29 Aralık 2016 Perşembe

İRAN NÜKLEER KRİZİNİN TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ BÖLÜM 1



İRAN NÜKLEER KRİZİNİN TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ BÖLÜM 1




İRAN NÜKLEER KRİZİNİN TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ*
Atilla SANDIKLI** 
Bilgehan EMEKLİER***

Tahran yönetimi, Şah döneminde başlatılan ve 1980-1988 İran-Irak Savaş’ında olduğu gibi kimi zaman askıya alınmasına rağmen yine de kararlılıkla devam 
edilen nükleer programını İran iç ve dış politikasının önemli bir enstrümanı ve süreklilik unsuru olarak görmektedir. İran siyasi kültürüne Humeyni dönemin den miras kalan ve “bağımsızlık”, “Batı-karşıtlığı” ve “bölgesel liderlik” gibi parametreler üzerine inşa edilen dış politika anlayışının ana eksenini 
oluşturan nükleer program, İran halkını ortak bir hedef etrafında birleştirmek tedir. İran’ın nükleer programı yalnızca iktidar ve muhalefeti ulusal güvenlik ve ulusal çıkar çatısı altında bütünleştirmemekte, aynı zamanda rejimin sürekliliği konusunda bir meşruiyet kaynağı olarak görülmektedir. Dolayısıyla İran’da hem iktidar hem de muhalefetin büyük çoğunluğu, nükleer faaliyetlerin devam etmesi noktasında fikir birliğine sahiptir.

Bölgenin lider gücü ve küresel bir aktör olmak için nükleer programını rasyonel bir dış politika aracı olarak gören İran, 2002 yılında Washington ve Tahran arasında başlayan ve kısa sürede çok taraflı bir krize dönüşen nükleer faaliyetlerini kararlılıkla devam ettirmektedir. ABD önderliğindeki Batı dünyası 
İran nükleer programının askeri amaçlı olduğunu ve Tahran’ın nükleer silah üretmeye çalıştığını ileri sürerken, İran ise nükleer faaliyetlerinin sivil 
amaçlı olduğunu ve hedeflerinin barışçıl nükleer enerji üretmek olduğunu öne sürmektedir. 

* Bu makale BİLGESAM tarafından 2012 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu Raporu olarak yayımlanan çalışmanın gözden geçirilmiş şeklidir. 

** Doç. Dr., BİLGESAM Başkanı, Haliç Üniversitesi Öğretim Üyesi

*** Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi


Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye

Soğuk Savaş döneminde Şah yönetiminin iktidarda olduğu süreç boyunca İran’ın nükleer faaliyetlerini bizzat destekleyen ABD ve AB bu kez İran nükleer 
programına karşı çıkmakta; Rusya ve Çin ise 1979 Devrimi’nden önceki tutumlarının aksine Tahran’ın nükleer çalışmalarına destek vermektedir. 
Bu yönüyle İran nükleer krizi, 11 Eylül sonrası beliren yeni uluslararası sistemde “sistemsel bir katalizör” işlevi görmekte ve uluslararası aktörler arasında 
farklı bakış açılarına neden olmaktadır. Küresel sistemin yeniden şekillendiği bu kriz sürecinde Türkiye ve Brezilya gibi bölgesel aktörler ise arabulucu 
rolü oynayarak nükleer krizin diplomatik yöntemlerle çözümlenmesine gayret etmektedir. Bu nedenle Türkiye, diplomatik müzakerelere ev sahipliği de yaparak kriz çözümünü barışçıl yollarla gerçekleştirmeye özen göstermektedir. 

