IRAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
IRAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2020 Cumartesi

Emperyalizmin “Kürt” Kartı., BÖLÜM 3

Emperyalizmin “Kürt” Kartı.,  BÖLÜM 3




4. Abd ve İsrail’in “Kürt Kartı”nı İngiltere’den Devralması  (1958-1991) 

14 Temmuz 1958 tarihinde, General Abdülkerim Kasım liderliğindeki bir askeri 
darbeyle Irak’taki monarşi yönetimi yıkıldı ve cumhuriyet ilan edildi. Haşimi 
hanedanının mensupları ve monarşi rejiminin önde gelenleri öldürüldüler. 
Bağdat üzerindeki İngiliz etkisi böylece son bulurken, General Kasım Sovyet 
yönetimi ile yakın ilişkiler kurdu. Bu sayede, Sovyetler Birliği’nde sürgün hayatı 
yaşamakta olan Molla Mustafa Barzani Kuzey Irak’a geri dönme olanağı 
buldu. Rusya’da askeri eğitim görmüş olan 2 bin peşmerge de onunla birlikte 
geldi. Abdülkerim Kasım yönetiminin Irak’ı Batı çizgisinden uzaklaştıran bir 
politika izlemeye başlaması karşısında ABD, İsrail ve İran’ın desteklediği Kürt 
aşiretleri, 1961 yılında Barzani liderliğinde ayaklandılar. Merkezî yönetime 
karşı gerilla savaşımı yürüten Kürtlere, gereksinim duydukları her türlü lojistik 
destek İran topraklarından sağlanıyordu. Askeri eğitim, silah ve mühimmat 
gereksinimleri İsrail ve ABD tarafından karşılanıyordu. Bu dönemde yüzlerce 
Mossad ajanı ve İsrailli askeri uzman İran ve Irak’ta Kürtlerin yaşadığı topraklara 
yerleşmiş durumdaydı. Bu topraklar üs olarak kullanılmak suretiyle, 
Irak içlerinde örtülü operasyonlar yürütülüyordu. İsrail’in Mossad aracılığıyla 
ve Kürtleri kullanarak Irak’ta gerçekleştirdiği yıkıcı ve terörist eylemlerde, bu 
ülkede görev yapan Batılı insani yardım örgütlerinin gönüllülerinden de etkin 
biçimde yararlanılmaktaydı.32 
1960’lı yıllar Irak’ta birbirini izleyen askeri darbelerle geçti ve etkili bir 
merkezî yönetim kurulamadı. Ülke, 1963’e kadar General Abdülkerim Kasım, 
1966’ya kadar General Abdüsselam Arif, 1968’e kadar da General Abdurrahman 
Arif liderliğindeki askeri cuntalar tarafından yönetildi. 
İstikrarlı bir yönetimin kurulamaması nedeniyle Kürt ayaklanmasına karşı etkili bir savaşım yürütülemedi. Bu dönemde Irak, Kürt ayaklanmacılarına karşı Suriye’nin desteğinden yararlandı. 1963 yılından itibaren Suriye birlikleri, Musul, Zaho ve 
Dohuk’ta Kürtlere karşı yürütülen operasyonlara fiilen katılmaya başladılar. 
İki ülke arasındaki yakınlaşma siyasi bir birlik oluşturma düşüncesinin ortaya 
çıkmasına yol açtı. 1963 yılının Ekim ayında bu yönde bir antlaşma imzalandı. 
Her ikisinde de Baas Partisi’nin iktidarda olduğu Suriye ve Irak tek bir devlet 
çatısı altında birleşecekti; iki ülke orduları da ortak bir komutanlık altında 
yeniden yapılandırılacaktı. Ama Irak’taki siyasi istikrarsızlık, bu antlaşmanın 
yaşama geçirilmesine olanak vermedi ve bir süre sonra Kuzey Irak’taki Suriye 
birlikleri geri çekildiler.33 

1968 yılında Baas Partisi’nin ülke yönetimine kesin olarak el koymasıyla 
birlikte, Irak’ta siyasi istikrar sağlandı. Fakat geçen 7 yıl süresince Kürt ayaklanması genişlemiş ve ciddi bir sorun haline gelmişti. İsrail, ABD ve İran’ın 
gizli istihbarat servisleri -Mossad, CIA ve SAVAK- tarafından etkin biçimde 
desteklenen Molla Mustafa Barzani, önemli bir güç edinmişti. Hatta IKDP, 
1960’ların sonunda Mossad’ın yardımıyla kendi gizli istihbarat örgütünü (PARASTİN) bile kurmuş ve faaliyete geçirmiş durumdaydı. 34 

Bu koşullar altında Baas yönetimi, Kürt ayaklanmasını sonlandıracak 
en uygun çözümün Barzani’yi devletle barıştırmak olduğunu değerlendirdi. 
Bu amaçla, Erbil, Dohuk ve Süleymaniye illerini kapsayan ve zaten bir süredir 
peşmergelerin denetiminde bulunan topraklar üzerinde bir Özerk Kürt Bölgesi 
kuruldu. Fakat Baas yönetimiyle Barzani arasındaki yakınlaşma çok kısa 
sürdü. Çünkü ABD ve İsrail, Araplara karşı ellerindeki en önemli kozlardan biri 
olan “Kürt kartı”nı yitirmeleri anlamına gelen böyle bir yakınlaşmaya izin veremezlerdi. 

Kürtler ise zaten her zaman istismara çok açıklardı. Barzani, Amerikalı 
ve İsrailli akıl hocalarının telkiniyle, Bağdat yönetiminden karşılanamayacak 
isteklerde bulundu; hatta Kerkük petrolleri üzerinde hak iddia etti. Baas 
yönetiminin Irak petrollerini millileştirdiği ve Sovyetler Birliği ile bir dostluk 
ve işbirliği antlaşması imzaladığı 1972 yılında Kürt ayaklanması eskisinden 
daha şiddetli olarak yeniden başladı. Ayaklanma sürerken, 1973 yılının Ekim 
ayında, tarihe Yom Kippur Savaşı (ya da Ramazan Savaşı) diye geçen dördüncü 
Arap-İsrail Savaşı yaşandı. Irak Ordusu, ayaklanma halindeki Kürtlerle uğraştığından savaşa katılamadı. Suriye ise, ordusunun önemlice bir bölümü Kürt 
ayaklanması nedeniyle kuzey-doğu sınırında bulunduğundan bu savaşta fazla 
etkili olamadı. Bu durum, İsrail’in uyguladığı “peripheral strategy”nin ne denli 
başarılı olduğunu gösteriyordu. 

Kürt ayaklanmasıyla baş edemeyeceğini anlayan Baas yönetimi, son çare olarak İran’la anlaşmak zorunda kaldı. İki ülke arasında 1975 yılında Cezayir’de imzalanan antlaşma ile Irak, İran’ın Şattülarap su-yolu ile ilgili isteklerini kabul ediyor ve ortak sınırda İran lehine bazı düzenlemeler yapılıyordu. 
Karşılığında İran, Barzani’ye verdiği desteği çekmeyi ve Kürt ayaklanmacılarına 
topraklarını kullandırmamayı yükümleniyordu. Bundan sonra İsrail ve ABD’nin Barzani’ye sağladığı destek zayıfladı. Lojistik desteğini yitiren Kürt ayaklanması, 1975 yılında Irak Ordusu tarafından şiddetli bir biçimde bastırıldı. Molla Mustafa Barzani, önce İran’a, oradan da ABD’ye kaçtı ve öldüğü 1979 yılına kadar orada kaldı. 

Bu süreçte IKDP içinde de ayrışmalar yaşandı. 1969’da partiden kopan 
bir grup, 1975’de Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni (IKYB) kurdu. IKYB’nin 
başına 1976 yılında Celal Talabani geçti. Molla Mustafa Barzani’nin ölümüyle 
boşalan IKDP liderliğine ise, oğlu Mesud Barzani getirildi. 

