Uluslararası İlişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uluslararası İlişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Eylül 2019 Cumartesi

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 2

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 2



Ancak ABD böyle bir role yanaşmadı; çünkü aksi takdirde şngiltere’ye bir şekilde bağımlı olacaktı. Çünkü ABD gereğinde Fransa, İspanya, Rusya gibi Avrupalı 
güçleri de İngiltere’ye karşı kullanabilmeliydi. Monroe Doktrini’nde söz konusu olan İspanya’nın Latin Amerika’daki sömürgeleriydi; fakat İspanya’nın 
buraları kaybedeceği anlaşılınca, ortaya çıkan güç boşluğunun İngiltere veya Rusya tarafından doldurulmasının önlenmesi ABD’nin başlıca amacı haline geldi.14 

Amerika’yı yönetenlerin Kuzey Amerika’yı sahiplenme arzularının felsefi temeli gittikçe derinleşmekteydi. Bu derinleşme, kendisini “Açık Yazgı” 
(Manifest Destiny) olarak bilinen siyasal felsefede göstermiştir. Açık Yazgı anlayışı, ilk olarak gazeteci John O. Sullivan tarafından ortaya atılmıştır. 
Bu anlayışa göre, ABD bulunduğu kıtada çok doğal bir yayılma hakkına sahipti ve ABD’ye bu hakkı veren bizzat Tanrı idi. Dolayısıyla, bu hakkı ABD’nin elinden almaya çalışmak, Tanrıya karşı gelmekle eş anlamlıydı.15 

Bu düşüncenin temsilcileri, bununla yetinmeyip Tanrı’nın ABD’yi aynı zamanda dünyanın geri kalan yerlerini de özgürleştirmesi için görevlendirdiğine 
inanmaktaydı. Bu dünya görüşü, sürekli artış gösteren Amerikan nüfusunun kıtada yayılması için uygun bir ortam hazırladı. 
Amerikan dış politikasının gelişimini irdelerken, dış politikasının gelişimi için kritik yılların 1865 ile 1900 yılları arasında olduğunu belirtmek gerekir. 

Çünkü bu zaman dilimi, sanayileşme ile birlikte ABD’nin ekonomik bir güç statüsüne yükseldiği yıllardır. Her şeyden önce, Amerikan İç Savaşı (1861–1865) Andrew Carnegie, John D. Rockefeller gibi Amerikan kapitalizminin sembol isimlerinin güçlenerek çıkmasına ve dolayısıyla da Amerikan ekonomisinin büyük bir atılım yapmasıyla sonuçlandı. Nitekim 1886’da Amerikan şngilizcesi’ne kapitalizm sözcüğünün de girdiğini görüyoruz.16 Bu zaman dilimi içersinde ülkenin nüfusu ikiye katlanarak 71 milyona çıkmış, ülkenin toplam üretimi de İngiltere’yi geride bırakmıştır.17 ABD’nin 1865 ile 1898 arasındaki ihracatı da büyük bir ivme kaydederek 281 milyon dolardan 1,2 milyar dolara çıkmıştır.18 ABD’nin ekonomik bakımından ölçek değiştirmesine paralel olarak, ülkedeki kamuoyu elitleri arasında daha etkili bir dış politika izlenmesi yönündeki eŞilimler güçlenmiştir. Nitekim The New Republic dergisinin kurucusu Herbert Croly, yeni bir dış politika geleneğine öncülük etmiştir.19 “şlerici emperyalizm” (progressive imperialism) olarak tanımlanan bu gelenek, ABD’nin diğer devletlere karşı uygarlaştırıcı bir misyon üstlenmeye hakkı olduğuna inanmaktaydı. Gerçekten de, ABD’yi kuranların sahip oldukları dünya görüşünün, ABD’nin güçlenen ekonomisi ile birleşmesi ilerici emperyalizm olarak adlandırılan bir dış politika geleneğinin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Bu politikanın oluşumunda Alfred T. Mahan’ın da büyük etkisi olmuştur. Mahan, Roma şmparatorluğu’ndan etkilenmiş bir askeri stratejisyendi ve geliştirdiği “ Deniz Gücü Teorisi ” ile ABD’de büyük yankı uyandırmıştı.20 Mahan’a göre ABD bir deniz gücü olmak zorundaydı; çünkü Amerikan sanayisinin üretim fazlasına yeni pazarlar bulunması gerekiyordu. Mahan bu konudaki görüşlerini şu şekilde özetliyordu:”Ben bir emperyalistim; çünkü yalnızcı değilim.”21 ABD’nin ekonomik yükselişinin, Mahan örneğinde görüldüğü gibi düşünce elitlerini ve başta William McKinley ve Theodore Roosevelt olmak üzere Amerikan başkanlarını yönlendirdiŞini görüyoruz. 

Bütün bunlar, ABD’nin kendi çevresini doğal bir yayılım alanı olarak algılamasıyla sonuçlanmıştır. Bu doğrultuda ilk olarak şspanya’ya baŞlı bir sömürge 
olan Porto Riko askeri müdahale ile 1898’de İspanya’nın elinden alınmıştır. 

Fakat ABD’nin dış ilişkileri açısından asıl önemli olan 1898 yılındaki ABD İspanya  savaşıdır. Küba nedeniyle çıkan bu savaş Amerikan dış politikasının gelişimine dönüm noktası niteliğinde bir etki yapmıştır. Çünkü İspanya’nın yenilgiye 
uğratılması ister istemez ABD’yi geriye dönüşü olmayan bir biçimde büyük güçler arasına sokmuştur. Çünkü uluslararası politikada dünya gücü statüsüne 
yükselen bir güç kolay kolay bu konumundan feragat edemez. 

Bu zaferle birlikte., 

ABD’nin sahip olduğu ekonomik gücü, siyasi güce dönüştürmesi gerektiğine dair inanç, kamuoyunda ağırlık kazanmıştır. Bu savaş ilerici emperyalizm akımının 
Amerikan dış politikasının kimliğinin değişmesinde nasıl etkili olduğunu göstermektedir. Bir Amerikalı tarihçiye göre, böyle bir zafer Amerikalıların tutkularına ve arzularına ivme kazandırdı.22 ABD başkanları da bu duruma uyum sağlamakta gecikmedi. Nitekim Başkan William McKinley Amerikan başkanlarının savaş zamanındaki başkomutanlık yetkilerini Kongre’nin izni olmadan artırdı ve bu durum ileriki başkanlar için örnek oluşturdu.23 Buna paralel olarak da kamuoyunda güçlü başkan imajının doğmakta olduğunu görüyoruz. Zaten ulusal güvenlik bürokrasisi de buna uygun olarak gücünü artırmaya başlamıştır. 1890’da Deniz Kuvvetlerindeki üst düzey askeri yetkililer, ABD’nin Kuzey Amerika’yı Avrupalı güçlerden korumak için gücünü mutlaka artırması gerektiŞi inancındaydı.24 
ABD’nin kendi çevresini doğal yayılma alanı görmesinin bir diğer örneğini Hawai’nin ilhak edilmesinde görüyoruz. McKinley ABD’nin en az California’ya ihtiyacı olduğu kadar Hawai’ye ihtiyacı olduğunu belirtmekten geri kalmıyordu.25 

Bilindiği gibi, küresel politika izleyen büyük güçler çıkarlarını kendi asgari güvenlik gereksinmelerinin üstünde belirleme ayrıcalıŞına sahiptir. ABD de bu 
konuda bir kural dışılık teşkil etmedi. Sahip olduğu kaynaklardan dolayı bu ülkenin büyük güç olmaktan kaçınamadığını ve ona uygun davrandığı görüyoruz. 
ABD’nin artan ekonomik gücüne paralel olarak başta Asya olmak üzere küresel ekonomik çıkarları önem kazanmıştır. Çünkü ABD’nin sanayileşmesine bir sonucu olarak, ülkenin ihtiyaçlarının ötesinde bir sermaye fazlasının ortaya çıkmıştı.26 
Bu anlayışın doğal bir sonucu olarak, Çin üzerindeki ekonomik nüfuz mücadelesine ABD de dâhil olmuştur. Nitekim McKinley dönemi Dışişleri Bakanı 
John Hay, XX. yüzyılın başında Amerikan dış politikasının geleceğinin Çin’de olduğu şeklinde bir hedef belirliyordu.27 Bu doğrultuda ABD’nin Çin’deki çıkarlarını korumak için Filipinlerde sağlam bir köprübaşı elde etme isteği Amerikan başkanı olan McKinley tarafından benimsendi ve McKinley Amerikan birliklerini ilk defa Batı Yarıküre dışarısına yolladı. Bu yüzden, Amerikalı tarihçi William Appleman Williams “Açık Yazgının” XX. Yüzyıldaki şeklinin hem laik hem de dini unsurlar içerdiğinin altını çizmekte çok haklıdır.28 

McKinley’in halefi Theodore Roosevelt de ilerici emperyalizm akımının oluşumunda ve güçlenmesinde etkin bir rol oynamış ve ABD’nin dünya gücü seviyesine yükselmesinde önemli pay sahibi olmuştur. Başkan Roosevelt ABD’nin bölgede jandarmalık görevi üstlenmesi gerektiğine inanıyordu.29 Nitekim 1903’te ABD’de ilk defa genelkurmay başkanlığının kurulduğunu görüyoruz.30 Roosevelt Kongre’yi oldukça hantal buluyor ve başkanın dış politikadaki belirleyiciliğinin daha da artmasını istiyordu. Roosevelt ile birlikte ABD reelpolitik anlamında gerçek bir dış politika kimliği kazanmaya başladığını görüyoruz. Dolayısıyla, Roosevelt’in saldırgan dış politikası güçlü bir başkan ortaya çıkarmış, aynı şekilde güçlü bir başkanın ortaya çıkışı daha saldırgan bir dış politikayı beraberinde getirmiştir.31 
Böylelikle, ABD Monroe Doktrini ile dış ilişkilerinde benimsediği çizgiyi yavaş yavaş aşmaya başlamıştır. 
Bu durum kendisini özellikle Latin Amerika’da göstermiştir. Monroe Doktrini’nin ihtiyatlı çizgisine karşılık, Roosevelt ABD’nin sahip olduğu ekonomik güçle 
Latin Amerika’yı nüfuz sahasına dönüştürmeyi amaçlamaktaydı.32 

Theodore Roosevelt ABD’nin sahip olduğu ekonomik gücün ABD’nin siyasi anlamda da bir dünya gücü olmasını ister istemez zorunlu kıldığını ve bundan 
vazgeçmenin ABD’nin aleyhine olacağının idrakine varmıştı. Bu bakımdan şu gerçeğin altını çizmek gerekir ki hangi geleneklerin etkisinde kalırsa kalsın bir 
ülkenin sahip olduğu dış politika potansiyeli, o ülkenin daha aktif bir dış politika izlemesi için gereken karar alıcıları zaman içerisinde yaratmaktadır. Dolayısıyla 
hiçbir başkan büyük güç olma statüsünden kolay kolay geri adım atmak istememiştir. Walter McDougall’a göre bu eylemlerden hiçbiri Amerikan halkından ve Kongre’den tepki almadı. Çünkü zaman içerisinde emperyalizm Amerikan dış politikasının çoktan kabul edilmiş bir geleneği haline gelmiş; hatta eski geleneklerin doğal bir ifadesiydi.33 

Woodrow Wilson ile birlikte Amerikan dış politikası farklı bir yön izlemeye başlamıştır. Artan gücü dolayısıyla ABD’nin Roosevelt çizgisine devam etmesi 
daha akla yatkındı. Buna karşın ABD, Woodrow Wilson gibi uluslararası ilişkiler düşüncesinin gelişimi açısından idealizme katkı sağlayan bir devlet adamını kendi içerisinden çıkarmayı başarmıştır. Wilson kendisinden önceki önemli sayıda insan gibi Amerikan topraklarının ve Amerikan ulusunun Tanrı tarafından seçilip görevlendirildiğini düşünüyordu.34 

Bu yüzden de Amerikan kıtaları söz konusu olduğu zaman, Amerikan müdahaleciliğinde bir değişme görülmemiştir. Bu doğrultuda Wilson Meksika, Nikaragua ve Haiti’ye askeri müdahalede bulunmaktan çekinmemiştir. 

