TRUMAN DOKTRİNİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TRUMAN DOKTRİNİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Nisan 2017 Salı

70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ BÖLÜM 2

70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ BÖLÜM 2



Truman notta düşüncelerini açıklıkla belirtmişti: 

Rusların Türkiye’yi işgal ve Karadeniz Boğazlarından Akdeniz’e kadar bölgeyi ele geçirme niyetleri konusunda aklımda hiçbir şüphe kalmadı. Eğer 
Ruslar demir bir yumruk ve sert dille mukabele görmezse başka bir savaş olacaktır. Yalnızca tek bir dilden anlıyorlar: “Ne kadar tümeniniz var?” Artık daha fazla tavizkar olmamıza gerek olmadığını düşünmüyorum. (...) Sovyetlere bebek bakıcılığı yapmaktan yoruldum.44 

Truman, bu düşünceler içerisindeyken tam da zamanında Kennan’ın “Uzun Telgraf”ı Washington’a ulaşmıştı. Sovyet politikalarını analiz eden 
Kennan, Sovyetlerin belirli bir politikası olmadığını, iç ve dış politika anlamında bir muğlaklık süreci yaşandığını, askerî olarak da ABD’ye bir muka
belede bulunamayacağını belirtmiş, Sovyetlere “güçlü bir karşılık” verilmesi önerisinde bulunmuştu. Eğer ABD, yeterli gücü toplayabilir ve bu gücü kullanma 
konusunda dirayet gösterebilirse, Moskova bu politikaya karşılık verecek durumda olamayacaktı. Batı, siyasal ve ekonomik anlamda savaş yorgunu 
olsa da, Sovyetlerin durumu daha da kötüydü. Komünist sistemin ekonomik mucizesi görünürde bir başarıydı. Komünizm kendi insanlarınca dışlanmaktaydı.
45 Kennan, Uzun Telgraf’tan bir yıl sonra “Mr. X” takma adıyla “Sovyet Kuşatmasının Kaynakları” başlıklı bir makale yayınlayarak görüşlerini kamuoyuyla paylaştı. Kennan’a göre, Sovyet insanı “fiziksel ve ruhsal açıdan yorgun”du. 

Öte yandan Türkiye açısından 19 Mart 1946’da Sovyet zırhlı birliklerini İran sınırında görmek Sovyet tehdidinin somut haliydi.46 ABD Dışişleri Bakanı 
Byrnes’in Sovyetlerin İran Azerbaycan’ında askerî üs açmalardan birkaç hafta sonra yaptığı konuşmalar (Mart-Nisan 1946) Sovyetler üzerinde etkili 
oldu. Sovyetlerin İran’da tam bir hakimiyet sağlamaktan ziyade petrole yönelik bir taviz arayışında olmaları, İran buhranının hızla ortadan kalkmasına 
neden olmuş gibidir.47 İran buhranı 4 Nisan tarihli İran-Sovyet nota teatisiyle düşüşle geçerken, bundan bir gün sonra Türk-Amerikan ilişkilerinde tam bir 
dönüm noktası olan ABD zırhlısı USS Missouri’nin İstanbul ziyareti başladı. 21 Mart’ta ABD donanmasının48 Cezayir ve Tanca limanında başladığı liman 
ziyaretleri kapsamında donanma dört gün boyunca İstanbul’da kaldı. Akdeniz liman ziyaretlerinin asıl amacı, tek bir güç gösterisiyle Sovyetlere yönelik bir 
mesajdı: Sovyetlerin Yunanistan’daki komünist gerillalarla yaşanan iç savaş, İran’dan geri çekilme sorunu ve Türkiye üzerine uyguladıkları baskılara karşı 
tek bir hamlede etkin bir cevap verme arayışı. Balkanlar ve Doğu Avrupa üzerinde başlayan ABD-SSCB politik ayrımlaşması, Türkiye açısından da 
önemlidir. ABD-SSCB ilişkilerinde savaş boyunca devam eden işbirliği artık hasım bir çizgide seyredecektir. Gaddis, Truman yönetiminin artık Sovyetlere 
yönelik quid pro quo stratejisinin terk edildiğini, “ABD’nin geçmişteki uygulamalarından birkaç noktada ayrıldığı”nı belirtir: 

(i) Ruslarla anlaşmazlıkları saklayacak daha fazla çaba gösterilmeyecektir; aksine, bu anlaşmazlıklar samimi bir şekilde ifşa edilecektir, fakat bunlar 
kışkırtıcı tarzda olmayacaktır. 
(ii) Sovyetler Birliği’ne daha fazla taviz verilmeyecektir: Birleşik Devletler, gerçekte, gelecekteki Sovyet yayılmacılığının hedeflerine karşı savunulacak 
“hatları çizecektir”, fakat halen Moskova’nın kontrolündeki bölgelerin “özgürleştirilmesi”ne yönelik girişimde bulunmayacaktır. 
(iii) Bu amacı gerçekleştirmek için Birleşik Devletler askerî gücü yeniden oluşturulacaktır, müttefiklerden ekonomik ve askerî yardım talepleri 
olumlu olarak düşünülecektir. (iv) Sovyetler Birliği ile müzakerelere devam edilecek, fakat bunda yalnızca Moskova’nın Amerika’nın pozisyonlarını tasdik 
etme veya Sovyet ihtilaflarının kamuoyuna duyurulmasıyla yurtiçinde destek bulma ve yurtdışında müttefikler kazanma amacı olacaktır. 49 
Gaddis, bu değişikliğin amacının altını, Truman’a sunulan Eylül 1946 tarihli çok gizli bir rapordan yaptığı alıntıyla çizer: 

Umudumuz odur ki, onlar [Sovyetler] bizim yenilmeyecek kadar güçlü ve korkmayacak kadar kararlı olduğumuzu kabul ettikleri zaman bu düşüncelerini 
değiştirirler ve bizimle âdil ve tarafsız uzlaşı sağlarlar.50 

İlginçtir, büyük devlet olmanın getirdiği küresel oyunculuk anlayışı, hemen hemen aynı dönemde Sovyet dışişlerinin diplomatları arasında da benzer 
bir savaş sonrası rol tanımı yapılmasına neden olmuştu. Sovyet diplomat Ivan 

M. Maisky, Sovyetlerin önceliğini iki aşamalı olarak belirlemişti: Sovyetler Birliği, Avrupa veya Asya’daki herhangi bir saldırgan tarafından tehdit edilemeyecek kadar güçlü olmalıdır. İkinci olarak Avrupa, en azından kıta düzeyinde dünyanın bu bölgesinde kendisini savaş ihtimalinin dışında tutabilmelidir. (...) [Sovyetlerin stratejik amacı] Avrupa’da herhangi bir gücün veya güçler kombinasyonunun güçlü ordulara sahip olmasını engellemektir. 

