Mehmet Eymür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehmet Eymür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2018 Salı

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ '' BÖLÜM 3,

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ '' BÖLÜM 3,
MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI, Mehmet Eymür, CASUS, casusuluk hikayeleri,
HOOVER KENDİNİ TANRI MI SANIYORDU?
Ama herkes HOOVER’ın kendisini Tanrı sandığını biliyordu. Bu adamların bundan kendi aralarında bile söz etmemeleri acayipti. İki adamla ‘TISLER Olayı’ndan söz ettik. Sonra HOOVER’in odasına gittik. FBl’ın Direktörü masasının arkasında duruyordu. Parlak lacivert bir elbise giymişti. Resimlerinde durduğundan daha uzun boylu ve inceydi- Ama yüzü kırışıktı ve etleri sarkmıştı. Kesin, fakat neşesiz bir tavırla elimi sıktı.
BELMONT ziyaret nedenimi anlatmaya başladı ama HOOVER sert bir tavırla onun sözünü kesti. ‘Raporu okudum, Al. Olayı Mr. Wright’tan dinlemek istiyorum’. Kömür gibi kapkara gözlerini bana dikti. RAFTER’in (Not-Türkçe ‘KİRİŞ’–Sovyetlerin İngiliz Takipçilerin telsizlerini dinlediğini tespit eden ve gizli haberleşmelerini bulan teknik sistemin kod adı) bulunmasını anlatmaya başladım ama HOOVER lafı hemen ağzıma tıktı. ‘Sizin Servis’in bizim Çek kaynağın açıklamalarından artık memnun olduğu anlaşılıyor’… Cevap verecektim ama beni susturdu. ‘Güvenlik organizasyonlarınıza burada, Washington’da çok yardım ediliyor’. Sesi tehdit doluydu. ‘Bu durum milli güvenliğimizi etkilediği zaman Amerika Birleşik Devletleri Cumhurbaşkanı’na önerilerde bulunmam gerekiyor. Onun için böyle olaylarla yakından ilgilenmek zorunda kalıyorum. Özellikle İngiltere’nin bu alanda son zamanlarda karşılaştığı problemler açısından. Ayağımı bastığım yerin sağlam olduğunu bilmeliyim. Anlatabiliyor muyum’? ‘Tabii, efendim. Anlıyorum’.
Harry STONE gözlerini ayakkabılarının bağlarına dikmişti. Al BELMONT’la Bill SULLIVAN, HOOVER’ın masasının bir yanında, gölgelerin arasında oturuyorlardı. Yani iş bana düşüyordu. ‘Verdiğim raporda’. ‘Adamlarım raporunuzu hazmettiler bile, Mr. Wright. Beni aldığınız dersler ilgilendiriyor’. Ben cevap veremeden HOOVER öfkeli, küçültücü bir eleştiriye başladı. Batı, Komünizm saldırısı karşısında yetersiz kalıyordu. HOOVER’ın düşüncelerinin çoğunu paylaşıyordum- Ama konuşma tarzı çok çirkindi. Tabii sonunda BURGESS ve MACLEAN konusunu açtı. Bu iki casusun adlarının her hecesini yakıcı bir kinle söylüyordu. ‘Mr. Wright, burada, bu Büro’da böyle bir şey olamaz! Ajanlarımın hepsi hakkında araştırma yapılır! Bu olaydan alınması gereken dersler var. Anlatabiliyor muyum’? Başımı salladım. Harry STONE atıldı. ‘Tabii, Mr. HOOVER’. ‘Daima tetikte olmalı, Mr. Wright. Tetikte olmalı. Burada, Büro’nun merkezinde ışıklar her zaman yanar’.
CIA KARŞI CASUSLUK ŞEFİ ANGLETON
HOOVER’la yaptığım bu sıkıcı konuşmanın ertesi günü CIA’nın Karşı Casusluk Bölümü Şefi James ANGLETON’la yemek yedim. Müthiş zeki bir adamdı. Soğuk Savaş’ın keyfini çıkarmayı değil, mücadeleyi kazanmayı istiyordu. 1950’lerin sonunda ANGLETON’un yıldızı Washington’da iyice parlamaya başlamıştı. Özellikle İsrail’deki bir ajanından Kruschev’in Stalin’i suçlayan konuşmasının gizli kopyasını almayı başardıktan sonra. ANGLETON, eski MI6 bürosunda eğitilmişti. Hem de Kim PHILBY tarafından. ANGLETON’dan hoşlanıyordum. Ve o daha önce birlikte iş yapabileceğimizi de ima etmişti. Lokantadan içeri girdiğim zaman ANGLETON masada oturuyordu. Zayıf, veremli bir adamdı. Gri bir elbise giymişti. Ona katılırken boğuk sesiyle, ‘HOOVER nasıldı?’ diye sordu.
‘Her şeyi çok çabuk haber alıyorsun, Jim’, dedim. Bir ölününkini andıran yüzünde bir tebessüm belirdi. Onun ağzımdan laf almaya çalıştığını biliyordum. CIA’nın ‘TISLER Olayı’ndan da, adamın iddialarından da haberi yoktu. ‘Bu sıradan bir ziyaretti. Büroyla dost olmaya çalışıyoruz. Şu ara Londra’da moda bu’.
ANGLETON, ‘Boşuna zaman kaybediyorsun’, dedi. ‘Ben bildim bileli o adamla dost olmaya çalışıyorsunuz. O bize her zaman İngilizlere hiç dayanamadığını söylüyor’. Biraz öfkelendim. Oysa damarıma mahsus bastığını da biliyordum. ‘CIA’nın bize daha dostça davrandığı söylenemez’. ANGLETON bardağına tekrar içki doldurdu. ‘Şu son on yıl Washington’a çok şey borçlandınız… HOOVER gibilere gelince… Onlar BURGESS’le MACLEAN’e bakıyorlar. Sonra da MI5’e. Ve ‘Ne uğraşalım?’ diyorlar’. ‘Yanılıyorsun, Jim’ dedim. ‘Her şey değişiyor. On yıl önce beni bir bilim adamı olarak işe almazlardı. Ama şimdi Büro’dayım. Ve durmadan yeni ajanlar tutuluyor’.
İNGİLİZ OKULUNDA OKUDUM, SİZİ İYİ TANIRIM
ANGLETON alay etti. ‘Ben bir özel İngiliz okulunda okudum. Sizi iyi tanırım’. ‘Durmadan BURGESS’le MACLEAN’den yakınmanın bir yararı yok. O olay geçmişte kaldı. Dünya çok küçüldü. Tekrar birlikte çalışmaya başlamalıyız’. ANGLETON sigarasının dumanlarını havaya üfledi. ‘HOOVER size yardım etmez!’ Ama kendisinin yardım edeceğini de söylemedi. Yemek bir hayli uzun sürdü. ANGLETON ağzından bir şey kaçırmıyor, durmadan beni konuşturmaya çalışıyordu. Bir ara, ‘Ya PHILBY?’ diye sordu. Açık açık, ‘Onun bir casus olduğunu sanıyorum’, dedim. ‘Bana MI5’in Armond HAMMER’le ilgili dosyasını verebilir misin?’ HAMMER, ‘Occidental Petroleum’un başıydı ve Sovyetler Birliği’yle iş yapıyordu. ‘Seninle dostuz, Jim. Ama o kadar da samimi değiliz’. Ayrılırken, ‘Beni dinle, Jim’, dedim. ‘Çok ciddiyim. Sen Washington’da bana yardım etmezsen ben de başkasını bulurum’. ‘Bakalım, elimden geleni yaparım’, diye mırıldanarak uzaklaştı.”
Evet, bu günlük burada keselim. Görüyorsunuz, ‘Süper Güç’ ABD, milli menfaatlerine dokununca, en yakın akrabası İngiliz Kraliyetini bile tanımamış ve aşağılamış! Koskoca İngiliz güvenlik teşkilatının ikinci adamı, FBI Başkanı HOOVER’in karşısında bir laf dahi edememiş, ezilip büzülmüş.
Ama HOOVER deyip geçmeyelim. O ABD Başkanlarının açıklarını bilen ve bu sebeple 48 yıl makamında kalan enteresan bir şahsiyet. Başkan Kennedy suikastı dahil, birçok siyasi cinayette parmağı olduğu iddia ediliyor.
Gerçi bizde de HOOVER benzerleri, çok sır bilen, kimsenin dokunamadığı önemli makam sahipleri çıktı ama, 48 senelik rekoru kırabilen yok!
Polonya Entelijans Servisi’nde yüksek kademede, bir kaynak olan ve CIA’ya Polonya ve Sovyet entelijans operasyonları hakkındaönemli bilgiler veren Michael GOLENIEWSKI (1922-1993)CIA tarafından SNIPER, MI5 tarafından da LAVINIA kod adıyla anılıyordu. Onun CIA’ya ilettiği ve CIA’nın da MI5’e aktardığı bilgiler neticesinde İngiltere Portland’da ‘Portland Casusluk Şebekesi’ olarak adlandırılan ve İngiliz nükleer denizaltı filosu hakkında bilgi toplayan bir Sovyet Operasyonu çökertildi. Bu faaliyette suçüstü yakalananlardan biri Deniz Kuvvetleri Entelijans Servisi’nde görevli Harry HOUGHTON diğeri ise Gordon LONSDALE isimli bir Kanadalıydı. Esasında LONSDALE, ölü bir kişinin hüviyetine girmiş ve yıllardan beri faaliyet gösteren bir illegal Sovyet istihbaratçısıydı ve esas adı ‘Konon Trofimovich MOLODY’di.
Casusluk Hikâyelerine MI5’in ikinci adamı Peter WRIGHT’ın bir diğer ABD seyahati anlatımı ile devam edelim:
“Amerikan entelijans çevreleri Lonsdale Olayını olağanüstü bir zafer saydılar. Washington, Yayın Operasyon Komitesi’nin çalışmalarına karşı büyük bir ilgi duymaya başladı. Yeni teknikleri koordine eden bu komiteydi. Ben Amerikalılarla yapacağımız görüşmelerin İngiliz Gizli Servislerinin yeniden göze girmelerini sağlamak bakımından şahane bir fırsat olduğunu biliyordum. 1961 Ekim’inde Hugh Alexander, Hugh Denham, Ray Fravvley ve ben Washington’a gittik. Bize orada MI6 Bürosu’nun şefi Christopher Phillpotts da katıldı. Tabii aslında bizimkinin bir kumar olduğunu biliyordum. Hugh Alexander da benimle aynı fikirdeydi.
NSA’DA TOPLANTI
Toplantıda yapacağımız açıklamalara karşılık Amerikalıların bize bir şeyler anlatacakları kesin değildi. Hatta hiçbir açıklamada bulunmayacakları hemen hemen kesindi. Güvenlik meselesini de düşünmemiz gerekiyordu. Ama bütün bunlara karşılık büyük yararlar sağlayabilirdik.
Toplantı NSA’nın Maryland’de Fort Meade’deki merkezinde yapıldı. NSA Başkan Yardımcısı Louis TORDELLA açık açık fikir alış verişi yapılmasını istiyordu. Tabii açıklamalarımız Amerikalıları çok etkiledi. Tordella’nın açık açık konuşmasına karşılık CIA teknik gelişmeler konusunda hiçbir şey söylemedi. Sanki bize güvenemedikleri için sırlarını açmak istemiyorlarmış gibi bir tavır takınmışlardı, ama biz başka bir neden olduğundan şüpheleniyorduk. Ne olursa olsun toplantı, İngiliz-Amerikan Entelijans Servislerinin ilişkileri bakımından yine de bir dönüm noktası sayılabilirdi. On yıldan beri ilk defa altı entelijans bürosu oturmuş nasıl iş birliği sağlayabileceklerinden söz ediyorlardı. Müşterek araştırma programları başlatıldı,özellikle kompüter alanında. Böylece aradaki güvensizlik duvarını yıkmak için ilk adımı atmış olduk. Londra’dan ayrılmadan önce Arthur Martin, ‘Lonsdale Olayı’nın teknik yanı ve özellikle KİRİŞ’in geliştirilmesi konusunda Amerikalılara bir brifing vermemi ayarlamıştı. İki yüz CIA ajanının oturduğu salonda podyuma çıktığım zaman bir hayli sıkıldım. Ağır ağır konuşarak kekemeliğimle savaşmaya çalıştım- Brifingim bir saat sürdü. Ancak KİRİŞ’le ilgili açıklamalarım hiç de iyi karşılanmadı. CIA’nın D Bölümünü yöneten Bil HARVEY’in ANGLETON’a doğru eğilmiş, öfkeli öfkeli bir şeyler söylediğini fark ettim.