Wilson siyasal felsefe olarak ABD’nin iki okyanusla korunmuş coğrafi konumunun ve cumhuriyetçi yönetim biçiminin bu ülkeye dünyaya barışı getirmek için bir misyon yüklediğini düşünüyordu.35 Wilson’ın düşündüğü, ABD’nin sahip olduğu böyle bir birikimi insanlığın ortak yararı için kullanmasıydı; çünkü 
ona göre devletlerin çıkarları dünya uluslarının çıkarlarından geçmekteydi. 36 

Woodrow Wilson, inşa etmek istediği yeni uluslar arası düzenin merkezi olarak Milletler Cemiyeti’ni görmek istiyordu. Fakat tüm çabalarına karşın, Wilson 
ABD’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesini Kongre’ye kabul ettiremedi. Çünkü birçok Kongre üyesi için ABD’nin dünya işleriyle daha aktif biçimde ilgilenmesi 
doğru değildi. Onların gözünde, Bolşevik Devrimi’nden sonra Avrupa ile Rusya’nın bulunduğu coğrafya adeta zehir saçmaktaydı.37 Bu sonuçta Senatör 
Lodge’un başını çektiği bir grup senatörün Başkan Wilson’a olan kişisel düşmanlığı da önemli bir rol oynadı.38 Bütün bu gerçeklere karşın, ABD ağırlığını iyice artıran uluslar arası dinamiklerin ne zamana kadar dışında tutabilirdi? 

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD’nin bir dünya gücü olmasında dış çevre koşullarının önemli bir etkisi olmuştur. Avrupa’nın ekonomik durumu Amerikan 
ekonomisini etkiledikçe artık ABD için dünya işlerine kayıtsız kalmak iyice zorlaşmaktaydı. Çünkü Amerikan ekonomisinin büyümesinde Avrupa’nın 
azımsanamayacak bir payı vardı. I. Dünya Savaşı sona erdiğinde Avrupalı devletlerin ABD’ye 3,5 milyar dolardan fazla borcu bulunmaktaydı.39 

1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ile en üst noktaya çıkan karşılıklı bağımlılık etkeninin I. Dünya Savaşı’ndan itibaren Amerikan dış politikasını ciddi biçimde 
etkilerinin olduğunu görüyoruz. Bu nedenle, ABD ile Avrupa’nın ekonomik ve siyasi istikrarını birlikte düşünmek gerekiyordu. ABD’nin yalnızcılık politikasını 
sürdürmesinin ne kadar güç olduğu gözler önüne serilmekteydi. Her ne kadar, ABD Milletler Cemiyeti’ne girmemiş olsa da, iki savaş arası dönemde kendisini 
dünya sorunlarından soyutlamayı başaramamıştır. ABD’nin Briand-Kellogg Paktı’na öncülük etmesi ve Washington Deniz Silahsızlanma Konferansı’na katılması bu gerçeğin göstergeleridir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıkan güç boşluğu, ABD yalnızcılığının gerçek anlamda sürdürülmesini olanaksız kılmıştır. 

ABD’nin II. Dünya Savaşına girmesine yol açan, Pearl Harbour saldırısı da Amerikan dış politikası açısından dönüm noktası niteliğinde olmuştur. Pearl 
Harbour ile birlikte ABD’nin savaşa girmesi bir çıkardan çok bir ilke sorunu haline gelmiştir. Pearl Harbour sonrasında Nazi Almanyası’nın ABD’ye savaş ilan 
etmesi, Amerikan dış politikasında yeni bir dönem başlatmıştır. Savaştan sonra Başkan Franklin Roosevelt ve Dışişleri Bakanı Cordell Hull yeni bir dünya kurma 
arzusuna girişmişlerdir. Birleşmiş Milletlerin merkezi olarak New York’un seçilmiş olması bunun en iyi göstergelerinden biridir. Avrupa’ya yönelik Marshall 
Planı’nın II. Dünya Savaşı’ndan sonra devreye sokulması ABD ile Avrupa arasındaki karşılıklı bağımlılığın tekrar altının çizilmesi bakımından önemliydi. ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, Marshall Planı ile ilgili 1947’de Harvard Üniversitesi’nde yaptığı ünlü konuşmasında, ABD’nin refahının Avrupa’da büyüyen bir ekonomiye bağlı olduğunun altını çiziyordu.40 

ABD’nin II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’na karşı oluşturulmuş koalisyona önderlik edip, onu zafere ulaştırması kendi kamuoyu ve dünya kamuoyu 
nezdinde ABD’nin belli bir misyonu olduğu inancını kuvvetlendirmiştir. Doğal olarak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı dünyası içerisinde bir güç boşluğunun 
belirmiş olması, ABD’nin bir daha terk etmemecesine dünya siyasetine etkin katılımına ortam hazırlamıştır. ABD’nin sahip olduğu ve daha önceki hiçbir küresel güce benzemeyen siyasal gelişimi, farklı dış politika sentezlerinin oluşumuna hizmet etmiştir. Wilsoncu idealizmin Soğuk Savaş ile etkileşime girmesi küresel iyilikseverlik (global meliorism) denilen dış politika akımını oluşturmuştur. 

Bu akımın savunucularına göre, dış politika uzun vadeli bir inşa faaliyetidir ve ABD bunu ancak bir bölgede yaşayan halkların çıkarlarını gözeterek sosyo ekonomik boyutlu araçlarla gerçekleştirebilir. Bu sentezin oluşumunda dış dünyadan gelen etki ve baskıların büyük etkisi olmuştur. Bu anlayış daha çok Demokratlar tarafından savunula gelmiştir. Bu anlayışa zaman zaman “yumuşak emperyalizm” de denmektedir.41 

Avrupalı güçlerin ABD’nin dünya politikasına girişine ortam hazırladığını rahatlıkla görmek mümkündür. Amerika kıtalarına yönelik Avrupa’dan gelen 
etkiler olmasaydı, Amerikan dış politikası daha uzun süreler yalnızcı kalmaya mahkûmdu Bu yüzden, ortaya çıkan tabloda Avrupalı güçlerin nüfuz politikalarının kışkırtıcı etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Bunun sonucunda da, “Açık Yazgı” ve Monroe Doktrini, bu ülkenin artan gücü ile birlikte yerini bölgesel yayılmacılığa dönüştü. Aynı zamanda ABD’nin sahip olduğu siyasal felsefe, dış politikasının farklı yönlere çekilmesi için uygun bir ortam yaratmıştır. 

ABD’nin ekonomik açıdan güçlenmesi, bu devletin reelpolitikçi davranarak dünya siyaseti izlemesine ortam hazırlamıştır. Ekonomik ölçütler bakımından 
geçen yüzyılın başında yeryüzünün en sanayileşmiş ülkesi haline gelen ABD bu ekonomik verileri dış politikasına yansıtmaktan ne kadar kaçınabilirdi? Çünkü 
güçlü bir devlet olarak ayakta kalabilmek, mevcut uluslararası politikanın işleyiş mantığına uyum sağlamaktan geçiyordu. Bu yüzden, Theodore Rooosevelt’in 
sahip olduğu dış politika vizyonu ABD’nin kapısını çalmakta fazla gecikmemiştir. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 1

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 1


Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü 

Gültekin Sümer* 
E-mail: bilgi@uidergisi.com 
Web: www.uidergisi.com 
 *Yrd. Doç. Dr., Maltepe Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Birliği Bölümü 

 Bu Makaleye atıf için: Sümer, Gültekin, “Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 5, Sayı 19 (Güz 2008), s. 119-144. 

Bu makalenin tüm hakları Uluslararası İlişkiler Konseyi Derneği’ne aittir. Önceden yazılı izin alınmadan hiç bir iletişim, kopyalama ya da yayın sistemi 
kullanılarak yeniden yayımlanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, satılamaz veya herhangi bir şekilde kamunun ücretli/ücretsiz kullanımına sunulamaz. 
Akademik ve haber amaçlı kısa alıntılar bu kuralın dışındadır. 

Aksi belirtilmediği sürece Uluslararası İlişkiler’de yayınlanan yazılarda belirtilen fikirler yalnızca yazarına/yazarlarına aittir. 
UİK Derneğini, editörleri ve diğer yazarları bağlamaz. 
Uluslararası İlişkiler Konseyi Derneği | Uluslararası İlişkiler Dergisi 
Söğütözü Cad. No. 43, TOBB-ETÜ Binası, Oda No. 364, 06560 Söğütözü | ANKARA 
Tel: (312) 2924108 | Faks: (312) 2924325 | Web: www.uidergisi.com | E- Posta: bilgi@uidergisi.com 


ULUSLARARASI İLİŞKİLER, Cilt 5, Sayı 19, Güz 2008, s. 119 - 144 
Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan 
Dış Politik Kültürü 
Gültekin SÜMER* 

ÖZET 

Amerikan dış politik kültürünü daha iyi anlayabilmek için Amerikan dış politikasının kökenlerine eğilmemiz gerekmektedir. ABD’nin sahip olduğu dış politik kültürün tek bir yüzünden bahsedilemez; farklı yüzleri bulunmaktadır. ABD sahip olduğu eşsiz konumla, yumuşak güç araçlarını etkili bir biçimde kullanarak klasik bir hegemonyacı bir güç olmak yerine dünyaya liderlik yapan bir güç olmayı amaç edinmiştir. 
Fakat dünya gücü olmanın gerekleri ile ABD’nin hegemonyacı eğilimlerinin birleşmesi ABD’nin sahip olduğu dış politik kültürün evrim geçirerek dış politikada bir Amerikan kültünün yaratılmasıyla sonuçlanmıştır. Bunda Soğuk Savaş yapılanmasının da önemli payı olmuştur. Bu durum, ABD’yi kökenlerinden uzaklaştırmış ve dış politikasını geri dönülmez bir noktaya getirmiştir. 


