29 Ocak 2015 Perşembe

TÜRKİYE MADAGASKAR GİBİ BİR AFRİKA ÜLKESİNE DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR..



TÜRKİYE  MADAGASKAR  GİBİ  BİR AFRİKA ÜLKESİNE DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR..



Erol Manisalı
Türkiye Madagaskar gibi
bir Afrika ülkesine
dönüştürülüyor


TÜRKSOLU: Avrupa Kıskacında Kıbrıs isimli kitabınız için güncel siyasi gelişmelere ışık tutan bir çalışma diyebilir miyiz?
Batı tek kutuplu dünyada Türkiye’yi içine almak istemiyor
EROL MANİSALI: Kitapta herşeyden önce bir dünya tahlilinden yola çıkılıyor. Dünyanın iki kutupluluktan tek kutupluluğa geçmesi aşamasında, Batı’nın Türkiye’ye yeni bakış açısını ve yaklaşımını ele almadan Batı’nın Kıbrıs politikalarını da anlayamayız. Bu yeni dönemin Brüksel, Ankara, Lefkoşe ilişkilerini nasıl etkilediğini inceledim.
Esas belirleyici olan gerçek şudur. Batı bu yeni dönemde Türkiye’yi hiçbir şekilde içine almak istemiyor, alamaz da zaten. Batı Türkiye’yi tek yanlı olarak, bir sömürge olarak kendine bağlamak istiyor. Bu yüzden Kıbrıs’tan başlayarak, Ege, Güneydoğu, Ermenistan’ın topraklarının genişletilmesi gibi konularda, elde etmek istediği değişikliklerin Türkiye’ye dayatılmasının Batı’nın Türkiye politikasının belirleyici özelliği olduğunun tahlilini bu kitapta yaptım. Aslında bunu görmek çok basit. Sadece Avrupa Parlamentosu’nun 1993’ten başlayarak aldığı kararlara bakarsak Kıbrıs, Ege, Ermeni Soykırımı tasarıları, Güneydoğu, Fener Patrikhanesi gibi konularda alınan kararlara bakıldığında, bu kararların yalnız Kıbrıs politikasıyla ilgili olmadığı, Batı’nın ve Avrupa’nın Türkiye üzerindeki yeniden sömürgeleştirme ve bölme planlarıyla doğrudan doğruya ilişkisi olduğu görülür. Dolayısıyla Batı’nın emperyalist planlarından bağımsız olarak Kıbrıs incelenemez ve son gelişmelere ışık tutulamaz. Zaten son ABD-İngiliz koalisyonunun Irak işgali sırasında Türkiye politikasına bu planların nasıl yansıdığını gördük. Aralarında çeşitli çelişkiler bulunan Brüksel ve Vaşington’un Türkiye konusunda nasıl birleştiklerini ve Türk askerinin Kuzey Irak’a Türkiye’nin ulusal çıkarları çerçevesinde müdahelesini engellediğini hep birlikte gördük. Soğuk Savaş sonrasında Batı bir bütün olarak Türkiye’yi dışlama siyasetini benimsediği için hem Amerika hem de Avrupa Kıbrıs konusunda ve diğer konularda Türkiye’ye karşı ortak bir politika yürütüyor. Tüm bu gerçekler görülmeden Kıbrıs konusunda doğru bir analiz yapılamaz.
TÜRKSOLU: Bu çerçevede Kıbrıs için nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?
Kıbrıs’ta ne olacağı Sevr sürecini etkileyecektir
EROL MANİSALI: Bundan sonra ne olur? Kıbrıs’ta ne olacağı Ankara hükümetlerinin Batı’da planlanan ve Türkiye’yi sömürge haline getirmeye çalışan politikalara karşı nasıl tavır alacağına bağlı. Eğer büyük sermaye egemenliğinde kurulan göstermelik demokratik yönetimler devam ederse Türkiye’nin bölünmesi ve sömürgeleştirilmesi planları daha da ilerleyecektir. Bu sadece Kıbrıs konusunda değil Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla doğrudan bağlantılı diğer konularda da geçerlidir. Türkiye Irak ilişkileri, Türkiye Ortadoğu ilişkileri, Türkiye’nin Kıbrıs Ege politikası, Patrikhane meselesi, misyonerler meselesi ve tüm diğer politikalarda bu işbirlikçi yönetimler altında Türkiye’nin aleyhine gelişmeler artacaktır. Kısacası Türkiye Lozan’dan Sevr’e doğru giden Batı’nın dayattığı yeniden yapılandırma sürecinde direnç gösterecek midir göstermiyecek midir?
Burada tabii şu soruyu sormak gerekir? Hangi Türkiye? 70 milyonu temsil eden Kuvayı Milliye çizgisi mi esas alınacak yoksa işbirlikçi azınlığın siyasi egemenliği mi? İslam ağırlıklı bir rejim için Batı’yla işbirliği yapan siyasi çizgi mi Türkiye’nin kaderini belirleyecek yoksa 70 milyonun ulusal çıkarları mı? Türkiye’yi bölmek isteyen ve Batı’ya angaje bazı etnik politikalar mı egemen olacak yoksa milli birlik politikası mı? Bu sorulara verilen yanıt 70 milyonun ulusal çıkarlarının savunulabilmesi ve Batı’nın dayatmalarına karşı Türkiye’nin direnebilmesi için milli bir politika oluşturmak isteyenlerin lehine olmalı.
TÜRKSOLU: Türkiye ve Kıbrıs’ı Batı kıskacından kurtarabilmek için alternatif dış politika açılımları ne olabilir?
Batı’ya bağımlı Türkiye dayatmalara karşı koyamaz
EROL MANİSALI: Çıkış yolu ne olabilir diye sorduğumuz zaman dönüp doğuya ve       kendi komşumuz olan bölge ülkelerine bakmamız gerekir. Son birkaç yıldır bu çıkış yolunu sürekli dile getiriyorum. Türkiye’nin bugün temel sorunu Batı’yla olan tek yanlı bağımlılığıdır. Türkiye Batı’yla olan tek yanlı bağımlılığı içinde, Batı’dan gelen dayatmalara karşı koyamaz. Bu nedenle Asya’daki yeni oluşumlar ve bölge ülkeleriyle işbirliği perspektifi içinde Türkiye yeni politika arayışlarına girmelidir. Aksi takdirde Türkiye için ancak Batı’nın tek yanlı taleplerini karşılama olanağı vardır. Bu şartlar altında Türkiye’nin ayakta durması, direnç göstermesi, Batı’nın emperyalist talepleri karşısında direnebilmesi olanaksızdır. Türkiye önümüzdeki yıllarda ya Asya’daki yeni oluşumla ve bölge ülkeleriyle işbirliği yaparak Batı’nın dayatmalarını dengeleme politikası içine girecektir veya Batı’ya tek yanlı bağlanarak Batı’nın sömürgesi olacaktır.
TÜRKSOLU: Kıbrıs’taki son güncel gelişmeler, KKTC ve Türkiye’nin yeni açılımları       Avrupa kıskacının daha da daralması ve Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki devlet politikasının aşınması olarak nitelendirilebilir mi?
Kıbrıs’taki son gelişmeler Türkiye’nin devlet politikasını çürütmek içindir
EROL MANİSALI: Kıbrıs’taki son operasyonlar aslında Türkiye’nin Kıbrıs’taki devlet politikasının çürütülmesi amacına yöneliktir. Türkiye’nin devlet politikası neydi? Güneyde Rumlar’ın AB’yle dolayısıyla Yunanistan’la entegrasyonu durumunda, kuzeyin de Türkiye Cumhuriyeti’ne entegre edilmesiydi. Bugün bu devlet politikasının ortadan kaldırılıp, çürütülmesi için yapılan şudur: Hayır Kuzey Kıbrıs Anadolu’ya ve Türkiye’ye entegre edilmeyecektir, güneye, Rum tarafına bir azınlık olarak entegre edilecektir. Bu son açılımların başka hiçbir anlamı yoktur.
Son olaylar bir korsan serbestliği içinde gerçekleşmektedir. Oturup iki taraf KKTC ve Güney Kıbrıs Rum yönetimi anlaşıp, karşılıklı geçişler serbest bırakılsın şeklinde bir sonuca varmamışlardır. Denktaş’ın bu konudaki önerisi Rumlar tarafından reddedilmiştir. Biz sizi tanımıyoruz, biz sizi kaale almıyoruz, böyle bir anlaşmayı reddediyoruz denmiştir. Ancak bizim vatandaşlarımız sizin tarafa geçerse, orayı zaten Avrupa toprağı saydığımız için vatandaşlarımıza birşey demeyiz diyorlar. Bunun tek bir ifadesi vardır. Bu bir korsan serbestliğidir. Üzerinde iki tarafın anlaştığı bir serbestlik değildir bu. İki tarafın karşılıklı tanımayla anlaştığı bir serbestlik olsaydı ben bu son gelişmeleri desteklerdim. Ama böyle olmadığı, korsan olduğu için karşıyım.
Son olarak yeni bir gelişme daha yaşadık. Rum tarafından Türkiye’ye girişlere Türkiye izin verdi. Bir kere herşeyden önce dış politika ilişkiler karşılıklılık esasına göre ilerler. Rumlar KKTC’yi tanımazken, Yunanistan KKTC’yi tanımazken, bizim onları tanımamız demek, tek yanlı yapılanmayı ve dayatmaları koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin resmen kabul etmesi yani 70 milyonluk Türkiye’nin bir sömürge konumuna getirilmesi demektir. Siz bizi tanımıyorsunuz ama siz elinizi kolunuzu sallayarak bizim tarafa geçebilirsiniz demektir. Uluslararası ilişkiler bakımından bunun ne siyasi bir mantığı vardır, ne kültürel, ne sosyal ne de iktisadi bir mantığı vardır. Bunu bugün komşuluk ve uygarlık olarak sunmaya çalışmaktadırlar. Bu yaşananların dostlukla hiçbir ilişkisi yoktur. Eğer karşılıklılık esasına göre son politikalar yürütülmüş olsaydı, bu son gelişmeleri çok iyi diye nitelendirebilirdik, ancak diğer taraf seni tanımadan senin bu tür açılımlarda bulunman, senin bir sömürge olarak sömürgecilere serbest giriş hakkı tanımandan başka birşey değildir.
Türkiye’nin devlet politikası şu anda Kuzey Kıbrıs’la Türkiye arasında ekonomik alandan başlayarak bir entegrasyonu gerektirmektedir. Ancak son yaşananlar tam tersi. Kuzey Kıbrıs güneye ekonomik entegrasyon yoluna sokulmuştur. Artık tüccarlar Rumlarla işbirliği yapacak. Bir takım korsan ekonomik ilişkiler ağı kurulacak. Orada artık Türk yatırımları ve Türkiye’nin ekonomik varlığı kalmayacak. Bu yaşanan tersine entegrasyondan başka birşey değildir.
TÜRKSOLU: Türkiye ve Kıbrıs üzerindeki AB kıskacı daraltılıyorken, AKP hükümeti AB yolunda yeni taviz paketleri hazırlıyor. Aynı anda Orgenaral Kılınç üzerinden yürütülen ordu ve MGK tartışması alevlendiriliyor. Burada bir eşgüdümden bahsedebilir miyiz?
EROL MANİSALI: Ben bir akademisyen olarak tüm bu yaşananları Türkiye’nin tek       yanlı bağlanma sürecinin bir devamı olarak görüyorum. Karşılıklılık ilişkisi tamamen ortadan kaldırılıyor ve Türkiye AB’nin her konuda tek yanlı olarak müdahale edebileceği bir ülke olma yolunda ilerliyor. Türkiye Somali, Madagaskar gibi bir Afrika ülkesine dönüştürülüyor.






