Gültekin Sümer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gültekin Sümer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Eylül 2019 Cumartesi

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 4

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 4



Amerikalı seçmenlerdeki dış politikayla ilgili kanaatlerin oluşumu konusunda Noam Chomsky’nin keskin eleştirileri bulunmaktadır. Bunlardan biri 
Amerikan seçmeninin demokrasinin işlemesi düşünüldüğünde katılımcı olmayıp sadece gözlemci olduğudur.65 Bununla birlikte, Chomsky’nin de vurguladığı gibi 
ABD medyasını totaliter bir devletin medyasına benzetmek elbette doğru değildir. 

Şöyle ki, mevcut sistem canlı tartışmaya, eleştiriye ve muhalefete izin vermekte, hatta cesaretlendirmektedir. Fakat bu eleştiriler mevcut sistemle öylesine 
iç içe geçmiştir ki, belirli bir çerçevenin dışına çıkamaz.66 Bu konuda medya uzmanı W. Lance Bennett da şöyle demektedir: 
Halk tepeden gelen güçlü ikna edici mesajlara maruz bırakılır ve bu mesajlara karşılık olarak, medya yoluyla anlamlı bir cevap veremez… Liderler çok büyük 
miktarda siyasi gücü ellerine geçirmiş ve destek alınmasını, itaat edilmesini ve halk arasında bariz bir kafa karışıklıŞı yaratılmasını saŞlamak için medyayı 
kullanarak, siyasi sistem üzerindeki halk denetimini azaltmışlardır.67 

Chomsky, Amerikan medyasının diğer birçok endüstriyel demokrasilerdeki medyadan farklı olduğunu ve sistemin iktidarın ihtiyaçlarına uyum göstermeyi 
teşvik etmesinden dolayı, bu çerçevenin dışına çıkabilen eleştirmenleri karşı konulması zor bir karalama kampanyasının beklediğini belirtmektedir.68 
Bu eğilimler, ABD’nin ideolojik yaklaştığı Castro gibi liderlere karşı daha güçlüdür. 
ABD’de dış politika karar alma mekanizmasında bir tamamlayıcılık göze çarpmaktadır. Bu mekanizma içersinde, bürokrasi, çok uluslu şirketler ve dış 
politika düşünce kuruluşları/vakıfları arasında çok sağlam ilişkiler bulunmaktadır. Bir döner kapıyı andırırcasına, Amerikalı dış politika elitleri bu üç yer arasında 
dolanmaktadır lar. 69 
Medyayla birlikte bu üç kesim, ABD’deki en önemli dış politika kamuoyu elitlerini oluşturmaktadır. Nitekim Soğuk Savaştaki dışişleri bakanlarından John Foster 
Dulles ve Dean Rusk Rockefeller Vakfı başkanlığından dışişleri bakanlığına atanmışlardır.70 Nelson Rockefeller da Başkan Ford döneminde başkan yardımcılığı yapmıştır. 

Amerikan dış politikasıyla ilgili karar almada, azar azar yapılan politika değişikliklerinin de (incrementalism) dış politika oluşumunda büyük bir belirleyiciliği vardır. Bu karar alma tekniğinde, karar alıcılar gelişmelere göre azar azar değişiklikler yaparak durumu kontrol ederler. Fakat bu yöntem, Christopher Hill’in de belirttiği gibi sezdirmeden, demokratik süreçlerin ikinci plana itilmesi anlamına gelebilir. Bu kümülâtif değişimin, geç olmadan geriye döndürülmesi çok zordur.71 
Amerikan dış politikasını yöneten aygıt manipülasyon yoluyla bu tekniği kullanmaktadır. Bu teknik daha az maliyetlidir; çünkü bu tekniğe göre, 
kamuoyu asla ayağa kaldırılmaz. Olumsuz bir tablo karşısında, elde olmayan nedenler gerekçe gösterilerek böyle bir sonuca ulaşıldığı şeklinde gerçekler 
çarpıtılabilir. 
Amerikan halkının çoğunluğunun ilgisizlik nedeniyle dış politika ile ilgili gelişmeleri demokratik ülke vatandaşı olma sorumluluğu içerisinde takip 
etmemesi de bu durumu kolaylaştırmaktadır. Bunun sonucunda, ülkenin dış politika gündemi rahatlıkla başka yönlere çekilebilmektedir. 
Amerikan modeli liberal demokrasinin yarattığı bir başka düş kırıklığı da, alınan dış politika kararlarının ancak hedeflenen amaca ulaşamadığı zaman eleştiri 
konusu olmasıdır. Bir başka deyişle, bu kararlar sadece performans kriterine indirgenmektedir. Örneğin, eğer ABD Vietnam’da istediği sonuca ulaşmış olsaydı, Vietnam da bir Guatemala veya Panama olmaya mahkûmdu. Tıpkı bunun gibi, Irak’ta amaçlanan hedefe ulaşılamadığı zaman, ABD’nin Irak politikası tartışma konusu olmaktadır. 
Bilindiği gibi, bir ülkenin dış politikasında dalgalanmalar olabilir. Hatta bir devletin dış politikası kimlik krizine de girebilir. Fakat 11 Eylül saldırıları, Amerikan dış politikasını herhangi bir kimlik krizine sokmadı. ABD, 11 Eylül saldırılarından iç bütünlüğü ve kendine olan güveni daha da güçlenmiş bir biçimde çıktı ve sonrasında daha saldırgan bir dış politika izlemeye başladı. Saldırıların sonrasında yapılan bir kamuoyu anketine göre, her 10 Amerikalıdan 7’si bu saldırılarda Saddam Hüseyin’in doğrudan rolü olduğunu düşünüyordu.72 Bunun sonucu olarak, 11 Eylül sonrasında Amerikan dış politikası içersindeki bölünmeler daha azalmış ve ülkede liberal bir uluslararası düzene kuşkuyla bakanların sayısı artmıştır. Bu saldırılar için Amerikan topraklarının seçilmiş olması Amerikalıları kendi özel konumlarından kaynaklandığı inancına yöneltmiştir. ABD’nin böyle bir ortamda keskin bir tek taraflı dış politika sergilemesi çok normaldi. Başkan George W. Bush’un “Ya bizimle birliktesiniz ya da bize karşısınız” sözünü bu mantıkla değerlendirmek gerekir. 

Uluslararası ilişkilerdeki güvenlik kaygılarının arttığı zamanlar, aynı zamanda dış politikada etik standartların düştüğü zamanlardır. Bu durumun Amerikan 
siyasetine yansıması, artan güvenlik kaygılarının ister istemez Demokratların bakışlarını kilitleyerek onları Cumhuriyetçi politikalara tâbi kılması olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna örnek olarak Bill Clinton, Hillary Clinton, John Kerry ve hatta Dayton Barışının mimarlarından Richard Holbrooke gibi Demokratların 
önemli isimlerinin 2003’teki Irak işgalini desteklemesini gösterebiliriz. 

11 Eylül’den sonra ulusal güvenlik, ABD için daha büyük bir mit haline gelmiştir. Bush yönetiminin 11 Eylül’e verdiği ilk tepkilerden biri, Vatanseverlik Yasası (Patriot Act) adıyla bir yasa çıkartması olmuştur. 
Bu yasayla, Amerikan devleti gerektiğinde Amerikan halkının özel hayatına kolaylıkla müdahale edebilecektir.73 
Bu değerlendirmelerden sonra şu soruyu sorma sırası gelmiştir: Hegemonyacı güç statüsüne ulaşmış güçler aynı zamanda demokratik yapı ve kimliklerini 
aynen koruyabilirler mi? Şurası bilinmektedir ki, uluslararası politika tarihinde gördüğümüz Hitler Almanyası’ndan Sovyetler Birliği’ne kadar hegemonyacı 
güçlerin neredeyse tamamı totaliter nitelikteki güçler olmuştur. Bu konuda ABD farklı bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette ABD bir demokrasidir; 
bununla birlikte şurası kesindir ki, ABD hegemonya mücadelesinin daha kızışması durumunda demokrasiden ve insan haklarından geri adım atmak zorunda kalacaktır. Nitekim bunun örnekleri 11 Eylül saldırılarından ve Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra görülmüştür. Saddam Hüseyin’i devirme operasyonu öncesi ve sonrasında ABD’de savaşa karşı güçlü bir muhalefet gözlenmemiştir. Bu durum, hegemonya mücadelesinin demokrasiyi nasıl yıprattığının açık bir göstergesidir. 
O halde, hegemonyacı bir gücün sahip olduğu gücü daha fazla artırma arayışına girmesi, o ülkedeki demokrasi ile ters orantılı olduğu gerçeğiyle karşı karşıya yız. Çünkü ABD örneğini ele aldığımız zaman, bu ülke Soğuk Savaş bittiği zaman güç arayışını açıklamak için daha fazla insanı ikna etme durumundadır; bunu da ancak demokrasiden taviz vererek yapabilir. 