Buna karşın İran nükleer krizini diplomatik yöntemlerle çözme girişimlerinden sonuç alınamaması ve bu yöndeki umutların azalmaya başlaması, krizin 
çatışmaya dönüşme ihtimalinin yüksek olduğuna dair yorumları beraberinde getirmektedir. Üstelik İran ile ABD karar alıcılarının söylemsel ve retorik açıdan 
giderek sertleşmesi ve iki aktör arasında sıcak bir çatışma yaşanacağına ilişkin değerlendirmelerin uluslararası kamuoyunun gündemine yerleşmesi, 
İran’ı küresel kaos senaryolarının merkezine oturtmaktadır. Bu senaryoların ilki, İran nükleer tesislerinin ve füze sistemlerinin ABD veya İsrail tarafından 
vurulması; ikincisi, Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması; üçüncüsü ise İran’ın Şii-Sünni çatışmasına zemin hazırlayacak politikalar izleme olasılığıdır.
1 Bu çerçevede raporda öncelikle tarihsel süreçte Türkiye-İran ilişkileri ve İran nükleer krizindeki güncel gelişmeler incelenecek, ardından öngörülen 
üç senaryo tartışılacak ve gerçekleşmesi durumunda bu senaryoların Türkiye’yi nasıl etkileyeceği üzerinde durulacaktır.

1. Tarihsel Süreçte Türkiye-İran İlişkileri 

Türkiye’nin en büyük komşusu olan İran ile ilişkileri tarihsel süreçte her zaman büyük önem taşımıştır. Bu ilişkiler 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’ndan itibaren 
istikrarlı bir gelişme göstermiş ve bu anlaşma sonrasında iki ülke arasındaki sınır bazı ufak ayarlamalar dışında günümüze dek değişmemiştir. 

Buna karşın 1639’dan sonra sınır bölgesinde çıkan ayaklanmalardan kaynaklanan bazı ihtilaf ve çatışmalar yaşanmıştır. Örneğin 1720 yılında iki ülke arasında 20 yıl süren bir savaş başlamıştır. 1821-1823 yılları arasında iki ülke yine karşı karşıya gelmiş, Erzurum Anlaşması ile sınırın aynen korunması karara 
bağlanmasına rağmen sınırın işaretlenmesi konusunda ihtilaf ve sınır ihlalleri devam etmiştir. Sınırın işaretlenmesi ancak 1914 yılında gerçekleşebilmiştir.2

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ikili ilişkilerde bazı sorunlar yaşanmıştır. Mesela İran’daki dini sınıf ve muhafazakâr kesimler, Atatürk’ün gerçekleştirdiği 
reformlara ve Türkiye’de laik bir sistemin inşa edilmesine tepki göstermiştir. Musul sorunu ve 1925’te Doğu Anadolu’da başlayan isyan sırasında İranlı aşiretler sık sık sınır ihlallerinde bulunmuş ve Musul sorunu çözüldükten sonra da bu ihlaller zaman zaman devam etmiştir. İki ülke arasında 1926 yılında imzalanan Güvenlik ve Dostluk Anlaşması’nda taraflar bu eylemlere son vermeyi ve gerekli önlemleri almayı taahhüt etmiş, ancak sınır olayları yine de sürmüştür. 1926’da imzalanan başka bir anlaşma ile Ağrı bölgesinde Türkiye lehine sınır düzeltmesi yapılmıştır. Aynı yıl imzalanan Uzlaşma, Yargı Yönetimi ve Hakemlik Anlaşması ile bu sınır düzeltmesi teyit edilmiştir. 1926 tarihli Güvenlik ve Dostluk Anlaşması 1932’de güncelleştirilmiş ve böylece iki ülke arasındaki dostluk istikrarlı bir yapıya kavuşturulmuştur.3 

1926 yılından sonra yaşanan bu olumlu gelişmelerin en önemli nedenlerinden biri, İran’da Kaçar hanedanlığını askeri bir darbe ile sona erdiren ve 
Türkiye’nin modernleşme sürecini örnek alan Albay Rıza Pehlevi’nin Şah olmasıydı. Şah Pehlevi, 1934 yılında Türkiye’ye yaklaşık bir ay süren bir ziyarette bulundu ve bu dönemde (1925-1941) iki ülke arasındaki dostane ilişkiler gelişti. İki ülke bölgedeki gelişmelere karşı benzer dış politika yaklaşımları sergiledi. Buna rağmen İran, petrol kaynakları sayesinde zenginleştikçe iki ülkenin bölgedeki nüfuz rekabeti su yüzüne çıkmaya başladı ve Tahran’ın isteksiz davranması nedeniyle iki ülke arasında ekonomi ve enerji işbirliği bir türlü geliştirilemedi.4