ZAVALLI,






ZAVALLI,



Yekta Güngör Özden


Zavallı,  Sözde Avrupalı


Türkiye ne zaman gücünün arttığını gösteren bir başarıyla, kültür, sanat, spor, bilim alanında bir etkinlikle ya da uluslararası bir durumla gündeme gelse Avrupa kaynaklı olumsuz değerlendirmeler, eleştiri ve öneri görüntüsü altında haksızlık dolu yaklaşımlar birbirini izler. Son günlerde AB raportörü Hollandalı Arie Oostlander’in üyeliğimiz için Kemalizm/Atatürkçülüğü engel saymasındaki saçmalık, amaçlı açıklamaların yenisi. Bu ilk değil. Önceki yıllarda da Atatürkçülüğü, Atatürk’ün yetiştiği Türk Silahlı Kuvvetleri’ni, müslümanlığı, Milli Güvenlik Kurulu’nu demokratikleşme ve AB üyeliği için engel göstermişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nu sömürge durumuna düşürüp paylaşmayı gerçekleştirmek için saldırılar, oyunlar, planlar, antlaşmalar düzenleyen Avrupalılar kendi yaptıklarını unutup Türkleri barbarlıkla suçlamayı da sürdürürler. “Sözde Ermeni Soykırım Tasarıları” sıklığında olmasa da ısıtıp ısıtıp yineleyerek güncel kılmaya çalışırlar. İçimizdeki aymaz, bağnaz, değerbilmez korosu da bu tür safsatalara alkış tutarak kendi düşüncesinin ve amacının doğrulandığının kanıtı olarak yansıtır, neye araç olduğunun ayırdında mıdır bilinmez ama işbirlikçi durumuna düşer.
Türkiye’nin atılımı Avrupalıyı kıskandırıyor
Türkiye’nin her alanda gerçekleştirdiği atılım bilgisiz, kötü niyetli, tutucu Avrupalıyı kıskandırıyor ya da korkutuyor. “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin içtenlikli bir izleyicisi olarak kimsenin toprağında gözü bulunmayan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, ölüm-kalım savaşı vererek yarattığı Türk Mucizesi sonunda, en büyük Türk Devrimi olarak gerçekleştiğini unuturlar. Bu gerçek bir yana, AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer’in AB üyeliği konusunda dürüst ve içtenlikli olmaya çağırdığı Avrupalıları Roger Geraudy’nin suçlamalarını da unuturlar. Alman tarihçi Hans-Ulrich Wehler’in amaçlı, gerçekdışı anlatımlarını, Türkiye-AB Parlamento Eşbaşkanı D. J. Bendit’le Huntington’un Atatürkçülük ve ulus devlette direnmeyi sakınca sayan, laikliği dışlayıp islamın çekirdek devleti olmamızı içeren çağdışı, sakat görüşlerine sarılırlar. Atatürkçülüğü ve onun başta gelen bekçilerinden Silahlı Kuvvetleri engel görmelerinde aşağılık duygusu da etkendir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı sömürgeci ve yayılmacı güçlerle içimizdeki sapkınlara karşı kazanan ordulaşmış Türk Ulusu’dur.. Değişik soy ve inanç topluluklarına karşın elde edilen yapı Avrupalının emperyalist emellerinin engelidir. Tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Anadolu İhtilali başarıya ulaşmış, dinsel ağırlıklı kişisel yönetimle birlikte tüm çürük yapı yıkılmış, Osmanlılıkla hiçbir ilgisi olmayan yepyeni bir kurum sonsuza değin bağımsız yaşatılacak sağlıklı temeller üzerine oturtulmuştur. Bu temel, Atatürk ilkelerinin oluşturduğu Türk Devrimi’dir. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni cumhuriyetle demokrasi yaşama geçiriImiş, uygarlığın tüm olanakları her alandaki çabalarla sağlanmış, çağdaşlaşma Avrupa’yı şaşırtmıştır. Atatürkçülük, evrensel değerleri ulusallaştırarak kendini her gün yenileyen, Türkiye’ye özgü düşünce dizgesi, izlence ve uygarlık yöntemidir. İnsanımız tebaa olmaktan yurttaşlığa, toplum ümmet durumundan ulus düzeyine çıkmıştır.
Doyumsuz Avrupa Atatürk’ün yaptıklarını görmezden gelmektedir
İşgal günlerinde 339 tekke, 19 tarikat bulunan İstanbul, dünya kenti olarak Türkiye’nin simgelerinden biri kılınmıştır. Üç tür okul, beş tür mahkeme, onbeş tür nikah son bulmuş, gerçekleştirilen devrimlerle Türkiye, 1930’ların dünyada sayılı on cumhuriyetinden biri olmuştur. Tito, küçük kültürleri bağımsız kılarak Yugoslavya’yı tutacağını sanmakla aldanmış, Atatürk ulusallaştırarak kazanmıştır. Atatürk ilkeleri, marksizmi ve kapitalizmi geride bırakmış, kadınlara siyasal hakları Isviçre’den 40 yıl önce vermiş, Avrupa kendi din savaşlarını, iktidar kavgaların, cinayetleri, Stalin’i, Hitler’i, Peten’i, Salazar’ı, Franko’yu, Mussolini’yi, Yunan cuntasını, Makarios’u, EOKA’yı ve öbür diktatörlerle demirperde ülkelerini, Atatürk döneminde Türkiye’ye sığınan 142 bilim adamını, Türkiye’nin Birleşmiş, Milletler Üyesi olarak uluslararası alanda görevlerini özenle yerine getirdiğini, krallıklarla kiliseler arasında süren savaşları, laikliği 300 yıl sonra 300 milyon ölü vererek yaşamaya başladığını unutmuştur. Bilgisizlik, bilinçsizlikle koyulaşmıştır. Doyumsuz Avrupa, Atatürk’ün din bağı yerine ulus bağını seçtiğini, ırkçılığı dışlayıp çağdaş milliyetçilikle dostluğu ve barışı yeğlediğini görmezlikten gelmektedir. Tarih ve siyaset bilgisinden, insanlık ve dostluk bilincinden, demokrasi ve ahlak erdeminden yoksun, içtenliksiz, kötü amaçlı, sözde dostlar AB için yeni koşullar hazırladıklarını duyurmaktadırlar. Bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre kurulan Türkiye Cumhuriyeti AB’ye eşit konumda girerse AB daha çok güç kazanır.
Kapitülasyonlar Avrupalının ham hayalidir
Tarihin çöplüğüne atılan Sevr ile kursaklarında kalan, Lozan ile iyice gömülen kapitülasyonlar, Ermeni ve Kürt devletleri Avrupalının ham hayali olarak sırıtmaktadır. 1536’da Fransa ile başlayıp 1569’da genişletilen kapitülasyonları 1583’de İngilizler’in “serbest ticaret izni alması, 1829’da ABD ile 1838’de İngiltere ile ticaret Anlaşması imzalanması izlemiştir. 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanları, yabancı dayatmasıyla yenilik görüntüsü altında yeni ayrıcalıkların, büyük ödünlerin verilmesidir. 1876 Berlin Anlaşması ile iyiden iyiye Avrupa’nın koruması altına giren Osmanlı İmparatorluğu 1881’de Muharrem Kararnamesiyle Düyun-u Umumiye’nin esiri olmuştur. Günümüzde olumsuz sonuçları acı ve üzüntüyle izlenen 1963 Ankara Anlaşması, 24 Ocak 1980 kararları, 1995 Gümrük Birliği Antlaşması, 1999 Helsinki koşulları, 2000 Katılım Ortaklığı Belgesi, 2001 Ulusal Program AB’nin Türkiye’yi kıskaca alma, kuşatma, çevirme, uydu yapma kanıtlarıdır. Çok Yanlı Yatırım Anlaşması (MAI)’ndan sonra tahkimle başlayan, özelleştirmelerle devletin sosyal niteliğini bozan gelişmeler de bu dizidedir. Atatürk ise 1934’de Balkan Paktı’nı, 1937’de Sadabat Paktı’nı gerçekleştirmiştir.
İşte Irak Savaşı. Avrupalı kendi katılıklarını, dinciliğini unutup dünyanın müslümanların çoğunlukta olduğu 53-54 ülkesi içinde Türkiye’nin en uygar, en demokratik, dinsel gereklerin en özgür ve en mutlu biçimde yerine getirildiği, bunu da Atatürkçülüğün en belirgin ilkesi laikliğe borçlu olduğunu görmek istememektedir. Türkiye ile Yunanistan arasında tüm sorunları çözmeye başlayıp dostluğu güçlendiren 30 Ekim 1930 anlaşmasını imzalayan Elefterios Venizelos’un 12.1.1934’de Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday gösteren ve Oslo’daki yetkili komiteye yazılan mektubu, Birleşmiş Milletler Kültür Bilim Komisyonu (UNESCO)’nun ilki 1963’de, ikincisi 27.11.1978’de “Atatürk’ün doğumunun 100. yılının tüm üye ülkelerde törenlerle kutlanmasına” ilişkin kararını yeniden okumalıdırlar. Atatürkçülüğün o zaman yalnız Türkiye için değil, bölgemiz için, Avrupa için ne kadar yapıcı ve yararlı bir kaynak olduğunu anlayacaklardır. Doğunun batısında, batının doğusunda ilk demokratik devlet. İlk kez dinle siyaseti, siyasetle askerliği ayıran, dostluklara önem veren, aydınlanma devrimleriyle toplum yapısını değiştirip geleceği kurtaran Atatürk’tür. Aykırılıklar, çelişkiler, bozukluklar, olumsuzluklar Atatürkçülük’ten değil yöneticilerden kaynaklanan kötülüklerdir. Çarpıklık, siyasal alanın sayrılığındandır. Avrupa’nın kendi çirkinliğini yansıtan yakışıksız suçlamalarına, bahanelerine ve karalamalarına iktidarın sessiz kalması destekçisi şeriatçı kesimin sevinç çığlıkları atması düşündürücüdür. Yazıklar olsun!

