Vural Savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vural Savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Temmuz 2017 Cuma

28 ŞUBAT 1997 TARİHLİ MİLLİ GÜVENLİK KURULU TOPLANTISI, BÖLÜM 10


  28 ŞUBAT 1997 TARİHLİ MİLLİ GÜVENLİK KURULU TOPLANTISI, BÖLÜM 10

 (İDDİA 51 üzerinde “Hiçbir işlem yapılmayacak” notu var.) 

 İDDİA 51 Refah Partisi, yılbaşı kutlamalarına alternatif olarak “fetih gecesi” olarak isimlendirilen kutlama günleri düzenlemek suretiyle irticai duyguları güçlendirmeyi, toplumda var olan müşterek değerleri ortadan kaldırmayı ve insanları çağdaş yaşamdan soyutlamayı amaçlamaktadır. (Sayfa 56-57) 

 CEVAP 51: Doğrudur. 

 (İDDİA 52 üzerinde “Başbakanlık” notu var.) 

 İDDİA 52: Rize Milletvekili Şevki YILMAZ, çeşitli irticai grupların toplantılarına katılmakta, laiklik, ırk ve dil konularında sahip olduğumuz ulusal değerleri yıpratmaya gayret sarfetmektedir. (Sayfa 56-57) 

 CEVAP 52: Doğrudur. Bu çeşit beyanda bulunanlar hakkında Cumhuriyet Savcılarının daha aktif harekete geçmeleri gerektiği konusunda Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından Başbakana yazılan yazı örneği ektedir. 

 (İDDİA 53 üzerinde “Hiçbir işlem yapılmayacak” notu var.) 

 İDDİA 53: Gelişmiş G-7 ülkelerine karşı, “Müslüman Sekizler” olarak isimlendirilen bir ekonomik birlik kurma projesi, son aşamada tesisi öngörülen “İslami Birliği” alt yapısının temel taşı olarak kabul edilmekte bu yaklaşımla islami örgütlenme çalışmaları kuvvetlendirmek ve genişletilmek istenmektedir. (Sayfa 58) 

 CEVAP 53: Doğrudur. Sadece ekonomik konularda değil, bazı radikal İslam ülkeleriyle savunma işbirliği anlaşması arayışları da sürdürülmektedir. 

 Bu nedenlerle Anayasanın 11 inci maddesinde Milli Güvenlik Kuruluna verilen görev ve yetkiler dikkate alınarak bu hususların Kurulca Hükümete bildirilmesi gerekmektedir. 

 (İDDİA 54 üzerinde “ Hiçbir işlem yapılmayacak ” notu var.) 

 İDDİA 54: MİT Müsteşarlığı; halihazır durumu ile bu hayati görevi yeterince yerine getirememektedir. Bu göreve siyasi etkilerden uzak kalabilecek bir kişinin atanması milli menfaatlarımız açısından önem taşımaktadır. (Sayfa 64) 

 CEVAP 54: Konunun değerlendirilmesi Sayın Cumhurbaşkanımızın tensiplerine maruzdur." 

 Cumhurbaşkanlığı genel Sekreterliği bürokratları tarafından yapılan bu inceleme çalışmasında; Genelkurmay Başkanlığının brifinginde yer alan bütün iddiaların ayrıntılı şekilde incelendiği, bu iddialar çerçevesinde Başbakanlık ve Bakanlıklarla çeşitli yazışmalar yapıldığı görülmektedir. 

 Çalışmada; “Refah Partisi Batman Milletvekili Musa OKÇU’nun PKK terör örgütü ile ilişkisinin tespit edilerek Savcılığa intikal ettirilmesi” ve “Fetullah Gülen grubunun eğitim faaliyetlerinin takip edilmesi” hususlarında, o dönemde başında bir Orgeneralin bulunduğu, MGK Genel Sekreterliğine doğrudan görev verildiği dikkat çekmektedir. Bu tutum, o dönemde Cumhurbaşkanlığı bürokrasisindeki anlayışının anlaşılması bakımından önem arz etmektedir. Brifingte yer alan, 
“RP, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na yandaşı olabilecek bir adayı seçtirmek için çaba sarf etmektedir” iddiasına cevaben, “17 Ocak 1997 tarihinde seçilen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural SAVAŞ da görevini en iyi şekilde yerine getirecek bir kişidir” denilmesi, adı geçen Başsavcının, bir süre sonra, Refah Partisi’nin kapatılması için hazırlanacak olan iddianameyi hazırladığı bilinmekte dir. 

 Cumhurbaşkanlığı Süleyman Demirel Arşivi’nde, 17 Ocak 1997 tarihli bu Brifing hakkında, 
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Necdet SEÇKİNÖZ tarafından yapılan inceleme sonuçlarına ilişkin on sahifelik bir başka çalışma daha mevcuttur.164 

Cumhurbaşkanı DEMİREL’e arz edildiği tespit edilen bu belgenin son bölümüne, el yazısıyla, Genel Sekreter Necdet SEÇKİNÖZ tarafından aynen şu notun 
düşüldüğü görülmektedir. 

“SAYIN CUMHURBAŞKANIM, BANA VERMİŞ OLDUĞUNUZ RAPORU DİKKATLE 
OKUDUM. RAPORDA BAHSEDİLEN OLAYLARDAN BİR KISMI MÜBALALI OLMAKLA BERABER DOĞRU OLANLARI DA BÜYÜK NİSBETTEDİR. BU OLAYLAR ÜLKEMİZİN VAHİM BİR NOKTAYA GELDİĞİNİ GÖSTERMEKTEDİR.” 

Bu çalışmada, özetle, şu hususlar yer almaktadır: 

“Müslümanlıkla laikliğin bir arada olamayacağı propagandası yapan basın yayın kuruluşları, vakıf, dernek gibi sosyal organizasyonların faaliyetlerinin takip edilmesi, bu gibi oluşumlara göz açtırılmaması, faaliyetlerini artıran Hizbullah, Tevhit, Mazlum-Der, Müslüman Gençlik, İBDA-C, İslami Hareket gibi radikal islami gruplara karşı görevlilerin dikkatinin çekilmesi ve gerekli tedbirlerin alınması, bu grupların kamu kurum ve kuruluşlarında, yargı organlarında 
kadrolaşmalarına imkan verilmemesi, bilhassa yurt işletmelerinde tedbir alınması, gerekirse yurt işletmeciliğinin ruhsata veya müsaadeye bağlanması, radikal İslamcı ve tarikatçıların Türkiye’yi İran benzeri islam köktendinciliğine ve fanatizmine dayalı şeriat devleti haline getirmesine müsaade edilmeyeceğinin kesin bir dille ifade edilmesi, şeriatçı kesimin 1995 genel seçimlerinde birinci parti olmasına rağmen meclis başkanının üçüncü partiden seçilmesi ve hükümetin kuruluşunda bu cereyanın dışarıda bırakılmasının aydın kesimlerin başarısı olduğu, radikal dinci akımın her tarafta olduğu gibi yasama organında da etkili olmak için TBMM toplantılarına büyük bir disiplin içinde devam ettiği, bu akımın ortağını (DYP) kendisine mahkum etme politikası yürüttüğü, bu partinin 
(DYP) bakanlarının koalisyon ortağı partinin (RP) kendi görev sahalarına müdahale edilmesine karşı çıkmaları gerekmektedir.” 

Çalışmanın, “Hükümete Bildirilmesi İstenen Konular” başlığı altında; 

“BU KONUDA DYP BAKANLARININ DİKKATİNİ ÇEKMEKTEN BAŞKA YAPILACAK BİRŞEY DÜŞÜNEMEDİM. BU BAKIMDAN RAPORDAKİ BAZI OLAYLARI DA BAKANLARA VERİLMEK ÜZERE AYRICA BELİRTTİM.” denildikten sonra, devamla, “İçişleri Bakanınca kanunen yasak olan faaliyetlere imkan verilmemesi, Milli Gençlik Vakfı ve benzeri illegal teşekküllere derhal el konulması, aşırı dinci 
örgütlerin dış ülkelerdeki “Müslüman Kardeşler”, “Rabıta” ve “İslami Selamet Cephesi” gibi örgütlerle irtibatlarının çok yakından takip edilmesi, yurt dışı ve yurt içi finansman temin etmelerinin önlenmesi, yerel yönetimlerde “İslam Şuraları” adı altında kurulan örgütlerin teftiş edilmesi ve tedbir alınması, Milli Eğitim Bakanı tarafından İmam Hatip Okullarının sıkı kontrol altında tutulması, aşırı dinci örgütlerin okul, yurt, burs verme gibi yöntemlerle taraftar toplamaları na izin verilmemesi, şu anda sadece Kırıkkale Üniversitesinde mevcut olan yuvalanmanın dağıtılması” hususları yer almaktadır. 

“TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİ İLGİLENDİREN KONULAR” başlığı altında, özetle, 
“Devlet kadrolarının işgal edilmesi konusundaki endişelerin henüz büyük boyutta olmadığı, ancak giderek tehlikeli hal adlığı, son tayin mercii Cumhurbaşkanında olan makamlar için endişeye mahal olmadığı, Silahlı Kuvvetlere ve Emniyete sızmaları önlemek için Milli Savunma ve İçişleri Bakanlarının dikkatlerinin çekilmesi, Sayın Cumhurbaşkanının Genelkurmay Başkanlığının Milli Savunma Bakanlığına bağlanması ve YAŞ kararlarının gündemde tutulmasına karşı alenen beyanda bulunması, Kayseri Belediye Başkanının ayaklanmayı teşvik edici sözlerine karşı derhal takibat yapılması” hususları yer almaktadır. 

“MİT’E BİLDİRİLMESİ GEREKEN HUSUSLAR” başlığı altında, özetle, “TSK ve MİT’e sızmak isteyen kişilere karşı ilgili kuruluşlarca tedbir alınması, Kürt sorununa karşı “Müslüman Kardeşliği” sloganı ile meseleyi sulandıranların dikkatle takip edilmesi, Milletvekilleri Necdet SEÇKİNÖZve Kayseri Belediye Başkanının söz ve hareketlerinin takip edilmesi, haklarında soruşturma açılması durumunda savcılığın derhal harekete geçmesi, 16 Aralık 1996 tarihinde Gölbaşı 
Bayrak Garnizonu içindeki okula alınmayan tesettür kıyafetli bayan öğretmen hadisesinin kimin tarafından yapıldığının araştırılması” hususları mevcuttur. 