Bilindiği gibi, Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği’nin totaliter bir devlet olması, ABD için başlı başına bir kaldıraç anlamına gelmiştir. ABD bu sayede, 
özgür dünyaya liderlik etme söylemini kullanmıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ise, ABD’nin bu konudaki konumu zayıfladı; çünkü karşısında kendi politikalarını dünya kamuoyunun gözünde meşrulaştıracağı totaliter bir devlet bulunmamaktadır. Böyle bir ortamda, “Acaba, ABD özgürlükleri kime karşı koruyacaktır?” sorusuyla karşı karşıya kalmaktayız. 

Nasıl Bir Güç? 

ABD’nin küresel güç olarak doğasını iyi anlamak zorundayız. ABD’nin dış politika kimliğini anlamaya çalışırken “emperyalist” nitelemesi şeklinde bir kolaycılığa 
kaçmak yerine, bu ülkenin dış politik kimliğinin farklı yüzleri olduğu şeklinde bir ince ayar yapmak gerekir. Bu bakımdan, ABD sadece reelpolitiğe dayalı 
hegemonyacı bir güç olarak görünmek istemez. Bosna’daki savaşı bitiren Dayton Barışı’nın arkasındaki gücün yine ABD olduğu unutulmamalıdır. Bu, ABD’nin 
uluslararası alanda vazgeçilmezliŞinin bulunduğu şeklinde bir izlenim yaratmıştır. 
Daha açık bir ifadeyle, bununla ABD kendisinin etkin katılımının olmadığı bir dünyada, uluslararası ilişkilerin çok daha kaotik hale geleceği anlayışını 
yerleştirmeye çalışmaktadır. Bilindiği gibi, Amerikan dış politikasında idealist politikaların öncülüğünü Demokratlar yapmaktadırlar. Demokratlar dış politikada çok taraflılığı, demokrasiyi ve insan haklarını ön plana çıkararak yumuşak güç unsurunu Amerikan dış politikasında etkili kılma çabası içersinde olmuşlardır. 

Geçmişe bakıldığı zaman Avrupa Birliği’nin mimarlarından olan Jean Monnet’ye Başkan Kennedy tarafından Özgürlük Madalyası’nın verildiğini görüyoruz. 
Jimmy Carter döneminde bu ülkenin Arjantin, Brezilya ve Güney Kore’ye yönelik politikalarında demokrasi öğesi önem kazanmıştır. Kosova, Bosna, Somali 
operasyonlarını da yumuşak güç unsurunun kullanılması olarak görebiliriz. 
Özellikle Demokrat partinin işbaşında olduğu yılları dikkate alırsak demokrasi ve insan hakları ABD için tamamen bir söylem değildir. Bunda demokrasilerin 
daha barışçıl olduğu şeklinde bir inanç da vardır. Bununla birlikte, burada can alıcı olan ölçüt bu değerlerin ABD’nin çıkarlarıyla asla çatışmasına izin 
verilmemesidir. 
Fakat Demokratların bu konuda yeterince etkili olamadığını görüyoruz. Çünkü ABD’nin 1980 sonrası dış politikasına baktığımız zaman, etki doğuran 
politikalar Cumhuriyetçi yönetimler tarafından izlenmiştir. 

Amerikan dış politikasına güç veren en büyük etkenlerden biri klasik dış politika oluşumunun dışına çıkabilmesidir. Devletten devlete yapılan klasik dış 
politika, ABD için çok gerilerde kalmış bir dış politika yöntemidir. Küreselleşme çağında oluşturulan dış politikada, kamuoyu çok önemli bir yere sahiptir. 
Hedef ülkelerde kapalı rejimlerde liberal demokrasilerin yerleştirilmeye çalışılması Amerikan dış politikası için önemli bir hedeftir. Çünkü liberal demokrasiler daha barışçıdırlar ve ABD’ye yönelik olarak kalıcı bir düşmanlık beslemeleri düşünülemez. 

ABD, küreselleşme çağında sahip olduğu olanaklarla diğer devletlerin kamuoylarına rahatlıkla nüfuz edebilmektedir. Bu şekilde, yabancı devletlerin 
kamuoylarını köklü bir biçimde etkileyebilmek ve değiştirmek, ABD’nin sahip olduğu bir eşsizliktir. Bu tür dış politika tekniğini hiçbir güç ABD kadar etkili bir 
biçimde kullanamaz. Örneğin herhangi bir ülkede egemen olan rejimle uyuşamayan bazı isimlerin ABD’ye davet edilmesi aynı zamanda ABD’nin özgürlüklerin anavatanı olduğu konusunda dünya kamuoyuna verilmiş bir mesajdır. Hiç kuşkusuz ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık olarak yayınladığı insan hakları raporları özellikle küreselleşme çağında çok etkili bir silahtır. Özgürlük, adalet, demokrasi, liberalizm gibi kavramlar Amerikan dış politikası için önemli referanslardır. 

Bu Referanslara çağımızda küreselleşme de eklenmiştir. Chalmers Johnson’a göre ABD, küreselleşme sözcüğünü, sürdürdüğü hegemonyanın üstünü örtmek 
amacıyla kullanmaktadır.74 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 3

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 3



Bu ülkenin XX. yüzyılın başında sahip olduğu ekonomik göstergeler göz önünde bulundurulduğunda, bu ülke eninde sonunda Theodore Roosevelt gibi bir lidere sahip olacaktı. Uluslararası politika terminolojisiyle ifade etmek gerekirse, Theodore Roosevelt neo-realist etkilerden kaçamayacak bir liderdi. 
ABD’nin sahip olduğu misyoncu değerlerin emperyalizme varması için ortada kayıp bir halka söz konusuydu. Bu kayıp halka ekonomik güç olmaktan başka 
bir şey değildi. Çünkü içinde bulunulan çağ, dünya kapitalizminin doruklarına ulaştığı bir çağ idi. Burada azar azar yapılan politika değişimlerinin yaptığı etkileri da görmek mümkündür. Atılan her adımla birlikte ABD’nin bilinen yalnızcılığına dönmesi bir daha mümkün olamadı. Theodore Roosevelt’in sahip olduğu vizyon olan ilerici emperyalizm, Amerikan değerlerinin muhafazakâr ideolojinin senteziyle oluşurken, Wilson’un sahip olduğu vizyon, Amerikan değerlerinin daha liberal bir ideolojinin senteziyle oluşmuştur. İşte bu şekilde Amerikan dış politika geleneğinin iki farklı kola ayrıldıŞı görüyoruz. 

Elbette, Amerikan dış politik kültürünü sadece ABD’yi yönetenlerin algılama ve bakışlarıyla açıklayamayız. Amerikan dış politik kültürünü ele alırken, her 
şeyden önce ABD’nin bulunduğu coğrafyayı göz önünde bulundurmamız gerekir. 
Dış coğrafi çevreyi algılama, nasıl bir devletin dış politikasını etkilerse, dış coğrafi çevre de bir devletin dış politikasında belirleyicilik kazanır. 
ABD’nin dış politikasında coğrafya etkeni birçok ülkeden daha baskın bir karaktere sahiptir. 

ABD’nin çevresinde yayılacağı doğal bir alan bulunması, coğrafyanın bu ülkenin dış politika kimliğinin oluşumundaki belirleyici etkisini göstermiştir. Çevresinde 
bulunan ülkelerin sosyo-ekonomik bakımdan gelişmemiş küçük ülkeler olmasının Amerikan kimliğini daha kibirli kıldığı bir gerçektir. 