Not: Günlük bir gazetenin kısaltarak yayınladığı yazının tam metni





BÖLÜCÜ VE YIKICILARA.,



BÖLÜCÜ  VE YIKICILARA.,



Yekta Güngör Özden


Ulusal dayanışmayla karşı koyacağız,

Ulusumuzu derinden düşündürüp kaygı duyuran yüksek öğrenim kurumlarındaki anlamsız ve sakıncalı kavgaları üzüntü ve endişeyle izliyoruz. Geleceğimizin güvencesi gençlerimizin, bilimsel donanımlar kazanarak insanlık ve yurttaşlık bilinçlerini güçlendirip yararlı hizmetlere hazırlanacak yerde uygar tartışmayı, özgür düşünceyi gözardı ederek birbirine kıyacak biçimde düşmanca ayrılmalarını, öğrenim-eğitimin barış, hoşgörü ve kardeşlik ortamını kana bulamalarını her yönden tehlikeli buluyoruz. Gençlerimizin siyasetle ilgilenmelerinin verdiği mutluluklar, katılık, bağımlılık ve saplantılarla gölgelenmemeli, kavgalarla kararmamalıdır.
Varlık nedenleri, yaşam felsefesi olan Atatürk ilkeleriyle Atatürkçülere saldırıyı beceri sayan, medyanın kimi köşelerine kurulmuş, kimlikleri, kişilikleri, düşkünlükleri bilinen yeşil sermaye destekçisi, laiklik karşıtı, patron buyruğundaki kimi yazarcıkların kışkırtmalarına kapılmak asla bağışlanamaz. Şeriatçılarla bölücülerin, günümüz iktidarının tutumuna, iktidara ayak uyduran yöneticilere ve emirlerindeki güçlere güvenerek kalkıştığı saldırılar, üstelik Atatürk Türkiyesinde Atatürk fotoğraflarına katlanamama hastalığı, köktendinci girişimleri, kadrolaşmaları, hukuk ve anayasa tanımazlığı, yağmacılığı gelişme sayan, silahlı kuvvetlere sataşan, yazdıkları anlaşılmayan, okuduğunu anlamayan, iktidar ve körükörüne AB, ABD, IMF şakşakçısı medya tetikçilerinin, dönek ve sapkınların ortak niteliğidir. Bölücü ve yıkıcılarla, yeni mandacılarla kolkola sürdürülen kötülüklere ulusal dayanışmayla karşı konulacaktır. Laik Cumhuriyetimizin Atatürkçü niteliğini kimse yıkamayacaktır.
Gençlerimizi, Atatürkçü doğrultuda birleşmeye, özveride bulunan ailelerini üzmemeye, aileleriyle yükseköğretim yöneticilerini etkin önlem almaya, kolluk güçlerini yansız davranmaya çağırıyor, sorumluların bir an önce etkin yaptırımlarla durdurulmasını öneriyoruz.