“YARGI ORGANLARINA BİLDİRİLMESİ GEREKEN HUSUSLAR” başlığı altında, 
özetle, “Devlette kadrolaşma sırasında karşı çıkacak ve direnecek memurlara her kesimin yardımcı olması ve bilhassa Danıştay nezdinde teşebbüste bulunulması, Sultanbeyli’de ‘Belediyeyi dışlayarak, ATATÜRK heykeli dikilmesinin Susurluk kazasından daha önemli’ olduğunu söyleyen Sayın Bakanın muhakeme edilmesi gerektiği” hususları yer almaktadır. 

“DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞINA BİLDİRİLMESİ GEREKEN HUSUSLAR” başlığı 
altında, özetle, “cami görevlilerinin memur statüsüne geçirilmesinin normal olduğu, Diyanet İşleri 

Başkanlığının bu işlere alet edilmemesi için azami dikkat sarfedilmesi, Kuran Kursları açılmasının izne tabi olması ve izin verirken Diyanet İşleri şartlarının 
yerine getirilmesinin dikkatle takip edilmesi” hususları mevcuttur. 

“MEDYANIN DİKKAT ETMESİ GEREKEN HUSUSLAR” başlığı altında, özetle, “medyanın mutaassıp okuyucu veya dinleyicileri etkilemek için yayın yapmaması, TV ve radyolardaki programlara yer alan dinci kesimin sözcülerinin çok hazırlıklı ve bilgili elemanlardan seçilmekte olduğu, buna karşın diğer taraftan seçilenlerin hazırlıksız ve bilgisiz çıkması nedeniyle olumsuz propagandaya yol açıldığı dikkate alınarak sayın Yaşar Nuri ÖZTÜRK gibi bilgili ve ileri görüşlü din adamlarının seçilmesi” hususları mevcuttur. 

1.7. Cumhurbaşkanı Demirel’e sunulan “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Cumhuriyeti  Koruma ve Kollama Görevi” başlıklı not: 

 Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği Arşivi’nde yer alan bir belgede, bu brifingi müteakip Cumhurbaşkanı Demirel’e, sözkonusu brifingte geçen 
“Türk Silahlı Kuvvetlerinin Cumhuriyeti Koruma ve Kollama Görevi” başlıklı iki sahifelik bir not hazırlandığı görülmektedir.165 

Hukuk İşleri Kanunlar ve Kararlar Başkanı Kemalettin KAŞİFOĞLU imzalı üç maddeden müteşekkil bu belgede, TSK İç Hizmet Kanunu’nun 2, 35 ve 37’inci 
maddeleri ile TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 1, 85 ve 86’ncı maddeleri hükümleri zikredilerek; üçüncü maddesinde “Gerek İç Hizmet Kanunu ve gerekse bu 
Kanuna dayanılarak çıkarılan İç Hizmet Yönetmeliği’nin yukarıda yazılı hükümleri nazara alındığında; Türk Silahlı Kuvvetlerinin Cumhuriyete ve Cumhuriyetin 
temel ilkelerine yönelik tehditler karşısında “koruma ve kollama görevi”ni yerine getirmesinin, bu Kurumun görevleri cümlesinden olduğu düşünülmektedir.” 
ifadesi yer almıştır. 

 1.8. MİT’in “İhraç Edilen TSK Mensupları” Başlıklı Raporu: 

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği Arşivinde, herhangi bir resmi evrak numarası verilmeden, boş bir A4 sahifesi kapağı üzerine, 30/01/1997 notu düşülen “İHRAÇ EDİLEN TSK MENSUPLARI” başlıklı, 9 sahifelik bir başka MİT Raporu daha tespit edilmiştir. 166
Raporun kapak sahifesinde, “İÇİNDEKİLER” başlığı altında; 

“1. Giriş 

2. Milli Görüşçülerin İslamcı Tabanı İknaya Yönelik Arayışları 

3. Konuyu Hukuki Zeminde Savunma Arayışları 

4. İhraç Edilen Personeli İstihdam Çabaları 


 4.1. Belediyeler, Kamu Kurumları ve Özel Sektörde İstihdamına İlişkin Duyum Alınan Şahıslar 

 4.2. İhraç Edilen TSK Mensuplarının Örgütlenme Çabaları 

5. Sonuç ve Değerlendirme” 

 alt başlıkları yer almaktadır. 

Rapor metninde, özetle; 

“Milli Görüşçüler ve F.GÜLEN grubunun TSK’dan uzaklaştırılan askeri personele sahip çıktıkları, bu şahısların İslami cemaatlerin etkili olduğu özel sektör kurumları tarafından işe alındığı, kitapçı, fotoğrafçı gibi müstakil işyerleri açıldığı, Refah Partisi’nin İmam Hatip Lisesi Mezunlarının harp okullarına alınması, dini inançlara saygı gösterilmesi vb. söylemlerinin İslamcı tabanı Refah Partisi çatısı altında toplama gayretlerine katkı sağladığı; ancak ERBAKAN’ın kendi başkanlığında Ağustos ve Aralık 1996 aylarında yapılan YAŞ toplantılarında “irticai nedenlerle ihraç” kararlarının alınmış olmasının ERBAKAN’ın bu imajını zedelediği, eleştirilere uğradığı; bu gelişme karşısında, ERBAKAN tarafından, ‘son YAŞ Toplantısında 200 civarında dindar ordu mensubunun ihraç 
edilmesinin gündemde olmasına karşılık, Başbakan ERBAKAN’ın tepkisi nedeniyle sayının azaltıldığı, ihraç edilen ordu mensuplarına da sahip çıkılacağı’ yönünde açıklama yapılması zorunluluğu hissedildiği, Milli Görüş’ün önemli hatiplerinden Rize milletvekili Şevki Yılmaz’ın partinin politikasında bir değişiklik olmadığını vurgulayarak, “Erbakan’ın önüne çıkan virajlarda yavaşladığını, ancak yolundan kimsenin döndüremeyeceğini” belirtmesinin iktidar için zaaf kabul edilen YAŞ konusunu gündemden düşürme çabası olduğu” öne sürülmektedir. 

Raporda, devamla, “Milli Görüş yanlısı Hukukçular Derneği, MAZLUM-DER ve İslamcı yazarlar tarafından YAŞ’ın işleyiş ve kuruluş mevzuatının tartışmaya açıldığı, konunun Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi açısından incelendiği, YAŞ kararlarıyla sözkonusu personele “yargısız infaz” yapıldığı temasının işlendiği, TSK’dan ihraç edilen subay ve astsubay personelin 
RP’li Belediyelere ve özel şirketlere girdiği” ifade edilmektedir. 

Raporda, ayrıca, “TSK’dan ihraç edilen bir subayın Refah Partisi ANKARA İl Yönetimi Kurulu toplantılarında, ordudan atılan subay ve astsubayların bir çatı altında toplanması maksadıyla kooperatif, dernek veya vakıf kurulması yönünde destek talep ettiği, bu talebin olumlu karşılandığı, diğer taraftan TSK’dan ayrılan şahıslarca Ankara’da İnsani Değerler adı altında bir dernek kurma çalışmaları yapıldığına dair duyum alındığı” belirtilmektedir. 

Raporun sonuç bölümünde, “Refah Partisi tarafından, sözkonusu imaj zedelenmesinin önüne geçmek amacıyla, Milli Görüş yönetim kademelerinin uyguladıkları yöntemlerle, Milli Görüş liderinin Türkiye Cumhuriyetinin geleneksel tutumuna uyma zorunluluğu arasında çelişkiler ortaya çıktığının ifade edilebileceği” ve “bu çerçevede TSK’dan ilişiği kesilen asker personelin örgütlenme çabalarının teşvik edileceği, bu yolla ihraç kararlarının hukuka aykırılığı ve haksızlığı yönünde kamuoyu oluşturma faaliyetleri yürütüleceğinin muhtemel görüldüğü” belirtilmektedir. 

Öte yandan, bu Raporun eklerinde, Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlandığı görülen “YAŞ Kararıyla TSK’dan Atılan ve Refah Partili Belediyelerce İşe Alınan Personel Listesi” başlıklı iki sahifelik bir yazıda ordudan atılan 20 subay ve astsubayın ismi ile konuya ilişkin olarak Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine intikal eden edinilen bilgiler çerçevesinde 9 subay ve astsubay 
isminden oluşan bir liste yer almaktadır. 

Bu çerçevede, “YAŞ kararı ile TSK’den atılan ve refah partili belediyelerce işe alınan personel listesi” ve “diğer kurum ve kuruluşlarca işe alınan personel listesi” başlığı altında ise ordudan atılan bazı subay ve astsubay isimleri yer almaktadır.167 

 Bu rapordan, 28 Şubat toplantısının hemen öncesinde, güvenlik birimleri tarafından, YAŞ Kararlarıyla ordudan ihraç edilen asker personelin Refah Partili Belediyeler ile “İslami gruplara” yakın kurumlarda işe girmeleri konusunun yakından takip edildiği anlaşılmaktadır. 

 1.9. Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarının 1 Şubat 1997 tarihinde Başbakan ERBAKAN’la yaptığı görüşmeye dair tutanak: 

Dönemin MİT Müsteşarının, 28 Şubat tarihli MGK toplantısından önce, 1 Şubat Cumartesi günü, bizzat Başbakan Erbakan’ın evine giderek kendisiyle yaptığı 
görüşmenin Tutanağı168 yer almaktadır. 

Tutanaktan, görüşmenin sebebinin, 28 Şubat MGK toplantısı gündemi olduğu anlaşılmaktadır. 
Tutanakta Erbakan’ın Müsteşara söylediklerinin olduğu gibi aktarılarak, Cumhurbaşkanı DEMİREL’e sunulduğu anlaşılmaktadır. 
Tutanağın orijinalinde, bazı imla hataları ile altı kırmızı kalemle çizilmiş bölümler yer almaktadır. 