Giriş

Siyaset biliminde, siyaset ile siyasi kültür arasındaki baŞı iyi anlamak gerekmektedir. 
Çünkü siyaset, siyasi kültür süzgecinden geçerek oynanan bir oyun ve hayatiyet kazanan bir faaliyettir.1 Siyasi kültürün bu süzgeçlik işlevi son derece önemlidir. Siyasi kültürden söz edildiŞi zaman, ilk olarak anlaşılan iç politik kültürdür.

Etkisi iç siyasi kültür kadar yaygın olmamakla birlikte, dış politik kültürden bahsetmek de mümkündür. Dış politik kültürü bir devletin dış politikasına hâkim 
olan davranış kodu olarak tanımlayabiliriz. Dış politik kültürler, dış politika analizlerinde önemli bir yer işgal ederler. Bu değişken, dış politikanın tamamen 
rasyonellikle açıklanamayan yönünü ifade eder. Dış politikanın bu kültürel yönü, rasyonel sayılabilecek ortalama bir dış politikadan sapmalar konusunda 
açıklayıcı olabilir. Dış politika uğraş alanı olarak daha çok seçkinlere hitap eden bir alan olduğu için, dış politik kültürlerin etkisi iç politik kültürler kadar baskın 
hissedilmez. Dış politik kültürlerin etkili olmasında o ülkedeki kamuoyu seçkinlerinin büyük rolü vardır. Normal bir iç politik kültür gibi, dış politik kültürün oluşumu da zaman alır. 

Elbette her devletin belirgin bir dış politika kültürüne sahip olduğunu söyleyemeyiz. 
Her şeyden önce söz konusu ülkenin etkili bir dış politikasının bulunması gerekir. Bu gerçekleştiği takdirde, kökü derine inen dış politik kültürler bir devletin dış politikasında kendisini güçlü bir biçimde hissettirebilir. 
Bu durum dış politikanın kültürel veya ideolojik süzgeçten geçmesi durumuna işaret eder. Örneğin bazı devletlerin dış politik kültürlerinde Batı karşıtlığı 
önemli bir yer tutar. Bunların yanında, doğal olarak salt reelpolitik çıkar anlayışına dayalı olarak dış ilişkilerini yürüten ve herhangi bir geleneğin etkisinde olmayan devletler de söz konusudur. 

Dış politik kültürdeki en köklü değişim devrimlerde görülür. Devrimler, bir devletin dış politika referanslarını değiştirerek o devletin dış politik kültürünün 
yeniden oluşturulması anlamına gelir. Dış politika referanslarda görülen değişiklikler dünyanın yeniden tanımlanmasına işaret eder. İç politika dış politika ayrımı ortadan kalkar. Klasik al-ver tipi bir diplomasiden ayrılarak, aşkın değerlerle hareket etmek, biz-onlar şeklinde ayrımlar yapmak bu değişimdeki en bilinen referanslardır. Örneğin Bolşevik Devrimiyle birlikte Rus dış politik kültüründe köklü bir değişiklik olmuştur. Bolşevik Devriminden sonra yeni rejim, diplomasiyi uluslararası kapitalizmin bir maskesi olarak algılamıştır. Bu yüzden, dış ilişkilerden sorumlu halk komiseri Troçki, Bolşevik rejimi alışılmış düzenin dışına çıkartmak istemiştir. Bolşevik rejim, dış ilişkilerini klasik diplomasi aygıtıyla değil, parti aygıtı eliyle yürütmeye başlamıştı.2 
Nazi Almanyası da bu yansımanın en uç tipini göstermesi açısından önemli bir örnektir. 

Uluslararası politikanın birincil aktörü olan devletlerin dış politikalarında benzerlikler bulmak mümkündür. Uluslararası sistem analizleri, aktör davranışları konusunda ipuçları verir. Ancak izlediği dış politika bakımından farklılık gösteren bir devletin dış politikasını anlayabilmek için, o devletin içyapısına ve siyasal gelişimine bakmak gerekir. Dış politikayı etkileyen öğeleri James N. Rosenau “teori öncesi” (pre-theories) değişkenler olarak sınıflandırmaktadır. 
Rosenau bu değişkenleri kişi, rol, devlet, toplumsal ve sistemik olmak üzere 5 Grupta toplamıştır. Kişi değişkeni karar alıcıların belirleyiciliğine, rol değişkeni 
karar alıcıların bulundukları pozisyonlara uygun davranma eğilimlerine, devlet değişkeni devlet yapısının karar alıcıları ne derece sınırlandırdığına, toplumsal 
değişken bir toplumun sahip olduğu değerlerin, ulusal bütünlük düzeyinin ve sanayileşme derecesinin o devletin dış ilişkilerinin etkisine, son olarak sistemik 
değişken bir devletin dış dünyadan gelen coğrafi ve ideolojik etkilere ne kadar açık olduğuna işaret eder.3 Bu çalışmada bizi asıl ilgilendirecek olan kişi, 
toplumsal ve sistemsel değişkenlerin ABD’nin dış politikasının gelişiminde ne derece etkili olduğudur. 

Demokratik rejimleri ele alırsak, bu rejimler ne kadar demokratik olursa olsunlar, siyasal gelişimleri bakımından büyük farklılık gösteririler. Devletlerin iç 
politik süreçleri gibi dış politik süreçleri de birbirine benzemez. Her devletin kendine özgü bir dış politika gerçeği vardır; çünkü her şeyden önce hiçbir devlet 
kendisini çevreleyen dış dünyadan aynı derecede etkilenmez. Bu etkileşimde, devletlerin iç politik gelişim süreçlerine kadar giden nedenler bulmak mümkündür. 
Doğal olarak da, bir devlet kuruluşundan itibaren gücü ve ideolojinin etkisiyle daha aktif bir dış politika izleyebilir. İç politik yapıların dış politikaya olan 
etkileri bakımından Amerikan dış politikası bizi yakından ilgilendirmektedir. 

Çünkü Amerikan siyasal rejiminin kendine özgü değerleri kuruluşundan itibaren dış politikasına yansımakta gecikmemiştir. Kendine özgü siyasi gelişimi gereği 
ABD uzun bir süre etkili bir dış politika izlemekten uzak durmuştur. Bu bakımdan ABD’nin dünya gücü statüsüne yükselişinin altında yatan nedenleri büyüteç 
altına almak zorundayız. Çünkü ABD’nin dünya gücü olma statüsüne yükselmesi realist anlamda rasyonel bir seyir izlememiştir. Amerikan dış politikasının 
özgünlüğünü araştırırken aklımıza şu sorular gelmektedir: Eğer bugünkü ABD’yi oluşturan topraklarda ABD olmasaydı, yerine gelecek gücün veya devletin dış 
politikasında neler farklı olurdu? Benzer bir şekilde, Amerikalıların çevresinde sömürgeci güçlerin bulunmadığı bir kıtaya göç etmesi durumunda Amerikan dış 
politikası nasıl bir şekil alırdı? Bu sorular ABD’nin bugünkü statüsüne ulaşmasının bir tercih mi yoksa bir zorunluluk mu olduğu konusu üzerinde odaklanmaktadır. 

Amerikan Dış Politikasının Gelenekleri ABD’nin İngiltere’ye karşı verilen bağımsızlık savaşının yanı sıra bir siyasal felsefe ile kurulmuş olması, onu herhangi bir değer içermeyen bir dış politikadan farklı kılmış; ona büyük bir özgüven vermiştir. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin evrensel nitelikte olan karakteri de, ABD’yi kuranların ABD’nin özgün karakterine olan inançlarını kuvvetlendirmiştir. Bu özgün karakterde din çok önemli bir yere sahipti. Çünkü din ABD’nin siyasi kültürünün yapı taşlarından biri olmuştur. Bu siyasal kültürün ana unsuru olan Püritenler, ABD’yi her türlü dinsel baskıdan kurtuldukları ve kendi inançlarına göre oluşturacakları bir ülke olarak görmekteydiler. Bağımsızlığın kazanılmasından önce de, Amerikalılar Tanrı’yı gerçek kralları olarak görmekteydiler.4   

ABD’nin kuruluş felsefesinde, dinsel ve siyasal özgürlükler biri olmadan diğerinin düşünülemeyeceği tamamlayıcı değerler olarak algılanmıştır.5 
ABD’nin kurucu babalarından Thomas Jefferson, Amerikalıların Tanrının seçilmiş halkı olduğu inancındaydı.6 
Bu yüzden Jefferson, ABD’yi kuran 13 koloniden oluşan toprakların genişlemesinin son derece doğal olduğunu düşünüyordu.7 ABD’nin Kurucu Babalarından James Madison da, ABD’nin kuruluşundan önceki dönemi, “ Kaba kuvvetin egemen olduğu karanlık çağ ” olarak nitelendirmekteydi.8 Keza daha sonraki başkanlardan John Adams, ABD’nin bütün Kuzey Amerika’ya hâkim olmak istemesinin ABD’nin doğal bir hakkı olduŞuna inanmaktaydı.9 Adams’a göre Kuzey Amerika ile Amerika kıtası aynı anlama geliyordu.10 Adams Tanrı’nın ABD’yi özellikle kutsadığını ve Amerikan dış politikasının hakiki gidişatının ancak böyle anlaşılabileceğini düşünüyordu.11 Bu eşsizliğin bu devletin dış politikasına yansımasını, ABD’nin kurucusu George Washington’ın görevden ayrılırken yayınladığı veda mesajında görüyoruz. 