İŞBİRLİĞİ BUNA DENİR
Sonra geriden biri, ‘Bu KİRİŞ [Not: İngilizce RAFTER –Sovyetlerin İngiliz Takipçilerin telsizlerini dinlediğini tespit eden ve gizli haberleşmelerini bulan teknik sistemin kod adı]ne zaman geliştirildi?’ diye bağırdı. ‘1958 baharında.’ ‘Peki, bu günün tarihi nedir?’ Şaşalayarak kekeledim. Adam yine haykırdı. ‘Ben söyleyeyim. 1961’deyiz’ Başka biri ekledi. ‘İşbirliği buna denir!’
Yerime oturdum. Ajanlar salondan çıkmaya başladılar. Daha sonra HARVEY’le ANGLETON yanıma geldiler. Bir boğaya benzeyen Bill HARVEY’in çok kızgın olduğu belliydi. Jim ANGLETON, kibar bir tavır takınmaya çalışarak, ‘Dinle Peter,’ dedi. ‘Bu konunun iyice konuşulması gerekiyor. Ama böyle bir konferans salonu bu işe uygun değil. Bu akşam Bill ve benimle yemek yemeni istiyoruz. Rahatça konuşabileceğimiz güvenli bir yer buluruz.’ HARVEY bir şey söyleyemeden koluma girip beni podyumdan uzaklaştırdı.
O akşam ANGLETON’un teknik uzmanı Joe Burk, beni otelimden aldı. Bir saatlik bir yolculuktan sonra kırlar arasındaki bir eve gittik.
‘BURAYA BAK İNGİLİZ PİÇİ’
ANGLETON verandaya çıkmıştı. Sakin bir tavırla beni karşıladı. ‘Bu gün olanlardan üzgünüm,’ dedi, ama bir açıklama da yapmadı. Beni içeri soktu. Bir masanın başına geçtik. CIA’nın Batı Avrupa Bölümü Şefi de bize katıldı. Kibar bir adamdı ama işte o kadar- Daha sonra Bill HARVEY de geldi. Elinde bir şişe viski vardı. İyice içmiş olduğu da anlaşılıyordu. Şişeyi masaya vurarak, ‘Buraya bak İngiliz piçi’ diye kükredi. ‘Artık gerçeği öğrenmeliyiz’. Bu oyunu önceden planlamış olduklarını hemen anladım. MI5’le ilgili ciddi konular görüşüleceği zaman Harry Stone de benimle birlikte gelirdi. Ama o kalp krizi geçirmişti ve şimdi hastanedeydi. ANGLETON’a döndüm. ‘Bu haksızlık, Jim. Beni yemeğe çağırdığını sanıyordum.’ ANGLETON benim için bir bardağa viski doldurdu. ‘Tabii yemeğe çağırdım, Peter.’ Kesin bir tavırla, ‘Beni ezmenize izin verecek değilim, ‘ dedim. ANGLETON usulca, ‘Öyle bir niyetimiz yok,’ diye cevap verdi. ‘Sadece anlattıklarını tekrar dinlemek istiyoruz… Başından itibaren…’ Lonsdale hikâyesini tekrar anlattım.
Hikâye sona erdiği sırada HARVEY de kendisini tutamadı. Tükürür gibi, ‘Güvenilemeyecek köpekler olduğunuzu biliyordum!’ diye bağırdı. ‘Buraya geliyor, araştırma yapmanız için para vermemizi istiyorsunuz. Ama o sırada KİRİŞ gibi bir şeyi de bizden gizliyorsunuz.’ ‘Meseleyi anlayamadım…’ ‘Sen hiçbir şeyi anlayamıyorsun zaten!’ HARVEY ikinci viski şişesini açtı. ANGLETON, ‘Mesele bizim operasyonlarımız, Peter,’ diye açıkladı. ‘Ajanlarımızdan çoğu yüksek frekanslı alıcılar kullanıyorlar. Ruslar KİRİŞ’i ele geçirdilerse, çoğu yakayı ele vermiş demektir… Peter, KİRİŞ Sovyetlerin eline geçti mi?’ ‘Önce geçmemişti. Ama şimdi KİRİŞ’ten yararlandıklarından eminim. UB’nin içindeki bir kaynak MI6’ya, Polonya’yla Sovyetlerin birlikte yürüttükleri bir operasyondan söz etti. Ajan olduğundan kuşkulandıkları birini yakalamak için… Anlatılanlardan Sovyetlerin KİRİŞ’i elde ettikleri anlaşılıyor. ‘ HARVEY ıslık çalar gibi, ‘Kahretsin,’ diye fısıldadı. ‘Polonya’daki bütün kaynaklarımızı kaybettik demektir’ ‘Ama bütün bu raporları sizin Polonya Bölümü’ne yolladık, ‘ diye cevap verdim. ‘Ajan bizimkilerden biri değildi. Bu yüzden sizin adamlarınızdan biri olduğunu düşündük. Bu rapor hiç olmazsa size Polonya’yla yapılan telsiz haberleşmelerinin tehlikede olduğunu açıklamalıydı.’ Batı Avrupa Bölümü’nün Şefi kızardı. ‘Bu işi yarın sabah araştırırız.’ HARVEY, ‘KİRİŞ’i başka kimler biliyor?’ diye sordu. Ona FBI’ya ve Kanada Gizli Servisi’ne bilgi verdiğimizi açıkladım.
‘AŞAĞILIK BİR DİLENCİDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLSİNİZ’
HARVEY öfkeyle masaya vurdu. ‘Kanadalılar! Papau’lulara da söz etseydiniz.’ ‘Korkarım biz olaya bu açıdan bakmıyoruz. Kanadalılar, İngiliz Milletler Topluluğu’nun güvenilen üyeleridir-’ HARVEY homurdandı. ‘Onlara başka bir şifre makinesi almalarını söyleyin!’ Onun D Bölümü’nün sırlarını açıklamasından korkan ANGLETON masanın altından adama müthiş bir tekme attı. Tartışma uzadıkça uzadı. Beni sindirmeyi önceden planladıkları öyle belliydi ki. Kendimi suçlu hissetmemi, sonradan pişman olacağım sözler söylememi istiyorlardı. Hep aynı şeyleri tekrarlıyorlardı. ‘Biz size Sniper’ı verdik,bakın karşılığında ne yaptınız. Araştırmalarınız için milyonlarca dolar vermeye razı olduk. Bu borcunuzu nasıl ödediniz? Savaştan beri dikkatsizce davrandınız. PHILBY, MACLEAN, BURGESS…’ HARVEY sonunda, ‘Şunu unutmayın,’ diye haykırdı. ‘Siz bu kentte aşağılık bir dilenciden başka bir şey değilsiniz.’
‘SİZ GERİDE BIRAKTIĞIMIZ İÇİN ÖFKELENİYORSUNUZ’
Darbelere karşı koymaya çalıştım. ‘Evet, karşı casusluk konusunda başarılı olamadık Ama Arthur MARTIN artık geri döndü. Lonsdale Olayı ise bizim için sadece bir başlangıç. Size başlangıçta KİRİŞ’i haber vermek zorunda değildik. Bu bizim sırrımızdı. Ben buraya geldim ve uğrunda hayatımı harcadığım projeleri açıkladım. KİRİŞ, ŞARAMPOL, SARMA, Her şeyi. Ama siz NSA’da tam beş gün karşımda oturdunuz ve bana hiçbir şey söylemediniz. Dostça alışveriş böyle mi oluyor? Aslında siz geride bıraktığımız için öfkeleniyorsunuz…’
HARVEY mosmor kesilmişti. Saat dörde geliyordu. Oradan ayrıldım. ANGLETON’a ertesi günkü programa uymayacağımı da söyledim. Olanlar hoşuma gitmemişti. Barışı sağlamak artık onlara düşüyordu. Ertesi gün ANGLETON birdenbire kalkıp otelime geldi. Pek sevimli tavırlar takınmıştı, özür dileyip duruyordu. Bütün suçu HARVEY’e yüklüyordu. ‘Çok içiyor o. Siz İngilizler’ in gerçeği zorlukla açıkladığınıza inanıyor. Ama artık o sana inanıyor Peter. Sadece sizi bir tehdit gibi görüyor, işte o kadar.’ Beni zorla alıp yemeğe götürdü. Ertesi gün de NSA’ya gidebilmem için arabasını yolladı. Bu sayede Amerikalıların desteğini sağlamayı da başardım. HARVEY’le yaptığımız tartışmayı unutmuştum. ANGLETON bana gelerek, ‘HARVEY seninle konuşmak istiyor,’ diye haber verdi. Çok şaşırdım. ‘Olamaz!’ ‘Yanlış anlama. O senin fikrini almak istiyor. Küba’da bir problemle karşılaştı da. HARVEY’e senin ona yardım edebileceğini söyledim.’ ‘Ya geçen gece olanlar?’ diye sordum. ‘Onun için endişelenme. HARVEY sadece sana güvenip güvenemeyeceğini anlamaya çalışıyordu. Sınavı geçtin.’ ANGLETON başka bir açıklama yapmaya yanaşmadı. Sadece HARVEY’le iki gün sonra yemek yiyeceğimizi söyledi. 1961 yılında CIA’nın aklı fikri Küba’daydı. Domuz Körfezi çıkarması yeni başarısızlığa uğramıştı.
KIBRIS’TA EOKA LİDERİ GRIVAS’A OPERASYON
İki gün sonra ANGLETON’la birlikte lokantaya girdiğim zaman HARVEY ayağa kalkıp karşıladı, elimi hararetle sıktı. Her zamankinden daha sağlıklı duruyordu. İki gece önceki olaya hiç değinmedi. Bana Küba problemini incelediğini ve MI5’in 1950’lerde Gerilla lideri GRİVAS’a karşı giriştiği operasyon konusunda bilgi istediğini söyledi. Kıbrıs işine MI5’e girdikten kısa bir süre sonra karışmıştım. E Şubesi yani Sömürge İşleri Bölümü Şefi Bill MAGAN bana ilgili dosyayı yollamıştı. Makarios bağımsızlık için bir kampanyaya girişmişti. Yunan Hükümeti, AKEL Komünist Partisi ve Albay GRİVAS’ın yönettiği EOKA gerillaları onu destekliyorlardı. Kıbrıs’ın askeri bir üs olarak kalmasını isteyen İngiltere, Makarios’a karşı koymaya çalışıyordu. İngiliz siyaseti Kıbrıs’ta bir felaket halini almıştı. GRİVAS’ın bulunması ve etkisiz hale getirilmesi gerekiyordu. Siyasi görüşmelerden ancak ondan sonra bir sonuç alınabilirdi. Ordu bütün gücüyle GRİVAS’ı arıyor ama bulamıyordu. Dosyayı inceledikten sonra MI5’in bu işi daha iyi başaracağına karar verdim.
MAGAN’a, ‘GRİVAS’ın yerini haberleşmeleri izleyerek bulabiliriz,’ dedim. ‘Ruslarınkini dinlediğimiz gibi.’ MAGANGRİVAS’ın bulunduğu yerle ilgili bilginin oradaki Özel Şube’nin dosyalarında bulunduğundan emindi. Sadece uzmanlar bu bilgiyi doğru biçimde yorumlayamamışlardı. Şimdi mesele o dosyaları incelemekteydi. EOKA yerel Özel Şube’nin bürosuna iyice sızmıştır. MI5’in ajanının kimliği anlaşıldığı takdirde dosyaları incelemesi onun için tehlikeli olabilirdi. Ajanlarımızdan biri Lefkoşe’de ana caddede vurulmuştu bile. MAGAN olağanüstü bir insandı. Terörün tehlikelerini çok iyi biliyordu. Tehlikeli görevi adamlarından birine vermek istemedi. Kıbrıs’a gitmekte ısrar etti. Onu Kıbrıs’taki irtibat subayı Albay Philip Kirby GREEN destekleyecekti. Kirby son derecede cesur ve azimli bir insandı. Ben de operasyonun teknik yanını planlayıp uygulamak için kısa bir süre sonra MAGAN’ı izleyecektim. Operasyona ‘GÜNEŞ IŞIĞI’ kot adı verilmişti. ‘GÜNEŞ IŞIĞI’nın bir suikast operasyonu olduğunu söylemek kabalık sayılır. Ama bu yine de aynı kapıya çıkıyordu plan basitti. GRİVAS’ın yerini bulacak ve oraya çok sayıda asker yollayacaktık.
***

