Muzaffer Özdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Muzaffer Özdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Haziran 2016 Cuma

Türkiye Ve Yeniden Yapılanan Orta Doğu


Türkiye Ve Yeniden Yapılanan Orta Doğu.,







23 MAYIS 2003 CUMA


Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Raporlar ve Araştırmalar ..,



Bu yazı dizisini ise Türkiye'nin Orta Doğu ile ilgili politikaları konusunda bir değerlendirme izleyecek.


Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bugüne en sorunlu ve kendisi için en büyük tehditleri içeren döneme girmiş bulunuyor. Türkiye'ye yönelik tehditlerin dinamiklerini iç, bölgesel veküresel olmak üzere üç boyutta toplayabiliriz. Bu üç boyut birbirleri ile doğrudan bağlantılı içiçe geçmiş süreçleri ifade ediyorlar. Bir arada değerlendirilmedikleri sürece doğru anlamlandırılmaları mümkün değil. Türkiye için küresel boyutta tehditi, ABD'nin 21. yüzyılda tek süper güç olduğu bir dünya düzeninde küreselleşmenin ekonomik, politik ve teknolojik meydan okumalarına cevap verememiş olmasından kaynaklanıyor.
Bölgesel düzlemde Türkiye için tehdit, ABD'nin küreseltek süper güç olma stratejisinde çok önemli yertutan Avrasya ve Orta Doğu'da sınırların yeniden çizilmesi politikasından kaynaklanıyor. İç düzlemde ise tehdit, küreselleşmenin ürünü olan mikro milliyetçiliğin Türkiye Cumhuriyetini bir ulus-devlet olarak sonlandırmaya yönelik politik hedefinden kaynaklanıyor. Özetle, bu üç tehdit düzleminin kesiştiği noktada Türkiye Cumhuriyeti'nin 20. yüzyılın başında şekillenen devlet sistematiği ve sistemin üzerinde kurulduğu toprakların muhafaza edilerek 21. yüzyılın içlerine taşıması oldukça zor bir hal alıyor.
Öte yandan, iç, bölgesel ve küresel boyutta karşımıza tehdit olarak çıkan hususlar, farklı bir açıdan bakıldığında da ortaya Türkiye için fırsatlar koyuyor. Küreselleşme, Avrasya ve Orta Doğu'da sınırların yeniden çizilmesi ve Türkiye Cumhuriyetinin yumuşak karnı olarak nitelenen ve mikro milliyetçilik mikrobu, Ankara'nın belirgin ve aktif bir politik hedefin olmasıdurumunda, Türkiye için ortaya büyük fırsatlar koyabilecek bir niteliğe de sahipler.
Önümüzdeki birkaç gün sürecek olan bu kısa yazı dizisinin amacı, Türkiye'ye yönelik tehditleri üç boyut çerçevesinde de incelerken, ağırlığı özellikle ikinci boyutu oluşturan Avrasya ve Orta Doğu'da gerçekleşmekte olan bölgesel yeniden yapılanmanın üzerine oturtarak, bölgesel yapılanmanın küresel sonuçları ile Türkiye için ortaya koyacağı tehdit ve fırsatların çok yönlü bir analizini yapmaktır.

I. 11 Eylül Sonrası Yapılanmanın Temelleri

Soğuk Savaş'ın ABD'nin galibiyeti ile sona ermesinden sonra Washington için temel hedef, ortaya SSCB'nin yerine geçebilecek küresel veya bir jeopolitik altsistem boyutunda meydan okumayı temsil eden bir devletin ortaya çıkmasını engelleyerek, ABD'nin tek kutupluluğunun devamını sağlama olmuştur. ABD, Soğuk Savaş'ın hemen sonrasında hazırlanan ilk beş yıllık Amerikan savunma bütçe kanununun içine bu politik hedefi açık bir anlatımlayerleştirmekten hiç çekinmiştir.[1]ABD'ye meydan okuyabilecek devletlerin hepsi Avrupa-Asya kıta bloğunda konumlanmışlardır.
Tek kutuplu dünya hedefini gerçekleştirmek için izlenen strateji Soğuk Savaş'ı izleyen ilk on yılda ağırlı olarak ekonomik içerikli bir strateji olmuştur. 1990'lı yıllar boyunca izlenen ABD stratejisi,küreselleşmedir ve küreselleşme Amerikan ekonomisinin dirilmesine izin vermiştir. Soğuk Savaş'ın hemen başında kurulan ve Batı Dünyasında ve ABD yanlısı jeopolitik sistemde Amerikan hegemonyasının temelini oluşturan Amerikan ekonomik üstünlüğünün simgesi olan Bretton Woods sisteminin 1974'de Vietnam Savaşının etkileri ile de çökmesinden sonra ABD'nin Batı Avrupa, Japonya ve Amerikan-yanlısı ülkeler üzerindeki hegemonyası ekonomik gücüne değil, SSCB'nin kapitalist ülkeler için oluşturduğu askeri tehdite dayanarak varlığını sürdürmüştür. Washington D.C., SSCB'nin çökmesinden sonra, kapitalist ülkeler ve dünyanın geri kalanı üzerinde ABD hegemonyasının kendisini yeniden üretebilemesinin ancak ekonomik bir yenilenme ile gerçekleştirilebileceğini düşünmüştür.Öte yandan, küreselleşmenin sadece Amerikan ekonomisinin yararına olduğu söylemek de mümkün değildir. Nitekim başta Çin ve Avrupa Birliği olmak üzere bir çok devlet/devletler birliği küreselleşmenin sağladı faydalardan istifade etmiştir.
Böylelikle küreselleşmenin ABD hegemonyasının alt yapısını tam anlamı ile hazırlayamayacağının meydana çıkması bir yandan Amerikan tek kutupluluğuna ve küreselleşmeye meydan okuyan güçlerin merkez-kaç eğilimleri öte yandan, W.Bush Ocak 2001'de iktidara gelir gelmez, Clinton yönetiminin dış ekonomik politikasında hep ayrıcalıklı bir yeri olan Çin'i Amerikan menfaatlerini tehdit eden yükselen bir güç olarak görmüş ve Çin'e yönelik bir strateji arayışına girmiştir.[2] W.Bush Yönetimi, Rusya'ya karşıda Clinton Yönetiminin izlediği ılımlı sayılabilecek politikanın terk edilerek daha sert bir çizgi izlenmesi gerektiği konusunda bir tavır içine girmiştir.[3]
Ancak, 11 Eylül saldırısı, Bush'un Çin'e politikasının tamamenfarklı bir eksene daha küresel bir boyuta oturmasının yolunu açmıştır. Amerikan dış poltikasında büyük ve radikal adımların atılabilmesi için Amerikan kamuoyunun desteğinin alınması hep şart olmuştur. 11 Eylül saldırıları da hem Amerikan kamuoyunun hem de onun ötesinde dünya kamuoyunun özellikle 11 Eylül'ü izleyen ilk aylarda Bush Yönetiminin politikalarına destek vermesine yol açmıştır.
11 Eylül'de El Kaide'nin gerçekleştirdiği operasyonun arkasındaki istihbarat/lojistikdesteğinin niteliği belki hiçbir zaman ortaya çıkmayacaktır ama böyle bir destek olsa da olmasa da El Kaide saldırıları, Bush Yönetimine ABD'nin Amerikan tek kutupluluğunu Amerikan ekonomisine değil de Amerikan silahlıu kuvvetlerine dayandırarak sürdürmek için büyük bir stratejik atağa geçmesi fırsatını vermiştir. Tek kutupluluğu ağırlıklı olarak Amerikan ekonomik üstünlüğüne dayandıramayacağını bilen ABD üstünlüğünün tartışmasız olduğu silahlı kuvvetleri kullanabileceği bir alanda, jeopolitik alanda oluşturmayı hedeflemiştir.
11 Eylül sonrasında ABD, terörü ve terörün arkasındaki güçleri göstererek kürenin her yerine askeri gücünü kullanarak girmektedir. Bu teorik olarak ABD'ye dünyanın bütün coğrafyalarına değişen boyutta askeri müdahale imkanı sağlarken, Bush'un imzasını taşıyan yeni Amerikan Güvenlik Doktrini'de ABD'nin askeri müdahale yapabilmesinin hemen hemen sınırsız olan şartlarını ortaya koymuştur. Amerikan Güvenlik Doktrini hedef olarak terörü ve terörün arkasındaki odaklar ile devletleri göstermekle birlikte, özü itibarı ile ABD'nin tek kutupluluğuna meydan okuyabilecek büyük güçleri hedef almaktadır. Amerikan Güvenlik Doktrininde hedef alınan terörün arkasındaki devletler, dünya enerji kaynaklarının üzerinde veya yakınında olup jeopolitik önem arz eden ve hem bölgesel planda ABD'ye meydan okuyup hem de ABD'ye küresel planda meydan okuyabilecek büyük güçler ile ittifak içine girebilecek devletlerdir.
11 Eylül sonrasında gittikçe netleşen Amerikan tutumu 21. yüzyılda aktuel ve potansiyel olarak ABD'ye meydan okuyabilecek büyük güçlerin enerji kaynaklarının bulunduğu alanların ya mevcut jeopolitik yapıları ile ya da jeopolitik yapıları değiştirilip Amerikan menfaatlerine uygun hale getirildikten sonra Amerikan denetimine alınmasıdır. Washington'un bu yaklaşımı, 1648'de ortaya çıkmış olan ve ulus-devletlerin egemenliği esasına dayanarak gelişen devletler arası ilişkileri ve devletler hukukunutamamen farklı bir eksene oturtmakta hem de yerine yeni bir hukuk sistemi değil de Amerikan askeri valileri/Amerikan korumaların kontrolundaki başbakanları koymaktadır.
ABD, Irak savaşı ile bir Soğuk Savaş dönemi kurumu olan BM'nin de Westphalia düzeninin tükenmesi için çalışıldığı dönemde işlevini yitirdiği ve 1930'lardaki Milletler Cemiyeti gibi işlevsiz/etkisiz bir konuma kaydığı veya işlevinin ABD'nin küresel politikalarını tastik eden bir noter haline geldiğini ortaya koymuştur.[4] Gerçi, savaş sonrasında BM ABD tarafından bir ölçüde de olsa onere edilecektir ama BM için hiç bir şey Irak savaşından once olduğu gibi olmayacaktır.ABD'nin başka hiçbir ulusun sahip olmadığı askeri güç kapasitesine dayanarak yaptığı/yapmaya çalıştığı bu jeopolitik düzenlemelerin ve dünyayı askeri karakollar sistemi ile kontrol altına almayı hedefleyen politikalarının eğer yeni ittifaklar oluşturmaz ise yerel, bölgesel ve küresel boyutta anti-Amerikan ittifakları ortaya çıkarmasıkaçınılmazdır.
Amerikan askeri güçleri, 11 Eylül sonrasında El Kaide veTaliban yönetimini ortadan kaldırmak amacı ile Afganistan'ı kuşatan alana, Pakistan, Özbekistan ve Kazakistan ve Kırgısiztan eksenli olarak yerleşmiştir. Sadece Afganistan boyutunda ve sadece günümüz açısından bakıldığında bile çok öneli olan bu gelişmenin gerçek niteliği daha geniş bir tarihsel perspektifden ve daha geniş bir coğrafi açı ile bakıldığında anlaşılmaktadır. Tarih boyunca anlılan coğrafyaya, bu derinlikte, Büyük İskender dışında girebilen hiçbir Asya dışı güç yoktur.
ABD'nin Afganistan'ın çevre kuşağına yerleşmesi, Amerikan askeri-politik gücüne Avrasya ekseninde yeni açılım alanları sağlamıştır.Bir Avrasya gücü haline gelen ABD, Batı Türkistan'ın başta enerji kaynakları olam üzere zengin yeraltı kaynakları üzerinde hakimiyet tesis etmenin ötesinde Çin, Rusya,Hindistan,Pakistan ve İran'a karşı hemen sınır ötesinden güç projeksiyonu gerçekleştirme şansı elde etmiştir. Batı Türkistan'ı tamamlayan alan ayni eksen üzerindeki Güney Kafkasya olmuştur. ABD, bu alanda Gürcistan'a yönelik Moskova baskısını karşı Tiflis'in arkasında askeri varlığı ile yeralmıştır. Bu iki stratejik alandaki mücadeleler, düşük yoğunluklu çatışma mantığı çerçevesinde devam etmektedir.
Batı Türkistan-Güney Kafkasya alanında gerçekleşen Amerikan askeri müdahelesien azından şimdilik mevcut jeopolitik yapıyı değiştirmeyi, ulus-devletlerin sınırlarını yeniden çizmeyi hedeflememektedir. Amaç bu coğrafyadaki mevcut ülkeleri Moskova ve Pekin'in etki alanı dışına çıkararak, Avrasya'nın enerji yataklarının bulunduğu Hazar havzasının doğusunda ve batısında bir Amerikan denetim bölgesi oluşturmak, bu bölgenin enerji kaynaklarının açık denizlere Amerikan denetiminde inmesini sağlamaktır.