Bu gerçek, bir siyasal felsefe ile birleştiği zaman ABD’ye farklı bir karakter vermiştir. Çünkü devletler dış ilişkilerini yürütürken baskın bir dış coğrafi çevrenin etkilerinden kaçabilmeleri çok zordur. Hitler Almanyası ABD’yi II. Dünya Savaşı’na çekmemiş olsaydı, Amerikan dış politikası daha farklı bir yönde gelişebilirdi. Bu durum, yönetenlerin siyasi felsefeleri bir yana, Avustralya’nın neden bir ABD olamayacağı gerçeğini gözler önüne sermektedir. 

Soğuk Savaş’ın Belirleyiciliği ,

Bugünkü Amerikan dış politik kültürünü ele alırken, Soğuk Savaş’ın ABD’nin dış politikasının bugünkü kimliğini kazanmasında çok önemli bir rol oynadığı 
saptamasını yapmak zorundayız. Öncelikle Soğuk Savaş sayesindedir ki, bugünkü güçlü başkan imajı kamuoyuna yerleşmiştir. 
Aynı zamanda, bugünkü anlamdaki Amerikan dış politika yapılanmasının altında Soğuk Savaş gerçeği yatmaktadır. 
Savunma Bakanlığı ve CIA bu oluşumda büyük pay sahibi olarak güçlü bir dış politik kültür üretebilmiştir. II Dünya Savaşı sonrasında, Sovyetler Birliği’nin 
Doğu Avrupa’da ideolojik yayılma peşinde koşması, ABD’nin dış politikasında da yeni bir ideolojinin ortaya çıkmasına hizmet etmiştir. 
Ortaya çıkan antikomünist ideolojiyle, ABD Sovyet tehdidine karşı, tarihinde daha önce görülmemiş bir dış politika yapılanması içerisine girmiştir. 
Bugünkü devasa bir konuma ulaşmış olan Savunma Bakanlığı yapılanmasının Soğuk Savaş’ın başlamasıyla aynı zamana rastladığını gözden kaçırmamalıyız. 
Soğuk Savaş kültürünün Amerikan kamuoyunda yaratılmasında karar alıcı dış politika elitlerinin önemli bir rolü olmuştur. Bu konudaki en önemli isimlerden 
bir kuşkusuz George F. Kennan’dır. Kennan’ın 1947’de Mr. X ismini kullanarak yazdığı “Sovyet Tutumunun Kaynakları” isimli makalesi onu ABD Soğuk 
Savaş stratejisi olan çevrelemenin mimarı haline getirmiştir. Kennan, Sovyetler Birliği’nin içyapısından kaynaklanan nedenler dolayısıyla Sovyet dış politikasının değişmesinin mümkün olmadığı inancındaydı. 

Soğuk Savaş kültürünün oluşumunda, 1950’de Truman yönetimince kabul edilen NSC–68 belgesi bu konuda dönüm noktası olmuştur. Bu belge ABD’nin 
anti-komünizme karşı sonuna kadar mücadele etmesini savunan bir Soğuk Savaş manifestosudur. Kabul edilen NSC–68 belgesiyle Sovyetler Birliği’nin 
Doğu Avrupa’da mutlak güç kurma peşinde olduğu ve bunun da Sovyetler Birliği’nin değiştirilemez doğasından kaynaklandığının altını çiziliyordu. 
Bu nedenle Soğuk Savaş kaçınılmaz bir gerçekti.42 Soğuk Savaş dönemi içersinde Sovyet rejiminin ateist bir karaktere sahip olması da, ABD’nin dış politika güdülenmesini güçlendirmiştir. 

Başkan Truman’a göre Soğuk Savaş aslında inanç ve materyalizm arasındaki bir savaştı.43 Time dergisinin kurucusu Henry Luce’a göre Soğuk savaş her şeyden önce kutsal bir savaştı. Amerikalı bir tarihçiye göre ise, ABD en üstün manevi otoriteyi yardıma çağırarak kendi açık yazgısı için çürütülmesi olanaksız bir onay kazanmıştı.44 Zaten din ile demokrasinin birbirinden hiçbir biçimde ayrı düşünülememesi ABD’nin kuruluş felsefelerinden birini oluşturmaktaydı. Nitekim Soğuk Savaş’ın en gerilimli zamanlarından biri olan Eisenhower döneminde dışişleri bakanlığı yapan John Foster Dulles koyu bir Presibiteryen kültürü almıştı. 
Amerikan siyasal kültürünün en önemli bileşenlerinden biri olan din faktörü, Soğuk Savaş ideolojisinin yaratılmasında elitleri etkilemiş hatta onların işlerini 
kolaylaştırmıştır. 

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan dış politikasına yön veren isimler, Amerikan kamuoyunu Sovyetler Birliği’ni bir tehlike olarak görmeye 
koşullandırmışlardır.45 
Soğuk Savaş'ın en etkili isimlerinden Dean Acheson ve Paul Nitze, Soğuk Savaş kültürünü Amerikan kamuoyuna yerleştirmek için komünist tehdidin 
ürkütücü bir portresini çizmişlerdir.46 Bu doğrultuda, küresel düzeyde Amerikan sisteminin ayakta kalabileceği bir ortamın yaratılmasına girişilmiştir. Bütün 
dünyada daha önce eşi görülmemiş Amerikan askeri yapılanmasının inşası, artan askeri yardımlar, alınan sivil savunma önlemleri ve yürütülen psikolojik savaş, 
bu politikanın önemli araçlarıydı.47 Soğuk Savaş, Amerikan değerler sisteminde bulunan unsurları olabildiğince ideolojikleştirmiştir. Aynı zamanda, oluşturulan 
anti-komünist ideoloji McCarthyci ideolojinin oluşumuna ortam hazırlamıştır.48 
Amerikalı gazeteci Walter Lippmann daha önceden böyle bir yapılanmanın ABD’deki anayasal düzeni sarsacağı öngörüsünde bulunmuştu.49 

Dış Politika Kültürü 

İşte böyle bir Soğuk Savaş yapılanması sonucundadır ki, ABD Soğuk Savaş sonrası dünyaya uyum sağlamada zorlanmamıştır. George H. W. Bush yönetimi sona ererken, 1992 yılında Paul Wolfowitz tarafından kaleme alınan “Savunma Planlama Kılavuzu” adlı Pentagon raporunda ABD’nin tek süper güç kalma kararlılığı ve potansiyel süper güçlerinin önünün kesilmesi gereği vurgulanıyordu.50 Bu belgenin de ortaya koyduğu gibi, ABD kendisini tarihteki diğer hegemonyacı güçlerle karşılaştırma lüksünü bırakmaya yanaşmak istememiştir. Çünkü Washington’ın gözünde, tarihin her döneminde liderliğe ihtiyaç duyulmuştur; aksi takdirde uluslararası ilişkilerde güç boşluğu ortaya çıkacaktır. Bu koşullar altında da, hiçbir devlet bu görevi ABD’den daha iyi yapamayacaktır. Görüldüğü gibi, Amerikan dış politikasının oluşumundaki süreç sadece tek yanlı olarak işlememektedir. Aynı zamanda, süper güç olmanın kendisi de bir dış politik kültür üretmektedir. Bütün bunların sonucunda, kuruluşundan bugüne kadar, felsefesiyle, kültürüyle bir Amerikan kültünün yaratıldığını görüyoruz. Bu inanca göre özgürlüklerin merkezi olan ABD asla hata yapmaz. Nitekim Cumhuriyetçi Parti eski başkan adaylarından Rudolph Guilliani ABD’ye olan inancın dinden farksız olduğunu öne sürerek bu gerçeği dile getirmiştir.51 

