Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2015 Pazar

BEN BİR TÜRK'ÜM


BEN BİR TÜRK'ÜM



10 Haziran 2000 Cumartesi 

BEN BİR TÜRK'ÜM

BEN; ORTA ASYA'DAN TÜREYEN,
ANADOLU'DA BÜYÜYEN,
AVRUPA İÇLERİNE YÜRÜYEN TÜRK'ÜM!

BEN; DAĞLARDA GEMİ GEZDİREN,
TAŞLARA DESTANLAR KAZDIRAN,
TARİHİ BAŞTAN YAZDIRAN, TÜRK'ÜM!

BEN ADALETE, BEN MERTLİĞE ÖRNEKLER VEREN,
ÖLÜM-KALIM SAVAŞINA GÜLEREK GİDEN,
YERYÜZÜNDE HER MURADA EREN TÜRK'ÜM!

BEN; SANCAKLARA, TUĞLARA BAŞ EĞDİREN,
BEYLERE, PAŞALARA HİL'AT GİYDİREN,
KILICINI ÜÇ KIT'ADA GEZDİREN TÜRK'ÜM!

BEN; ATİLLA'YI, YAVUZ'U, FATİH'İ VAR EDEN,
KRALLARI, İMPARATORLARI KENDİSİNE YAR EDEN,
DÜŞMANINA DÜNYASINI DAR EDEN TÜRK'ÜM!

BEN; ŞAHLARI, SULTANLARI KUL EDİNEN,
ALTINLARI, ELMASLARI PUL EDİNEN,
İNCİLİ KAFTANLARI ÇUL EDİNEN TÜRK'ÜM!

BEN; ZAFER RÜYASINI GÖRENLERE SAÇ YOLDURAN,
HEZİMETE UĞRATIP, ÜMİTLERİ SOLDURAN,
MÜZELERDE BAŞKÖŞELERİ DOLDURAN TÜRK'ÜM!

BEN; DAMARLARINDA ASİL KANIN AKTIĞI IRKIM,
BENDEN BAHSEDER DESTANIM, AĞITIM, TÜRKÜM,
BEN TÜRKÜM, TAA İLİKLERİME KADAR ATATÜRK'ÜM!

SİZ KİMSİNİZ?

Ertuğrul Zekai Ökte Bey'in 1995 tarihinde yayınlanan ve Türkler'in 12.000 yıllık şanlı geçmişini bütün ayrıntıları ile ortaya koyarak geleceğimine ait hareket tarzlarını belirleyen; " BEN BİR TÜRK'ÜM-TÜRK DÜŞÜNCE VE HAYAT TARZININ TARİHİ GELİŞİMİ isimli kitabının 15 nci sayfasında yer alan ve aziz milletimizi en veciz şekilde ifade eden bu şiiri Türk'ü tanımamakta ve anlamamakta direnen örümcek kafalardaki beyinlere sunuyorum...

Dr. Tahir Tamer Kumkale
10 Haziran 2000 Cumartesi


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=46

ÖĞRETMENİM


ÖĞRETMENİM


12 Haziran 2000 Pazartesi 

TARİH: 1 HAZİRAN 1998
OLAY: DİPLOMA TÖRENİ
KİŞİ: HAYŞİ AYKERİM (KAZAK LİSE ÖĞRENCİSİ)
YER: BAYAN ÖLGİY-MOĞOLİSTAN 
(ALTAY DAĞLARI ETEKLERİNDEKİ OVADA KURULMUŞ MOĞOL-TÜRK FEN LİSESİ)

Öğretmenlerimiz her şeyimiz. Bizi biz yapan, toprakları vatanlaştıran, devletleri devlet yapan, milletleri çağların gerisinden çağların ötesine taşıyan, değerleri ölçülere sığmayan aziz insanlar. Kutsal varlıklarımız. Sizleri anlatmaya çalışan yüzlerce şiir okudum. Kitap okudum. Ama hiçbirinde aşağıda okuyacağınız şiir kadar beni duygulandıranına rastlamadım.

Anavatandan 10.000 kilometre ötede, adeta ortaçağ şartlarını andıran bir ortamda, eski anavatanımız orta asya bozkırında, Türk bayrakları altında bir Moğol genci Anadoludan gelerek kendilerini bilim ve teknoloji çağına taşımaya çalışan vefakar Türk Öğretmenleri için yazdığı ve ağlayarak Türkçe okuduğu şiiri sunuyorum.

Bana bu bulunmaz ve erişilmez hazzı tattıran aziz öğretmenleri bir kere daha saygıyla anıyorum. Başarılı çalışmalarının devamını diliyorum.

ÖĞRETMENİM,

Öğretmenim,
Ben bir gülüm, sen bahçıvan,
Çok açarsam eser eser senin,
Mis kokarsam hüner senin,
Ama bir de solarsam,
Günah senin, günah senin öğretmenim.

Ben tohumum, çiftçi sensin,
Çok sularsan ürün senin,
Bol olursam verim senin,
Ama bir de çürütürsen,
Hata senin, hata senin öğretmenim.

Ben elmasım, sarraf sensin,
Pırlanta isem emek senin,
Parlıyorsam yaldız senin,
Ama bir de parçalarsan,
Kırık senin, kırık senin öğretmenim.

Ben boş defter,kalem sensin,
Doğru yazsan yarın senin,
Güzel yazsan ikbal senin,
Ama bir de karalarsan,
Vicdan senin, vicdan senin öğretmenim.

Öğretmenim,
Ben öğrenci, sen öğretmen,
Başarırsam hüner senin,
Kazanırsam zafer senin,
Ama bir de kaybedersem.
Yok diyecek başka sözüm.
Yorum senin, yorum senin öğretmenim.

Varolasın Hayşi Aykerim. Beynine, kalemine ve eline sağlık.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
12 Haziran 2000 Pazartesi

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=47

Suriye Halkına Geçmiş Olsun..( İÇ SAVAŞIN 5. YILI )





Suriye Halkına Geçmiş Olsun

13 Haziran 2000 Salı 

Dünyadan bir diktatör diktatör daha göçtü. Evet Suriye'nin merhum devlet başkanı Hafız Esad iktidarı ele geçirdiği 1971 yılından itibaren iktidarını baskı, şiddet, kan ve terörle ayakta tuttu. Yakaladığı iktidarı elinden kaçırmamak için önce kendi halkına zulmetti. Sonra bu zülmü çevresine taşıdı. Uluslararası teröre her alanda tam destek vererek Türkiye başta olmak üzere çevre ülkelerdeki terörist eylemlerin baş destekçisi oldu.

Komşumuz Suriye halkı 500 seneyi aşkın bir süre Türk idaresinde sakin ve mutlu bir yaşam sürdü. Başkent ŞAM, her alanda gelişmiş kültür ve ticaret merkezi olarak asırlarca bölgenin en önemli şehri olarak tarihteki yerini korudu. HALEP şehri ise çoğunluğu Türklerle meskun çok önemli bir merkez olarak günümüze kadar geldi.

Bilindiği gibi 1 nci Cihan Harbini müteakip İngiliz ve bilahare Fransız hakimiyetine geçen Suriye dış politikalarını Türkiye ve Türk düşmanlığı üzerine inşa etti. Ortadoğuda petrolün bulunmasını takiben BÖL-PARÇALA-YÖNET politikasını bölge ülkeleri için uygun bulan İngilterenin destek ve himayeleriyle Suriye içinde iç kargaşalıklar hiç bitmedi. Ve bitmeyeceğide kesin gibi görünüyor.

Suriye nüfusunun takriben % 80'i sünni müslümandır. 30 yıldır ülkeyi demir yumrukla idare eden Devlet Başkanı Hafız Esad nüfusun % 18 kadarını teşkil eden alevi kökenli Araptır. Suriye'de Alevi nüfus; sayıca çok az olmalarına rağmen ülkenin başkenti ve en büyük şehri olan ŞAM ile ikinci büyük kenti ve en büyük limanı olan LAZKİYE' de çoğunlukta bulunmaktadır. Yönetimde üst kademelerde de Hafız Esad'ın yakını alevi kökenliler bulunmaktadır. Ordunun üst kademelerinde yine Hafız Esad'ın yakın akrabaları olan alevi kökenliler mevcuttur. Rejimin gerçek koruyucusu olan en seçkin birlikler ile iyi yetiştirilmiş Özel Kuvvetler'in başında da kardeşi Rifat Esad vardır. İktidardaki BAAS Partisi üst yönetiminin tamamına yakını Esad'ın yakınlarıdır. Bunlar yıllardır kilit noktalardaki görevlerini hemen hemen hiç değiştirmeden korumuşlardır.

Bunlar çok doğaldır. Çünkü diktatör ve dikta rejimlerinin ayakta kalabilmesinin bilinen başka bir yolu yoktur. Diktatörler ya çok akıllı ve zeki olurlar; ki bunlar halkın gerçek desteği ile yerlerini korurlar. Yada liderlik kabiliyetinden yoksun olurlar; ki bu çeşit diktatörler ise baskı, terör ve kanlı katliamlarla zorla iktidarlarını devam ettirirler. Merhum Hafız Esad işte bu ikinci grubun en yetenekli temsilcilerindendi.

Tamamen kapalı bir baskı rejimiyle idare edilen Suriye'de çoğunluğu teşkil eden sünni müslümanların azınlık oyları ve desteğine dayanan bir lider tarafından idare edilmelerine başkaldırmaları çok doğaldı. Nitekim Hafız Esad'tan öncede ülkenin bağımsızlığı için mücadele eden çoğunluktaki sünni müslümanları temsil eden MÜSLÜMAN KARDEŞLER ÖRGÜTÜ ; başa geçtiği andan itibaren çoğunluğun sesini duyurmak için her fırsattan istifade ile rejime ve diktatöre karşı ayaklanmıştır. Fakat her defasında bu ayaklanmalar ; 20 asrın insanlarını utanca boğacak tarz ve metotlarla kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Dökülen kardeş kanının ve halka yapılan eza ve cefanın haddi ve hesabı yoktur. İnsan hakları şampiyonu batılı dostlarımız dökülen bu kanları hiç görmemişler, yahut görmüşler ama üzerinde durmak menfaatlerine uygun gelmemiştir. AMA TARİHÇİLER BU ÜLKEDE YAŞANAN İNSANLIK AYIBINI MUTLAKA YAZACAKTIR.

Başlıktaki GEÇMİŞ OLSUN SURİYE HALKI sözünü bilerek ve isteyerek kullandım. Bundan maksadım; fevkalade kötü muameleye reva görülen ve dikta rejimi ile diktatörden ancak allahın lütfu ile ölüm sebebiyle kurtulan dost ve kardeş Suriye halkına gerçekten büyük geçmiş olsun diyerek onların hissine ortak olmaktı.

Boyalı basınımızda yer alan ve sansasyon haber şampiyonu televizyonlarımızdan gösterilen ağlayan insan tablolarına bakarak Suriye halkının çok üzüldüğünü sanmayın. Suriye halkı 30 yıldan beri ilk defa gülüyor. İlk defa geleceğinden emin ve güvenli bir güne başlamanın sevincini yaşıyor. Yakın bir gelecekte Hafız Esad'ın ölüm gününü bayram olarak kabul ederlerse hiç şaşırmayın.