İran’ın, Irak’la anlaşarak, bu ülkede Kürt ayaklanmasını tezgâhlayan ABD 
ve İsrail’e sağladığı desteği çekmesi, bu ikilinin Şah rejimini gözden çıkarması 
sonucunu doğurdu. 15 yıldır Paris’te sürgün hayatı yaşayan Humeyni’nin 
yıldızı bundan sonra parladı. 1979 yılında Baas Partisi’nin asker kanadının 
lideri Saddam Hüseyin, Cumhurbaşkanı ve Devrim Komuta Konseyi Başkanı 
olarak Irak’ta yönetimi ele geçirdi. Saddam Hüseyin, geçmişte CIA ile yakın 
ilişkiler kurmuş olan karanlık bir kişilikti. Aynı yıl İran’da bir halk ayaklanması 
ile Şah rejimi yıkıldı ve Ayetullah Humeyni liderliğindeki İran İslâm Cumhuriyeti 
kuruldu. İran’da katı şeriat kurallarına dayanan yeni rejim, Batı karşıtı bir 
anlayışı benimseyerek, ABD ve İsrail’i açıkça düşman ilan etti. Bu gelişmeler, 
ABD-İsrail ikilisinin Kürtler üzerinde oynadıkları oyunların zayıflamasına yol 
açtıysa da, kışkırtmaların bütünüyle son bulmasını sağlayamadı. 1950’lerden 
1970’lere kadar Irak Kürtlerini sürekli olarak ayrılıkçılık yönünde kışkırtan İsrail 
ve ABD, bu politikalarının Türkiye’de yaşayan Kürtleri de hedef aldığı izlenimini 
vermekten özenle kaçındılar. Bu gerçek bile olsa, Irak’taki Kürtler sürekli 
olarak ayrılıkçı harekete teşvik edilirken, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin bundan 
etkilenmemesi elbette olanaklı değildi. Nitekim 1960’lı yılların sonlarından 
başlayarak, Türkiye’de de ayrılıkçı Kürt hareketi kendini göstermeye başladı. 
1980’de İran-Irak savaşı çıktığında, Kuzey Irak’taki Kürtler, bu kez İran’ın 
desteği ile yeniden ayaklandılar ve savaş boyunca, bölgedeki etkinliği iyice 
azalan Bağdat’taki merkezî yönetimden bağımsız hareket ettiler. Kuzey Irak’ta 
ortaya çıkan otorite boşluğu, PKK adlı ayrılıkçı terör örgütünün gelişmesine 
zemin hazırladı. 1984 yılında PKK’nın terör eylemlerine başlamasıyla ayrılıkçı 
Kürt sorunu Türkiye açısından yeni bir boyut kazandı. Kuzey Irak toprakları 
Türkiye’deki ayrılıkçı terörün beslendiği lojistik bir merkez haline gelince, 
Bağdat yönetimi ile anlaşmaya varan Türkiye, belirli aralıklarla bölgeye yönelik 
sıcak takip harekâtları düzenlemeye başladı. Bölgedeki fiili otorite boşluğu, 
CIA ve Mossad ajanlarının yeniden Kuzey Irak’a yerleşmelerine olanak 
sağladı. Bu durum 1988 yılında İran-Irak savaşının bitmesine kadar sürdü. Bu 
tarihte Saddam Hüseyin, Kuzey Irak’taki Kürtlere karşı bir intikam operasyonu 
başlattı. Mart 1988’de Halepçe kentinde kimyasal silah kullanılması, 5 bin 
sivilin ölmesine yol açarken, aynı yılın Ağustos ayında gerçekleştirilen ve Enfal 
adı verilen cezalandırma operasyonu sırasında iddialara göre yüzlerce köy 
yerle-bir edildi; 10 binlerce insan öldürüldü.35 

5. Batı Dünyasının “Kürt Sorunu”Na Sahip Çıkması ve De Facto Kürdistan Devletinin Kurulması (1991-2003) 

    1991 yılı Kuzey Irak’ın ve Kürtlerin tarihinde bir dönüm noktasıdır. 1990’da Kuveyt’e saldırarak bu ülkeyi işgal ve ilhak eden Irak Ordusu, ABD öncülüğün
deki çok uluslu gücün müdahalesiyle Kuveyt’ten çıkarıldı. “Çöl Fırtınası” adı 
verilen operasyon sonrasında, Irak’ın kuzeyinde Kürtler, güneyinde ise Şiiler 
ayaklandı. Bu ayaklanmaların arkasında CIA ve Mossad’ın bulunduğu genel 
kabul gören bir görüştür. Her iki ayaklanma da Saddam Hüseyin yönetimi tarafından sertçe bastırıldı. Kuzeydeki bastırma operasyonu, büyük bir insanlık 
dramına dönüştü. 1988’deki Halepçe ve Enfal katliamlarının yineleneceğinden 
korkan 1,5 milyonu aşkın Kürt, kitlesel olarak İran ve Türkiye sınırlarına 
doğru kaçmaya başladı. Türkiye’nin sınıra yığılan Kürtleri içeri alması, çok 
sayıda PKK militanının da sığınmacılarla birlikte Türkiye’ye girmesine yol 
açtı; bu ise, izleyen yıllarda Türkiye’deki terör olaylarında ciddi bir tırmanışı 
beraberinde getirdi. Türkiye-Irak sınırında çok olumsuz koşullarda yaşamlarını 
sürdürmeye çalışan Kürtlere İsrail tarafından önemli miktarda yardım malzemesi 
gönderildi. Bununla yetinmeyen İsrail lobileri ile uluslararası siyonist 
örgütleri, Irak Ordusunun durdurulması ve Kürtlere yardım edilmesi için dünya 
çapında propaganda başlattılar.36 İsrail Başbakanı Yitzak Şamir, Amerikan 
Dışişleri Bakanı James Baker’dan Kürtlerin saldırılardan korunmasını özellikle 
istedi.37 Daha önce Halepçe ve Enfal katliamlarını fazla önemsemeyen Batı 
kamuoyları, bu kez İsrail’in yoğun girişimleriyle “Kürt sorunu”nu gündemlerinin 
en üst sırasına taşıdılar. Bundan sonra “Kürt sorunu,” bölge dışı büyük güçlerin Kürtleri kullanarak bölgeye doğrudan müdahale etmelerine olanak sağlayacak bir biçimde nitelik değiştirdi ve ne yazık ki, ulusal çıkarlarımıza bütünüyle aykırı düşen bu değişikliğin gerçekleşmesinde, İsrail’in çabaları kadar, Türkiye’nin hataları da belirleyici oldu. 