Bu Tutanak, olduğu gibi, aşağıdadır: 

 “MGK’nın gelecek toplantısının etraflıca hazırlanması gerekecek. Fevkalade önemli ve nazik bir konu. Deniz Kuvvetleri Komutanımızla bir hafta süre 
görüşülebilse fikirlerinde herhalde değişiklik olur. Türkiye bugün 70 milyon nüfuslu bir ülke. Devlet-Millet kaynaşması gayet önemlidir. Milletimiz 
“Ne güzel Devletimiz var” diyebilmelidir. Demokraside esas olan halktır. Devlet ise arızidir. Bunun tersi doğru değildir. Nitekim, MİT’in başında sivil bir 
Müsteşar olması demokrasinin bir sonucudur. Devlet halka hizmet için vardır. Devlet ben dini hizmetlere karışamam diyemez. Dini hizmetler halka 
hizmetin ayrılmaz bir parçasıdır. Halkın inancına ve tarihine saygı gösterilmesi esastır. Halkımız Müslümandır. o itibarla tarihine ve dinine saygılı olmak 
durumundayız. Dünyanın en kuvvetleri ordularından olan Türk ordusunun gücü de maneviyatından gelir. Şehitlik ve vatan sevgisi İslamın en yüksek değeridir. Nitekim, askerimiz “Allah Allah” diyerek taarruza kalkar. denizcilerimiz besmele çekerek demir atar. savaş gemilerimizin direğinde Kuran-ı Kerim asılı bulunur. Halkımızın inanç ile Devleti benimsemesi gerekir. O zaman Devletimiz daha güçlü olur. Nitekim dinimizde “Vatan sevgisi imandandır” şeklinde bir deyim vardır. 

Oramiral, Başbakanlık konutunda düzenlediğimiz iftar yemeğine yadırganacak bir tutum olarak işaret etti. Biz herkesi kucaklamak durumundayız. 
O iftarda halihazır ve eski Diyanet İşleri Başkanlarımız, üniversite mensubu Profesörlerimiz ve halkın hürmet ettiği şahıslar katılmışlardır. O şahıslar 
yemekte ağladılar. “Çocukluğumuzdan beri hayal ettiğimiz bir husus gerçekleşti. İlk kez bize Devlet sahip çıktı “dediler. Her gün ayrı bir grupla iftar yapıyoruz. 
Pazartesi günü gecekondulardan davet edeceğimiz 3.000 vatandaşımızla iftar yapıp, kendilerine ufak hediyeler takdim edeceğiz. 

İrtica tehlikesi var mı? Müslümanlık tehlikeli olamaz. Yalnız bu alanda öğrenim eksikliği var. İBDA-C gibi neyin kısaltılmış hali olduğu belli olmayan grupların 
silahlı eylemleri varsa, bunlar cahillikten, dinin iyi öğretilmemiş olmasından kaynaklanıyor. Bu gibi grupların dinle yakından uzaktan ilgisi yoktur. 

Varlıklarının nedeni dinin öğretilmemiş olmasıdır. Bu tür faaliyetlerin tedavisi müslümanlığı daha iyi öğretmek ve yaymaktır Devletin, halkın inancına karşı 
çıkmaması gerekir. 

PKK terörü devam ediyor. YUNANİSTAN'ın düşmanca politikaları süreklilik içinde. Bir takım komşularımızın olumsuz tavırları var. Ayrıca RUSYA FEDERASYONU 
dostane değil. Böyle bir durumda gücümüz, halkla beraber olmamızdan gelir. Yöneticilerle Halkın karşı karşıya getirilmesinin hiçbir faydası olmaz. 

Oramiral, ÇİLLER Hanımın "Siyaset dinin hizmetindedir” şeklindeki sözüne de değindi. Aslında bu söz kendisinin değildir. Etrafındaki arkadaşları kulağına 
söylemişlerdir. Aslında doğru bir söz. Devlet ve demokrasi doğru yorumlandığında bu sonuç çıkar. Bu sözü yanlış bir yöne çekmemek gerekir. 

Müslümanlıkla ilgisi olmayan silahlı şiddet eylemlerine tevessül edenlere karşı çıkmak gerekir. Ancak bu yapılırken Devleti halkın dinine karşıymış gibi bir hava 
yaratılmaması gerekir. Yoksa, bu devlete yapılacak en büyük kötülüktür. Halkın Devlete yabancılaştırılmaması gerekir. 

Mesala kıyafet meselesini ele alalım. Kanuna göre herkesin fötür şapka giymesi gerekir. Gümüş motor projesi için yıllar önce ALMANYA'da temas ettiğim 
Almanlar, kiyafetin TÜRKİYE'de kanunla düzenlendiğini öğrenince hayret etmişlerdi. Bugün illa herkese fötür şapka giyeceksin demek demokrasiyle bağdaşmaz. 

Hoşgörülü, özgürlükçü olmak gerekir. İnsanları rahat bırakmak lazım. Bugün, bu meseleleri ortaya çıkarmak Devlet-Millet kaynaşmasına aykırıdır. Bu anlayış. 
Halk Partisi anlayışıdır. Buna karşı bizim anlayışımız garson devlet, gardiyan devlet anlayışıdır. Halk Partisi son seçimlerde %5'lere düşmüştür. Halk artık 
kendisine tahakküm edilmesini istemiyor. Bu böyle olursa Halk Devletinden uzaklaşır. 

İrtica tehlikesi var mı? Tarifler üzerinde durmak gerekir. İrtica, ricat geriye dönmek anlamına gelir. Bugün hiç kimsenin TÜRKİYE'yi geriye götürmeye gücü 
yetmez. Bizi kurtaracak bu ileriye gitme azmimizdir. Köylülerimizin bile gönlünde yatan ileriye gitmektedir. Kim, yeni gelecek teknolojiyi reddeder? Teknik ve 
teknolojide ileriye gitmek herkesin arzusudur. Olmayan şeyin tehlikesi de olmaz. 

Kelimelerden başlamak gerekir. 

Lügat anlamı nedir? Laiklik kelimesinin manası nedir? İlmi ve aklı esas almak, dogmatik ve Skolastik olmamak demektir. 
1949 yılında TCK 163.ncü maddesinin kabulü vesilesiyle Millet Meclisi bir hafta süre ile tartışmış ve sonunda tarifi bulmuştur. İtiraz Demokrat Parti ve 
Millet Partisi'nden gelmiştir. Neticede, "Bazı şeyleri zorla yapmak yasak, biz bunları yasaklıyoruz, yoksa hepimiz müslümanız" denilmiştir. "Kaba softalığı, 
körü körüneciliği, dayatmacılığı yasaklıyoruz, laikliğe karşı gelerek yapılmasını yasaklıyoruz'' denmiştir. Bu konular etraflıca görüşülürse herkesi ikna 
etmemiz mümkündür. Mesela, Cumhurbaşkanlığı seçiminde biz Muhsin BATUR'a oy verdik. 

Neden? 

Bize destek için müracaat ettiğinde. "Sizinle görüşelim" dedik. Üç defa birer saatlik konuşma yaptık. Sonunda Muhsin BATUR. bizim fikirlerimizi benimsedi. 
"Cumhurbaşkanı seçilsem de seçilmesem de bu fikirleri her yerde savunurum" dedi. Ancak, sonra kendi partisi oy vermediği için seçilemedi. 

Laiklik, her türlü inanışa saygı göstermek demektir. Hazırlanacak metni gözden geçireceğiz. Ortaya herkesin kabul edeceği bir metnin çıkması gerekir.” 

Bu tutanağa istinaden, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından hazırlanan 24.02.1997 tarihli bir notta169, Sayın Başbakanın ifadeleri hakkında bir değerlendirme yapıldığı görülmektedir. Bun notta aşağıdaki hususlar yer almaktadır: 

“Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Anayasanın 14 üncü maddesinde de açıklandığı gibi; Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri; Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak amacıyla kullanılamaz. 

Başta inkılap Kanunları olmak üzere, Medeni Kanun, Ceza Kanunu ve sair tüm yürürlükteki mevzuatlar, Türk toplumunun çağdaş uygarlık niteliğini koruma amacını gütmektedir. 

O sebeple, Cumhuriyetin niteliklerinden ve özellikle laiklik ilkesinden taviz vermek, kimsenin hakkı ve yetkisi içinde değildir. 

Bir kimsenin kimliği, makamı ve bilgisi ne olursa olsun, aklı başında Türk Vatandaşlarının yukarıda belirlenen Cumhuriyet niteliklerinden vazgeçmesi, ülkenin yararına olan ve onu çağdaş dünyanın bir temsilcisi seviyesine çıkaran bu esaslardan taviz vermesi düşünülemez. 

Laiklik bir devlet düzenidir. Ord.Prof.Dr.Ali Fuat BAŞGİL başta olmak üzere çoğunluğa yakın bilim adamları, laikliğin halkın inancının en büyük teminatı olduğunu vurgulamaktadırlar. 

Sayın Başbakan irtica konusunda, “olmayan şeyin tehlikesi olmaz” biçimindeki sözleri ile irticai kesimlerin, yürüttükleri gizli ve planlı kadrolaşma faaliyetleri ile çelişmekte; Aczimendi’ler ve benzeri tarikatlar, Kayseri ve Sincan olayları ile büyük tırmanışa geçen irticai faaliyetleri görmemezlikten gelmektedir. O halde, bunlar bağımsız yargı mercilerince niçin tutuklanmış ve haklarında dava açılmıştır sormak gerekir. 

Bu arada Sayın ÇİLLER’e atıf yapılarak dile getirdikleri ve benimsedikleri “Siyaset dinin hizmetindedir” biçimindeki sözleri; başta Anayasa, Siyasi Partiler Kanunu ve Türk Ceza Kanunu olmak üzere pek çok Yasaya aykırı olduğu gibi, laiklik prensibini de inkar anlamına gelmektedir. Siyasi Partilerin dini siyasete alet etmeleri, kapanma nedenlerinin başında gelmektedir. 

Saygıyla arz olunur.” 