Gelelim bundan sonra ne olacağının tahliline.
Hafız Esad'ın en sadık ve has adamlarının yer aldığı Şam Parlamentosu acilen kanun değişikliği yaparak Hafız Esad'ın oğlunu yeni başkan olarak atadı. Kendi düşüncelerine göre bu şekilde gösterdikleri vefa borcu ile yeni gelen oğul Esad aynen babası gibi onlara sahip çıkacak ve sular aynen Hafız Esad dönemindeki gibi kendi menfaatleri doğrultusunda akacaktır..!

Bunun böyle olamayacağını bir miktar tarih kültürü bulaşmış insanlar kolaylıkla anlarlar. Diktatör bir kişidir. Diktatörlüğün ömrü bu kişinin ömrü ile sınırlıdır. Diktatörlüğün en büyük dezevantajı bu rejimlerde kesinlikle ikinci adamların bulunmasına müsaade edilmemesidir. Yani gidenin yerini ismi ve makamı ne olursa olsun kimse alamaz. Artık bu devir bitmiştir. Her hangi bir sebeple diktatör görevinden ayrıldığı takdirde dikta rejimi anında çöker ve biter. O ülke halkı, yıllardır hayalini kurduğu hürriyet ve demokrasi adına sokağa dökülür. Sokağa dökülen halkı da ancak çok güçlü yeni bir diktatör durdurabilir ki, burada oğul Esad'ın bu konuda hiç bir şansı görünmemektedir.

Şimdi komşumuz Suriye büyük bir kargaşa ve kaos ortamına sürüklenecektir. Bu kaos ortamından yararlanmak üzere emperyalist güçler bölgeye doluşacaktır. Bu güçlerin teşvik, destek ve kışkırtmaları ile çok yakın bir gelecekte çok kanlı bir Alevi -sünni mücadelesinin başlayacağına hep birlikte şahit olunacaktır. Bunun için fal bakmaya , rüyaya yatmaya gerek yoktur. Çünkü açıkça görülmektedir.

Türkiye ve Suriye halkları kardeştir. Hele bu kardeşlik ve dostluk Hafız Esad rejiminin bütün olumsuz politikalarına rağmen iki ülke sınırlarına yakın bölgelerde hiç azalmadan ve değişmeden devam etmiştir. Şimdi bu safhada komşumuz Suriye'nin, Türkiyenin yardımına ve her alanda desteğine ihtiyacı vardır. Yeni Suriye yönetiminin bize doğru adım atmasını beklemeden Türkiye süratle yeni bir Suriye politikası geliştirerek eski rejim ile olan , sun'i olarak yaratılmasına rağmen çok önem arzeden sorunlarını derhal çözmelidir.

Bölgede gerçek bir barış ve huzur ortamı tesisi ile Türkiyenin bölge devleti olarak buraya ait politikaların üretilmesinde söz sahibi olabilmesi için hiç bir yerden ve makamdan icazet beklemeden, akıl ve bilgi almadan ağırlığını ortaya koyması gerekmektedir. Cumhurbaşkanımız Sayın Sezer'in Hafız Esad'ın cenaze törenine katılması çok önemli bir adımdır. Bunun devamının sağlanması görevi her seviyedeki bürokratlarımıza düşmektedir.

Körfez krizinde herkez kazanırken, en fazla kazanması gereken ülkemiz en fazla zarara uğrayan ülke olmuştu. Bakalım bu defa ne yapacağız . Bunuda beceremezsek bakalım nasıl bir mazeretin arkasına saklanacağız. Bekleyelim ve görelim.

Dost ve kardeş Suriye halkına 30 yıllık dikta rejimi ve diktatörden kurtuldukları için tekrar geçmiş olsun diyorum. Mutlu, huzurlu, güvenli ve demokrasi dolu günler diliyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale

13 Haziran 2000 Salı

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=48

.

14 Mart 2015 Cumartesi

Orta Asyalı Öğrenci Türkler,





Orta Asyalı Öğrenci Türkler,


 31 Mayıs 2000 Çarşamba 

Türkiye Cumhuriyetinin ilanının 10 ncu yılında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK yaptığı tarihi konuşma aşağıya çıkartılmıştır. Bu sesleniş; gerçek bir devlet adamı vasfının sergilendiği önemli bir belgedir. 29 Ekim 1933 tarihli konuşma metnini birlikte okuyalım.

"Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne yapacağını bilmelidir... Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır ? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür... İnanç bir köprüdür... Tarih bir köprüdür...

Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların ( Dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir..."

Atamızın verdiği bu talimata kendisinden sonra gelenlerin uyduğu ve gerekli hazırlıkları yerine getirdiğini söylemek mümkün değildir. Aksine Orta Asya Türklüğü ile ilgili olarak değil bir şeyler yapabilmek, bazı dönemlerde konuşmak dahi yasaklanmıştır. Bu konuda yürütülen fikir ve düşünceler Turancılık ve Irkçılık olarak nitelendirilmiştir. Hatta bu fikiri benimseyenler çok şeşitli eza ve cezalarada reva görülmüşlerdir.

Türkiye; 1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra hiç de beklemediği şekilde bağımsızlığını kazanan yeni Türk Cumhuriyetleri ile; egemenlik, eşitlik, toprak bütünlüğü, içişlerine karışmama ve karşılıklı çıkar ilkeleri üzerinde dostluk ilişkileri ve işbirliğini geliştirmeye çalışmaktadır. Ayırım yapmaksızın sözkonusu ülkeleri 1991 Kasım ve Aralık aylarında tanıyan ilk devlet olmuştur. Bu ülkelerle ilgili olarak kısa, orta ve uzun vadeli politikaların tesbitinde hazırlıksız yakalanan Türkiye'nin genel olarak politikası: dünyanın bu çok önemli bölgesinde istikrarın ve barışın korunmasına, sözkonusu Türk Cumhuriyetlerinin içinde bulundukları ekonomik güçlüklerin aşılmasına katkıda bulunmaktır.

Plansız ve proğramsız olunmasına rağmen Türkiye bu devletlerle ilgili çok önemli bir adım atmıştır. Sayın Özal ve sonrasında Sayın Demirel'in teşvik ve çabalarıyla ülkemizin üniversitelerini bu ülkelerden gelecek Türk çocuklarına sonuna kadar açılmıştır. Süratle yapılan karşılıklı öğrenci mübadelesi anlaşmaları ile çoğu büyük üniversitelerimize yerleştirilen dost ve kardeş Türk öğrencilerin sayısı 1992de 1000'i geçmiştir.

Bu güzel girişimle ülkemize gelen öğrenciler görkemli merasimlerle karşılandı. Nutuklar atıldı. Cumhurbaşkanı ve başbakanlık makamlarında kabul edilerek izzet, ikram ve itibar gördüler. Derhal burslar bulundu, bütün öğrenim masrafları tarafımızdan karşılanırken ceplerine harçlıklar dahi konuldu. Burada alacakları eğitim ve terbiye ile bu gençler ülkelerinde geleceğin yöneticileri olacaklardı. Türkiye politikaları ve Türk Kültürü ile donatılacak bu genç nesil vasıtasıyla Orta Asya ve Kafkaslarda asırlardır süren Rus hakimiyetine tamamen son verilecekti.

Fakat bu güzel hayaller ve ümitler uzun sürmedi. 1993 yılından itibaren bu gençleri unutmaya ve kendi kaderlerine terk etmeğe başladık. Özal'dan sonra gelen ANAP'lı yöneticiler, Çiller ve SHP'li, CHP'li koalisyon yönetimleri hem bu konuk öğrencileri ve hemde Orta Asya'daki dostlarımızı çok çabuk unuttular. Yılda bir kere biraraya gelip başlarımıza kalpak takıp, sırtımıza cübbe giyerek, kımız kadehleri altında çekiçle demir döverek
bu dostluğun devamına ve gelişmesine imkan olamayacağını malesef sayın yöneticilerimiz göremediler.

2000 yılının Mayıs ayı itibariyle ülkemize gelen öğrenci sayısı 18.690 'dır.Bunlardan sadece 2981 öğrenci okullarını bitirip ülkelerine döndüler. Sahipsiz kalan 2307 öğrenci çeşitli sebeplerle öğrenimlerini yarım bıraktı. Bu öğrenciler ülkelerine dönmeyerek Türkiyede kaldılar. Nerede ne yaptıklarını ise bilen yok. 9185 öğrencinin devletçe karşılanan bursları kesildi. Bu gençler hem çalışıp ve hemde okuma durumu ile karşı karşıya kaldılar. Şu anda durumları hakkında kesin bir bilgi olduğunu söylemek zor. Dahada öteye gidilerek ülkemizde okuyan Özbek öğrenciler" Türkiye tarafından Özbekistan'daki rejime karşı kışkırtılıyorlar" gerekçesi ile hükümetleri tarafından geriye çağrıldılar.

Sonuç olarak ;

Son günlerde Orta Asya ve Kafkaslarda bir şeyler kötüye gidiyorsa ve bu ülkelerde bizim aleyhimize Rusya lehine bir şeyler oluyorsa; bunu yeni Rus Devlet Başkanı PUTİN'in sırtına yüklemek doğru değildir. "Ne ekersen, onu biçersin" gibi çok bilinen güzel bir atasözümüz var. Acaba biz nerede hata yaptık diyrek düşünmemiz gerekmiyormu ?

SAYIN YÖNETİCİLERİMİZ; TREN DAHA İSTASYONDADIR. FAKAT HERAN KALKABİLİR. EĞER ELİNİZİ ÇABUK TUTARSANIZ BU TRENE YETİŞME ŞANSINIZ VARDIR. BİR DAHAKİ TRENİN GELİŞİ İÇİN BİR YÜZ YIL DAHA BEKLEME İHTİMALİ OLDUĞUNU LÜTFEN UNUTMAYIN. TARİHÇİLERİN SİZİ İYİ OLARAK KAYDETMESİNİ İSTİYORSANIZ ADIMLARINIZI HIZLANDIRIN VE HATTA KOŞUN.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
31 Mayıs 2000 Çarşamba

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=43

..

İngiltere: 6 - Türkiye: 0




İngiltere: 6 - Türkiye: 0



3 Haziran 2000 Cumartesi 

İnsanın zevk almadığı bir işi yapması zor ve sıkıcı bir olaydır. Buna rağmen üşenmeden birbiri peşisıra ayni işi yapmak zorunda kalınıyorsa önemli bir olay olduğu anlaşılır. Evet sporu seviyorum. Fakat futbolu fazla sevmiyorum. Atletizm, yüzme, güreş, v.s. gibi ferdi sporları daha sportif buluyorum ve sempati duyuyorum. Fırsat buldukça izlemek hoşuma da gidiyor. Hoşlanmadığımı bile bile bu üçüncü ve belkide son spor yazım olacağını tahmin ediyorum.