Bizim için en iyi yol, Avrupa’da bir kara gücü (SSCB) ve bir deniz gücüdür (İngiltere).51 

Maisky, Türkiye’nin savaş sonrası pozisyonuyla ilgili olarak stratejik önemini ortaya koymuştu: 

Bir bütün olarak Balkanlar’da SSCB Romanya, Yugoslavya ve Bulgaristan ile birlikte Türkiye’nin etkisini azaltacak (ve nihayetinde “dışlayacak”) bir karşılıklı 
savunma paktları arayışında olmalıdır. Türkiye’nin boğazların “bekçisi” pozisyonunu bozmak gereklidir.52 

Maisky’nin Orta Doğu ile ilgili tespitleri de ilginçtir; her ne kadar mevcutta Sovyetlerin “koloniler”de ekonomik çıkarı olmasa da, gelecekte bu bölgede 
“ekonomik, kültürel ve siyasal” anlamda bir fırsat yatmaktaydı, dolayısıyla bu konudan istifade edebilmek için hazırlıklı olmak gerekliydi. ABD ve İngiltere 
ile çatışmadan kaçınma Maisky’nin önerileri arasındaydı. Maisky bir kehanette de bulundu: Sömürge bölgeleri, Birleşik Devletler’in “ekonomik araçlarla İngiltere’nin yerini alacağı” İngiliz-Amerikan rekabetine sahne olacaktı.53 

Amerika’nın, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi meselelerinde İngiltere’ye “kartları istediği gibi oynamayabilme hakkını” tanımadığı düşünülürse, Sovyet diplomatın Orta Doğu’nun tarihsel akışta nasıl bir yol izleyeceğini ön görmesi önemlidir. Nitekim 1947’nin ilk aylarından itibaren Orta Doğu’da İngiltere’nin yaratacağı boşluk ve akabinde ortaya çıkan “vakum”dan sıklıkla bahsedilmiştir. Maisky’nin dikkatlice hazırlanmış raporu, Türkiye üzerindeki temel politikaların istikrarlı bir uyumla Sovyet planlamacılar ve karar alıcılar tarafından takip edildiğini göstermektedir. Bu anlamda, Gönlübol’a göre Türk-Sovyet ilişkilerinde dengesizlik vardı: 

Türkiye’nin imkânları sınırlı olduğu ve bu imkânlar ancak diğer devletlerle işbirliğiyle arttırılabileceği için işbirliğinin kendisine sağladığı imkânlardan, 
hemen tekrar bulacağına emin olmadan süratle vazgeçmesi güçtür. Bu sebeple Türkiye’nin dış politikasında kesin değişmelerden ziyade tedrici gelişmeler görülmüştür. 

Sonuç olarak Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki münasebetleri sınırlı bir politika izleyen bir devletle genel dünya politikası izleyen bir devlet 
arasındaki münasebetler olarak değerlendirmek, bir yanılma olarak nitelendirilemez.54 

Kaynaklar arasındaki dengesizlikten doğan güç farkı, Türkiye açısından ABD gibi güçlü bir ülkeyle aynı saflarda yer alarak giderilmişti. 1939’da Saraçoğlu’nun 
Moskova ziyaretiyle başlayan Sovyet tehdidi, ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında, Batı bloğuna sığınmış Türkiye yarattı. İngiltere’nin Yunanistan ve Türkiye’ye yardım yapamayacağını açıklaması, Türkiye açısından karmaşık bir süreci doğurmuştu.55 Birçok araştırmacı 1946’nın ilk aylarını Soğuk Savaş’ın şekillenmeye başladığı dönem olarak görür: İran sorunu yüzünden ABD ve SSCB’nin Birleşmiş Milletler’de karşı karşıya gelmesi, Churchill’in 
“Demir Perde” konuşması”, Kennan’ın “Uzun Telgrafı” uluslararası kronoloji açısından kilometre taşlarıdır. Bu gelişmelere paralele olarak Türkiye’nin 
kendi Soğuk Savaşı da aynı oranda gelişmişti. Sovyetlerin yarattığı güvenlik tehdidi ve topraklarının bütünlüğü kaygısı, Türkiye için Soğuk Savaş’ın ana 
kriterini oluşturdu. Bu süreçte ABD’nin tereddütlü tavrının ardından siyasi, askerî ve ekonomik alanlardaki desteğiyle Türkiye küresel mücadeleye dâhil 
olmuştu. 

Bu anlamda, Sovyetlere bebek bakıcılığı yapmaktan bıktığını ifade eden Başkan Truman, ABD Kongresi’nin de desteğiyle Sovyet yayılmacılığına karşı 
bir güvence olarak Türkiye’nin arkasında olduğunu Mart 1947’e ilan etti. Türkiye’nin savaş sonrası toprak bütünlüğünün muhafazası için müttefik arayışı, 
savaşın mutlak galipleri olan ABD ve SSCB’nin birbirleri üzerinden sergiledikleri güç oyunları çerçevesinde bu anlamda değer kazanmaktadır. Türkiye, 
son sözün söylenmesinde ABD’nin rol almasına gönülden razı olmuş ve Batı’nın hamiliğini bir siyasi kazanç olarak görmüştü. Nitekim 12 Mart 
1947’de ilan edilen Truman Doktrininin öznesi olarak Türkiye, Sovyetlerin yayılmacı siyasetinin karşısında en etkin ve güçlü desteği de resmen sağlamış 
oldu. Truman Doktrini, Türkiye’nin Batı bloğuna eklemlenmesinde etkileri bugün dahi hissedilen tarihî bir dönüm noktasıdır. 

3. Truman Yönetimi ve İkinci Dünya Savaşı Sonrası Dünya Truman yönetiminin Sovyetlerin yayılmacı politikalarına karşı nasıl bir tutum 
sergileyeceği Şubat 1946’da netleşmeye başlamıştı. Stalin’in 9 Şubat 1946’da Bolşoy Tiyatrosu’nda yaptığı seçim zaferi konuşması Washington’da alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Bu konuşmasında Stalin, Batılı başkentlerde sürekli sorulan “Stalin savaş sonrasında ne istiyor?” sorusuna cevap verir gibiydi.56 

Klasik Leninist emperyalizm söylemini kullandığı bu konuşmasında Stalin, piyasaların bölünmesinin ve dünya kaynakları için mücadelenin kapitalist 
dünyada bir savaş çıkaracağından, dolayısıyla savaş yorgunu Sovyet halkının yine çok çalışması, kapitalist dünyanın çıkaracağı savaşa hazırlanması ve büyük 
fedakârlıklara hazır olması çağrısında bulundu. Bunlar Sovyet vatandaşları için hiç de yabancı olmadıkları bir şeydi: Sovyetler Birliği dünyası 1920’ler 
ve 1930’lardan itibaren yaptığı gibi çok çalışmak, tüketim ve lüks mallardaki azlığa katlanmak, sürekli bir gerginlik içerisinde kapitalist dünya ile yapılacak 
nihai savaş için hazırlanmak durumundaydı. Bu seçim konuşmasının nasıl yorumlanacağı Kennan’ın “Uzun Telgraf”ında yer aldı. Kennan, Sovyet liderlerinin ABD ile sürekli bir modus vivendi içerisinde olamayacağını belirtti. Kennan’a göre, Moskova, Sovyet taleplerini reddeden güçlü Batılı ülkelerin 
zayıflatılması ve diğer ülke hükümetlerinin de devrilmesi yönünde bir siyaset gütmekteydi. 

Fakat Sovyetler Birliği, 

(...) güce dayalı mantığa karşı da çok hassastı. Bu sebepten dolayı, herhangi bir noktada direnişle karşılaştığında –genellikle yaptığı gibi– kolaylıkla 
geri çekilirdi. Dolayısıyla Batılı milletler Birleşik Devletler’in liderliğinde hep birlikte daha kararlı bir blok oluşturmalıydı.57 

Kennan’ın telgrafı, bir süredir Washington’daki üst düzey siyasi planlama-cılar ve entelektüeller arasında Sovyetlere karşı sağlam bir duruş sergilenmesi 
yönündeki düşünceler için de bir zemin oluşturdu. Nitekim savaş sonrasında ortaya çıkan ilk krizlerde de ABD’nin liderliğindeki Batılı devletlerin siyasetlerinde bu duruş kendini gösterdi. Bu anlamda ilk test, İran buhranın BM’de çözüme kavuşmasıyla gerçekleşti. Sovyetlerin tepkisi yalnızca güçlü protesto notalarıyla ve İran petrollerinden Sovyetlere imtiyaz sözü verilmesiyle sınırlı kalmıştı. Fakat ABD desteğindeki İran parlamentosu Sovyetlere petrol imtiyazı öngören anlaşmayı Ekim 1947’de 102’ye karşı 2 oyla reddetti. ABD Genelkurmay Başkanlığı’nın ifadesiyle ABD’nin güvenliği için “kesinlikle hayati” 
öneme sahip Orta Doğu’daki petrol kaynakları Sovyet etkisinden kurtulmuştu.58 Ruslara karşı sert tutum izlenmesi yönündeki görüşün savunucuları bu 
politikalarının ilk sonucunu almıştı. 