Bugün ABD’yi yönetenler Amerikan dış politikasına bir süreklilik ve bütünlük çerçevesi içinde bakmak istemişlerdir. Bu süreklilik ve bütünlük anlayışı, 
Amerikan dış politikasının bir misyon için var olduğunu daha inandırıcı kılmayı amaçlamaktadır. Amerikalı karar alıcıların bu sürekliliğe atıfta bulunması iyi bir 
ideolojik silahtır. Çünkü bu tarihsel süreklilik vurgusu Amerikalı karar alıcılara büyük güç vermektedir. Bu durum, ABD’nin kendi dış politikasını daha misyoncu 
gösterebilme konusunda elini güçlendirmektedir. Örneğin George W. Bush, farklı gelenekten gelmesine karşın Woodrow Wilson’dan alıntı yapabilmektedir.52 
ABD’nin dış politika geçmişinde Avrupa güçleri gibi birbirinin yerini alan koalisyonlarda yer almak bulunmamaktadır. Bunun yerine, Amerikan dış politika 
kültürüne hâkim olan düşünce dış politikasında belli bir misyona hizmet edecek bitirici işler yapmaktır. İşte bu misyoncu anlayış, Amerikan dış politik 
kültürünün en belirgin özelliklerinden biridir. ABD’yi yönetenler kendi dış politikalarını misyoncu bir anlayışla yorumlamak ve böyle tanıtmak istemişlerdir. 
Çünkü Amerikan dış politik kültüründeki yaygın inanca göre, ABD özgürlük adına dünyayı Nazizm’den kurtarmış, komünizmi yenerek özgür dünyayı zafere 
ulaştırmıştır. Henry Kissinger’in sık sık vurguladığı gibi, ABD güç dengesi arayışı içersinde koalisyonlar oluşturmaktan ziyade, deŞer içeren hedefler peşinde 
koşmuştur.53 

Diğer devletlerin çıkarları söz konusuyken, ABD’nin sorumluluklarının olduğu, Amerikan dış politik kültürünün yerleşmiş klişelerinden biridir. Bu durumun 
Amerikan dış politikası üzerinde kalıcı etkileri olmuştur. Amerikan dış politikasına yön verenler, ABD’yi aklamak için sık sık II. Dünya Savaşı gibi Amerikan 
tarihindeki önemli olaylara atıf yaparlar. Bu gibi önemli tarihler Amerikan dış politika kimliğini derinleştirmektedir. ABD’de egemen olan politik kültüre 
göre, ülkenin dış politika geçmişiyle hesaplaşmak diye bir şey söz konusu olamaz. 
Amerikan dış politika kültürüne hâkim olan bir başka düşünce, ABD’nin sürekli savunma durumunda olduğu ve diğer güçlerden gelen saldırganlığa maruz 
kaldığıdır. Örneğin, Soğuk Savaşta, Sovyetler Birliği saldırgan ve yayılmacı olan tarafı temsil ederken, ABD statükoyu ve uygar değerleri savunan taraftır. 
Keza yaymak istediği anlayışa göre, ABD Vietnam savaşına, komünist saldırıya karşı direnen özgür bir halkı savunmak amacıyla girmiştir.54 
Edward Said’e göre, ABD’deki egemen medya, dünyadaki yanlışları düzeltme ve kötülükleri giderme hakkının Amerikalılara ait olduğuna inandırmak konusunda 
olağanüstü bir rol oynamaktadır.55 Yaratılan bu anlayışa göre, ABD’nin her zaman düşmanları olacaktır. 

Bu yüzden Soğuk Savaş sonrasında yapılan kamuoyu anketlerinde en sık sorulan sorulardan biri, ABD’ye yönelik en büyük tehdidin kimden geldiği idi. 
Said, ABD’nin gözünde birçok ülkenin konumunun ABD, kapitalizm, özgürlük ve demokrasinin yandaşı olup olmadığına indirgenmiş olduğunu belirtmektedir.
56 Bu yüzden ABD için, kendisinin çatıştığı bir devlet aynı zamanda demokrasi ve özgürlüğü isteyen bir devlet olamaz. Söz konusu devlet, eğer ABD ile 
çatışıyorsa mutlaka demokrasi ve özgürlük karşıtıdır. Bir başka deyişle, amaçlanan dünyada insan hakları ve özgürlüklere karşı çıkmak ile ABD’ye karşı çıkmanın dünya kamuoyunda özdeş olarak algılanmasını sağlamaktır. Bu gerçek ABD’nin uluslararası ilişkilerde tarafsızlık politikalarına karşı çıkmasını da içermektedir. 

Nitekim ABD’nin Soğuk Savaştaki temel politikalarından biri de tarafsızlığın düşünsel temeline karşı çıkmaktı; çünkü tarafsızlık tehlikeli olarak görülmüştür.57 
Özgürlüğü, sonuç olarak da haklı olanı temsil eden ABD olduğuna göre tarafsızlık bir olumsuz bir anlam içermektedir. 

Bilinen doğrularla oynamak ve yeni doğrular veya söylemler yaratmak da Amerikan dış politik kültürünün özelliklerinden biridir. Saddam Hüseyin’in 
Kuveyt’ten çıkarılmasından sonra dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin öncülüŞünde kurulacak bir “yeni dünya 
düzeninden” bahsetmiştir. Fakat bu duruma zıt olarak, George W. Bush Saddam Hüseyin’i devirmek için BM Güvenlik Konseyi’nin rızasını almamıştır. ABD bu 
savaşa gerekçe olarak “önleyici savaş” adı altında bir doktrin ortaya atmıştır. 

Tıpkı bunun gibi, “serseri devletler” (rogue states) kavramının ortaya atılması ve dünya kamuoyuna kitle imha silahlarının bütün dünya için bir birebir bir 
tehditmiş gibi gösterilmesi de yine aynı gerçeğe işaret eder. Görüldüğü gibi, doğruluğu tekelleştirmeye çalışmak Amerikan dış politik kültürünün çok önemli bir unsurudur. Ancak ABD sahip olduğu etkiyle bunda büyük oranda başarılı olmaktadır. Amerikan dış politik kültürünün yerleşmesi bakımından geçmişteki dış politika krizleri bize önemli veriler sunmaktadır. Çünkü Amerikan dış politikasının geçmişinde sözü edilen zaferler, o dönemki başkanlarla özdeşleşmiştir. 

Amerikan halkı genel olarak, dış sorunlarda başkana büyük bir güven beslemekte ve onun belirleyiciliğini ağırlıklı olarak onaylamaktadır. 
1991’de yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre Amerikan halkının %75’i ABD’nin dünya jandarması olmasına karşı çıkarken, sadece %21’i bu görüşü desteklemiş  tir. 58 Buna karşılık, ortaya çıkan dış politika krizlerinde Amerikan kamuoyunun ağırlıklı olarak başkanın arkasında yer aldığını görüyoruz. 

Bu konuda yapılmış kamuoyu anketleri bize sağlam veriler sunmaktadır: Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra, Çöl Fırtınası Harekâtı’na verilen destek %80 idi.59 Başkan George H. W. Bush’a Kuveyt’in kurtarılmasıyla verilen destek %89’a çıktı.60 Panama’da bu oran %74 idi.61 Saddam Hüseyin’i devirme operasyonu öncesi yapılmış olan kamuoyu anketinde Amerikalıların %75’i Başkan Bush’u arkasında yer aldı.62 Başkana verilen kamuoyu desteği konusunda düşük kalan tek kriz, ABD’nin ulusal çıkarları açısından birincil öneme sahip olmayan Kosova operasyonuydu. NATO’nun öncülüğünde 1999’da yapılan bu operasyona verilen destek %52’ydi.63 

Ülkedeki medyanın da kriz ve çatışma ortamlarının başkanların popülerliğini yükselmesine katkı sağladığını görüyoruz. Nitekim ABD’nin 1986 yılında Libya lideri Kaddafi’ye yönelik saldırısının saati ABD’de televizyonun en çok izlendiği akşam saatlerine denk getirilmiştir.64 

Tüm bunların sonucunda, dış politika krizleri ve ardından gelen müdahaleler, Amerikan kamuoyunun kanıksadığı olaylar haline gelmiştir. Yaratılan bu dış 
politik kültür ortamında, Amerikan kamuoyu Fidel Castro, Saddam Hüseyin gibi dış düşmanlarla savaşmaya alıştırılmıştır. Amerikan dış politik kültüründe, dış düşmanların kişiselleştirilmesi önemli bir yer tutar. ABD’nin sıcak çatışma içerisine girdiği ülkelerin demokratik olmaması ve liderlerin dış politika alanında 
kötü bir sicile sahip olması Amerikan başkanlarının kamuoyundan destek almasını kolaylaştırmaktadır. Böylelikle, iç kamuoyu ve dünya kamuoyu ABD’nin 
dünyayı tiranlardan temizleme misyonu edindiğine alıştırılmıştır. 