2. Irak Politikası ya da Orta Doğu'nun Yeniden Şekillendirilmesi

ABD'nin Avrasya'da düşük yoğunluklu çatışma devam ederken Orta Doğu'da Irak cephesini açtığı görülmüştür. ABD'nin Orta Doğu'da yapacağı jeopolitik düzenleme, Irak merkezli gibi görünse de Orta Doğu gibi bir alt sistemde yerinden çekilecek bir taşın domino etkisi yapacağını Orta Doğu tarihine giriş ile ilgili bir kitap okumayanlar dahi görmektedirler. ABD'nin Irak'da Saddam Hüseyin rejimini kitle imha silahlarına sahip olduğu için devirmek için milyarlarca doları ve Amerikan yaşamlarını harcamayacağı, ABD'nin bu kadar kapsamlı bir harekatı ancak daha derin bir stratejik hedefe ulaşmak için gerçekleştireceği açıktır.
ABD'nin Orta Doğu'da Irak merkezli harekatının iki temel hedefi ve bu hedeflere ulaşma için kullanacağı araçları şöyle sıralayabiliriz:Birinci temel hedef, ABD'nin Orta Doğu ve Orta Doğu'daki enerji kaynakları üzerinde bölge dışı rakip bir gücün bölgeye girişini engelleyecek ve bölge içinden ABD'ye ve ABD'nin bölgedeki müttefiki İsrail'emeydan okuyacak bir devletin varlığını engellemek olarak tanımlanabilir.
ABD'nin Orta Doğu'ya gelmesinin ikinci temel nedeni ikinci bir 11 Eylül'ün olmasını engellemekdir. Amerikalı analizcilere göre, 11 Eylül'ün arkasında radikal İslam temelli anti-Amerikanizm vardır. Anti-Amerikanizmin ise üç önemli nedeni tespit edilmiştir.
1)ABD'nin Soğuk Savaş sonrasında güvenlik ve petrol merkezli politikalar izleyerek, Orta Doğu'da anti-demokratik feodal monarşileri desteklemesi, bu monarşilerinden memnun olmayan kitleleri, ABD'yi suçlamaya sürüklemiştir. Bundan dolayı, bazı Amerikan çevrelerine göre, ABD'nin Orta Doğu'da demokratik süreçleri desteklemesi, hatta demokrasiyi dayatması gerekmektedir. Bu noktada iki farklı görüş belirmektedir. "Demokratik emperyalistler" diye anılan grup, ABD'nin Orta Doğu'ya demokrasiyi Almanya ve Japonya'ya yaptığı gibi "dayatması" gerektiğini ve bunun hızla yapılması gerektiğini ileri sürmektedirler. Bu grup, hızlı demokratikleşmenin gerçi kısa vade de ortaya istikrarsızlık çıkaracağını ancak bu sürecin uzun vade de Amerikan menfaatleri ile uyumlu olduğunu ileri ssürmektedirler. "Demokratik emperyalistler" adlı grubun daha çok Amerikan Savunma Bakanlığı içinde konumlandığı görülmektedir. Öte yandan Dış İşleri Bakanlığı içinde bir grup ise Orta Doğu'da demokratikleşmenin tedrici olması gerektiğini, jeopolitik sarsıntılara ve kontrolun elden çıkmasına izin verilmemesi gerektiğini belirtmektedir.
2)Anti-Amerikanizmin ikinci önemli nedeni, Orta Doğu'da bulunan ve 1990 sonrasında komnuşlanmış olan Amerikan askeri varlığıdır. Arap kitleleri Amerikan askeri varlığından nefret etmektedirler. El Kaide'nin ağırlıklı olarak Suudi Arap militan devşirmesinin bir tesadür olmadığı ileri sürülmektedir. ABD askeri varlığının nedeni ise Saddam Hüseyin rejiminin varlığıdır. Saddam rejimi devrildikten sonra ABD, Orta Doğu'daki askeri varlığını yeniden yapılandıracak ve azaltacaktır.
3) Anti-Amerikanizmin üçüncü ve belki de en önemli kaynağını Arap-İsrail çatışmasında ABD'nin İsrail'in yanında yer alması oluşturmaktadır. ABD'nin İsrail'i terk etmeyeceği düşünülür ise yapılacak tek iş Arap-İsrail çatışmasının ortadan kaldırılması olacaktır. Çatışma kalmayınca veya en alt seviyeye inince anti-Amerikanizmde kalmayacaktır.

ABD'nin Orta Doğu politikasının ikitemel belirleyicisi petrolün Amerikan ve dünya pazarlarına güven içinde ulaşması ve İsrail'in varlığının korunmasıdır. Bu iki hedefi veya birisini gözardı eden bir Amerikan politkasının şekillenmesi mümkün görünmemektedir. ABD'nin Irak'a yönelik politikaları ile Orta Doğu'yu şekillendirecek olan politikalarda da bu iki ölçüt belirleyici olacaktır.

Birinci Boyut: Orta Doğu'da Demokratikleşme
ABD'nin Orta Doğu'da demokratikleşmeyi Amerikan menfaatlerini tehdit etmeyen bir sürece yayacağı ve "Demokratik Emperyalistler"in önerdikleri hızlı demokrasi dayatmasının yaşama geçmeyeceği anlaşılmaktadır. Irak'da ortaya konulacak performansın ABD'nin Orta Doğu'nun demokratikleştirilmesi hedefi için çok önemli olduğu anlaşılmaktadır.
Saddam sonrasında kurulabilecek yönetimler konusunda önündeki seçenekleri öncelikle üçe ayırmak mümkündür. Bunlar sırası ile üniter Irak, gevşek federasyon veya konfederasyon ve Irak'ın bölünerek Orta Doğu'da yeni bir yapılanmaya gidilmesi seçenekleridir. Aşağıda bu modeller tartışılmaktadır.

2.1.1. Üniter Model
Üniter devlet modelinin kabul edildiği bir Irak içinde değişik seçenekler mevcuttur.

a)Anti-baas özellikleri ağır basan, Arap ruhunu okşayabilecek ve sunni Arap seçkinlerin desteğini alan bir general/güçlü adam yönetimi çerçevesinde tedrici çok parti/demokrasi yönetimi ki bu model, Kürt ve Türkmen azınlıklar (ve Şia çoğunluk) için otonom bölge modeli ile desteklenebilir. Bu model 1970 Anayasasında var olduğu için Irak seçkinleri tarafından kabulü kolay olduğu gibi, bölgesel jeopolitik istikrar için en uygun modeldir. Ancak bu model bugün hiç yakın bir çözüm görünmemektedir. Türkiye için en olumlu çözüm yolu olan bu modeli Türkiye gündeme getirmediği ve sadece federalizme karşı çıkmakla yetindiği için bu model üzerinde ciddi bir tartışma gerçekleşmemiştir.

b) Amerikan işgal yönetimi altında kurulacak bir parlamento ile demokratik bir rejime doğru hızlı geçiş modeli. Bu modelde Washington'da bazı kulaklara hoş gelmekle birlikte, Irak coğrafyasında ve toplumsal dinamikler açısından gerçekçi görünmemektedir. Böyle bir demokratik modelin kısa bir süre içinde sosyal huzursuzluklara ve etnik fay hatları boyuncayeniden bölünmelere yol açması büyük bir ihtimaldir. Ayrıca, Irak'da demokratik modelin başarıya ulaşması da başta Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri olmak üzere bütün Arap dünyasında ABD'nin lehine olmayacak bir demokratikleşme sürecini başlatacaktır. Bazı ABD çevrelerinde savunulan üniter, demokratik Irak modeli hiçte Washington'un menfaatlerini gerçekleştirmeyebilir.