Yukarıdaki belgeden anlaşılacağı üzere, MİT Müsteşarı bağlı olduğu Başbakan’ın laiklik anlayışının Anayasa ve yasalara aykırı olduğunu savunmakta ve bu nedenle Refah Partisi’nin “dini siyaset eden diğer partiler gibi” kapatılabileceğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu tutanağa istinaden, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından yapılan çalışmada ise Erbakan’ın sözlerinin Anayasa 
ve kanunlar ile laiklik ilkesine aykırı olduğu; bu durumun, Refah Partisinin, dini siyasete alet etmek yoluyla, kapatılabileceği değerlendirilmesi yer almaktadır. 

 11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

28 Ocak 2015 Çarşamba

KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 7





KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 7



.

Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(5):

Sonuç 

Derin Düşünce sitesi için hazırladığım ‘ Türkiye Darbeler Tarihi ‘ yazı dizisinin özel başlığını bilinçli olarak, ‘ Devlet Kuranların, Millet Kurgusu ‘ olarak seçmiştim. Temelleri itibariyle 
devletin kurulmasında askerlerin rolü etkendir ancak, milleti kurgulamamaları gerektiğini ıskalamışlardır. Bir devlet kurabilirsiniz belki ama o devletin topraklarında yaşayan yurttaşları 
kurgulayamazsınız. İşte bu darbeler, bu kurgulamaların sonucudur. Doğal, kendi halinde, olması gerektiği gibi bir zeminde şiddet ve düşmanlık mümkün değildir. Şiddet, kan, 
düşmanlık, ölüm, bölünme gibi olumsuzluklar hep bu sentetik kurguların sonucudur. Bugün bahsettiğimiz ‘ özgürlük ‘ sorunumuz aslında hep bu hesapçı kurgulamaların etkilerinin 
sonucudur. 

 Tarihin üzerinden geçen zamanla orantılı olarak yazılması kolaydır. Filmlere konu olabilir, belki bir şarkının sözlerine, bir şiire. Bir kalem yazabilir tüm bunları. Ancak fazlası vardır; o 
zamanı yaşayanlar. Daha da fazlası vardır; yaşayanların yakınları. 

 Yaşamak, yazmaktan çok daha zordur. Bir annenin yan odada uyuduğu evler vardır, çocuğunuzla koyun koyuna uyuduğunuz, eşinize sokulduğunuz, üstü açılmış mı diyerek 
usulca kapısını araladığınız odalarda, şevkatinizin baktığı kardeşler… Düşler vardır o evlerde, ışığın süzüldüğü her köşeye sinen, huzurlu düşler. Kabuslar vardır, sarıldığınız her nefesin 
sahibi olduğu kabuslar, vardır. Siz huzuru o evlere davet ededurun, sarıldığınız her canın kendini soluğunuzda saklı olduğu zamanlardan, huzurundan çok uzakta, bir ranza altında 
ayaklarını ve ellerini saklarken anımsadığı, tavaf ederken elektirik morarmış etlerini, çenesinden sızan kanın sıcaklığıyla yıllar sonra dahi canı gırtlağına dayanmış halde o 
kabuslardan uyandığı zamanlar da vardır. Ağlamaya başladığı ama hiç anlatmaya başlamadığı, herkesin sustuğu zamanlar vardır… 

 Zamanlar vardı. Artık yok, olmamalı. Bir dönemin suçlarının asıl faillerini görmeye bu kadar yaklaştığımız zamanlarda, bu acıların geçmişte kalması, darbenin ve darbe 
niyetlerinin devam etmemesi temennisiyle… 

 Bu çalışma sırasında fikir alış verişinde bulunduğum sevgili Hüseyin Kılınç beye ve Mehmet Yaşar Duru beye teşekkürlerimle. 


15 yaşında işkence gördüm 12 Eylül’de!… Cafer Solgun ile Ülkenin Toprağından Acı Sökmek 


Cafer Solgun

Röportaj dahi olsa, kendimce yaptığım her çalışmanın başına, kısa bir paragraf girmeye çalışırım. Ya da sonuna bir cümle eklerim, 
kendimce toparlamaya çalışırım. Ancak ‘ 12 Eylül Darbesi ‘ başlığında, Cafer Solgun ile yaptığım röportaj özelinde, öyle ‘ acılar 
‘ okudum ki, ne giriş yapacak kelimem, ne de sonuç çıkacak kuvvetim kalmadı. Ne diyeyim; saçlarına yıldız düşmüş anneler 
gibiyim, gibiyiz… Artık bitsin! 

C.B: Cafer bey, sizi zaten daha önce yaptığımız çalışma nedeniyle tanıyoruz. Ancak hafızaların tazelenmesi açısından, bize kendinizden bahseder misiniz? 12 Eylül dönemi ve bugüne dair 
kendinizi tanıtabilir misiniz? 

C.S: Dersimliyim. Aleviyim. Bazı çevreler solcu olmayı neredeyse ulusalcı, devletçi, statükocu olmakla eşdeğer hale getirdiler uzun zamandır; ama eşitlik, özgürlük, demokrasi ve adalet 
değerlerini savunmak, ölçüsü ve ölçütü özgürlük olmak manasında solcuyum. Öğrenim hayatım liseli bir genç iken “içeriye” atılmam sebebiyle yarım kaldı. İlk olarak, Ülkücülerin 
işlediği bir cinayeti protesto etmek için okulumuzda (Çağlayan Lisesi) düzenlenen boykota katıldığım için tutuklandım. 1978 yılıydı, 15 yaşındaydım ve İstanbul 2. Şube (İstanbul 
Sirekeci’deki Sansaryan Han’da idi) ile 1. Şube’de (Gayrettepe’de idi) bir hafta süreyle işkence gördüm. Bu yaşadığım ilk işkence tecrübesiydi; ama maalesef sonuncusu olmadı… 

Türkiye’nin yakın siyasi tarihinin önemli dönemlerini “içeride” karşıladım. Toplam 17.5 yıl hapis kaldım. Bunun 7.5 yılı, 12 Eylül cuntası dönemini içermektedir. Bu 7.5 yılım 1980 Mart, 
1987 Ağustos yılları arasında İstanbul Davutpaşa Sıkıyönetim Cezaevi ile sonradan açılan Metris Sıkıyönetim Cezaevi’nde, daha sonra açılan Sağmalcılar Özel Tip (Hücre Tipi) 
Cezaevi’nde ve sonradan tekrar Metris’te geçti. Çıktıktan sonra 12 Eylül faşizminin yaratmak, şekillendirmek istediği toplum modelini kabullenemediğim ve elbette değerlerimi 
koruduğum için mücadeleme devam ettim. O dönem henüz 12 Eylül’ün etkileri devam ettiğinden yeni yeni başlayan sosyalist yayınlar içerisinde en etkilisi olan Yeni Çözüm dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptım. Yasal, demokratik alanda gençliğin 
örgütlenmesi ve mücadelesi içerisinde yer aldım. Daha sonra, gelişen Kürt hareketi ile ilişkili olduğum iddiasıyla 1993 yılında tekrar tutuklandım. Sürgünler nedeniyle çok sayıda 
cezaevinde kaldım. 2002 Kasım ayında tahliye oldum. Gazetecilik yaptım. Öyküler ve araştırma kitaplarım yayınlandı. Sivil toplum alanında Türkiye’nin demokratikleşmesine 
yönelik etkinlikler ile Kürt sorunu ve Dersim ile ilgili sivil inisiyatifler içerisinde yer aldım. 

2007 yılında arkadaşlarımla birlikte Toplumsal Olayları Araştırma ve Yüzleşme Derneği (Yüzleşme Derneği) adında bir dernek kurduk ve halen çalışmalarını sürdürmektedir. 

C.B: 12 Eylül dönemini o zamanlar nasıl okuyordunuz, ideolojiniz, fikirleriniz daha çok hangi tarafa yakındı? 

C.S: Solcu bir genç idim. Dolayısıyla 12 Eylül darbesini faşist bir cunta olarak anladım. Öyleydi de. Fakat tabii ki darbenin etki ve sonuçlarını doğru anlayacak, tahlil edecek derinlikli bir 
bilincim yoktu; bu, zamanla oluştu. Darbeyi devrimci mücadelenin gelişiminin önünü kesmek için egemen güçlerin başvurduğu bir “çare” olarak görmüş ve direnme kararı almıştık. Ama 
direnişimiz, darbecilerin dayatmaları nedeniyle tamamen bir insanlık onurunu ve inançlarını, değerlerini koruma anlamı ifade ediyordu. Bugünden geçmişe baktığımda, kuşkusuz 
günümüzdeki kadar derinlikli olmasa da 12 Eylül algımızın ve ona karşı direnme kararlılığımızın, temelde doğru olduğunu düşünüyorum. Zamanla anladığım en önemli gerçek 
ise, 12 Eylül öncesi yaşanan kanlı karmaşanın “öngörülen”, planlanan bir süreç olduğudur. Bununla bağlantılı olarak, bütün topluma karşı bir “şekillendirme” amacı taşıyordu. Nitekim 
12 Eylül, daha önce gerçekleşen darbeler içerisinde kendi anlayışını en çok kurumlaştıran darbedir. Yeni bir anayasa getirmiştir. Üniversitelerin başına YÖK’ü getirmiştir. Yargıyı 
yeniden düzenlemiştir; HSYK bir 12 Eylül kurumudur. Çalışma yaşamını düzenleyen yeni uygulamalar getirmiştir. Din derslerini “zorunlu” hale getirmiştir vb. Yani söz konusu olan 
sadece “devrimci mücadeleyi” engellemek, tasfiye etmek değil; bir bütün olarak ülkeyi ve toplumu Kemalist bir mantıkla yeniden kurgulamaktı. 

C.B: Bugüne geldiğimizde siyasi düşüncelerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu? 

C.S: Gerek 12 Eylül’ü algılama biçimimde, gerekse de siyasi anlayış ve düşüncelerimde özde bir değişiklik yok; ama bir “olgunlaşma” olduğu da kesindir. Ama “olgunlaştım” derken 
kastımın “değişmedim” demek olmadığını özellikle vurgulamak isterim. Bence olgunlaşmış olmak, en önemli değişimdir… 

C.B: O günden bugüne zihinsel değişimler yaşadık, bunu neye bağlıyorsunuz? Ya da değişim olduysa bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz? 