Bu kişiselleştirmelerin bir diğer amacı da, iç kamuoyuna ABD’nin varlığına yönelik sürekli düşmanların bulunduğuna dair bir mesaj vermektir. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 2

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 2



Ancak ABD böyle bir role yanaşmadı; çünkü aksi takdirde şngiltere’ye bir şekilde bağımlı olacaktı. Çünkü ABD gereğinde Fransa, İspanya, Rusya gibi Avrupalı 
güçleri de İngiltere’ye karşı kullanabilmeliydi. Monroe Doktrini’nde söz konusu olan İspanya’nın Latin Amerika’daki sömürgeleriydi; fakat İspanya’nın 
buraları kaybedeceği anlaşılınca, ortaya çıkan güç boşluğunun İngiltere veya Rusya tarafından doldurulmasının önlenmesi ABD’nin başlıca amacı haline geldi.14 

Amerika’yı yönetenlerin Kuzey Amerika’yı sahiplenme arzularının felsefi temeli gittikçe derinleşmekteydi. Bu derinleşme, kendisini “Açık Yazgı” 
(Manifest Destiny) olarak bilinen siyasal felsefede göstermiştir. Açık Yazgı anlayışı, ilk olarak gazeteci John O. Sullivan tarafından ortaya atılmıştır. 
Bu anlayışa göre, ABD bulunduğu kıtada çok doğal bir yayılma hakkına sahipti ve ABD’ye bu hakkı veren bizzat Tanrı idi. Dolayısıyla, bu hakkı ABD’nin elinden almaya çalışmak, Tanrıya karşı gelmekle eş anlamlıydı.15 

Bu düşüncenin temsilcileri, bununla yetinmeyip Tanrı’nın ABD’yi aynı zamanda dünyanın geri kalan yerlerini de özgürleştirmesi için görevlendirdiğine 
inanmaktaydı. Bu dünya görüşü, sürekli artış gösteren Amerikan nüfusunun kıtada yayılması için uygun bir ortam hazırladı. 
Amerikan dış politikasının gelişimini irdelerken, dış politikasının gelişimi için kritik yılların 1865 ile 1900 yılları arasında olduğunu belirtmek gerekir. 

Çünkü bu zaman dilimi, sanayileşme ile birlikte ABD’nin ekonomik bir güç statüsüne yükseldiği yıllardır. Her şeyden önce, Amerikan İç Savaşı (1861–1865) Andrew Carnegie, John D. Rockefeller gibi Amerikan kapitalizminin sembol isimlerinin güçlenerek çıkmasına ve dolayısıyla da Amerikan ekonomisinin büyük bir atılım yapmasıyla sonuçlandı. Nitekim 1886’da Amerikan şngilizcesi’ne kapitalizm sözcüğünün de girdiğini görüyoruz.16 Bu zaman dilimi içersinde ülkenin nüfusu ikiye katlanarak 71 milyona çıkmış, ülkenin toplam üretimi de İngiltere’yi geride bırakmıştır.17 ABD’nin 1865 ile 1898 arasındaki ihracatı da büyük bir ivme kaydederek 281 milyon dolardan 1,2 milyar dolara çıkmıştır.18 ABD’nin ekonomik bakımından ölçek değiştirmesine paralel olarak, ülkedeki kamuoyu elitleri arasında daha etkili bir dış politika izlenmesi yönündeki eŞilimler güçlenmiştir. Nitekim The New Republic dergisinin kurucusu Herbert Croly, yeni bir dış politika geleneğine öncülük etmiştir.19 “şlerici emperyalizm” (progressive imperialism) olarak tanımlanan bu gelenek, ABD’nin diğer devletlere karşı uygarlaştırıcı bir misyon üstlenmeye hakkı olduğuna inanmaktaydı. Gerçekten de, ABD’yi kuranların sahip oldukları dünya görüşünün, ABD’nin güçlenen ekonomisi ile birleşmesi ilerici emperyalizm olarak adlandırılan bir dış politika geleneğinin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Bu politikanın oluşumunda Alfred T. Mahan’ın da büyük etkisi olmuştur. Mahan, Roma şmparatorluğu’ndan etkilenmiş bir askeri stratejisyendi ve geliştirdiği “ Deniz Gücü Teorisi ” ile ABD’de büyük yankı uyandırmıştı.20 Mahan’a göre ABD bir deniz gücü olmak zorundaydı; çünkü Amerikan sanayisinin üretim fazlasına yeni pazarlar bulunması gerekiyordu. Mahan bu konudaki görüşlerini şu şekilde özetliyordu:”Ben bir emperyalistim; çünkü yalnızcı değilim.”21 ABD’nin ekonomik yükselişinin, Mahan örneğinde görüldüğü gibi düşünce elitlerini ve başta William McKinley ve Theodore Roosevelt olmak üzere Amerikan başkanlarını yönlendirdiŞini görüyoruz. 

Bütün bunlar, ABD’nin kendi çevresini doğal bir yayılım alanı olarak algılamasıyla sonuçlanmıştır. Bu doğrultuda ilk olarak şspanya’ya baŞlı bir sömürge 
olan Porto Riko askeri müdahale ile 1898’de İspanya’nın elinden alınmıştır. 

Fakat ABD’nin dış ilişkileri açısından asıl önemli olan 1898 yılındaki ABD İspanya  savaşıdır. Küba nedeniyle çıkan bu savaş Amerikan dış politikasının gelişimine dönüm noktası niteliğinde bir etki yapmıştır. Çünkü İspanya’nın yenilgiye 
uğratılması ister istemez ABD’yi geriye dönüşü olmayan bir biçimde büyük güçler arasına sokmuştur. Çünkü uluslararası politikada dünya gücü statüsüne 
yükselen bir güç kolay kolay bu konumundan feragat edemez. 

Bu zaferle birlikte., 

ABD’nin sahip olduğu ekonomik gücü, siyasi güce dönüştürmesi gerektiğine dair inanç, kamuoyunda ağırlık kazanmıştır. Bu savaş ilerici emperyalizm akımının 
Amerikan dış politikasının kimliğinin değişmesinde nasıl etkili olduğunu göstermektedir. Bir Amerikalı tarihçiye göre, böyle bir zafer Amerikalıların tutkularına ve arzularına ivme kazandırdı.22 ABD başkanları da bu duruma uyum sağlamakta gecikmedi. Nitekim Başkan William McKinley Amerikan başkanlarının savaş zamanındaki başkomutanlık yetkilerini Kongre’nin izni olmadan artırdı ve bu durum ileriki başkanlar için örnek oluşturdu.23 Buna paralel olarak da kamuoyunda güçlü başkan imajının doğmakta olduğunu görüyoruz. Zaten ulusal güvenlik bürokrasisi de buna uygun olarak gücünü artırmaya başlamıştır. 1890’da Deniz Kuvvetlerindeki üst düzey askeri yetkililer, ABD’nin Kuzey Amerika’yı Avrupalı güçlerden korumak için gücünü mutlaka artırması gerektiŞi inancındaydı.24 
ABD’nin kendi çevresini doğal yayılma alanı görmesinin bir diğer örneğini Hawai’nin ilhak edilmesinde görüyoruz. McKinley ABD’nin en az California’ya ihtiyacı olduğu kadar Hawai’ye ihtiyacı olduğunu belirtmekten geri kalmıyordu.25 

Bilindiği gibi, küresel politika izleyen büyük güçler çıkarlarını kendi asgari güvenlik gereksinmelerinin üstünde belirleme ayrıcalıŞına sahiptir. ABD de bu 
konuda bir kural dışılık teşkil etmedi. Sahip olduğu kaynaklardan dolayı bu ülkenin büyük güç olmaktan kaçınamadığını ve ona uygun davrandığı görüyoruz. 
ABD’nin artan ekonomik gücüne paralel olarak başta Asya olmak üzere küresel ekonomik çıkarları önem kazanmıştır. Çünkü ABD’nin sanayileşmesine bir sonucu olarak, ülkenin ihtiyaçlarının ötesinde bir sermaye fazlasının ortaya çıkmıştı.26 
Bu anlayışın doğal bir sonucu olarak, Çin üzerindeki ekonomik nüfuz mücadelesine ABD de dâhil olmuştur. Nitekim McKinley dönemi Dışişleri Bakanı 
John Hay, XX. yüzyılın başında Amerikan dış politikasının geleceğinin Çin’de olduğu şeklinde bir hedef belirliyordu.27 Bu doğrultuda ABD’nin Çin’deki çıkarlarını korumak için Filipinlerde sağlam bir köprübaşı elde etme isteği Amerikan başkanı olan McKinley tarafından benimsendi ve McKinley Amerikan birliklerini ilk defa Batı Yarıküre dışarısına yolladı. Bu yüzden, Amerikalı tarihçi William Appleman Williams “Açık Yazgının” XX. Yüzyıldaki şeklinin hem laik hem de dini unsurlar içerdiğinin altını çizmekte çok haklıdır.28 