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ '' BÖLÜM 2,

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ '' BÖLÜM 2,

KIM PHILBY
Esas adı Harold Adrian Russell PHILBY (1912-1988) olup, sömürge Hindistan’da İngiliz yönetici sınıflarından bir ailenin ferdi olarak doğmuş ve İngiliz Dış İstihbarat Servisi MI6’da Karşı Koyma (Kontr-Espiyonaj) Bölümünün Şefliğine dek yükselmiştir. Ayrıca PHILBY, Washington’da İngiliz ve Amerikan istihbarat servisleri arasındaki bağı yürüten en yüksek İngiliz istihbarat subayı olarak görev yapmıştır. PHILBY, Rudyard Kipling’in romanındaki İngiliz casusu çocuk Kim’in adını almış ve tüm dünyada Kim PHILBY olarak tanınmıştır.
Kim PHILBY Şubat 1947’de Türkiye’deki İngiliz İstihbaratının başı olarak tayin edilmiş, İstanbul’a ikinci eşi Aileen ve diğer aile fertleri ile yerleşmiştir. PHILBY, İngiliz Konsolosluğu’nun Birinci Sekreteri pozisyonundadır. Ancak gerçekte işi Türk Güvenlik servisleri ile birlikte çalışarak Sovyet Ermenistanı, Sovyet Gürcüstanı ve Enver Hoca’nın Arnavutluğu’na yönelik, operasyonlar yönetmektir. Bu çalışmalar sırasında, PHILBY’nin Türk İstihbaratı tarafından Gürcistan sınırına götürülüp sınırı geçen iki ajanının kısa bir süre sonra öldürüldükleri öğrenilmiştir.
PHILBY 1949 yılında, soğuk savaşın zirvede olduğu bir dönemde Washington’a MI6’nın (SIS) Baş Temsilcisi olarak atandı. Burada CIA ile birlikte komünistlere karşı çalışacaktı. Bu esnada Amerikan Atom Enerji Komisyonu gibi birçok yere girip çıktığı ve birçok teknolojik sırrı Ruslara gönderdiği sonradan anlaşıldı. PHILBY Sovyetlere sığınana kadar Moskova’ya devamlı bilgi aktardı, İngiltere’deki Sovyet casuslarını perdeledi. 1951’de BURGESS ve MACLEAN’e, kendilerinden şüphelenildiğini ve kontrol altında olduklarını bildirdi. Her ikisi de Sovyetler Birliği’ne sığındılar. PHILBY de, 1963’de Sovyetlere sığındı. Orada "My Silent War – Sessiz Savaşım" isimli bir kitap yayınlayan PHILBY, 1988’de ölümünden önce "Lenin Nişanı" ile ödüllendirildi, ölümünden sonra Rus’lar PHILBY’nin hatırasına posta pulu bastılar.
Alkolik bir kişi olan BURGESS, BBC’de yayıncılık yaptıktan sonra MI6’ya katıldı. Esasında, MI6’e Kim PHILBY’den önce girdi ve PHILBY’nin girişine de yardımcı oldu. Daha sonra İngiliz Dışişlerine katıldı. Dışişleri Bakan Yardımcısının özel kalem müdürlüğünde bulundu ve Washington’da görev yaptı.
Anthony BLUNT, özel Fransızca hocalığı, sanat tarihçiliği yaptı. Kraliçe Elizbet’in özel sanat danışmanı oldu, Kraliyet Müzesi Müdürlüğüne getirilerek "şövalye" ünvanı aldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz Güvenlik Servisi MI5’de çalıştı. 1979’da Margaret Thatcher BLUNT’un Rus Ajanı olduğunu deklare etti. Bunun üzerine "şövalye" unvanı kaldırıldı. 4 yıl sonra 1983’de öldü.
MACLEAN, İngiliz Dışişlerine girdi, Paris, Washington ve Kahire’de görev aldı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı Sekreterliği’nde bulundu. Bu dörtlü, ülkelerinde en üst noktalarda görevlere gelerek, uzun yıllar Sovyetlere hizmet verip, İngiliz ve ABD menfaatlerine büyük darbe vurdular. Böylece "Cambridge Casus Ağı"nın mensupları, istihbarat tarihinin en önemli kişileri arasında yerlerini aldılar.
Şimdi, meslek hayatını bilinen 4 Cambridge’li casus dışındaki diğer casusları bulmaya çalışarak geçiren, 5’nci Cambridge’li casus eski şifre uzmanı John CAIRNCROSS’u, Anthony BLUNT’u sorgulayarak ortaya çıkaran Peter WRIGHT’ın hatıratına dönelim:
“İstanbul’da Konstantin VOLKOV adında üst seviyede bir NKVD görevlisi vardı. İstanbul İngiliz Konsolosluğuna ulaşmış ve para karşılığı İngiltere’deki Sovyet casusların isimlerini vereceğini söylemişti. Elçilik görevlisine casusların çalıştığını iddia ettiği bölümlerin bir listesini vermişti. Maalesef VOLKOV’un listesi Kim PHILBY’in masasına gitmişti. PHILBY o tarihte MI6’nın Sovyet Kontr-Espiyonaj bölümünün başındaydı. PHILBY, bağlı olduğu direktörü, kendisinin Türkiye’ye gidip VOLKOV’un sığınma işlemini bizzat takip etme konusunda ikna etti. PHILBY sonra seyahatini iki gün kadar erteledi. Sığınmacı bir daha hiç görülmedi. Türkler, VOLKOV ve karısının sedyelere sarılı olarak Türkiye’den uçup gittiğini düşünüyordu. VOLKOV’un casusunun birinin PHILBY’in kendisi olduğu anlaşılıyordu ama VOLKOV’un belirttiği İran’da görev yapmış olan MI6 çalışanı Sovyet casusu gibi birçok diğerleri hiçbir zaman tespit edilemediler.
Önce Konstantin VOLKOV’un verdiği bilgileri inceledik. Bütün belgelerin İngilizcesi vardı. Fakat ben bunları bir kez de çok iyi Rusça bilen Geoffrey Sudbury’e çevirtmeyi uygun buldum. VOLKOV’un bir sözü beni şaşırtmıştı. Adam Londra’daki önemli resmi dairelerdeki Rus ajanlarından söz ederken «Kod adlarından anladığıma göre yedi kişiler» demişti. «Onlardan beşi İngiliz Haber Alma Örgütleri’nde. İkisi de Dışişleri’nde».
1951’de PHILBY aleyhindeki dosya hazırlanırken MI5 bu belgeden de yararlanmıştı. VOLKOV, «Bu ajanlardan birinin İngiliz Karşı Casusluk Örgütü’nün şefinin yerine baktığını anladım,» diyordu. O sırada PHILBY gerçekten MI6’nın Karşı Casusluk Şubesi’ne vekâlet ediyordu. Dolayısıyla da herkes sözü edilen kimsenin PHILBY olduğuna inanmıştı. Sudbury’e VOLKOV belgelerini vermemden birkaç gün sonra telefon çaldı. Arayan Sudbury’du ve çok da heyecanlıydı. «Çeviri yanlışmış. Belgede NKVD’ye özgü deyimler var. Yazanın üst düzeyden olduğu da belli. Şimdi sana çevirinin doğrusunu okuyorum. ‘Bu arada o ajanlardan biri, İngiliz Karşı Casusluk Örgütü’nün şubelerinden birine vekâlet ediyor’. Böyle olması gerek. Anlamıyor musun? Ruslar için İngiliz Karşı Casusluk Örgütü M16 değil M15’tir!»
Bunun anlamı açıktı. Sudbury haklıysa bu köstebek PHILBY veya Blunt olamazdı. 1944-45’de sadece bir tek adam İngiliz Karşı Casusluk Örgütü’nün şefine vekâlet etmişti. Onun adı da Roger HOLLIS’di.” (NOT: MI5’in başı olan Roger HOLLIS, Peter WRIGHT’ın da amiri idi. WRIGHT, onunla ilgili şüphelerini, çeşitli belgelere dayanarak, hep muhafaza etti ama ispat etmesine fırsat verilmediği için sonunda pes edip emekliliği seçti.)
KOSTANTIN DIMITRYEVICH VOLKOV
Konstantin Dimitryevich VOLKOV İstanbul Sovyet Konsolosluğunda Konsolos Vekili ve Türkiye’deki NKVD Şefinin Yardımcısıydı. İstanbul’daki İngiliz Konsolosu’na 4 Eylül 1945’de şahsen gidip, 50,000 Pound verilmesi ve eşi ile birlikte siyasi iltica hakkı tanınması halinde İngiltere ve Türkiye’deki üst düzey Sovyet casusları açıklayacağını belirtti. Bilgi düzeyini belirtmek için İngiltere’deki üst düzey ajanların 2’sinin Dışişleri Bakanlığı’nda (Burgess ve Maclean olduğu anlaşılıyor), diğer 7’inin ise Londra’daki İngiliz Karşı Casusluk biriminin başı dahil İstihbarat Teşkilatları içinde olduğu gibi ön bilgiler verdi. Bunların İngiltere’ye mesajla gönderilmemesini, Rusların tespit edebileceğini de belirtti. 19 Eylül’de VOLKOV’un raporu PHILBY’in önündeydi. 21 Eylül’de Moskova’daki Türk Konsolosluğu’ndan 2 iri NKVD personeli, “Diplomatik Kurye” vizesi aldı. 24 Eylül günü VOLKOV ve eşi bir Sovyet uçağı ile Moskova’ya götürüldüler. 26 Eylül’de PHILBY İstanbul’a geldiğinde, VOLKOV ve eşi Moskova’da sorgulanıyorlardı. İnfaz edilmeden önce VOLKOV itirafta bulundu ve 314 Sovyet ajanının ismini vermeyi planladığını belirtti. (The Mitrokhin Archive And The Secret History of KGB)
Şimdilik bu kadar, ilginç “Casusluk Hikâyelerine” devam edeceğiz…