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Irak’la yapılacak ateşkes antlaşmasına 
temel oluşturmak üzere aldığı 3 Nisan 1991 tarih ve 687 sayılı kararı 
güneyde ve kuzeyde ayaklanan Şiilerin ve Kürtlerin korunmasına ilişkin 
bir düzenleme içermiyordu. Ancak Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 5 Nisan 1991 
günü Amerikan Başkanı George Bush nezdinde yoğun girişimlerde bulunarak, 
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aynı gün 688 sayılı kararı almasını 
sağladı. 688 sayılı karar, Irak topraklarının Kürtlerin yaşadığı bölümünde, 
-36. paralelin kuzeyi- “insani gerekçelerle” bir güvenli bölge (safe haven) oluşturulmasını; 
buradaki insanlara kurtarma, yardım ve evlerine dönüş olanağı 
sağlanmasını öngörüyordu. Türk ve Batılı diplomatlarca hazırlanan ve Fransa 
tarafından Güvenlik Konseyi’ne iletilen taslak, Küba, Yemen ve Zimbabve’nin 
olumsuz, Çin ve Hindistan’ın çekimser oylarına karşın, 10 oyla kabul edildi. 
Hemen ardından, karar uyarınca, “Huzur Operasyonu” denilen kurtarma ve 
yardım çalışmaları başlatıldı. 
Irak’a yönelik askeri operasyonda kendisini destekleyen Türkiye ve 
Suriye’nin tepkisini çekmek istemeyen Başkan Bush, Saddam yönetiminin 
ayaklanan Şii ve Kürt gruplarına karşı şiddet kullanması karşısında, Irak’ın 
iç işlerine karışmak niyetinde olmadıklarını açıklayarak ilk anda hareketsiz 
kalmıştı. Hatta İngiltere Başbakanı John Major’un Kuzey Irak’ta bir güvenli 
bölge oluşturulması önerisini geri çevirmişti. Fakat Turgut Özal’ın girişimiyle 
çıkarılan 688 sayılı karardan aldığı güçle, 16 Nisan 1991’de, Amerikan, İngiliz 
ve Fransız askerlerinin, Kürtlere yardım etmek üzere, Türkiye sınırına yakın bir 
bölgede konuşlandırılacaklarını açıkladı.38 İlk anda üç ülkenin 16 bin askeri 
bölgeye konuşlandı. Daha sonra, ülke sayısı 11’e, asker sayısı 20 bine çıktı. 
Artık Irak’ın içişlerine uluslararası bir müdahale söz konusuydu ve buna dayanak 
oluşturan hukuksal düzenleme Türkiye’nin eseriydi. Ancak, Türkiye’nin 
hataları bununla bitmedi. 
Koalisyon üyeleri, Temmuz 1991’de Irak’taki güçlerini geri çektiler. Bunun 
yerine, Türkiye’ye daha küçük bir acil müdahale gücü konuşlandırmaya 
karar verdiler. Silopi’ye yerleşen bu gücün kara unsurları bir süre sonra geri 
çekildi ve hava unsurları da İncirlik’e kaydırıldı. 30 Eylül 1991’den başlayarak 
5 yıl boyunca görev süresi TBMM tarafından her 3 ayda bir uzatılan bu güce 
“Çekiç Güç” (Poised Hammer) adı verildi. 1997’den itibaren gücün adı “Keşif 
Gücü” (Operation Northern Watch) olarak değiştirildi; görev süresi de 6 ayda bir 
uzatılmaya başlandı. ABD, İngiltere, Fransa ve Türkiye’ye ait uçaklar değişik 
zamanlarda burada görev aldılar. Fransa, 1998’de, güçten çekildi. Bundan sonra 
Keşif Gücü, Amerikan, İngiliz ve Türk uçaklarının katılımıyla, ABD’nin Irak’a 
müdahale ettiği 2003 yılına değin faaliyetlerini sürdürdü. Aslında gücü oluşturan 
hava unsurlarının % 80’inden fazlası her zaman ABD’ye aitti. Türkiye’nin 
güce katılımı genelde sembolik düzeydeydi ve kendi toprakları kullanılarak 
yapılan bir operasyonun dışında olmadığını göstererek kamuoyundaki rahatsızlığı 
gidermek amacını güdüyordu. 
Çekiç Güç / Keşif Gücü gibi isimlerle yürütülen operasyon, Bağdat’ın 
otoritesini Kuzey Irak’tan dışlama amacını güdüyordu. Bunun sonucunda, 
bölgedeki otorite boşluğu yerel Kürt gruplarca doldurulacaktı. Böylece, gelecekte 
kurulması öngörülen Kürdistan Devleti’nin oluşumuna zemin hazırlanacaktı. 
Kuzey Irak’ta, “güvenli bölge”nin oluşturulmasından hemen sonra, ABD 
ve İngiltere’nin girişimiyle, Irak’taki tüm rejim muhaliflerini bir araya getiren 
Irak Ulusal Kongresi örgütlendi. Kongre’nin, Aralık 1991’de Şam’da yaptığı ilk 
toplantının ardından da Kuzey Irak’ta seçim kampanyası başlatıldı. Kampanya 
boyunca, Kürt liderler, sürekli olarak Irak’ın toprak bütünlüğünden yana 
oldukları mesajını verdiler. Elbette bu bir yalandı. 17 Mayıs 1992’de Kuzey 
Irak’ta parlamento seçimleri yapıldı. Seçimlere, aralarında IKDP ve IKYB’nin 
de bulunduğu 7 parti katıldı. % 7’lik ülke barajının uygulandığı seçimlerde 
105 milletvekili belirlendi. IKDP ile IKYB’nin ayrı ayrı % 40’ın üzerinde oy aldıkları, diğer partilerin ise ülke barajını aşamadıkları açıklandı. Buna karşılık, 
Batı’nın baskısıyla Hıristiyan Süryani Partisi’ne, 105 üyeli mecliste 5 sandalye 
ayrıldı. Geri kalan sandalyeler, IKDP ile IKYB arasında eşit olarak (50-50) 
paylaştırıldı.39 Parlamentonun açılmasından sonra da, IKDP ve IKYB’nin 6’şar 
bakanla temsil edildikleri bir hükümet oluşturuldu. Böylece “Kürdistan Devleti” 
fiilen kurulmuş oldu. 
Bu gelişmeler karşısında, Türk hükümetinin girişimiyle Ankara’da bir 
araya gelen Türkiye, İran ve Suriye hükümetlerinin temsilcileri, Kuzey Irak’ta 
kurulan hükümeti tanımadıklarını ve Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulma-
sına izin vermeyeceklerini belirten ortak bir açıklama yaptılar. Ama her üç 
devletin de bu konudaki samimiyetlerinden kuşku duyulmasını gerektiren 
nedenler vardı. Bir kere İran ve Suriye, Kürtleri, komşularının iç istikrarını 
bozmak amacıyla bir araç olarak kullanmaktan hiçbir zaman geri durmamışlardı. 
Her iki ülke, PKK’nın kendi topraklarında üslenip, askeri eğitim kampları 
kurmasına göz yummuş, örgüt elebaşlarına da barınma olanağı sağlamıştı. 
Hatta Ankara’daki üçlü toplantı sırasında bile, PKK’ya verdikleri desteği fiilen 
sürdürüyorlardı. Kaldı ki, Irak’ın güneyinde, eninde sonunda kendi denetimine 
gireceğini umduğu bir Şii devletinin kurulması olasılığına hiç de 
soğuk bakmayan İran’ın, Irak’ın toprak bütünlüğünü gerçekten isteyip istemediği 
çok tartışmalıydı. Öte yandan, Kuzey Irak’taki otorite boşluğuna yol 
açan sürecin başlamasında etkin biçimde rol alan; şimdi de topraklarında 
konuşlanmasına izin verdiği “Çekiç Güç” aracılığıyla bu sürecin devamına hizmet 
eden Türkiye, ortaya çıkan otorite boşluğunun doğal sonucu olan de facto 
Kürdistan Devleti’nin varlığından yakınmakta haklı sayılabilir miydi? Nitekim 
Ankara’daki ortak açıklama ancak suya yazılan yazı kadar etki yaptı. 
Ankara’nın, kendi ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan gelişmeler karşısında 
göstermelik tepkilerin ötesinde ciddi bir tavır sergilememesi, hatta sürece 
katkıda bulunmayı sürdürmesi, ABD ve Batılıları daha da cesaretlendirdi. 
“Huzur Operasyonu”nun başlangıcında, Türkiye’den çekindiği için Kürtlerle 
doğrudan ilişki kurmaktan kaçınan ve Kürtlerin bu yöndeki girişimlerini de 
sürekli olarak geri çeviren Washington yönetiminin tutumunda, 1992’den 
başlayarak köklü bir değişiklik olduğunu görüyoruz. Bu değişiklikte, Yahudi, 
Ermeni ve Rum lobilerinin ABD’de Kürtler adına sürdürdükleri propaganda 
faaliyetleri etkili olmuştur. Fakat Amerikan yönetiminin Kuzey Irak’taki Kürt 
liderlerini doğrudan muhatap almak konusundaki çekingenliğini aşmasını 
sağlayan asıl etken, aynı şeyi Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yapmış 
olmasıdır. Özal, 1991 yılının Haziran ayında, IKYB lideri Celal Talabani ile 
görüşmüştür. Kendi Cumhurbaşkanı bile, Kuzey Irak’taki Kürt liderlerini doğrudan 
muhatap aldıktan sonra, Türkiye’nin, aynı şeyi Amerikan yönetiminin 
yapmasına karşı çıkması elbette söz konusu olamazdı. 
 
4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Emperyalizmin “Kürt” Kartı., BÖLÜM 2

Emperyalizmin “Kürt” Kartı.,  BÖLÜM 2


Emperyalizmin Kürt Kartı, İhsan Şerif Kaymaz,Kürt sorunu,emperyalizm,İngiltere,İsrail,Irak,Türkiye,ABD,Suriye,



   Savaştan önce emperyalizmin bölgesel silahı Ermenilerdi. 

Fakat savaştan sonra tehcir nedeniyle Doğu Anadolu’da Ermeni kalmamıştı. 
Kafkasya’daki Ermenistan devleti ise Sovyet etki alanı içine girmeye adaydı. 
Bu nedenle Batı emperyalizmi “Ermeni kartı”nı yitirmişti. 

  Onun yerini alacak en uygun aday Kürtlerdi. Bu düşünceyle ve yukarıdaki görüşler ışığında İngilizlerin daha 1918 yılı sonlarından başlayarak hem Kürtleri kazanmak, hem de bu yolla istismara son derece açık olan Kürt aşiretlerini bölgenin ana güçleri olan İranlılara, Araplara ve özellikle Türklere karşı bir silah haline getirmek için yoğun bir çaba içine girdiklerini görüyoruz. Öncelikle, kendi denetimleri altında bulunan Kuzey Irak’taki Kürt aşiret şeflerini maaşa bağladılar. Bölgeyi ve Kürtleri çok iyi tanıyan siyasi istihbarat görevlileri aracılığıyla onlarla 
iyi ilişkiler kurdular. “Kürtçe”yi ortak bir yazılı dil haline getirmeye çalıştılar. 
Kürtçe eğitim veren okullar açtılar, Kürtçe gazeteler yayınladılar. Ne de olsa 
başka halkları birbirlerine karşı kışkırtıp kullanmak konusunda uzmandılar; 
yüzlerce yıllık çok zengin bir emperyalist deneyimleri ve birikimleri vardı. Kuzey 
Irak’ta dönemin en güçlü Kürt aşireti olan Berzenci aşiretinin şefi Şeyh Mahmut liderliğinde merkezi Süleymaniye olan özerk bir “Kürdistan” kurulmasını  sağladılar.  
Bu bir aşiretler konfederasyonu idi. Bu özerk “Kürdistan”ın sınırlarının Noel’in önerisine uygun olarak Güneydoğu Anadolu bölgesinde Kürtlerin yaşadığı toprakları da içine alacak şekilde genişletilmesi, böylece süreç içinde İngiliz güdümünde bir “Büyük Kürdistan” yaratılması amaçlanıyordu. 