Albay Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza’nın şahlığı döneminde (1941-1979) de ikili ilişkilerin genel itibarıyla istikrar ve barış içinde olduğu söylenebilir. 
Bu çerçevede Atatürk ve Şah Muhammed Rıza döneminde Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında 1937 yılında imzalanan ve bölgesel işbirliği anlaşması niteliğinde olan Sadabat Paktı ile ikili ilişkilerde başlayan barış ve istikrar süreci, Soğuk Savaş konjonktürünün büyük bir bölümünde devam etti. 
Aynı şekilde Şubat 1955’te İngiltere, Türkiye, İran, Irak ve Pakistan arasında yapılan Bağdat Paktı ve sonrasında paktın dağılmasıyla oluşturulan Merkezi 
Antlaşma Teşkilatı (CENTO) da Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin işbirliği içinde gelişmesinde büyük rol oynadı. İki devletin Soğuk Savaş döneminde 
Batı bloğunda yer almaları, ikili ilişkilerin iyi seyretmesinde temel etken olmuştur.5 

Ancak Pehlevi hanedanını iktidardan deviren 1979 Humeyni Devrimi, Türkiye-İran ilişkilerinde bir kırılma noktası oluşturmuş ve iki ülkenin birbirlerinin 
siyasi rejimlerini tehdit olarak algılamaları ilişkileri etkilemiştir. 

İran’da 1979 yılında yapılan devrim ile yönetim sistemi değişmiş ve Şah dönemindeki anayasal monarşiden dini cumhuriyete geçilmiştir. İran’da kurulan 
yeni siyasal sistem, Türkiye’deki laik devlet düzeniyle tezat teşkil ediyordu. Bu nedenle iki ülke arasında güvensizlik ve kuşku ortamı oluşmaya başladı. 
Türkiye, İran’da Türkiye’nin laik sistemine karşı yayınlar yapıldığı gerekçesiyle rahatsız olduğunu ileri sürerken, İran ise Türkiye’de devrim ve kendi yöneticileri 
aleyhine propaganda yapıldığı yönündeki şikâyetlerini ortaya koyuyordu. Türkiye İran’ı devrim ihraç etmekle, İran da Türkiye’yi kendi rejimini yıkmak için faaliyette bulunmakla suçluyordu.

Türkiye-İran ilişkileri, 1980-1988 İran-Irak Savaşı yıllarında özellikle Türkiye’nin tarafsız tutumu nedeniyle gelişme gösterdi. İran ve Irak, Türkiye’nin savaş sırasındaki tarafsızlığına o kadar güvendi ki, karşılıklı haklarının korunmasını Türkiye’nin Bağdat ve Tahran’daki büyükelçiliklerine bıraktı. 

Bu nedenle İran ile ticaret hacmi bu dönemde 2 milyar dolara ulaştı. Buna rağmen İran ile siyasi ilişkiler kırılgan bir zeminde seyrediyordu. Zira Tahran 
yönetimi 1990’lı yıllarda PKK terör örgütüne destek vermeye başlamıştı. 