“CIA, devşirdiği mülteci elemanları kullanarak Ukrayna, Arnavutluk, Doğu Almanya ve sair ülkeler üzerinden Moskova’ya sızmak için sayısız girişimde bulundu. Ajanlar, gözü pek Polonyalı pilotların kullandığı işaretsiz uçaklarla demir perde gerisine indiriliyor ama çoğu Sovyet yetkililerince teker teker yakalanıyordu. Komünistler esirlerine zorla ‘Her şey yolunda, daha para gönderin, daha silâh gönderin’ diye mesajlar göndertiyor, gönderilen ganimete el koyduktan sonra da onları öldürüyordu”.
Bu anlatım, yirmi altı yıldan beri Amerikan istihbarat servisleriyle ilgili yazılar yazan Pulitzer ödüllü bir New York Times muhabiri olan Tim WEINER’e ait. Bu kitap, CIA tarafından düzenlenen operasyonları izlemek için Afganistan dahil birçok ülkeye seyahat etmiş olan yazarın üçüncü kitabıdır.
JAMES J. ANGLETON
“İşin iç yüzü yıllar sonra ortaya çıktı. CIA teşkilâtındaki gizli operasyonların güvenliğinden sorumlu şef James J. ANGLETON (Doğum 1917 – ölüm 1987), tüm bu operasyonları, Pentagon’daki oda arkadaşı, İngiliz istihbarat görevlisi Kim PHILBY ile birlikte düzenliyordu. PHILBY ise, Moskova hesabına da çalışan çift taraflı bir casustu ve CIA tarafından görevlendirilmiş paraşütçülerin indirilecekleri noktaların koordinatlarını Sovyetlere veriyordu.
KİM PHİLBY
Alkolik ANGLETON’un, yakın dostu PHILBY’nin yaptıklarından haberi olmadığı gibi Amerikan hükümeti içinden de bu kayıpların neden verildiği hakkında fikri olan yoktu. Yıllar sonra CIA, bu mültecilerin Sovyetler aleyhine kullanılmasının gerçekçi bir fikir olmadığını kabul etti ama 1950’ler boyunca, demir perde arkasına sızmaya çalışan yüzlerce CIA ajanının esir düşüp öldürülmesinin hesabı hiç sorulmadı. ANGLETON ise yararlı (!) hizmetleri nedeniyle terfi ettirilip yirmi yıl daha görevini sürdürdü.” (Tim Weiner)
ANGLETON’UN ‘AYNALARIN VAHŞETİ’ KİTABI
Bu kötü tecrübeyi yaşayan CIA karşı istihbarat bölümünün şefi James Jesus ANGLETON’un, geri kalan meslek hayatında, herkesten şüphelenen, herkesi KGB ajanı gibi gören bir kişi haline geldiği söylenir. Nitekim onun hayatını anlatan ’Wilderness of Mirrors – Aynaların Vahşeti’ isimli kitapta, bir aşamada istisnasız her insandan şüphelenmeye başladığı, herkesi takip ettirdiği, soruşturmalar açtırdığından bahsedilmektedir. Görevden alınıp, işi bırakırken bile şirketteki gizli KGB ajanlarından bahsediyormuş…
Biz tekrar MI5’in ikinci adamı, ‘Casus Avcısı’ Peter WRIGHT’ın anlatımına dönerek, enteresan sahnelere, ilginç ilişkilere göz atalım:
PETER WRIGHT WASHINGTON’DA
“Capitol binası, mavi gökyüzü, pembe çiçekler, beyaz mermer ve ışıltılı altın bir kubbeden oluşan bir fresk gibiydi. Washington’u ziyaret etmek her zaman hoşuma gidiyordu. Londra çok renksizdi. MI5’de ise paralar peni-peni hesaplanıyordu ve Büro’ya sınıf sistemi hakimdi. Entelijansa savaştan sonra giren bütün gençler gibi ben de Amerika’nın tek umudumuz olduğuna inanıyordum. 1950’lerin sonunda İngiliz ve Amerikan Entelijans Servislerinin ilişkileri iyice bozulmuştu. Tabii bütün bu karmaşanın asıl nedeni BURGESS ve MACLEAN’in Rusya’ya kaçmaları ve PHILBY’nin de resmen temize çıkarılmasıydı. M16 artık her zaman şüpheyle karşılanacaktı. Çünkü önemli memurlarının hepsi de PHILBY’nin yakın arkadaşlarıydılar. MI5’in bu üç casusu yakalayamaması da Amerikalılara beceriksizlik gibi gözüküyordu. Sadece GCHQ’nun (Government Communications Headquarters – Genel Muhabere Merkezi), Amerikan karşıtı olan NSA (National Security Agency – Milli Güvenlik Teşkilatı) ile resmi bir anlaşması vardı. Bu yüzden de savaş zamanında çok sıkı olan İngiliz – Amerikan entelijans bağlarını sarsan akıntılar bu birimleri pek etkilemiyordu.
FBI İLE İLİŞKİLERİ DÜZELTMEK
HOLLIS, Genel Müdürlüğe (MI5) getirildiği zaman FBI’la olan ilişkileri düzeltmek için çok çabaladı. Ama HOOVER savaştan beri İngilizlere düşmandı. BURGESS ve MACLEAN olayı HOOVER’ın peşin yargılarını daha da güçlendirdi. Bir ara M16 ajanlarını FBI binasına bile sokmadılar. MI5’in FBI entelijans raporlarını görmesine de izin verilmedi. HOLLIS 1956’da ilişkileri düzeltmek için HOOVER’a gitti İşin garibi bu iki adam birbirleriyle iyi de anlaştılar. HOOVER da ondan sonra beni FBI’ya davet etti. Teknik araç ve gereçlerini görmemi istiyordu.
Bu yolculuk benim için önemliydi. Çünkü MI5’e ilk adımımı attığım günden beri uzun vadeli başarının, Amerikalılarla eski ilişkilerin yeniden kurulmasına bağlı olduğuna inanıyordum. Ama fikirlerim pek beğenilmiyordu. Leconfield House’da bazı kimseler hâlâ eski İmparatorluğun hayaliyle yaşıyorlardı. Mesela, Cumming MI5’in teknik bölümünün başıydı, ama Amerika’ya hiç gitmemişti. Gitmeye gerek de görmüyordu.
FBl’ın teknik kaynaklarının genişliği beni çok etkiledi. Ama onlardan pek de iyi yararlanamıyorlardı. Kendi aletlerini oluşturmuyor, piyasada satılan makinelerden yararlanıyorlardı. Teknik araştırmaların başında Dick MILLEN vardı. Ve o bir fenci değil, bir avukattı. Bu da etkinliğini azaltıyordu.
TISLER OLAYI
FBI’ya ‘TISLER Olayı’ (Frantisek TISLER – FBI tarafından ele alınmış olan, Washington’daki Çekoslovak Sefaretinde Şifre memuru. FBI’a verdiği bilgilerden, ‘İngiliz gizli servislerinde Sovyetlere çalışan ajanlar’ gibi İngiltere ile ilgili konular, FBI tarafından MI5’e bildiriliyordu) hakkında bilgi vermek fikri hiç hoşuma gitmiyordu. HOOVER’ın olayla ilgileniş tarzından MI5’in içendeki casusla ilgili sorunu çözemeyeceğimizi umduğu anlaşılıyordu. Böylece Başkan’a İngilizlerle yapılan entelijans alış verişinin sona erdirilmesini önermek için bir bahane bulmuş olacaktı. HOLLIS’in ve benim daha önce yaptığımız ziyaretlerin, durumu düzeltmeme yardım edeceğini umuyordum.
Bana MI5’in Washington’daki irtibat memuru Harry STONE refakat ediyordu. Harry cana yakın bir adamdı. Herkes hoşlanıyordu ondan. Bunun en önemli nedeni, Harry’nin görevini temelde toplumsal bir şey saymasıydı. Ama aslında zekâ ve karakter bakımından 1950’lerin sonunda Washington’da başlayan uydu ve kompüter entelijansı çağına uyacak bir insan değildi. Harry, HOOVER’la konuşmaktan hiç hoşlanmıyordu. Bundan kaçamayacağını anlayınca basit bir çare buldu. ‘Peter dostum, beni dinle. Bırak o konuşsun. Sakın sözünü keseyim deme. Ve sözleri sona erince, ‘Çok teşekkür ederim Mr. HOOVER’, demeyi de unutma… Öğle yemeği için güzel bir masa ayırttım. Buna ihtiyacımız olacak’.
Haşmetli FBI binasına girdiğimiz zaman bizi İç Entelijans Bölümü şefi Al BELMONT ve Komünizm Şubesi’ne bakan yardımcısı Bill SULLIVAN karşıladı. SULLIVAN 1970’lerin ortasında New England’da ördek avlarken ölü bulundu. (Not-1977’de Parlamento Cinayetleri Soruşturma Komisyonu tarafından dinlenmesinden birkaç gün önce şüpheli bir av kazası ile öldü.) Onun cinayete kurban gittiğine karar verildi. BELMONT, Büro kurulduğundan beri FBI’daydı. Sert, eski tip bir G.-Man’di. BELMONT güçlü, SULLIVAN da akıllıydı. Ama tabii BELMONT da aptal değildi. BELMONT’un pek çok düşmanı vardı ama ben onunla her zaman iyi geçiniyordum. O da benim gibi zor bir çocukluk çağı geçirmişti. Çalışkanlığı ve ‘ihtiyara olan sadakati’ yüzünden FBI’da iyice yükselmişti. Yüksek mevkideki bu iki ajan her şeye rağmen HOOVER’dan çekiniyorlardı. Ben bu kadar büyük bir sadakatin anormal bir şey olduğunu düşünüyordum. Tabii HOOVER’ın başlangıçtaki başarılarına hayranlık duyuyorlardı. O beceriksiz ve bozuk bir örgütü etkili ve korkulan bir güç haline getirmişti.
***