Fatih Terim Hoca yönetimindeki Galatasaray'ın Avrupa kupalarındaki başarıları spor ve futbolun dışına taşmıştır. Bir milli dava ve adeta bir Türk-İngiliz savaşı halini almıştır ki, bu büyük mücadelelerde bütün kalbimizle ve dualarımızla Galatasaray'ın yanında ve desteğinde idik. Milletinin büyük desteği ile Galatasaray büyüklüğünü gösterdi ve Avrupanın en büyüğü olduğunu isbat etti. İki İngiliz takımını arka arkaya ve adeta ezerek bileğinin hakkı ile Avrupa Şampiyonu oldu. Bu şekilde yıllardır başarıya susamış halkımızın gönüllerine çıkmamak üzere yerleşti. Şimdi milletimiz; EURO-2000 için A milli futbol takımımızın şampiyonluğuna hazırlanırken Ümit millilerimizin İngiltereden 6 gol yemeleri üzerine şaşkına dönmüştür.

Spor tarihimizde ilk defa Avrupa şampiyonu olma başarısını gösteren ve milletimizi gururlandıran Galatasaray'ın bu büyük başarısının tesadüfi olmadığını iki yazımda açıklamaya çalışmış ve bunun önce inanç, sonra sistemli ve sabırlı bir çalışmanın neticesi olduğunu belirtmiştim. Sadece sporda değil her alanda Galatasaraydan alacağımız derslerin olduğunu vurgulamıştım.

Aradan çok kısa bir zaman geçmesine rağmen başlıktaki sonuç sevincimizi bıçak gibi kesti attı. Evet Ümit Milli Futbol Takımımız 29 Mayısta Avrupa Şampiyonası final maçında İngiltere Ümit Millilerinden tam tamına altı gol yedi. Tarihinde ilk defa final şansını yakalayan bir takımın bu derece zaafiyet göstererek altı gol yiyerek hezimete uğramasınıı anlamak mümkün değildir.

Görüldüğü gibi burada da çok büyük bir yönetim hatası vardır. Türk insanı İnançlıdır. Kabiliyetlidir. Çalışkandır. Disiplinlidir. Hırslıdır. İnatçıdır. Yalnız bu vasıflarını kullanacak , yani onları motive edecek gerçek yöneticilere ihtiyaç vardır.

Evet Galatasaray'ın başarısının ardında yatan gerçek sebep; 11 tane çok iyi futbolcu ile ağızları iyi laf yapan ve cepleri şişkin yöneticileri değildir.SADECE VE SADECE FATİH TERİM'dir. Evet ne yazıkki bu kendisini yetiştirmiş ve hırsla geliştirmiş futbol adamı tek başına Galatasaray'ı Avrupanın tepesine taşımıştır. Burada " Ne yazık ki " sözünü boşuna kullanmadım. Bilerek söyledim. Ülkemiz insanının en büyük hastalıklarından biri olan adam yeme hastalığımızı hiç olmaması gereken bir zamanda bir kere daha gördük. Bu yüz yılda yetiştirdiğimiz tek futbol adamını göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede alıp götürdüler.

Siz; Galatasarayın başındaki beyefendiler. Sizin bu millete bunu yapma hakkınız varmı ? Neden sahip çıkmadınız. ? Veya sahip çıkamadınız.? Ne istiyordu da veremediniz. ? Sizin veremediklerinizi bu millet binlerce defa Fatih Hoca için verirdi. Olayı anlamak ve çözebilmek mümkün değildir. Yarın siz Avrupa kupasında Fatih Terim yönetimindeki İtalyan takımından 6 gol yediğiniz zaman utanmayacakmısınız. ? Belki sizde haklısınız. Çünkü o kadar uzağı görecek bilgi ve beceriden yoksun olduğunuzl düşünüyorum.
Şimdi neticeye gelmek istiyorum. İngiltere biz altı gol atamaz . Bu devirler kapanalı 20 yıl oldu. Futbolu sevemiyorum derken, beni buna iten sebep dışarıda birbiri peşisıra aldığımız ve her biri hezimet denilebilecek skorlardaki neticelerdi. Artık Türkiyede de futbol vardır. Türk gençleri her yerde ve her sahada az gol yemek için değil, yenmek için çaba harcamaktadır.

İşte bu yüzden İngiltere biz bize altı gol atamamalıdır diyorum. Eğer atabiliyorsa Galatasarayın başarısı tamamen tesadüftür. Oysa Galatasaray; İngiltere önüne gelene kadar Avrupanın bütün büyük takımlarını dize getirerek, başarısının birkaç maçlık değil sürekli olduğunu göstere göstere şampiyon olmuştur. Sarı -Kırmızı forma giyen bir kısım Türk gençleri bu İngilizleri eze eze yenebiliyorsa, göğsünde ay yıldızlı bayrağımızı taşıyan milli gençlerimizinde benzeri başarıyı göstermesi gerekmektedir. Doğal olan ve beklenen budur.

Şimdi hep birlikte yetkililere soralım. Ay yıldızlı formayı bu hale düşüren kimdir ? Veya kimlerdir ? Kimler bu gençleri bu derece başıboş ve disiplinsiz bırakmıştır? İşte bunun hesabını millet adına birilerinin sorması gerekmektedir. Yine yüz yılda bir gelen başarılı bir Türk Futbol adamını Türkiyeden kimlerin ve nasıl kaçırdığının hesabını birileri millet adına sormalıdır. Neden Fatih Terim gibi bir hocanın bildiklerini ve başarılarının sırrını diğer diğer Türk çalıştırıcılara aktaramadan İtalyanlara kaptırıldığının hesabı sorulmalıdır. Bunlar yapılmazsa ne olur. Miilletimizin çok sevdiği ve belkide tek eğlence kaynağı, gurur kaynağı olan bu sporumuz birbiri ardına alınan kötü sonuçlarla yokolur gider.

Sanırım sprdan sorumlu olduğunu basından takip ettiğimiz bir bakanımız var. Sanıyorum sayın bakanımız gerekenleri yapacaktır. Ve yapmalıdır. Türk kamuoyu bunu kendisinden beklemektedir.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
3 Haziran 2000 Cumartesi

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=44

.

Uğur Mumcu Dosyası,







Uğur Mumcu Dosyası,


 29 Mayıs 2000 Pazartesi 

Araştırmacı-Yazar Aydoğan VATANDAŞ Bey tarafından hazırlanarak ÖZEL YORUMLAR Bölümümüze gönderilen titiz çalışma bütün iyi insanların istifadesine sunulmak üzere GÜNÜN YORUMU Bölümüne alınmıştır. Mumcu cinayeti Türk insanını derinden yaralamıştır. Yıllar geçmesine rağmen faillerinin maalesef bulunamaması pek çok aydınımızın çalışma şevk ve azmini kırmıştır. Ümitlerimiz tamamen kırılmışken İçişleri Bakanımız Sayın Sadettin Tantan'ın kişiliğinden kaynaklanan güven ve istikrar ortamı sonucunda emniyet görevlilerimizin özverili çalışmaları ile Uğur Mumcu cinayeti başta olmak üzere pek çok karanlıkta kalmış husus aydınlığa kavuşturulmuştur. Tozlu raflarda kapalı tutulan dosyalar yeniden günyüzüne çıkartılmış ve olayların failleri teker teker yakalanarak adliyeye teslim edilmiştir. Bunlar ülkemiz için çok önemli gelişmelerdir. Milletimize güven hissi aşılanmıştır.

Miletinin desteğini kazanan güvenlik güçlerimizin, yine milletinin desteğiyle bütün adaletsizliklerin üstesinden geleceğine inanıyorum. Sayın Aydoğan VATANDAŞ'ı bu titiz ve özverili çalışmasından çalışmasından dolayı kutluyorum. Başarılarının devamını diliyorum.

******************

Mumcu süikasti ile ilgili ortaya çıkan bulgular gün geçtikçe artıyor. Bununla birlikte faili meçhuller ile ilgili sır perdesi birbiriardına aralanıyor. Ancak yine de cevapları verilemeyen kimi soru veşüpheler komplo teorisyenlerinin ekmeğine yağ sürüyor.

Bilindiği gibi olaya başından itibaren Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığı el koymuş ancak dosya bir türlü tamamlanıp dava açılamamıştı. Ama takipsizlik (kovuşturmaya yer olmadığı) kararı da verilmemiş görevsizlik kararı verilip dosya başka savcılığa da (örneğin Ankara Cumhuriyet Savcılığı'na) gönderilmemişti. Oysayürürlükteki "ceza yargılaması usulü mevzuatına" göre savcılar elkoydukları olaylarla ilgili olarak bu üç işlemden birini yapmak zorundaydılar.

Buna karşın Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu ve kardeşleri çeşitli girişimlerde bulundular. Güldal Mumcu, soruşturmayı yürüten ve "bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözülür" diyen DGM Savcısı Ülkü Coşkun hakkında görevini savsakladığı gerekçesiyle disiplin soruşturması açılmasını istedi. Adalet Bakanlığı, yaptığı soruşturma
sonunda bu isteği yerinde buldu. Ancak aynı zamanda askeri kimliği olan Ülkü Coşkun için Milli Savunma Bakanlığı
soruşturmaya yer olmadığına ve dosyanın işlemden kaldırılmasına karar verdi.

Güldal Mumcu ve çocukları ayrıca, gereğince hatta hiç korunmayarak Uğur Mumcu'nun öldürülmesindeki sorumluluğu dolayısıyla, uğradıkları maddi ve manevi zararın karşılanması için devlet (İçişleri Bakanlığı) aleyhine açtıkları davayı kazandılar; talep ettikleri kadar olmasa da bir miktar tazminat aldılar.
 TBMM Uğur Mumcu Cinayetini Araştırma Komisyonunun 4 Haziran 1997 tarihli raporunun sonuç bölümündeki önemli saptamalar şöyleydi:

- Bütün olasılıkların yeterince değerlendirilmediği, çok yönlü bir soruşturmanın yapılmadığı açıktır. Adeta olayın zaman zaman belli bir yöne kanalize edilmek istendiği ve delil toplamadan başlayarak her kademede belli savsaklama ve ihmallerin olduğu açıktır. Dolayısıyla... soruşturmanın DGM'ce genişletilerek yeniden ele alınması uygun olacaktır.

İstihbarat birimleri Mumcu olayı öncesi ile ilgili olarak somut bilgi elde edemediklerini, olay sonrası ise Jandarma İstihbaratı, MİT ve Genelkurmay İstihbaratı, bu tür olayları görev alanlarında görmediklerinden birinci öncelikle araştırmadıklarını çeşitli vesilelerle komisyona bildirmişlerdir. Emniyet teşkilatı ise istihbarat çalışmalarında Mumcu olayını takip yerine, Türkiye'de gerçekleştirilen operasyonlarda Terörle Mücadele birimlerinin Mumcu cinayeti ile ilgili bilgi ve bulgu araştırdıkları söyleniyordu. Uğur Mumcu gibi, Türkiye'de hatta uluslararası düzeyde çeşitli odakların, çevrelerin, örgütlenmelerin hedefi haline gelmiş ve tehdit altında olduğu herkes tarafından açıkça bilinen bir gazetecinin korunmamış olması kuşkusuz büyük bir ihmaldi. Bir yönetmeliğin arkasına sığınarak koruma yapıldığını söylemek, hiçbir şekilde kabul edilebilir bir mazeret değildi. Soruşturmanın gizliliği ihlal edilmişti.