Washington mesajında, doğası itibariyle Avrupa siyasetinin Amerika’ya yabancı olduğunu belirterek, ABD’nin ileride Avrupalı güçlerle aynı ittifak içersinde 
yer almaktan uzak durması gereğinin altını çiziyordu.12 
İşte, ABD’nin eşsiz olduğu inancının, yeni kurulan her devletin bir süre sonra kazandığı güvenlik arzusu birleşmesi kendisini tek taraflılık (unilateralism) 
şeklinde gösterdi. Bu tek taraflılığın en açık şekli, 1823’te Başkan James Monroe’nun ilan ettiği Monroe Doktrini’nde görülmektedir. Monroe Doktrini’nin 
temeli, Eski Dünya olarak adlandırılan Avrupa ile Yeni Dünya olan Amerika’nın kalın çizgilerle birbirinden ayrılmasına dayanır. Monroe Doktrini’nin altında 
yatan felsefeye göre, çalkantıyı temsil eden Avrupa kıtası Amerika kıtasından uzak tutulmalıydı. Monroe Doktrini ile ABD, aynı zamanda Avrupalı sömürgeci 
güçlerin Amerika kıtalarındaki nüfuzunu sona erdirmek ve kendi nüfuzunu pekiştirmek amacındaydı. ABD’nin Monroe Doktrini’ni ilan etmesine İngiltere’nin 
ön ayak olduğunu söylemek yanlış olmaz. İngiltere, Amerika kıtalarının sunduğu ekonomik kazançları diğer Avrupalı güçlerle paylaşmamak için ABD’ye Amerika 
kıtalarının diğer Avrupalı güçlerin nüfuzuna karşı korunması teklifinde bulundu.13 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

1 Eylül 2019 Pazar

Güvenlik Algılaması ve Uluslararası İlişkiler Teorilerinin Güvenliğe Bakış Açıları. BÖLÜM 4

Güvenlik Algılaması ve Uluslararası İlişkiler Teorilerinin Güvenliğe Bakış Açıları. BÖLÜM 4



Sonuç., 

Soğuk Savaş ın sona ermesiyle başlayan dönemde yaşanan gelişmeler her alanda olduğu gibi güvenlik çalışmaları alanında da değişikliklerin yaşanmasına 
neden olmuştur. İki kutuplu dünya düzeni çökmüş, ABD nin hegemonya olduğu çok kutuplu yeni bir uluslararası yapı oluşmuştur. 

Bilim ve teknoloji alanındaki ilerlemelere küreselleşmenin getirdiği bir takım dayatmaları da eklediğimizde ortaya oldukça karmaşık ve çok boyutlu bir güvenlik algılaması çıkmaktadır. 

Güvenlik kavramının uluslararası ilişkiler teorileri arasında farklı bakış açılarıyla değerlendirilmiş ve o yönde yorumlanmıştır. 
Bir tarafta güvenlik algılamasında devlet merkezli askeri güç odaklı yaklaşımlar ağırlık kazanırken diğer yanda devlet dışı aktörlerin merkeze alındığı ekonomik 
gücü odak almış yaklaşımlar öne çıkmaktadır. 

Güvenlik algılaması kavramı, uluslararası ilişkiler alanında hangi teori üzerinden incelenirse incelensin giderek önem kazanmakta ve halen üzerinde yoğun 
çalışmalar yapılmaktadır. 


KAYNAKÇA 

Arı, T. (2011). Uluslararası İlişkiler Teorileri: Çatışma, Hegemonya, İşbirliği. (7. Baskı). Bursa: MKM Yayıncılık. 
Ayman, G. (2001). Neo-realist Bir Perspektiften Soğuk Savaş Sonrası Yunan Dış Politikası Güç Tehdit ve İttifaklar. Ankara: SAEMK Yayınevi. 
Baldwin, D. A. (1997). The Concept of Security. Review of International Studies. (23). s 
Balkız, B.(2008). Frankfurt Okulu ve Eleştirel Teori: Sosyolojik Pozitivizmin Eleştirisi. Sosyoloji Dergisi. (S. 12). s 
Baylis, J. ve Smith, S. (2005). The Globalization of World Politics: An Introduction to International Studies. New York: Oxford University Press. 
Bellamy, I. (1981). Towards a Theory of International Security. Political Studies. (29/1) s 
Booth, K. (1997). Security and Self: Reflections of a Fallen Realist. Critical Security Studies: Concepts and Cases. s 
Booth, K. (2003). Güvenlik ve Özgürleştirme. Avrasya Dosyası Güvenlik Bilimleri Özel.(Çev. Çiğdem Şahin). 9 (2). s 
Buzan, B. (1991). People, States and Fear: An Agenda for International Security Studies in the Post-Cold War Era. Great Britain: Harvester Wheatsheaf. 
Buzan, B., Waever, O. (2003). Regions and Powers: The Structure of International Security. Cambridge: Cambridge University Press. 
Buzan, B., Waever, O. ve de Wilde, J. (1998). Security: A New Framework for Analysis. Colorado: Lynne Rienner Publishers Inc. 
Bottomore, T. (2002). Marksist Düşünce Sözlüğü. (Çev: Meral Özbek). İstanbul: İletişim Yayınları. 
Collins, A. (2007). Contemporary Security Studies. New York: Oxford University Press. 
Çakmak, C. (2006). Realist Teori, Uluslararası İlişkilere Etkisi ve Kritiği. Kamu Hukuku Arşivi Dergisi. (S. 9). s 
Çetin, H. (2002). Liberalizmin Tarihsel Kökenleri. Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi. (C. 3). (S. 1). s 
Çomak, H.(2009). Uluslararası İlişkilere Giriş: Teorik Bakış. Kocaeli: Umuttepe Yayınları. 
Dant, T. (1991). Knowledge, Ideology and Discourse: A Sociological Perspective London: Routledge Press. 
Dedeoğlu, B. (2008). Uluslararası Güvenlik ve Strateji. İstanbul: Yeniyüzyıl Yayınları. 
Demir, S. (2009). Avrupa Güvenlik Mimarisinin Tarihsel Gelişimi ve Türkiye nin Bu Güvenlik Mimarisindeki Yeri. Güvenlik Stratejileri Dergisi. (S. 9). s 
Forde, S. (1995). International Realism and The Science of Politics: Thucydides, Machiavelli and Neorealism. International Studies Quarterly. 39 (2). s 
Jackson, R. ve Sorensen, G. (2010). Introduction to International Relations: Theories and Approaches. New York: Oxford University Press. 
Jervis, R. (1978). Cooperation under the Security Dilemma. World Politics. 30 (2) s 
Karacasulu, Z. N. (2006). Security and Globalization in the Context of International Terrorism. Review of International Law and Politics. 2 (5). s 
Karacasulu, Z. N. (2011). Bölgesel Güvenlik Analizi Afganistan. İstanbul: Beta Yayınları. 
Knutsen, T. L. (1992). A History of International Relations Theory: An Introduction. Manchester: Manchester University Press. 
Kolodziej, E. A. (2005). Security and International Relations. New York: Cambridge University Press. 
Korab-Karpowicz, W. J. (2006). How International Relations Theorists Can Benefit By Reading Thucydides. The Monist. 89 (2). s 
Luciani, G. (1989). The Economic Content Of Security. Journal of Public Policy. (S.8). s.149-158. 
Morrow, R. ve Brown, D. (1994). Critical Theory and Methodolog.London: Sage Press. 
Nicholson, M. (1989). Formal Theories in International Relations. Cambridge: Cambridge University Press. 
Oğuzlu, T. (2007). Dünya Düzenleri ve Güvenlik: Ulus-Devlet Güvenlik Anlayışı Aşılıyor mu? Güvenlik Stratejileri Dergisi. (S.6). s. 7-42. 
Özcan, G. (2006). Türkiye de Siyasal Rejim ve Güvenlikleştirme Sorunsalı. İktisat, Siyaset, Devlet Üzerine Yazılar. İstanbul: Bağlam Yayınları. s. 355-378. 
Özerdem, A. (2007). İnsani Güvenlik. 25/01/2012 tarihinde 
http://wwwm.coventry.ac. uk/researchnet/cprs/turkey/conference/documents/cprsinsani-Guvenlik.pdf   Adresinden alındı. 
Shimko, K. L. (1992). Realism, Neorealism and American Liberalism. The Review of Politics. 43 (127). s. 5-19. 
Sönmezoğlu, F. (1995). Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi. İstanbul: Filiz Kitabevi. 
Sönmezoğlu, F. (2000). Uluslararası İlişkiler Sözlüğü. İstanbul: Der Yayınları 
Stone, A. (1994). What Is a Supranational Constitution? An Essay in International Relations 
Theory. The Review of Politics. 56 (3). s. 441-473. 
Theiler, T. (2003). Societal Security and Social Psychology. Review of International Studies. 29 (2). s. 249-268 
Uğrasız, B. (2003). Uluslararası İlişkilerde İki Farklı Yaklaşım: İdealizm ve Realizm. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 5 (2). s.139-145. 
Viotti, P. R. ve Kauppi, M. V. (1993). International Relations Theory: Realism, Pluralism, Globalism. New York: Macmillan Publishing 
Walt, S. M. (1991). The Renaissance of Security Studies. International Studies Quarterly. 35 (2). s. 211-239. 
Waltz, K. N. ve Quester, G. H. (1982). Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Dünya Siyasal Sistemi. (Çev. Ersin Onulduran). Ankara: SBF Yayınları. 
Yılmaz, S. (2007a). Güçsüz Güç. Güvenlik Stratejileri Dergisi. (S. 5). s. 67-104. 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler Sayı: 2 / Aralık-Ocak-Şubat 12-13 259
Yılmaz, S. (2007b). 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat. (2. Baskı). İstanbul: Milenyum Yayınları. 
Yurdusev, A. N. (2006). Thomas Hobbes and International Relations: From Realism to Rationalism. 
Australian Journal Of International Affairs. 60 (2) s. 305-321. 260 Sayı: 2 /Aralık-Ocak-Şubat 12-13 


DİPNOTLAR;