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ '' BÖLÜM 1,

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ” BÖLÜM 1,

İngiliz İstihbarat Teşkilatları dünyanın en iyileri arasında sayılırlar. Esasında müstemleke idare etmiş olan birçok ülkenin istihbarat teşkilatları için de aşağı-yukarı aynı şeyleri söyleyebiliriz.
İstihbarat teşkilatları her tarafı kapalı bir kutu gibidir. Ayrıca bu kutunun içinde de birbirinden bağımsız, birbirinin işini bilmeyen kutular vardır. Bu kutulara kompartıman, bu yapılanmaya da kompartımantasyon denilir. Bu yapılanma gizli teşkilatların gizli faaliyetlerini saklı tutmak içindir. Bütün bu gizleme çabasına karşın, istihbari faaliyetlerin temel hedefi de, karşı teşkilatların, rakip ülkelerin ana unsurlarına sızmak ve oralardan güvenilir bilgiler elde etmektedir. Bugün size dünyanın en iyileri arasında bulunan İngiliz İstihbarat Teşkilatlarında vuku bulmuş bazı olaylardan örnekler vererek, en güçlü gizli teşkilatlarda dahi ne gibi oyunlar döndüğünü anlatmaya çalışacağım.
SON GÜNÜM
“Yıllar boyunca son günümün nasıl olacağını düşünmüştüm. Ve işte o gün gelmişti. 1976 yılının Ocak ayıydı. Ve ben İngiliz Güvenlik Servisi MI5’de yirmi yıl yüksek mevkilerde bulunduktan sonra, şimdi tekrar gerçek dünyaya katılmaya hazırlanıyordum. Easton Road metro istasyonundan son kez çıktım. Gower sokağından Trafalgar meydanına doğru inerken, kış güneşi parıldıyordu. Elli metre ileride, iş yerlerinden oluşan blokun dikkat çekmeyen bir kapısından içeri girdim. İngiliz Karşı Casusluk Teşkilatı’nın merkezi, olmayacak bir yerde, bir hastaneyle bir sanat kolejinin arasındaydı. (NOT: MI, Military Intelligence –Askeri İstihbarat- kelimelerin kısaltılmasıdır.)
Resepsiyon bölmesinde sessizce bekleyen polise izin belgemi gösterdim ve yüksek mevkideki memurları, altıncı katta bulunan özel merkeze çıkaracak biçimde programlanmış asansörlerden birine bindim. Koridordan sessizce odama doğru gittim. Bu Genel Direktör’ün dairesine bitişikti. Etrafta çıt çıkmıyordu.
Aşağılardan yolcuları West End’e taşıyan metro trenlerinin gürültüsü geliyordu. Anahtarla kapımı açtım. Şimdi karşımda bir entelijans memuruna özgü araç ve gereçler vardı: Bir yazı masası, iki telefon, dışarıyla yapılan konuşmaların başkaları tarafından dinlenmesini engelleyen alet ve bir yanda, koskocaman bir şifreli kilidi olan madeni, yeşil, büyük bir kasa. Paltomu astım ve işlerimi düzene sokmak için çalışmaya başladım. Kokteyl partilerde haber ve dedikodu kırıntıcıkları kapabilmek için dolaşan pek çok emekli memur görmüştüm. Entelijansla ilgimi tamamen kesmek istiyordum. Kendime yeni bir hayat kurmak, Avustralya’da at yetiştirmek niyetindeydim.
KASALAR, ŞİFRELER, GİZLİ DOSYALAR
Şifreyi çevirerek kasanın ağır kapağını açtım. Önde üzerlerinde «Çok Gizli» yazılı yığınla dosya duruyordu. Bunların gerisine ise, şifre-kilitli kutular düzgünce dizilmişlerdi. Yıllar boyunca binlerce dosya gelmişti. Bu karşımda duranlar sonunculardı. Dosyalara her zaman cevap vermek gerekir. Ama benim verecek bir cevabım yoktu. Rus Diplomatının dosyasını bana, daha genç bir entelijans memuru yollamış, bu adamı tanıyıp tanımadığımı sormuştu. Pek tanımıyordum. Yıllardan beri süregelen bir ikili-ajan olayıydı bu. Bu konuda bir fikrim var mıydı? Pek yoktu. İnsan Entelijans Servisi’ne ilk girdiği zaman, ona her olay farklı gözükürdü. Servisten ayrılacağın zaman da birbirinin eşi gibi…
Dosyaları dikkatle parafe ettim ve sekreterime onları Kayıt Bölümü’ne götürmesini söyledim. Öğle yemeğinden sonra kitli kutularla ilgilenmeye başladım. Onları kasanın dibinden teker teker çıkardım. İlk kutuda mikrofon ve telsiz alıcılarının teknik ayrıntıları vardı. MI5’te ilk Fen uzmanı olarak çalıştığım 1950’lerden kalma şeylerdi bunlar. Kutudakilerin ‘Teknik Bölüm’e gönderilmesini sağladım. Bir saat sonra Bölüm şefi bana teşekküre geldi. Tam bir resmi fen uzmanıydı o. İntizamlı, ihtiyatlı ve durmadan para bulmaya çabalıyordu. Ona, «Sakladığım acayip şeyler onlar,» dedim. «Her halde işine pek yaramayacak. Artık her şey uydularla sağlanıyor. Öyle değil mi?»
«Ah, hayır,» diye cevap verdi. «Onları okumak bana zevk verecek.» Biraz utanmış gibi bir hali vardı. Şefle hiçbir zaman iyi geçinememiştik. Ayrı dünyaların insanlarıydık. Ben savaştan kalma, zamk, çıta ve lastik bantlarla bir şeyler yaratan bir insandım. O bir savunma müteahhidiydi. Onunla el sıkıştık. Ben yine kasamdaki belgelere döndüm. Geri kalan kutularda 1964’te Karşı Casusluk Bölümü’ne girdikten sonra toplanmış olan belgeler vardı.
ENTELİJANS SERVİSİNDE CASUS AVI
O günlerde İngiliz Entelijans Servisi’nde casus avı en yoğun halini almıştı. El yazısıyla alınmış notlar ve yardımcıların daktiloda hazırlanmış raporları, casusluğun ana hatlarını oluşturan şeylerle doluydu: Şüpheliler listeleri, suçlamaların, ihanetlerin ve kararların ayrıntıları. Bu açık açık başlayan ama esrarengiz bir biçimde sona eren kâğıt üzerindeki kovalamaca meslek hayatımın da temeliydi. Bir süre sonra sekreterim bana gelerek mavi kaplı iki defter uzattı. «Günlük defterleriniz.» Onunla birlikte sayfaları yırtıp yakılacak kâğıtların atıldığı torbaya doldurduk. Ve böylece son törene sıra geldi.
Odamdan çıkıp ‘Yerleşme Bürosu’na gittim. Oradaki nöbetçi memur bana bir dosya uzattı. Bunda bildiğim son gizli şeylerin bir listesi vardı. Küçük makbuzları imzalamaya başladım. Önce ‘Uydu Entelijansı’ndan yararlanma hakkımdan vazgeçmiş oldum. İnsanın sırları öğrenmesi öyle kişisel bir şey ki. Onları kaybetmek ise acı verecek kadar bürokratça bir olay. Dolmakalemle yaptığım her çizgiyle kapı biraz daha kapanmış oldu. Ve yarım saat içinde, beni yıllarca yaşatmış olan o gizli dünyanın kapısı sonsuza kadar yüzüme kapanmıştı artık.”
CASUS AVCISI
Bu anlatım İngiliz Güvenlik Servisi MI5’in kilit noktalarında uzun yıllar çalışmış ve MI5’in Direktör yardımcılığına kadar yükselmiş olan Peter WRIGHT’ın “Casus Avcısı” adlı kitabından. Meslek hayatını, İngiliz İstihbarat Teşkilatlarına ve önemli İngiliz Devlet birimlerine sızmış olan Rus casuslarını bulmakla geçiren WRIGHT’ın, İngiliz Hükümetinin yayımlanmaması için büyük çaba harcadığı ve İngiltere’de yasaklandığı için Avusturalya’da basılan “Casus Avcısı – Spy Catcher” adlı kitabı casusluk dünyasının içyüzünü, gösteren olağanüstü anılardır.
Elektronik konusunda uzman bir bilim adamı ve İngiliz MI5 Karşı koyma (Kontrentelijans) Servisi mensubu olan Peter Maurice WRIGHT 1916 yılında Chesterfield, Derbyshire’da doğdu. Babası George Maurice WRIGHT, Marconi Şirketi’nin Araştırma Direktörü, aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı zamanında "Sinyal İstihbaratı" kurucularından biriydi. Dünyada "En iyi Satan Kitaplar" arasına giren Casus Avcısı isimli kitabı iki milyondan fazla satmıştır. Kitabı hem bir hatırattır, hem de İngiliz gizli servislerindeki ciddi kurumsal bozuklukları ve bunların üstünün örtülmesi ile ilgili tespitleri yansıtmaktadır. 1954 yılında, “Bilim Uzmanı” olarak MI5’de göreve başlayan WRIGHT, 1964’te MI5-MI6 “Bileşik Komitesi Başkanı” oldu. 1976’da kendi isteğiyle emekliliğini istediğinde MI5 Direktör Yardımcısıydı. WRIGHT 1995 yılında vefat etmiştir…

GİZLİ KOMÜNİSTLER
Biraz geriye gidelim… 1920’lerden sonra Sovyet İstihbarat Servisi NKDV (daha sonra KGB oldu) İngiliz istihbarat çarkına sızmak için güzel bir planlama yaptı. Açık bir şekilde "Komünist Partisi" üyesi olan Marksistler, güvenlik teşkilatlarının hedefi olduklarından, belli etkin kademelere gelemiyorlardı. Bunlar daha ziyade işçi ve basın sınıfından insanlar olarak hayatlarını devam ettiriyorlardı.
Sovyet planı, geleceğin "Dışişleri Bakanlığı personeli", "İstihbarat Teşkilatı Personeli" olabilecek başarılı, kültürlü, iyi ailelerden gelme gençlere, üniversite talebelerine yönelikti. Bunlar yeterli derecede "Marksist" hale getirilebilirse gerisi kolaydı.
CAMBRIDGE BEŞLİSİ
Bu plan son derecede başarılı bir şekilde gelişti. Hindistan Ambala’da dünyaya gelen Kim PHILBY (Harold Adrian Russell, 1912-1988), casusluk tarihinde " Cambridge Beşlisi veya Cambridge Casus Ağı" diye bilinen grubun en önemli üyesidir. PHILBY, Cambridge Üniversitesinde tarih ve ekonomi tahsili yaparken, Guy Francis de Moncy BURGESS (1910-1963), Donald MACLEAN (1915-1983) ve Anthony F. BLUNT (1907-1983) ile tanıştı.
NKDV, önce Cambridge Üniversitesinde gizli bir Marksist cemiyete üye olan Anthony BLUNT’a çengel attı. Daha sonra da ondan "mimleyici" olarak yararlanarak diğerlerine. Neticede dört arkadaş "gizli komünist" olarak Sovyet İstihbarat Servisine hizmet etmeye başladılar. Dört arkadaşın bir diğer müşterek özelliği, hepsinin homoseksüel olmalarıydı.
Meslek hayatına "Gazetecilik" ile başlayan ve bu unvanını ilerideki yıllarda da faaliyetlerini gizlemek için kullanan Kim PHILBY, 1940’larda MI6 olarak bilinen İngiliz Gizli İstihbarat Servisine girdi ve 1963’de kaçıp
Sovyetlere Sığınana kadar MI6’de Önemli pozisyonlarda bulundu.
***

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KüRT iSYANI, KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI BÖLÜM 3

PANZER VE KURT ISYANI,  KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI  BÖLÜM 3


HABLEMİTOĞLU YAZDI MI YAZMADI MI? 

Ünlü eski MİT mensubu Mehmet Eymür, faili meçhul kalan araştırmacı Necip Hablemitoğlu cinayeti ile Danıştay baskınındaki ilginç bağlantılara dikkat çekiyordu: Hablemitoğlu, askeri ihalelerle ilgili bilgi sızdıranca Ergenekon'un hedefi haline gelmiş olabilir...  Hablemitoğlu Almanlar ın ve Alman vakıfları nın Türkiye üzerindeki faaliyetlerini açığa çıkaran yayınlar yapıyordu. Görünen hedefi, Almanların Türkiye üzerindeki etkinliğini kırmaktı. 
Ben o yayınların hiçbir zaman Hablemitoğlu'nun kendisi tarafından kaleme alındığını sanmıyorum. 