GERÇEK KURTULUŞ İÇİN..,




GERÇEK KURTULUŞ İÇİN..,



Yekta Güngör Özden










23 Nisan özgür, bağımsız ve gönençli bir ulus olarak yaşamanın altın anahtarı Ulusal Egemenlik ilkesini simgeleyen, temelde Türk Ulusunun yönetimini kendi eline aldığını dünyaya duyuran Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Mustafa Kemal’in önderliğinde açılışının 83. yıldönümüdür. Ulusumuza kutlu olsun.
Ulusun yazgısını kendi özgür istenciyle belirlemesi, her yaptığını sürekli olarak denetleyeceği, her işlem ve tutumundan sorumlu tutacağı hükûmet düzenini gerektirdiği için, bu yönetim altında ulusun bağımsızlık, özgürlük, birlik ve gönencinin gerçek güvence altında olacağı doğru bir düşüncedir.
Mustafa Kemal, “Ulusun yazgısını yine ulusun azim ve kararı belirleyecektir!” ilkesini bayrak yaptığı için, o zamana değin anlamsız savaşlarla tükenmenin eşiğine getirilmiş olan Türk Ulusu’na “Bu savaş benim savaşımdır.” diye benimseterek Bağımsızlık Savaşına yöneltebilmiştir. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nın zaferle tamamlanışını Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne müjdelerken, “Ulusun geleceğini doğrudan doğruya üzerine alarak umutsuzluk yerine umut, dağınıklık yerine düzen, duraksama yerine kararlılık ve inanç koyup yokluktan koskoca bir varlık çıkardığını, bu Anadolu zaferinin, tarihte bir ulus tarafından tam olarak benimsenen ulusal egemenlik düşüncesinin ne denli büyük ve dinç bir güç olduğunun en güzel örneği olarak kalacağını” belirtmiştir.
Ulusal egemenlik ilkesine doğru anlamı vermek
Atatürk, yalnız askerî zaferin değil, gerçek kurtuluşun, yani bir daha “kurtulmak”     zorunluluğuna düşmemenin güvenceye alınabilmesi için ulusal egemenlik düzeninin doğru anlaşılıp dürüstlükle uygulanmasının yaşamsal önemini de vurgulamıştır. Özellikle ulusal egemenlik düzeninin devlet yönetimi yanında, eğitim, aile, ekonomi, felsefe, ahlâk, sanat, dil, yazı, giyim ve kuşam gibi tüm kamusal yaşam alanlarının da dinsel ve dinsel olmayan her türlü baskıcı bağdan özgürleşmesini zorunlu kıldığını görmüş ve bize bağımsız, özgür ve çağdaş bir ulus olarak yaşama olanağını sağlayan devrimleri gerçekleştirmiştir.
Atatürk, ulusal egemenlik ilkesine doğru anlam veren ve ona dürüstlükle bağlı kalan düşünce ve eylem yapısıyla, bu yaşam ilkesine yapılacak açık ya da dolaylı     her türlü saldırı girişimini Türk ulusunun yaşamına yönelik bir suikast, Türk Ulusu’nun yüreğine gönderilmiş zehirli hançer saymıştır. Başta lâiklik olmak üzere devlet ve öteki toplumsal kurumlar alanında gerçekleşen devrimler, ulusal egemenlik ilkesini saldırılardan korumaya yönelik anayasal kurumlar ve önlemlerdir. Ancak, ulus egemenliğine dayalı lâik devlet ve toplum düzenini suikastlar karşısında koruyup kollamakla görevli anayasal kurumların ödevlerini yerine getirememesi durumunda, yani halkımızın bilgece deyimiyle tuz koktuğunda, her yurttaşın baskı yönetimine karşı direnme hakkının doğacağını belirtmiştir. Yüce Atatürk bu konuda şunları söylüyor: “Kuşku yok ki ulus bir çok özveri, bir çok kan karşılığında elde ettiği yaşam ilkesi olan ulusal egemenlik ilkesine kimseyi saldırtmayacaktır. Bugünkü hükümetin, Meclisin, yasaların, Anayasanın niteliği ve varlık nedenleri hep bundan ibarettir.
Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim; bir varsayım olarak, bunu sağlayacak Meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler, yine öldürürüm!”
Ulusal egemenlik ilkesi kamu yönetimi tarafından çiğneniyor
Derin acılar içinde görüyoruz ki, Büyük Atatürk’ün her şeyin üzerinde tutulup, her türlü özveri gösterilerek korunması gerektiğini belirttiği ulusal egemenlik ilkesi, devlet ve toplum yaşamımızda uzun yıllardanberi adım adım, değişik oyunlar ve çirkin yöntemlerle işlemez kılınmaktadır.
Ulusal egemenlik ilkesinin baş uygulayıcısı olması gereken kamu yönetimi, partizanlık yoluyla hukukun üstünlüğünü ve yasalara saygıyı yok ederek, yurttaşlar arasında eşitliği bozarak, kamu kaynaklarının yolsuzluk ve hırsızlıkla soyulmasına ortam hazırlayarak, tarikat okulları ve benzeri yollarla eğitim birliği ilkesini yıkıp ulusal birliği dinamitleyerek ulusal egemenlik düzenini yıkmanın baş etkeni durumuna getirilmiş bulunmaktadır. Yine ulusal egemenlik ilkesi gereğince gönenç devleti ilkesinin hizmetinde ekonomik kalkınmanın etkin aracı olması gereken kamu yönetimi iç ve dış sömürücü çevrelerin dayatması ile, bu görevinden uzaklaştırılmış, bunun sonucu olarak işsizlik ve yoksulluk yaygınlaşmış, eğitim, sanat ve meslekten yoksun bırakılan nüfusun ulusumuz içindeki oranı artmış, ulusal dayanışma ortamı bozulmuş, ulusal egemenlik düzeni için en önemli destek olan demokrasi kültürüne sahip yurttaş desteği zayıflatılmıştır.
Bir yandan da devlet yönetiminden eğitime, ekonomiden kadın haklarına, sanat ve felsefeden giyim kuşama varıncaya değin her alanda lâiklik ilkesi baltalanmakta, ulusumuzu uyuşturup kötürüm kılmak üzere, demokrasi düşmanı, ortaçağ artığı karanlık mikrop yuvası tarikatlar, kamu kaynaklarıyla özellikle desteklenip semirtilmekte, yurt içinde ve dışındaki kamusal kurumların etkinliklerine çağrılmaları öngörülmektedir. Demokrasinin olmazsa olmaz gereği olan lâiklik ise “din karşıtlığı” imiş gibi sunularak gerçekler ters-yüz edilmekte, ulusal bilinç köreltilmek istenmektedir.
Bu ortamda uluslararası meşrû hak ve yararlarımız da sahipsiz ve savunmasız kalmış bulunmaktadır. Ulusal kalkınmamızı engelleyecek, kaynaklarımızı sömürecek, ulusal birlik ve yurt bütünlüğümüzü dinamitleyecek koşullar öne süren, hattâ tümüyle demokrasinin gerekleri ve Cumhuriyetimizin temeli olan Atatürk ilke ve kurumlarına saldırarak bunlardan uzaklaşmamızı dayatan AB’ne, küçük bir sömürgen azlığın çıkarı için, ülkemiz ve ulusumuz peşkeş çekilerek sığıntı gibi sokulmak istenmektedir.
Özetle, ulusumuz iç ve dış sömürgenlerin elbirliği ile bir yandan Arap ülkelerinin düşkün durumuna sürüklenmekte, öte yandan sömürgeci Batı’nın Anadolu’yu bin     yıl önceki gibi bir Roma-Yunan eyaletine dönüştürme hevesi uyandırılmaktadır.
Başkanlık sistemi kişisel diktaya yol açar
Sevgili ulusumuz, bu kötülüklerin tümünün de baş nedeni, ulusal egemenlik yani     ulusa karşı sorumlu yönetim ilkesinin siyasal partiler eliyle ortadan kaldırılarak bir görüntüye indirgenmiş olmasıdır. Siyasal partilerin iç yapısı demokratik olmaktan çıkarılarak, milletvekili adaylarının büyük bölümünün parti başkanları ve yandaşlarınca belirlenmekte olmasıdır. Şimdi de, partilerin bu yapısından yararlanılarak “başkanlık düzeni” getirilmek ve ulusal egemenlik ilkesini yıkma çabaları daha ileri boyutlara ulaştırılmak çoğunluk diktasından kişisel diktaya geçilecek bir yolun açılması istenmektedir.
Demokraside “Dördüncü Erk” olması gereken kitle iletişim araçlarının da çok büyük bir bölümü, partizan yönetimin ve uluslararası sömürü ortamının sağladığı     haksız kazançlarla beslendiğinden güdümlü yayın yapmakta, ulusumuzu gerçeklerden habersiz kılmakta, çoğu kez de yanlış yönlendirmektedir. Atatürk’ün Erzurum Kongresi’nde yakındığı gibi “Ülkemizin her yanında çok miktarda yabancı parası ve yabancı propagandası dolaşmakta”, ulusal birliğimiz içerden yıkılmaya çalışılmaktadır. Bunların sonucu olarak başarısızlık bir yana, cinayet ve hırsızlık gibi yasa-dışı eylemlerinin bile hesabını vermemenin yolunu bulmuş bir siyasetçi takımı ülkemizde at oynatmaktadır. Bunun, ulusal egemenlik düzeni olmadığı açıktır. Bu sakat durum yüzünden Türk Ulusu’nun sesi kısılmış, hakları dile getirilemez olmuştur.
Komşumuz Irak halkının başına gelen yıkımlar, “Ulusal egemenlik” ilkesini anlayamayan ve uygulayamayan bunca müslüman halkların, yurtlarını da onurlarını da yabancı saldırısından ve onlarla işbirliği yapan yerli baskıcılardan kurtaramadıklarını gözler önüne sermiştir. Böylece Atatürk’ün ulusal egemenlik düzenini doğru anlayıp dürüstlükle uygulamayı neden bağımsız ve onurlu yaşamanın zorunlu gereği saydığı daha iyi anlaşılmaktadır. Bu ilkeye her türlü saldırının baskıcı yönetim getireceği, baskıcı yönetime karşı her yurttaşın direnme hakkı bulunduğu uyarısını yapmış olmasının anlam ve önemi ortaya çıkmaktadır.
83. yıldönümünde Ulusal Egemenlik Bayramı’nın ulusumuza kutlu olmasını diliyor, bu ilkeyi ulusumuza kazandıran Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ve bu yolda O’nunla birlikte uğraş veren ulus büyüklerini saygı ve bağlılık duygularıyla anıyor, ulusal egemenlik ilkesinin aykırılıklardan ve saldırılardan korunması yolunda her tülü özveriyle mücadeleyi sürdüreceğimize bir kez daha söz veriyoruz.





DUMLUPINAR



DUMLUPINAR



Behçet Kemal Çağlar




Ey mazlum Asya’nın
Esir milletleri
Beklemeyin gelmeyecek peygamberi
Kurbanlık koyunlar
Gibi akın akın
Boynu bükük yürümeyi
bırakın
Avrupa merkezlerinin
Kanlı, Engin
Mezbahasına!...
Ey birer birer
Kurtuluş yolunu arayan
Esir milletler
Nerde ve nasıl olursanız olunuz
Kurtuluş yolunuz
Bir Dumlupınar’dan geçer
Ey kurdukları yapının
temelleri çatırdayan
Yolunu kaybedip arayan
Esir sahipleri!
Sonu geldi artık
alınteri ticaretinin
Şimdi artık kısılan sesinize karşı
Gürlüyor milyonların marşı:
Dumlupınar, Dumlupınar....
Artık ne tevekkül ne sükun
Hız, heyecan
İstiklale varacağız,
İstiklale varacağız!...