2.1.2. Gevşek federasyon veya Konfederasyon Modeli

Gevşek federasyon veya konfederasyon modeli ise bugün ki gelişmelerle veya ABD'nin yaklaşımları ile en uyum içinde olan model gibi görünmektedir. Gevşek federasyon veya konfederasyon, büyük bir olasılıkla, ABD işgalrejimi sırasında karşı görüşler olsa da etnik ve dinsel hatlar boyunca oluşturulacaktır. Gevşek federasyon veya konfederasyon modelinde, bütünün parçalarını, Sunni Araplar, Şii Araplar, Kürtler oluşturacaklardır. Türkmenler tamamen dışlanmış görünmektedirler. Ankara'nın Türkmenleri sistemin içine sokmak için çok ciddi ve başarı şansı yüksek bir politika izledikleri söylenemez. Federal devletlerin sınırların çizilmesi konusunda büyük ve iç/dış dinamiklerin ortaklaşa belirlediği bir çatışma yaşanacaktır. Dünya petrollerinin % 10.7'sini bulunduran bu ülkede petrol rezervlerinin büyük bölümünün bulunduğuKerkük üzerinde Araplar, Türkmenler ve Kürtler arasında ABD'nin, Türkiye'nin, Arap ülkelerinin ve dünya petrol şirketlerinin müdahil olduğu bir çatışma yaşanacak ve büyük bir ihtimal ile bölge için özel bir statü bulunacaktır.
Bu durumda Irak devleti, her an bir dış müdahaleye açık sahip olduğu kaynakları sunni Arap seçkinlerin pragmatik amaçlarla da olsa panarabist politikalar için kullanamayacakları bir devlet haline gelecektir. Böylece, Irak'ın İsrail için bir tehdit olam özelliği ortadan kalkacak, dengeler üzerinde yaşayan bir devlet haline gelecektir. Federasyon modelinde federasyonu bir arada tutacak sembolik bir müessese olarak meşruti monarşinin tesis edilmesi bir ihtimaldir.Ancak, bu çözüm bölgeye istikrar getirmeyecek, Irak'da merkez-kaç eğilimler çok güçlü bir şekilde varlığını sürdürmeye devam edecektir. Özellikle Kürt federal bölgesi, bağımsızlık ve irredentist taleplerle bölge için bir istikrarsızlık kaynağı olamaya devam edecektir. Ayrıca, etnik hatlar boyunca kurulan federal devletlerin istikrarsız süreçlere dayanamadığını 1990'lı yıllarda parçalanan SSCB, Yugoslavya ve Çekoslavakya'nın etnik federasyonlar olduğu gerçeği bir kez daha ortaya koymuştur.
Bir üçüncü çözüm modeli ise en radikal olan ve Westphalia sistemini tamamen gömerek, dünyayı tam bir hukuk kaosu içine sürükleyecek olan bölünme modelidir. Bu model, Irak'ın iki, üç veya dörte bölünerek, yeni devlet oluşumlarının gerçekleştirilmesini öngörmektedir. Bu konuda önerilen modellerden birisinin, kuzeyde bir Kürt devleti, orta Irak'ın Ürdün Haşimi Krallığı ile birleştirilmesi ve şii Arapların çoğunlukta olduğu güneyin iseKuveyt ile birleştirilmesidir.
Ortaya Kerkük'ü de kapsayacak bir Kürt devletinin çıkması durumun da bölgede varlığını tamamenAmerikan desteğine bağlamış ikinci bir İsrail yaratılmış olacaktır. Bağımsız Kürt devletinin bugün ki sınırlar içinde ortaya çıkması durumunda yaşama kabiliyetinin olacağı ise büyük ölçüde şüphelidir. Bölgede kurulacak bağımsız bir Kürdistan Arapları iki cephede böleceği ve dikkatlerin İsrail üzerinde teksif edilmesini engelleyecektir. Aynı zamanda Arapların elinden dünya petrol rezervlerinin hiçte küçümsenmeyecek bir bölümünü alacaktır.
Bölünme modelin uygulanması durumunda, Türkiye'nin silah kullanarak kuracağı bir bağımsız birTürkmen devleti de çıkmalıdır. Ancak, Türkiye'deki mevcut siyasal yapılanmaile Türkiye'nin bir Kürt devleti oluşumunu seyretme ihtimali de hiç küçük değildir.
Bugün Washington açısından en gerçekçi görünen model, Irak'da federal model olarak belirmektedir. Ancak, bu çözüm kısa vade de olmasa da uzun vade de bölgeye istikrarsızlık getirecektir. Federal bir Irak eğer federe bir Türkmen bölgesi içermez ise sunni Arap, şii Arap ve Kürt federe bölgelerinden oluşacak olan bir federal Irak Türkiye, Suriye veİran için tehdit oluşturacaktır. ABD'nin Irak'da meşruluk zeminini oluşturacak olan Irak'ın hızlı zenginleşmesinin gerçekleşemesi için bu ülkenin OPEC'den çıkarılması ve OPEC kotaların üzerinde petrol üretimi yapılarak bir yandan petrol fiyatının varilde 16 Dolar civarına çekilmesi küresel ekonomik durgunluğun aşılması yanında Irak'da ekonomik yaşamı canlandıracak, Saddam sonrası düşen milli gelir hızla artacaktır. Esasen ABD'nin uzun süre Irak'da kalmasının alt yapısını sağlayabilecek bir başka yolda yoktur.
Federal, demokratik, laik, piyasa ekonomisini benimsemiş, ABD'nin Orta Doğu için tasarladığı serbest ticaret bölgesinin küçük bir örneğini oluşturan ve zengin bir Irak, bütün için Orta Doğu için bir Arap modeliteşkil edecektir. Esasen, Orta Doğu için Türk modelinin bir gerçekçiliği yoktur çünkü Araplara hep Türk olduğu için itici gelen bir modeli benimsetme imkanı yoktur.
Ancak, zenginleşen bir Irak'daki federe Kürt bölgesinin gerek Türkiye gerek İran üzerinde etkilerinin olması kaçınılmazdır. Zaho'da kişi başına gelirin 4000 Dolara çıkması durumunda 2000 Dolarda kalan Nüsaybin Zaho tarafından emilecektir. Bu emilmeyi, Irak'ın inşası sırasında Güney Doğu Anadolu'dan Kuzey Irak'a gidecek olan büyük iş gücünün daha da kolaylaştırması, önümüzdeki 10 yıl içinde Orta Doğu'da sosyal bir pankürdizmin ortaya çıkması büyük bir ihtimaldir. Ankara, geçen aylarda KKTC'de yaşananlardan ders çıkarmaz ise çok ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalması muhtemeldir. Öte yandan oluşturlması hedeflenen federe Kürt devletinin nüfusunun % 12'si Arap, % 30-35'i Türkmen ve % 45-50'si Kürt olacaktır. KDP ve KYB şimdi gösterdikleri şovenist pratikte israr ederler ise bölgede ister istemez ciddi etnik çatışmalar çıkacaktır. Irak'daki bu tür etnik çatışmaların Türkiye'de huzuru bozması da bir başka sonuç olacaktır. Keza şii Arapların yeterince dikkate alınmaması da hep İran'ın Irak politikasına karışmasının zeminini hazırlayacaktır hem şii Arapların kurulacak yeni rejime yabancılaşmasının alt yapısını oluşturacaktır.

Özetle,

Irak'da siyasal sistem yapılanmasının gerçekleştirilmesi sırasında adil davranılması çok önemlidir. Bunun için herhangi bir siyasal yapılanmadan önce BM gözetiminde yapılacak bir nüfus sayımı ile etnik ve dini yapıların toplumsal güçleri tespit edilmelidir. Bu güçleri dikkate almayan bir yapılanmanın Irak'a dolayısıyla Orta Doğu'ya barış getirmesi mümkün değildir.

Öte yandan Irak'da Amerikan yanlısı bir federal rejimin kurulmasından sonra, İran etrafından zayıfda olsa bir Amerikan kuşatması tamamlanmış olacaktır. Bu kuşatma zayıftır. Çünkü, Afganistan ve Türkmenistan'ın bu kuşatmanın parçası olmaya ya mecali yoktur ya da isteği. Türkiye'de İran'ı yıkabilecek bir rejim değişikliğinden uzak durmak isteyecektir. Suudi Arabistan'da İran ile açık bir çatışma içinde olmak istemeyecektir. Ancak, bütün bunlar, Irak'a yerleşen bir ABD'nin İran'da zayıflayan ve toplumsal meşrulğunu yitiren İslami rejime ağır bir darbe vuracağı gerçeğini ortadan kaldırmayacaktır.

ABD'nin İran'a yönelik baskısının bu ülkedeki iki merkez-kaç dinamik olan Kürtler ve Azeri Türklerine yönelmesi ve ortaya İran'ın parçalanması tehlikesini çıkartması kaçınılmazdır. Kuzeyinde bağımsız bir Azerbaycan güneyinde ise bağımsız veya federal bir Kürdistan olan İran'ın toprak bütünlüğünü Amerikan baskısı altında korumasının çok zor olduğu ortadadır.