İran ile ilişkiler 2000 sonrası dönemde ise hızlı bir gelişme gösterdi ve diplomatik temaslar arttı. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2001’de 1,2 milyar dolar iken, bu rakam 2010’da 11 milyar dolara, 2011’de ise 15 milyar dolara yükseldi.6 Enerji Bakanı Taner Yıldız, Şubat 2012’de yaptığı açıklamada Türkiye’nin petrol ithalatının yaklaşık %50’sinin ve Mart 2012’de yaptığı açıklamada doğalgaz ihtiyacının %20’sinin İran’dan yapıldığını ifade etti. Ayrıca iki ülke arasında Türkmenistan doğalgazının İran üzerinden Türkiye’ye sevk edilmesi, İran doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakledilmesi ve Güney Pars gaz kaynaklarının belirli fazlarının Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) tarafından işletilmesi konularında mutabakat imzalandı. 
Ancak bugüne kadar bu projelerde önemli bir gelişme görülmedi. Bununla birlikte Türkiye’ye yerleştirilen NATO füze kalkanı, Irak’ta son dönemde yaşanan 
gelişmeler ve Suriye krizi nedeniyle Türkiye-İran ilişkileri 2011’den itibaren hassas bir çizgide seyretmektedir. 


Türkiye-İran Ticaret Hacmi ( Milyon Dolar)
Kaynak: İstanbul Ticaret Odası




2. İran Nükleer Krizindeki Gelişmeler ve Türkiye

Son yıllarda Türkiye-İran ilişkilerinin hızla gelişmesindeki iki ana neden; Türkiye’nin “ Komşularla Sıfır Sorun ” ilkesi çerçevesinde bölge ülkeleriyle 
ilişkilerin geliştirilmesine özel önem vermesi ve askeri amaçlı olduğu ileri sürülen nükleer programı nedeniyle Tahran’a uygulanan yaptırımlar sonucunda 
İran’ın uluslararası sistemden tecrit edilmesidir. Türkiye enerji ihtiyacının önemli bir kısmını İran’dan karşılarken, Tahran ile ihracatını artırarak ekonomisini 
geliştirmeye çalışmaktadır. Bunun yanı sıra Türkiye nükleer kriz nedeniyle İran’ın olası bir çatışma ortamına çekilmesini ve dolayısıyla bölgedeki 
mevcut istikrarsızlığın kontrol edilemez boyuta gelmesini önlemek için yoğun bir diplomatik çaba harcamaktadır. 


İran Nükleer Programının Kısa Bir Kronolojisi,




İran nükleer programının tarihi arka planı 1950’lerin ikinci yarısına dayanmaktadır. İran 1957 yılında ABD ile nükleer işbirliği anlaşması imzalamış, 
ardından 1958 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na üye olmuştur. 1959’da Tahran Nükleer Araştırma Merkezi kurulmuştur. 

ABD, İran ile 1957’de yaptığı anlaşma çerçevesinde 1967 yılında 5 MW gücündeki nükleer araştırma reaktörünü Tahran Nükleer Araştırma 
Merkezi’ne vermiştir. İran, 1968’de Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı imzalayarak anlaşmanın yürürlüğe girdiği 1970’te bu anlaşmaya taraf olmuştur. 1974’te Dr. Ekber İtimad önderliğinde İran Atom Enerjisi Kurumu kurulmuştur. Aynı yıl Şah Rıza Muhammed Pehlevi, 20 yıl içerisinde 20.000 MW’lık enerji üretecek nükleer tesisleri kurmayı hedeflediklerini açıklamıştır. ABD yönetimi de İran’ın nükleer faaliyetlerini desteklediğini belirtmiştir. İran’ın Şah döneminde başlayan nükleer programına ABD’nin yanı sıra Avrupa devletleri de bizzat destek vermiştir. Örneğin 1970’lerin ortasından itibaren Alman Kraftwerk, Siemens ve Fransız Framatome gibi Batılı şirketler ile Tahran arasında nükleer enerji işbirliği anlaşmaları imzalanmıştır. Söz konusu anlaşmalar çerçevesinde nükleer tesislerin inşası, nükleer fizikçilerin eğitimi, nükleer ekipman ve teknolojinin temini gibi konularda İran’ın destekleneceği belirtilmiş ve bunların bir kısmı gerçekleştirilmiştir. 