Mumcu cinayetinde önemli sayılabilecek bir delil olan ve Emniyet Genel Müdürlüğü Kriminoloji Laboratuvarı'nca hazırlanan Ekspertiz Raporu TRT'de Perde Arkası programında yayınlanarak bütün dünyaya ilan edilmişti.

Bilgisi alınmak üzere Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu'na davet edilen tanık Ayhan Aydın, polis memurlarınca, DGM Savcısı'nın bilgisi dahilinde olduğu iddiası ile Reha Muhtar'ın Ateş Hattı programına çıkarılmış, adeta sorgulanırcasına, hatta "yalan söylüyorsun" denilerek teşhir edilmiş, hatta hakkında "iftira" davası açılmıştı. Buna karşılık tanığı TV programına çıkartan polis memur ve yetkilileri hakkında hiçbir işlem yapılmamıştı.

Bu konularda birinci derecede sorumlu olan DGM Başsavcısı Nusret Demiral, hiçbir soruşturma ve dava açmadı. Şu anda görevde olmadığı halde soruşturmanın gizliliğini öne sürerek soruşturma hakkında komisyona bilgi vermekten kaçınan Nusret Demiral'ın, talimatına rağmen, programın yayınlanmasından sonra sorumlular hakkında herhangi bir işlem yapmamış olması önemli bir eksiklikti.

Uğur Mumcu'nun öldürülmesinden sonra çalışma odasında bulunan bant kayıtları, özel notları, randevuları ile ilgili kayıtlar, bilgisayar bantları ve bilgisayar belleğinin incelenmediği de belirlenmişti. ... Bu cinayeti soruşturmakla yetkili savcının, ailesi karşı çıksa bile re'sen yapması zorunlu bir işlemi yapmamış olması önemli bir eksiklikti.

Uğur Mumcu'nun sağlığında makalelerinde eleştirdiği Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral cinayetin soruşturulması ile yetkili kılınmıştı. Cinayet sonrası Mumcu ailesi ile Nusret Demiral arasında küçümsenmeyecek ihtilaflar meydana gelmişti. Uğur Mumcu'nun evinin, bürosunun ya da gazetedeki irtibat telefonlarının, ölümünden sonraki 2-3 ayı kapsayacak şekilde kimlerin, hangi numaralı telefonlardan arandığının, arayan kişilerin kim olduğunun araştırılması ve soruşturulması hususunun yerine getirilmediği de kısa sürede anlaşılmıştı. ... Mumcu'nun telefon konuşmalarının soruşturulmadığı, incelenmediği, kayıtların zamanında PTT'den alınmadığı için kayıtların silinmesine sebep
olunduğu da kesinleşmişti.

Süikastle ilgili İslami Hareket Örgütü elemanları ile ilgili operasyon tutanaklarında tahrifatın (bozmanın, değiştirmenin) kesin olduğu kanaati oluşmuştu. Nitekim bu durum bu gün ortaya çıkan sanıklarla da kesin olarak kanıtlanmış durumda.

DGM Savcısı Ülkü Coşkun hakkında Uğur Mumcu soruşturmasında genelde insiyatifi Emniyet'e bıraktığı, gerekli
hassasiyeti göstermediği ve "bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözer" sözleri nedeniyle Adalet Bakanlığı müfettişlerinin yaptığı soruşturmalar sonunda disiplin cezası istenmesine rağmen, dosya Milli Savunma Bakanlığınca işlemden kaldırıldı.

Patlamanın hemen arkasından olay mahalli tam kontrol altına alınamamıştı. Gelenlerin siyaset adamları ve üstdüzey kişiler olması, bu ihmal için kuşkusuz mazeret olamazdı. Deliller ayaklar altında çiğnenmiş, görgü tanıklarının bir listesi ve delil tespit cetveli yapılmamıştı. Bazılarının ya ifadesi alınmamış ya da çok geç alınmıştı. Olay mahalline çok yakın bulunan taksi şoförleri ve Tunus Büyükelçi evinde görev yapan polislerin ifadeleri ise belirsizdi. Bu polislerin bu gün askerlik görevlerini yapıyor olmaları ve verdikleri ifadede hiç bir şey hatırlamadıklarını söylemiş olmaları ise kuşkusuz önemli bir tesadüf.

Uğur Mumcu süikasti ile ilgili ortaya çıkan son bulgular acaba ne anlam ifade ediyor. Bunu anlamak için kuşkusuz geçmişe daha dikkatli bir gözle bakmak gerekiyor.

Hatırlanacağı gibi bundan yedi yıl önce de bu olayda İran'ın parmağı aranmıştı. İranlı yetkililerin, örneğin o tarihte
cumhurbaşkanı olan Haşimi Rafsancani'nin -aynen iki hafta önce İran'ın Ankara Büyükelçiliği'nin yaptığı gibi- ‘‘İki ülke arasında iyi ilişkiler olmasını istemeyen bazı güçlerin İran'a karşı bir propaganda savaşı yürüttüklerini’’ ve ‘‘bu tür olaylarla İran'ın ilişkisi bulunduğu iddialarının asılsız olduğunu’’ söylemesine rağmen bu sözlere kimse inanmamıştı. Bu arada İran'daki rejimi devirmeye çalışan Halkın Mücahitleri örgütü ‘‘Uğur Mumcu'yu İran destekli 'Müfreze 5000' isimli örgüt mensuplarının öldürdüklerini’’ ileri sürmüştü.

Mumcu suikastının hemen ardından gözaltına alınan Ortadoğu kökenli 11 kişi, aradan bir hafta geçmeden ‘‘olayla
ilişkileri olmadığı’’ anlaşılarak serbest bırakılmıştı.

Sonra Çetin Emeç cinayeti sanıklarından Kutbettin Gök'le birlikte Ankara'da oturan ancak suikasttan bir gün önce ortadan kaybolan Ali ve Selim adında iki kişi üzerinde durulmuş ama polis bunları bulamamıştı.

Derken "Bu işin altında (merkezi Lübnan'da bulunan) Hizbullah örgütü var" denmiş ama örgütün askeri kanadının
başkanı Hüseyin Müsavi iddiaları tekzip edince kimse üstüne gidememişti.

Bu arada dönemin Ankara DGM Saşsavcısı Nusret Demiral, ‘‘Mumcu cinayetinde kilit rol sahibi altı kişinin belirlendiğini’’ söylemiş. Anlaşılan bununla ‘‘İslami Hareket’’ örgütünün daha sonra yakalanan lider kadrosunu kastetmiş ama bundan da bir sonuç alınamamıştı.

Ve en çarpıcı iddia, cinayet üzerinden altı ay geçtikten sonra Refah Partisi Milletvekili Zeki Ergezen'den gelmiş. Ergezen, "Uğur Mumcu'yu öldürenler teşkilatımızca tespit edildi. İsrailli bir örgüt. Şu an orada. Gidin yakalayın diye Başbakanlığa bildirdik. Kendileri de biliyorlardı. Çekilen faksımız masalarının üzerindeydi, yakalamadılar" demişti.

Bu arada polise yapılan ve ciddiye alınan ihbarların sayısı 67'yi bulmuş ve iki ayrı tanığın adaleti aldattığı sonucuna varılmıştı. Ve neticede koskoca bir sıfırdan başka elde bir şey kalmadığı görüldü.

Gerçek şu ki Uğur Mumcu suikasti ile ilgili yakalananlar gerçekten bu işi yapmış gibi gözüküyor. Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı'nda son derece önemli görevlerde bulunmuş ünlü istihbaratçı Hanefi Avcı da böyle düşünüyor. Avcı Mumcu süikastinin failleri konusunda şu anda kesinlikle hiç bir şüphe taşımıyor. Yani bu iş kesinlikle onların işi. Gerek Tantan'ın gerekse Ecevit'in bu konuda gösterdikleri ısrarlı tutumları bunun en açık göstergesi.

Ancak yine de bazı soru işaretleri gözden kaçmıyor. Çünkü İran'ın böyle bir süikastle ne tür bir politik çıkar elde ettiği son derece belirsiz. Dahası bunun gerek İran'ın gerekse Türkiye'deki İslami grupların aleyhine olduğu son derece açık. Süikastten hemen sonra atılan 'kahrolsun şeriat' sloganları hala unutulmuş değil.

Dahası Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in 28 Haziran 1995 tarihinde, Uğur Mumcu süikastinden tam iki yıl sonra, Harp Akademileri'nde yaptığı konuşma sırasında İran ile ilgili sorulan bir soruya verdiği cevap bu gün ortaya çıkan bulgularla tamamen çelişiyor. Demirel 'İran PKK'yı destekliyor mu? ' sorusuna 'tam aksine İran ile yapılan işbirliği sayesinde bu sorunun çözüleceğinin altını çiziyor:

Soru: İran'ın PKK'ya ve Türkiye aleyhtarı her türlü verdikleri destekleri de göz önünde bulundurarak Türkiye'nin takip ettiği dış politika hakkında değerlendirme yapar mısınız?

Cevap: İran'da devlet var. Bu devlet uzun zamandan beri var. Rejim değişse bile devlet geleneği var. Devletten devlete söylenen şeyler ikili söz olamaz. Çünkü söylenen şeyin doğruluğu yanlışlığı ortaya çıkar. Benim söylediğim şey Türkiye'yi bağlar. Ben Türkiye adına konuşurken 100 seneyi düşünerek konuşuyorum. Yani 100 sene içinde benim söylediğimin yanlışlığı iddia edilmemelidir. Biz İran'la fevkalade iyi münasebetler içindeyiz. Devlet Başkanı Sn. Rafsancani ile ben şahsen bir çok kere bu meseleyi konuştum. Ve kendilerinin bu PKK çetesine bu canilere en ufak şekilde göğüs açmamalarını, en ufak bir şekilde destek vermemelerini söyledim.

Ama söylediği şudur: Bunlar bizde yok. Gösterin nerede varsa biz onları lazım geldiği şekilde takip edelim. Ama bu o kadar kaygan bir olay ki şuradadır dediğin gün bir yerde ertesi gün bir yerde. Bizim dağlar gibi onlarda da var. Binaenaleyh, o dağlarda birtakım adamlar var. Biz bu adamları her defasında her defasında İran'a söylüyoruz. Şu dağda var. Şurada var. Burada var. Binaenaleyh, İran'ın bunlara destek verdiği şeklindeki bir yorum yerine, İRAN İLE TÜRKİYE BU MESELELERDE FEVKALADE İŞBİRLİĞİ İÇERİSİNDEDİR diyebiliriz. VE BU İŞBİRLİĞİ BAŞARIYA GÖTÜRECEKTİR.İran bizim 360 senedir hiç silahlı çatımamız olmamış bir komşumuzdur; Kasr-ı Şirin'den beri. Binaenaleyh İran, hem büyük devlettir hem de büyük komşumuzdur."

İRAN NE DİYOR?