Çünkü onu aşan bilgilerin olması yanı sıra yazılar, resmi yazışma dilini andırıyordu. Hablemitoğlu cinayetinden hemen sonra çok dikkatimi çeken bir yayın yapıldı. Kimin tarafından hazırlandığı bilinmeyen ve ordudaki yolsuzlukları teşhir eden 'yolsuzluk.com' isimli bir site de yer almıştı. Bu site cinayetin ardından "Alçaklar" diye başlık atmıştı. Açıklamada, sitelerinin en büyük destekçisi olan vatansever Necip Hablemitoğlu'nun vahşi bir şekilde 
öldürüldüğü belirtiliyor, askeri ihalelerle ülkeyi sömüren ve rütbesini şahsi çıkarlara alet edenler, ağır dille cinayetin sorumlusu olarak suçlanıyordu. Bu cinayeti incelerken bu gibi önemli noktaları dikkate almak gerekir. Bu sitede yayınlanan ordu mensupları ile ilgili bilgi ve belgelerin içeriden elde edildiği ve istihbari çalışmalara dayandığı bellidir. O dönemde Hablemitoğlu'nun bazı kuvvet komutanlarının danışmanlığını yaptığı da söyleniyordu. 
Hablemitoğlu bu süreçte hem askeriyeye yakın görünüp, hem de yolsuzluk. com adlı internet sitesine askeri ihalelerle ilgili bilgi sızdırınca Ergenekon'un hedefi olmuş olabilir. Almanya, en geniş istihbarat ağına sahip ülkelerden birisidir. Alman istihbaratı Türkiye'de çok etkindir. Hablemitoğlu benim ABD'de bulunduğum dönemde CIA'e çalıştığımı iddia eden ağır yazılar yazdı. Beni tanımıyordu. Bir tesadüf neticesinde onu yönlendirenin Tuğrul Keskingören isimli kişi olduğunu öğrendim. Keskingören her taşın altından çıkan bir kişi. Zannedersem halen ABD'de Virginia'da sosyoloji doktorası yapıyor. Ben ABD'de iken oradaki PKK'lılarla ilgili istihbarat çalışmaları yürütüyordu. Büyükelçilikle, askeri ataşelikle ve benimle ilişkisi vardı. Elçibey gibi önemli kişiler geldiğinde onları evinde ağırlıyor, Amerika'nın öbür ucunda da olsa her etkinliğe katılıp, Türkçü web siteleri kuruyor, makaleler yazıyordu. İnternetteki yazılarında bazen açık ismini, bazen de "Atilla Ongun" takma adını kullanıyordu. Bu nedenle Hablemitoğlu onu iki ayrı kişi olarak tanıyordu. "Açık İstihbarat" isimli sitede de yazıları var. Milliyetçi bir görüntüsü olan Keskingören, Yahudi asıllı bir Amerikalı ile evlendi. 2001 veya 2002'de Aydınlık Dergisi ABD Temsilcisi oldu. Tuncay 
Güney, ABD'ye gidişini Aydınlıkçı Adnan Akfırat'ın sağladığını söyleyince Güney'i ABD'de karşılayacak ilk isim olarak Keskingören geldi aklıma. Türkiye’de yabancı servislerle çalışmış önemli noktalarda bir çok insan bulunuyor. Mesela Danıştay'ı koruyan şirketin müdürü, bir özel harpçiydi. Danıştay cinayeti sırasında binayı korumakla görevli güvenlik şirketinin ka-
meraları bozuktu. Cinayet sonrası şunları söylemişti: ‘Bu şirketin oradaki güvenlik şirketinin başında, benim yanımda da çalışmış olan O.Ç. isimli emekli albay var. (1990'lı yıllarda MİT'te çalışan Orhan Çoban'ı kast ediyor.) Kaşif Binbaşı (Kozinoğlu) ile birlikte bize gelen grubun en kıdemlisiydi. Olay günü kameraların bozuk olması benim de dikkatimi çekmişti. Hable-
mitoğlu cinayetinde dee yabancı servislerin parmağı olabilir, ama eylemi yapanlar bu servislerin içimizdeki uzantılarıdır.” (46) 

Devam eden Ergenekon ve bağlı unsurların soruşturmasıyla mahkeme safhasına taşınmış dâvâlarda eksik ayaklardan biri de finans kaynağıdır. 
Bu anlamda ya zamana yayılmış bir süreç söz konusu ya da bu kaynaklardan kiminin devlet olanaklarına dayanmasından doğan bir sıkıntı söz konusuydu. Bakınız İtalya’da Gladyo’nun finans kaynağı konusunda netleşmiş bir görüş ve dâvâ kararı olmamakla birlikte, birçok hukuk dışı eylemin devlet olanaklarından, bazılarının da ülkenin yüksek sermaye şirketlerinden temin edildiği durum ortaya çıktı. Bu arada Gladyo’ya bağlı faaliyet gösteren yapıların, silâh ticareti, kara para aklama, uyuşturucu trafiğini yönetme, fuhuş sektörüne hakim olma gibi yollarla da finans 
sağladıkları biliniyordu. Bütün faaliyetlerinde bu tarz bir örgütlenmeyi model alan Ergenekon için de finans kaynağına dair çok kafa yormaya gerek yoktu. Hatta, ekstra olarak, Ergenekon’un finans kaynaklarından birinin TSK’nın ihtiyacı olan silâh ve teknolojik restorasyon sürecinde, uluslar arası şirketlerden hatırı sayılır komisyonlar aldığına dair ciddî emareler olduğunu söyleyebiliriz. Yine bizzat yapının kontrolüne girmiş büyük sermaye gru-
plarının varlığına dair şüpheyi aşan bilgiler de yok değil. Kim bilir, belki siyaset ve medya ayağına yönelik ciddî bir operasyonla savcılar bu kaynakları da deşifre etme şansı bulabilir. (47) 
Mesela spor mafyası ve şike operasyonunun bu anlamda ilginç olduğu söylenebilir. 

AZİZ BAŞKAN ALMAN FİRMASIYLA ORTAK 

Spor yöneticiliği ile tanınan ve şike davasıyla ilgili tutukluluğu devam eden Aziz Yıldırım aynı zamanda büyük şirketlerin yöneticiliğini yürüten bir iş adamıydı. 
Yıldırım’ın inşaat, savunma, denizcilik, turizm, beton ve hayvancılığa kadar uzanan sektörlerde önemli yatırımları var. Bunlardan Maktaş Makine, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin muhabere entegre sistemini Alman Siemens ile birlikte kurmuştu. Dolayısıyla birçoğunun internet sitesi bile olmayan şirketleri ile Fenerbahçe Başkanı, Türkiye’deki iş dünyasında kayda değer bir ağırlığa sahip. Forbes Dergisi, Fenerbahçe Başkanı’nın iş hayatını incelediği dosyada, Yıldırım’ın girdiği savunma ihalelerine dikkat çekiyordu. Fenerbahçe Başkanı’nın yüzde 93 hissesini elinde bulundurduğu Maktaş Makine’nin en büyük müşterisinin NATO olduğu biliniyor. Yıldırım, dayısı Faruk Yalçın’ın 1963’te Makyal İnşaat’ı kurarak NATO ihaleleri almaya başlamasından 10 yıl sonra Maktaş Makine ile iş hayatına girdi. Şirket, 1973’ten bugüne çoğu NATO için olmak üzere toplam 650 milyon dolarlık iş üstlendi. En büyük işi ise TAFICS projesi için kazandığı ihale oldu. Maktaş, 1996’da TAFICS ( Türk Silahlı Kuvvetleri Entegre Muhabere Sistemi) projesinin birinci aşaması için yapılan ihaleyi Alman Siemens ile birlikte 223 milyon dolara kazandı. Aynı projenin ikinci aşaması için yapılan ihaleyi de 2003’te yine Siemens-Maktaş ortaklığı 177 milyon dolara aldı. Diğer yandan TAFİCS projeleri 2006’da dünyada Siemens’in uluslararası ihaleleri kazanmak için rüşvet dağıttığı suçlamasıyla gündeme gelmişti. Siemens’i dünyada zora sokan bu konu Türkiye’de ise gündeme gelmedi. Sahibi olduğu Gülhan Denizcilik’in Dearsan tersanesiyle imzaladığı iş ortaklığı ile Türkmenistan’a 100 milyon dolarlık iki karakol botu sattığına ilişkin haberlerde, önemli bir ortak olmasına karşın Aziz Yıldırım’ın adı geçmedi. Aziz Yıldırım Maktaş Makine’nin yanısıra İmsak Savunma, Savtem Savunma, As İnşaat, Asbeton İnşaat, Aly İnşaat, Gülhan Denizcilik, AG Denizcilik ve Şahdem Süt Entegre Hayvancılık şirketlerinin de hissedarıydı. Dergide yer alan dosyada Aziz Başkan’ın Fenerbahçe yönetiminde yer alan isimlerle de sağlam iş ilişkileri olduğu hatırlatılıyordu. Fenerbahçe’nin küme düşmesi ve Yıldırım’ın önderliğini kaybetmesi halinde Aziz Başkan’ın ’iş liginde’ eski gücünü sürdürüp sürdüremeyeceği merak konusuydu. (48) 

Netice itibarıyla, Hablemitoğlu’nun askeri ihalelerle ilgili ne kadar sır bildiği araştırılması gereken bir konu. Sıra Alman derin devleti Kılıç’ın akıncıların olan Alman vakıflarını ve Türkiye’deki faaliyetlerini mercek altına almaya geldi. 

Federal Almanya'da Türkiye'yle ilgili ''kültür hizmetleri'' büyük ölçüde Alman vakıfları aracılığı ile gerçekleştirilir. Söz konusu hizmetler, ''Türk halkına ve politikacılarına demokratik tartışma kültürünü öğretmek''ten ''Elmalı kereste sanayisini teşvik'' e, ''özelleştirme ve serbest piyasa ekonomisi dersleri'' nden ''gazeteci eğitimi''ne kadar çok renkli bir programı içerir. Türkiye'de ''araştırma kurumu'' kisvesi altunda çalışmalarını sürdüren Alman vakıflarının hemen hemen tamamı parti vakfıdır. Aşırı sağcı CSU ve sözde 
solcu PDS dışında Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan dört partinin tamamının Türkiye'de vakıfları vardır. Ülkemiz ile ilk ilgilenen, Almanya'nın en büyük partisi CDU 'nun Konrad Adenauer Vakfı olmuştur. 1984'te ilk şubesini açmıştır. SPD partisinin Friedrich Ebert Vakfi 'nın İstanbul'a gelişi 1988'de olmuştur. Bunu, 1991'de FDP 'nin Friedrich Naumann Vakfi izlemiştir. Birlik 90/Yeşiller 'in Heinrich Böll Vakfı‘ da doksanlı yılların 
ortasında İstanbul'da faaliyete geçmiştir. Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan partilerin vakıflarının tümü, federal hükümetin 'Politik Eğitim Fonu' ndan finanse edilmektedir. 

Yurtdışı etkinlikleri de yine yüzde yüz federal hükümetce karşılanır. Konunun uzmanlarından sosyolog Ute Paschner 'e göre, Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO'lardır ve Alman dış politikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir. Alman Dış İşleri Bakanlığı'nın elimize geçen bir yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan 
karışabilmek için ne tür ''kamuflaj projeleri'' kullanabileceği üzerine bir dizi ''pratik örnek'' verilmektedir. ''Politik vakıflar''ın bu bağlamda ''diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları'' en yetkili agızlardan itiraf edilmektedir. Ankara ve İstanbul'da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: 

Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükümet sorunu değil, ''yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti'' olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: 
A- ''Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak'' ve buna paralel olarak ''Kürtcü gruplar'' ile Almanya arasında köprü kurmak. 
B- ''Toplumun değişik katmanları ile siyasal İslamcıları bir araya getirmek'' ve buna paralel olarak ''İslamcılar'' ile Alman devleti arasında köprü kurmak. 
C- ''Alevilerin aşırı İslama karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak.'' 

İkinci maddedeki etkinlikler, ''Türkiye'de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak'' amacıyla, Almanya'da adı var, kendi yok ''federal sistem''i Türkiye'ye tanıtmayı hedefler. FDP'nin Friedrich Naumann Vakfi ''federalizmi tanıtma'' çabalarını genelde Batı Anadolu'da yürütürken, Yeşiller'in Heinrich Böll Vakfi ''federal yönetimin nimetleri''ni Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir. Yeşiller'in bu vakfı, Türkiye'nin etnik çetelesini tutmakla meşguldür ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi ''araştırma'' enstitüleri ile ortak çalışmaktadır. 

SPD'nin Friedrich Ebert Vakfi da, daha ''global'' bir yaklaşımla ''Türkiye'de sivil toplumun kurulabilmesi'' için çaba gösterirken, daha çok ''ekonomi ağırlıklı diyalog arayışı''nda olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye'de ''İslamı demokrasiyle barıştırmak'' yolunda en kapsamlı projeler ise CDU'nun Konrad Adenauer Vakfi'nca yaşama geçiriliyor. 