Dış politikada bu gelişmeler yaşanırken, savaş sonrası ekonomik ve mali zorluklar altında ezilen Batı Avrupa ülkelerinin durumu, ekonomik alanda 
da ABD’nin bir dizi önleyici tedbirlere başvurmasına neden oldu. Bu tedbirler yine Sovyet tehdidinin azaltılmasına yönelikti. ABD’nin ekonomik ve 
mali alanda Batı Avrupa’ya yönelik politik amacı, Sovyet etki sahası dışında kalan bölgelerde ekonominin istikrar kazanması ve nihayetinde de komünist 
yayılmacılığına set çekilmesiydi. Neticede, Sovyet etki sahasında olmayan ve Sovyet kampı dışında kalan Batı Avrupa’ya toplamda 5,7 milyar dolar mali 
yardım aktarıldı.59 

1946 yılı Truman yönetiminde görev alan planlamacıların Doğu Avrupa ve Orta Doğu’daki Sovyet politikalarının küresel yayılmacılık güttüğüne ve 
bunun önlenmesinin de ABD tarafından sağlanabileceğine inanmalarını destekleyecek gelişmelerle doluydu. Bu dönemde –özelikle– Truman’ın Sovyet 
yayılmacılığı konusundaki görüşlerinin netleşmeye başlamasını sağlayan bir Beyaz Saray raporu da önemlidir. Sovyetlerin faaliyetlerinden rahatsızlık duymaya başlayan Başkan Truman, Sovyetler Birliği’ne karşı kararlı bir tutum sergilenmesi yönündeki düşüncesini Temmuz 1946’da yakın danışmanı Clark 
Clifford’la paylaştı. Truman Clifford’a “itilip kakılmaktan yorulduğunu, Sovyetlerin ABD’den biraz oradan biraz buradan tırtıklama yaptığını ve dik durmanın vaktinin geldiğini düşündüğünü” söyledi.60 

SSCB’nin anlaşmaların gereğini yerine getirmediğinin bütün dünya tarafından öğrenilmesini sağlamakla görevlendirilen Clifford’ın, “Sovyetler Birliği 
ile Amerika’nın İlişkileri” başlığını taşıyan raporunda ABD-Sovyetler Birliği ilişkileri detaylı olarak analiz ediliyordu. Rapor 24 Eylül 1946’da Başkan’a sunuldu.61 

Raporun sonuçları o kadar etkileyiciydi ki, Truman raporun yalnızca kendinde kalmasını istedi, dağıtımını yasakladı ve diğer nüshaların da kendisine 
getirilmesini söyledi. Truman “Eğer rapor sızarsa, Beyaz Saray’ın tavanıhavaya uçar. (...) Muhtemelen Kremlin’in de tavanı havaya uçar” demişti.62 

Truman yönetimin raporun hazırlandığı zamana kadar karşılaştığı en ciddi durum, Sovyetlere karşı nasıl bir politika izleneceğiydi. Rapor, Kennan’ın 
telgrafıyla oldukça yakın sonuçlara ulaşıyordu: Sovyetler, kapitalist dünya ile yapılacak savaşı kaçınılmaz olarak görüyordu. Bu savaşa hazırlanmak için 
Sovyetler Birliği güçlerini en üst seviyeye çıkarmayı amaçlıyordu. Bu amaçla dolaylı veya dolaysız yıkıcı faaliyetlerle komünist olmayan hükümetlerin devrilmesi ve “atom bombası ve biyolojik silahlarlar”ın da kullanılması ihtimal dâhilindeydi. Dolayısıyla ABD kendi güvenliği adına hayati öneme sahip askerî 
bölgelerin korunması için gerekli tedbirleri almalı ve Sovyetler tarafından tehdit edilen demokratik ülkelerin savunulmasına hazır olmalıydı. Ancak raporda, 
askerî yardımlar “son çare olarak” belirtiliyordu. Ekonomik zorluklarla mücadele eden ülkelere destek, “komünizme karşı daha etkili bir engeldi”. 

Rapor, Sovyet faaliyetlerine karşı sert tedbirlerin alınmasını ve mevcut şartlar altında rakip blokların dünyanın bölünmesini engelleyememe durumunda 
hazırlıklı olunması önerisiyle sonuçlanıyordu.63 Bu rapor sonrasında yönetim içerisinde Sovyetlerle hâlâ ortak bir zeminde buluşulabileceğini düşünenler 
kendilerini tecrit edilmiş halde buldular. Nitekim önceki Başkan Roosevelt’in iki dönem yardımcılığını yapan ve Truman yönetiminde Ticaret Bakanı olan 
Henry Wallece’ın, Eylül’de yönetimi eleştiren demeçleri basında yer almaya başlayınca Truman istifasını istedi ve Wallece görevden ayrıldı.64 

Fakat büyük bir savaştan henüz iki yıl sonra Amerikan halkı ve Kongre’nin iki kanadı yeni fedakârlıklar demek olan silahlı kuvvetlerin genişletilmesi ve 
yabancı ülkelere yardımların arttırılmasıyla sonuçlanacak bütçe artışlarına sıcak bakmıyordu. 

Kaldı ki, 1946 seçimlerinde Kongre’nin iki kanadında da çoğunluk Cumhuriyetçi Parti’ye geçmişti. Cumhuriyetçiler, her ne kadar Truman’ı komünizme karşı yumuşak bir politika izlemekle suçlasalar da, yeni dış politikanın getireceği yükümlülüklerden kaçınmak istiyorlardı: Truman’ın açıkladığı 47 milyar dolarlık 1947 bütçesinden yaklaşık %17lik bir kesinti taahhüdünde bulunmuşlardı. Bu arada, Sovyet tehdidinin yanı sıra Avrupa’da da ciddi sorunlar ortaya çıkmıştı: Savaştan iki yıl sonra olumlu beklentilerin aksine İngiltere, ekonomisini canlandıramadığı gibi, Avrupa’da yaşanan sert kış şartları, üretimdeki ciddi düşüşler, yoksulluk ve geleceğe dair endişeler tüm Batı Avrupa’da karamsarlığa yol açmıştı. Savaştan galip olarak çıkmasına rağmen İngiltere, 1945 sonu itibariyle çok büyük ekonomik sorumluluklarla boğuşmak zorundaydı: İhracat 1938 yılına göre %40 azalmıştı; deniz taşımacılığında tonaj ¾’ten daha az seviyedeydi; İngiliz Sterlini bazındaki borçlanma çok yüksekti. Bunların da ötesinde İngiltere tarihinde olmadığı kadar büyük bir coğrafyanın güvenlik ve askerî sorumluluğuyla başa çıkmak zorundaydı. İngiliz Maliye Bakanı 8 Şubat 1946’da, denizaşırı askerî harcamaların ciddi miktarda ve acilen kısıtlanmaması ve daha fazla denizaşırı yükümlülüklerden kaçınılmaması durumunda, makine ve hammadde ithalatındaki kesintiler yoluyla karneye bağlı malzemelerin kesilmesi ve işçi sayısının azaltılması gerekeceğini kabine üyelerine bildirdi. “Bu aritmetikten başka bir yol bulunmuyor ve bizim tüm denizaşırı politikamız buna bağlı.”65 