C.S: Hayat, en büyük öğretmendir. Kuşkusuz bunun için hayat karşısında “öğrenci” olmasını bilmek gerekir. Türkiye yakın tarihinde çok sarsıcı süreçler yaşadı. Bunlardan biri olarak 12 
Eylül, sadece siyasi tarihimiz açısından değil, kişisel tarihlerimiz açısından da adeta bir “milat” anlamı taşıyor. 12 Eylül’de yaşanan zulmün sonrasını hatırlayın: Önce bir Turgut Özal ve 
ANAP dönemi yaşadık. Bu dönemin olumlu ve olumsuz yönleriyle çok önemli olduğunu ve özellikle de “zihniyet değişimi” anlamında objektif olarak çok önemli bir rol oynadığını 
düşünüyorum. Ekonomik bağlamda Türkiye’nin uluslar arası sermayeye hiçbir dönem olmadığı kadar güçlü bağlarla eklemlenmesi, politik düzlemde de kaçınılmaz etkiler yarattı. 

Devamında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolize edilen sosyalist blokun yıkılması var. Onun da sonrasında dünyadaki çok sayıda ulusal ve toplumsal temelli sorunun uzlaşma ve 
anlaşmalarla nihayetlenmesi var. Aynı dönem, herkesin anlayış ve algısı, yüklediği anlam farklı olmakla beraber genel olarak “demokrasi” kavramının önem kazanması gündeme geldi. 

Türkiye’de de Kürt sorunu artık gizlenemez boyutlarda gelişti. Beraberinde Kemalist inkarcılık, ister istemez çözüldü. Vesayetçi anlayışın kendisini sürdürmesi için “tehdit ve 
tehlike” önceliklerini güncellemesi gerekti. Öyle de yapıldı. Kemalist aydın cinayetleri, “irtica geldi-geliyor” psikolojisi ve bunun üzerine “bin yıl sürecek” denilen “post modern” 28 Şubat 
süreci gelişti… Kaba hatlarıyla özetlediğim bu süreçlerin zihniyetlerimizi değiştirmemesi, olgunlaştırmaması düşünülemezdi elbette. Bu değişim ve olgunlaşma biraz ağır gerçekleşti; 
ama büyük ölçüde gerçekleşti… Örneğin darbelere karşı olmak günümüzde artık toplumsal bir tavır veya refleks haline geldi. Farklı siyasi veya ideolojik düşüncelerin, farklı inanç ve 
etnik, kültürel kimliklerin demokratik bir çerçeve içerisinde bir arada olabileceği görüldü. 

Kemalist dayatmalar ve bunun en doğrudan süreçleri olan darbelerin demokrasi ve bir arada yaşama kültürümüze zarar verdiği bir toplumsal duyarlılık, hatta bir bilinç haline geldi. 

Kuşkusuz bütün bu gelişmeler deyim yerindeyse zıddını da doğurdu veya netleştirdi. 3-4 sene önce 27 Mayıs da dahil bütün darbelere karşı olmak gerektiğini yazdığımda, bu, bilerek ya da 
bilmeyerek “iyi darbe-kötü darbe” ayrımı yapan solda şaşkınlık ve tepkiyle karşılanmıştı. 

Bugün daha ileri bir noktadayız. 

C.B: O günlere dönmek istiyorum, bize 12 eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal şartlardan bahsedebilir misiniz? 

C.S: 12 Eylül öncesinin en büyük özelliği, toplumun neredeyse tamamını etkisi altına alan bir sağ-sol kamplaşmasının yaşanmasıydı. Bu kutuplaşma durumu devletin güvenlik birimlerini 
içine alacak boyutlarda yaygınlaşmıştı. ABD ve SSCB’nin başını çektiği uluslar arası düzlemde de bir kamplaşma vardı. Bunun sonucu olarak ABD faşist cunta rejimlerini destekliyordu. 

Türkiye’de de devletin temel politikası ABD’nin “komünizme karşı olmak” konseptiyle uyumluydu. 1979 yılında İran’da gerçekleşen devrim, Ortadoğu’da ABD’nin uydusu 
Türkiye’nin önemini daha da artırdı. Türkiye’nin göremediğimiz özgünlüğü, kendisini ülkenin ve devletin sahibi olarak konumlandırmış olanlar açısından, yaşanan kanlı karmaşanın 
“uygun” bir ortam oluşturmuş olmasıydı. (Nitekim darbeci paşalardan biri, 3. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel, sonraki yıllarda “aslında biz darbeyi 1979 Temmuz’unda yapacaktık, ama 
şartların biraz daha olgunlaşmasını bekledik” diyecekti…) Ülkücü, milliyetçi çevreler “komünizme karşı mücadele” adı altında devlet tarafından silahlandırılmış, seferber edilmişti. 

Devrimci güçler ise, “yaklaşan devrim” için mücadele ediyordu. İnsanların öldüğü bu kanlı karmaşa ortamını derinleştirmek için 1 Mayıs (1977), Maraş (1978), Çorum (1980) gibi 
kitlesel katliamlar düzenlemekten de geri durulmadı. O karmaşa ortamında neler olup bittiğini ve Türkiye’nin nereye gittiğini kimsenin gördüğünü söyleyemem… Neler olup bittiğini 
ve sağ-sol kamplaşmasının taraflarının hangi derin senaryolara hizmet ettiğini görmek için 12 Eylül darbesinin yaşanması gerekti maalesef… Sonrasında sol dağıldı, hala bile açık ve net bir 
dille telaffuz edilemeyen ağır bir yenilgiye uğradı, tasfiye edildi. 1980'lerin sonlarında başlayan toparlanma çabaları da, bu bilinçten yoksun olduğu için 1990'lı yılların ikinci yarısına 
gelmeden etkisiz kılındı. 1990'lı yıllardan itibaren ise artık gündemimizde 12 Eylül faşizmine karşı direniş içerisinde kitleselleşmiş bir Kürt sorunu ve PKK olgusu vardı… 

C.B: Bugünden 12 Eylül’e baktığımızda yorumlamalarınız değişti mi? 

C.S: Yukarıda da değindiğim gibi, değişmekten ziyade görüşlerimin olgunlaşmasından, derinleşmesinden bahsedebiliriz. 12 Eylül zihniyetini daha net bir şekilde tahlil edecek bilinç 
ve deneyime sahip olmaktır söz konusu olan. Yoksa 12 Eylül’ün bir faşizm olduğu noktasında o zamanki algım ile bugünkü anlayışım farklı değil. 

C.B: Biraz çekinerek soracağım, malum bazı yaşadıklarımız geçmiştedir ancak ağırlıkları 
geleceğe yansımıştır. Siz o dönem yargılandınız mı, tutuklandınız mı? Bu süreci paylaşabilir misiniz? 

C.S: Tabii ki. Çok şükür geçmişimde utanç duyacağım hiçbir şey yok, neden paylaşmayayım ya da siz neden çekinerek sorasınız? Kişi olarak “çocuksu” hatalarım olmuştur elbette; ama 
“bilerek” herhangi bir hatam olmadığı gibi, duygularım, duyarlılıklarım kişiliğimi oluşturan temel taşlardır hala. Benim de içinde olduğum binlerce kişinin işkence görmesi, tutuklanması, 
haksız yargılamalara tabi tutulması… olsa olsa darbecilerin utancı olabilir; ama onlarda da bu duygu yoktur… Devrimci Sol adlı örgütün üyesi olmak suçlamasıyla tutuklandım. Devrimci 
Sol-Dev-Genç ana davasının “sanıklarından” biri olarak 146/1 maddeden yargılandım. İroniye bakar mısınız: Bu memleketin solcuları “anayasayı ilga etmek” suçlamasıyla idam istemiyle 
yargılandılar, bazılarımız idam da edildi; ama o anayasayı hep darbeciler “ilga” etti. Çiğnedi. Kafasına göre değiştirdi. Bu arada ilginç bir şey daha söyleyeyim: Hala sanığım! Söz konusu 
dava 1982 yılında açıldı ve halen devam ediyor! Şu anda Yargıtay aşamasında… İstanbul’da kurulan 2 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılandım, arkadaşlarımla birlikte… Ama bu 
yargılamanın adil olmadığını söylememe gerek var mı? Yargılamalar işkencealtında alınan ifadelerle yapıldı. Sıkıyönetim savcısı olan subaylar ve yargıçlar da bu işkenceci işleyişin birer 
parçasıydı. Mahkeme salonlarında dayak yediğimiz, saldırıya uğradığımız çok olmuştur. 

Bunlardan bir tanesinde, 6 Kasım 1982'de yapılan anayasa referandumu ve cuntanın şefi Kenan Evren’i cumhurbaşkanı yapma oylamasında, mahkemede “cunta anayasasına hayır!” 
dediğimiz için saldırıya uğradık… 12 Eylül hukuku, neresinden baksanız tipik bir faşizm idi… 

C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem… 

C.S: Emniyette çok ağır işkenceler gördüm. İlk defa işkence gördüğümde 15 yaşındaydım. İkincisinde (1980) de 18 yaşından küçüktüm. Yaşımı belirtmemin nedeni, işkencecilerde 
hiçbir vicdan, izan kırıntısı dahi bulunmadığının anlaşılması içindir. Falaka, askı, elektrik, tazyikli soğuk suya tutma, “denizaltı” dedikleri işkence (askıda iken yüzüme pamuklu bir bez 
koyup suya tuttular. Boğuluyorsun, ciğerlerin patlayacak gibi oluyor. Sonradan bunun CIA’nin bir işkence yöntemi olduğunu öğrendim.), kaba dayak gibi çok sayıda işkence yöntemine 
maruz kaldım. İnsanların işkence altındaki bağrışlarını dinlettiler. Bu işkenceler 12 Eylül döneminde cezaevlerinde de başka yöntemlerle devam etti. Dayatılan kurallara (İstiklal 
Marşı okuma, askerlere “komutanım” diye hitap etme, Atatürk eğitimine katılma vb.) uymayınca kaba dayak ve falaka başta olmak üzere saatlerce süren işkence seansları 
oluyordu. Dayatılan şey sadece “kurallara” uymak da değildi; amaçlanan “nedamet” getirmek, yani “itirafçı” olmaktı… O dönemin TRT programlarını hatırlayanlar bilir: Çeşitli 
cezaevlerinden sağcı veya solcu tutuklular “Atatürk’ün ne kadar büyük adam olduğunu şimdi anladım” türü açıklamalar yapmak üzere ekrana çıkartılırdı. Yine “şükür” diyeceğim; çok 
işkence gördüm, toplamı yüzlerce günü bulan açlık direnişlerine katıldım, ama bu tür utançla anacağım bir “hatıram” yok… 

C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz? 