Bu tasarıyı yaşama geçirecek ön hazırlıkları yapmak üzere, Binbaşı E. 
W. C. Noel 1919 yılı başlarında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya gönderildi ve 
onun aracılığıyla bölgedeki Kürt aşiret şefleriyle bağlantı kuruldu. Aşiretlerin 
Türklerden uzaklaşarak İngiliz tarafına geçirilmesi için büyük uğraş verildi. Bu 
amaçla onlara, Ermeni tehciri sırasında yaptıklarının hesabının sorulmayacağı 
güvencesi verildi. Ayrıca, Kürtler üzerinde etkili olabileceği düşünülen önde gelen Kürt lider ve entelektüelleriyle de bağlantı kuruldu. İstanbul’daki Kürdistan Teali Cemiyeti lideri Seyit Abdülkadir, 19. yüzyılın efsane Kürt lideri Ubeydullah’ın soyundan gelen Seyit Taha, Milli aşiretinin lideri ve Hamidiye alaylarının efsane ismi İbrahim Paşa’nın oğlu Şeyh Mahmut, Paris’teki Kürt delegasyonunun başı olan Şerif Paşa, Bedirhanlar ve Babanzadeler ile ilişki içine girildi. 

Ancak İngilizlerin “Kürdistan” hesapları, daha 1919 yılı bitmeden tam 
bir fiyaskoyla sonuçlandı. Kuzey Irak’ta Şeyh Mahmut liderliğinde kurulan 
özerk yapının işlevsel olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Çünkü hiçbir Kürt aşireti 
Şeyh Mahmut’un emrine girmek istemiyor, Şeyh Mahmut da yönetime 
kendi aşiret mensuplarını getiriyor, onları kayırıyordu. Özerk aşiretler konfederasyonunun uygulanamayacağını anlayan Bağdat’taki İngiliz yönetimi Şeyh Mahmut’un yetkilerini kısmak istedi. O da, Mayıs 1919’da İngiliz yönetimine 
karşı ayaklandı. Haziran ayında İngiliz güçleri ve onlarla birlikte hareket eden 
Kürt aşiretleri, Şeyh Mahmut’a bağlı Berzenci aşireti savaşçılarını yenilgiye 
uğrattılar. Ağır yaralı olarak ele geçirilen Şeyh Mahmut Bağdat’ta yargılanıp 
ölüm cezasına çarptırıldı. Ancak daha sonra cezası 10 yıl sürgün olarak hafifletildi 
ve sürgün cezasını çekmek üzere Hindistan’a gönderildi.19 Vilâyetin kuzeyinde de 1919 yılı boyunca sürekli ayaklanma halinde bulunan Kürtler, İngiliz işgal yönetimi için ciddi bir sorun oluşturdular. Birçok İngiliz istihbarat görevlisi ve çok sayıda imparatorluk askeri ayaklanmacılarca öldürüldü.20 

Noel’in Anadolu’da Kürtleri kazanmaya yönelik çalışmaları 1919 Eylülüne 
dek sürdü. Bu tarihte yaşanan “Ali Galip olayı” Noel’in Anadolu’daki fesat misyonunu sona erdirdi. İstanbul hükümeti tarafından Sivas Kongresi’ni 
basmakla görevlendirilen Ali Galip, yanında Bedirhan ailesinin önde gelenleri 
ve Binbaşı Noel olduğu halde Malatya’ya gelmişti. Kurulan tezgâha göre, 
buradaki Kürt aşiretleri kullanılarak Kongre basılacak, Mustafa Kemal Paşa 
ve yanındakiler tutuklanıp İstanbul’a gönderilecekti. Fakat komployu önceden 
öğrenen Mustafa Kemal Paşa’nın aldığı karşı önlemler sayesinde girişim 
başarısız oldu ve komplocular Halep’e kaçtılar. Noel de onlarla birlikte kaçtı. 
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği, Ali Galip’in görevinden bilgileri olmadığını 
ve Binbaşı Noel’in onun yanında bulunmasının “talihsiz bir rastlantı olduğunu” öne sürdü.21 Elbette buna kimse inanmadı. İngilizler, büyük umut bağladıkları Kürt liderlerinin hiçbirisinin Kürtler üzerinde etkisi olmadığını da kısa süre içinde fark ettiler. Bu durumda, İngiliz güdümünde özerk bir “Kürdistan” devleti ya da aşiretler konfederasyonu kurmak düşüncesini bir kenara bırakmak zorunda kaldılar. Musul vilâyeti içindeki Kürt bölgelerini doğrudan Bağdat’taki merkeze bağlayarak İngiliz istihbarat subayıları eliyle yönetmeye başladılar. Anadolu’dan ise bütünüyle çekildiler. İngiltere’nin Anadolu’daki “Kürdistan” serüveni sona erdi. 
İngilizleri “Kürdistan” hesabını terk etmeye zorlayan başka nedenler de vardı. Birincisi, Fransa, bölgede İngiliz güdümünde bir “Kürdistan” oluşumunu kendi çıkarlarına aykırı buluyor ve karşı çıkıyordu.22 İkincisi, Amerikan Senatosu, 
Versailles Antlaşması’nı onaylamamıştı. Bu aynı zamanda, Başkan Wilson’un, 
Doğu Anadolu’da kurulması öngörülen Ermenistan devletinin mandat sorumluluğu nun üstlenilmesi yönündeki politikasının da reddi anlamına geliyordu ve Doğu Anadolu’da bir Ermenistan devleti kurulması olasılığını bütünüyle ortadan kaldırıyordu. Üçüncüsü, Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Kuvayı Milliye hareketi güçlenmiş ve Anadolu’nun işgal altında olmayan tüm bölgelerinde denetimi sağlamıştı. İtilaf Devletleri’nin elinde Anadolu’daki Türk ulusçularını alt edebilecek büyüklükte bir askeri güç yoktu. Dördüncüsü, Türk ulusçularının artan baskısı altında bunalan Fransa, Kilikya’dan çekilmenin yollarını arıyordu. Bu amaçla George Picot’yu Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere Sivas’a göndermişti. Fransızların Kilikya’dan çekilmeleri, Doğu Anadolu ile İtilaf güçleri arasındaki bağlantının bütünüyle kesilmesi demekti. Beşincisi, Sovyet Kızıl-ordusunun hızla Güney Kafkasya’ya doğru ilerlemesi karşısında, İngilizler bölgedeki tüm birliklerini geri çekmeye hazırlanıyorlardı. Kızıl-ordu ile Türk ulusçuları birleştiğinde, İtilaf güçlerinin bölgedeki varlıkları bütünüyle son bulacaktı. 

Sonuç olarak, 1919 yılı bitmeden, İtilaf Devletleri’nin “Ermenistan” ve 
“Kürdistan” hayalleri, onlar açısından tam bir hayal kırıklığına dönüşmüştü. 
Ama o güne dek verilmiş sözler, kamuoyuna yapılmış açıklamalar vardı. Bunlardan bir anda geri dönülemezdi. O yüzden Sevr Antlaşması metnine şeklen 
“Ermenistan” ve “Kürdistan” ile ilgili hükümler konuldu. 
Ama bunların gerçekleşme şansı olmadığını herkes biliyordu.23 
3. Haşimi Hanedanı Yönetimindeki Irak’ta “Kürt Sorunu” ve  Siyonistlerin Kürtlerle Bağlantı Kurmaları (1921-1958) Ağustos 1921’de Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’a, 50 yıl önce Mithat Paşa tarafından yaptırılmış olan Bağdat Sarayı’nda İngiliz Yüksek Komiseri Percy Cox tarafından taç giydirilmesiyle “Irak” adı verilen devlet kuruldu. Yeni devlet, Osmanlı İmparatorluğu’nun Basra, Bağdat ve Musul vilâyetlerinden oluşuyordu. 

Fakat Musul’un ve burada yaşayan Kürtlerin statüsü uzun süre belirsizliğini 
korudu. Ankara hükümeti, vilâyette yaşayan Türk ve Kürt nüfusunu İngiliz işgal 
yönetimine karşı ayaklandırarak Musul’u Türkiye’ye bağlamak için çeşitli 
yollar denedi. Bu amaçla 1921 yılında bölgeye bir askeri birlik gönderdi. 
Bu askeri birlik, özellikle 1922’de milis yarbayı Özdemir Bey’in vilâyete gelmesinden sonra önemli başarılar elde etti. Daha önce Antep direnişini başarıyla örgütlemiş olan Özdemir Bey, Revandiz’e yerleşti ve 1922 Ağustosunda kendisini destekleyen Kürt aşiretlerinin yardımıyla Britanya imparatorluk güçlerini 
yenilgiye uğratarak vilâyetin kuzeydoğu bölümünü işgalcilerden bütünüyle 
temizledi.24 Bunun üzerine İngilizler, Milletler Cemiyeti’ni devreye soktular. 
Cemiyetin 1922 Ekiminde usulen aldığı bir kararla Irak, Musul vilâyetini de 
içerecek biçimde İngiltere’nin mandat yönetimi altına kondu. Türkiye, Milletler 
Cemiyeti kararını tanımadı. İngilizler, Özdemir Bey’in gücünü kırabilmek 
için Hindistan’a sürgüne gönderdikleri Şeyh Mahmut’u geri getirerek Süleymaniye 
Valisi yaptılar. Böylece, Özdemir Bey’i destekleyen Kürt aşiretlerinin 
önemlice bir bölümünün onun yanından ayrılarak Şeyh Mahmut’un safına 
geçmesini sağladılar. Aşiretler arası ilişkilerin son derece kaypak ve güvenilmez 
zemininde bir süre konumunu muhafaza etmeye çalışan Özdemir Bey, 
İngilizlerin 1923 yılının Nisan – Mayıs aylarında düzenlediği bir karşı saldırı 
sonunda birliği ile birlikte Musul vilâyetinden çekilmek zorunda kaldı. İngilizler, 
bir süre sonra, artık işlerine yaramayan Şeyh Mahmut’u da tasfiye ederek 
vilâyetin tamamında denetimi yeniden kurdular.25 Bundan sonra, Türkiye 
ile İngiltere arasındaki Musul savaşımı siyasi/diplomatik zeminde sürecek ve 
uluslararası petrol lobisinin isteği doğrultusunda hareket eden Milletler Cemiyeti 
Konseyi’nin Musul vilâyetini İngiliz mandatsı altındaki Irak’a bağlaması 
ile sonuçlanacaktır. Bu karar, bir dizi siyasi ve diplomatik tezgâhın ve Doğu 
Anadolu’da kışkırtılan Kürt ayaklanmalarının ardından 1925 yılı sonunda alınacaktır. 