ABD açısından İran'ı nasıl bir geleceğin beklediğini söylemek için ise henüz erkendir. ABD entelijensiyası, Irak'ın aksine İran'a sahip olduğu derin tarihsel ve kültürel birikimden dolayı her zaman saygı duymuştur. Amerikan literatüründe iki ülke arasındaki ilişkilerin en kötü olduğu zamanlarda dahi İran'ın bölünmesi ile ilgili bir fikir jimlastiğine ya raslanmaz ya da çok marjinaldir. Ancak, ABD'nin bu ülkeye yönelteceği baskı ister istemez merkez-kaç eğilimlerin tarihinde en büyük potansiyel noktaya çıktığı İran'ı parçalanma tehdidi ile karşı karşıya bırakacaktır.

İran İslam Devrimi geride bıraktığı 23 yıl içinde İran'ın sosyal dokusunda büyük zayıflamalara yol açtığı gibi gerek küresel gerek bölgesel gelişmeler ortak İran kimliğini büyük bir erozyona uğratmıştır. Devrim öncesinde ve devrimin ilk yıllarında özellikle Azeri Türkleri ile Farsları bir arada tutan İslamın şii yorumu, İslam rejiminin tutarsızlıkları sonucu büyük bir hızla yıpranmıştır. Şianın birleştiriciliği zayıflarken, kuzey Azerbaycan'da bağımsız bir Azerbaycan'ın kurulması, laik Türkiye ile girişilen ideolojik mücadeleden Türkiye'nin temsil ettiği modernizmin galip çıkması ve 16. yüzyıldan bu yana tarihte hiç olmadığı kadar Türk-İran sınırının özellikle İran'dan Türkiye'ye geçiş ve sosyal entegrasyona açık olması, İran'ı bir Amerikan baskısı karşısında zayıf durumda bırakmaktadır. Bundan dolayı, Washington istemesi dahi, İslami rejime yönelecek baskı İran'da jeopolitik kaymalara ve kopmalara yol açabilecektir.

İkinci Boyut:Askeri Yeniden Yapılanma

ABD'nin Orta Doğu'da yeniden askeri yapılanması Irak savaşının bitmesinden hemen sonra başlamış ve Suudi Arabistan'daki Amerikan askeri varlığı Katar ve Kuveyt eksenli bir konuşlanma sürecine girmiştir. Böylece, Suudi Arabistan'da gelişen anti-Amerikanizmin ortadan kalkacağı umulmaktadır.

Üçüncü Boyut:Arap-İsrail BArışı

Washington'un Orta Doğu sistemi ile ilgili politika geliştirirken gözönüne alması gereken bir diğer ölçüt, İsrail varlığı ve bununla bağlantılı olan Arap-İsrail çatışması ile bu çatışmadan ve anti-Batı duygu/düşüncelerden beslenen radikal İslam gerçeğidir. Orta Doğu'da yapılacak her türlü düzenlemede bu içiçe geçmiş üç olgu, en az petrol kadar önem taşıyacaktır. Washington'un radikal İslam ile sonsuza değin süren bir savaşı besleyecek adımlar atması ve bazı analizcilerin radikal İslam'ın sahip oldukları dinamikleriküçümseyerek İslam politikasını anti-terörizm önlemlerine indirgemesinin Washington için çıkar yol olan bir Orta Doğu politikası olmayacaktır. Üstelik bugün Şaron'u destekleyen Washington stratejik hafızasında Arap-İsrail barışı için ne kadar mesafe alınabildiğinin bilinci içinde, Irak'da rejim sorununu çözdükten sonra Telaviv'in karşısına daha güçlü bir konumda oturmuştur. Amerikalı karar alıcılar bütün Arapları anti-Amerikan yapan ve radikal İslamcı süreçleri besleyen, savaş odaklı İsrailci bir çözümde ise radikal İslamcı Araplarla laik Arapları bölüp, Amerikan karşıtı cepheyi küçülten ve küçülen cephenin dinamiklerini Arap içi çatışmalarda tüketen bir çözümü tercih edecektir. Bu ise bir Arap-İsrail barış girişiminin Saddam sonrası bir Irak ile birlikte tekrar gündeme geleceğini göstermiştir.

Netice

Bu yazı dizisinde anlatmaya çalışılanlar ABD bakış açısı ile Orta Doğu'nun yeniden yapılandırılma çalışmalarını tasvir etmiştir. Ancak, Orta Doğu binlerce bilinmeyenin bulunduğu bir coğrafyadır. ABD'nin Suriye'ye baskı yaparak barış sürecinin içine çekmesi mümkündür. İran'ın geri çekilmeye zorlanması, böylece Hizbullah'ın barış sürecinde tarafsız bir tavır takınması mümkündür. Ancak, kimse Filistinli intahar saldırıcılarının ortadan tamamen kaldırılması, El Kaide'nin derhal etkisizleştirilmesi mümkün değildir. Irak'da şiilerin nasıl bir politik serüven izleyecekleri de bilinmemektedir. Örneğin, ABD Irak!da bugün gidilecek bir serbest seçimden bir şii iktidarı çıkacağını gördüğü için bir yandan demokrasi demekte öte yandan seçimler ertelemektedir. Özetle, Washington'da savaş öncesinde hazırlanan planlar şimdi Orta Doğu gerçeğinde tutarlılık açısından denenmektedir. Şu ana değin, El Kaide'nin yaptığı saldırılar sonucunda İngiltere ve ABD'nin Suudi Arabistan'daki diplomatik temsilciliklerini kapatması, İngiiltere'nin Kenya'ya uçak seferlerini durdurması, Irak'da içine girilen çıkmaz Washington'un ciddi bir şekilde canını sıkacağa benzemektedir.

[1] Yasa tasarısında daha açık bir anlatımla yer alan bu politik hedef New York Times gazetesinin……1992 tarihli sayısında yer alınca geniş bir politik tartışma çıkmış, aynı ifadeler tasarı yasalaşmadan önce yumuşatılarak ancak ozone dokunmadan konulmuştur.

[2] 1990'ların sonu 2000'lerin başında Amerikan dış politika yazınında özellikle de popular dış politika çalışmalarında Çin karşıtı kitaplar dalgası görülür.Örneğin Bill Gertz, The China Threat, How the People's Republic Targets America, Washington D.C., 2001

[3] Joe Barnes, Terror, Oil and Geopolitics:The Evolving U.S.-Russian-Iranian Triangle, Rice University-September 2002


13 Haziran 2016 Pazartesi

Türk Milletinin Hayatında, Türk Kültüründe Din ve İnanç BÖLÜM 2





 Türk Milletinin Hayatında, Türk Kültüründe Din ve İnanç  

BÖLÜM 2



         Yazar: Muzaffer Özdağ
          31 MAYIS 2013 CUMA


Anadolu’nun gayri Türk, gayrimüslim yerli halkları Selçuklulara göre çok üstün bir sayısal güçte bulunsalar, din ve dil ayrılığının, kültür ve mefküre farkının yarattığı münaferetle Küçükasyanın derinliğinde tahkimli şehirlerde, sarp arazilerde direniş ve gerilla savaşı ile Selçuklu i anını kolayca engelleyebilecekleri gibi, Haçlı ve Bizans orduları ile birleşerek koordineli hareketle henüz yerleşme imkanını bulamamış Selçukluları kolayca bozup yok edebilirlerdi. Nitekim Kilikya da Toros dağlık bölgesine sığınan Ermeniler Haçlı desteğinden ve Selçukluların maruz kaldığı baskıdan yararlanarak bir Ermeni Derebeyliği kurmak ve Türkleri taciz etmek cüreti kazanmışlardır.

Türk milliyetçiliği kana değil, kültüre ve mefküreye dayanır Ancak, kültür milliyetçiliği fatih milletin varlık ve hukukunu, varlığını, bu i vatanın inşaasına hadim olan mübarek kanını inkara kadar götürülemez.

Selçuklu gazi atalarımız olağanüstü yüksek bir mâneviyat taşımış olmalarına, büyük cesaret ve fedakârlıklarına rağmen bir avuç göçebe Oğuzun Anadolu’nun eski halklarına dinlerini, dillerini, kavmi kimliklerini unutturarak onları topyekün Türkleştirip İslamlaştırdıklarını, yani bugünkü Türkiye halkının Fatih Oğuzların çocukları olmaktan çok, muhtedi Hitit, Frik, Lidyalı,Ermeni ve Rum çocuklarının oluşturduğu bir halita olduğunu ileri sürmek katmerli bir cehalet olmaktan çok Türkiye üzerinde emel sahibi yabancı güçlerin uzun vadeli şeytanî hesap, plan ve menfaatlerine alet olma mânasını taşıyan hamakat (aptallık)veya hiyanettir.

Gerçek şudur. Küçükasya kıtasının siyasi iklimi zayıfların, güçsüzlerin yaşamasına imkan vermeyecek kadar serttir, Anadolu bir milletler mezarlığıdır. Eski Anadolu halklarının büyük bir bölümü Türklerin gelişinden önce hemen hemen canlı hiçbir bakiye bırakmadan yok olmuşlardır. Eski Yunan - Pers, Doğu Roma - Sasanî İran, Doğu Roma Arap İslam mücadelesinin sürekli savaş alanı haline getirdiği Anadolu’nun savaşlardan, kıtal ve sürgünlerden artakalan nüfusunun bir bölümünün de savaşın yarattığı kıtlık, salgın hastalık ve bakımsız kalan tabiatta oluşmuş bataklıkların tevlit ettiği sıtma ile kırıldığı Selçuk fethi öncesinde Anadolu’nun oldukça seyrek nüfuslu olduğu, Bizansın Anadolu’yu savunmak için zaman zaman Balkanlardan Hıristiyan terbiyesi verdiği Peçenek, Uz, Kuman Türklerini bölgeye sevk ve iskana mecbur kaldığı hatırlanmalıdır.