Truman yönetimindeki endişe, sorunlarla mücadelede yetersiz kalan hükümetlerin ve moralsiz toplumların komünizmin etkisine girmesiydi. Komünizmin yayılma endişesi, Truman’ın ihtiyaç duyduğu Cumhuriyetçi Parti desteğini sağlayabilirdi. Nitekim 1946 ortalarında komünizm yayılmacılığına 
karşı direneceğine yönelik tutumu nedeniyle Kongre İngiltere’ye 3,75 milyar dolarlık borç verilmesini onaylamıştı.66 Öte yandan Truman yönetimi, 1946 
başlarında İngiltere’nin Sovyetler Birliği’ni “çevreleme” politikasını kendi çıkarları doğrultusunda oluşturmaya başladığının da farkındaydı: 1946 Mart 
ayında İran petrol yatakları ve Ağustos ayında Boğazlar üzerinden Türkiye politikaları buna işaretti. Komünizm ve Sovyet yayılmacılığı tehdidi üzerinden 
ABD’yle işbirliğinde olan İngiltere, 1946 Sonbaharında Yunanistan üzerinden Güney Balkanlar’da ortaya çıkan bu tehdit ve yayılmacılık endişesini bir kez 
daha kullanmıştı. İngilizlerin amacı millî çıkarların korunmasıyla ilgili ağır askerî ve ekonomik yükün ABD tarafından da omuzlanmasını sağlamaktı. 

İngilizlerin Doğu Akdeniz’deki sorumluluklarını aktarma süreci Şubat 1947’de ABD’ye verilen iki notayla fiilî politika sürecine girmişti. Öte yandan, 
Aralık 1945’te ABD’nin Atina Büyükelçiliği Washington’u Atina’nın bir “Sovyet kuklası” olabileceği yönünde uyarmıştı.67 Büyükelçiliğe göre zayıf hükümet, 
komünist gerilla faaliyetleri, merkezî ordunun iç savaşta komünistlerle mücadelede etkisiz oluşu, çökmüş ekonomi ve altyapı, Rusların Yunanistan’da 
etki sahasını genişletebilmesi için verimli alanlardı. Ocak 1946’da ABD’nin Yunanistan’a 25 milyon dolar borç vermesi, Pire Limanı’na ABD donanmasının 
ziyareti ve Mart 1946’daki seçimlerde ABD’nin gözlemciler göndermesi, bu ülkeye olan ABD ilgisinin somut göstergeleriydi. ABD Yunanistan’a ekonomik 
ve finansal desteği sağlarken İngiltere de askerî yardımlara devam etmişti.68 

Ağustos 1946’da Paris Barış Konferansı’nda Yunan hükümetinin aşırı sağcı tutumu ve komşu ülkelere karşı genişleme politikaları eleştiri konusu yapıldığı 
zaman ABD Dışişleri Bakanı Byrnes, savaştaki Yunan kahramanlıklarını hatırlatmış ve “Yunan halkına olan borçlarının unutulmaması” gerektiğini 
gündeme getirmişti.69 Ekim 1946’da ise Dışişleri Bakan Yardımcısı Acheson, Atina Büyükelçisine Yunanistan’a yönelik olumlu siyasetin tüm alanlarda sağlanacağını belirterek, “Birleşik Devletler[in], Yugoslavya ve Arnavutluk tarafından desteklenen komünist güçlerce saldırı altındayken [Yunan] hükümetin[ in] düşmesi riskini artık alamayacağını” bildirmişti.70 

Aynı ay içerisinde ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Yakın Doğu Dairesi’nce hazırlanan ve Dışişleri Bakanı Byrnes tarafından da onaylanan bir memorandum, 
“SSCB, pek çok milleti kendi kontrolü altına almak amacıyla agresif şe-kilde davranıyor. (...) Ekonomik ve stratejik olarak hayati öneme sahip bölge 
olan Doğu Akdeniz’deki Sovyet hakimiyetinin önündeki tek engel Yunanistan ve Türkiye’dir” değerlendirmesini yaptı. Memoranduma göre, eğer Yunanistan’ın 
Sovyet etki sahasına girmesine müsaade edilirse, Sovyetler Birliği Türkiye üzerinde de dayanılmaz bir baskı kuracaktı. Bu tehdit karşısında ABD, çok 
geç kalmamak şartıyla Yunanistan’a siyasi ve ekonomik desteğini acilen arttırmalıydı71 Sovyetlerin bu dönemde Yunanistan’daki Dedeağaç’ta üs talepleri de ABD’nin Sovyet yayılmacılığı karşısındaki endişelerini arttırdı. Sovyetler açısından da durum karışık görünmekteydi: Örneğin Mayıs 1947’de Stalin’in veliahdı olarak görülen Zudanov, Yunan komünistlerinden gelen askerî ve ekonomik yardım talebini geri çevirmişti. Stalin de, Truman Doktrini çerçevesinde Amerikan yardımı Yunanistan’a akmaya başladığı zaman Moskova’da temaslarda bulunan Yugoslav temsilcilere, Yunanistan’daki ayaklanmanın en kısa sürede durması gerektiğini, söyledi.72 Stalin’in endişesi, ayaklanma devam ettiği sürece ABD’nin Akdeniz’deki varlığının derinleşeceğiydi. Bu halde de Doğu Avrupa’da ve Balkanlar’da kazanılmış olan, fakat tam olarak sağlamlaşmamış Sovyet pozisyonu da tehlikeye girecekti.73 

11 Aralık 1946’da Acheson, bir Amerikan ekonomik heyetinin Yunanistan’da, Yunan hükümetinin ileride yabancı devletler ve uluslararası kurumlardan 
talepte bulunacağı altyapı ihtiyaçlarıyla ilgili çalışma yapacağını duyurdu.74 28 Aralık’ta da ABD’nin Atina Büyükelçisi, gerekli Kongre çalışmaları ve 
düzenlemelerin en az iki üç ay alacağı öngörüsüyle Yunanistan için bir yardım programının hazırlandığı yönünde bilgilendirildi.75 Ocak 1947’de Amerikan 
yardım heyeti Yunanistan’a vardığında, sahadaki durumun öngörülünden daha vahim olduğunu tespit etti. Hükümet çalışamaz haldeydi, siyasiler kişisel 
çıkar mücadelesi içerisindeydi, yolsuzluk ve karaborsa ülkeye hâkimdi. Heyetin değerlendirmesi Washington’un Sovyetlerle ilgili endişelerini körükleyecek 
nitelikteydi: “Sovyetler, Yunanistan’ı birkaç hafta içerisinde kucaklarına düşecek olgun bir şeftali olarak görmektedir. Böylesi bir durum yalnızca Yakın Doğu ile sınırlı kalmayacaktır, Fransa ve İtalya gibi Avrupa devletleri de sıradadır.” Öte yandan Yunanistan’daki Fransız temsilcisinin Şubat 1946’da söyledikleri Amerikalıların bu endişelerini arttırmış olmalıdır: “Eğer Yunanistan, İngiltere ve Amerika’dan uygun desteği alamayıp Sovyet yörüngesine girerse, Fransa baskıya dayanamaz.”76 