İran'daki muhafazakar kanadın önde gelen gazetelerinden Cumhuri İslami, MİT'e ait olduğunu öne sürdüğü bir belgeyi yayınladı. Gazete, Uğur Mumcu cinayetinin arkasında MOSSAD ve CIA olduğunu savundu. Tahran Radyosu, aydınlatılamayan faili meçhul cinayetlerin arkasında Türk güvenlik güçlerinin bulunduğunu öne sürerken, İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Babai, radyoya yaptığı açıklamada "Türkiye'deki senaryolar, siyasi çevrelerce hazırlanıyor. Onların, Türkiye'deki yayın kuruluşlarıyla bu senaryolar gündeme getiriliyor. Bu tür senaryolar iki ülke ilişkilerini bozmak isteyen çevrelerce yayılıyor" dedi. Türkiye'de sürdürülen operasyonlarda yakalanan Müslüman sayısının 100'ü geçtiği, devlet yetkililerinin açık konuşmadığı öne sürülen radyo yayınında İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in, "Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerini NATO'ya bağlı tim yaptı" yolundaki iddiasına geniş yer
verildi.

Cumhuri İslami gazetesi, MİT'e ait olduğu öne sürülen bir belgeyi yayınlayarak, Mossad denetimi altında eğitim gören özel bir timin Uğur Mumcu'yu öldürdüğünü yazdı. Bu belgeye göre, Mumcu'yu öldüren komutanın CIA kontrolü altında çalıştığı, bunun dışında Türkiye'de birçok şahsiyetin öldürülmesinden sorumluolduğu iddiaları aktarıldı.

MİT'e ait olduğu iddia edilen belgede yer alan ifadeler şöyle: "ABD'nin güvenliğini ve hayat çıkarlarını yakından ilgilendiren Türkiye'nin, gerekli yerlerinde kuvvet bulundurmak ve bu maksatla, Ortadoğu'yu kontrol altına alıp, Türkiye'nin dine dayalı bir yönetim altına girmesini engellemek maksadıyla; ABD Haberalma Servisi CIA denetiminde, İsrail Kabine görevlisi Haim Bar-Lev kontrolünde, İsrail "GADNA" birliklerinde eğitim gören altı kişilik özel tim "Hayfa" deniz üsünden botla Türkiye'ye giriş yapmışlardır. Mezkur timin ülkemizdeki görevleri, teşkilatımızın değerli haber kaynaklarından gazeteci Uğur Mumcu'yu öldürmektir."Tim elemanlarının yaptığımız istihbarat neticesinde İsrail hükümetinin Ankara Temsilciliği'nde kaldıkları tesbit edilmiştir."

Muhafazakar Resalet Gazetesindeki yorumda, "Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in ilk dış gezisini İran'a
yapacağı bir koşulda Türkiye toplumunun zehirli atmosferi, İran- Türkiye ilişkilerini şiddetli bir şekilde tehdit ediyor" ifadesi kullanıldı. İran'a yönelik suçlamaların, 13 İran vatandaşı Yahudi'nin İsrail lehine casusluk yapmaktan yargılanmalarıyla bağlantılı olduğunu iddia eden gazete, sanıkların Şiraz'da yapılan mahkemede İsrail
lehine casusluk yaptıklarını itiraf etmelerinin İsrail'i zor duruma soktuğu ve "Ankara'daki siyonist lobilerin İran aleyhine yalan suçlamalar ortaya atarak Şiraz dosyasını etki altına almak için harekete geçtikleri" görüşünü savundu.

MİT C-4'Ü NE YAPTI ?

Bu arada Necdet Yüksel'in itirafları doğrultusunda örgütün ikinci cephaneliği de yine Sincan'da ortaya çıktı. Sincan'ın
Yenipeçenek Köyü yakınlarında açık arazide yapılan operasyonda çok sayıda silah ve 102 kilogram C-4 ele geçti. Bu patlayıcı ve mühimmat arasında Kışlalı suikastinde kullanılan malzemeler de bulundu. Bombanın içini konulmuş demir bilyeler, baskıdan kurtulmalı ateşleme fünyesi ve serkisof marka saatin aynıları Sincan'da ele geçirilen malzemeler arasında yer aldı. Silahların İran'dan geldiğini belirten polis yetkilileri, bu silahların irticai ayaklanma öncesinde kullanılmasının hedeflendiğini söyledi. Böyle bir örgütün bu denli büyük miktarda C-4 tahrip kalıbına nasıl ulaştığı hala bir sır.

Ancak bundan 5 yıl önce yaşanan bir olay komplo teorisyenlerinin ekmeğine yağ sürdü. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, 30 Kasım 1995 tarihinde MİT'e 1 ton C-4 tahrip kalıbı verdi ancak verilen bu C-4'ün akıbeti ile somut veriye ulaşılamadı. Ord. Şb. Md. Dz. Yzb. İbrahim Hürmeydan, İkmal Yzb. Selim Bilgen, Deniz Ordonat Merkezi Komutanı Dz. Kd. Albay Erdal Kurumlu tarafından 30 Kasım 1995 tarihinde MİT'e teslim edilen 1 ton C-4 tahrip kalıbı nerede kullanılmıştı? Dahası MİT mevzuatına göre bu tür operasyonel faaliyetlere girişmek mümkün mü? Mevzuata göre cevap hayır. Uğur Mumcu süikastinin arkasında gerçekten İran mı var? Kuşkusuz bu sorunun cevabını vermek tam anlamıyla mümkün olmayacak. İran topraklarında 11 İran'lıyı angaje eden İsrail Türkiye gibi son derece rahat hareket edebildiği bir ülkede bu İran'lıları da angaje etmiş olamaz mı? Kim bilir? (Yazan: Aydoğan Vatandaş)

Dr. Tahir Tamer Kumkale
29 Mayıs 2000 Pazartesi

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=42

.

Hürriyet Gazetesi mi? Hadi Canım Sen de!




Hürriyet Gazetesi mi?  Hadi Canım Sen de!


23 Mayıs 2000 Salı 

NEDEN BU BAŞLIK? HÜRRİYET GAZETESİNE BİR ŞEY Mİ OLDU? TÜRK BASININI KARALAMAYA HÜRRİYET'İN BİLE HAKKI YOKTUR.

 - OKUYALIM VE DÜŞÜNELİM...
 - TÜRK BASINI GERÇEKTEN BU İMAJI HAKEDİYOR MU?

Her sabah evlerinden işine ve okuluna gitmek için koşuşturan insanlarımız evden çıkmadan önce televizyonlarındaki gazete başlıklarını almayı adet edinmişlerdir. Manşetten verilen haberler o günün ve Türkiyenin gündemini yansıtır.

Okumayı sevmeyen ve detaylı bilgilere ulaşmadan olaylar hakkında kesin yargı yürütmesini seven bir milletiz. Bu bakımdan gözucuyla aldığımız ve yarısını duyup uyku sersemliği ile tam olarak algılayamadığımız haber başlıklarını da günlük yaşantımızda tartışmaya bayılırız. Bu sade vatandaşımızın en tabii ve alışageldiği bir yaşam tarzı olarak oluşmuş bir durum.

23 Mayıs 2000 sabahı ülkemizin en büyük ve en güvenilir gazetesi olduğuğu her fırsatta açıklayan ve bizimde buna gerçekten inanarak her sabah yolunu gözlediğimiz HÜRRİYET GAZETESİ'nin manşet haberini televizyondan duyunca irkildim.

Spikerlerin elindeki gazetenin başlığı" TÜRBAN ATMAYAN OKULA TASFİYE - ÖĞRENCİ ALIMI DURDURULDU - YÖK, TÜM UYARILARA KARŞIN TÜRBAN YASAĞINA UYULMAYINCA, FETHULLAH HOCANIN FATİH ÜNİVERSİTESİ'NE BAĞLI HEMŞİRELİK YÜKSEK OKULUNU KAPATTI." şeklinde idi.

Tamamen uydurma, yalan ve yanlış ifadelerin yer aldığı bu başlığın altındaki haberler daha korkunç ve daima sözedilen "Basın Etiği" adına utanç verici ifadelerle doluydu.

İftira ve yalan; bu ülke insanının aşina olduğu kavramlar ve fakat bu kadarına da pes denir doğrusu. Sayın Ertuğrul Özkök ve Sayın Basın Konseyi Başkanı Oktay EKŞİ Beyler herhalde izindeler veya artık ekibi onları saymıyor ve dinlemiyor demekki. Bu büyük basın adamlarımızın ve gazetenin sayın yöneticilerinin konumlarının ve yetkilerinin yeniden gözden geçirilmesinde yarar olduğunu düşünüyorum ve büyüklerinin dikkatini çekmek istiyorum.

Hukukçu bir Cumhurbaşkanına kavuştuk. Hukuk dışı faaliyetlere sapan kişi ve kuruluşlar Sayın Tantan ve ekibinin başarılı operasyonları ile teker teker yakalanıyordu. Bizde artık girmek için can attığımız Avrupa Topluuluğu gibi hukuk ağırlıklı bir ülke oluyoruz diye seviniyorduk. Bu manşet ve 24 ncü sayfada Kamuran ZEREN isimli bir hanım yazarımızın kaleme aldığı haber hevesimizi kursağımızda bıraktı.

Sağ duyu sahibi Türk insanına sesleniyorum...

Lütfen 23 Mayıs 2000 tarihli HÜRRİYET Gazetenizi elinize alınız ve 24 ncü sayfasını açınız.

Yarım sayfadan fazla yer alan habere dikkatle bakınız. Eğer kendi çocuğunuz veya yakınlarınızın çocukları bu yıl üniversiteye girecek ise, siz bu başlık altındaki resme ve verilmek istenen imaja bakarak çocuğunuzu bu okula gönderirmisiniz ? Polislerin yanında kara çarşaflı bir kadın!, alttaki resimde elinde bıçak tutan bir şahıs! ve BAŞLIK:" KARA ÇARŞAF ALTINDA BIÇAK. Haberin içinde ise bir alt başlık "ÜNİVERSİTE DE KAPANABİLİR"

Kırk yıl düşünseniz , kanunlara göre açılan ve bu kanunlarda belirlenen yetkili merciler tarafından her türlü denetime açık bir bilim yuvasına bu kadar kötülük yapamazsınız. Bu kadar bilinçli ve sistemli şekilde düşmanlık gösterilecek bu müessese Hürriyet Gazetesi'ne ne yaptı anlamak mümkün değildir.

Sayın yöneticiler. Veya sayın yönettiğini sanan büyük insanlar. Fatih Üniversitesi, bir bilim müessesesi olmasına rağmen aslında bir ticari kuruluştur. YÖK, tarafından kontrol ve denetlenmesine rağmen devletten para almadan, sadece öğrencilerden aldığı paralarla müessesesini döndürür. Yani siz diyorsunuz ki. " Bu üniversitede bıçaklı, kara çarşaflı insanlar var. Zaten bu üniversite kapatılacak. Çocuklarınızı buraya vererek boşuna masraf yapmayın. Veya çocuklarınız okuyorsa hemen alın." Yapılan veya yapılmak istenenin bu olduğunu düşünüyorum.

Şimdi gelelim meselenin esasına;
Neden yukarıdaki başlığı attım. Çünkü basın ve yayın kuruluşlarımız; vatandaşlarımızı doğru bilgilerle bilgilendirmek mecburiyetindedir. Bilgiler doğru değil ise, bu işten mağdur olan kişi ve kuruluşlar kanun önünde haklarını ararlar ve mutlaka alırlar. İşin tuhafı; hukuk sistemimizin en çabuk ve en hızlı işleyen kesimide BASIN ve YAYIN YOLU İLE İŞLENEN SUÇLARI kapsamaktadır.