Behçet Kemal Çağlar 





KUTLAMA




KUTLAMA



YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN,

Gazete, dergi, kitap çıkarmanın güzlüklerini bilenler yayın yaşamında bir yaşın mutluluğuna alkış tutarlar. Ortaokul, lise ve üniversite yıllarında duvar gazetesi, okul dergisi, yerel gazetelerin sanat sayfalarıyla uğraşan, sonraki yıllarda kimi gazete ve dergide yönetici ve yazar olarak çalışan, kitaplarıyla görüşlerini kamuoyuna sunan bir yurttaş olarak ülkemizde yayıncılığın insandan neler alıp götürdüğünü iyi bildiğimi sanıyorum. Küreselleşme-globalleşme adıyla dayatılan yeni sömürgecilik sürecinde yeryüzü medyasının ne hale geldiğini de üzüntüyle izliyoruz. Hele savaş çığırtkanlığının çıkar bağlantılarıyla sergilediği çirkin boyut, düşünenleri karamsarlığa, umutsuzluğa düşürüyor. Yalanı, yakıştırmayı, karalamayı, kötülemeyi, suçlamayı, gözdağını, tehdit ve iftirayı beceri sayarak saldırganlıklarını demokratlık savıyla sürdürenler, saygıdan ve terbiyeden uzak yazı ve sözlerini kişisel bozukluklarını yansıtan belirtilerle kirletenler, düşmanların yapamadıklarını çekinmeden ve utanmadan yapmaya kalkışanlar, çöreklenip yuvalandıkları medyanın tetikçiliğine soyunup terör aracı durumuna düşenler, Kıbrıs'ı satmak, Türkiye'yi kiralamak için onursuzluğu yeğleyenler, bilgi ve bilinç yoksunu uydu ve uşak ruhlular, Türkiye'yi Türkiye yapan Atatürk ilkeleri ve Türk Devrimi karşıtları etkin konuma gelince insanın kanı donuyor. Birbirine eklenerek büyüyen sorunların altında ezilen toplumun ilgisi ve tepkisi de yeterli olmayınca gerçeğin, aklın, onurun, erdemin, ahlâkın, adaletin, bilimin, soyluluğun, bağımsızlığın, özgürlüğün, egemenliğin sesini duymak özlemi giderek büyüyor. Bu sesleri duyurmak da kutsanacak bir görev niteliğini kazanıyor. Bir yıldır okuyucularına doğru bildiklerini anlatan gençlerin TÜRKSOLU adlı yayın organını düzenli biçimde çıkarmalarını bu nedenlerle övgüyle karşılıyorum. Umursamazlık, aldırışsızlık, adamsendecilik, ilgisizlik, tembellik ve "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" anlayışıyla uyuklayanlar, tiksindirici bir uyuşukluk içinde korkudan titreyenler, onun bunun kapısında el açıp bekleyenler, bir yer kapmak ya da ad yapmak için aşağılanmaya katlananlar bu gençlerin devingenlikleri, yılmak-yorulmak bilmeden çalışmaları karşısında kendilerini özeleştiriye bağlı tutmalıdır. Örnek alınacak çabalarıyla güçlükleri göğüsleyen gençler, öğrenimlerini de aksatmamaktadır. Türlü yavanlıkların, sahteciliklerin boy attığı günümüzde, yönetimin karakteri ve amacıyla dış ilişkilerdeki bozuklukların belirgin olduğu ortamda Mustafa Kemal Atatürk'ün tam bağımsızlık başta tüm ilkelerini içtenlikle savunanları kutlayarak yüreklendirmek en yapıcı katkıdır.
Değişik kat ve alanlarda, değişik yüz, giysi, biçim ve yöntemle rastlanılan laik Atatürk Cumhuriyeti, İnönü ve barış karşıtlarının güçbirliği ve dayanışmasına bakıp yüzlerinin kızarması gerekenler, gelişmelerin doğallığını, iyiye doğru gelişmeyi, deneyimi ve oluşumları göz ardı edip geçmiş kimi olaylara bakarak gençleri suçlamakta, haksız eleştirilerle güçlerini kırmaya ağırlık vermektedir. Yanlışta direnmek sakıncalıdır. Yanlışı düzeltmek, doğru yapmayı da aşan bir düzeylilik göstergesidir. Gençler ulusal yapımızı, ulusal çıkarlarımızı yürekli biçimde savunuyor, özveriyle çalışıyor. Herkesin yanlışı olabilir. Katılmadığımız anlatım biçimleri, kullanılmasını uygun bulmadığımız sözcükler, eleştirdiğimiz ve karşı çıktığımız davranışlar olabilir. "İyi ilaç acıdır" sözünün anımsattığı gibi uyararak, öğüt vererek değil, örnek olarak onların bizden iyi yetişmelerini sağlamalıyız. Önleyip engelleyerek, durdurup gerileterek değil. Özendirip destekleyerek.
Müdafaa-i Hukuk ruhu, Kuvayı Milliye ateşiyle başarılan Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın amaçladığı çağdaş demokrasi yepyeni, laik Cumhuriyetimiz üzerinde taçlanacaktır. Gerzek ve gevezelerin, sarsak ve sapkınların, satılmış ve döneklerin, ikiyüzlü çıkarcıların, ulusal kimliğini yadsıyan bölücü ve yıkıcıların kararttığı çevremiz yine Kemalizm/Atatürkçülük aydınlığıyla gönenecektir. Sorunlarımız ancak Atatürkçü Düşünce dizgesiyle çözümlenecektir. Solcu, ilerici, demokrat, aydın, çağdaş geçinenler anlaşıp birliktelik oluşturamadıkça yapaylıklarını açıklamaktadır. Duygusallık, bilgisizlik, yüzeysellik, içtensizlik, ilkesizlik, tutarsızlık, bencillik, özseverlik, büyüklenme, kıskançlık, yalan-dolan ancak karşıdevrimcileri sevindirir, onların gücünü oluşturur, onlara destek sayılır. Bu da bir tür yozlaşma ve yıkıcılıktır. Bu olumsuz görünüm içinde TÜRKSOLU bir umut ışığı olarak görev yapmaktadır. "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir" sözündeki anlamı, güzelliği ve gerçeği yansıtarak yapraklarını doldurmakta, içeriğiniz çekici kılmaktadır. Daha ne yapsın? Hiçbir şey yapmayanlar, kötülüklere ve yitiklere neden ve araç olanlar güçlenirken Atatürkçü gençleri yalnız bırakmak varlığımızın değerini bilememekten ötede kendimize kıymaktır.
Ulusalcı kesimde paylaşılamayan nedir? İlkede ve ülküde birliktelik varsa ayrılıkların nedeni var mıdır? Kim kimi niçin istemez ve beğenmez? Yanlışlık ve yanılgı nerededir? Konuşmak, görüşmek, tartışmak, çözümlemeye çalışmak aklın, yurtseverliğin gereği değil midir? Yaşamı özelde ve genelde etkileyen tüm koşullar kötüye giderken, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın gerektiren durumlardan söz edilirken, yeni Sevr dayatılmaya çalışılır Lozan'ın intikamını almak için oyunlar birbirini izlerken Kemalist/Atatürkçü olduğunu söyleyenlerin bir kesiminin donukluğu, tutukluğu, ilgisizliği, kopukluğu, ayrımcılığı, bozgunculuğu, dağınıklığı, saplantıları şaşırtıcı ve üzücüdür. TÜRKSOLU bu yanlışlıkları, sorumlularını gündeme getirmeli, kimi oyunları bozmalıdır. Geleceğimizin güvencesi olan gençlerimiz yansız, gerçekçi ve yapıcı tutumlarıyla yararlarını daha da arttıracaklardır. TÜRKSOLU'nun Atatürk aydınlığında esenlik ve başarı dolu nice yıllar dileğiyle birinci yaşını içtenlikle kutluyorum.