20 Şubat 1947’de Atina’daki Amerikan yardım heyeti ve büyükelçisi 21 Ocak’ta göreve başlayan Dışişleri Bakanı Marshall’a Yunanistan’ın çöküşünün 
yakın zamanda olabileceğini ve durumun güvenli olmayacağını bildiren bir telgraf çekti.77 Atina ile Washington arasında Yunanistan’daki alarm zillerini 
yansıtan bir dizi telgraf teatisinden sonra Acheson, Bakan Marshall için bir bilgi notu hazırladı. 21 Şubat tarihli bu notta, gerillaların kontrolündeki bölgelerin 
genişlediği ifade edilmişti: “Eğer Yunanistan’a acil destek sağlanmazsa, Yunan hükümeti muhtemelen düşecek ve aşırı sol bir totaliter rejim iktidara 
gelecektir.” Sovyet hakimiyetindeki bir Yunanistan, neticede tüm Yakın Doğu’nun ve Kuzey Afrika’nın kaybına yol açacaktı. Acheson, Yunanistan’a 
doğrudan borç vermeyi öngören acil bir kanunun Kongre’ye sunulması ve Yunanistan’a askerî donanım sağlanması konusunda karar verilmesini tavsiye 
etti. İngiliz notlarının bakanlığa ulaşmasından önce Marshall, Acheson’a tavsiyelerini hayata geçirecek eylemleri öngören bir çalışma yapılması talimatını 
vermişti. Neticede, İngilizlerin Yunanistan ve Türkiye’ye yardımları keseceğini resmen bildirmesinden önce, ABD’li yetkililerin kafasında kriz durumundan 
çıkış için nasıl bir politika izleneceğine dair net çerçeve belirmeye başlamıştı.78 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,



***

70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ BÖLÜM 1

70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ BÖLÜM 1



ÖZET;
Ortadoğu Etütleri 
70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ 

İkinci Dünya savaşı sonrasında Başkan Truman siyasi ve ekonomik zorluklar sonucunda Amerikan dış politikasında Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen 
mücadelede daha güçlü bir duruş sergilemek zorunda kalmıştı. Washington, savaş dönemi müttefiki Moskova’yla müzakere ve işbirliğini artık uygun 
siyasi araç olarak görmüyordu. Truman’ın amacı Sovyetler Birliği’nin gücünü ve etkisini sınırlandırmaktı. 

Şubat 1947’de İngiltere, siyasi ve ekonomik sıkıntılarla boğuşan Yunanistan ve Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardımı sonlandıracağını bildirdi. 
Yakın Doğu’da Sovyet etkisinin arta-cağından endişe eden Truman yönetimi 12 Mart 1947’de Truman Doktrinini ilan etti. 

Doktrin, Soğuk Savaş’ın önemli kilometre taşlarından biri oldu. Doktrinin ilanı Sovyet-komünist yayılmacılığının çevrelenmesi siyasetinde askerî niteliklerin 
ön plana çıkmasına neden oldu. 

Anahtar Kelimeler: Başkan Truman, Truman Doktrini, Sovyetler Birliği, uluslararası komünizm, Soğuk Savaş, Türkiye, Yunanistan. 

Kaan Kutlu ATAÇ
* Doktora Adayı, Hacettepe Üniversitesi. Ortadoğu Etütleri 
 “[Orta Doğu’daki] petrol rezervleri stratejik gücün muazzam kaynağını oluşturuyor ve dünya tarihindeki maddi ödüllerin en büyüklerinden birisi.”1 


ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Başkan Truman’a bilgi notu, 1944. 

“Büyük bir gücün [Birleşmiş Milletler ] Sözleşmesi’nin ihlali ve savaşın çıkması durumunda Genel Kurmay Başkanlığımız hükümetimizi, son iki savaşta da durumun ortaya koyduğu gibi, Orta Doğu’nun Birleşik Krallık dışında, eğer aynı derecede önemli değilse, ikinci derecede önemli stratejik alan olacağı konusunda bilgilendirdi.”2 

16 Ekim 1947’de Washington’da, Orta Doğu ile ilgili Birleşik Devletler-Birleşik Krallık Görüşmeleri Açılış Konuşmasında İngiliz Heyeti. 

1. Giriş 

21 Şubat 1947 Cuma öğleden sonra, İngiltere’nin Washington Büyükelçisi Özel Sekreteri, ABD Dışişleri Bakanı’nın ofisini arayarak, Büyükelçi’nin Londra’dan gelen bir talimatla Bakan’a bizzat iletmesi gereken çok önemli bir not için aynı gün randevu talebini iletti. Dışişleri Bakanı George C. Marshall ofisinde değildi ve Pazartesi gününe kadar şehir dışındaydı. Konuyla ilgili bilgilendirilen Bakan Yardımcısı Dean Acheson, Büyükelçi’yi telefonla aradığında, kendisine notun İngiltere’nin Yunanistan’a yardımıyla ilgili ve çok önemli olduğu söylendi. Bakan Yardımcısı, Büyükelçilik Birinci Sekreteri’nin, Bakanlığın Yakın Doğu ve Afrika İşleri Müdürü Loy Henderson’a notun bir kopyasını iletmesini istedi. Büyükelçi, notun orijinalini Pazartesi sabahı Bakan’a iletecekti.3 

İngilizler, 21 Şubat günü öğleden sonra Amerikalılara bir değil iki not ilettiler. Notlardan birisi söylendiği gibi Yunanistan, diğeri ise Türkiye hakkındaydı.
4 Birinci notta, Yunanistan’ın içerisinde bulunduğu iç savaş ve ekonomik durumun ülkeyi çökme noktasına getirdiği belirtiliyordu. Komünist gerilla hareketi, Sovyetler Birliği’nin Balkanlar’daki yayılmacı etkisini Yunanistan’a getirmek üzeriydi. Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e inmesi an meselesiydi. 
Ekonomik sıkıntı içerisindeki İngiltere, 1944’ten beri ülkeye sağladığı askerî ve ekonomik yardımı 31Mart’tan sonra durduracaktı. İngiltere, ABD’nin bu 
yükü üzerine alabileceğini ummaktaydı.5 

İkinci notta da, Sovyetler Birliği’nin baskısına karşı İngiltere’den askerî ve ekonomik yardım alan Türkiye’ye yönelik yardımların da 31 Mart’tan sonra 
yapılamayacağı belirtiliyordu. Rusların sıcak denizlere inmesini önlemede etkin olan İngiltere, kaynaklarını sonuna kadar kullanmıştı ve Orta Doğu coğrafyasının sorumluluğunu ABD’ye devretmek üzeriydi. Doğu Akdeniz açık bir Sovyet tehdidi altındayken, bölgede yaşanması muhtemel güç boşluğunun 
doldurulması için verilen süre 38 gündü. İngiltere iki ülkeye yaptığı yardımların fişini çekmişti. İngiltere, ABD’nin ve Batı demokrasilerinin siyasi-askerî 
ve petrol güvenliğine yönelik hayati çıkarlarının devamının sağlanmasında ve mevcut “çok acil” kritik durumda eksikliğin ABD tarafından giderileceğini 
umuyordu. ABD de bölgedeki dengelerin Sovyetler Birliği lehine kaymasından endişe ediyordu. Notları inceleyen ve Dışişleri Bakanı Marshall’ın yokluğunda 
Bakanlığa vekâlet eden Acheson, Hendorsan’a personelini toplamasını ve bütün hafta sonu çalışarak pazartesi sabahı Bakan’a sunulmak üzere bir cevap hazırlaması talimatını verdi. Acheson, İngiltere’nin 21 Şubat’ta verdiği bu iki notu yıllar sonra “şok” olarak hatırlayacaktı.6 Aslında ABD, İngiltere’nin 
notlarından önce 20 Şubat’ta Yunanistan’daki çöküş konusunda Atina’daki Büyükelçisi tarafından uyarılmıştı. Schwarzenberger’in ifade ettiği gibi 
“Yunanistan ve Türkiye’nin Batılı güçlerce kontrol edilmesi, Doğu Akdeniz ve Yakın Doğu’nun petrol kaynaklarını tutması için elzemdi.”7 

2. Truman Doktrini ve Türkiye: Tarihsel Arka Plan İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak talebi ve Boğazların yönetiminde hak iddiaları Türkiye’nin Atlantik politikalarının temelini oluşturur. Sovyet taleplerinin yarattığı güvenlik endişesinin, Türkiye’nin savaşın galiplerinden olan ABD’yle ilişkilerini nasıl etkilediği ve Türk-Amerikan yakınlaşmasının temelini oluşturan ortak güvenlik arayışları bu anlamda önemliydi. Truman Doktrinini oluşturan süreci, bu güvenlik endişesine giden yol oluşturmuştu. 

İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki gelişmelerde Türkiye, kendisine bir yön bulma çabası içerisindeyken iki mühim gelişmenin etkisinde kaldı. Birincisi, 
Eylül-Ekim 1939’da Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında gerçekleştirilen Moskova görüşmeleridir. Bu görüşmelerde Sovyet tarafı Türkiye’den Boğazların 
statüsünde değişiklik yapılmasını ve kendilerine üs verilmesini talep etmişti. Rusların bu talebi karşısında Türkiye, İngiliz-Fransız ekseninde bir dış politikayla denge arayışına girmiş ve bu ülkelerle ittifak kurmuştu. Sovyet baskısı savaş boyunca devam etti ve Türkiye, Batı eksininde bir güvenlik arayışına girdi. İkinci gelişme ise, önce İngiltere, ardından da ABD’ye doğru kayıştı. Batı merkezli güvenlik arayışında İngiltere’nin genelde Orta Doğu, özelde de Türkiye politikalarında ABD’yi bölgeye dâhil etme çabası önemlidir. Bu çaba 1943 Kazablanka Konferansı’nda ABD-İngiltere görüşmelerinde İngiltere tarafından net olarak belirtilmişti. Türkiye, Soğuk Savaş’ın iki kutuplu yapılanmasında Batı’nın desteğini alarak Washington merkezli Atlantik kuşağına dâhil oldu. Bu dönem, 1939’dan Türkiye’nin NATO’ya üye olduğu 1952’ye kadar olan tarihsel alt yapıdır. Türkiye’nin Batı bloğu içinde İngiliz ekseninden ABD eksenine geçişin en önemli evresi 1947 Truman Doktrinidir. 

Ancak Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı ardından bir bloğa yönelmesi kolay olmamıştır.8 Criss’in ifadesiyle, 

[Birinci Dünya Savaşı’nda] müttefiklerini serbest iradesiyle seçmemek Osmanlı İmparatorluğu’na çok pahalıya mal olmuştu. Türkiye Cumhuriyeti’nin 
güvenliği açısından bir daha böyle bir duruma düşülmemesi, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e miras kalan önemli bir dış politika ilkesidir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında şekillenen dünyada Türkiye’nin zihninde toprak bütünlüğü ve güvenli bir ittifak arayışı hâkimdi. Nitekim savaş 
sonrasında Avrupa’da, güç dengelerinin Sovyetler Birliği eline geçeceği endişesini duyan Türkiye, sorunlu ilişkileri olan kuzey komşusu lehine kuvvetler 
dengesinin oluşacağını görmüştü. Bu durum, savaşın son döneminde ve sonrasında Türkiye’yi Batı’nın etki sahasına sürükledi. Bu sürükleniş Türkiye’yi, 
Batı ve Transatlantikle neredeyse bir bağımlılık derecesinde karmaşık ilişkiler manzumesinin kucağına itti. Batı’yla ilişkiler ve toprak bütünlüğü konuları 
Türk siyasi tarihine damga vurdu. 

Sovyetler Birliği, 1941’de Bulgarlarla yapılan görüşmelerde Trakya’da Midye-Enez hattına kadar olan bölgenin Bulgarlara, boğazlara kadar olan bölgenin 
da kendilerine verilmesi önerisinde bulunmuştu. Bulgaristan, komşu ülkelerin yapılan görüşmelerden haberdar edilmesi anlaşması uyarınca Türk hükümeti ni bu öneri hakkında bilgilendirmişti. Türklerin konuyla ilgili olarak Moskova nezdindeki girişimleri cevapsız kaldı.10 Türkiye Sovyetlerin talepleri 
karşısında gerekli güvenlik garantilerini ABD ve İngiltere’den sağlamaya çalıştı.11 Nitekim Ocak 1943’te İngiliz tarafı savaşa katılması durumunda Türkiye’nin Sovyetlere karşı toprak bütünlüğünün korunacağını taahhüt etti.12 

Sovyet Birliği-Türkiye ilişkilerinde kuvvet dengesizliğinin yarattığı sorunlar 1950’lerin sonuna değin Türkiye için önemli bir endişe kaynağı olmaya 
devam etti. Bu endişeyle, 

Türkiye 1945-46’daki Sovyet isteklerinden ve tehditlerinden sonra Batılı devletlerle ilişkilerini öyle bir biçimde geliştirmiştir ki, bütün dış politika felsefesini sadece Batı’yla işbirliği yapmak ilkesi üzerine kurmuştur.13 

Ancak Türkiye, Sovyet tehdit algılaması konusunda yalnız değildi. ABD Dışişleri Bakanı James F. Byrnes’ın Mayıs 1946’da Sovyet dış politikasının 
temelinin ne olduğu sorusuna Fransız meslektaşı “yayılmacılık yoluyla güvenlik” şeklinde cevap vermişti.14 İkinci Dünya Savaşı boyunca “aktif tarafsızlık” 
politikası izlemiş olan Türkiye, savaşın Avrupa ayağının sonucu belli olmaya başladığı andan itibaren kuzey komşusu SSCB’nin belirgin tehdidi ile karşı 
karşıyaydı. 

Fas’ın Kazablanka kentinde 14-24 Ocak 1943 tarihlerinde bir araya gelen ABD ve Birleşik Krallık liderleri, Sovyetler Birliği’nin katılmadığı konferansta, 
Türkiye’nin savaşa dâhil edilmesi konusunu da gündeme getirdi. ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerine göre, 18 Ocak’taki görüşmelerde ABD Başkanı 
Roosevelt, askerî konulardaki gelişmelerin ABD’ye bildirilmesi kaydıyla Türkiye söz konusu olduğunda ilk söz sahibinin İngiltere olduğunu kabul 
etmiştir.15 Savaş süresince Türkiye ile ilgili askerî konulardaki görüşmelerde ABD, tarihsel olarak Orta Doğu coğrafyasında “tabii” hakkı olan İngiltere’nin 
bölgedeki askerî politikalarına geniş bir serbestlik tanımıştı. Ancak, ilerleyen günlerde Türkiye’nin durumunu ilgilendiren konularda, Kazablanka Konferansı ’ndaki mutabakatın ne olduğu hususunda ABD ile İngiltere arasında anlaşmazlık olduğu ortaya çıktı. ABD’liler hiçbir şekilde siyasi ve ekonomi konularda  İngiltere’nin istediği gibi politika oluşturamayacağını ifade ederken, İngilizler ise konferansta kendilerine “Türklere karşı kâğıtları istedikleri gibi 
kullanacakları”16 sözünün verildiğinde ısrar etti. ABD ise, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik durumuyla ilgili konularda böylesi bir serbestliği tanımayacağını 
net bir şekilde İngiltere’ye belirtti. 