McKinley’in halefi Theodore Roosevelt de ilerici emperyalizm akımının oluşumunda ve güçlenmesinde etkin bir rol oynamış ve ABD’nin dünya gücü seviyesine yükselmesinde önemli pay sahibi olmuştur. Başkan Roosevelt ABD’nin bölgede jandarmalık görevi üstlenmesi gerektiğine inanıyordu.29 Nitekim 1903’te ABD’de ilk defa genelkurmay başkanlığının kurulduğunu görüyoruz.30 Roosevelt Kongre’yi oldukça hantal buluyor ve başkanın dış politikadaki belirleyiciliğinin daha da artmasını istiyordu. Roosevelt ile birlikte ABD reelpolitik anlamında gerçek bir dış politika kimliği kazanmaya başladığını görüyoruz. Dolayısıyla, Roosevelt’in saldırgan dış politikası güçlü bir başkan ortaya çıkarmış, aynı şekilde güçlü bir başkanın ortaya çıkışı daha saldırgan bir dış politikayı beraberinde getirmiştir.31 
Böylelikle, ABD Monroe Doktrini ile dış ilişkilerinde benimsediği çizgiyi yavaş yavaş aşmaya başlamıştır. 
Bu durum kendisini özellikle Latin Amerika’da göstermiştir. Monroe Doktrini’nin ihtiyatlı çizgisine karşılık, Roosevelt ABD’nin sahip olduğu ekonomik güçle 
Latin Amerika’yı nüfuz sahasına dönüştürmeyi amaçlamaktaydı.32 

Theodore Roosevelt ABD’nin sahip olduğu ekonomik gücün ABD’nin siyasi anlamda da bir dünya gücü olmasını ister istemez zorunlu kıldığını ve bundan 
vazgeçmenin ABD’nin aleyhine olacağının idrakine varmıştı. Bu bakımdan şu gerçeğin altını çizmek gerekir ki hangi geleneklerin etkisinde kalırsa kalsın bir 
ülkenin sahip olduğu dış politika potansiyeli, o ülkenin daha aktif bir dış politika izlemesi için gereken karar alıcıları zaman içerisinde yaratmaktadır. Dolayısıyla 
hiçbir başkan büyük güç olma statüsünden kolay kolay geri adım atmak istememiştir. Walter McDougall’a göre bu eylemlerden hiçbiri Amerikan halkından ve Kongre’den tepki almadı. Çünkü zaman içerisinde emperyalizm Amerikan dış politikasının çoktan kabul edilmiş bir geleneği haline gelmiş; hatta eski geleneklerin doğal bir ifadesiydi.33 

Woodrow Wilson ile birlikte Amerikan dış politikası farklı bir yön izlemeye başlamıştır. Artan gücü dolayısıyla ABD’nin Roosevelt çizgisine devam etmesi 
daha akla yatkındı. Buna karşın ABD, Woodrow Wilson gibi uluslararası ilişkiler düşüncesinin gelişimi açısından idealizme katkı sağlayan bir devlet adamını kendi içerisinden çıkarmayı başarmıştır. Wilson kendisinden önceki önemli sayıda insan gibi Amerikan topraklarının ve Amerikan ulusunun Tanrı tarafından seçilip görevlendirildiğini düşünüyordu.34 

Bu yüzden de Amerikan kıtaları söz konusu olduğu zaman, Amerikan müdahaleciliğinde bir değişme görülmemiştir. Bu doğrultuda Wilson Meksika, Nikaragua ve Haiti’ye askeri müdahalede bulunmaktan çekinmemiştir. 

Wilson siyasal felsefe olarak ABD’nin iki okyanusla korunmuş coğrafi konumunun ve cumhuriyetçi yönetim biçiminin bu ülkeye dünyaya barışı getirmek için bir misyon yüklediğini düşünüyordu.35 Wilson’ın düşündüğü, ABD’nin sahip olduğu böyle bir birikimi insanlığın ortak yararı için kullanmasıydı; çünkü 
ona göre devletlerin çıkarları dünya uluslarının çıkarlarından geçmekteydi. 36 

Woodrow Wilson, inşa etmek istediği yeni uluslar arası düzenin merkezi olarak Milletler Cemiyeti’ni görmek istiyordu. Fakat tüm çabalarına karşın, Wilson 
ABD’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesini Kongre’ye kabul ettiremedi. Çünkü birçok Kongre üyesi için ABD’nin dünya işleriyle daha aktif biçimde ilgilenmesi 
doğru değildi. Onların gözünde, Bolşevik Devrimi’nden sonra Avrupa ile Rusya’nın bulunduğu coğrafya adeta zehir saçmaktaydı.37 Bu sonuçta Senatör 
Lodge’un başını çektiği bir grup senatörün Başkan Wilson’a olan kişisel düşmanlığı da önemli bir rol oynadı.38 Bütün bu gerçeklere karşın, ABD ağırlığını iyice artıran uluslar arası dinamiklerin ne zamana kadar dışında tutabilirdi? 

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD’nin bir dünya gücü olmasında dış çevre koşullarının önemli bir etkisi olmuştur. Avrupa’nın ekonomik durumu Amerikan 
ekonomisini etkiledikçe artık ABD için dünya işlerine kayıtsız kalmak iyice zorlaşmaktaydı. Çünkü Amerikan ekonomisinin büyümesinde Avrupa’nın 
azımsanamayacak bir payı vardı. I. Dünya Savaşı sona erdiğinde Avrupalı devletlerin ABD’ye 3,5 milyar dolardan fazla borcu bulunmaktaydı.39 

1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ile en üst noktaya çıkan karşılıklı bağımlılık etkeninin I. Dünya Savaşı’ndan itibaren Amerikan dış politikasını ciddi biçimde 
etkilerinin olduğunu görüyoruz. Bu nedenle, ABD ile Avrupa’nın ekonomik ve siyasi istikrarını birlikte düşünmek gerekiyordu. ABD’nin yalnızcılık politikasını 
sürdürmesinin ne kadar güç olduğu gözler önüne serilmekteydi. Her ne kadar, ABD Milletler Cemiyeti’ne girmemiş olsa da, iki savaş arası dönemde kendisini 
dünya sorunlarından soyutlamayı başaramamıştır. ABD’nin Briand-Kellogg Paktı’na öncülük etmesi ve Washington Deniz Silahsızlanma Konferansı’na katılması bu gerçeğin göstergeleridir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıkan güç boşluğu, ABD yalnızcılığının gerçek anlamda sürdürülmesini olanaksız kılmıştır. 

ABD’nin II. Dünya Savaşına girmesine yol açan, Pearl Harbour saldırısı da Amerikan dış politikası açısından dönüm noktası niteliğinde olmuştur. Pearl 
Harbour ile birlikte ABD’nin savaşa girmesi bir çıkardan çok bir ilke sorunu haline gelmiştir. Pearl Harbour sonrasında Nazi Almanyası’nın ABD’ye savaş ilan 
etmesi, Amerikan dış politikasında yeni bir dönem başlatmıştır. Savaştan sonra Başkan Franklin Roosevelt ve Dışişleri Bakanı Cordell Hull yeni bir dünya kurma 
arzusuna girişmişlerdir. Birleşmiş Milletlerin merkezi olarak New York’un seçilmiş olması bunun en iyi göstergelerinden biridir. Avrupa’ya yönelik Marshall 
Planı’nın II. Dünya Savaşı’ndan sonra devreye sokulması ABD ile Avrupa arasındaki karşılıklı bağımlılığın tekrar altının çizilmesi bakımından önemliydi. ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, Marshall Planı ile ilgili 1947’de Harvard Üniversitesi’nde yaptığı ünlü konuşmasında, ABD’nin refahının Avrupa’da büyüyen bir ekonomiye bağlı olduğunun altını çiziyordu.40 

ABD’nin II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’na karşı oluşturulmuş koalisyona önderlik edip, onu zafere ulaştırması kendi kamuoyu ve dünya kamuoyu 
nezdinde ABD’nin belli bir misyonu olduğu inancını kuvvetlendirmiştir. Doğal olarak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı dünyası içerisinde bir güç boşluğunun 
belirmiş olması, ABD’nin bir daha terk etmemecesine dünya siyasetine etkin katılımına ortam hazırlamıştır. ABD’nin sahip olduğu ve daha önceki hiçbir küresel güce benzemeyen siyasal gelişimi, farklı dış politika sentezlerinin oluşumuna hizmet etmiştir. Wilsoncu idealizmin Soğuk Savaş ile etkileşime girmesi küresel iyilikseverlik (global meliorism) denilen dış politika akımını oluşturmuştur. 