Selçukluların Orta Asya ve İran'dan kabaran bir deniz gibi büyük kütleler halinde ve sürekli şekilde Anadolu’ya akmaları Greko - Latin soy ve kültüre bağlı Hıristiyanlardın önemli bir bölümünün Selçuklar önünden süratli ve sürekli şekilde kaçarak, batıya doğru çekilmelerine Anadolu’yu tahliyelerine yol açmıştır. Kuruluş çağında Selçuk yönetimine katılan, bu yönetimi kolaylıkla benimseyenlerin Selçukluları yabancı görmeyen Oğuzlara akraba Peçenek, Kuman, Bulgar Türkleri olduğu kestirilebilir. Sathi şekilde Hıristiyanlaşmış, ana dilleri Türkçe olan ve kavmi geleneklerini muhafaza eden bu zümrelerin önemli bir bölümünün Malazgirt savaşında olduğu gibi Müslüman Türk camiasına katılmış olmaları mümkündür. Bizans hizmetindeki Türklerden Ortodoksluğu kuvvetli şekilde benimseyenlerin bağlanmış oldukları kilisenin yarattığı siyasi, içtimai ayrılık duygusu ile Rumluğa, Grigoryen olanların da Ermeniliğe katıldıkları belirgindir. Temel gerçek Türkiye halkının hemen bütünüyle güçlü bir Türk İslam milliyeti oluşturacak Türklük temeline sahip bulunuşudur.

Anadolu Selçukluları hiç kınlarına sokmak imkânını bulamadıkları kılıçlarıyla bir yandan yeni vatanlarının sınırlarını korurken, diğer yandan Anadolu’nun taşını toprağını oya gibi işleyerek ayakta kalabilen örneklerini hayranlıkla, övünçle seyrettiğimiz medreseleri, kervansarayları, camileri, türbeleri, şifahaneleri ile mamur, müreffeh bir Selçuklu Türkiyesi inşa ettiler.

Selçuklu Türkiyesi kuruluş safhasında göğüslemek zorunda kaldığı Haçlı savletini ve Bizans taarruzlarını tard ederken sadece kendi varlığını değil Darül İslamı, İslam iman ve irfanını korumak mevkiinde bulunmuş, bu büyük misyonun talep ettiği olağanüstü büyük fedakarlığa katlanmıştır. Orta çağın siyasi evreni ümmet, mefkuresi dindir. Ancak bir diğer gerçekte şudur ki hiçbir Millet İslam mefkuresine Türklüğün gösterdiği ihlâs  ve samimiyetle bağlanamaz. İslam dünyasını savunma külfetinin en büyük kısmı, şüphesiz ki, Anadolu Türklüğü yüklenmiştir.



Osmanlı İmparatorluğunun, Türk İslam ve Dünya Tarihindeki Yeri



Osmanlı İmparatorluğu Türklüğün İslam döneminde Selçukluyu takiben tesis ettiği ikinci Cihanşumul İmparatorluktur. Yeryüzünün tanıdığı süper devletlerin en uzun ömürlüsü, en şereflisidir.

Osmanlı İmparatorluğu binlerce yıllık tarihimizde yarattığımız medeniyetin ve eriştiğimiz kudretin zirvesini teşkil eder.                 

Osmanlı Imparatorlugu, Emevi, Abbasi, Selçuklu İslam İmparatorluklarını takiben İslam’ın son evrensel devletidir.              

Osmanlı İmparatorluğu Büyük Türk Hakanlığı, İslam Halifeliği, Roma İmparatorluğu hukuk ve kudretini bir başta ve bir taçta cemmetmiştir. Osmanlının geniş hakimiyet alanında, ünlü kudretli bir çok devletlerin, imparatorlukların efsanevi payitahtları, başkentleri bir eyalet veya vilayet merkezi haline gelmiştir ..

Emevîlerin şanı, Abbasilerin Bağdadı, Fatimilerin Kahiresi - İlhanilerin Tebrizi, Sofya, Atina, Trabzon, Belgrat, Bükreş, Budin, Bosna, Bahçesaray, Revan, Tiflis, Tiran, Trabulusgarp, Tunus, Cezayir, Kudüs Amman - Sana, Aden, Kuveyt, sayısız Beylik, Atabeylik, Kontluk, Krallık merkezi.(Osmanlı mülkünde halen 30 devlet bulunduğu hatırlanmalıdır),

Osmanlının kuruluş ve yükselişlerini İslam mefkuresini, gaza geleneğini dikkate almadan izah, gerçeği kavramakta yetersiz kalır.

Selçukludan boşalan Türkiye İmparatorluk tahtının ona en yakın mevki de ve en üstün maddi güce sahip beyliklerce değil küçük Kayı aşiretinin Beyi Ertuğrul'un evlatlarına nasip' olması Türk milletinin dünyevi, şahsi, zümrevi ikbal ve iktidar hırsını değil milli mefküreyi bilfiil yaşayan ve temsil edenleri tercih etmesinin sonucudur.

Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Şehitler Şahı Gazi Murat Hüdavendigâr, Gazi Yıldırım Beyazıt, Gazi Mehmet Çelebi, Gazi II. nci Murat Han, Gazi Sultan Fatih Mehmet ...

Bursa'nın fethinden kısa bir süre sonra inşa edilen Caminin kitabesinde Osmanlı toplumunun mefkuresini, gurur, şuur ve imanını geleceğe ait programını okumak mümkündür: Sultan İbn-i Sultan-el Guzzat, Gazi İbn-el Gazi, Şucaüddevle ve'd din, merziban-el afak, Behlivan-el cihan Orhan İbn-i Osman.

Osmanlının Haçlı seferleri seferlerinin sonucu olarak Bizanslının Selçukludan kopardığı ilk Anadolu Fatihlerinin geniş bir şehitliği halini alan Batı Anadolu ve Marmara bölgesini kurtarması ve Rumeli’de yaptığı fetihler çeşitli Türkmen beylikleri yönetimindeki bütün Türkiye halkının Anadolu’nun ilk fetih yıllarındaki sevinç, coşku ve minnet hisleriyle dolmasına gönüllerinin Osmanlıya yönelmesinde ve pek çoğunun gönüllü olarak Osmanlı hizmetine koşmasına yol açacaktır. Böylece Türkiye siyasi birliğinin manevi şartları hazırlanmış olacaktır.

Osmanlının birbiriyle bağlantılı iki misyonu bulunmaktadır: Selçuklunun inkirazı ile çözülen Türkiye Birliğini yeniden kurmak, İslam Birliğini kurmak ve İslamı savunmak.Osmanoğulları bu iki görevi birlikte ifa etmişlerdir.

Rumeli’de kurulan mevziler, Anadolu için güçlü istihkamlar oluşturmuş, Türklere karşı düzenlenen yeni haçlı seferleri, Sırpsındığı (1364), Çirmen (1371), I i nci Kosova (1389), Niğbolu (1396), Varna (1444), II nci Kosova (1448) zaferleriyle tahribatları Anadolu toprağına erişmeden kırılmıştır.

Timur hiç şüphe yok ki Türk tarihinin, Dünya tarihinin tanıdığı en büyük asker ve devlet adamlarından biridir. Samimi, mümin bir Müslüman, şuurlu bir Türk birlikçisidir. Kurduğu devletin hudutları içinde bütün Türkleri bir bayrak altına toplaması ve bir merkeze bağlaması emel ve programını ifade etmeğe yeterlidir. Timurlu İmparatorluğunun genel hatları ile bütün Büyük Selçuklu İmparatorluğunu (Arabistan'ın bazı bölgeleri hariç) içine aldığı gibi Altınordu Türk sahasını da kapsadığı hatırlanmalıdır.

Türkiye'nin güvenliği ve Avrupa’daki fetihlerimizin korunması için Anadolu beyliklerinin tasfiyesi, milli birliğin tesisi zaruri hale gelmiştir. Yıldırım Bayazıt Han bu zarureti görür. Ancak seçkin seleflerinin ince siyasetlerine uymayan bir istical gösterir. Bu istical 'Gaza mefkuresi ile bağdaşmayan bir iç savaşa Yıldırım - Timur çatışmasına, İstanbul fethinin ve Türkiye birliğinin tesisinin 50 yıl gecikmesine yol açacaktır.

Timur'un çağının coğrafya ufkuna ve Türk geleneklerine uygun olarak Orta Asya Türk yurdunu dünyanın merkezi saydığı ve Türk dünya hakimiyeti için en uygun mevkiin ve merkezin takviyesine imar ve ihyasına çalıştığı anlaşılmaktadır. Esasen Türk tarihinde Türklüğün siyasette, nüfusta ağırlık merkezi Timur'lu İmparatorluğunun 3 ncü hükümdarı (Timur'un en küçük oğlu) Şahruh'un (Muin'id dünya ve'd din, Hakanı Said Sultan Bahadır Şahruh Mirza) 1447 tarihinde ölümüne kadar Doğu'da kalacak, bu tarihten sonra özellikle Fatihle Büyük Türk Hakanlığı Türkiye'ye Osmanoğullarına geçecektir.

Fatihin ve Fethin Türk ve İslam tarihi için ifade ettiği mana üzerinde de konumuz yönünden durmak gerekir.

Hazreti Peygamber'in İstanbul'u ümmetine bir hedef gösterdiği, fethedileceğini müjdelediği, bu görevi başaracak kumandan ve askeri övdüğü bilinmektedir .“Letüftehennel Kostantiniye Nimel Emiri emira ve niğmel ceyşü ceyşa”

Bu ödevi ifa ve bu övgüye hak kazanabilmek için nesiller, yüzyıllar boyunca nice çabalar sarf edildiği malumdur.

Nihayet Türkiye'nin - Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğü ve güvenliği için de ihmali caiz olmayan bir zaruri Ödev haline gelen bu fetihin Fatih Sultan Mehmet tarafından gerçekleştirilmesi büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul beyle İslam dünyasının, mülki, siyasi yönetimini koruyuculuğunu yüklenen Türk Hakanlarının İstanbul fethini müteakip hilafet makamı hukukunu da pek haklı olarak talep ve temin ettiklerini görüyoruz.

Gerçekte Tuğrul Bey, Alparslan, Melikşah, Sultan Kılıçarslan emsali Selçuk Hükümdarları, Murat Hüdavendigar, Muradı Veli gibi Osmanlı padişahları imanları, ihlâsları hizmetleri ile bu makama ziyade si ile layık bulunmalarına rağmen aleni talep ve istihkak iddiası fethin semeresi olur.