GELELİM TEK TEK HABERLERİN DOĞRULUK DERECESİNE;

 - Fatih Üniversitesine bağlı ANKARA, HEMŞİRELİK YÜKSEK OKULU içinde iddia edildiği gibi başı örtülü hiç bir kız öğrenci yoktur. Buyurun okul herkeze açık . Gidin ve görün. Bir kişi dahi bulamayacaksınız. Çünkü yoktur. Olmayan şeyi olmuş gibi yazmanın adıda habercilik değildir.

 - Hemşirelik Yüksek Okuluna önümüzdeki yıl öğrenci alınmaması hususu Fatih Üniversitesi Yönetimince YÖK'e bildirilmiş ve bu sene kendisine kontenjan verilmemesi istenmiştir. Bunun sebebi de mevcutların çok az olmasıdır. Ayni şekilde daha önce, öğrenci müracaatı az olduğu için TAŞ VE METAL İŞLETMECİLİĞİ BÖLÜMÜ'nün kapatılması gibi bir uygulamadır. YÖK burada Üniversitenin istediğini yaparak kontenjan vermemiştir.

 - ÜNİVERSİTE KAPANABİLİR" şeklindeki ibarelerde tamamen saçma ve hedef saptırmaktan öteye bir çirkinlik sergilemektedir. Vakıf Yükseköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 22 nci madde, (d) fıkrası üniversitenin nasıl kapatılacağı hususuna açıklık getirmiştir. Burada yazılan budur. Sadece Fatih Üniversitesi değil 13 Vakıf üniversitemiz içinde ayni şartlar mevcuttur. Diğer üniversitelerin kapanma olasılığı ne kadar ise Fatih Üniversitesininki de o kadardır.

 - Üniversite yönetimince TÜRBAN YASAĞI konusundaki YÖK tarafından verilen talimatlara uygun olarak titizlikle ve inatla sürdürülen çalışmaları yerinde görmek isteyen basın mensuplarına bu konuda üniversite yönetimince her türlü kolaylığın gösterileceğinden emin olunabilir. Yeterki art niyetli olmayın. Yeterli doğruyu ve gördüklerinizi saptırmadan yazabilme hünerinizi gösterin.

 - Fatih Üniversitesi; FETHULLAH HOCA'nın Üniversitesi değildir. Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre Sağlık ve Tedavi Vakfı tarafından kurulmuş bir VAKIF Üniversitesidir. Diğer üniversitelerimizde nekadar Fethullah Hoca yanlısı varsa, bu okuldada okadar vardır. Belki bu üniversitede dahada azdır. Çünkü yabancı dille eğitim veren bu üniversitenin hocalarının yarısına yakını Türk değildir. İçlerinde hristiyanlar, budistler, ateistlerin bulunduğu bir kadroyu bir yerlere bağlı ve bir yerlerden emir alıyor gibi göstermek için çok dikkatli bir dil kullanmak gerekmektedir.

 - Son olarak bu Üniversitede " Atatürk İlkeleri ve İnkilaplarına aykırı hareket ediliyor. Atatürkçülük konusu ikinci plana atılıyor" gibi el altından yapılan değerlendirmeler ise külliyen yalan ve yanlıştır. Sayın Atatürkçü olduklarını her fırsatta vurgulayan basın mensuplarımızdan bazılarının; okumayı sevmediklerinden ve araştırma yapmadan yazı yazmayı adet edindiklerinden gözlerinden kaçmış olabilir.

Kendilerine; Anayasamızın 134 ncü Maddesine göre kurularak "ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCEYİ, ATATÜRK İLKE VE İNKİLAPLARINI BİLİMSEL YOLDAN ARAŞTIRMAK,TANITMAK VE YAYMAK VE YAYINLAR YAPMAK " gibi ulvi bir görev verilen ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU, ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ'nin Temmuz 1999 Tarihli 44 'ncü sayısına bakmalarını öneririz.

Bu yüce kurumun Cumhuriyetimizin 75 nci yılı münasebetiyle açtığı üniversitelerarası makale yarışmasında dereceye giren 9 Atatürkçü Türk gencinin makalesine bu sayıda yer verilmiştir. Atatürkçülüğü inhisarlarına alan yöneticilerimizin başında olduğu ve onbinlerce öğrencisi olan üniversitelerimiz öğrencilerinin isimlerine burada rastlanmazken, ne tesadüf Atatürk Araştırma Merkezi sayın yetkilileri Atatürkçü olmamakla suçlanan ve toplam öğrenci sayısı bin civarında olan FATİH ÜNİVERSİTESİ'nin 7 öğrencisinin yazılarını dereceye sokup, dergilerinde yayınlayarak bu gençleri teşvik etmişlerdir.

Siz saygıdeğer basın mensupları bilinki bu başarı bir tesadüf değildir. Sistemli planlı ve proğramlı bir çalışmanın sonucudur. Bu üniversitede , Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Derslerinin verilmesi ve Atatürkçü Düşünce'nin yayılıp yaygınlaştırılması ile ilgili faaliyetler ; YÖK Kanununun verdiği yetkiler çerçevesinde bütün üniversitelerimize örnek olacak bir tarz ve metotla yürütülmektedir. Lütfen gelin. Derslere girin. Öğretmenleri dinleyin. Gözlerinizle görün ve kulaklarınızla duyun. Hayali bilgi ve kavramlarla oyalanmayın.Yanlış bilgilerle ne kendinizi ve nede kamuoyunu kandırmayın.

Sonuç olarak; Fatih Üniversitesi yönetiminin elleri armut toplamıyor. Elbette gerekli cevabı bütün kamuoyunu aydınlatacak şekilde mutlaka vereceklerdir. Bunun yanında sağduyu sahibi basın mensuplarımızı derinden yaraladığına inandığım yalan-yanlış ve eksik bilgileri haber diyerek yayınlayanlar hakkında kanuni yollara da herhalde başvuracaklardır. Sanıyorum bir kere daha insanlarımızın ve müesseselerimizin kanun koruması altında oldukları görülecektir.

HÜRRİYET GAZETESİ gibi köklü bir basın kuruluşumuzun düştüğü bu hatayı anlamak mümkün değildir. Gönül arzu ederki, bu büyük ve saygın basın kuruluşumuz kendisini kanun önünde ve halk nezdinde gölgeleyen yanlışını yine kendisi düzeltsin. "Evet biz yanlış yaptık. Halkımıza yanlış bilgi verdik. Özür diliyoruz." desin

Türk KAMUOYU Hürriyet Gazetesinden bunu bekliyor. Ertuğrul ÖZKÖK ismine yakışan da budur. Bakalım bekleyip, göreceğiz...

Dr. Tahir Tamer Kumkale
23 Mayıs 2000 Salı

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=41

..

Eğitim ve Öğretim Anlayışımız





Eğitim ve Öğretim Anlayışımız ( Vahdet Şahin )


 6 Mayıs 2000 Cumartesi 

EĞİTİM  HAKKINDA BİRKAÇ  SÖZ
Gönderici :  Vahdet ŞAHİN 
(193.255.106.4) 
Mayıs 4, 2000, 06:27:58

Kıymetli Hocam, Saygıdeğer okurlar;

Böyle bir bildiri-yorum ortamında, önderimizin "Meselemiz eğitimdir" meş'alesiyle Türkiye gerçekleri, eğitimdeki sorunlar ve bu sorunları ortaya çıkaran sebeplerin tartışılması arzusundayım. Toplum ve ferd olarak irdelememiz gereken neler varsa tartışılmalıdır. Zira bugünün vede 10 yıl sonrasının toplumu biziz. Hele ülkemizin yarınlarını hep birlikte bu nesil inşa etmeyecek mi?

Başlangıç olması açısından bir kaç konuya değinmek istiyorum. Öğrencilerin yönlendirilme hatalarından yola çıkarak faturanın büyük kısmının eğitimci ve idarecilere kesilmesi bir çizgi izlediğim yazımdan anlaşılacaktır.

Bence;
 - Öncelikle ilköğretim ve lise öğretmenlikleri cazip hale getirilmelidir. İş bulma anlayışı bırakılıp yeterlilik araştırması, deneme süresi vb. gibi uygulanmalar ile ama, eşzamanlı olarak maaş ve sosyal imkanlar, (sağlık, emeklilik vb..) "gerçekçi" bir şekilde ayarlanmalıdır.

Öğretmenler bir öz değerlendirme ile okullarca takip edilmeli performansları (+/-) olarak değerlendirilmelidir.

Maddi düzeltme ile öğretmenin onuru iade edilmelidir. Gerçek eğitim hertürlü olumsuz etkiden arındırıldığında mümkün olacaktır.

Artık Kırtasiyeci - Simitçi Öğretmen olmamalıdır.

 - Öğrenciler ilköğretim son sınıflarından, en son ise lise döneminde yatkınlıkları dikkate alınarak homojenize bir ortamda mesleki yönlendirmeye düşün olarak alıştırılmalıdır. Bu konuda tedbir almak
idareye düşmektedir.

 - Bunun yanısıra çeşitli araçlar tesis edilerek burs anlayışı iş dünyasına yerleştirilmeli, zeki ve çalışkan öğrencilerin imkanları iyileştirilmelidir. Eğitimde etken olan önemli bir dinamik elbetteki ekonomik faktörlerdür. Toplum ekonomik refahı yakalayamadığı sürece eğitime gereken finansmanı sağlayamayacaktır. Özel sektörün şimdiden benimseyip coğunlukla sadece izlemekle yetindiği burs olgusu cok kısıtlı kalmaktadır.

 Saygılarımla... (Vahdet ŞAHİN)

...........................................................................

Değerli eğitimci Vahdet Şahin Bey'in ülkemizin temel sorunlarından biri olan EĞİTİM ve ÖĞRETİM konusundaki fikirlerine aynen katılıyorum. Devlet olabilmenin birinci ve vazgeçilmez şartı; iyi insan yetiştirmek ve bu yetişmiş insanı yetiştiği alanda kullanararak performansından azami istifade edebilmektir. Bunu becerebilen ülkeler dünyayı yönetirler. Bilim ve teknolojiyi yaparlar ve yapamayanlara satarlar. Bunu başaramayanlar ise büyük paralarla bilim ve teknolojiyi alıp kullanırlar. Yani, onlar daima yönetilirler. Asırlarca dünyayı yönetmiş bir ülkenin çocukları olarak bize yönetmek düşer. Bunun da tek yolu iyi eğitimdir. 

İYİ İNSANLARI SİTEMİZİN ÖZEL YORUMLAR BÖLÜMÜNDE BU KONUNUN NASILINI BULMAYA ÇAĞIRIYORUM. 
FİKİRLERİNİZİ AÇIKLAYIN.
TARTIŞALIM, İYİYİ VE GÜZELİ BİRLİKTE BULALIM. (T.T.K)

Dr. Tahir Tamer Kumkale
6 Mayıs 2000 Cumartesi


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=35

.