Truman Doktrin’in ilanı olan 1947’nin ilk aylarına kadar Orta Doğu coğrafyasında ABD dış politikasının temel çizgilerini şu şekilde belirtmek mümkündür: 

1. İngiltere’nin tarihsel rolü ve dönemin klasik ABD dış politikası gereği, İngiltere’nin “meşru haklara sahip” etki sahasına müdahale etmeme. 
2. Mümkün olan en az şekilde tesir ederek bu politikayı takip etmek ve bu konuda İngiltere’ye garanti vermek.17 

Kazablanka’nın ardından İngiltere ile ABD arasında Türkiye’nin siyasi ve ekonomik sahalarında kimin söz sahibi olacağı yönündeki yanlış anlamadan 
kaynaklanan tartışma, ABD’nin bölge üzerindeki etkinlik sahasını yayma amacının ilk işaretlerinden birisiydi. Bu temel etrafında ABD, Orta Doğu 
bölgesinde daha derin bir stratejik anlayışı tedricen geliştirmeye başladı. Bu, “özgür dünya”nın liderliğine soyunan ABD için bir nevi kaslarını gösterme 
mücadelesiydi. Bu daha önce İngiltere’nin sorumluluğunu kabul etmiş olan ABD açısından siyasi planlama ve algıda da değişiklikti.18 

Nitekim savaş süresince müttefik liderler arasında devam eden ve Kazablanka ile başlayan konferanslar zincirinde (Kazablanka, Québec, Kahire, Moskova 
ve Tahran), Türkiye’nin savaşa dâhil edilmesi konusu gündeme geldiği zamanlarda sadece ABD, Türkiye’yle ilgili politikalar konusunda kararlı bir 
tavır sergiledi. 

Savaş sonrası kurulacak Birleşmiş Milletler’e üyeliğin Almanya ve Japonya’ya savaş ilan eden ülkelere açık olacağı yönündeki müttefik güçlerin kararı, 
Türkiye’nin 23 Şubat 1945’de bu ülkelere savaş ilan etmesine neden oldu. Ancak, Sovyetler bunu çok geç kalmış bir karar olarak gördü. Bu esnada 
ABD’nin Moskova Büyükelçiliği, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nde günün şartlarına uygun değişiklerin yapılması yönünde 
talepte bulunduğundan haberdardı.19 Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e 19 Mart 1945’de bir nota vererek iki ülke arasında imzalanmış olan 1925 Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nın yenilenmeyeceğini bildirdi.20 Bu, Türk tarafınca beklenen bir durumdu.21 Türk büyükelçisi Ankara’yı iki ay önce bu konuda uyarmıştı.22 1945 Baharında savaşın Almanya’nın yenilgisiyle sona ereceği artık belli olduğunda 
Moskova’nın boğazlar üzerindeki iştahı yeniden kabardı. Dışişleri Bakanı Hasan Saka, Molotov’un notasına cevaben 4 Nisan 1945’te Sovyetler 

Birliği’nin Ankara Büyükelçisi Vinogradov’u çağırmış ve Türkiye’nin antlaşmanın iki tarafın çıkarlarına uyacak şekilde değiştirilmesini kabul ettiğini ve 
Sovyet tekliflerini dikkatle ve iyimserlikle inceleyeceklerini bildirdi.23 

Türkiye, Birleşmiş Milletler’in (BM) kuruluşu sürecinde 25 Nisan 1945’de başlayan San Francisco Konferansı’na Sovyet taleplerinin tedirgin edici ağırlığı 
altında katıldı. 19 Mart-13 Ekim 1946 arasında Türkiye-Sovyet Birliği ilişkilerinde “notalar savaşı” olarak tanımlanabilecek bir yalnızlık süreci başladığında, 
Türkiye toprak bütünlüğünün korunması için açıkça güvenebileceği ve yardım alabileceği kesin bir destekten yoksundu. Bu dönemde SSCB’nin boğazlarda üs ve Doğu Anadolu’da toprak talepleri karşısında Türkiye, Aydın’ın yorumuyla, “yalnız kaldığı endişesine kapılacaktı”.24 

Aralık 1945 SSCB’nin İran’daki etkinliği bu ülkede özerk Azerbaycan Cumhuriyeti ve Kürt Mehâbâd Cumhuriyeti’nin kurulmasına yol açtı. Aynı süreç içerisinde Bulgaristan ve Romanya’nın da SSCB tarafından işgal edilmesiyle Türkiye açık bir şekilde Sovyetler Birliği tarafından çevrelenmişti. 

Sovyet lideri Stalin’in yayılmacı iştahı bu anlamda doymak bilmez gibi görünüyordu.25 

Nitekim Stalin, Türkiye üzerindeki toprak taleplerini Aralık 1945’te Moskova’da gerçekleştirilen ABD-İngiliz-Sovyet dışişleri bakanları toplantısında net 
bir şekilde ifade etmişti.26 İngiltere açısından SSCB politikası “rahatsız edici”ydi ve “İngiliz Hükümeti bu tehditler karşısında tarafsız kalamayacak, Türkiye’nin yanında olacaktı”. İngiliz Dışişleri Bakanı Ernest Bevin’e göre SSCB’nin Boğazlarda üs ve Kars-Ardahan talepleriyle27 mutabık olmaları mümkün değildi. İngiltere açısından Rus siyaseti basitti: Ruslar İngilizleri Akdeniz’in rakipsiz sahibi ve Atlantik’ten İskandinavya, oradan da Akdeniz’e uzanan sahillerin muhtemel lideri olarak görüyorlardı. İngiltere’nin bu denli güçlü bir pozisyonda bulunması, Rusya’nın güvenliği için muhtemel bir tehditti, dolayısıyla İngilizler buralardan atılmalıydı.28 

İngiliz Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, Ocak 1946’da Orta Doğu’daki Sovyet tehdidine karşı Amerikalı liderleri sürekli tetikte tutma ve İngiliz “özel  çıkarları ”nın korunması adına ABD’nin bölgeye girmesinin şartlarını sağlayacak siyasi hazırlıkların yapılması hususunda Washington’u ziyaret etti.29 

İngiltere’nin, ABD’yi Orta Doğu’ya sokma siyaseti Rusya’nın izlediği politikayla karşılıksız kalmadı. Dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Dean Acheson 
anılarında Sovyetler Birliği’nin takip ettiği politikaların ABD’yi eğittiğini aktarır: 

[Ruslar] Boğazlar ve İran üzerinde baskı kurarak barbarların klasik Yunanlar ve Roma, sonra da çarların kullandıkları sıcak denizlere istila güzergâhını 
takip ettiler. Thermopylae’dan Kırım’a bu noktalarda baskı kurmak gelenek halini almıştır. Bazı Amerikalılar Rusların tarihini paslı bir geçmiş olarak görse 
de, İngilizler ve [ABD] Başkan[ı] için durum böyle değildir.30 

ABD resmi kaynaklarında da SSCB’nin boğazlar üzerindeki emellerinin salt askerî düzeyde olmadığı belirtilmektedir. Acheson’un ifade ettiği gibi, SSCB’nin amacı “önce Türkiye’de, devamında da Yakın Doğu’nun geri kalanında hakimiyeti ele geçirmek”ti.31 Savaşın sonuna doğru Orta ve Güney Avrupa’da işgaller yoluyla toprak kazanmış olan Stalin, dikkatini yine Sovyetlerin güney kanadına çevirmiş ve Kafkaslar’ı işaret ederek “buradaki sınırları beğenmiyorum” değerlendirmesini yapmıştı. Moskova iştahını bir kez daha Dışişleri Bakanı Molotov aracılığıyla Türkiye üzerinde gösterdi: 

[Stalin] Türkiye’den toprak isteğinin yanı sıra Türk Boğazlarının SSCB tarafından etkin bir şekilde kontrolünü sağlayacak üsler verilmesini talep etti. (...) Hemen anlaşıldı ki çok ileri gitmişti. Patronuna karşı normal olarak hoşgörülü olan Molotov, Boğazları kastederek “Buna izin vermezler!” dedi. Sinirlenen patronu “Sen devam et, ortak mülkiyet için baskı kur” şeklinde cevap verdi.32 