Fatih, müminlerce Kur'anda “beldei tayibe” lafzı celili ile övüldüğü ne inanılan 'İstanbul'un Darül Hilâfe olduğunu ilan eder ve resmen Halife ünvanını kullanmağa başlar. Zaferini Mısır Sultanına - Mekke Emirine, İran Türk Hükümdarı Cihan Şaha bildirir. Peygamberimizin işaret ettiği mucizenin gerçekleştiğini, İslam askerinin tekbir ve tehlil ile Belde-i tayyibeye girdiğini müjdeler. Resmi yazışmalarda unvanı 'Müslümanların rehberi gazi ve mücahitlerin efendisi, Rabbül âleminin teyidi ile müeyyed, saltanat ve hilafet semasının, dünya ve dinin güneşi, Ebul fetih Sultan Mehmet Han'dır. Bir çağ kapayan yeni bir çap açan gene Fatih, Fethi takip eden ilk Cuma günü şehre girer. Ayasofya girişinde atından iner, Şükran secdesine kapanır. Fethi yaşıyan devrin tarihçisi Aşıkpaşazade bu olayı şöyle kaydetmektedir:

'Fethin evvel Cuma günü Ayasofya'da cuma namazı kılındı ve hutbe-i İslam okundu. Sultan Gazi Mehmet adına kim ol Murat Gazi Han oğludur ve ol Mehmet Gazi Han oğludur. Ol dahi Sultan Bayazıt Han gazi oğludur ve ol dahi Murat Gazi Hünkar oğludur. Ol dahi Orhan Gazi Ran oğludur, ol dahi Osman Gazi Han oğludur. El hasıl Gökalp neslidir kim Oğuz Han oğludur ••• "

O çağ'ın siyasi evreni ümmet, mefkuresi din, kudret menbaaı imandır. ;

Osmanlı itila çağının ruh haletini anlamak için su örnek üzerinde de 4uruımalıdır. Fatih bir virane yığını halinde bulduğu köhne Bizansı tarihte emsa1i görülmeyen bir medeniyet ve imar hamlesi ile muhteşem biri Türk - İslam şehri haline getirmeğe koyulur. Oğlu Bayazıt bu hamleyi sürdürür. Bayazıt Camii ve kül1iyesinin inşaatının ikmali ile ibadete açılması sırasında bu camide kılınacak ilk cuma namazında 'Her kim ömrü boyunca ikindi ve akşam namazlarının sünnetlerini terk etmemişse imam o olsun' buyurur. Bu şartı haiz kimse çıkmadığı için ömrü boyunca hazarda ve seferde Cenabı Hakka karşı Ödevini ibadetini “sünneti seniyeye” göre ifa etmiş olan Beyazıdı Veli imam olur.

Batı İslam aleminin fiili ve hukuki birliği, Türkiye birliğiyle birlikte Yavuz Sultan Selim tarafından gerçekleştirilecektir.

Doğu Anadolu’yu, Suriye'yi, Lübnan'ı, Filistin'i, Mısır'ı, Hicaz'ı Osmanlı Cihan devletine katan İslam dünyasında ve Türk vatanında mezhep nifakını Önlemek için ihtimam sarf eden Yavuz Sultan Selime Mısır'ın fethini müteakip Mekke ve Medine Emiri bu mukaddes kentlerin anahtarı ile birlikte “sahib-üe Harameyn” ünvanını sunar. Gerçek bir iman ve vecd insanı olan Yavuz 8ultan Selim bu ünvanı Haremeynin kendisi için temsil ettiği yüce değer ve manaya duyulması gerekli saygı ile bağdaştırmadığı için 'Hadim ül Harameyn'e' çevirir.

Mukaddes emanetlerle, Mısır'daki Abbasi soyunun son Halifesi İstanbu1'a getirilir. Türk, Arap Önde gelen bütün İslam ülemasının icmaı ile, Ayasofya camii şerifinde yapılan törenle Hilafet hukuku O'na hakkıyla, kemaliyle layık olduğu bilfiil sabit olan Türk Hakanına devredilir.

Mukaddes emanetlerin nakli esnasında ve Topkapı Sarayındaki özel dairesine konulmasından sonrada kırk hafız bir saniye ara vermeksizin nöbetle Kuranı Kerim okurlar bu töre yüzlerce yıl kesintisiz sürer.

Türk - İslam kudret ve ihtişamını doruğa çıkaracak olan Kanuni Sultan Süleyman zamanında Kuzey Afrika İslamlığının devlet terkibine ve birliğine katılması tamamlanacaktır. Böylece Osmanlılar Türklüğün Selçuklular çağından beri milletçe benimseyip adandığı bir Ödevi İslam’ın ve İslam aleminin birliğini ve güvenliğini sağlama görevini sürdürür. Osmanlı gücü Akdenizde kurduğu üstünlükle Batıda Selçukluların erişmek imkanını bulamadığı Kuzey Afrika Arap - İslam âleminine de  koruyucu kanatları altına almış, emperyalizmin bu bölgeye girişini üçyüzyıl engellemiş geciktir iş, böylece İslam’ın Endülüs İspanyasında görüldüğü şekilde Afrika' a da tart ve imha edilmesini, bölgenin Arap İslam hüviyetinin bozulmasını önlemiştir.

Türk Milletinin Bağdatta Tuğrul Bey'in şahsında Doğuya ve Batıya karşı İslamı savunma görevini temsilen kuşandığı çifte kılıcı 900 yıl boyunca bir an dinlen e, nefes alma, nöbet değiştirme imkanı bulamadan taşıma ve kullanma zorunda bırakıldığı müşahede edilmektedir.

Hazreti İsa'nın çarmıha ümmetinin, insanlığın günahını bağışlatmak için kendi kan ve canını bedel verdiği için gerildiğine inanan Hıristiyanlardın bu itikatlarımı tartışma konusu yapmayacağım. Görülen ve yaşanan şudur ki, Türk milleti kanını, canını emeğini varlığını bin yıl boyunca İslam’ın korunması için İslam düşmanlarıyla savaşa adamıştır.

Böyle bir halin hiçbir dinin, medeniyetin ve milletin hayatında emsali bulunmamaktadır. Hiçbir millet bir ümmete, bir medeniyete ait ödevi bütün bir aleme karşı, bu kadar uzun süre tek başına yüklenmek zorunda ve mevkiinde kalmamıştır. Hiçbir millet Allaha, Allahın dinine, Hazreti Peygambere Türk milleti ölçüsünde saf, samimi, engin bir aşkla sevgiyle bağlanmak ve adanmak durumunda bulunmamıştır.

 İslam sancağı altında bin yıl savaşın kaçınılmaz bazı sonuçlar yarattığı da görülmektedir.

Bu sonuçlar şöyle özetlenebilir:

1 - Türk gücünün İslam dışındaki dünyaya karşı yüzyıllar boyunca tek başına mücadele zorunda kalışı Türklüğü İslam olmayan bütün dünyanın sürekli ve yoğun düşmanlığına, ortaklaşa saldırılarına, sistemli yıkıcılıklarına hedef kılmıştır.

2 -Türklüğün İslam milletleri üzerindeki 900 yıla erişen koruyuculuğu milletimizin engin şefkatine adil, müsavatçı tutumuna rağmen İslam Milletlerinde İslam seciyesine yakışmayan, kadirbi1irlikle vefakarlıkla telif edilemeyecek sadakatle, uhuvvetle bağdaşmayacak haset ve husumet duygularına yol açmıştır.

3 - Türkler İslam dışındaki ve İslama, düşman bir dünyaya karşı yürüttükleri mücadeleyi yüzyıllar boyunca Islam milletlerinin müttehid, birlik halindeki gücü ile değil tek başlarına yürütmek zorunda kalmışlardır. Bu durum Türk milletinin sürekli kan ve can kaybına, öz vatanlarını imar ve ihya edecek milyonlar?a genç evlatlarının ve öz varlıklarını kendi yurt ve ocaklarında değil İslamın serhaddi gördükleri diyarlarda bırakılmasına, feda edilmesine, sarf edilmesine yol açmıştır. Türk Milletinin bu yoldaki nüfus kaybı dehşet vericidir.

4 - Bütün İslam alemini, İslam ülkelerini idare etmek ve düzene koymak görevi Türk yönetiminin bütün İslam milletlerini Türkleştirmek gibi bir emel program ve iddiası bulunmadığı, ayrıca bütün ülkeleri iskana yeter sayı gücünde bulunulmadığı için değişik İslam ülkelerinde hükümet, idare ve güvenlik güçlerini oluşturan Türk toplulukları zamanın akışı içinde yönettikleri yerli Müslüman (gayritürk) halk zemininde erimişlerdir. Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak, Hicaz, Mısır, Libya Cezayir gibi Arap ülkelerinde idareci olarak yerleşen, orduyu, hükümeti oluşturan milyonlarca Türk hemen hemen kamilen Araplığa, Hindistan Fatihi Türkler yarattıkları yeni Müslüman milliyete katılmışlardır. İran ve Irak'ta da hayli, sayıda Türk erimiştir. Bu durum da Türk kudretini yıpratmıştır.

5 - Selçukluların enerjilerini orta doğuyu idare ve savunmaya tahsis etmeleri, ayni çağda Ortaasya Türk varlığının bir bölümünün de Hint alt kıta’sını İslam’a açmakla meşguliyeti büyük Türk Yurdunun Doğu ucunu önce Moğol sonra da Çin tehlike ve istilasına yol açacak bir zaafiyete düşürmüştür.