1 Mart 2015 Pazar

Türk-Yunan ilişkileri iyiye mi gidiyor?



Türk-Yunan ilişkileri iyiye mi gidiyor?



4 Mart 2000 Cumartesi 

"İSTEDİĞİNİ SÖYLEYEN, İSTEMEDİĞİNİ İŞİTİR..."


Türkiye'yi derinden yaralayan 17 Ağustos 1999 depremi ve bunu takibeden günlerde meydana gelen Atina Depremi esnasında komşu Türk ve Yunan yardım heyetlerinin birbirinin yardımına koşması iki millet arasında gerçek bir yumuşama ve dostluk havası yarattı.

Bunu; Kasım ayında İstanbulda yapılan AGİT Zirvesi ve Aralık ayında Helsinki'de yapılan Avrupa Birliği Zirvesi 'nde Türkiye lehinde alınan kararlara Yunanistan'ın istemeyerekte olsa katılması takip etti. 40 yıl aradan sonra iki ülke Dışişleri Bakanlarının karşılıklı ziyaretleri; yapılan görkemli karşılama törenleri; söylenen güzel sözler; uzatılan zeytin dalları; karşılıklı müzisyenlerin konserleri; şimdilik çok basit birkaç konuyu kapsasa da imzalanan antlaşmalar; ve verilen sözler Türk kamuoyunda olduğu kadar batı kamuoyunda da şaşkınlık yarattı.
Acaba gerçekten barış geliyormu ? Dünyanın bu en kritik bölgesini paylaşan iki ülke aralarındaki Ege Denizi gerçek bir barış denizimi oluyor ? soruları sorulmaya başlandı.

Hangi sebeple olursa olsun 4 Mart 2000 tarihinde iki ülke ilişkilerinin geldiği nokta sevindiricidir. Ama yeterli değildir. Hernekadar iki ülke arasındaki büyük sorunlarda şu ana kadar hiç bir somut ilerleme görülmesede, başlayan ve devamında büyük yarar olan dialog süreci çok önemli bir gelişmedir.

25 Şubat'ta İstanbulda yapılan Türk-Yunan İş Konseyi Toplantısı çerçevesinde 120 Yunanlı işadamı ile gerçekleştirilen çalışmalarda ilişkilerin ekonomik alandaki geleceği açısından çok iyimser bir havanın doğmasına sebep olmuştur. Yunan dostluğu yeni bir moda yaratmıştır. Yuınan müziği çalan ve Yunan mutfağını sergileyen tavernalar pek revaçta. Tabaklar kırılıyor. Sirtakiler oynanıyor. Yunan müziği ile halaylar çekiliyor.

Gerçekten aradığımız ve iki tarafında ihtiyacı olan bu dostluk rüzgarlarının halkın içinden dalga dalga büyüyerek iki ülkeyi kaplaması en büyük dileğimiz. Bu şekilde dünyanın merkezinde yer alan bu iki ülke, sahip oldukları doğal zenginlikleri birbirine düşmanlık için değil, kendi halklarının yararına kullanma imkanına kavuşurlar.

Yunanlılarla ilişkilerimiz 1395 Niğbolu Zaferi ile başladı. Yıldırım Bayazıt 1397'de Atinayı zaptetti. Evranos Bey komutasındaki Osmanlı akıncıları Mora'nın işgalini tamamladılar. Yıldırm Bayazıt Timura yenilince Yunanlılara topraklarını iade ettik. İkinci işgal ve kesintisiz Türk hakimiyetine giriş 1446'da Fatih Sultan Mehmet zamanında gerçekleşti. Buradan başlayarak Mora'da ilk istiklalin ilan edildiği 1830 yılına kadar tam 433 yıl Yunanlılar, Türk hakimiyeti altında ve çok uyumlu bir teba olarak yaşadılar. Birçok ortak yanımız oldu. İnsanlarımız kaynaştı. Kültürlerimiz yakınlaştı. Birbirimize benzedik.

Bilindiği gibi; Yunan MEGAL -İ iDEA'sının temelinde(Büyük Yunanistan Hedefi) "Doğu Roma İmparatorluğunun bir Grek, yani Yunan Devleti olduğu ve bunun mirasçılarının da son çağ Yunan Devleti olduğu " iddiası ve yalanı vardır. 19 ncu Yüzyıl tarihçilerinin" Osmanlıyı çökertmek ve İmparatorluk içinde milliyetçilik akımlarının yayılarak çöküşü hızlandırmak "için ortaya attıkları bu yalana, Yunanlı yöneticiler bütün Yunan halkını inandırmışlardır. Bu iddia ile başlayan" Büyük Bizans" hayali birbuçuk asır boyunca ders kitaplarında yer almıştır. Yunan milleti 150 yıldır; birlik, beraberlik ve bütünlüğünü hayali Türk tehlikesi ile ayakta tutmaktadır. Yunan yönetimine hangi iktidar gelirse gelsin; bu büyük idealin elde edilmesi ilk hedeftir. Bu hedefe giden yolu tıkayan Türkler; tarihi ve en büyük düşmandır.

Bugünkü Yunan milleti; Osmanlı'ya karşı kullanılmak üzere Çarlık Rusyası başta olmak üzere İngiltere ve Fransa'nın desteği ile yaratılmıştır. Bu üç ülke Yunanlıyı güçlendirmek üzere her alanda birbirleri ile yarışmışlardır. Bunda da başarılı olmuşlardır. Bizansın hakiki sahipleri olan Anadolu Rumları'nın bugünkü Yunanistan Rumları ile dilleri dışında hiç bir bağlantıları ve ortak yönleri de mevcut değildir. Bu gerçek tarih kitaplarında pek çok belge ile ispat edilmiştir.

Yunanistan'ı ve Yunanlıyı ayakta tutan en büyük faktör hala sürdürülen"geleneksel Türk düşmanlığı"dır.

Çözüm bekleyen Türk-Yunan sorunlarına bir bakalım. Bilindiği gibi, bu sorunlar 1821'de bağımsızlık ayaklanmaları ile meydana çıkmış, 1829da Mora'da istiklallerini ilanı müteakip değişik şekillerde ve artarak günümüze kadar gelmiştir.

1923 Lozan Barışı; 1930'da başlayan Atatürk - Venizolos dostluğu; 1935'lerde başlayan Balkan Antantı içindeki birliktelik; 1941 de Almanlar tarafından istila edilen Yunan halkına acılı günlerinde uzatılanTürk dostluk eli ve yardım faaliyetleri; Nato'ya dahil olarak müşterek düşmana karşı ayni pakt içinde mütefik oluşumuz; Yunanistan'ın Türkiye'ye karşı olan düşmanca tutum ve davranışını değiştirmemiştir.

Türk halkıda; 15 Mayıs 1915-9 Eylül 1920 arasındaki Anadolu saldırısında Yunanlıların Türk halkına karşı yürüttüğü acımasız ve haksız tutumu unutmamıştır. Yine ayni şekilde 1963-1974 arasında Kıbrıs Türk Toplumuna karşı sürdürülen planlı soykırımı da unutmamıştır. Buna rağmen Türkiye ; Yunan düşmanlığını hiçbir zaman ve hiçbir platformda dile getirmemiştir ve bunu dış ve iç politikasına alet etmemiştir. Bilakis ; Atatürk'ten itibaren "Türk ve Yunan Halkları arasındaki dostluğun her iki ülkenin yararına olacağı ve bundan her iki tarafında sayısız maddi ve manevi kazançları olacağı" her zeminde dile getirilmiştir. Bütün uygulamaları ve gayretleri bunu gerçekleştirecek diyalogların başlaması yönünde olmuştur.

Oysa Yunan tarafı; kendisine uzatılan bu dostluk elini her zaman ve her yerde geri çevirirken "geleneksel Türk düşmanlığı" Yunanlı ve Türklerin iştirak ettiği bütün zeminlerde açıkça dile getirilmiştir. Bütün dünyanın gözü önünde ceryan eden bu olaylara tanık olmayan ülke sayısı pek azdır.

2000 li yıllara gelindiğinde; önce bağımsız Yunanistan'ın ,bilahare Büyük Bizans İmparatorluğu'nun kurulmasına kadar giden Megal-i İdea'nın on hedefinden yedisi gerçekleşmiştir. Türk -Yunan sorunlarının kaynağında bu hedeflere ulaşma azim ve iradesi yatmaktadır. Bugüne kadar sağlanan bütün yumuşama ve yakınlaşmaya rağmen sorunların çözümü istikametinde hiçbir ileri adım atılmamıştır. Üzerinde hiç konuşulmayan ve dialog süreci içinde daha yer alamayan ve herbiri başlıbaşına iki ülkeyi sıcak savaşa sürükleyebilecek sorunlar ana başlıkları ile şunlardır.

1. Ege Hakimiyeti Sorunları
- Antlaşmalara aykırı olarak Ege adalarının silahlandırılması
- KARASULARI'nın genişletilmesi
- EGE KIT'A SAHANLIĞI
- Uçuş Kontrol Hattı (FIR HATTI)
2. Nato Komuta Kontrol Sorunları
3.Azınlıklar ve Batı Trakya Türk Halkının durumu
4. Kıbrıs sorunu


Son günlerde başlatılan ve devam edeceği değerlendirilen dialog süreci sonderece yararlıdır ve Türkiyenin yıllardır uyguladığı tezine uygundur. Türkiye sorunların çözümü için "iki ülkenin dialog süreci ile birlikte bir uzlaşma zemini araması ve sorunların iki ülkenin birlikte çözmesi gerektiğini "daima istemiştir. Oysa Yunanistan; dialogtan devamlı kaçınmıştır. Kendisine uzatılan eli israrla geri itmiştir. Sorunların çözümünü;" dialog ve karşılıklı uzlaşma ile değil ,sorunların uluslararası platformlara taşınarak ,bu platformlarda Türkiyeye Helen Uygarlığı hayranı olan diğer ülkelerle birlikte baskı uygulayarak alacağı desteklerle çözmeği" hedef almış ve uygulamıştır. "Türkiyeyi her alanda uzlaşmaz gösterip, devamlı baskı ile bunaltmak" geleneksel politikası halini almıştır.

Şu anda gelinen noktada sorunların çözümüne ilişkin ortada herhangi bir yeşil ışık görülmemektedir. Yunanlı yine ayni Yunanlı'dır. Müzikte, sporda, eğlencede dostluğa "evet" demekte ve fakat yine" tek düşmanım Türkiyedir"diyebilmektedir. " Yunanistanın savunması doğuya, yani Türkiyeye karşıdır" tezinide israrla vurgulamaktadır.

30.000 Türk'ün katili olan PKK. başının Yunanistan Büyükelçiliğinde ele geçirildiği ve Kıbrıs Rum Kesimi pasaportu taşıdığı unutulmamıştır. Basınımızın ve muhteşem ratingli Televole proğramlarının yarattığı aşırı iyimser havaya bakılarak ortaya çıkan iyimser tablo bizi yanıltmamalıdır. Dialogun başlaması sorunların çözümü için iyi bir yola girdiğimizi gösterir. Fakat bu yolun oldukça engebeli ve zor olduğu unutulmamalıdır.