Türkiye, Sovyet işgali altındaki Orta ve Güney Avrupa’nın dışında Sovyet yayılmasını en yakın hisseden ülkeydi.33 Aslında, savaş henüz sona ermeden 
Nisan 1945’de toplanan San Francisco Konferansı’nda Sovyet Ermenistan’ı ve İran Kürtleri Türkiye’den toprak talebinde bulunmuştu. Bu dönemde Türkiye, 
ulusal güvenliğini sağlama alabileceği sakin bir limanı bulmak için yoğun bir çabaya girmişti. Türkiye için güvenlik anlamında gerekli olan koruma, 
önce askerî ve sivil yardımlar, arkasından da siyasi ve askerî yapılanmalar aracılığıyla ABD’de arandı. Fakat savaşın ardından hâlâ Sovyetlerle savaş dönemi işbirliğini sürdürebileceğine inanan ABD, açıkça Sovyet yayılmacılığının kendi çıkarlarına zarar verdiğini hissettiği ana kadar iyimserliğini korudu. Türkiye, Sovyet taleplerinden ABD’yi yanında olduğunu hissettiği döneme kadar, yani çok kritik bir devre olan yedi ay zarfında yalnız kaldı. 

Türkiye bu dönemde güvenliğinin sağlanması için ABD ve İngiltere’den destek arayışındaydı. 19 Mart 1945-17 Ağustos 1946 dönemi Türkiye’nin güvenliği konusunda SSCB’yle İngiltere-ABD-Türkiye arasında notalar savaşı olarak geçti. Bu süreç, Sovyetlerin ABD-İngiltere ve Türkiye’ye gönderdiği notaya,34 ABD’nin 19 Ağustos’ta savaş riskini göze alarak cevap vermesiyle en üst seviyeye ulaştı. Sever, bu notayla Türkiye’nin “Amerika’nın Sovyetlere karşı gerçek tavrıyla ilgili endişeleri[nin] (...) son buldu[ğunu]” ifade eder.35 

Bu noktada Türk-Amerikan ilişkileri artık yeni bir döneme girmiştir.36 15 Ağustos’ta Beyaz Saray’da yapılan güvenlik toplantısı Türk-Amerikan ilişkilerini 
şekillendirecek olan karara sahne olmuştur. Dışişleri Bakanlığı Yakın Doğu Dairesi’nin aynı gün tarihli bilgi notunda Başkan Truman yaklaşan tehlike 
karşısında uyarılmıştı: “Sovyetler Birliği’nin birinci amacı Türkiye’nin kontrolünü ele geçirmektir.” Eğer Sovyetler bu girişimlerinde başarılı olursa, ABD, 
“imkânsız olmasa da, oldukça zor bir şekilde, Sovyetler Birliği’nin Yunanistan üzerinden, ardından tüm Yakın ve Orta Doğu’nun kontrolünü ele geçirmesini 
önleyebilecektir”.37 Amerika açısından konunun geciktirilmeye tahammülü yoktu. Bakanlığın Yakın Doğu Bölümü Başkanı Henderson, daha sonra bu 
günü “karar anı” olarak hatırlayacaktır: 

Herhangi bir Sovyet saldırganlığına ve özellikle Türkiye örneğinde açıkça görüldüğü gibi, Türkiye’ye karşı herhangi bir Sovyet saldırganlığına karşı 
elimizdeki mevcut tüm imkânlarla direnmemizi gerektirecek karar anı gelip çatmıştı.38 

Truman Dışişleri Bakanı, Savaş Bakanı, Donanma Bakanı ve Genelkurmay Başkanının görüşleri doğrultusunda Sovyet taleplerini Türkiye’nin geri 
çevirmesi önerisini kabul etti. Buna göre ABD, Türkiye’ye desteğini göstermek üzere bir donanma gücünü Doğu Akdeniz’e gönderdi.39 Truman’ın Türkiye’ye 
destek vermesi, Kara Kuvvetleri Plan ve Operasyonlar Dairesi Komutanı General Norstad’a göre Truman Doktrinin doğumunun işaretiydi.40 

19 Ağustos’ta ABD Moskova Büyükelçiliği SSCB’ye verdiği notayla Boğazlar konusunda ABD’nin duruşunu ortaya kodu: Boğazlar konusu “yalnızca Karadeniz güçlerini ilgilendiren bir mesele değildir, ABD’nin de dâhil olduğu diğer güçleri de ilgilendirmektedir”.41 Kanımızca bu nota, Nisan 1946’da USS Missouri zırhlısının Türkiye ziyaretinden daha önemli bir Amerikan desteğidir. Stalin dönemindeki politikaların Türkiye’yi Batı’nın kucağına ittiğini yıllar 
sonra dönemin Sovyet lideri Kruşçev, 28 Haziran 1957’deki Sovyet Komünist Partisi Merkez Komitesi toplantısında şöyle ifade etmiştir: 

Hatırlayın [Stalin dönemi politikalar] ne tür üzücü sonuçlara yol açtı, komşularımız olan Türkiye ve İran’la dostane ilişkilerimizi bozdu. Türkiye’ye 
yönelik yanlış politikamızla Amerikan emperyalizmine yardım ettik. Türkler Voroşilov’u kardeş gibi karşılarlardı, onun adını bir meydana vermişlerdi. Fakat 
İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Türkiye’ye dostluk antlaşmasını yırttığımızı söyleyen bir nota verdik. Neden? Çünkü sizler [Türkler] Çanakkale 

Boğazı’nı vermiyorsunuz. Dinleyin, yalnızca bir sarhoş böyle bir şey yazabilir. Her şeyin ötesinde hiçbir ülke Çanakkale Boğazı’nı gönüllü olarak vermez... 
Kısa görüşlü politikalarımızla Türkiye ve İran’ı ABD, İngiltere ve Bağdat Paktı’nın kucağına ittik.42 

Ağustos 1946 itibariyle ABD artık geleneksel tecrit politikasından uzaklaşmaya başlamış ve Sovyet etkisine karşı bir tutum takınmıştı. Bu durum Churchill’in 
ABD’nin Fulton kasabasında 5 Mart 1946’da ünlü “Demir Perde” konuşmasıyla bir arada düşünülürse daha da anlamlı olacaktır. Halle’in ifadesiyle 
“Amerika Birleşik Devletleri işe yarar bir dış politika” arayışındadır. Bu arayışın siyasi planlamaya dönüşmesi ise, somut gelişmeler paralelinde ABD 
Dışişleri Bakanlığı’nın Rus uzmanı George Kennan’ın 22 Şubat’ta Moskova’dan Washington’a gönderdiği “Uzun Telgraf”ta (The Long Telegram) kendini 
bulmuştur. Bu telgrafın öngördüğü siyasi temel çizgiler ABD’nin SSCB’ye karşı yürüttüğü 45 yıllık Soğuk Savaş’ın temeliydi.43 ABD Dışişleri Bakanı 
Byrnes, Aralık 1945 sonunda Moskova’dan döndüğü zaman, Başkan Truman da bakanıyla yapacağı görüşme için bir not hazırlamıştı. Truman dönemi 
tarihçisi Robert Messer’in yıllar sonra ortaya çıkardığı bu notta Truman’ın Sovyetlerle ilgili düşüncesinin değiştiğine yönelik çarpıcı ipuçları vardı. Zira 
Truman, Stalin’in Balkanlar, Avrupa ve İran üzerindeki politikalarından iyice rahatsız olmaya başlamıştı. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***