Vakıf ajandasının üçüncü maddesi ''yerli köprübaşları oluşturmayı'' öngörür. Almanya'ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman ''kalkındırma yardımı'', bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak arttırılmaktadır. Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının 
farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır. Vakıfların tek merkezden yönetildiğine, birbirleriyle oldukca karışık ilişkiler içinde oldukları üzerine bir örnek verelim. 
Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye şefliğini bir süre, Alman ordusu kökenli Dr. Wulf Schönbohm yaptı. Vakfın aylık dergisinin Ağustos 1997 sayısında, sekiz yıllık eğitim reformuna ''Türk ordusunun İslam düşmanlığı'' derken Türkiye Cumhuriyeti'ni de, ''kuruluşundan günümüze İslamın inanç esaslarını ve dini duyguların belirtilmesini ezmek'' ile suçlamıştır. Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı'nın 
finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü'nün Müdürü Udo Steinbach 'tır. Daha önce Almanya'nın Paris'teki büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak görev yapmıştır. Vakfın kurucusu olan Konrad Adenauer, Katolik bir hakimin oğludur. Aynı zamanda, Alman İmparatorluğu'nun birliği çerçevesinde bir Batı Alman Federal Devleti'nin kurulmasını öneren isimdir. Prusya Devlet Konseyi'nin başkanlığını yapmıştır. Nazi Almanyası'nda Gestapo tarafından tutuklanmış ama sonra serbest bırakılmıştır. Adolf Hitler'e yönelik 1944'teki 20 Temmuz Suikastı sonrası bir kez daha tutuklanmıştır. 1945 
yılında ise Amerika tarafından Köln Belediye Başkanlığına getirilmiştir. Hıristiyan Demokrat Parti'nin (CDP) Kurucu-Yönetim Kurulu Üyesi ve Almanya Federal Cumhuriyeti'nin de ilk şansölyesidir. 
Böyle birinin kurduğu vakıf, sahi Türkiye'nin yararına ne yapar? 
Konrad Adenauer Vakfı uzun yıllardır Türkiye'de faaliyet göstermektedir. Özellikle basına yaptığı maddi destekler, verdiği eğitimler bu kitabın yazarını hep dikkatini çekmiştir. Vakıf senedinde amacını, barışı, özgürlüğü kollamak, demokrasiyi ve insan haklarını hayata geçirmek, kendi kendine yardım olanaklarını güçlendirerek yoksulluğa karşı savaşmak ve doğal yaşam kaynaklarını korumak olarak açıklar. 

İşin gerçeği ise pek öyle görünmüyor. Alman vakıfları Türkiye'de cirit atıyor ve binlerce aktif ajan veya nüfuz ajanı çalıştırıyorlar. Yakından tanııdğım ve Hamburg’da ofisini ziyaret ederek röportaj yapma imkanı bulduğum Steinbach, 1971-1975 yıllarında ''Ortadoğu masası'' şefi olduğu Ebenhausen Vakfi ile tanındı. Bu vakıf, Alman dış istihbarat örgütü BND'ye yakınlığı ile bilinir. Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en özlü ifade eden kişi 
sanırım Steinbach'tır. 15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi'nin çagrısı üzerine verdiği ''İslam‘ın Avrupa için önemi'' konferansında şöyle demiştir: ''Sorun, Atatürk'ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusculuk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve 
yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye'de yaşanan Kürt/Türk, Müslüman/laik, Alevi/devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinemez...'' 

Karanlık güçlerce katledilen bu ülkenin aydını Hablemitoğlu’nun Alman vakıfları ve Bergama dosyası isimli eserinde Türkiye’de faaliyette bulunan Alman vakıfları ve enstitülerinin, Kültür merkezlerinin Alman İstihbarat servisi BND’nin kontrolünde olduğunu ve finansmanlarının da Almanya tarafından karşılandığı iddia edilmektedir. Alman Vakıflarının Almanya’nın kontrolünde faaliyet yürüttüğünü söyleyen sadece Hablemitoğlu değildir. Vakıflar sadece demokrasi, piyasa ekonomisi vb. amaçlarını gerçekleştirebilecekleri ya da Alman modelini ihraç edebilecekleri ülkelerde faaliyet göstermezler. Alman hükümetinin faaliyet göstermesini istedikleri her ülkede çalışmaya hazırdırlar. Alman Gizli Servislerinin Türkiye Operasyonları adlı kitabın yazarı Talip Doğan Karlıbel, “Almanlar 
istihbarat veya misyonerlik faaliyeti yürütmektedir. Almanya demokrasiye geçiş sürecinde olan devletlerde, kendi ekolüne dayalı bir sistem yerleştirmeye çalışmaktadır. Nesin Vakfı, yıllardır Almanya tarafından örtülü bir şekilde desteklenmektedir. Friedrich Ebert Vakfı ve Heinrich Böll Vakfı, 1990'lı yıllarda vakfa 244 bin marklık yardım yapmıştır. ” diyor ve şunları savunuyor: Son yüzyılda Türkiye’nin yok olma eşiğine gelmesinin, milyonlarca insanını kaybetmesinin ve acılar çekmesinin nedeni Almanya ve onun emperyalist isteklerine alet olmasıdır. Almanya, Türkiye’nin bu vefakâr davranışını kendi topraklarında birçok yıkıcı ve bölücü örgüte destek vererek göstermiştir. Türkiye’nin tüm anayasal sistemini çökertmek isteyen veya bölmek isteyen tüm siyasi ve askeri güçler, Almanya topraklarında 
yeşermiş, büyümüş ve tehdit edici boyutlara erişmiştir. Alman istihbaratının bağlantılı olduğu tarikatlar vardır. NGO’ların içimizdeki yerli ve yabancı temsilcileri bulunur. Örneğin Ergenekon sanığı Semih Tufan Gülaltay, Alman Narkotik İstihbaratı’yla bir işbirliği içindeydi. Doğu Alman Gizli Servisi STASİ (Staat Sicherheits Dienst) PKK’ya destek sağladı. Almanlar ile ortak çalışan “Ulusalcı Çeteler” bugün içeride.Türkiye’deki illegal örgütlerin Alman ayakları vardır. (50) 

DSP’Lİ EROL AL: ALMAN VAKIFLARI ALMAN İSTİHBARATIYLA İLİŞKİLİ 

Türkiye’de Almanya adına faaliyet yürüttüğü iddia edilen Alman Vakıflarının yasal statüsü de tartışmalıdır. Hulki Cevizoğlu Ceviz Kabuğu programında Alman Vakıflarının yasal durumunu gözler önüne seren bir program  yapmıştı. 
Programda, Konrad Adanuer Vakfı temsilcisi DPT ve Hazine Müsteşarlığın dan izin aldıklarını ve yasal olduklarını iddia etmiş canlı yayına katılan Vakıflar Genel Müdürü Nurettin Yardımcı ise, Alman Vakıflarının Vakıflar Mevzuatına göre Türkiye’de temsilcilik açma ve çalışma haklarının bulunmadığını belirterek bu vakıfların ülkemizde yasa dışı faaliyet gösterdiğini açıkça ortaya koymuştu. Hazine Hukuk Müsteşarlığı yapmış Fetih Özdemir’de ne DPT’nin ne de hazinenin Alman Vakıflarına böyle bir müsaade veremeyeceğini söylemişti. Programa telefonla katılan ve 
konuya ilişkin soru önergesi de vermiş olan o dönem DSP İstanbul Milletvekili Erol Al, Alman Vakıflarının Alman İstihbarat Örgütü BND’nin uzantısı olarak Türkiye’de faaliyet yürüttüklerini ve Türkiye’deki partner kuruluşları ile ilişkilerinin sorgulanması gereğini belirterek,”konu ile ilgili Türkiye’nin ulusal güvenliğini ilgilendirdiği için ilgileniyorum”dedi. 

Gerçekten de özelllikle bir dönem yani 90 lı senelerde Almanların Türkiye’ye ilgisi ülkenin ulusal güvenliğini tehdit eder boyutlara gelmişti. Örneğin merkezi Bonn'da olan ve kurucuları arasında Alman Federal Parlamento üyelerinin de bulunduğu Şeyh Said Vakfı 'nın da (1996) çalışmaları doğrudan ülkemiz ile ilgiliydi. Şu anda Türkiye'de şubesi olmayan 
vakıf, amaçlarını şöyle açıklamaktadır: ''Almanya'da yaşayan tüm Müslümanlara dini, sosyal ve kültürel hizmetler sağlamak... 
Kürt halkı ile Alman ve Avrupalı halklar arasında diyaloğu geliştirmek.... Kürdistan'daki savaş kurbanlarına destek sağlamak... Almanya'da yaşayan Kürtlerin yaşam standardının yükselmesi için çaba harcamak... Kürt çocukları ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak...'' (52) 
Zaten vakfın Başkanı Ali Homam Ghazi’nin , ''Apo'nun Bonn temsilcisi'' olarak tanınması vakfın niteliğini de daha açık kılıyor. Bu kişi Udo Steinbach'la da çok yakın ilişki içinde bulunuyor. Kurucu üyelerden Heinrich Lummer ise, Alman Parlamentosu'nda CDU milletvekilliği ve Berlin İçişleri senatörlüğü görevlerinde bulunmuştur. Şeyh Said Vakfı kurulmadan önce, 1995 yılında, Abdullah Öcalan ile ikili görüşmeler yapmıştır. 

Ayrıca 31 Eylül 2000’de Prof.Dr Udo Steinbach’la, Hamburg’daki ofisinde yaptığım görüşmede, 1994'de PKK lideri Öcalan ile görüştüğü için "istenmeyen adam" ilan edilerek Türkiye'ye giremediğini hatırlatan Steinbach, arabuluculukta bulunduğunu itiraf ediyordu. 

Peki Almanlar neden Kürt meselesiyle bu kadar yakından ilgileniyordu? Aslında bu ilginin yeni bir ilgi oduğunu söylemek çok zor. Almanların Kürt sorununu kullanma tarihi eskiye dayanır. 

Burada işin bir başka boyutunu daha vurgulamakta fayda var. Kitabın şu ana kadar olan bölümlerinde Alman vakıflarının Türkiye’de etnik konulu bir çok araştırma yaptırdıkları belirtildi. Halbuki batılı araştırmacıların Türkiye'de yaptıklarına benzer etnik esaslı bir araştırmayı kendi ülkelerinde yapmaları yasal olarak mümkün değildir. 

İspanya'da, Belçika'da, Fransa'da da aynı yasak vardır. İtalya'da ise yalnızca yabancılar için serbesttir. (59) Fransa’da olduğu gibi, değil böyle bir araştırmanın yapılması, tartışılması bile ülkeyi karıştırmaya yeterli olarak görülür. 

Halbuki bu konuda Türkiye’de henüz yasal bir düzenleme yapılabilmiş değil. Hal böyle olunca da Başbakan Erdoğan örneğinde olduğu gibi bir çok politikacının bu faaliyetler konusunda kuşku taşımaları normal. Vakıflar ise bu kuşkuların haklılığını reddetmeye devam ediyordu. Örneğin Friedrich Naumann Vakfı ve Heinrich Böll Vakfı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı Alman vakıflarının PKK’ya destek verdikleri yönündeki suçlamalara yanıt veriyor ve kendilerini savunuyorlardı. Bilindiği üzere, Başbakan Recep 
Tayyip Erdoğan’ın bu sözleri üzerine gözler bu vakıflara çevrilmişti. Türkiye’de faaliyet gösteren vakıflardan birisi de Friedrich Naumann Vakfı olduğundan onların görüşleri önemliydi. Telefon ile İstanbul’dan sorularımızı yanıtlayan vakıf temsilcisi Jörg Dehnert iddialara tepkiliydi. Dehnert’e göre Başbakan’ın adres gösterdiği vakıflar siyasi değil. Dehnert görüşmede şunları söylüyordu: 

“Öncelikle Başbakan Erdoğan Alman vakıflarından söz etti, ancak Türkiye’de yalnızca siyasi Alman vakıfları yok. Türkiye’de, diğer ülkelerde ve Almanya  ’da başka diğer siyasi olmayan Alman kuruluşları da var. Bu birinci konu, ikinci konu ise Başbakan ve Türk hükümeti bizleri yani siyasi vakıfları ve ne yaptığımızı çok iyi biliyorlar, bu sır değil ve bizlerin yaptıkları şeffaf. Türk hükümetini aktivitilerimiz hakkında bilgilendiriyoruz. Herşeyden haberleri var, benim izlenimim bizi yani siyasi vakıfları adres göstermediği şeklinde yoksa ismi açıklardı. Sanırım siyasi vakıflardan değil diğerlerinden bahsediyor. İkinci olarak bunlar son derece ciddi iddialar çünkü bu yalnızca Türkiye için değil Almanya için de suçtur. PKK, Almanya Federal Cumhuriyeti için de bir terörist örgüttür dolayısıyla bu işle bağlantısı 
olanvakıflar bu konuda aktif ya da aktör ise bunun cezasını çekmeliler. 