Bağımsızlık Onurdur




Bağımsızlık Onurdur








Yekta Güngör Özden

ABD’nin kaba gücü ve sahte demokrasisi
Sizlere ulaşmak için ivedi yazılan bu yazımı okuduğunuz zaman belki de ABD’nin Irak saldırısı başlamış olacak. BM Güvenlik Konseyi’nin kararına gerek duymadan, NATO’daki ortaklarıyla AB’ni dışlayarak, dünya kamuoyuna aldırmayarak İngiltere’yle birlikte kalkıştığı savaşın insanlığın geleceğine olumsuz etkilerini de düşünmemektedir. Kaba güç niteliğindeki silah olanaklarına güvenerek istediğini yapacağı kanısını yaymaya çalışması, demokrasi sahteciliğiyle koşuttur. Irak liderinin diktatörlüğü, halkının yaşam biçimi ve koşulları, kitle imha silahları yapımı, geçmişte yapılanlar gözetilince insan hakları ve demokrasi yönünden duyarlıkları zorunlu kılsa da bağımsız bir ülkenin sınır ötesi hiçbir olayı saptanmadan toprak tümlüğüne yönelik eylemler uygun karşılanamaz.
Şu sırada Saddam başka bir ülkeye saldırıya geçmemiştir. Ekonomik ve askeri kısıtlamalar içindedir. 36. enlemin üstü, ülkesinden koparılmışçasına, yasaklıdır. ABD ve İngiltere uçakları denetimleri sırasında sık sık Irak’ın güneyini bombalamaktadır. Ulaşım yolu bakımından sakıncalı bulunan füzeler imha edilmektedir. Silah denetçilerinin raporuyla Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu’nun raporu suç kanıtı bulamamıştır. Saddam suçüstü yakalanmış değildir. Başka ülkelerde Irak’a ilişkin suçlamaların benzerlerinden de söz edilmektedir. İsrail’in tutumu da açıktır. BM’nin Irak’ta gözlemci, kimi ülkelerin izleme kurulları bulundurması da sağlanabilir. Tüm bu önlemler ve daha niceleri itilerek uluslararası hukuk kurallarını çiğneyip çirkin kabadayılığa soyunmanın anlaşılır yanı yoktur.
Yazılı ve görsel basında, görüşleri olumlu ya da olumsuz bularak, karşı görüşlerle eleştirmek yerine terbiye dışı anlatımlarla kişiliklere saldırılmakta, demokratlığın en doğal gereği yadsınmaktadır. Bağımlılıkları tartışılmayacak ölçüde somutlaşan kimileri yandaşlıklarını en tiksindirici biçimde sergilemektedir. Önceleri başkaları, kendileri gibi düşünmeyenleri şahinlikle suçlayanlar şimdi babaşahin kesilmişlerdir.
Bu arada ABD’nin Türkiye tutumu da gereken karşılığı bulamamaktadır. Kuzey Irak’taki Kürt Devleti yapılanmasına seyirci kalan yönetimlerin yanlışlığı, ABD’nin saldırısı sırasında oraya girip etkili önlemlerle sakıncanın hafifletileceği sanılarak, yinelenmektedir. Türkiye, yaşamsal bir savaşı ancak kendi kararıyla ve savunma ilkesiyle yeğleyebilir. Hiçbir devletin uydusu durumuna düşmeden. Ekonomik sıkıntılarını azaltıp giderecek yardım ya da bağış pazarlığına girmeden. TBMM’nin kararını yine TBMM’ne geri aldırma oyunlarına gelmeden. Hiçbir yurttaşı utandırmadan.
TBMM kararlarına aykırı davranmak Yüce Divanlıktır
Devlet radyo ve televizyonları İskenderun Limanı’na çıkarılan aygıtların, otobüslere doldurulan askerlerin, araç-gereç yüklenen tırların ve Güneydoğu Anadolu’ya konvoylar oluşturarak gittiği haberlerini verirken bunların TBMM’den geçen limanların modernizasyonuyla ilgili tezkere kapsamında olduğu savunmasına inanmak güçtür. Kapalı toplantılardan sonra saklı tutulan “mutabakat” metinlerinin uygunluğu savunması da inandırıcı olmaktan uzaktır. 2. Tezkere’nin reddini “trafik kazası”na benzetmek, özür dilemek, dayatmalara, baskılara, gözdağlarına, küçük düşürmelere katlanmak ve yaraşır olmak demektir. Ülkemizin Irak’la ilgili sorunları aşması, AB’nin yanlı, ABD’yle BM Genel Sekreteri’nin (İngiltere kökenli Kıbrıs’la ilgili danışıklı planlarıyla açığa çıkan, “Kürt kartı” ve “Ermeni soykırımı tasarısı”yla sırıtan) amaçlarını geçersiz kılması, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tam bağımsızlık” ilkesine sarılmakla olanaklıdır.
Atatürk’ün gerçekçiliğini yansıtan, yalnız bugünler için değil, yarınlar için de geçerli olan anlamlı sözlerinden bağımsızlık içerikli kimilerini aktararak ilgilileri uyarmak, Sevr’i, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, Lozan Barış Antlaşması’nı anımsatmak, ulusal varlığımız için yapılması gerekenler konusunda yardımcı olmak istiyoruz. Yoksa, kimi yurttaşların haklı olarak “Mardin’de liman mı var?” sorularının ortaya koyduğu çelişkinin ağırlığı hepimizi sorumlu kılar. TBMM kararlarına aykırı anlaşmalar, uygulamalar görevli Bakanlarla birlikte tüm ilgilileri Yüce Divan’a taşıtır.
ABD gereken yanıtı almalıdır
ABD’nin yakışıksız davranışları, yaraşır olduğu yanıtı almalıdır. Olasılıklar gözetilerek en etkin önlemler gündeme getirilmelidir. Barışı korumak için savaş son çözüm olmalıdır. ABD’nin petrol gereksinimi, dünyaya egemen olma güdüsü, güç gösterileri, savaşın getireceği yoksunluklar, yıkımlar ve yeni sorunlar insanlığı yeni karanlıklarda boğacaktır. İstediği devleti yıkma, istediğini kurma, sınırları değiştirme gibi çabalarına aracı, yardımcı, destekçi olmak, savaş kışkırtıcılığına, çığırtkanlığına soyunmak bağışlanamaz. Kendi güçlüklerimizi kendimiz yenme, kendi sorunlarımızı birlikte çözme alışkanlığını edinmezsek, ekonomik bağımlılıktan kurtulamazsak aşağılanır, dışlanır, kullanılır, sarsılır, yıkılırız. Bağımsızlıktan ödün vermezsek güçlenir, yükseliriz.
İşte Atatürk’ün gösterdiği yön, çizdiği yol, tuttuğu ışıklar:
“TBMM’nin tüm izlencelerinin temeli iki ilkedir: Tam bağımsızlık, koşulsuz-sınırsız ulusal egemenlik.”
“Türk ulusu yeni bir iman ve kesin bir ulusal kararla yeni bir devlet kurmuştur. Bu devletin dayandığı ilkeler tam bağımsızlık ve koşulsuz-sınırsız ulusal egemenliktir.”
Atatürk’ün tam bağımsızlık yolu
“TBMM’nin ve Hükümetinin ulustan aldığı buyruk, tam bağımsızlık ve koşulsuz-sınırsız ulusal egemenlik ilkelerine dayanarak ülkeyi bayındırlaştırmak, ulusu varlıklı ve mutlu kılmaktır.”
“Tam bağımsızlık, bugün bizim üzerimize aldığımız görevin asıl ruhudur. Biz onuruyla yaşamak isteyen bir ulusuz. Bu ulusun kişileri yalnız bir amaç çevresinde toplanmış ve kanını sonuna değin akıtmaya karar vermiştir. Bu amaç, tam bağımsızlığımızın sağlanması ve sürdürülmesidir. Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, ekonomik, adli, askeri, kültürel vs. her konuda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımızın birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla tüm bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”
“Bir ulus, varlığı ve hakları için tüm gücüyle, tüm yapısı ve düşünce gücüyle davranmazsa, kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.”
“Ulusal ve ekonomik gelişme olanağını elde etmek, daha çağdaş ve düzenli bir yönetimle işleri yürütmeyi başarabilmek için her devlet gibi bizim de gelişmemizin sağlanmasında tam bir özgürlük ve bağımsızlığa kavuşmamız varlığımızın ve yaşantımızın özüdür.”
“Türk Ulusu içte ve dışta tam anlamıyla bağımsız kalacaktır.”
“Yabancı devletlerin güdümü ve koruması kabul edilemez.”
Bağımsızlık tam bağımsızlıksa gerçektir
“Gelişigüzel, bitmeyen emellerin peşinde ulusu uğraştırmaktan, zarara uğratmaktan kaçınmayı” öğütleyen Atatürk, uygar dünyadan uygarca, insanca davranış ve dostluk beklediğimizi vurgulamıştır. Ekonomik güçlenmenin bağımsızlık için koşul olduğunu belirtmiştir. Ulusumuz güvenilir yönetimlerin çağrısına özverilerle koşacak düzeydedir. Kişisel çıkarları, patron bağlılıkları, siyasal bağımlılıkları nedeniyle TBMM’nin kararını saygısızlıkla eleştiren, barış yanlılarını suçlayan, ulusal ve uluslararası ilgili hukuk kurallarını bilmeden konuşup yazan, tartışmaları kavgaya dönüştürüp devletimizin küçük ve gülünç duruma düşürülmesine ilgisiz ve tepkisiz kalanların kimler olduğu, nereden geldikleri, ne istedikleri kestirilmektedir. Ulusal onuru üstün tutanlar ona yaraşır olanlardır. Bağımsızlığın değerini ve önemini bilmeyenler, ulusal onurun kıvancını duyamaz, gönencini yaşayamaz. Ulusal onurun ödünsüz ve özenle korunduğu ve benimsendiği güveni, ulusal mutluluğun dayanağıdır. Onursuz yaşanamaz. Bağımsızlık, tam bağımsızlıksa gerçektir. Tam bağımsızlık, ulusal onurun gerçek kaynağıdır.
Kullanılma, el koyma, boyun eğme ve işgal izlenimi veren durumlar acıdır. Hiçbir özür, zorbalığı, diktatörlüğü, terörü hoşgördüremez. Ölümlerin, yıkımların, bozulan dengelerin bedeli olamaz. İnsan olan, insanlık suçu işlemez. Saldırgana ortaklık ya da yataklık da saldırganlıktır. Barışçı olmak onuru, bağımsızlıkçı olmak onuru, kendini insan bilene yeter.