Osmanlı Türk gücünün Ortaavrupa ve Akdenizde Hıristiyan Batı ile sürekli bir savaşa angaje edilip bu cephede tesbiti, ayni zaman kesitinde Farslığın Kavmiyeti mezhep taassubu halinde yeniden kalıplayıp İslam birlik ve dayanışmasının önüne geçirmiş olması Slavlığın Kuzeyde sinsi bir dikkat içinde rahatça gelişip kuvvetlenmesine Türk ve İslam alemini Kuzeyden Doğuya doğru gitgide tazyikini artıran geniş kuşatma hatlarıyla sarmasına, nihayet tarihi Türk yurtlarını hemen tümüyle istila etmesine yol açmıştır.

Osmanlı Türklüğünün Avrupada kara cephesinde tesbiti, diğer İslam milletlerinin bu mücadelede yetersiz, atıl umursamaz veya çağın gerekleriyle bağdaşmaz tutumları ile Osmanlıyı mücadelesinde yalnız bırakmış olmaları Batı Avrupalı denizci milletlerin dünya denizlerine, Okyanuslara rahatlıkla açılmalarına, denizlere hakim olmalarına İslamı güneyden de kuşatarak Osmanlı üzerindeki kuşatma kollarını birleştirmelerine imkan vermiştir.

19 uncu yüzyılın son çeyreğine girildiği sırada Hıristiyan Batı bütün dünya üzerinde tartışmasız bir üstünlük kurduğu dönemde dahi Türk mülki hakimiyetinin Adriyatik denizine Belgrat kalesine dayandığı Tuna'nın kuzeyinde Romanya'nın henüz Türkiye'ye bağımlı olduğu Afrika' da Mısır, Sudan, Libya ve Tunus'un Türk bayrakları altında bulunduğu hatırlanmalıdır.

Ancak İslam’a düşman dünya İslam’ın son kalesi Türk İmparatorluğunu yıkmağa, bunun için de Özellikle Türk gücünü, varlığını ezmeğe, yok etmeğe kararlıdır.

1877 - 1878 Osmanlı Rus Savaşı Slav Milletlerin Çarlık Rusya'sının güdümünde Osmanlıya karşı açtığı yeni bir haçlı seferi olarak değerlendirilmelidir. Hıristiyan Batı genel tutumuyla Türklüğün karşısında yer almıştır. Avrupa’daki Türk İslam varlığı pek ağır şekilde darbelenmiş, ezilmiş, sakatlanmış, bir milyondan fazla sivil Türk katledilmiş, daha fazlası göçe zorlanmış, Romanya, Sırbistan ve Bulgaristan ihya edilmiş, Bosna "Hersek Avusturya Almanlığına hibe edilmiştir. Osmanlının sakatlanması İngiliz’in Mısır'a, Fransızın Tunus'a el koymasını anılan milletlerin yaralı Osmanlıyı zahmetsizce soymasını sağlamıştır. Yine bu savaşın sonucu olarak Rusluk Ortaasya istikametinde ilerlemesini hızlandıracak, İngiltere Hindistan’ı resmen İmparatorluğuna katacaktır.

İtalyanların Libya'ya saldırısı, Rumeli’deki son Türk topraklarının yağması ve Avrupa topraklarındaki Türk-İslam varlığının imhasına yönelik nihai adım Hıristiyan Avrupa vicdanının onayı ile Balkan milletlerince Balkan harbi sonunda gerçekleştirilecektir.

1. inci Cihan Harbi başlarken Avrupa’daki Türk hudutları Edirne varoşlarına Meriç kenarına kadar çekilmiş bulunmaktadır. Osmanlı dışında İslam’ın bağımsız devleti ve toprağı yoktur. 350 - 400 milyon Müslüman’ın Osmanlı Mülkü dışındaki % 92 si Emperyalist Batının esiri ve tebası durumuna düşmüştür. Ancak, Osmanlının Müslüman tebaalarının çoğunluğu. İslami bir mefkureye bağlı bulunmaktan uzaktır. Osmanlı Türkünün I. nci Cihan Harbindeki mefkuresi İslam birliği ve cihadı mukaddestir. Yaşanan gerçek şudur ki, bu mefkureyi Türk milleti dışında ciddiye alan, iman ve ihlasla İslam bayrağı altına koşan da çıkmayacaktır.

Türkiye Türkleri İslam birliği mefkuresi ile cihadı mukaddes heyecanı ile Mısır'ı kurtarmağa koşarken, Mısır'lı büyük bir rahatlık ve umursamazlıkla gelişmeleri seyretmekte galiple beraber olmağa hazırlanmaktadır.

İngiliz Generali Allenbi Kudüse girerken son haçlı seferini zafere eriştirdiği beyanatını vermekten çekinmez. Suriye ve Hicaz Araplığı mukaddes İslam Mü1kü için verilen savaşta Sancağı Şerif altında değil, Haçlılar safında yer almağı yeğler. Siyasi mefkureleri İslam birliği, İslam milletlerinin kardeşliği değil Arap kavmiyetçiliği, bağımsız Arap Krallığı, İmparatorluğu, ve Türk düşmanlığı olarak belirir.

İslam düşmanları İslam milletlerinin dayanışmasını gönül ve fiil birliğini tahrip etmeği başarmıştır.

I. inci Cihan Harbi Osmanlının katıldığı tarafın yenilgisi ile sonuçlanır. Galipler Türk yönetimindeki İslam birliğini temsil eden son devleti, Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye ile birlikte gelecekte de böyle bir birliğin gerçekleşmesi ve İslam milletlerinin bağımsızlık kazanması ihtimalini önlemek için Türk milletini imhaya karar verirler.

Mondrosun, Sevrin anlamı budur. Trakya'nın, İstanbul'un, kıyı illerimizin işgalinin, ordumuzun ve milletimizin silahsızlandırılmasının, , Yunanlıların, Ermenilerin, Pontusçuların silahlandırılıp halkımızı sistemli yok etmeğe yöneltilmesinin batıdan, doğudan, kuzeyden, güneyden saldırtılmasının hedef ve gayesi de budur. İç isyanlar da bu sonucu temin için kışkırtılır, tertiplenir.

Türk milleti varlığını hayatını, hürriyetini, haysiyetini, imanını, korumak için yeniden savaşmaya mecbur bırakılır.

Bu savaşın güdümü, yeni Türkiye'nin kuruluşu ve hayatını güvene alacak düzenlemeler yaşanan tecrübelerin ışığında şekillenir.

Yeni Türk Devletinin, Cumhuriyetin hayat düsturu olarak kabul ettiği esasların, genel dünya durumunun ve yaşanan tecrübelerin sonucu olduğu bilinmelidir.



Yeni Türk Hevletinin Kuruluş Esasları Var Oluş Şartları, Kurtuluş'un Savaş ve Barış Stratejisi, Laik Milli Cumhuriyet



Osmanlı İmparatorluğunun, yani Türk’ün ve İslam’ın son cihan

( ') devletinin yıkılışa karşı gösterdiği son direnç, kuruluş ve yükseliş hamleleri gibi, milletimize ebedi şeref verecek kadar ihtişamlıdır.Türk milleti devletini yaşatmak için dört yıl boyunca 8 cephede sadece düşman ordularına karşı değil, maalesef onlarla işbirliği yapan Müslim, gayrı Müslim tebaasına karşı da savaşmak mecburiyetinde kalmıştır.

Akifin dediği gibi Türk milleti hilali yüce tutmak için güneş değerinde milyonlarca evladını feda eder.

Mukadder yıkılış önlenemez.

İmparatorluk Ordularının ateşkesi kabul ettikleri tarihte düşman Anadolu kapılarına dayanmış bulunmaktadır. Hasım güçler gerçekten emsali görülmemiş bir galibiyetin bütün cihanda mümessi1i olmak durumundadır.

30 Ekim 1918 veya 13 Kasım 1918, 15 Mayıs 1919 durumunu hatırlayalım.

Yaklaşık 350 milyon seviyesindeki dünya İslam nüfusunun % 96 sı yani Misakı milli olarak belirlenecek mütareke hattı ötesinde kalan bütün İslam ülkeleri Doğuda ve Batıda esaret zincirleri içindedir. Emperyalizme boyun eğmiş, anılan ülkelerin bir kısım unsurları da emperyalist güçlerin hizmetine girmiştir. Afrika’nın hemen tümü, bütün Arap Ülkeleri, Hint, Ortaasya, Uzak Doğu Müslümanları kendi yurtlarında yurtsuz., devletsiz, başsız, çaresiz ve aşağılanmış bir durumdadır. 30 milyon km2• yi aşan İslam coğrafyasında işgali ve parçalanması planlanan Türkiye toprakları dışında İslam’ın haysiyet ve hürriyet teneffüs edebildiği alan kalmamıştır.

Mondros hükümlerine göre İmparatorluk ordularımız terhis edilip silahsızlandırılır, ülkenin stratejik noktaları işgal güçlerince denetime alınır, muhtemel Türk direnci Yunanının, Rum'un, Ermeni'nin ve kaderlerini onlarla birleştiren gafil ve hain unsurların saldırıları ile kırılıp son kale de çökertilip teslim alınmak istenirken yaşanan durumun İslam’ın 1400 yıllık hayatında bu ölçüde bir tehlike ve perişanlık halini yaşamadığım hatırlamak gerekir. Durum 10 asır evvel Bizansın 9 asır evvel Haçlıların 8 asır evvel Moğolların saldırısının yarattığı durumdan daha ciddidir.

Karşılaşılan zaaf sadece siyasi vahdet eksikliği, teşkilat ve liderlik noksanı değildir. İslam hakim medeniyet önünde 'iman esasları ile• değil, medeniyet planında, yenik düşmüştür. Geçmiş yüzyıllarda hasımlarından Üstün olan ve siyasi askeri mağlubiyetlerini tamir ve telafi edebilen İslam dünyası hal içinde medeniyetini ihya edememenin yenileyememenin çaresizliği içindedir.

Mânev ve maddî perişanlığı iç içedir.

Savaş alanın da artık İslam dünyası değil, kırıla kırıla, vuruşa dövüşe tükenmeğe yüz tutmuş, yaralı bitik Türkiye ve bir avuç Türk vardır.