İçeride köklü toplumsal/siyasal devrimler yapmaya hazırlanan ve bunun 
için de barışçı bir ortama gereksinim duyan Türkiye, 1926 yılının Haziran 
ayında İngiltere ve Irak ile Ankara’da imzaladığı üçlü bir antlaşma ile Konsey 
kararını tanıyacaktır.26 İngiliz emperyalizminin Anadolu Kürtleri üzerindeki 
oyunları 1930’ların başına değin sürecek ve bu dönemde Doğu ve Güneydoğu 
Anadolu’da bir dizi Kürt ayaklanması yaşanacaktır. Ancak 1930’ların başında 
Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesi ile Avrupa kıtası üzerine savaş bulutları 
yerleşecek ve bu koşullar altında Türkiye’ye gereksinimi olduğunu değerlendiren 
İngiltere, Kürtleri kışkırtmaktan vazgeçecektir. Kışkırtmaların durma-
sıyla birlikte, Türkiye’deki Kürt ayaklanmaları bıçakla kesilir gibi kesilecektir. 
Bundan sonra 50 yılı aşkın bir süre Türkiye’de Kürt sorunu yaşanmayacak, 
Soğuk Savaş’ın biteceğinin anlaşılması üzerine, 1980’lerin ortalarına doğru 
Türkiye’ye duyduğu gereksinimin azalacağını değerlendiren Batı emperyalizmi, 
“Kürt kartı”nı yeniden açacaktır. 

Musul’u Irak’a bağlayan Milletler Cemiyeti kararında, İngiltere, vilâyette 
yaşayan Kürtleri koruyacak yönetsel önlemleri alarak, Konsey’e sunmaya davet 
ediliyordu. Gerçi İngiltere’nin bu davete uyup uymadığını denetleyecek bir 
mekanizma yoktu; ama zaten bölgeye yönelik uzun vadeli hedefleri Kürt kimliğini 
olabildiğince geliştirip, bunu diğer bölge halklarına karşı bir silah olarak 
kullanacak olan İngiltere, bu doğrultuda elinden geleni yaptı. 1924’te Şeyh 
Mahmut’un tasfiye edilmesinden sonra Berzenci aşiretinin Kuzey Irak’taki etkisi kırıldı. 
Bundan sonra Barzan aşireti ön plana çıkmaya başladı. Barzan aşireti, 1920’lerin başında İngilizlerle Türkler arasında yaşanan Musul’un geleceğine ilişkin savaşım da Türklerle ve Özdemir Bey’le birlikte hareket etmişti. 
Bu yüzden İngilizler tarafından tutulmuyordu. İngilizler, vilâyeti işgal ettiklerinden 
beri sürekli olarak kendileriyle birlikte hareket eden Caf ve Talabani aşiretlerini destekliyorlardı. Buna karşın Barzan aşireti, özellikle Molla Mustafa Barzani’nin aşiretin başına geçmesinden sonra Kuzey Irak’taki etkisini büyük ölçüde arttırdı. Şeyh Mahmut gibi, Molla Mustafa Barzani de merkezî yönetimle uzlaşmaya yatkın değildi. 1932 yılında İngiltere’nin Irak üzerindeki mandat yönetiminin kâğıt üzerinde son bulmasıyla birlikte, Barzan aşireti 
Bağdat’taki merkezî Irak yönetimi ne karşı ayaklandı. Ayaklanma Irak Ordusu tarafından İngilizlerin de yardımıyla bastırıldı ve Molla Mustafa Barzani evinde göz hapsine alındı. 

İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkede İngiliz karşıtlığının artması ve Başbakan Raşid Ali’nin Almanya ile bağlantı kurması üzerine, İngilizler Mayıs 1941’de Irak’ı ikinci kez işgal ettiler. Aynı yıl, Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırınca, İngiliz ve Sovyet güçleri güvenlik gerekçesiyle İran’ı da işgal ettiler. 

Bağdat ve Tahran’daki merkezî yönetimlerin etkilerini yitirmesinden yararlanan 
Kürtler, hem Irak’ta, hem de İran’da ayaklandılar. İran’daki Kürtler Mehabad 
Cumhuriyeti adıyla bir devlet kurduklarını ilan ettiler. Bu, Moskova’nın desteği ile kurulmuş bir devletti. Sovyet yönetiminin amacı, Kürtleri kullanarak bölgesel etkinliğini arttırmaktı. İran Kürtleri ile birlikte hareket eden ve Mehabad Cumhuriyeti’nin bir benzerini Kuzey Irak’ta kurmayı amaçlayan Molla Mustafa Barzani, İran Kürdistan Demokratik Partisi’ni kendisine örnek alarak, 1946’da Irak Kürdistan Demokratik Partisi’ni (IKDP) kurdu. İkinci Dünya Savaşı bitince, İran ve Irak’taki işgal de sona erdi ve siyasal otoritesini yeniden kazanan Tahran yönetimi, 1947’de düzenlediği bir askeri operasyonla Mehabad Cumhuriyeti’nin varlığına son verdi. İran’da bulunan Molla Mustafa Barzani, Sovyetler Birliği’ne kaçarak bu ülkeden siyasal sığınma hakkı istedi.27 

1948 yılı, Ortadoğu’nun tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte, Birleşmiş 
Milletler kararıyla Filistin toprakları üzerinde İsrail adıyla bir Yahudi devleti kurulmuştur. Aslında bu, Batılıların, Yahudilere “vaat edilmiş topraklar” 
üzerinde bir yurt verme sözünü içeren 1917 tarihli Balfour Bildirisi ile başlatılan 
sürecin son aşamasıydı. Holocaustun28 Yahudi halkına karşı dünya çapında bir acıma ve sempati duygusu yaratmış olmasından yararlanılarak, 1917’de verilen söz yaşama geçirilmiştir. İsrail’in kurulması, günümüze dek sürecek ve bölgeyi sürekli bir savaş ortamına, büyük sıkıntı ve acılara sokacak bir süreci başlatmıştır. Arap toprakları üzerinde, Batı emperyalizminin uzantısı olarak gördükleri bir Yahudi devletinin kurulmasını hazmedemeyen Arap devletlerinin İsrail’e saldırması ile başlayan Arap-İsrail savaşı günümüzde halen sürmektedir. 

Arap-İsrail savaşında İsrail’in temel stratejisini “peripheral strategy” (=çevresel 
strateji) denilen bir anlayış oluşturur. Bu stratejinin temelleri, İsrail devleti 
kurulmadan çok önce atılmıştı. Tam adı, “theory of allied periphery”(=müttefik 
çevre kuramı) olan stratejinin ilkeleri daha 1930’lu yıllarda David Ben Gurion 
tarafından saptanmıştı. İsrail kurulunca devlet başkanı olan Ben Gurion, stratejiyi 
geliştirdi. Buna göre İsrail, Arap ülkelerini çevreleyen Türkiye, İran ve 
Etiyopya ile stratejik ilişkiler kurmalıydı. Ayrıca, bu strateji içinde Kürtlere de 
çok önemli bir yer veriliyordu. Çünkü İsrail’in iki önemli düşmanı olan Suriye 
ve Irak’ta önemli bir Kürt nüfus yaşıyordu. Suriye ve özellikle Irak’a yönelik 
yıkıcı faaliyetlerin en etkili aracı, bu ülkelerdeki Kürtlerin kışkırtılmasıydı. Bu 
amaçla Siyonist liderler, daha 1930’lu yıllarda Kürtlerle bağlantı kurmuşlardı. 
Siyonist gizli servisinde görevli Haham Shilia, Hebrew Okulu’nda okuyan bir 
öğrenci kimliğiyle geldiği Bağdat’ta bir ajan ağı kurmuş ve Kürtlerin yaşadığı 
Kuzey Irak’ın dağlık bölgeleriyle gizli bağlantı sağlamıştı. Yahudilerin Kürtlere 
duydukları ilginin bir nedeni de, “vaat edilmiş ülke” saydıkları toprakların, 
Kürtlerin yaşadığı toprakları yakından ilgilendiriyor olmasıydı. Siyonist lider 
Theodor Hertzl, 1904 yılında “Vaat edilmiş ülke”nin “Mısır’dan Fırat’a kadar 
uzandığını” söylemişti. İsrail devletinin kuruluşunun ele alındığı Birleşmiş 
Milletlerin 9 Ocak 1947 tarihli bir komite oturumunda ise Haham Fischmann, 
“vaat edilmiş ülkenin Nil ile Fırat ırmakları arasında yer aldığını” belirten bir 
rapor sunmuştu.29 ( Harita-1) 