C.S: “Amacın hasıl olması” olarak yorumluyorum… Kuşkusuz başka birçok neden de sayılabilir. Örneğin dönemin devrimci örgütleri kendi durumlarını çok “abartılı” 
değerlendiriyorlardı. 12 Eylül öncesi kitlesel kabarışın sağlıklı, istikrarlı bir kabarış olmadığını görememişlerdi. Ufukta bizi bekleyen bir “devrim” yoktu. Örgütsel yapılar sanılanın aksine 
son derece güçsüz idi, vb. 

C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü? 

C.S: Hayatımın değişik dönemlerinde kendi hayatım adına vicdani muhasebeler yaptım. Kişilik ve düşüncelerimin acılarla olgunlaştığını söyleyebilirim. İşkencecilerim de dahil kimseye karşı 
kin, nefret, düşmanlık duyguları içerisinde değilim. Yüzleşme ve hesaplaşmanın ülkemizin geleceği adına olması gerektiğine inanıyor, bunun için uğraş veriyorum. Ama bütün bunlar 
kişisel olarak “normal” olduğumu söylemek için yeterli mi? Emin değilim… Bazen hepimizin psikolojisini sakatladıklarını düşünüyorum. En azından kendi adıma söyleyebilirim bunu. 
Çok duygusal ve hassas bir yapım olması, bu hikaye ile doğrudan bağlantılı mesela. 

C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz? 

C.S: Tabii ki öyle bir düşüncem yok. Kemalist zihniyeti bilince çıkaramadığım dönemlerde ben de içerisinde olduğum sol yapılara hakim olan anlayış nedeniyle örneğin 27 Mayıs darbesi 
için “o farklı” gibi şeyler düşünüyordum. Ama bunu aşalı çok oldu. Darbelerin her türü ülkemizin kendi dinamikleri ile, kendi mecrasında ileriye doğru yürümesine yapılan 
müdahalelerdir ve “iyisi-kötüsü” yoktur. Zaten söylemleri şöyle ya da böyle olsa da tümü de aynı zihniyetten beslenerek yapılmıştır. Aralarında olduğu varsayılan farklar sadece 
konjonktüreldir; yani dönemin ihtiyaçlarına göre Kemalist zihniyet ve vesayetin hakimiyetini korumaktan başkaca bir amaçları olmamıştır. 

C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor 
musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi? 

C.S: Zihniyet olarak hiçbir farkı yok. 12 Eylül’ün deşifre olmasından, artık savunulamaz hale gelmesinden dolayı 12 Eylül darbesine karşı olduğunu söyleyip de 28 Şubat’tan yana olmak 
ya da Ergenekon soruşturmasına “öyle bir şey yok, AKP muhalefeti tasfiye ediyor” türü tepkiler vermek, İlkersiz, tutarsız tutumlardır. Farkında olarak ya da olmayarak asıl realiteyi 
görmekten kaçınmaktır. 12 Eylül’ün öncesi de sonrası da dahil olmak üzere bütün darbelerin, darbe girişimlerinin, planlamalarının, organizasyonlarının mimarı ve sorumlusu, kendisini 
Türkiye’nin etnik, dini, kültürel gerçeklerini “yok” etmekle mükellef gören anlayış ve bu anlayışın örgütlü kadrolarıdır… 

C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘. Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir? 

C.S: Bir önceki soruya cevabımda tarif ettiğimi sanıyorum. Bir başka ifadeyle de belirtilebilir: Türkiye’de TSK, herhangi bir ordu değildir. Kendisini “kurucu güç” olarak görmektedir. 
Dolayısıyla “kurduğu” rejimi “korumak-kollamak” misyonu ile kendisini donatmıştır. Böyle olduğu için de, herhangi bir ülkenin ordusundan farklı olarak adeta bir iç savaş ordusudur. 
Zira kendisine “düşman”, “tehdit” veya “tehlike” olarak bellediği bütün dinamikler, aslında Türkiye’nin gerçekleridir… 

C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir? 


C.S: Daha önce de 12 Eylül Anayasası çeşitli maddeleri itibarıyla değiştirildi. Ancak ilk defa bu anayasanın özüne “dokunan” bazı değişiklikler yapılmak isteniyor. Benim istemim ve 
beklentim, 12 Eylül anayasasının “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” denilen maddeleri de dahil tümüyle değiştirilmesi, Türkiye’de yaşayan herkesin farklılıklarıyla 
varlığını güvence altına alan bir anayasa yapılmasıdır. Mevcut 26 maddelik değişiklik paketi, Kürt sorunu ve Alevilerin istemlerini görmezden gelmek ile malul olduğu ve bahsettiğim 
nitelikte olmadığı için son derece yetersizdir. Ancak bizi “bir adım ileri” götürecek mahiyettedir. 13 Eylül günü yeni, sivil ve demokratik anayasa istemimizi her zamankinden 
daha canlı bir şekilde gündeme getirmemiz şartıyla, “evet” oyu vereceğim. (Bu arada ilk defa sandığa bu vesileyle gideceğimi de belirtmiş olayım.) Sonucun “evet” çıkması yeni anayasa 
talebimizi gündemleştirmemiz yönünde daha olumlu bir ortam sağlayacaktır. Referandumda “boykot” tavrını anlayışla karşılamak gerektiğini düşünüyorum; Kürtler ve Aleviler açısından. 

(Ama Alevi örgütlerinin tutumu da malum; 12 Eylül’ün en çok gadrine uğramış bir toplum olmakla 12 Eylül anayasasını, mevcut statükoyu korumak birbiriyle hiçbir şekilde 
bağdaştırılacak tutumlar değildir.) Ancak statükocular dışındaki insanlarımız açısından “hayır” demenin asla doğru bir tercih olmadığına inanıyorum. 12 Eylül anayasasını savunma 
durumuna düşmenin, 12 Eylülcüleri yargı önüne çıkarmayı engellemenin “hayırlı” bir iş olmadığına inanıyorum. 

C.B: Toparlayacak olursak 12 Eylül darbe yıllarını yaşadıklarınızdan yola çıkarak nasıl yorumluyorsunuz? 

C.S: 12 Eylül darbesinin herkes adına çok ciddi ve öğretici bir “yüzleşme” konusu olduğuna inanıyorum. Türkiye toplumunun da 12 Eylül ve darbeler ile yüzleşmesi gerekiyor. 

Darbecilerin kendilerini “başarılı” addetmelerine neden olan, biraz da “biziz” çünkü… Günümüzde ortaya çıkan duyarlılığın kalıcı bir bilince dönüşmesi, geleceğimize daha güvenle 
bakmamızın en büyük umut kaynağıdır… Kişi olarak acılı süreçler yaşamış olmamın bir “bedeli” olacaksa eğer, isterim ki bu “bedel”, herkes adına daha demokratik, özgür bir 
Türkiye olsun ve bizler, bugünkünden daha farklı sorunlar için uğraş verelim… Mesela Dersim’e bu sene neden az turist geldiğini tartışalım… Ya da İstanbul’daki ulaşım sorunu 
neden hala çözülmedi diye eleştirelim belediyeyi… Veyahut da gayrısafi milli hasıladaki düşüş nedeniyle hükümetin ekonomiden sorumlu bakanını istifaya davet edelim… “Normal” 
dertleri olan barış içerisinde huzurlu bir Türkiye’de yaşayacaksak, kişi olarak yaşadığımız bütün acıların unutulmasından yana hiçbir şikayetim olmaz. Çocuklarımızın bizim anılarımızı 
dinlemekten sıkılmalarına da alışırım. Bir hakkım, katkım olmuşsa böyle bir cennet Türkiye’ye, “helal” ederim… Öbür türlü vicdan sahibi her insan gibi ben de rahat ve huzurlu 
bir uyku bile uyuyamayacağım… Biraz duygusal bir kelam etmiş olacağım, ama, yaşıyorsam, 
bunun içindir… 

Şeriat Nerede? 28 Şubat’ın Post’unun Altında 



Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinin, 28 Şubat Post Modern Darbesi, bizzat yaşadığım ve halen yaşamakta olmamdan kaynaklı olarak, bu dizi içerisinde, benim için 
belki de en zorudur. 

 O Günlere Dönelim 

Dönemin Refah Partisi 1995 Genel Seçimlerinden birinci parti olarak çıkar. 1996 yılında DYP-ANAP koalisyon 
hükümetinin güven oyu Anayasa Mahkemesince geçersiz sayıldığından, dağılmıştır. Bunun üzerine 
TBMM’de birinci parti durumunda olan RP ile ikinci parti durumunda olan DYP, Refah-Yol Hükümetini kurmuştur. 

Hükümet kurulduktan bir süre sonra hem RP’li ağızların ‘ yanlış, çarpıtılmaya müsait, şımarık ‘ söylemleri, mevcut ‘ şeriat geliyor ‘ ürküntüsü halinde, paranoyakça yaşayanların askere yüz 
dönmesine mahal vermiştir. 

 Bazı Olaylar; 


Ekim 1996; Erbakan’ın, Mısır, Libya ve Nijerya’yı ziyareti. 

Kasım 1996; Susurluk Kazasıyla ortaya çıkan polis-mafya-siyasetçi üçleminde RP içerisinden ‘ fasa fiso ‘ denmesi. 