Makamı hilafet dahi düşman donanmasının işgali altındadır. Bu donanmanın topları esaret mevkiindeki Hilafet ve Saltanat sarayına çevrili bulunmaktadır. Türkiye’nin bu durumda cihan galibi güçlere karşı İslam adına meydan okumasının bu güçleri açıkça bir Hilal - Salip savaşına davet etmesinin cinnet ve intihar anlamını taşıyacağı kesindir. Böyle bir tavır, emperyalist politikaları kendi halklarınca özellikle çalışan ve sınıflarınca kabul edilmeyen ve aralarında da çeşitli ihtilaflar bulunan İşgalci müdahaleci Batılı güçleri Hıristiyan taassubu ile birleşmeğe ve kendi kamu oylarını da soygun ve saldırı politikalarına destekçi kılmağa götürebilecektir.

Türkiye savaşını hakim medeniyete, bu medeniyete mensup milletlere, bu milletlerin inandığı dine karşı değil, bu milletlerin kendi halklarını da sömüren kapitalist - emperyalist talancı savaşçı hükümetlerine karşı verdiğini, meşru savunma durumunda bulunduğunu, başka milletler üzerinde egemenlik iddiası taşımadığını vurgulamak zorundadır. Bir Müslüman- Hıristiyan, Doğu - Batı çatışmasının ucu olarak  ileri mevzii olarak görünmek kendi halklarının desteğini teminde zorluk  çeken Kapitalist - Emperyalist işgalci güçleri Türkiye'ye karşı yeni haçlı ordular teşkil etme imkan ve fırsatına eriştirecektir. N e İslam dünyasının tümü ne de Türkiye değil bütün Hıristiyan alemiyle kıyasıya i çatışma galip milletlerden herhangi birinin bütün halkıyla bütünleşecek  topyekûn savaş ve saldırısına karşı verilecek bir savaşı geçmişte olduğu i gibi nesiller boyu karşılama gücünde değildir.

İslam adına meydan okuyuşun hakim medeniyet güçleri safında bulunan, ancak, rejim değişikliği sebebiyle karşıt bir tavır alan diğer bir i dünya gücü Komünist Rusya’yı; Sovyetleri kuşkuya ve Türkiye'ye karşı  hasmane bir tavra sürükleyeceği de açıktır.

Bu sebeple Türkiye Türklüğü İslam’ın son kalesi olan kutsal yurdunu istiklal savaşının tarif ettiği mefkure ile savunurken olayı bir din kavgası olarak değil, vatan kavgası olarak tarife itina eder.

İşgalci güçlerin Kemalistler Hıristiyanları kesiyor şeklindeki klasik yaygara ve karalamalarına Anadolu Hıristiyanları adına Keskin metropoliti yüzlerce rahiple birlikte Yunanistan’ı ve Patrikhaneyi'de suçlayarak cevap verir. Anadolu’daki kavga din .kavgası değil, vatan kavgasıdır. Kemalist1er, Ankara hükümeti Hıristiyanları değil Türkiye'ye hıyanet eden Hıristiyan, Müslüman ayrım yapmaksızın sadakatten hıyanete sapan herkesi haklı olarak cezalandırmaktadır.

Ankara hükümetinin temsilcileri Papayı dahi Yunan istila ve zulmünü kınayan bir üslupla konuşturmayı başarırlar. Türk hükümeti bizzat sahip olmadığı kanalları kullanarak İngiliz, Fransız, İtalyan hükümetlerinin emperyalist programlarına karşı işçi sendikalarını çalışan sınıfları direnişe sevk etmek ister.

Türkiye'nin Kurtuluş Savaşındaki politik stratejisi içte birliği sağlamak dışta Emperyalist güçlerin birliğini çözmek, Cihan Harbinin getirdiği kayıp ve acılarla halkları savaştan usanmış Emperyalist hükümetlere Türkiye'nin mukavemetini kırmak ve bağımsızlığına son vermek için hali hazır şartlar içinde tahsis edebildikleri gücün bu işe yetmeyeceğini fiilen ispat etmek, bağımsızlığına dokunulmayan Türkiye’nin kendilerine karış tehditkar bir tavır ve politika izlemeyeceğine inandırmaktır.                                                                                       

Ermeni saldırısının kırılması ve Ermenistan komplosunun tasfiyesi, Pontus çıbanının deşilip temizlenmesi, gafil işbirlikçi unsurların isyanlarının bastırılması, itilafçı işgal ve kontrol güçlerinin geri çekilmeğe zorlanması ve nihayet Yunan Ordusunun imhası ile Türkiye yaşama

gücünde olduğunu ispat etmiştir. Zafer mucizevi değerdedir. Ancak, yeni Türkiye’nin gerçek zaferi savaşı değil, barışı kazanabilmiş olmasındadır.

Türkiye'nin savaş süresindeki ve savaştan sonraki tutumu Emperyalist güçlerin münferiden veya müttefikan yeni ir savaş açmalarını ve rövanş istemelerini, intikamcı yeni bir sefer girişmelerini önleyecektir.            

Türkiye büyük zaferiyle savaştığı alemin mensup olduğu medeniyeti değil, bu medeniyete mensup Emperyalis hükümetlerin o andaki politik kombinezonlarını ve bu tertiplerini uygulamak için kullandıkları kiralık bir orduyu yenmiştir. Türkiye rövanşa hazır değildir. Yeni çatışmalardan ve emsalsiz parlaklıktaki zaferinin de yarattığı yeni husumetlerden korunması, özellikle bu netice in bin yıllık yakın geçmişinin Avrupalı vicdanında ve şuur altında yarattığı kinlerle birleştirilmesini önlemesi gerekir.

Anadolu’nun fatihi ve Türkiye Devletinin ilk devlet reisi Gazi Süleyman gibi, Osmanlı İmparatorluk kurucusu Gazi Osman gibi, Mustafa Kemal'de Gazi unvanı ile pek haklı olarak onurlandırılır.

Zaferin batı dünyasında Hıristiyan aleminde yarattığı hassasiyetleri gören Mustafa Kemal'in kısa bir süre sonra bu unvanı kullanmaktan kaçındığı görülür.

Türkiye barışa muhtaçtır. Başında halifenin yani doktriner hukuka göre bütün yeryüzü Müslümanlarının yegane meşru devlet reisi sıfatını taşıyan bir şahsı bulunduran Türkiye'nin Müslüman tebaaya sahip bütün devletlerle, yani hemen tüm dünya ile ilan edilmemiş bir savaş halinde bulunacağı açıktır.

Bu kurumu koruma ve sürdürmede ısrar  Türkiye’yi  emperyalist Hıristiyan Batı  ile olduğu kadar Batının can düşmanı Komünist Rusya ile de ihtilafa sokacak ve iki gücün Türkiye'ye karşı ortaklaşa hasım tavır almasına yol açacaktır.

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Yeni Türk Devletinin, Cumhuriyetin kurucularının karşılaştıkları durum, Selçuklunun, Osmanlının görev yüklendiği durumdan çok farklıdır.

Niğbolu galibi ve kahramanı Yıldırım Bayazıt birleşik Haçlı ordusunu imha ettikten sonra huzuruna getirilen Batılı güçlerin en seçkin muhariplerini temsil eden prens, baron, kont payesindeki şövalyelere hürriyetlerini iade ederken bu kişilerin teşekkür makamında' 'Size karşı bir 4aha silah çekmeyeceğiz' sözü vermeleri üzerine tebessüm ederek, hürriyetiniz gibi bu sözünü de size iade ediyorum. Gidin tekrar silahlanarak, gelin bana yeni zafer ve yeni ün kazanmak imkanını verin' der.

Bursa'da bu kişilerin izlediği bir av törenine 6000 zagarcı, 7000 doğancı katılır. Av köpeklerinin ve ehlileştirilen parsların üzerleri canfes çuha örtüler ve tasmaları mücevherlerle süslenmiştir. Şövalyeler sadece Osmanlının Niğbolu'da denedikleri cesareti ve kılıçlarının gücü ile değil, servet ve kudreti ile de şaşkına dönerler.

Sakarya ve Dumlupınar galipleri İstanbul üzerine yürürken böyle bir meydan okuma imkanı verecek, işgalci güçleri rövanşa çağıracak şartlara sahip olmaktan uzak bulunmaktadırlar. Hazin, ama gerçektir: İstanbul’u galip Türk ordusu adına teslim alacak tören kıtasını, bir alayı giydirebilecek miktarda yamalıksız yeni elbise ve fotin bulunamaz.

Yeni Türkiye’nin baş emelinin iç ve dış barışı korumak olması ve bunun için bazı fedakarlıklara katlanması sebepsiz değildir. Yeni Türkiye'nin Laik bir devlet oluşu, islami iman ve itikadı  red etme, bir başka din ve mezhep arama ihtiyaç ve iştiyakının sonucu değil, zaferle elde edilen sonuçları, barışı koruma ve sürdürme isteğinin politik, psikolojik, askeri zaruretlerin sonucudur.

İmparatorluğun tasfiyesi ile milli devletin kuruluşu, milletin kendi hayatının düzenlemesini bizzat eline alışı, egemenliğin kayıtsız şartsız millete geçişi, milletin hayat ve varlığı ile yönetimi ile ilgili kanun ve kararları hiçbir şahıs,zümre ve sınıfa bırakmaksızın ve imtiyaz tanımaksızın bizzat almak, bunun için temsilcilerini görevlendirmek hukuk ve rüştüne sahip kabul edilmesi ile milli laik devlet doğmuştur.

Devletin lâik zihniyetle yönetimi öncelikle milletin yasa yapabilme iktidarını ifade eder, egemenliğin millete ait oluşunu ifade eder.    

Millete kendi hayat ve devletiyle ilgili yasa yapabilme iktidarının din, vicdan ibadet, inanç hürriyeti aleyhinde bir tavır veya İslam düşmanlığı seklinde yorumlanması ve uygulanması hata olur.

İster cahil ister garezden kaynaklansın her iki tutumda Milletin birlik ve gelişimini zedeler. 

http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/05/31/7024/turk-milletinin-hayatinda-turk-kulturunde-din-ve-inanc