1 Booth, K, (1997). Security and Self: Reflections of a Fallen Realist. Critical Security Studies: Concepts and Cases, s 83 
2 Bkz: Buzan, B, (1991). People, States and Fear: An Agenda for International Security Studies in the Post-Cold War Era. Great Britain: Harvester Wheatsheaf. 
3 Luciani, G, (1989). The Economic Content Of Security. Journal of Public Policy, 8: 151
4 Bellamy, I, (1981). Towards a Theory of International Security. Political Studies.29/1: 102
5 Kolodziej, E, A, (2005). Security and International Relations. New York: Cambridge University Press. 
6 Demir, S, (2009). Avrupa Güvenlik Mimarisinin Tarihsel Gelişimi ve Türkiye nin Bu Güvenlik Mimarisindeki Yeri. Güvenlik Stratejileri Dergisi. 9 :11 
7 Bkz: Dedeoğlu, B, (2008). Uluslararası Güvenlik ve Strateji. İstanbul: Yeniyüzyıl Yayınları. 
8 Yılmaz, S, (2007a). Güçsüz Güç. Güvenlik Stratejileri Dergisi. 5: 70; 
9 Booth, K, (2003). Güvenlik ve Özgürleştirme. Avrasya Dosyası Güvenlik Bilimleri Özel.(Çev. Çiğdem Şahin). 9(2): 59; 
10 Bkz: Buzan, B, a.g.e. 
11 Bkz: Dedeoğlu, B, a.g.e. 
12 Baldwin, D, A, (1997). The Concept of Security. Review of International Studies.23:14 
13 Karacasulu, Z, N, (2011). Bölgesel Güvenlik Analizi Afganistan. İstanbul: Beta Yayınları. (sayfa no yok) 
14 Walt, S, M, (1991). The Renaissance of Security Studies. International Studies Quarterly. 35(2):213  
15 Oğuzlu, T, (2007). Dünya Düzenleri ve Güvenlik: Ulus-Devlet Güvenlik Anlayışı Aşılıyor mu? Güvenlik Stratejileri Dergisi. 6:13-14 
16 Bkz: Karacasulu, Z, N, a.g.e. 
17 Özerdem, A, (2007). İnsani Güvenlik. http://wwwm.coventry.ac.uk/researchnet/CPRS/Turkey/conference/Documents/CPRSInsaniGuvenlik.pdf . 
     (Erişim Tarihi: 25/01/2012).
18 Bkz: Karacasulu, Z, N, a.g.e. 
19 Theiler, T, (2003). “Societal Security and Social Psychology”. Review of International Studies.29(2): 251.
20 Karacasulu, Z, N, (2006). “Security and Globalization in the Context of International Terrorism”. Review of InternationalLaw and Politics. 2(5): 2;
21 Arı, T, (2011). Uluslararası İlişkiler Teorileri: Çatışma, Hegemonya, İşbirliğiBursa: MKM Yayıncılık.
22 Bkz: Baylis, J, ve Smith, S, (2005). The Globalization of World Politics: An Introduction to International Studies.New York:Oxford University Press. 
23 Bkz: Yılmaz, S, (2007b). 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat. İstanbul: Milenyum Yayınları.
24 Uğrasız, B, (2003). Uluslararası İlişkilerde İki Farklı Yaklaşım: İdealizm ve Realizm. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 5(2): 140  
25 Bkz: Sönmezoğlu, F, (2000). Uluslararası İlişkiler Sözlüğü. İstanbul: Der Yayınları. 
26 Bkz: Yılmaz, S, a.g.e. 
27 Bkz: Knutsen, T, L, (1992). A History of International Relations Theory: An Introduction. Manchester: Manchester University Press. (sayfa no yok) 
28 Bkz: Collins, A, (2007). Contemporary Security Studies. New York: Oxford University Press. 
29 Stone, A, (1994). What Is a Supranational Constitution? An Essay in International Relations Theory. The Review of Politics. 56(3) 449: 
30 Sönmezoğlu, F, (1995). Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi. İstanbul: Filiz Kitabevi. 
31 Bkz: Arı, T, a.g.e. 
32 Shimko, K, L, (1992). Realism, Neorealism and American Liberalism. The Review of Politics. 43 (127): 
33 Korab-Karpowicz, W, J, (2006). '' How International Relations Theorists Can Benefit By Reading Thucydides. '' The Monist. 89(2): s 
34 Yurdusev, A, N, (2006). Thomas Hobbes and International Relations: From Realism to Rationalism. Australian Journal Of International Affairs. 60(2): s Bkz: 
35 Arı, T, a.g.e. 
36 Bkz: Karacasulu, Z, N, a.g.e. 
37 Bkz: Arı, T, a.g.e. 
38 Bkz: Viotti, P, R, ve Kauppi, M, V, (1993). International Relations Theory: Realism, Pluralism, Globalism.New York: Mac-millan Publishing. 
39 Bkz: Arı, T, a.g.e. 
40 Bkz: Arı, T, a.g.e.
41 Bkz: Waltz, K, N, ve Quester, G, H, (1982). Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Dünya Siyasal Sistemi.(Çev. Ersin Onulduran).Ankara: SBF Yayınları.  
42 Bkz: Jackson, R, ve Sorensen, G, (2010). Introduction to International Relations: Theories and Approaches. New York: OxfordUniversity Press. 
43 Çakmak, C, (2006). “Realist Teori, Uluslararası İlişkilere Etkisi ve Kritiği”. Kamu Hukuku Arşivi Dergisi.9:s.44.
44 Bkz: Ayman, G, (2001). Neo-realist Bir Perspektiften Soğuk Savaş Sonrası Yunan Dış Politikası Güç Tehdit ve İttifaklar. Ankara:SAEMK Yayınevi. 
45 Nicholson, M, (1989). Formal Theories in International Relations. Cambridge: Cambridge University Press.
46 Jervis, R, (1978). “Cooperation under the Security Dilemma”. World Politics. 30(2):s. 168.
47 Forde, S, (1995). “International Realism and The Science of Politics: Thucydides, Machiavelli and Neorealism”. InternationalStudies Quarterly.39(2): s.142.
48 Bkz: Çomak, H, (2009). Uluslararası İlişkilere Giriş: Teorik Bakış. Kocaeli: Umuttepe Yayınları
49 Bkz: Bottomore, T, (2002). Marksist Düşünce Sözlüğü. (Çev: Meral Özbek). İstanbul: İletişim Yayınları. 
50 Bkz:Dant, T, (1991). Knowledge, Ideology and Discourse: A Sociological Perspective.London: Routledge Press. 
51 Balkız, B,(2008). “Frankfurt Okulu ve Eleştirel Teori: Sosyolojik Pozitivizmin Eleştirisi”. Sosyoloji Dergisi. 12: s.137.
52 Morrow, R, ve Brown, D, (1994). Critical Theory and Methodolog . London: Sage Press. (sayfa no yok)
53 Çomak, H, a.g.e. (sayfa no yok)
54 Demir, S, a.g.e. (sayfa no yok)
55 Çomak, H, a.g.e. (sayfa no yok)
56 Yılmaz, S, a.g.e. (sayfa no yok)
57 Bkz: Yılmaz, S, a.g.e. 
58 Bkz: Arı, T, a.g.e. 
59 Çetin, H, (2002). “Liberalizmin Tarihsel Kökenleri”. Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi. 1: s.80.
60 Bkz: Baylis, J, ve Smith, S, a.g.e. 
61 Bkz: Yılmaz, S, a.g.e. 
62 Bkz: Arı, T, a.g.e. 
63 Bkz: Buzan, B, Waever, O, ve de Wilde, J, (1998). Security: A New Framework for Analysis. Colorado: Lynne Rienner Publishers Inc. 
64 Bkz: Buzan, B, Waever, O, (2003). Regions and Powers: The Structure of International Security. Cambridge: Cambridge University Press. 
65 Özcan, G, (2006). Türkiye de Siyasal Rejim ve Güvenlikleştirme Sorunsalı. İktisat, Siyaset, Devlet Üzerine Yazılar. 356; 


21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

https://21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/guney-kafkasya-iran-pakistan-arastirmalari-merkezi/21-yuzyilda-sosyal-bilimler-dergisinin-2-sayisi-cikti


*****

Güvenlik Algılaması ve Uluslararası İlişkiler Teorilerinin Güvenliğe Bakış Açıları. BÖLÜM 3

Güvenlik Algılaması ve Uluslararası İlişkiler Teorilerinin Güvenliğe Bakış Açıları. BÖLÜM 3




   Onlara göre ekonomi politik, ekonomik kategorileri ve olguları nasıl doğal gerçeklikler olarak alıyor idiyse, sosyolojik-pozitivizm de toplumsal olguları 
doğrudan gözleme açık olan yönleriyle, yani göründükleri halleriyle inceleme konusu yapıyor ve bu olguların tarihsel olarak kurulmuş gerçeklikler olduğunu 
göz ardı ediyordu 51. Frankfurt Okulu nun eleştirel teorisinin ayırt edici özelliği, mevcut işbölümü sistemi ile bu sistemin hizmet ettiği, gizlediği ya da 
maskelediği toplumsal çıkarları sorgulamaya tâbi tutmasıdır. Bir teorinin eleştirel olması, onun muhalif ve sorgulayıcı bir analiz yöntemine dayandığı anlamına gelir. Eleştirel teori, sosyal ilişkilere içkin olan ideolojik yanılsamaları ortaya çıkarmayı ve sosyal gerçekliğe ilişkin yanlış açıklamalar ortaya koyan teorileri eleştirel bir analize tâbi tutmayı amaçlar. Bu teorinin diğer bir özelliği ise, kendi kendisi üzerinde düşünebilmesi (self-refleksivite) ve kendi kendisinin farkında olmasıdır. Başka bir söyleyişle o, hem toplumun tarihsel gelişimi içindeki köklerinin hem de toplumsal dönüşümde oynadığı rolün farkındadır 52. 

Frankfurt Okulu düşünürlerinin eleştirdikleri konuları genel olarak şu şekilde özetleyebiliriz: Okulun ilk nesil üyeleri, klasik Marksizmin birçok konuda günümüz toplumlarını açıklamakta yetersiz kaldığını belirtmişlerdir. Marksizmde kullanılan altyapı-üstyapı kavramlarının artık iç içe geçtiğini, yani ekonomi ile politikanın bütünleştiğini öne sürmüşler ve ekonomi yaklaşımının yetersiz kaldığını iddia etmişlerdir. Onların dışarıda bıraktıkları kültür öğeleri ve Bolşevik radikalizmi diğer eleştiri konuları olmuştur. Kapitalizm eleştirisinin temelinde ise kültür endüstrisi kavramı yatmaktadır. 

Buna göre; kapitalist güçler popüler kültürü, yani radyo, televizyon, kitap, magazin, gazeteleri, popüler müziği meydana getiren tüm faaliyet ve 
düzenlemelerle, kültürel organizasyonları standartlaştırarak kendi egemenliğini pekiştirirler. Kısacası; tek tip ve üretmeyip tüketen bireyler yetişirler. 
Moderniteyi de, aklı dogmalardan kurtarmaya çalışırken, asıl aklın kendisini dogmaya dönüştürdüğü yönünde eleştirmişlerdir ki bu iki eleştirel düşünce 
daha sonra postmodernizm teorisine kaynaklık etmiştir 53. Dünyaya olgular ve şey ler dünyası olarak bakan Pozitivist teoriye göre; belirli olay ve olguları 
açıklamak için duyu-veri kullanılarak tümevarımsal yöntemle yasalara ulaşılır ve bu yasalar sosyal dünyayı açıklardı. Frankfurt düşünürleri ise insana ve 
doğaya ait bilgilerin bu denli şey leştirilmesine ve bilginin tekelleşmesine şiddetle karşı çıkmışlardır 54. Realizmin uluslararası sistemi bir devletlerarası 
sistem olarak algılaması ve güvenlik konusunu merkeze alan çözümlere gitmesi ile bu çözümlemelerde güç ve çıkar ı en esaslı unsurlar olarak ön plana 
çıkarmasına tepki göstermişlerdir. 
Yapının ve davranışın nasıl ortaya çıktığı konusunda çalışmalarının odak noktası, realizm gibi insanların değiştiremeyeceği kanunlar yapmak değil, yapıların altında kalanları özgürleştirmek amacında olmuşlardır 55. 
Yine realizm ve neorealizm gibi teorilerin zengin Batılı devletlerin çıkarlarına hizmet eden mevcut durumu koruma amaçlı olarak üretildiğini düşünen birçok eleştiri teorisyeni mevcuttur 56. 