Kasım 1996; Kayseri’nin RP’li Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin ‘ laik düzeni ‘ eleştirmesi ve alternatifler üzerinde yönlendirmesi. (Karatepe bu konuşma nedeniyle 
hem 1 yıl hapis, hem de para cezasına çarptırılır) 
 
11 Ocak 1997; Erbakan’ın tarikat liderleri ve şeyhlere iftar daveti vermesi. 


 Tüm bu gelişmelerden sonra; 

22 Ocak 1997; yüksek rütbeli subaylar ‘ irtica ‘ endişesine karşı toplanır. 

30 Ocak 1997; Sincan Belediyesi Kudüs Gecesi düzenler. İran büyükelçisinin davetli olduğu gecede gösterilen ‘ cihad oyunu ‘ büyük tepki alır. 

5 Şubat 1997; Sincan’dan askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yapar. 
 
5 Şubat 1997; daha sonra başörtüsü yasağı mağduru kadınlara; ‘ Arabistan’a gidin ‘ diyecek olan Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan’a birkaç mektup gönderir. 

Tam bu dönem, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya; ‘ irtica PKK’dan daha tehlikeli ‘ der. 
 
11 Şubat’ta ‘ Şeriat’a Karşı Kadın Yürüyüşü ‘ gerçekleşir. (Kadınlar, kadınlar aleyhine yürür) 


 Tüm bu gelişmelerden- geliştirmelerden sonra 28 Şubat 1997 günü, 9 saat süren MGK toplantısı yapıldı. MGK sert ve vurgulu bir biçimde ‘ laikliğin ‘ Türkiye’de hukukun ve 
demokrasinin teminatı olduğunun altını çizdi. MGK’dan çıkan kararlar Necmettin Erbakan’ın önüne gelince, Erbakan bu hali ile imzalamayacağını belirtti. Kısa bir süre sonra imzalamak 
zorunda(?) kaldı ve imzaladı. Dönemin Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş RP’nin kapatılması için dava açtı. Aynı dönem, Genel Kurmay ‘ irticai faaliyetleri desteklediğini ‘ iddia ederek birçok 
firmaya el koydu. Erbakan istifa etti. 


 Vural Savaş

Necmettin Erbakan

 Her şey bu şekilde sonlanmadı elbet. Hemen ‘ 8 Yıllık Kesintisiz Eğitim ‘ gündeme geldi. İlkeler yeniden altı çizilerek hatırlatıldı, sanki unutulmuş gibi! 

 28 Şubat 1000 yıl sürecek ‘ kararları alındı. 

 Sonra sanırım görünen cesetler olmadığından kaynaklı, ölüler, faili meçhuller olmadığından kaynaklı, yahut bir yumuşatma hali olsun için bu darbe ‘ 28 Şubat Post-Modern Darbesi ‘ 
olarak tanımlandı. 

 Post-Modern Darbe başlığında birçok yorum yapıldı. Ben ‘post’un bürünülen bir şey olduğu çağrışımından yola çıkarak yorumladım. Çünkü resmi tarihin yazdıklarının altındakileri 
yaşadım, yaşadık. Birçok iddia ortaya atıldı, birçoğu yaşadıklarımızla paralel düşününce neredeyse ispatlandı. 

 Çok net hatırlıyorum. Önce sokaklarda ellerinde asalar, sakallı, cüppeli birçok insan görür olduk. İsimlerinin ‘ Aczimendi ‘ olduğunu öğrendik. Aynı dönemlere yakın olmalı. 

MÜSLÜM GÜNDÜZ ( ACZİMENDİ TARİKAT LİDERİ )

FADİME ŞAHİN ( MÜRİT )

ALİ KALKANCI


Televizyonlarda, yolda gördüğümüz adamlardan birini gördük; saçlarından sürüklenerek götürülüyordu, baskın ne hikmetse an ile kameralara yansımıştı, elinde başörtüsüyle 
masum(!) bir genç kız, başörtüsüyle saçını yüzünü örtmeye çalışıyordu. Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı, Fadime Şahin; televizyonlarda her akşam ama her akşam, haber programların 
hepsinde, şarlatan şeklinde, sapık, tacizci şeklinde lanse ediliyordu. 

 Gazeteler ve televizyonlar, Kemalist ideolojinin neferleri, YÖK üyeleri, Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz, Fadime Şahin üçlüsü dışında kimseyi konuşturmuyordu. 

 Üniversite dönemlerimdi. Başörtülü olarak okula giremeyeceğimize dair söylentiler dolanmaya başlamıştı. Daha ne olduğunu anlayamadan hocalardan, öğrenci işlerinden 
uyarılar gelmeye başladı. Birden köşelere sıkıştırılan kızlar, akabinde ağlayan kızlar olduk. Sonra onlarla tanıştık; güvenlik görevlileri, peruklar, şapkalar, okul önlerindeki ‘ 
soyundurulma ‘ kabinleri… 

 Önce hocalarla bozuştuk, sonra okulla, sonra ailelerimizle, sonra kendimizle bozuştuk, en sonunda bozulduk. 

 Kamu kurumlarında görevli arkadaşlarımız da katıldı bu bozgunlara; önce kendileri, sonra eşleri görevden alındı yahut sürüldü. 

 Milletin kararı olan Merve Kavakçı, seçilmiş bir milletvekili olduğu halde, TMMM’de yuhalandı. Yeminin etmesine fırsat verilmedi. 

 Biz bu haldeyken, birileri Ali Kalkancı’yı bir gecede ‘ şeyh ‘ yapan birileri, bir gazeteci, bir rütbeli, bir transeksüel zaferlerini kutluyordu. 

 Aradan biraz zaman daha geçtikten sonra Aczimendilerin sesi, soluğu, görüntüsü kesildi. Bir başkası girdi devreye; Hizbullah. Birçok yerden domuzbağı yöntemiyle öldürülmüş insanların 
cesetleri çıktı. Müslüman feminist Gonca Kuriş bu başlıkta ortadan kaldırıldı. Ancak ‘ 28 Şubat Ruhu ‘ ortalıktan hiç kaldırılmadı. 

 Post-Modern’in postları Ali Kalkancı’nın postlarıyla da bitmedi. Post, post üstüne; ekonomik kriz, banka hortumcuları, deprem… 28 Şubat geçiş sürecinde sergilenen oyun, repliğinden 
mimik şaşmadan oynandığı sırada banka hortumcuları, gazete patronlarına peşkeş çekilen dolarlar, ekonomik kriz altındaki nedenler bir posta büründürülerek sunuldu bizlere. Çoğuna  
inandık yahut göz yumduk. 

 Ak Partinin alternatifsiz tek parti olarak Türkiye’nin başına açık ara farkla gelişi, yerini bir süre daha koruyacağı garantisi, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olma ihtimali gündeme 
yeniliği olan bir müdahaleyi getirdi; 27 Nisan E-Muhtırası. 

 Nerdeyse bu olaylar üzerinden 10 yıl geçmişti ki, başörtüsü yasağını çözmeyi seçim vaadi olarak kullanan Ak Parti bu yasağı çözme girişiminde bulundu. Bulunmasıyla birlikte 
kapatılması hemen gündeme geldi. An ile aslında birçoğumuzun bildiği ancak asla yüksek sesle ifade edemediği derin devlet yapılanması olan ‘ Ergenekon Terör Örgütü ‘ başlıkları 
yayıldı. An ile alınan mahkeme kararıyla, bu yapılanmanın adının ‘ Ergenekon Terör Örgütü ‘ olarak anılması yasakladı. İsim değiştirilince yapılan tüm hukuksuzluklar bir anda anlam 
değiştirdi(!) 

 İtiraflarla birlikte darbe planları ile tanıştık; JİTEM gerçeği, devlet-siyasetçi-mafya-PKK- asker ilişkisi, 17500 faili meçhul gibi dehşet verici gerçekler(?) ifadelerde yerini aldı. Bir gün 
bir siyasetçi, bir gün bir emekli asker, bir gün bir gazeteci, bir gün bir PKK itirafçısı çıkıp anlattı… Geçiştirilmeye çalışıldı, yalandır, iftiradır dendi. 28 Şubat sürecinde hiç suçu olmadığı 
halde, iş yerine el konulan insanların, evlerini talan edip, arama yapanlar, yan odadan çocuklarının oyuncağını almasına izin vermeyenlere ‘ emir ‘ verirken; iş Ergenekon’a gelince, 
emekli dahi olsa bir askeri soruşturma için davet etmeye dahi tepki verdiler. Darbe zeminlerinin yaratıcısı, sözde gazeteciler tutuklanınca ‘ demokrasi nerede? ‘ diye bağırmaya 
başladılar. 

 Sonra mı? Sonrası bir sonraki, Darbeler Tarihimizin son başlığı 27 Nisan e- Muhtırası başlığında… 

 Bu gün neredeyse üzerinden 13 yıl geçmiş olmasına rağmen, o gün alınan kararların, yasakların halen sürdüğü bir ülke de, yeni başlayan eğitim sürecinde, hala başörtülü genç 
kızlar ‘ bana bir peruk lazım, o da pazartesi lazım ‘ diyorsa ve hala adları üniversite hocası olan bir takım zihinsel özürlüler, düşünme yetisini kaybetmiş vicdansızlar 20 yaşında bir genç 
kıza, sınıfın ortasında, arkadaşları arasına ‘ it ‘ diyorsa, ve hala okul önlerindeki baş açma kulübeleri dolup boşalıyorsa, tüm bunlara rağmen bu işin tezgahçıları, haklarında delil 
bulunamadığı(!) gerekçesiyle bir gecede 100 kişilik bir bölük halinde salıveriliyorsa, 28 Şubat halen devam ediyor demektir, bir düşünün derim; Şeriat nerede, demokrasi nerede? 28 
Şubat’ın ‘post’unun altında. 

 
Laiklik Tehdit Altındaysa Halkı Tehdit Etmek Teferruattır: 27 Nisan 

Demokrasinin bir sistem olarak yer bulduğu ülkelerde, ülke vatandaşlarının seçimleri ve tercihleri ülkenin kaderini belirler. Demokrasinin özde değil, sözde olduğu ülkelerde ise yönetim 
darbe  muhtıra  müdahaleler ile kurgusal bir şekilde sağlanır. 