..

Aç kalınır, onursuz kalınmaz




Aç kalınır, onursuz kalınmaz







Yekta Güngör Özden

10/03/2003   Sayı: 25

Kendi çıkarları için dünya egemenliği kurmak doğrultusunda barışı gözardı edip savaşı çözüm olarak yeğleyen yeni yayılmacı ve sömürgeci tutumuyla ABD, medyadaki maşaları aracılığıyla Türkiye’yi zorlamaktadır. Yaşamsal olursa savaş kaçınılmaz ve zorunludur. Hiçbir barış ve savaş tek yanlı değildir. Sıradan kavgalar bile. Barış ve savaş için söylenecek çok söz, yazılacak çok değerlendirme vardır. Kuşkusuz savaş, us taşıyan hiç kimsenin isteyeceği bir durum değildir. Ateştir, kandır, ölümdür, yıkımdır. Barışın aracı sayılsa bile, yitiklerle doğacak boşluğu, yaşanacak acıyı hiçbir şey dindiremez. Bir Fransız sözündeki (Kader isteyeni sevk eder, istemeyeni sürükler) duruma düşmemek için bilinçli davranma zorunluluğu tartışılamaz. Ama ülkemizde, özellikle büyük bir kesimi terör aygıtı gibi çalışan, medyamızın tek yanlı yönlendirmesiyle (birkaç bağımsızlık tutkunu, özgür düşünceli yazar dışında) savaş çığlıkları atılmaktadır. Giderek bozulan ekonomiye kısmî katkısı olacağı savunularak neredeyse dilenen, yardım karşılığında savaşta yer alınacağı izlenimini veren, ulusumuzu küçük düşüren çirkin pazarlıklar, TBMM’nin tepki niteliğindeki kararıyla sonuçlandı sanılmaktadır. Kanımca, “tezkere trafiği” bitmemiştir, sürecektir. Olayın, Anayasa’nın 92. Maddesinde öngörülen koşullara uygunluğu, BM Güvenlik Konseyi’nin yeni bir kararını, hatta yasama işlemini gerektirip gerektirmediği ayrıca, salt hukuksal bir sorun olarak tartışılabilir. Bir dergi sayfasının kısıtlı sayılacak bölümünde ayrıntılara girmek olanaksız ve yararsız. Ancak, her olaydan bir ders çıkarmak gelecek yönünden yararlıdır. Kan parası, asker kiralama, savaştan çıkar sağlama, savaşla yapılanma ve gelişme sayılabilecek, ABD ve AB yanlı medya militanlarının şakşakçılığı ve şaklabanlığıyla sürdürülen, tekelci sermaye yamyamlarının doyumsuzluğunu sergileyen savaş körüğü delinmiştir. Kimi AB ülkelerinin, başta ABD’li diplomat ve yazarların uyarıları, eleştirileri ve önerileri bizim uydu ve uşak yapılı çıkarcıları durduramamıştır. TBMM kararını büyük bir düş kırıklığı olarak karşılayan, neredeyse kahrından ölecek bu aymazların yazılarında ve konuşmalarında kişiliklerini ve niteliklerini yansıtan terbiyedışı saldırıları kim olduklarına ilişkin kanıları güçlendirmiştir. Kimi saplantı ve sapkınlıkları, inanç sömürüsü girişimleri düşünce özgürlüğüyle karşılamaya çalışan bu sözde demokrat, sözde ilerici, sözde liberal koro, barış isteyen savaş karşıtlarını, okuyanları utandıracak bir ölçüsüzlükle suçlamaktadır. Eleştiriye, değişik düşünceye katlanamayanların demokrasi anlayışına ve demokratlığına kimse inanamaz. Savaş zorunlu olursa kaçınılmaz. Bağımsızlığı, özgürlüğü için canını adamak, insan olmanın, adam olmanın, yurttaş olmanın en doğal gereğidir. Ama macera peşinde koşulamaz. Başkasının kuyruğunda dolaşılamaz. Gelirden pay kapma amacıyla yurttaşları ve yurdu ateşe atılamaz. Savaşın ekonomik, toplumsal, siyasal artı ve eksileri güvenlik başta gözetilerek karar verilir. Yetkisiz ve sorumsuz kişilerin kendi geleceklerini düşünerek, ilerde karşılaşacağı olumsuzluklarda kendini koruyup destek verecek güçleri sağlama çabasıyla konumundan yararlanıp gereksiz sözler vermesi bağlayıcı olamaz. TBMM’nin, Anayasa Mahkemesi’nin Anayol Hükümeti’nin güven oylamasını Meclis İçtüzüğü’nün eylemli değişikliği biçiminde değerlendirerek iptal etmesiyle ortaya koyduğu Anayasa’nın 96. Maddesinin öngörüyü benimsemesi, barışın en güzel insanlık iklimi olduğunu vurgulamıştır. ABD’nin baskısı, gözdağları, dayatması, IMF ve AB ilişkilerine yollama yapması, Kıbrıs oyunları, bakanlarımızı kovarcasına azarlaması gereken yanıtı almıştır. Unutulmamalıdır ki aç kalınır, onursuz kalınmaz.
Türkiye yönetimleri, Kuzey Irak’taki oluşumları doyurucu yaptırımlarla karşılamamışlardır. Şimdi bunun ezikliği ve pişmanlığı duyulmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri, Atatürk’ün ocağıdır. “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesiyle yaşamsal olmayan savaşların kıyım olacağı sözlerini asla unutamaz. Ancak, kaçınılmaz bir durumda da etkin olmayı, yararlanılmasa bile zararlı çıkmamayı gözetecektir. Üstelik, ulusal onurumuza yönelik saldırıları asla hoşgörüyle karşılayamaz. Özal zamanında verilmiş kırmızı pasaportlarla Türkiye karşıtı toplantılara gidip gelen Kuzey Iraklı aşiret liderlerinin ikilemli, içtenliksiz davranışlarıyla tehlikeli çıkışları görmezlikten gelinemez. Tersini savunmak ve kanıtlamak çok güçtür: Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti kurulmuştur. “Federasyonun öğesi” ve “alt yapı taşı” gösterilmesi tepkileri çekmemek içindir. Devlet sayılmanın gerektirdiği organlar kurulmuştur. Türkiye’den Kerkük’e giden bilim adamlarının pasaportuna “Kürdistan” damgası basılmakta, Irak petrolleri gelirinden %13 pay alınmaktadır. ABD ve Çekiç Güç, PKK-KADEK’e desteğini sürdürmekte, Kürtlere silah dağıtılmaktadır. PKK-KADEK Kuzey Irak’ta yuvalanmıştır. Onlara ilişilmemekte, Türkiye’nin kendilerine yardım ve desteğinin tersine, Türkiye’den toprak koparmak için binlerce insanımıza kıyan örgüte aşırı destek sağlanmaktadır. ABD, Türkiye kendisiyle birlikte davransa, kuzeyden kapı ve yol açsa da ilerde söz verdiklerini yerine getirmeyebilir. Bunun hiçbir güvencesi yoktur. 1991 Körfez Savaşı zararımızı karşılamış değiller. Eski hesap kapatılmadan yeni sayfa açmak, yeni aldanışları gündeme getirir.
Olay çok boyutlu. Olumlu, olumsuz yanlarının bulunması doğal. Yansız bir görüşle irdeleyip değerlendirmek gerekir. Burada Genelkurmay’ın görüşleri önemli. Kıbrıs konusunda Denktaş’tan yana olan emekli ve görevdeki askerlerimizin Irak konusunda iktidara yakın görüşte oldukları da bilinmektedir. Genelkurmay Başkanı’nın 5 Mart konuşması bekleniyordu. İçeriğinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin demokratlığı (sık sık yinelerim “Bizim askerlerimizin çoğu, sivillerimizin çoğundan daha demokrattır” bu görüşüm doğrulanıyor), barışseverliği, hukuka saygısı vurgulanmakla birlikte gündemdeki konuya değinişi de açık. Önceki tezkerenin oylanmasından önce konuşmama yerindeliği bu kez gözetilmemiştir. İkinci tezkereden söz edilirken yapılan konuşma elbet etkileyicidir. Askerlere çatmayı beceri sayanlar, siyasetçiler başta herkes dönüş yapmıştır. Takiyyecilerin, liderlerinin baskıları karşısında dönüş için aradıkları bahane, muvafakat partisi durumundaki siyasal partilerin gerekçeleri ortaya konulmuştur. Saygınlığına toz konulmamasını, gölge düşmemesini istediğimiz Türk Silahlı Kuvvetleri iktidarı rahatlatmıştır. Artık “Gel Tezkere!” türküleri yeri göğü inletecektir. Başka bir organ ya da kişi bunu yapsaydı yargı organlarına bile saldırmaktan çekinmeyen goygoycular ellerinden geleni arkalarına koymazlardı. Şimdi hakaret-küfür bile olsa sineye çekmekte, övgüler yağdırarak alkışlamaktadırlar. Kanımızca, Silahlı Kuvvetlerimiz, açıklanmayı, tanınmayı bekleyen Kürt Devleti oluşumuna ağırlık vererek çalışmalarını yürütmekte, önceki ve şimdiki dönemin yavanlık ve yavaşlığının getirdiği sakıncaların giderilmesi fırsatının doğduğunu, ABD’yi sözleriyle bağlayıp kimi tehlikeleri önlemeyi düşünmektedir. Duyarlılıkları yerindedir. Yöntemi tartışılabilir.
Yeniçağ tarihinde Irak olayı önemli bir bölüm oluşturacaktır. Saddam’ın diktatörlüğü, Halepçe katliamı, ekonomik düşkünlük, Kuveyt saldırısı vd. değerlendirilecektir. ABD’nin küreselleşmenin öncülüğüyle dünyaya egemen olma tutkusu, yeniçağ diktatörlüğü de yerini bulacaktır. Birleşmiş Milletler Silah Denetçileri’nin yeterli kanıt bulamadıkları, Güvenlik Konseyi’nin karar almadığı bir ortamda dayanaksız suçlamalar, kanıtsız girişimler, sivil ve askerlerin tahminleriyle savaşın açılması petrol çekiciliğine bağlanmakta, Rusya’nın veto hakkını kullanacağından, Almanya, Fransa ve Belçika’yla birlikte Çin’in olası tutumlarından söz edilmektedir. Türkiye karşıtlarını belirgin Arap ülkelerinin yüzyıllar sürecek hırs ve hıncı da ayrı. İnsanlığını unutmayanları utandıran “Barışın faturası” deyişi ile ikinci tezkereye oy sağlamak için yürürlüğe konulan vergi baskısı da başka. Borç arttıkça artan bağımlılığın düşürdüğü üzücü durumları yaşamak acısının tanımı güç. Tezkerenin reddi ya da kabulü durumlarında “etekleri zil çalanlar” deyimini kullananları ibretle izliyoruz. Ciddi bir sorunu sen-ben-biz-onlar kavgasına dönüştürmek ilkelliktir. Şimdi önce red oyu verenlerin kişilikleri, nitelikleri daha iyi anlaşılacak, kimlerin nasıl, ne bahanelerle döndükleri, kimlerin özür dilercesine destek verecekleri saptanacaktır. Karşı çıktıkları kurum ve kişileri övmeye başlayan ikiyüzlülerin, döneklerin kendilerini düzelttiklerini umanlar da çıkabilecektir. Oysa, bizim değişmez kanımız, Türk askeri asla bir lejyon askeri, paralı asker değildir. Yansızdır, güçlüdür, yurtseverdir, barışseverdir, hukuka saygılıdır, tehlike saydığı duruma değinmek zorunda kalmıştır. Atatürk Orduları kimsenin değil ulusunun gücüdür.
Türkiye’yi yanına alarak güçlüklerini azaltmak isteyen ABD’nin Güvenlik Konseyi kararını beklemeden TBMM’den tezkereyi geçirtmek için sürdürdüğü baskıların bir bölümü olarak Kuzey Iraklıları kışkırttığı görüşü ağırlık kazanmaktadır. Önce sevinç çığlıkları atıp hiçbir şey değişmeden bayrak yakmaya girişmenin anlamı olmalıdır. Göstermelik kınamalar kimseyi kandıramaz. ABD kendilerine destek olup bağımsızlık ilan edeceklerdir. Türkiye bunu engelleyecektir. Bunun için Türkiye istenmemektedir. Kürtçülerin yurtdışı güçlerinin ABD ve Avrupa ayaklarını bilmeyen kaldı mı? Barışsever ve yurtları için canlarını adamaya hazır Atatürkçülere “Lâikperest, lâikçi, jakoben, irtica paranoyası, şahinler” diye suçlamaya çalışan ırkçı, şeriatçı, çıkarcı, dönek gurubunun şimdi hangi dalda öttüğünü herkes görüyor. Neler olup bittiğini anlıyor. Kargalıktan şahinliğe geçenleri seyrediyorlar.
Tarih, en büyük öğreti ve hakem olarak yargısını ortaya koyacaktır. ABD’den beklenen ve istenen dolarlar savaşın hangi zararını, ne ölçüde giderebilir ki? Yıkımların onarımı, yitiklerin acısı, yaşanılan olumsuzlukların giderilmesi nasıl karşılanabilir? Alınacak para yaraların sargısı olamaz. Her şeyden önce para için savaşa girilemez. Güvenliğimiz, geleceğimiz, bağımsızlığımız, ulusal çıkarımız için gerekirse, ölünür. Yineliyorum aç kalınır, onursuz kalınmaz. Savaşa da onurla girilir, zaferle çıkılır. Hatırla, baskıyla, oyunla değil. Ne Damat Ferit, ne Enver Paşa ne de Ali Kemal anlayışı ve tutumu geçerli olamaz.
Saddam’dan değil, barıştan yanayız. ABD’ye değil, emperyalizme, savaşa karşıyız. ABD dalkavuklarını kınıyoruz. Atatürkçü ve barışsever olmakla övünüyoruz.