Eleştirel Kurama göre gücün üç boyutu vardır: 

Birinci boyut, açıkça, başka bir devleti istenilen yöne sevk etmek için uygulanan üzerinde güç, 

İkinci boyut, güçlü tarafın gündemleri belirlediği, göze açıkça çarpmadan uygulanan; daha edilgen, fakat örgütleyici bir yönü olan gizli güç, 

Üçüncü boyut, maddi yönleri ile belirli özendirme ve sınırlandırma sistemleri oluşturarak, tarafların ilişkilerini koşullandıran yapısal güç tür 57. 

Bütün uluslararası ilişki teorilerinin belirli siyasi amaçları haklı çıkarmak veya desteklemek amacıyla oluşturulduğunu belirtmişlerdir. 

Ayrıca, eleştirel teorisyenler insanların daha serbest bırakılması gerektiğini ve devletlerin tek görevinin hizmetlerin ve bireylerinin güvenliğini sağlamak 
olduğunu savunmuşlardır. Kendi içerisinde de ciddi görüş ayrılıkları bulunması, siyasi baskılar, takım çalışmasından ziyade bireysel çabaları tercih etmeleri gibi sebepler yüzünden eleştirdikleri kuramı sarsmışlar ancak yerine alternatif gösterememişlerdir. Dolayısıyla ne bağımsız bir anlayış olarak kabul görmüşler, ne de eleştirdikleri sistemin içine dâhil edilmişlerdir. Uluslararası ilişkiler konusundaki katkıları da bu tartışmayla yakından ilgilidir. 

Onların devlet anlayışlarında, tek fonksiyon güvenliği sağlamaktır. Ancak bunun nasıl olacağına hiç değinmemişlerdir. Bu belki de en önemli eksiklikleri olmuştur. Liberalizm ve Güvenlik Liberalizm, bir ideoloji olarak özellikle İngiltere ve ABD de 18. ve 19. yüzyıl siyasal ve ekonomik düşünce tarihinde etkili olmuştur. Klasik liberal düşünce, eşitlik, rasyonellik, özgürlük ve mülkiyet kavramları üzerine inşa edilmiştir. 

Liberalizm akımının öncüsü John Locke ( ) tur. Daha sonra da David Hume, Adam Smith, Montesquieu, Voltaire ve Kant bu akımın gelişmesinde önemli 
rol oynamışlardır. Liberalizm, aydınlanma çağı ( ) düşünürlerinin temel felsefelerini oluşturmuştur. Yukarıda da adını saydığımız düşünürler aydınlanma 
yoluyla insanın özgürleşeceğine inanmaktaydılar. Politik alandaki bu özgürlük anlayışı kısa sürede ekonomik alanda da etkisini göstermiştir 58. 

Liberalizm, Batı Avrupa da ortaçağ düzeninin çözülmesiyle doğmuştur. Ortaçağ düzeni, Roma İmparatorluğunun yıkılışıyla oluşan otoritelerin kendi alanlarında hâkim olduğu, kilisece tanımlanmış uhrevi ve hemen hemen dünyevi alanlarda, nüfuzunu rakipsizce gerçekleştirdiği ve kilisenin kutsadığı imparatorun diğer otoritelerce tanındığı bir düzendir. Bu düzen, papa, imparator ve yerel güçlerin karşılıklı bağımlılığına dayanmaktadır. Kilise, diğerlerinin otorite ve iktidarlarının meşruiyet kaynağı olarak dinsel ilkeler sunan aşkın güçtür. Dinsel meşruiyet bu dönem iktidar söylemlerinin temelidir 59. 

Liberalizm teorisinde insan mükemmel bir varlık olarak tanımlanmıştır. 

Bu mükemmelliğin gelişmesi için demokrasinin ve sürekli bir gelişme anlayışının gerekliği olduğu savunulmuştur 60. 

Liberaller savaşı uluslararası ilişkilerin doğal bir gereği olarak gören realistlere karşıdırlar. Liberallere göre ilişkiler savaşla değil işbirliği ile dengelenmelidir. 
Liberaller için de askeri güç önemlidir ancak realistler kadar ön planda değildir. Liberaller, uluslararası ilişkilerde aktör olarak yalnızca devleti görmemektedirler. 
Çok uluslu şirketler, ulus aşan sivil toplum kuruluşları ve uluslararası organizasyonlar da aktörler listesine dâhil edilmektedir. 

Bu kapsamda devlet sadece çıkarları peşinde koşan kendi içinde bir bütün veya birleşmiş aktör değil, ona yön veren kendi çıkarları peşindeki bürokratik organizasyonların toplamıdır 61. 

Liberal düşünceye göre, demokratikleşme ve özgürlüklerin genişletilmesi bireylerin zenginleşmesini teşvik etmektedir. Ticaret, insanlığın birbirine bağımlı 
hale gelmesiyle savaş ve çatışmanın maliyetinin artmasına yol açtığı gibi barış, refah ve adaletin sağlanmasına yönelik uluslararası işbirliğinin ortaya 
çıkmasını da kolaylaştırmaktadır. Liberal devlet anlayışına göre, devlet ve birey arasında benzerlikler bulunmaktadır. Onlara göre tüm bireyler eşit olarak 
yaratılmıştır ve doğuştan gelen özgürlük, yaşama, mutlu olma gibi hakları vardır. Devletin var olma sebebi bireylerin bu haklarını korumaktır. 

Devlet de bireyler gibi var olma, bağımsızlık, çıkarlarını koruma gibi haklara sahiptir 62. Liberaller askeri gücü göz ardı etmemiş ancak ekonomik gücün 
ön plana çıkmasını sağlamışlardır. O dönemde gelişen iktisat bilimi de buna destek olmuştur. Liberal düşünce sisteminde güvenlik kavramı ülke toprakları nın savunulması ve ülkenin bekasının sağlanmasına yönelik yürütülen askeri faaliyetlerden daha fazlasını ifade etmektedir. İki kutuplu dünya düzeninin yerini çok kutuplu dengeler sistemine bırakmasıyla güç kavramı ve dolayısıyla güvenlik olgusu yeniden yorumlanmış; kapsamları genişletilmiştir. 

Bu kapsamda; mevcut askeri boyutun yanı sıra siyasi, ekonomik, sosyal ve teknolojik boyutlar önem kazanmıştır. Liberalizm, bu yeni dünya düzeninde 
güç dengesini, geniş özgürlükler yelpazesinde ve ekonomik yapılanmada bulmaktadır. Bu bağlamda gelecekteki yeni güvenlik ortamı ülkelerin küresel 
terörizm ile mücadele etme, demokratikleşme ve ekonomik kalkınmalarını gerçekleştirmelerine bağlı olacaktır. 

Kopenhag Ekolü ve Güvenlik 

Berlin Duvarının yıkılması, Sovyetler Birliği nin parçalanması, etnik ve ülke içi karışıklıklar gibi sosyo-politik olayların etkilemesiyle beraber güvenlik 
çalışmalarının içinde neorealistlerin güvenlik kavramsallaştırmasının, tehdit içerikleri ve insan yaşamının devamlılığı konusunda yeterince geniş olup 
olmadığıyla ilgili tartışmalar ortaya çıkmıştır. 
Neorealistlere göre, ayrıcalıklara sahip olan devlet, bireysel, toplumsal ve hatta insanlığın tamamını kapsayan seviyede önem ihtiva eden insan güvenliğiyle 
ilgili problemlerin belirlenmesinde yetersiz kalmaktadır. 

Bu dönemde ortaya çıkan Kopenhag Ekolü, erken dönem çalışmalarında dar veya geniş güvenlik kapsamı konusundaki tartışmalarla ilgili olarak artan 
memnuniyetsizliğini ortaya koymuştur. Daha sonraki dönemlerdeki çalışmalarında ise Ekol, güvenlik ortamını önceden belirlenmiş olarak değerlendirdiklerinden ötürü neorealistlerin ve genişlemeden yana olanların güvenlik konusundaki tavırlarını çözüm bulamayan tarzda nitelendirmiştir. 

Bu şartlar altında Kopenhag Ekolü güvenliğe yönelik sistematik bir çalışma yapmayı uygun görmüş ve güvenlik konusunu daha sosyal ve daha kapsamlı 
olabilecek şekilde genişletmeye çalışmıştır. 

Kopenhag Ekolü, Kopenhag ın Çatışma ve Barış Araştırma Enstitüsü (Conflict and Peace Research Institute) nde ortaya çıkmış ve Barry Buzan, Ole Waever, Jaap de Wilde gibi akademisyenlerin yazılarıyla temsil edilmiştir. Kopenhag Ekolü özellikle güvenlikleştirme ve normalleştirme fikirlerinden yola çıkarak güvenlik kavramının yeniden düşünülmesine yönelik sağlam bir iskelet geliştirmiştir. Ekol, güvenlik kavramının genişletilmesinde ve bir konunun nasıl güvenlikleştirileceği veya normalleştirileceği analizlerine çatı oluşturması bakımından önemli rol oynamıştır. 

Bu çalışma, Soğuk Savaş döneminin bitmesiyle birlikte güvenliğe yönelik görüşlerin yeniden kavramlaştırılmasının ve güvenlik çalışmaları gündeminin 
yeniden tanımlanmasının bir parçasıdır. 

Kopenhag Ekolü, güvenliği incelerken üç kavram üzerine odaklanmıştır: Güvenliğin boyutları (sectors), bölgesel güvenlik alanları (regional security complexes) ve güvenlikleştirme (securitization). Bu ekolün temsilcileri güvenliğin beş boyutu olduğunu iddia etmektedirler. 

Bunlar: Askeri güvenlik, çevresel güvenlik, ekonomik güvenlik, sosyal güvenlik ve siyasi güvenliktir 63. Ekole göre güvenliği sadece askeri boyutta düşünmek 
dar kapsamlı olacaktır. Dolayısıyla diğer boyutların da göz önüne alınması gerektiği vurgusu yapılmaktadır. Buzan ve Weaver 64, günümüz dünyasında 
topyekûn bir güvenlik algılaması yapılmaması gerektiğini belirtmişlerdir. Onlara göre dünya, coğrafi olarak bölgelere ayrılmalı ve bölgesel güvenlik alanları 
oluşturularak çalışmalar yapılmalıdır. Her bölge için risk ve tehdit algılamaları farklı olacak, bunun sonucunda alınacak önlemler de değişecektir. 