Bu akımın savunucularına göre, dış politika uzun vadeli bir inşa faaliyetidir ve ABD bunu ancak bir bölgede yaşayan halkların çıkarlarını gözeterek sosyo ekonomik boyutlu araçlarla gerçekleştirebilir. Bu sentezin oluşumunda dış dünyadan gelen etki ve baskıların büyük etkisi olmuştur. Bu anlayış daha çok Demokratlar tarafından savunula gelmiştir. Bu anlayışa zaman zaman “yumuşak emperyalizm” de denmektedir.41 

Avrupalı güçlerin ABD’nin dünya politikasına girişine ortam hazırladığını rahatlıkla görmek mümkündür. Amerika kıtalarına yönelik Avrupa’dan gelen 
etkiler olmasaydı, Amerikan dış politikası daha uzun süreler yalnızcı kalmaya mahkûmdu Bu yüzden, ortaya çıkan tabloda Avrupalı güçlerin nüfuz politikalarının kışkırtıcı etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Bunun sonucunda da, “Açık Yazgı” ve Monroe Doktrini, bu ülkenin artan gücü ile birlikte yerini bölgesel yayılmacılığa dönüştü. Aynı zamanda ABD’nin sahip olduğu siyasal felsefe, dış politikasının farklı yönlere çekilmesi için uygun bir ortam yaratmıştır. 

ABD’nin ekonomik açıdan güçlenmesi, bu devletin reelpolitikçi davranarak dünya siyaseti izlemesine ortam hazırlamıştır. Ekonomik ölçütler bakımından 
geçen yüzyılın başında yeryüzünün en sanayileşmiş ülkesi haline gelen ABD bu ekonomik verileri dış politikasına yansıtmaktan ne kadar kaçınabilirdi? Çünkü 
güçlü bir devlet olarak ayakta kalabilmek, mevcut uluslararası politikanın işleyiş mantığına uyum sağlamaktan geçiyordu. Bu yüzden, Theodore Rooosevelt’in 
sahip olduğu dış politika vizyonu ABD’nin kapısını çalmakta fazla gecikmemiştir. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 1

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 1


Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü 

Gültekin Sümer* 
E-mail: bilgi@uidergisi.com 
Web: www.uidergisi.com 
 *Yrd. Doç. Dr., Maltepe Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Birliği Bölümü 

 Bu Makaleye atıf için: Sümer, Gültekin, “Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 5, Sayı 19 (Güz 2008), s. 119-144. 

Bu makalenin tüm hakları Uluslararası İlişkiler Konseyi Derneği’ne aittir. Önceden yazılı izin alınmadan hiç bir iletişim, kopyalama ya da yayın sistemi 
kullanılarak yeniden yayımlanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, satılamaz veya herhangi bir şekilde kamunun ücretli/ücretsiz kullanımına sunulamaz. 
Akademik ve haber amaçlı kısa alıntılar bu kuralın dışındadır. 

Aksi belirtilmediği sürece Uluslararası İlişkiler’de yayınlanan yazılarda belirtilen fikirler yalnızca yazarına/yazarlarına aittir. 
UİK Derneğini, editörleri ve diğer yazarları bağlamaz. 
Uluslararası İlişkiler Konseyi Derneği | Uluslararası İlişkiler Dergisi 
Söğütözü Cad. No. 43, TOBB-ETÜ Binası, Oda No. 364, 06560 Söğütözü | ANKARA 
Tel: (312) 2924108 | Faks: (312) 2924325 | Web: www.uidergisi.com | E- Posta: bilgi@uidergisi.com 


ULUSLARARASI İLİŞKİLER, Cilt 5, Sayı 19, Güz 2008, s. 119 - 144 
Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan 
Dış Politik Kültürü 
Gültekin SÜMER* 

ÖZET 

Amerikan dış politik kültürünü daha iyi anlayabilmek için Amerikan dış politikasının kökenlerine eğilmemiz gerekmektedir. ABD’nin sahip olduğu dış politik kültürün tek bir yüzünden bahsedilemez; farklı yüzleri bulunmaktadır. ABD sahip olduğu eşsiz konumla, yumuşak güç araçlarını etkili bir biçimde kullanarak klasik bir hegemonyacı bir güç olmak yerine dünyaya liderlik yapan bir güç olmayı amaç edinmiştir. 
Fakat dünya gücü olmanın gerekleri ile ABD’nin hegemonyacı eğilimlerinin birleşmesi ABD’nin sahip olduğu dış politik kültürün evrim geçirerek dış politikada bir Amerikan kültünün yaratılmasıyla sonuçlanmıştır. Bunda Soğuk Savaş yapılanmasının da önemli payı olmuştur. Bu durum, ABD’yi kökenlerinden uzaklaştırmış ve dış politikasını geri dönülmez bir noktaya getirmiştir. 


Giriş

Siyaset biliminde, siyaset ile siyasi kültür arasındaki baŞı iyi anlamak gerekmektedir. 
Çünkü siyaset, siyasi kültür süzgecinden geçerek oynanan bir oyun ve hayatiyet kazanan bir faaliyettir.1 Siyasi kültürün bu süzgeçlik işlevi son derece önemlidir. Siyasi kültürden söz edildiŞi zaman, ilk olarak anlaşılan iç politik kültürdür.

Etkisi iç siyasi kültür kadar yaygın olmamakla birlikte, dış politik kültürden bahsetmek de mümkündür. Dış politik kültürü bir devletin dış politikasına hâkim 
olan davranış kodu olarak tanımlayabiliriz. Dış politik kültürler, dış politika analizlerinde önemli bir yer işgal ederler. Bu değişken, dış politikanın tamamen 
rasyonellikle açıklanamayan yönünü ifade eder. Dış politikanın bu kültürel yönü, rasyonel sayılabilecek ortalama bir dış politikadan sapmalar konusunda 
açıklayıcı olabilir. Dış politika uğraş alanı olarak daha çok seçkinlere hitap eden bir alan olduğu için, dış politik kültürlerin etkisi iç politik kültürler kadar baskın 
hissedilmez. Dış politik kültürlerin etkili olmasında o ülkedeki kamuoyu seçkinlerinin büyük rolü vardır. Normal bir iç politik kültür gibi, dış politik kültürün oluşumu da zaman alır. 

Elbette her devletin belirgin bir dış politika kültürüne sahip olduğunu söyleyemeyiz. 
Her şeyden önce söz konusu ülkenin etkili bir dış politikasının bulunması gerekir. Bu gerçekleştiği takdirde, kökü derine inen dış politik kültürler bir devletin dış politikasında kendisini güçlü bir biçimde hissettirebilir. 
Bu durum dış politikanın kültürel veya ideolojik süzgeçten geçmesi durumuna işaret eder. Örneğin bazı devletlerin dış politik kültürlerinde Batı karşıtlığı 
önemli bir yer tutar. Bunların yanında, doğal olarak salt reelpolitik çıkar anlayışına dayalı olarak dış ilişkilerini yürüten ve herhangi bir geleneğin etkisinde olmayan devletler de söz konusudur. 