..

Bağımsızlıktan ve özgürlükten ödün verilemez

Bağımsızlıktan ve özgürlükten ödün verilemez


Yekta Güngör Özden
Yabancıların yönetiminde yaşayan tutsak toplulukları yüreklendiren, tüm dünyaya örnek olan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp Türk Ulusu’nun bağımsızlığını, özgürlüğünü, egemenliğini ve çağın mucizesi Türk Devrimi’ni gerçekleştirerek çağdaşlaşmanın olanaklarını sağlayan Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin içtenlikli izleyicisiyiz. Yaşamsal olmayan savaşları en büyük insanlık suçu biliyoruz. Kimsenin toprağında gözümüz olmadığı gibi topraklarımızın zerresini de kimseye vermemeyi namus ve onur sayıyoruz.
Ekonomik sıkıntılar, Avrupa Birliği üyeliği ve Irak olaylarının getireceği tehlikeler açmazında Kıbrıs için yürütülen gözdağı ve dayatmaları, yetkisiz kişilerin Türkiyemizi güç durumlara düşüren sorumsuz ve ikili davranışlarını, ABD ile AB’nin yaklaşımlarını, Kıbrıslı Rumların “Enosis”, Yunanistan’ın “Megali İdea” amaçlarının aracı niteliğindeki Kofi Annan Plânı’nı asla uygun bulmuyoruz. Tarihsel gerçeklere, insani ve hukuksal gereklere aykırı, Yunanistan yanlısı, İngiliz düzenlemesi plân, 1963-1974 soykırımı kalkışmalarını, Londra ve Zürich Antlaşmaları’nı, garantör Türkiye Cumhuriyeti’nin el koymasıyla yaşanan barışı, komşu Kıbrıs’ta ve Yunanistan’da cuntanın yıkılışını, Güney Kıbrıs ve Yunanistan yöneticilerinin açıklamaktan çekinmedikleri amaçlarını göz ardı etmiştir. Bu arada Güney Kıbrıs’ta EOKA’cı Papadopulos’un Başkan seçilmesi yanında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı uzaklaştırmak için sergilenen oyunları, çevrilen dolapları, terbiye ve ulusal kimlikle bağdaşmayan davranışları kınıyoruz. “Ver-kurtul” ya da “Çöz-ver” anlayışı, AB üyeliğinin bedeli olamaz. Bağımsızlıktan, özgürlükten, egemenlikten, onurdan ve güvenlikten ödün verilemez. Karen Fogg dostlarının, dolar ve euro çıkarcılarının, Türkiye ve Türklük düşmanlarının geçmişi unutmaları, yanlı uygulamaları görmezlikten gelmeleri, Rum-Yunan sorumluluğuna soyunmaları acıdır. Mütareke basınını aratmayan medyanın büyük bölümünün utandırıcı tutumu, yurtseverleri uyandırmalıdır.
Atatürk ilkeleri doğrultusunda tüm evrensel değerleriyle çağdaş demokrasiyi amaçlayan Atatürkçüler baskılara, tehditlere, oyunlara, çirkin pazarlıklara, gerici tezgahlara, haksızlık ve satılmışlıklara karşıdır. KKTC’nin ve Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın yanındadır. Büyük Atatürk’ün ışıklı yolundadır. İki toplumun eşitliği ve egemenliği üzerine kurulu Kıbrıs devletini, yürekten dostluğu ve gerçek barışı savunmaktadır.
Türkiye ve Kıbrıs hiç kimsenin oyuncağı değildir. Onurumuzu korumak en doğal hakkımızdır. Onursuz yaşamaktansa ölmeyi yeğleyen anlayışla bugünlere ulaştık, yarınlara çıkacağız. Kimsenin kuşkusu ve başka beklentisi olmasın!



..