Güvenlikleştirme kavramı ise bu ekolün belki de en dikkat çeken odak noktasıdır. Güvenlik meseleleri ele alınırken kullanılan kavramlardan biri olan 
güvenlikleştirme, normal bir meselenin varoluşsal tehdit unsuru olarak yansıtılarak bir güvenlik sorunu haline getirilmesi sürecini ifade eder. 
Barry Buzan ve Ole Waever a göre, bir konunun güvenlik meselesi haline gelebilmesi için bir siyasi aktör, bu aktörün söylem yoluyla ve varoluşsal bir tehdide referans vererek konuyu güvenlikleştirmesi ve aynı zamanda bu konunun hedef kitle tarafından da varoluşsal bir tehdit olarak algılanması gerekir. 

Bu anlamda güvenlikleştirme için özneler arası bir süreç diyebiliriz. 

Öte yandan güvenlikleştirme, siyasallaştırma sürecinin aşırı bir versiyonu olarak da dikkat çekmektedir. Bunun nedeni, normal bir konunun önce kamu 
politikasına dâhil edilerek, yani siyasallaştırılarak ve sonrasında varoluşsal tehdit unsuru olarak temsil edilerek güvenlikli olmasıdır. 
Tehdit, kimlik inşa sürecinin bir parçasıdır. Bu anlamda tehditler toplumsal ve siyasal süreçlerde kurgulanan, öznel değerlendirmelerin etkili olduğu bir 
yapım sürecinin ürünleridir 65. Kopenhag Ekolü güvenlik çalışmalarına teorik bir taslak hazırlama konusunu öncelikli olarak ele alırken, ampirik çalışmalara 
yeteri kadar önem vermemektedir. Bazı eylemler bireyleri tehdidin var olduğu konusunda ikna etmekte başarı sağlarken, bazılarının ise neden başarısız 
olduğu konusuna yönelik soruların deneysel olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Ayrıca bazı konular tehdit olarak nitelendirilirken diğerlerinin neden değerlendirilmediğinin de analiz edilmesi doğru olacaktır. Diğer bir açıdan Kopenhag Ekolü düşünürleri, olağanüstü tedbirlerin politik etkinliğinin 
değerlendirilmesine ve bunların istemeden de olsa sebep olabileceği sonuçlara yönelik yeterli ilgiyi göstermemişlerdir. 

Güvenliğin mantığıyla ilgili olarak sistematik bir araştırma yapan Kopenhag Ekolü, güvenliğin asli fonksiyonunun nasıl işlediği konusunda bilgiler vermektedir. 
Kopenhag Ekolü, geleneksel güvenlik çalışmalarının ve onların askeri güvenliğe olan odaklanmalarının ötesinde, güvenliğe yönelik çok boyutlu bir yaklaşım 
benimsemiştir. Bunun yanı sıra, güvenliği askeri konuların dışına genişletmek suretiyle güvenlik çalışmalarını devlet dışı aktörleri de içerecek şekilde 
derinleştirmiştir. Güvenlik tanımının aşırı genişletilmesiyle birlikte, her şeyin bir güvenlik sorunu olarak algılanması riski ortaya çıkmaktadır. 
Kavramsal olarak genişletilmiş bir güvenlik tanımı, belirsizliklere, kavramsal ve analitik uyumsuzluklara yol açabilir. 
Başka bir söyleyişle, güvenliğin yeniden tanımlanması ve genişletilmesinin yeni kavramsal araçların geliştirilmesiyle eşlemesine ihtiyacı vardır. 
Her uluslararası teori gibi eleştirilen yönleri ve eksik tarafları olsa da Kopenhag Ekolü, sistematik, mukayeseli ve uyumlu bir güvenlik analizinin yapılması 
olasılığını arttırmaktadır. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Güvenlik Algılaması ve Uluslararası İlişkiler Teorilerinin Güvenliğe Bakış Açıları. BÖLÜM 2

Güvenlik Algılaması ve Uluslararası İlişkiler Teorilerinin Güvenliğe Bakış Açıları. BÖLÜM 2



Güvenlik Tüm İnsanlıkla doğrudan ilişkilidir. 

Karacasulu 20 da Güvenlik çalışmalarının kapsamının genişlemesinde küreselleşmenin etkisinin büyük olduğunu belirtmiştir. 

Uluslararası İlişkiler Teorileri ve Güvenlik Algılamaları 

   Uluslararası ilişkiler alanındaki teorik çalışmalar oldukça eskilere gitmekte ve birçok yazar uluslararası ilişkilerin miladı olarak Aristo ve Eflatun u 
işaret etmektedir. 
Bu çerçevede klasikler arasına girmiş olan Yunan bilim adamlarından Thucydides in Pelopenezya Savaşları Tarihi isimli çalışması ve Machiavelli nin 
Prens isimli yapıtı bu alanda yapılmış çalışmaların ilk örnekleri olarak sayılmaktadır. 
Bu alanda yapılan çalışmalar 1914 yılına kadar genellikle diplomasi ve uluslararası hukuk üzerine yapılmıştır 21. Uluslararası ilişkilerin akademik bir disiplin haline gelmesi 1919 yılında Galler Aberystwyth Üniversitesi nde bir bölüm olarak açılması ile mümkün olmuştur 22. 

   Uluslararası ilişkiler alanında ilk kuramsal yaklaşım, Batı düşünce tarzı içinde Anglo-Sakson geleneğin ürünü olan liberalizmin bir yansıması olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında on yıl kadar egemen bir görüş olarak kabul edilen idealizmdir. 

Ancak idealizm bir uluslararası ilişkiler teorisi olmaktan ziyade bir idealler demeti olarak uluslararası ilişkilerin nasıl yapılanması gerektiği sorusuna cevap 
aramıştır.23

   Birinci Dünya Savaşından kısa bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı nın çıkması idealizmin sorgulanmasına ve realizmin ön plana çıkmasına neden olmuştur 24. 
Birinci Dünya Savaşı sonrası idealizmin çerçevesinde kurulan ve barışı savunan Milletler Cemiyeti İkinci Dünya Savaşı nı engelleyememiş ve idealizmin yeterli 
olmadığı görülmüştür. 

Realizm Teorisi ve Güvenlik 

Uluslararası ilişkiler disiplinine ilişkin teorik yaklaşımlardan birisi olan Realizm, kökenleri Thucydides e kadar uzanan ve sonrasında Niccolo Machiavelli, 
Thomas Hobbes tarafından sürdürülen bir fikir akımı olarak yüzyıllar boyu geçerliliğini korumuştur. 
Ancak realizmin uluslararası ilişkiler alanında ilk özgün kullanımı Hans J. Morgenthau ile başlamış ve ulusal çıkar, güç ve uluslararası politika gibi kavramlar uluslararası sistemi açıklamada kullanılan terimler haline gelmiştir 25. Realizm, temel olarak uluslararası ilişkileri; aktörlerin devletlerden ibaret olduğu, devletlerin rasyonel davranarak çıkarlarını maksimize edecek politikalar ürettikleri ve bu ilişkilerin de bir güç dengesi içerisinde gerçekleştiği varsayımına dayanmaktadır 26. Devletin tek ve bütüncül bir aktör olduğunu varsayan realistler devlet içi dinamikleri göz ardı etmektedirler. Askeri konulara öncelik veren realistlere göre uluslararası ilişkileri anlamada en temel kavram, güç kavramıdır. Uluslararası ilişkilerde meydana gelen aksaklıklar ve anlaşmazlıkları gidermede en etkili yöntem güç kullanımıdır. 27 Realist görüş, devletler üzerinde büyük güç ve otoritenin bulunmaması sebebiyle uluslararası ortamı anarşik bulur 28. Realistler bu yapı içerisinde her devletin kendi güvenliğini sağlamak zorunda olduğunu dolayısıyla her devletin kendi çıkarları doğrultusunda hareket edeceğini ileri sürmektedirler 29. Realist görüş, siyasal alanın sosyal hayatın diğer yönlerinden bağımsız olduğu varsayımından hareket etmektedir 30. 

Dolayısıyla realistler sadece askeri ve siyasi konulara ağırlık vermişler, ekonomi, kültür, çevre ve sosyal konulara uzak kalmışlardır. 

  Realizm, İnsan unsurunu diğer teorilerden farklı bir boyutta ele almaktadır. Realistler insanı, kötü, çıkarcı, saldırgan ve günahkâr olarak görmekte ve 
ilişkilerinde gücü ön plana alan olumsuz bir doğaya sahip olduğunu düşünmektedirler 31. Shimko 32 da benzer bir şekilde insanın kötü ruhlu, hırslı ve açgözlü olduğu görüşündedir. İnsanın doğasına olan kötümser yaklaşımı, güce olan vurgusu ve devletlerarası ilişkilerde ahlaki değerlere daha az yer vermesi nedeniyle Thucydides, realist geleneğin ilk düşünürü olarak kabul edilmektedir 33. Thomas Hobbes ise Leviathan isimli eserinde, insanların doğal durumda kendilerini barış içinde yaşatacak yaygın bir otoriteden yoksun olduklarını ve savaş ihtimalinin her zaman var olduğunu belirtmektedir 34. 

Realizme göre devlet adamını yönlendiren unsurlar korku, kuşku, güvensizlik, güvenlik ikilemi, itibar ve çıkar gibi unsurlardır. Özellikle de korku ve bunun sonucu oluşan güvenlik ikilemi devletleri karşı karşıya getiren en önemli unsurlardır. Ayrıca realistler kendilerine düşman gördükleri devletlerin büyümesine ve güçlenmesine seyirci kalmaktansa onu önlemek için savaşmayı meşru saymaktadırlar 35. Realistler işbirliği konusunda karamsar olduklarından uluslararası güvenliğin ancak güçlerin dengelenmesiyle sağlanabileceğini düşünmektedirler. Bu düşünceye göre güçlü devletler denge kurmaya çalışmalıdır ancak hegemonik bir ülkenin kontrolü dışında başarılı bir işbirliği olasılığı çok azdır. Realistler işbirliğini engelleyen en önemli etkenin başka ülkenin kazancının diğerinden fazla olması (relative gains) endişesi olarak görmektedirler. Bununla birlikte uluslararası örgütlerin kurulması da bu işbirliğini geliştirmeye yardımcı olmayacaktır. 