Irak genelinde, ülke nüfusuna oranları % 4’ü bulan önemli bir Yahudi 
azınlık yaşıyordu. Bunlar, Kuzey Irak’taki Kürtlerle bağlantı kurmak ve 
onları kışkırtmak için önemli bir rol üstleniyorlardı. M.Ö. 722 yılında Asur 
Krallığı’nın Yahudi Krallığı’nı yıktığı ve Filistin’de yaşayan Yahudilerin bir 
bölümünü Mezopotamya ve Medya’ya götürdüğü İncil’de yazmaktadır. Babil Kralı 
II. Nabukadnezzar’ın Asurluları yenilgiye uğratmasından sonra, Babil’e (Bağdat) 
önemli sayıda Yahudinin yerleştirildiği bilinmektedir. Irak’taki Yahudi varlığı, İlkçağlardaki bu nüfus hareketlerinden kaynaklanmaktaydı. Asurlular 
tarafından Kuzey Irak’a yerleştirilen Yahudilerin sayısı, Yahudi hahamların yürüttükleri misyonerlik faaliyetleri sonucunda artmıştı. Ancak bu sayı, Irak’tan 
Filistin’e Yahudi göçleri nedeniyle 1930’larda azalmaya başladı. 1932’de 
Irak’taki İngiliz mandat yönetiminin son bulması, ertesi yıl Almanya’da Hitler’in 
iktidara gelmesi ve buna bağlı olarak yükselen Nazi etkisi, Yahudi düşmanlığını 
ve Yahudiler üzerindeki baskıları arttırdı. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce 
binlerce Yahudi Filistin’e göç etti. 20. yüzyılın ortalarında, yani İsrail devleti 
kurulduğu zaman, Kuzey Irak’taki Yahudi varlığı 25-30 bin civarında tahmin 
ediliyordu ve bu sayının önemli bir bölümü Zaho kasabasında yaşıyordu. 
Bağdat’ta ise, aynı tarihlerde 130 bin civarında Yahudi’nin bulunduğu hesaplanıyordu. 

Arap-İsrail savaşı başlayınca, Arap ülkelerinde yaşayan Yahudiler, daha da artan baskılar karşısında bu ülkeleri kitlesel olarak terk etmeye başladılar. 1948 ile 1952 yılları arasında Irak’tan Filistin’e gidenlerin toplam sayısı 150 bine yaklaşıyordu. Bunlardan 113 bini, İsrail’in, Bağdat’a kurduğu hava köprüsü ile 1950 Mayısından 1951 Aralığına kadar hava yoluyla Filistin’e taşınmıştı.30 Kuzey Irak’taki Yahudiler, çoğunlukla Türkiye üzerinden Filistin’e kaçtılar. Irak kaynaklarına göre bunların toplam sayısı 22.618 kişiydi. Sonuçta, Irak’ta yalnızca 5 bin civarında Yahudi kaldı. Bunlar da çoğunlukla büyük servet sahibi olanlardı. Servetlerini yitirmemek için birçoğu din değiştirerek Müslüman olmayı seçti. Yahudilerin Irak’taki varlığının son bulması, İsrail’in Kuzey Irak Kürtleri üzerindeki kışkırtıcı faaliyetlerinin zayıflaması sonucunu doğurdu. 31 


3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Emperyalizmin “Kürt” Kartı., BÖLÜM 1

Emperyalizmin “Kürt” Kartı.,  BÖLÜM 1

Emperyalizmin Kürt Kartı, İhsan Şerif Kaymaz, Kürt sorunu,emperyalizm,İngiltere,İsrail,Irak,Türkiye,ABD,Suriye,

İhsan Şerif Kaymaz* 
* Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü 
Akademik Bakış 
Cilt 1, Sayı 1 
Kış 2007 
Akademik Bakış 


Özet 




Aşağıdaki makalede “Kürt sorunu” irdelenmiştir. “Kürt sorunu” denilen olgunun tanımı yapıldıktan sonra bunun, emperyalizm tarafından Türkiye’ye ve Ortadoğu bölgesine karşı bir silah olarak kullanılması tarihsel bir perspektif içinde anlatılmıştır. 
İlk kez Birinci Dünya Savaşı sonunda İngilizler aracılığıyla Kürtlerle bağlantı kuran emperyalizm, bölgede bir kukla Kürt yönetimi kurmanın yollarını aramış, fakat o zaman çeşitli nedenlerle buna olanak bulamamıştır. Bunun üzerine “Kürdistan” projesinin zamana yayılarak yürütülmesi yolu seçilmiştir. İsrail Devleti’nin kurulması sırasında ve sonrasında, Siyonist yöneticilerin izledikleri “çevresel strateji”nin gereği olarak “Kürt kartı”nı etkin biçimde kullanmaya girişen Yahudiler, Kürtlerin özerklik/bağımsızlık kazanması sürecinde belirleyici olmuşlardır. 
1980’lerin ortalarına değin Soğuk Savaş koşulları nedeniyle Türkiye’ye gereksinim duyduğunu değerlendiren Batı, “Kürt sorunu”nu açıktan açığa provoke etmekten kaçınmış, örtülü yöntemlerle amacına ulaşmaya çalışmıştır. Ama Doğu Bloku’nun yıkılacağının anlaşılmasından sonra, Kürtler üzerinden yürütülen emperyalist oyunun daha açık bir biçimde sahnelenmeye başlandığını görüyoruz. Bugün gelinen noktada Kürdistan Devleti de facto olarak kurulmuş durumdadır. 
Bu devletin bağımsızlığını resmen ilan etmesi için eksik olan tek şey uluslararası tanımadır. Bunun gerçekleşmesi ise yalnızca bir zaman sorunudur. 

Türkiye’nin, ulusal çıkarlarına bütünüyle aykırı olan bu süreci engellemek yönünde hiçbir ciddi girişimde bulunmaması, hatta tersine bu sürece katkı sağlamış olması dikkat çekicidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Atatürk’ün “tam bağımsızlık” anlayışına dayalı dış politika ilkesini terk ederek kendisini, ekonomik, siyasi ve askeri olarak Batı’ya tek yanlı bağımlı kılan Türkiye, 1980 yılından itibaren de bütünüyle küresel kapitalizmin yörüngesine girmiştir. İzlenen hatalı dış politika stratejilerin ağır bedelleri her alanda olduğu gibi “Kürt sorunu” ile bağlantılı olarak da ödenmiştir ve eğer strateji değişikliğine gidilmezse ödenmeye devam edilecektir. 

Giriş: 

“Kürt Sorunu” 

İçinde yaşadığımız ve Ortadoğu diye adlandırılan bölge, insan uygarlığının doğuşuna tanıklık etmiş, ana ticaret yollarının güzergâhı üzerinde yer almış 
ve tarihin her döneminde çeşitli göçlere ve istilalara sahne olmuştur. Bu yüzden, tarih boyunca çok sayıda kavime ev sahipliği yapmıştır. Zaman içinde bu 
kavimlerin üçü -Türkler, Araplar ve İranlılar- bölgeyi siyasal ve kültürel olarak egemenlikleri altına almışlardır. Diğerleri, bu üç kavimden birisiyle bütünleşerek, 
süreç içinde tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Bugün bunların kalıntıları küçük ve dağınık gruplar halinde varlıklarını sürdürmektedirler. Bu genel saptamanın tek bir istisnası vardır: 

Kürtler,

Kürtler, çok eski çağlardan beri Zagros Dağları’nın batı yamaçlarında 
yaşadıklarına inanılan dağlı bir halktır. Zaman içinde batı ve kuzey yönünde 
yayılmışlardır. Kökenleri tam olarak bilinmemektedir. Sami, İranî ya da Turanî 
kökten geldiklerine ilişkin çeşitli savlar vardır.1 Aralarında Farsçanın uzak lehçeleri olduğu anlaşılan dilleri konuşmaktadırlar. İçinde yaşadıkları doğal çevre -sert iklim ve coğrafya koşulları- kendine özgü bir toplumsal örgütlenme 
biçimi geliştirmelerine neden olmuştur. Aşiret denilen ve her biri kapalı birer 
sosyo-ekonomik birim oluşturan küçük ve dağınık gruplar halinde yaşarlar. 
Katı, hiyerarşik kurallarla yönetilen aşiretlerin mensupları, kendilerini özgür 
bireysel kimlikleriyle değil, mensubu oldukları aşiretin topluluk kimliği ile 
algılarlar. Bu olgu, yalnız göçebe ve yarı-göçebe Kürt toplulukları açısından 
değil, yerleşik yaşama geçmiş olanlar için da geçerlidir. Katı, kapalı ve dağınık 
toplumsal gruplar halinde yaşamaları sayesinde Kürtler, bölgeyi etkinlikleri 
altına alan üç ana etnik grup karşısında varlıklarını koruyabilmişlerdir. Fakat 
aynı yapı, onların kendi içlerinde bir bütünlük oluşturmalarını ve aşiret kimliğinin 
ötesinde bir ulusal kimlik geliştirmelerini engellemiştir. Sayıları yüzleri 
bulan Kürt aşiretleri arasındaki ilişkiler düzensiz, değişken ve güvenilmezdir. 
Ne ortak bir kimlik algılamasından, ne de onları birbirine bağlayan ortak bir 
dilin varlığından söz edilebilir. 