Aslında bir ülkenin darbeler tarihini inceleyecek kadar uzun bir zaman, belirli aralıklarla darbe ve muhtıraya şahit olunması dahi sistemin olması 
gerekenin dışında olduğuna kanıttır. 
İşte bu kanıtlardan bir kanıt olan 27 Nisan E-Muhtırasını, Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinin son başlığı olarak atıyoruz. 

Genel Kurmay Başkanlığı 27 Nisan 2007 tarihinde gece saat 23.20'de laiklikle ilgili bir açıklama yaptı. Her açıklamada mevcut ‘ sertliği ‘ barındıran bu açıklamanın her zaman 
olduğu gibi gerekçesi laiklikle ilgiliydi. 

 Çok uzun yıllar belirli periyotlarla darbe-muhtıra görmüş bir milletin, radyo ile başlayan askeri müdahale ilanları, gelişen teknolojiyle birlikte internet ulaşımına kadar vardı. 
Teknolojinin büyük evrimler geçireceği kadar uzun zamanlarda, darbe-muhtıra ilanı aracı olarak radyodan, internete geçildi ancak darbe-muhtıra müdahaleleri amaç olarak herhangi 
bir evrim geçirmedi, aynı kaldı. 


 Muhtıraya giden süreç… 

10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasına 30 gün kala, yasal olarak olması gerektiği gibi Cumhurbaşkanı adayı belirleme sürecine girilir. Yine anayasal 
olarak Cumhurbaşkanı TBMM tam üye sayısının üçte iki çoğunluğu ve gizli oy ile seçilir. Ancak ülke Cumhurbaşkanı olarak önerilecek ismin eylemselliğinden çok şekilciliğine, zihin okuma 
yöntemleriyle ehemmiyet veren, çok sesli, az sayıdaki, baskın azınlığın meydanı olma halinde uzun yıllar baskı ile yönetildiği için, bu uğurda halkın seçimi dahi dikkate alınmadığı için ve Ak 
Parti iktidarı sürecinden rahatsızlık duyan kesimin ‘ ordu göreve ‘ çığlıkları ile Cumhuriyet Mitingleri düzenlediği için bu normal süreç, sanki anormalmiş gibi yaşanır. 

 Cumhuriyet Mitingleri ile ülkeyi kaos ortamına, bölmeye götürenler eylemlere devam ederken, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramına tarih olarak yakın düşen önemli 
günlerden bir gün olan Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri çakışır. Kutlu Doğum Haftası etkinleri bünyesinde birkaç çocuk, başını örtüp, ilahi söylediği için, asker ve sivil görünümlü militer 
yapı heveslileri büyük rahatsızlık duyar. Gazetelerin köşelerinden, televizyonların ekranlarına, sokaklara ve meydanlara taşan bu kitlenin Ak Parti’nin seçimlerden tek başına iktidar 
olmasından duyduğu rahatsızlığa, birkaç çocuğun şiir, ilahi okuması bardağı taşıran son damla etkisi yapar. Darbecilerin laiklik tehlikesi(!) ihtimaline dahi tahammülü yoktur. İşte her 
şey böyle başlar, halkın seçtiği bir parti ve birkaç çocuğunun dinlerinin en önemli şahsiyeti olan Peygamberlerini anması, bir ülkenin silahlı kuvvetlerini ve kısmi kitlesini darbe-
müdahale-muhtıra lehine harekete geçirir. 

Bildirinin Tam Metni 

Tüm bu gelişmelerden sonra bir görüşe göre gereklilik arz eden açıklama, bir görüşe göre müdahale-muhtıra olan bildiri hiç tereddüt edilmeden yayınlanır. 

 ‘’ Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde 
artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması 
isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi
kapsamaktadır. 
Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl 
amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve 
bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır. 

Bu bağlamda; 

Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde kuran okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyet 
iptal edilmiştir. 

22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan 
çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi 
tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur. 

Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa 
düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk 
İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir. 

Okullarda kutlanacak etkinlikler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği tespit edilmiş ve 
Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine rağmen herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir. 

Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dahilinde yapılmış olması meseleyi daha 
da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. 

Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret 
almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir. 

Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir 
inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. 
Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek 
şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir. 

Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve 
bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir. 


Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile 
izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz 
yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. 

Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır. 

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve 
bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir. 
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.” 

 Bu muhtıranın kof bir gerekçe olan; laiklik tehdit altında öyle ise müdahale etmek görevdir, sorumluluğu yanı sıra, bir başka yönü de; Ermeni, Kürt ve ırkçı olmayan vatandaşlarının 
antidemokratik uygulamalara, zulme ve şiddete maruz kalması, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ ilkesine riayet etmeyenleri açıkça ‘düşman‘ ilan etmesidir. 

 Sonuç 

Hükümet bildiriyi üzerine almış ve Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek ertesi gün bir basın açıklaması yaparak Hükümetin de laiklikten yana olduğunu bildirmiştir. Hükümet alışılmadık 
bir şekilde, daha önceki askeri müdahalelerin ardından hükümetlerin takındığı tavırların aksine muhtırayı sert bir tepkiyle karşıladı. Cemil Çiçek konuşmasında Genelkurmay Başkanı’ 
nın resmi olarak Başbakan’ a bağlı olduğunu, görevleri itibarıyla Başbakan’a karşı sorumlu olduğunu belirtti. 

Mecliste temsil edilen CHP, ANAP, DYP, HYP, SHP ile TBMM’de sandalyesi olmayan DSP, MHP, İP liderleri erken seçim kararı alınarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yeni Meclis 
tarafından yapılması gerektiğini basın açıklamaları ile belirtmişlerdir. Ancak Hükümet böyle bir yolu tercih etmediklerini ve seçim sürecinin devam edeceğini açıklamışlardır. Abdullah 
Gül ise adaylıktan çekilmeyeceğini açıklamıştır. 

Ülkeyi Cumhuriyet Mitingleri ile kaos ortamına, bölmeye götürenler eylemlere devam ede dursun; bu sürece rağmen Cumhurbaşkanı önerisi olarak 24 Nisan 2007 günü Abdullah 
Gül’ün adı ortaya çıktı. 27 Nisan tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı birinci tur seçimlerinde 357 kabul oyu çıkmasına karşın 367 sayısına ulaşılamadığı için, seçim ikinci tura kalmış; 
Anayasanın ilgili hükmü gereği, ilk oturumun açılabilmesi için 367 üyenin Mecliste hazır bulunması gerektiği gerekçesi ile Cumhuriyet Halk Partisi tarafından oturumun iptali için 
Anayasa Mahkemesi’ne açılan dava sonucu Meclis’in bu birinci oturumu, Anayasa Mahkemesi’nin 1 Mayıs 2007 tarihli kararı ile iptal edildi. 6 Mayıs 2007 tarihinde Mecliste 
yapılan iki yoklamada da toplantı yeter sayısının bulunamayışı yüzünden 11. Cumhurbaşkanı seçilememiştir. 

Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçim üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin 11. cumhurbaşkanı seçildi. Böylece Nisan 2007'de başlayan 
Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanını seçim süreci sona erdi. 

Ayrıca, TBMM’de 27 Nisan 2007 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi 1. turunda toplantı yeter sayısı olan 367 sayısına ulaşılamadığı gerekçesiyle CHP tarafından Anayasa 
Mahkemesi’ne yapılan itiraz başvurusu 1 Mayıs 2007 tarihinde haklı bulunarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 1. turu iptal edilmiştir. Bu gelişmeler üzerine Başbakan Recep 
Tayyip Erdoğan 24 Haziran ya da 1 Temmuz tarihinde erken seçime gidileceği açıklaması yaptı. Ayrıca, 1973 ve 1980'de olduğu gibi askerlerin Cumhurbaşkanlığı sürecine artık 
müdahil olmalarını engellemek için, Anavatan Partisi’nin teklifi TBMM tarafından kabul edilerek Anayasa değişikliği yapıldı ve bundan sonra Cumhurbaşkanlarının 5 senede bir 
doğrudan halk (cumhur) tarafından seçilmesi kabul edildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve CHP itiraz ettikleri için bu değişiklik referandum ile halkoyuna sunuldu ve 
%78 oy oranı ile kabul edilerek kesinleşti. 

Not: Ergenekon Davasının halen sonuna gelinememiş olduğu bu zamanlarda, ispatlanamadığı gerekçesiyle, faillerinin elini kolunu sallayarak gezdiği, yahut bir gecede salıverildiği, Darbeler 
Tarihi yazı dizisine başlık olamamış ‘ darbe eylem planlarını ‘ planlandığına inansam dahi hali hazırda ‘ıslak bir imza‘ mevcut olmadığından-olduğundan(?) bu başlığa konu olması 
gerekirken, etik bulmadığımdan, bu yazıya konu etmiyorum. 

 Bitirirken 

Yazı yazmak yorucu bir uğraştır. Akademik yahut bilgiye dayalı toplamda bir sayfalık bir yazı için dahi, yeri geldiğinde onlarca kitap, makale taramanız gerekebilir. Beyni oldukça yoran bu 
eylemden fazlası da vardır; ruhu yoran yazılar yazmak. 

 Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinin bilgiye, araştırmaya dayanan bir yönü olduğu gibi ruha baskı yapacak, bezginlik yaratacak bir yönü de oldu. Daha reşit olmadığı bir yaşta işkence 
görenler ile röportajlar, neredeyse bir hiç uğruna asılmış bir başkandan tutunda, eğitim-çalışma hakkı zorla gasp edilmiş başörtülü öğrencilere kadar, katledilen, faili meçhul denilen 
bir yığın insanın, bir yığın acısına şahit olduk. Çok istekli olarak başladığım bu yazı dizisi açıkçası beni çok yordu. Şimdi bitirirken bir görevi teslimin rahatlığı yanı sıra bir eziyetler 
dönemine tekrar şahit olma halinden kurtulmanın huzurunu yaşıyorum. Son başlığımız olan 27 Nisan Muhtırasının da, bu minvalde asker eliyle yapılmış son müdahale olmasını 
diliyorum. 

 ...