Bütün yetişme şartlarının Yunanlı politikacıları Türk düşmanlığına yönlendirmesi gerçeğine rağmen; bu politikacıların sokaktaki sade vatandaşının sesine kulak vermesi, iki ülke halkları arasında başlayan yakınlaşmayı anlayarak, Türk Düşmanlığı üzerine inşa ettikleri milli politikalarını bir kere daha gözden geçirmeleri gerekmektedir."Türk düşmanlığının mı ? yosa Türk dostluğunun mu ? ülkelerinin yararına olacağının hesabını yapmalıdırlar.

Sanırım aklıselimini kullandıkları takdirde doğru yolu bulabileceklerdir. Burada Türkiye'ye düşen en önemli görev; yıllardır başlatmayı arzulayıp bir türlü muvaffak olamadıkları ve şimdi sahip oldukları "dialog süreci" nin durdurulmasına va aksamasına kesinlikle imkan tanımamalarıdır. Bu süreç; her halükarda ve her platformda devam ettirilmelidir. Sonunda Yunanlı politikacılar da Yunan halkının seviyesine inerek dostluk ve barışın erdemini göreceklerdir.

150 yıldır beyinleri Türk düşmanlığı ile yıkanan Yunan tarafının bu fikirlerinden kolaylıkla vazgeçemeyeceklerini, bunun zamana bağlı olduğu bilincinde olarak adımlarımızı temkinli ve dikkatli olarak atmak zorunlulunda olduğumuzu unutmamalıyız...

Dr. Tahir Tamer Kumkale
4 Mart 2000 Cumartesi


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=19




BAKÜ & CEYHAN PETROL BORU HATTI



BAKÜ & CEYHAN  PETROL BORU HATTI




16 Şubat 2000 Çarşamba 

"TARİHTE BÜYÜK BAŞARILAR KAZANMIŞ İNSANLARIN ÇOĞU,
ACIMASIZCA ELEŞTİRİLMİŞ ANCAK SEBAT ETMİŞ KİMSELERDİR."


17-19 Kasım 1999 tarihlerinde İstanbulda yüzyılın son AGİT ( Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) Zirve Toplantısı yapıldı. Türkiye'nin başarılı evsahipliğinde gerçekleştirilen ve 62 ülkenin en üst düzey yöneticileriyle katıldığı bu tarihi zirvede ülkemizi yakından ilgilendiren iki önemli gelişme oldu.

Bunlardan birincisi; zirveye katılan Avrupa Birliğine üye ülkelerin yetkililerinin ağzından Avrupa Birliğine Aday Adayı ülkeler arasında yer alacağımıza dair yeşil ışık yakılmasıydı. Bu kararın alınmasında ABD'nin ve özellikle Başkan Clinton'un verdiği büyük destek önemli rol oynadı. İstanbul Zirvesinde alınan karar 12 Aralıkta Helsinkide toplanan Avrupa Birliği üyelerince teyid edildi. Bu şekilde ülkemiz için yeni bir süreç başlamış oldu. 600 yıldır dolaştığımız Avrupa evinin bahçesinden eve girerek kabul salonuna oturduk. Şimdi kabul salonundan eve girebilmek için yapılması gereken hususlar üzerinde çalışmalara başladık. Hayırlı olsun...

İkinci önemli konu;" yıllardır görüşmeleri devam eden ve fakat nasıl neticeleneceğine dair berraklık bulunmayan BAKÜ-CEYHAN PETROL BORU HATTI ile ilgili andlaşmanın imzalanarak fiilen uygulama faaliyetlerinin başlatılması " idi. Bu konuda da yine ABD'nin desteğini ve rolünü unutmamak gerekir. Konu sadece bizi ve boru hattını kullanan ülkeleri ilgilendirmiyor. Dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan bütün kalburüstü ülkeleri bu karardan olumlu veya olumsuz, ama mutlaka etkileneceklerdir. Yani uluslararası sorun olmaya yatkın bir konudur. Bu bakımdan fikrimizi açıklamayı ve vatandaş olarak uyarı görevimizi yerine getirmeyi uygun buluyorum.

Hazar Denizi petrol havzasında üretilen petrolleri Gürcistan ve Türkiye üzerinden taşıyarak Ceyhan'da dünya pazarlarına ulaştıracak olan PETROL BORU HATTI ANDLAŞMASI 18 Kasım 1999'da Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Türkmenistan Devlet Başkanları tarafından imzalandı. ABD Başkanı ise şahit ülke sıfatı ile katıldı ve bir bakıma ABD'nin bu anlaşmanın hayata geçirilmesinin teminatı olduğu izlenimini verdi. 15 Şubat 2000 tarihinde Beyazsarayda Clinton ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar ALİEV arasında yapılan görüşme sonrasında yapılan resmi açıklamada " ABD verdiği desteğin arkasında olduğunu" bir kere daha kamuoyuna açıklamıştır. Bu destek projenin hayata geçirilmesinde hayati önemi haizdir.

İstanbul'da toplam dört ayrı antlaşma imzalanmıştır. Bunlar;
 - Hükümetler Arası Antlaşma
 - Geçiş Ülkeleri Antlaşması
 - Ev Sahibi Ülkeler Antlaşması
 - Hükümetler Garanti Antlaşması'dır.

Ayrıca Türkmenistan doğalgazının ayni güzergahtan aktarılması ile ilgili bir diğer antlaşmada bu toplantıda parafe edildi. İstanbuldaki görkemli imza töreni ile hukuki çerçevesi çizilen andlaşmalar ülke parlamentolarının onayı ile yürürlüğe girecek ve siyasallaşacaktır..

PROJEYE AİT TEKNİK BİLGİLER ŞU ŞEKİLDEDİR;


 - 2.5 Milyar dolara malolacak inşaat sonunda 2004 Nisan ayında boruhattından Ceyhan'a 45 milyon Ton/Yıl
 akaryakıt pompalanabilecek.
 - Hattın 1307 Km.'si Türkiyede,225 Km.'si Gürcistan'da,468 Km.'si Azerbaycan'da bulunacak,
 - Türkiye yılda 100 milyon Dolar ulaştırma payı alacak,
 - Ceyhan'da bir deniz rafinerisi kurulacak,
 - Bölgede 4 trilyon dolarlık petrol ve doğalgaz ticari meta haline dönüşecek,
 - 2010 yılında Azerbaycan 10 kat, Türkmenistan 7.5 kat.Kazakistan 6.5 kat zenginleşecektir.Bu zenginlik
 Türkiye için önemli bir ticari potansiyel yaratacaktır.

Bu antlaşmaların ekonomik yönünden ziyade siyasi yönü önem kazanmaktadır. Doğal hammadde kaynakları zengini olan Türk Cumhuriyetleri Rusya'nın başını çektiği Bağımsız Devletler Topluluğuna kurucu üyedirler. Bu devletler; bundan 15 gün önce Moskovada yapılan Bağımsız Devletler Zirvesinde son derece ılımlı bir tavır sergilemelerine rağmen bu andlaşma ile siyasi tercihlerini resmen batıdan yana koyduklarını ilan etmişlerdir.Boru Hattı vasıtasıyla Türkiye üzerinden doğrudan Avrupa'ya, yani batı dünyasına bağlanacaklardır. Batı ise bu yol ile Türk Cumhuriyetleri üzerinden Kore'de Japon Denizine bağlanacaktır. Bir nevi kağıt üzerindeki AGİT sınırı fiilen gerçekleşecektir.

BU HAT TÜRKİYEYİ 21 NCİ YÜZYILIN STRATEJİK ENERJİ KAYNAKLARI MERKEZİ HALİNE GETİREREK ÖNEMİNİ BİR KAT DAHA ARTTIRACAKTIR.

DÜNYANIN İNCİSİ , İÇİNDEN DENİZ GEÇEN TEK ŞEHİR GÜZEL İSTANBULUMUZ TANKER FİLOLARININ YARATTIĞI BÜYÜK TEHLİKEDEN KURTARILMIŞ OLACAKTIR.


Bunlar işin bizim açımızdan görülen güzel yüzüdür. Antlaşma imzalanmıştır. ABD ve Batı ülkelerinin desteğide alınmıştır. O halde mesele kalmamıştır. Şimdiden sevinelim mi ? İşte bu biraz zor. Yani bu işİn gerçekleşmesi planlandığı gibi kolay olacağa benzemiyor. Sebeplerini kısaca inceleyelim.

Rusya Federasyonu'nu meselenin her safhasında dikkate almamız gerekmektedir. Çünkü Rusya daha 9 yıl önce sahip olduğu bu doğal hammadde kaynaklarından ve bu devletlerden kolay kolay vazgeçmeyecektir. Halen dolaylı olarak kendisine Bağımsız Devletler Topluluğu bünyesi içinde bağlı olan bu ülkelerin kendisinden izin ve destek almadan böyle bir faaliyet içersine girmelerini kolay hazmedemiyecektir. Bu andlaşma dünün dünya devi ve yarının da dünya devi olması kaçınılmaz Rusya'yı petrolden ve ortadoğudaki petrol havzalarından büyük ölçüde uzaklaştırmaktadır. İçinde bulunduğu bütün ekonomik ve sosyal güçlüklere rağmen Rusya; dünyayı BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GÜVENLİK KONSEYİ DAİMİ ÜYESİ olarak idare eden 5 ülkenin en etkililerinden biridir. Böyle bir ülkenin elindekileri bu kadar kolaylıkla kaçırmasını beklemek hayalperestlik olur. Şimdi Rusya'da uzun vadeli staratejik planlamayı yapan uzmanlar bu uygulamanın nasıl engellenebileceğinin planları üzerinde çalışmaya başlamışlardır bile. Bu çalışmaları yapmaları onların büyük devlet olma geleneğinin doğal bir sonucudur.

Bu ne demektir ?


Bu petrol boru hatları inşaasının hiçde kolay olmayacağının ve bölgede büyük mücadelelerin olacağının önemli bir işaretidir. Çeçenistan halkına karşı girişilen toplu soykırımların temelinde stratejik hammadde petrolün kontrolü yattığını stratejistler açıkça yazmaktadır. Kafkaslarda daha birçok Çeçenistan yaratılmasını beklemek gerekmektedir. Kafkasların etnik,kültürel ve siyasi yapısı buna çok müsait bir ortam hazırlamaktadır.

Sonuç olarak Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı inşa edilecektir. İnşa edilmesi kaçınılmazdır . Kolay olmayacağını bilerek; bölgedeki ve dünya güç merkezleri arasındaki dengeleri yakından takip ederek yapılacak planlamalarla, uygulanacak kararlı politikalarla, batı ülkelerinin yakın işbirliğini de sağlayarak bu iş mutlaka başarıya ulaştırılmalıdır. Olacakları önceden tesbit edebilmek ve bunlara karşı önleyici planları uygulayabilmek için sadece uzak görüşlü devlet adamlarına sahip olmak yetmez. Bu iş uzun vadeli bir kadro, teşkilat ve uzman yöneticilik gerektirir. Yeterli teşkilatlar oluşturulabildiği ve konu üzerine ciddiyetle gidildiği takdirde neden olmasın !!!

Dr. Tahir Tamer Kumkale
16 Şubat 2000 Çarşamba

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=17