Bu özellikleriyle Kürtler, tarih boyunca her türlü siyasal kurumlaşmayı 
–bunların özgün aşiret yapılarını tehdit ettiğini düşünerek- reddetmişlerdir. 
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, gerek coğrafi olarak merkezî otoritenin 
uzağında kalmaları, gerekse Osmanlı yönetim anlayışının onlara sağladığı 
yarı-özerk statü sayesinde geleneksel toplumsal yapılarını korumayı başarmışlardır. 

Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması ve yerine güçlü 
merkezî otoritelere dayanan ulus-devletlerin kurulması ile birlikte yerel 
Kürt aşiretleri ile merkezî devletler arasında çatışma yaşanmaya başlamıştır. 
Merkezî devletlerin çağdaşlaşma ve modernleşme yönünde attıkları her 
adım, Kürt aşiretlerinin şiddetli direnişi ile karşılaşmış, böylece Kürtler, bölgede 
sürekli ve kalıcı bir istikrarsızlık kaynağı haline gelmişlerdir. Bu ise, hem 
bölge-içi ilişkilerin sağlıklı biçimde gelişmesini engellemiş, hem de bölgedışı 
büyük güçler için sürekli bir müdahale ve istismar gerekçesi yaratmıştır. 
Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın son 100 yıllık tarihi incelendiğinde “Kürt 
sorunu” ile bağlantılı dış müdahalelerin hemen hiç eksik olmadığı görülür. 
Emperyalist güçler, coğrafi konumu ve petrol/doğal-gaz zenginliği ile çok büyük 
bir stratejik değere sahip olan Ortadoğu’yu denetim altına alabilmek için 
her zaman “Kürt sorunu”nu istismar etmişlerdir. Aşağıda, bu emperyalist istismarın 

Tarihsel Süreci Kuzey Irak Merkezli Olarak Özetlenmiştir. 

1. Emperyalizmin Kürtlerle Doğrudan Bağlantı Kurması (1918) 

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri arasında ne şekilde paylaşılacağı konusu İngiliz Savaş Kabinesi’nde görüşülürken, Hindistan Bakanlığı’nın Mezopotamya’nın geleceği ile ilgili görüşlerini açıklayan Siyasi Bölüm Başkanı Arthur Hirtzel, İngiltere’nin Basra ve Bağdat vilâyetlerini alması, Musul vilâyetinden ise uzak durması gerektiğini belirtti. Hirtzel’e göre, nüfusunun çoğunluğunu işlenmesi zor bir insan kitlesi olan Kürtlerin oluşturduğu Musul vilâyeti ileride Britanya İmparatorluğu’na sorun yaratabilirdi.2 

Osmanlı İmparatorluğu topraklarının paylaşılması konusunda İtilaf Devletleri arasında yapılacak görüşmelerde İngiltere’nin isteklerine temel oluşturacak genel bir tasarı oluşturmak üzere Başbakan Asquith tarafından görevlendirilen De Bunsen Komisyonu da hazırladığı raporda Musul vilâyetinin İngiliz etki alanı dışında bırakılmasını öngörüyordu. Komisyon, paylaşım sonucunda Doğu Anadolu’ya yerleşmesi öngörülen Rusya ile sınırdaş olmamak için Musul’un Fransız etki alanına terk edilmesi ve Fransız etki alanının, İngiliz ve Rus etki alanları arasında tampon oluşturması gerektiği görüşündeydi. 

Ancak bu yapılırken, Musul vilâyetinde İngiltere’ye ait olan petrol ayrıcalıkları Fransa’ya devredilmemeli bunlar mutlaka muhafaza edilmeliydi.3 
Sykes-Picot Antlaşması, De Bunsen Komisyonu’nun raporu temel alınarak 
düzenlenmiş ve Komisyon’un önerisi doğrultusunda Musul vilâyeti Fransız 
etki alanına bırakılmıştır.4 
İngilizler bu yaklaşımlarını savaşın sonuna değin sürdürmüşlerdir. 
Yani Musul, hem nüfusunun çoğunluğunu Kürtlerin oluşturması nedeniyle, 
hem de Ruslarla sınır komşusu olunması istenmediği için İngiliz etki alanı 
dışında bırakılmalıydı. Nitekim 1917 Martında Bağdat’ı işgal eden İngilizler, 
Cebel Hamrin’e kadar Bağdat vilâyetinin tamamını ele geçirdikten sonra askeri 
hedeflerine ulaştıkları düşüncesiyle operasyonlarını durdurup, Irak cephesindeki 
askerlerini diğer cephelere kaydırmaya başladılar. 1918 yılının Nisan ve Mayıs aylarında taktik nitelikteki bir-iki hamle dışında herhangi bir ilerleme girişiminde bulunmadılar. Oysa bölgedeki İngiliz gücü, diğer cephelere büyük miktarda asker kaydırılmış olmasına karşın, hem asker sayısı, hem de ateş gücü bakımından karşısındaki Osmanlı VI. Ordusu’nun beş katını aşan bir büyüklüğe sahipti ve eğer istenseydi Musul vilâyetini rahatlıkla alabilecek güçteydi.5 

Savaşın sonunda İngilizlerin Musul’la ilgili görüşlerinin birdenbire değiştiğini ve Musul vilâyetini öncelikli stratejik hedefleri arasına dahil ettiklerini görüyoruz. Bu tutum değişikliği iki nedene dayanmaktadır: Birincisi, Bolşevik devrimi ile savaştan çekilen Rusya paylaşım hesaplarının dışında kaldığından, artık Musul vilâyetini almak Rusya ile sınır komşusu olmayı gerektirmeyecekti. 

İkincisi, savaş, ileriki yıllarda dünya siyasetini derinden etkileyecek olan çok önemli bir gerçeği açığa çıkarmıştı: modern yaşamın sürdürülmesi, daha da önemlisi modern bir savaşın kazanılması, mutlaka yeterli petrole sahip olmayı gerektiriyordu. Diğer koşullar eşit olduğunda, modern bir savaşta kazanmak ile kaybetmek arasındaki ince çizgide sonucu belirleyen nihai etken kimin daha fazla petrole sahip olduğu idi. İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon’un “bir petrol dalgası üzerinden zafere ulaştık” şeklindeki sözleri durumu özetliyordu.6 

Bu gerçek, Musul vilâyetinin yazgısını değiştirdi. Çünkü orada petrol vardı ve petrol işletme ayrıcalıklarına sahip olmak, petrolün güvenli akışını sağlamak için yeterli değildi. Doğrudan doğruya petrol yataklarının denetim altına alınması gerekiyordu. “İşlenmesi zor bir insan kitlesi”nin bulunması, Musul vilâyetinin işgal edilmesi gereğini ortadan kaldıramazdı. Petrol lobisi tarafından Amiral Edmond Slade imzasıyla hazırlanan ve 1918 yılı Ağustos ayında İngiliz hükümetine sunulan bir raporda, Musul vilâyetindeki petrol yataklarının yerleri gösteriliyor ve savaş bitmeden önce buraların mutlaka İngiliz denetimi altına alınması gerektiği belirtiliyordu.7 Ekim ayının sonlarında başlayan İngiliz ileri harekâtı, bilindiği gibi Mondros bırakışmasını izleyen günlerde sonuçlandırıldı ve 1918 yılı bitmeden Musul vilâyetinin tamamı İngilizlerce işgal edildi.8 

2. İngilizlerin “Kürdistan” Yaratma Çabaları (1918-1920) 