Çünkü bu örgütlerin tarafların çıkarlarına hizmet ettiği varsayılmaktadır 36. Yöntem açısından baktığımızda realist teoriyi benimseyenlerin betimleme 
özelliğinden ziyade genelleme ve yararlılık özelliklerine önem verdikleri görülmektedir. Realistler bir teoriyi oluşturan varsayımların doğru olup olmadığını tartışmanın yanlış olduğunu savunurlar. Onlara göre önemli olan varsayımların gerçek dünyada sınanıp sınanmayacağı dır 37. 
Realizm teorisi, uluslararası ilişkilerin ana gündemini ulusal güvenlik konularının oluşturduğunu savunmaktadır. Ulusal güvenliği sağlayabilecek ve uluslararası 
sistemi düzenleyebilecek temel unsur daha önce de belirtildiği üzere güçtür 38. Uluslararası ilişkiler teorileri içerisinde belki de en çok rağbet göreni olan 
realizme yönelik eleştiriler de bulunmaktadır. Devlet dışındaki tüm aktörleri bir bakıma yok sayması bu teorinin kısıtlayıcı yanını ortaya koymaktadır. 
Ayrıca tüm ilişkileri güç ekseni etrafında değerlendirerek politika üretiminin sadece çıkar esasına dayandığı varsayımı da uluslararası ilişkilerin tek bir ölçüt 
üzerinden gerçekleştiğini düşünmekle eş anlamlı olacaktır. Bu da sağlıklı sonuçlar elde etmeye engel teşkil edecektir. Savaş sona erdikten sonra 
ABD hegemonyasındaki uluslararası sistemde artık realizmin döneminin kapandığı düşünülmesine rağmen, 11 Eylül saldırıları sonrası ABD nin önce Afganistan ardından Irak a yönelik güç kullanımı, Rusya nın Gürcistan a müdahalesi aslında realizm teorisinin her dönem moda olabileceğini bizlere yeniden göstermiştir. 

Her ne kadar devletler arası ilişkilerde karşılıklı etkileşim ve bağımlılık gün geçtikçe artış gösterse de, dün olduğu gibi bugün de devletlerin, çıkarları söz 
konusu olduğunda savaşa başvurmakta tereddüt etmeyecekleri, gelecekte de güçlü devletlerin uluslararası ortamı kendi istekleri doğrultusunda şekillendirmek isteyeceklerini söylemek uygun olacaktır. Neorealizm Teorisi ve Güvenlik Uluslararası ilişkiler alanında önde gelen teorilerden biri olan neorealizm, 1970 li yılların sonuna doğru ortaya çıkmıştır. Realizmin sorgulanmaya ve eleştirilmeye başlanması, neorealizmin doğmasına neden olmuştur. Neorealizmin en ünlü temsilcisi Kenneth N. Waltz tır. Kendisi de bir realist olan Waltz, 1979 da basılan Theory of International Politics adlı çalışmasında ilginç fikirler ortaya koymakta ve o güne kadar bir sonuç olarak bakılan ve anarşik bir ortam olarak görülen uluslararası yapının devletlerin davranışlarını sınırladığını söylemekte; ayrıca güç kavramına yeni anlamlar yüklemektedir 39. Uluslararası politikanın temel aktörünün devlet olarak görülmesi, devletlerin üniter yapılar olarak değerlendirilmesi, devletlerin ve devlet adamlarının rasyonel davrandıklarının varsayılması, devletlerin kendi çıkarları için bencilce hareket ettiklerinin kabul edilmesi, hem realizmin hem de neorealizmin ortak varsayımları ve özellikleridir 40. 

Farklı ideoloji ve farklı siyasi yapılara sahip devletler bazı şartlar altında benzer şekillerde davranmaktadırlar. Waltz a göre bunun nedeni uluslararası yapının 
farklı bir yapıya sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Ulusal yapı ile uluslararası yapı kendilerini oluşturan sistemler bakımından tamamen farklıdır. 

Dolayısıyla benzer davranışların sebebi yapı kavramında saklıdır 41. Neorealistler bilimsel metodolojiyi kullanarak uluslararası sistem ve yapıya odaklanarak normativizmden uzaklaşırlar 42. Neorealizme göre uluslararası sistemde temel birimler devletlerdir ve uluslararası politika devlet merkezlidir. 
Devletler için sadece önemli olan kendi ulusal çıkarlarıdır. Bu sebepten uluslararası alanda çıkar çatışması vardır. Neorealizme göre bu çıkar çatışmasından dolayı uluslararası politikada anarşi hâkimdir 43. Bu anarşik sistemde devletler varlıklarını devam ettirebilmeleri için güvenliklerini düşünmek zorundadırlar. 

Bu noktada devreye devletlerin imkânları yani güçleri girmektedir. Anarşik yapıda devletleri hedefleri doğrultusunda farklı kılan amaçları değil, sahip oldukları imkânları yani güçleridir. Güç, realizmde olduğu gibi neorealizmde de temel unsurdur. Ancak algılamalar bakımından ikisi arasında fark bulunmakta dır. 

Realizmden farklı olarak neorealizmde güç, kendi başına bir amaç değil, devletlerin bekalarını sürdürebilmek ve güvenliğe sahip olmak için kullandıkları 
bir araçtır 44. Ana endişe kaynağı güç kavramından güvenlik kavramına geçmiştir. Neorealizm, uluslararası çatışmaları ve savaşları analiz ederken belirgin bir şekilde yapı ve sistem üzerinde odaklanmaktadır. Özellikle uluslararası ortamın anarşik olmasının devletlerde güvensizliğe yol açtığı belirtilmektedir. 

Savaş ve çatışma kavramları ise güvenlik ikilemi kavramı ile açıklanmaktadır 45. Güvenlik ikilemi kavramı, bir devletin başka bir devletten tehdit algılayıp 
silahlanması durumunda buna karşın tehdit algılanan devletin de aynı şekilde cevap vermesini ifade etmektedir. Bu durumda her iki devlet de birbirine 
karşı silahlanmış, bu sonuç her iki devlet için de hem ekonomik hem de askeri bakımdan büyük bir külfet yaratmıştır. Üstelik silahlanma, algılanan tehdidi 
yok etmemiş, aksine tehdit algılanan devletin de silahlanmasına yol açmıştır. 

Bu durumun yarattığı ikilem uluslararası ilişkiler terminolojisinde güvenlik ikilemi (security dilemma) olarak anılmaktadır.46. 

Forde 47 ye göre realizm ile neorealizm arasındaki farklarından biri de şudur; neorealizmde insan doğası faktörü göz ardı edilip uluslararası yapıya öncelikli 
bir rol tanınmıştır. Realizmde ise uluslararası yapı ve insan doğası faktörleri bir arada düşünülmüştür. Neorealizme göre kendi çıkarını düşünen ve rasyonel 
davrandıkları varsayılan devletler nisbi kazanca göre hareket ettiklerinden, bir işbirliğine gidildiğinde kim daha fazla kazanacak sorusunu sorarlar. 
Bunun nedeni de sistemin anarşik yapısı ve güç dağılımıdır. Zaten birbirlerine güvenmeyen ve yalnızca çıkarlarını düşünen bencil devletler uzun vadeli 
işbirliğine gidememektedirler. Ancak kısa süreli işbirlikleri söz konusudur. Tarih içindeki savaşlar, barışlar, anlaşmalar ve ittifaklar neorealist bir perspektiften 
incelendiği zaman, en önemli gayenin devletin bekası olduğu görülmektedir. Bu perspektife göre devletler birbirlerini potansiyel tehdit olarak görmektedirler. 
Bu sebepten güvenliklerini düşünmek zorundadırlar. Çıkar çatışması olduğundan işbirliğine yanaşmamaktadırlar. Ancak çıkarlar doğrultusunda kısa süreli 
kolektif savunma mümkün olmaktadır. Devletler güvenliklerini sağlamak adına güce başvurmaktadırlar. Neorealizme göre devletler güçlerini, güvenliklerini 
sağlayana kadar maksimize etmelidirler. Bu bakış açısına göre güç amaç değil araç olmalıdır. Bu noktada neorealistler klasik realistlerden ayrılmaktadırlar. 
Çünkü klasik realistler gücü amaç olarak görmekte ve sürekli güçlenme isteği duymaktadırlar. Güç ve güvenlik arasında doğru orantılı bir ilişki bulunmaktadır. 
Eleştirel Teori ve Güvenlik Eleştirel teori, Frankfurt Okulu düşünürleri tarafından oluşturulmuştur li yıllarda ortaya çıkan Frankfurt Okulu esas itibariyle anti-bolşevik bir radikalizm ve eleştirel bir Marksizm ile ilişkilendirilebilir. Bundan dolayı onların ürettikleri eleştirel teori, Neo- Marksizm ya da Batı Marksizmi gibi isimlerle de anılmıştır. Okulun önde gelen ilk nesil isimleri olarak kurucusu Max Horkheimer ın dışında, Friedrich Pollock, Theodor Odorno, Herbert Marcuse; 2. Dünya Savaşı ndan sonra ortaya çıkan ikinci nesil düşünürlerinden ise Jurgen Habermas (halen hayattaki en önemli temsilcisi olarak kabul edilmektedir) ön plana çıkmaktadır. Eleştirel teorinin ilk ve en kapsamlı tanımını Frankfurt Okulu nun kurucularından Max Horkheimer ın 1937 tarihli Geleneksel ve Eleştirel Teori başlıklı makalesinde bulmaktayız. Horkheimer a göre eleştirel teori, sadece toplumu anlamaya ve açıklamaya odaklı geleneksel teorinin yerine, toplumu bir bütün olarak görüp eleştiren, değiştiren ve baskıdan kurtarıp özgürleştiren bir sosyal teoridir 48. Başlangıçtaki amaç, bir dogmaya dönüştüğü düşünülen Marksizmi özüne döndürmek ve felsefeyle ilişkisini kurmaktı 49. Frankfurt Okulu nun eleştirel teorisini, esas itibariyle bir ideoloji eleştirisi olarak tanımlamak mümkündür. 

Okulun ideoloji eleştirisi, Marx ın ekonomi-politik eleştirisinden türetilmiştir. Doğa üzerinde tesis edilen bilimsel-teknik rasyonalitenin topluma uygulanması sonucunda bilim, Adorno ve Horkheimer a göre, ideoloji haline gelir 50. Marx ın ekonomi-politik eleştirisi, aslında bilim maskesine bürünmüş bir ideolojinin eleştirisiydi ve bu eleştiri Frankfurt Okulu düşünürlerinin metodoloji konusundaki yaklaşımlarına temel oluşturmaktaydı. Bu düşünürlerin yaptığı şey, bir bakıma, Marx ın ekonomi-politik eleştirisini sosyolojik-pozitivizmin eleştirisine uyarlamaktan ibaretti. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***