Dış politik kültürdeki en köklü değişim devrimlerde görülür. Devrimler, bir devletin dış politika referanslarını değiştirerek o devletin dış politik kültürünün 
yeniden oluşturulması anlamına gelir. Dış politika referanslarda görülen değişiklikler dünyanın yeniden tanımlanmasına işaret eder. İç politika dış politika ayrımı ortadan kalkar. Klasik al-ver tipi bir diplomasiden ayrılarak, aşkın değerlerle hareket etmek, biz-onlar şeklinde ayrımlar yapmak bu değişimdeki en bilinen referanslardır. Örneğin Bolşevik Devrimiyle birlikte Rus dış politik kültüründe köklü bir değişiklik olmuştur. Bolşevik Devriminden sonra yeni rejim, diplomasiyi uluslararası kapitalizmin bir maskesi olarak algılamıştır. Bu yüzden, dış ilişkilerden sorumlu halk komiseri Troçki, Bolşevik rejimi alışılmış düzenin dışına çıkartmak istemiştir. Bolşevik rejim, dış ilişkilerini klasik diplomasi aygıtıyla değil, parti aygıtı eliyle yürütmeye başlamıştı.2 
Nazi Almanyası da bu yansımanın en uç tipini göstermesi açısından önemli bir örnektir. 

Uluslararası politikanın birincil aktörü olan devletlerin dış politikalarında benzerlikler bulmak mümkündür. Uluslararası sistem analizleri, aktör davranışları konusunda ipuçları verir. Ancak izlediği dış politika bakımından farklılık gösteren bir devletin dış politikasını anlayabilmek için, o devletin içyapısına ve siyasal gelişimine bakmak gerekir. Dış politikayı etkileyen öğeleri James N. Rosenau “teori öncesi” (pre-theories) değişkenler olarak sınıflandırmaktadır. 
Rosenau bu değişkenleri kişi, rol, devlet, toplumsal ve sistemik olmak üzere 5 Grupta toplamıştır. Kişi değişkeni karar alıcıların belirleyiciliğine, rol değişkeni 
karar alıcıların bulundukları pozisyonlara uygun davranma eğilimlerine, devlet değişkeni devlet yapısının karar alıcıları ne derece sınırlandırdığına, toplumsal 
değişken bir toplumun sahip olduğu değerlerin, ulusal bütünlük düzeyinin ve sanayileşme derecesinin o devletin dış ilişkilerinin etkisine, son olarak sistemik 
değişken bir devletin dış dünyadan gelen coğrafi ve ideolojik etkilere ne kadar açık olduğuna işaret eder.3 Bu çalışmada bizi asıl ilgilendirecek olan kişi, 
toplumsal ve sistemsel değişkenlerin ABD’nin dış politikasının gelişiminde ne derece etkili olduğudur. 

Demokratik rejimleri ele alırsak, bu rejimler ne kadar demokratik olursa olsunlar, siyasal gelişimleri bakımından büyük farklılık gösteririler. Devletlerin iç 
politik süreçleri gibi dış politik süreçleri de birbirine benzemez. Her devletin kendine özgü bir dış politika gerçeği vardır; çünkü her şeyden önce hiçbir devlet 
kendisini çevreleyen dış dünyadan aynı derecede etkilenmez. Bu etkileşimde, devletlerin iç politik gelişim süreçlerine kadar giden nedenler bulmak mümkündür. 
Doğal olarak da, bir devlet kuruluşundan itibaren gücü ve ideolojinin etkisiyle daha aktif bir dış politika izleyebilir. İç politik yapıların dış politikaya olan 
etkileri bakımından Amerikan dış politikası bizi yakından ilgilendirmektedir. 

Çünkü Amerikan siyasal rejiminin kendine özgü değerleri kuruluşundan itibaren dış politikasına yansımakta gecikmemiştir. Kendine özgü siyasi gelişimi gereği 
ABD uzun bir süre etkili bir dış politika izlemekten uzak durmuştur. Bu bakımdan ABD’nin dünya gücü statüsüne yükselişinin altında yatan nedenleri büyüteç 
altına almak zorundayız. Çünkü ABD’nin dünya gücü olma statüsüne yükselmesi realist anlamda rasyonel bir seyir izlememiştir. Amerikan dış politikasının 
özgünlüğünü araştırırken aklımıza şu sorular gelmektedir: Eğer bugünkü ABD’yi oluşturan topraklarda ABD olmasaydı, yerine gelecek gücün veya devletin dış 
politikasında neler farklı olurdu? Benzer bir şekilde, Amerikalıların çevresinde sömürgeci güçlerin bulunmadığı bir kıtaya göç etmesi durumunda Amerikan dış 
politikası nasıl bir şekil alırdı? Bu sorular ABD’nin bugünkü statüsüne ulaşmasının bir tercih mi yoksa bir zorunluluk mu olduğu konusu üzerinde odaklanmaktadır. 

Amerikan Dış Politikasının Gelenekleri ABD’nin İngiltere’ye karşı verilen bağımsızlık savaşının yanı sıra bir siyasal felsefe ile kurulmuş olması, onu herhangi bir değer içermeyen bir dış politikadan farklı kılmış; ona büyük bir özgüven vermiştir. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin evrensel nitelikte olan karakteri de, ABD’yi kuranların ABD’nin özgün karakterine olan inançlarını kuvvetlendirmiştir. Bu özgün karakterde din çok önemli bir yere sahipti. Çünkü din ABD’nin siyasi kültürünün yapı taşlarından biri olmuştur. Bu siyasal kültürün ana unsuru olan Püritenler, ABD’yi her türlü dinsel baskıdan kurtuldukları ve kendi inançlarına göre oluşturacakları bir ülke olarak görmekteydiler. Bağımsızlığın kazanılmasından önce de, Amerikalılar Tanrı’yı gerçek kralları olarak görmekteydiler.4   

ABD’nin kuruluş felsefesinde, dinsel ve siyasal özgürlükler biri olmadan diğerinin düşünülemeyeceği tamamlayıcı değerler olarak algılanmıştır.5 
ABD’nin kurucu babalarından Thomas Jefferson, Amerikalıların Tanrının seçilmiş halkı olduğu inancındaydı.6 
Bu yüzden Jefferson, ABD’yi kuran 13 koloniden oluşan toprakların genişlemesinin son derece doğal olduğunu düşünüyordu.7 ABD’nin Kurucu Babalarından James Madison da, ABD’nin kuruluşundan önceki dönemi, “ Kaba kuvvetin egemen olduğu karanlık çağ ” olarak nitelendirmekteydi.8 Keza daha sonraki başkanlardan John Adams, ABD’nin bütün Kuzey Amerika’ya hâkim olmak istemesinin ABD’nin doğal bir hakkı olduŞuna inanmaktaydı.9 Adams’a göre Kuzey Amerika ile Amerika kıtası aynı anlama geliyordu.10 Adams Tanrı’nın ABD’yi özellikle kutsadığını ve Amerikan dış politikasının hakiki gidişatının ancak böyle anlaşılabileceğini düşünüyordu.11 Bu eşsizliğin bu devletin dış politikasına yansımasını, ABD’nin kurucusu George Washington’ın görevden ayrılırken yayınladığı veda mesajında görüyoruz. 

Washington mesajında, doğası itibariyle Avrupa siyasetinin Amerika’ya yabancı olduğunu belirterek, ABD’nin ileride Avrupalı güçlerle aynı ittifak içersinde 
yer almaktan uzak durması gereğinin altını çiziyordu.12 
İşte, ABD’nin eşsiz olduğu inancının, yeni kurulan her devletin bir süre sonra kazandığı güvenlik arzusu birleşmesi kendisini tek taraflılık (unilateralism) 
şeklinde gösterdi. Bu tek taraflılığın en açık şekli, 1823’te Başkan James Monroe’nun ilan ettiği Monroe Doktrini’nde görülmektedir. Monroe Doktrini’nin 
temeli, Eski Dünya olarak adlandırılan Avrupa ile Yeni Dünya olan Amerika’nın kalın çizgilerle birbirinden ayrılmasına dayanır. Monroe Doktrini’nin altında 
yatan felsefeye göre, çalkantıyı temsil eden Avrupa kıtası Amerika kıtasından uzak tutulmalıydı. Monroe Doktrini ile ABD, aynı zamanda Avrupalı sömürgeci 
güçlerin Amerika kıtalarındaki nüfuzunu sona erdirmek ve kendi nüfuzunu pekiştirmek amacındaydı. ABD’nin Monroe Doktrini’ni ilan etmesine İngiltere’nin 
ön ayak olduğunu söylemek yanlış olmaz. İngiltere, Amerika kıtalarının sunduğu ekonomik kazançları diğer Avrupalı güçlerle paylaşmamak için ABD’ye Amerika 
kıtalarının diğer Avrupalı güçlerin nüfuzuna karşı korunması teklifinde bulundu.13 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***