik dönemin bilim ve 
dünya görüşleri artık bir kenara atılmış, bilimin dünya hakkında bilgi edinme yolu ve dünyayı değiştirme potansiyeli yeni bir yeniden yapılanma gerektirmişti. Bu yüzyılda sihrin görece gerilemesi ve daha “açık” bilgi sistemlerine geçiş, Bilimsel Devrim içinde önemli bir gelişmeyi göstermektedir ama bu arada Rönesans sihri, yararlı ve pratik güçler sağlamıştır. ‘Bilim devrimi’ öncelikle, düşünce değişiminin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Hedeflenen şey, kaybolmuş bilgileri yeniden yapılandırmak değil, yeni bilgiler toplamak ve üretmekti. Bilgileri gizleme düşüncesi artık gözden düşmüş, bambaşka bir anlam kazanarak arayan ve keşfeden araştırmacıların çözmek istediği doğa gizemi haline dönüşmüştü. Doğa kitabı şimdi Kutsal Kitap’a başvurmadan, kendi yasaları çerçevesinde yazılıyor, böylece bilimlerin laikleşmesinin yolu da açılmış oluyordu. İki dünya ayrılmıştı; din ve doğabilimi artık tek bir bütün şeklinde değerlendirilmiyordu11. 17. yüzyıl bilimsel devriminin en önemli yapısal özelliği, görünen ve görülmeyen arasında bağlantı kurmasıdır. Olaylar ve görüntüleri araştırma konusu yapılmış, doğanın dokümanter gözlemlenmesi ve tasnifçi yöntemler yardımıyla sistemleştirilmiştir. 

17. yüzyıldan itibaren Hermetizm artık bilim, egemenlik ve teolojinin başarılı 
birlikteliğini temsil etmemektedir. Gerek İncil ve Luther’in bağnazlara karşı aldığı tavır gerekse modern bilimlerin ortaya çıkışı bu çok eski bilgelik geleneğini geniş ölçüde yıktı. Hermetizm, çok eskilere dayanan tanrısal bir vahiyden başka hiçbir şey ifade etmemeye başladı. 

 Francis A. Yates’e göre, büyücü Hermetik geleneği, modern bilimlerin gelişmesine önayak olmuştu. Doğanın gizli kalmış güçlerini öğrenen ve böylece onları gün ışığına çıkaran Rönesans büyücülüğü, deneyler aracılığıyla doğanın gizemine yeni anlamlar kazandıran modern bilimlerin öncüsü olmuştur12. Bunun dışında büyücülük, sihirli ve gizli bazı sayı oyunları aracılığıyla açıklayıcı yöntemler geliştirmiştir. Bu bağlamda ölçmek, orantıları tespit etmek ve ontolojik açıdan ayrılan bilgelikleri sembolleştirmek mümkün olmuştur. Felsefi-teolojik Hermetik öğreti geçerliliğini yitirirken, simya yaşamını sürdürmeye devam etti. 

Kendisini belirgin bir şekilde ezoterik göstermeye çalışan simyacı görüşleri benimsemiş bir taraftar grubunun mikro-makro evrenselliğe olan eğilimleri sayesinde Hermetizm yaşamını günümüzde de sürdürebilmektedir13. 

Simya ise bir dönemin gözde uğraşlarından biri olsa da günümüzde etkisini yitirmiştir. Tarih boyunca simyacılara dolandırıcı gözüyle bakılmıştır. Tarih boyunca simyanın başarısı kanıtlanamamış, ulaşılmak istenen hedefler rivayetlerden öteye geçememiştir. Simyacıların çalışmalarını ehil olmayan kişilerden koruma istekleri sebebiyle arkalarında bıraktıkları karışık terim ve şekillerin deşifrelerinin zorluğu bu uğraşın incelenmesini de zorlaştırmaktadır. 

Gizli Bilimler.. 

 Bugün Hermetik felsefe denilince ezoterik 14, okült (gizli), mistik, gnostik, teofizik ve teofanik bilimler yahu da bir dini sistemin söz konusu bu yönleri anlaşılır. Hermes’in elindeki ‘iki yılanlı asa’ sembolü beşeri simyayı simgeler, yani en üst şuur hallerine geçiş için hazırlayıcı bir pratikler toplamını, bir aracı âlemi temsil eder. M.Ö. 3. yüzyıl ile M.S. 3.yüzyıl arasında meydana getirildiği sanılan onyedi kitaptan müteşekkil Hermetik eserler, içerikleri bakımından ikiye ayrılırlar. Birinci tip eserler, popüler Hermetizmi oluşturur ki bunlar astroloji, maji, okült bilimler ve simya üzerinedir. İkinci tip eserler ise ilk tipteki popüler 
kitaplar ile irtibatlı ama daha çok dini ve felsefi yapıdaki ilmi Hermetik kitaplardır. Temel esas ‘bilme’ye ulaşmaktır. Dolayısıyla bir tradisyon içerisinde yapılan pratiklerden olan simya, maji, astroloji ve diğer okült ameliyeler birer sanat olarak da görülürler. Gerçek simya (yani eski kimya) manevi olanla ilgilidir, maddi değildir15. Eski kimyacıların metotlarıyla Hermetik öğretilerin yakın benzerliklerinden ötürü daha sonraki çağlarda ‘eski kimya (alşimi)’, ‘Hermetik sanat’ olarak anılmaya başlanmıştır. 

Simya, astroloji ve theurgy’nin sistemleştirilmesi, Helenistik döneme tarihlenmekte dir. Bu dönemde iki bilim kavrayışı vardır. Bunlar, Aristoteles’ten beri süregelen doğa bilimleri ile okült denilen bilimlerdir. Helenistik ve Greko-Romen çağda ön plana çıkan okült bilimler, genelde gökyüzünün incelenmesi, insanların yazgısına yönelik bilgi edinme, hayvanların özelliklerinin incelenmesi, tedavi yöntemleri bulma, metallerin özelliklerini bilme ve onları altına dönüştürme gibi amaçlara yönelmektedir16. 

Gerçekte gizli ilimler (occult) değil, gizlenmiş (occulted) ilimlerdir. Bu ilimler de 
diğer ezoterik mahiyetli ilimler gibi kötüye kullanılıp halka zarar vermesin diye gizlenirdi. Bir dine bağlı, doğru ‘gizli’ bilgiler, aslında kozmolojik ilimlerin tatbikatından başka bir şey değildi. Ancak, yaşayan ve doğru (sahih) bir tradisyon ışığında anlaşılabilirlerdi. Böylesi bir ezoterik ilmin rehberliği olmadan bu ilimler neticede maddileşirler ve Rönesans’ta olduğu gibi kaosa götürürler. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***