Sonucuna katlanmalı. 

Biz PKK ile çalışmıyoruz bu insanlar ile konuşmuyoruz.” 

 Heinrich Böll Vakfı da Başbakan Erdoğan’ın suçlamalarını reddediyordu. Yeşiller partisine yakınlığı ile bilinen Heinrich Böll Vakfı Başkanı Ralf Fücks, Deutsche Welle Türkçe Servisi’ne yaptığı açıklamada, suçlamaların kabul edilemez olduğunu söyledi. 

Fücks, “Diğer Alman vakıfları da biz de Türkiye’deki belediyelerin alt yapı projelerini desteklemiyoruz. 
Kredi de vermiyoruz, yasalar uyarınca kredi vermemiz zaten mümkün değil. Siyasi açıdan bakıldığında da PKK’ya yakın bir tavır izlemek son derece saçma. Çünkü Heinrich Böll Vakfı, sorunların şiddete başvurulmadan çözülmesi için çaba gösteren bir kuruluş. PKK’nın silahlı eylemlerine hiç bir şekilde anlayış gösteremeyiz. Ancak sivil Kürt muhalif gruplarla diyalog arayışı içindeyiz, bunu da doğru buluyoruz” şeklinde konuştu. Hırıstiyan Demokrat Birlik (CDU) partisine yakınlığı ile bilinen Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye temsilciliğinden yapılan yazılı açıklamada, “hiç bir Türk belediyesine, il idaresine, başka kurumlara veya örgütlere kredi olanağı sunmadıkları ve ödeme yapmadıkları” ifade edildi. Açıklamada, Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye’deki etkinliklerinin Dernekler Kanunu’na  tabi olduğu ve çalışmalarının Türk makamları tarafından denetlendiği belirtildi. (61) 

Gelen tepkiler üzerine Erdoğan, ifşatına şöyle açıklık getiriyordu: ’Benim ne konuştuğumu maalesef medya tam manasıyla aynen söylediğim gibi yansıtmıyor burada da bu yansıtmada bazı cımbızlamaların olduğunu ifade edeceğim. O sohbetin kaydını şimdi size okuyorum: Bu vakıf altında fon bunlarınki. Bu vakıfların kendi fonları var. Krediler hibeler veriyorlar ve bu 
kredi nedir borçlandırmadır. Hibe borç değildir. Türkiye’de de bazı CHP belediyeleri kredi talebinde hazine talimatı gerektiği için hazineye başvurmuşlardır. BDP’li belediyeler noktasında aldıkları krediler vardır ve yatırım devam ediyor. Bir gazeteci arkadaşımız “PKK’ya para gönderiyorlar” lafını kullanıyor. Ben ise “Para değil belediye ile kredi anlaşması yapıyor. Sözleşmede şu müteahhide verilecek şartı konuyor” diyorum. Gazeteci 
arkadaş, “Şüpheli bir firma” diyor. Ben de “Yani işi öyle bağlıyorlar” diyorum. Konunun aslı çerçevesi bu. Bu söylenen vakıflar benim konuşmamla da gündeme gelmedi. Bu konu medyamız vasıtasıyla da gündeme gelmiş konular. Alman vakıfları maalesef daha önce de 
buna benzer konularla gündeme geldi. Özel bu konuda bilgi isterse lütfederler kendisiyle bu konuyu ayrıca görüşürüz. Kapıya koyup koymaması kendi bileceği bir iştir. Türkiye’de bu tezgah yeni çalışmıyor. Benim anlattığım konu budur. Özellikle ağırlıklı BDP’li belediyelere 
bu vakıflar kredi ve hibe mekanizmasını çok sık çalıştırıyorlar. (62) 

BURDUR’LU İŞÇİ ÇOCUKLARDAN AJAN 

Başbakan Erdoğan Alman vakıflarıyla ilgili açıklamalarıyla kamuoyunun dikkatini buraya çevirmişti. Peki neydi başbakanlık düzeyinde yapılan bu açıklamaların sebebi? Yine başbakanın açıklama yaptığı dönemde özellikle doğu bölgelerinde gelişen bazı olaylar bu sorunun en açık yanıtıydı. İlk örnek Burdur’dan. Burdur’da kısa dönem paralı askerlik yapan Almanya’daki işçi çocuklarına istisnasız olarak her birine ajanlık teklifi ve telkini 
yapılmaktaydı. Ki, bu Almanya anayasası ve yasalarına karşı ağır bir suçtu. Diğer yandan PKK’lı bölücülere veya sol örgütlere karşı ajanlık Alman Kılıç’ın işiydi. Diplomatik dokunulmazlık zırhı altında Almanya’da görevli 80 MİT elemanı tarafından bazı gurbetçi vatandaşlar adım adım takip edilmekteydi. Bir gün, takip edilmekte olduğundan kuşkulanan iki Kürt, bir Alman TV ekibini haberdar ederek bir eylem tasarlamıştı. 

Sonradan olay 

Almanya TV ekranlarına yansıyınca konu anlaşıldı. Takip edilmekte olan o iki kişi, bazı arkadaşlarını da harekete geçirerek, belli ettirmeden kendilerini takip ettirmişlerdi. Bir parkın içinden geçerken, biraz kuytu bir yere gelince geri dönüp onları takip eden olası MİT ajanlarına saldırarak, TV kamerası karşısında bir hayli hırpaladılar. Aldıkları darbelerle çeşitli yerlerinden yaralanan o şahısların saldıranlara karşı davacı bile olmadıklarını Alman 

TV’si saptamıştı. Bu TV haber Almanya savcılığınca ihbar telakki edildi o zamanlar Almanya’nın çeşitli illerindeki Türkiye Konsolosluklarında görevli sekiz diplomatın sınırdışı edilmelerine karar verildi. Buna Türkiye’de bir misilleme yapacaktı elbet. Soruna kolaylıkla bir çözüm bulundu. Almanya’nın Friedrich Ebert Stiftung veya Konrad Adenauer Stiftung 
gibi vakıfların Türkiye’de yardım maskesi altında casusluk faaliyetleri sürdürdükleri gerekçesiyle işlem yapılmalıydı. Ergenekon’un bir kanadı Doçent Necip Hablemitoğlu’na bu görevi verdi. Düzenlediği rapor gerekçe gösterilerek Almanya’nın Türkiye konsolosluğundan dört diplomat sınır dışı edildi. Kısa bir süre sonra da ağzından laf kaçırmasın diye Hablemitoğlu öldürüldü. Cinayet organizasyonunu da zamanın güçlü Ergenekon generali Veli Küçük’e havale edildi. (66) 

Bir başka casusluk olayı yine Başbakan Erdoğan’ın açıklaması üzerine yaşandı. Başbakan Erdoğan'ın "Alman vakıfları belediyeler üzerinden PKK'ya dolaylı olarak yardım aktarıyor" iddialarının ardından, olaya sert giren Habertürk Gazetesi'nde "Güneydoğu'da Alman Ajanslar cirit atıyor" şeklinde bir haber yer aldı. Ancak habere, BDP ve Almanlardan değil de 
Radikal gazetesinden cevap geldi.Gazete Habertürk’ün manşetinde, istihbarat birimlerinin fotoğrafladığı Güneydoğu illerini üs edinen Almanlar’ı gündeme getirdi. 4 PKK’lının cenaze töreninde görülen, gazeteci gibi davranan Almanlar’ın Güneydoğu Anadolu’da bir “ajanlık” faaliyeri yaptıklarına ilişkin habere, Radikal hemen “Ajan değil aktivist” diyerek karşılık verdi. Habertürk’le Radikal arasında ajan kavgası çıkaracak olan haberde Radikal, açıkça Almanlar’ı savunuyordu. (76) 

Radikal’in haberinde Alman ajanlarının ajan değil aktivist olduğu savunuldu. Gazeteye göre her PKK eyleminde görüldüğü' öne sürülen Alman Michael Knapp, Alman parlamenterlerle yaptığı temaslardan sonra hazırladığı raporları Türkiye'ye de iletiyordu. Michael Knapp ın Avrupa Parlamentosu ve Almanya milletvekilleriyle Türkiye’de bulunduğu 2010 temmuz ayında Şemdinli’de, çatışmayla sonuçlanan pek çok protesto gösterileri düzenlenmişti. Habertürk gazetesinde, ‘PKK’nın her eyleminde Almanlar var’ başlıklı haberde fotoğraflarına yer verildi ama Radikal’e göre ‘gazeteci kılığında’ hareket etmekle suçlanan Micheal Knapp’ın insan hakları savunucusu ve tarihçiydi. Knapp’ın 2010 aralarında Alman milletvekillerinin de olduğu bir heyetle İstanbul, Diyarbakır, Van ve Hakkari’de incelemeler 
yaptığı, polislerle de görüştüğü ve hazırlanan raporun da Avrupa ve Alman 
parlamentolarına gönderdiği biliniyordu. Knapp 15 Ekim 2010’da 10 günlük bir inceleme için Türkiye’ye geldi. Beraberinde Avrupa Parlamentosu, Almanya Federal Meclisi ile kimi eyaletlerin milletvekilleri ile avukatlar ve insan hakları aktivistleri de vardı. İlk olarak Diyarbakır’a gidildi. Ardından Van, Hakkari, Şemdinli ve Yüksekova’da inceleme yapıldı. 

İnceleme kapsamında bölgedeki avukatlar, baro ve belediye başkanları, BDP’li milletvekilleri ve siyasetçiler, kimi dernekler ile yerel idarecilerle ve polis yetkilileriyle görüşüldü. Kendisine ‘Brüksel, Berlin, KRV ve Hamburg İnsan Hakları Heyeti’ adını veren topluluk daha sonra da bir rapor hazırladı. Bu rapor Avrupa Parlamentosu, Almanya Federal Meclisi ve Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği’ne iletildi, Türkiye’de yayınlandı. Micheal Knapp yine 
2010’un temmuz ayında Berlin Demokrasi Evi’ndeki bir toplantıda bir Alman milletvekili ve bir sosyologla birlikte, TSK’nın Güneydoğu’da kimyasal silah kullandığı iddiasına ilişkin açıklamalarda bulundu. Knapp’ın da aralarında olduğu bir başka heyetin yine 2010’un ekim ayında KCK Davası’nın görüldüğü Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılamayı izledi. Knapp ve bir grup Alman parlamenteri, Alman ve Türk yetkililere açık mektup yazarak, Hakkari’de tutuklanan BDP’lilerin bırakılmasını ve ‘çocuklara yönelik polis şiddetinin durdurulmasını’ istemişti. (77) Almanlar bu şekilde Türkiye’nin işlerine karışma olarak nitelendirilecek eylemlerde bulunmaktan çekinmemeye başlamıştı. Bunun altında yatan sebeplerden birisi de Almanya ’nı Türkiye’nin artık bölgenin büyük devletlerinden 
olduğunu kabullenememesiydi elbette. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***