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İngiliz yönetiminin değişlik kademelerinde 
görev yapan devlet yetkilileri tarafından çeşitli “Kürdistan” önerilerinin 
geliştirildiğini görüyoruz. Bu konuda ilk görüş açıklayan kişi, Sykes-Picot 
Antlaşması’nı İngiltere adına imzalamış olan Mark Sykes’dır. Sykes, Mondros 
ateşkes antlaşması taslağının hazırlık çalışmaları sırasında, tüm Kürt bölgelerinin 
işgal edilmesi ve Kürtlerin, Türk karşıtı harekete dâhil edilmesi gerektiğini 
belirtmiştir. Çünkü Sykes, Mezopotamya’da İngiliz etkinliği altında kurulması 
öngörülen Arap devletinin güvenliğinin sağlanabilmesi için bu devletle 
Türkiye arasına bir tamponun konulması gerektiğini düşünmektedir.9 İngiliz 
Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bir istihbarat görevlisi olan Arnold J. Toynbee de 
Sykes ile aynı görüşteydi. Ama ona göre, Kürtlerin yaşadığı bölgelerin denetim 
altına alınması, Mezopotamya’da kurulması tasarlanan İngiliz güdümündeki 
Arap devletinin güvenliğinden çok, Doğu Anadolu’da kurulması tasarlanan 
Ermenistan devletinin güvenliği açısından önemliydi.10 Aynı sıralarda, 
İngiliz istihbarat görevlilerinden Thomas E. Lawrence da hükümete bir andırı 
vererek, Yukarı Mezopotamya, Aşağı Mezopotamya ve Suriye’de, her biri Şerif 
Hüseyin’in oğulları tarafından yönetilecek olan üç Arap devleti kurulmasını 
önerdi. Yukarı Mezopotamya’da kurulacak olan Arap devletinin merkezi Musul 
olmalıydı. Batı ve kuzey sınırları Fırat nehri ile belirlenecek olan bu devlet, 
Urfa ve Diyarbakır’ı içine almalıydı. Lawrence da Güneydoğu Anadolu’nun 
Türkiye’den ayrılması gerektiği görüşündeydi ama onun tasarısında Kürtlere yer yoktu.11 

Bağdat’taki İngiliz Sivil komiseri Albay Arnold Talbot Wilson, Mezopotamya’da oluşturulacak İngiliz etkinlik alanının mutlaka Musul vilâyetini içermesi gerektiği görüşündeydi. Wilson’a göre, Kürtlere özerklik verilmesi konusu aceleye getirilmemeliydi. Çünkü henüz aşiret düzeyinde yaşayan ve hem toplumsal, hem de coğrafi olarak aşırı derecede parçalanmış bir durumda bulunan Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme ve kendi kendilerini yönetme şansları yoktu. Tarih boyunca da bunu başarabilmiş değillerdi. Wilson, eğer bir Kürdistan devleti kurulacaksa, bunun ancak bir dış gücün etkin desteği ve yardımıyla gerçekleşebileceğini, böyle bir devletin yaşamasının da ancak sürekli olarak koruma altında tutulmasıyla sağlanabileceğini belirtti. Kürtleri kazanmak için bir şey yapmak isteniyorsa, Musul vilâyetinin kuzey-doğusunda Erbil-Altınköprü-Kerkük-Kifri gibi Türkmen kentleri dışarıda kalacak şekilde çizilecek bir hattın gerisinde bir aşiretler konfederasyonu oluşturmak ve bunlara sınırlı özerklik vermekle yetinilmeliydi. Wilson, Kürtlerin bu sınırlı özerklik statüsünü bile muhafaza edebileceklerinden kuşku duyuyordu.12 
Wilson’un yönetimi altında Irak’ta görev yapan İngiliz siyasi görevlilerinin 
tümü onunla aynı görüşteydiler. Yalnızca biri ondan farklı düşünüyordu: 
Binbaşı E. W. C. Noel. Kürtlere karşı büyük bir yakınlık duyan ve “Kürt Lawrence’ı” diye anılan Noel’e göre, Musul vilâyetinin Kürt bölgeleri Mezopotamya’da kurulması öngörülen Arap devletinin dışında tutulmalı ve Kürtlere çok geniş bir özerklik verilmeliydi. Kürtler arasında birlik bulunmadığını Noel de kabul ediyordu. Bu yüzden, üç ayrı Kürt devleti kurulmasını öneriyordu: Merkezi Süleymaniye olan Güney Kürdistan, merkezi Musul olan Merkezî Kürdistan ve merkezi Diyarbakır olan Batı Kürdistan. Noel, Kürtlerin kendi kendilerini yönetemeyeceklerini kabul etmiyordu. Ona göre, İngiliz yönetimi altına da alınsalar, Türk yönetimi altında da bırakılsalar Kürtlerin yaşadığı topraklar bir bütün olarak muhafaza edilmeli, parçalanmamalıydı.13 
Tüm bu görüşleri değerlendiren İngiliz Dışişleri Bakanlığı Siyasi İstihbarat 
Bölümü 21 Kasım 1918 tarihli andırısı ile bu konuda izlenecek yolu belirledi. 
Andırıda, İmadiye-Cizre hattının güneyinde İngiliz etkinliği altında bir 
Arap devletinin kurulmasının daha önce Şerif Hüseyin’e söz verildiği, ama 
söz konusu hattın, gizli paylaşım antlaşmaları ile Rusya’ya bırakılan kuzey 
bölümünde, artık Rusya olmadığına göre serbest hareket edilebileceği belirtiliyordu. Doğu Anadolu’yu elinde bulunduracak gücün hem stratejik olarak, 
hem de su kaynaklarına sahip olacağı için Mezopotamya’yı tehdit edebileceğine 
dikkat çekilen andırıda, bu nedenle Mezopotamya’ya egemen olacak gücün 
Doğu Anadolu’daki su kaynaklarını denetim altına alması gerektiği saptaması 
yapılıyordu. Bunun anlamı, Mezopotamya’ya yerleşmeye karar vermiş olan 
İngiltere’nin kuzeyde kendisi dışındaki bir gücün egemen olmasına izin vermemesi gerektiği idi. Fakat Kürtlerin yaşadığı toprakları doğrudan denetim 
altına almak pratik bir yöntem değildi ve güç bir işti. En uygunu, -Wilson’un 
önerdiği gibi- bölgede İngiliz koruması altında bir aşiretler konfederasyonu 
oluşturmaktı. İngiltere dağlık bölgelerden uzak durmalı, petrol ve doğal kaynakların bulunduğu alçak bölgeleri ise doğrudan denetimi altında bulundurmalıydı. Andırıda Kürt ve Ermeni sorunlarının birbirine bağlı olduğu ve iki 
halk arasında geçmişin düşmanlıklarını örtecek bir tür modus vivendi (=geçici 
antlaşma) sağlanmasının kalıcı çözüm için gerekli olduğu ifade ediliyordu.14 
Paris Barış Konferansı’na İngiliz hükümeti adına 7 Şubat 1919 günü verilen notada İran’ın toprak bütünlüğü bozulmadan tüm Kürtlerin birleştirilmesinin olanaksız olduğu ve tek bir devlet çatısı altında birleştirilseler bile Kürtlerde kendi kendilerini yönetecek yeteneğin bulunmadığı belirtiliyordu.15 
İngiliz hükümetinin ağırlıklı olarak Wilson’un görüşlerini benimsediği anlaşılıyordu. 
İngiliz Genelkurmayı da 19 Şubat 1919 günü yayınladığı bir andırı ile Wilson’un görüşlerini desteklediğini ortaya koydu.16 

Arnold T. Wilson, 1919 yılının Haziran ayında görüşlerini genel bir tasarı 
halinde açıkladı. Ona göre, Mezopotamya’da kurulacak olan devlet ekonomik 
ve stratejik nedenlerle Musul vilâyetini mutlaka içermeliydi. Kurulması 
tasarlanan “Kürdistan,” bunun kuzeyinde, batıda Fırat nehri ile doğuda İran 
sınırı arasında yer almalı ve Diyarbakır, Harput, Bitlis ve Van vilâyetlerini içine 
almalıydı. Kürdistan – Mezopotamya sınırı 37. paralel dairesi boyunca Mardin 
Kürdistan’da, Cizre, Resulayn ve Nusaybin Mezopotamya’da kalacak şekilde 
çizilmeliydi. Kürdistan’ın kuzeyinde Erzurum ve Trabzon vilâyetlerini içine 
alacak şekilde Amerikan koruması altında bir Ermenistan devleti kurulmalı, 
Harput-Bitlis-Van vilâyetlerinin kuzey sınırlarını birleştiren çizgi Kürdistan – 
Ermenistan sınırını oluşturmalıydı. Wilson’a göre, eğer İngiltere bu tasarıyı 
uygulama olanağı bulamazsa, o zaman tek seçenek adı geçen 6 vilâyetin 
tamamını Türk yönetimine bırakıp Musul vilâyetinin ötesine karışmamaktı.17 
Noel derhal bir karşı tasarı hazırlayarak Wilson’un yaklaşımını eleştirdi. Noel’e 
göre söz konusu 6 vilâyetin -Musul vilâyetinin Kürt bölgeleri de dahil olmak 
üzere- tamamı aynı gücün mandatsı altına konmalıydı. Kürt ve Ermeni bölgeleri 
arasında şimdilik bir sınır belirlenmemeliydi. Kuzeyde Ermeni, güneyde 
Kürt ağırlıklı bir yapılanmaya gidilmesiyle yetinilmeliydi.18 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***