Ancak 1979 yılında Humeyni Devrimi ile Pehlevi Hanedanı’na son verilmesi (1925-1979) ve İslam Cumhuriyeti’nin kurulması, İran’ı ABD liderliğindeki Batı bloğundan uzaklaştırırken, Batı’nın İran nükleer programına verdiği desteği kesmesine neden olmuştur. Dini lider Humeyni önderliğindeki Tahran yönetimi, 1980-1988 yılları arasında yaşanan İran-Irak Savaşı nedeniyle nükleer faaliyetleri durdurmak zorunda kalmıştır. Savaşın ardından nükleer programını devam ettirmek isteyen İran, 1990 sonrası süreçte Rusya ile nükleer işbirliği yaparak Moskova tarafından açıkça, Çin tarafından ise Amerikan baskısı nedeniyle üstü örtülü bir şekilde desteklenmiştir. Washington yönetiminin 2002 yılında, İran’ın Arak ve Natanz tesislerinde nükleer silah üretmeye çalıştığını ileri sürmesi üzerine İran ile ABD arasında başlayan nükleer kriz, 2002’den 
bu yana tırmanarak devam etmiş ve bu süreçte çok taraflı bir krize dönüşmüştür.

Bu nedenle Türkiye, Batı ile İran arasında arabuluculuk girişimlerinde bulunmakta ve nükleer krizin çözümü konusunda yapıcı bir rol ve sorumluluk 
üstlenmeye özen göstermektedir. İran, Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek suretiyle hem kriz çözümünde taraf olmaya devam etmekte hem de uluslararası 
toplumla iletişimini sürdürmeye çalışmaktadır. Tahran yönetimi İstanbul’da 14 Nisan 2012’de yapılan görüşmeler öncesinde müzakere yeri konusunda 
sorun çıkarsa da, Türkiye’nin arabuluculuk rolünün devamına sıcak bakmaktadır.

Türkiye, Batı ile İran arasındaki nükleer krizin çözümü konusunda Viyana’daki görüşmelerden sonuç alınamaması üzerine Brezilya ile birlikte arabuluculuk 
girişiminde bulunarak söz konusu diplomatik sürecin yeniden başlatılmasına katkı sağlamıştır. İran’ın bu girişimi kabul etmesi neticesinde 17 Mayıs 2010 tarihinde Tahran’da İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, Brezilya Cumhurbaşkanı Lula Da Silva ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 
katılımıyla uranyum takası konusunda bir uzlaşma metni imzalanmıştır.7 
Bir anlaşma niteliğinde olmayan Tahran Bildirisi, İran ile Viyana grubu arasında 
nükleer yakıt takası anlaşması yapılmasını sağlamak amacıyla üç ülkenin mutabakata vardığı bir metindir.

İran, söz konusu metne göre düşük düzeyde zenginleştirilmiş 1200 kg uranyumun Türkiye’de muhafaza edilmesini kabul etmiştir. Metinde ayrıca 1200 
kg uranyumun Türkiye’de bulunduğu sürece İran’a ait olduğu, İran ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) yetkililerinin istedikleri zaman Türkiye’deki uranyumun depolanma ve saklanma koşullarını denetleyebilecekleri vurgulanmıştır. 

Bununla birlikte İran’ın belirtilen hususları kabul ettiğini 7 gün içinde UAEK’ya bildirmesi; ABD, Rusya, Fransa ve UAEK’dan oluşan Viyana grubunun olumlu cevabına paralel olarak Tahran’daki araştırma reaktörü için gerekli 120 kg yakıtın teslim edilmesinin taahhüt edilmesi gibi takasla ilgili ayrıntılı konulara kesin anlaşmada yer verilmesi öngörülmüştür. İran, anlaşmaya varıldıktan sonra düşük oranda zenginleştirilmiş 1200 kg uranyumu bir ay içinde Türkiye’ye göndermeyi kabul etmiştir. Bu çerçevede metinde, Viyana grubunun da bir yıl içinde 120 kg yakıtı İran’a teslim etmesi gerektiği belirtilmiş ve bildirinin şartlarına uyulmaması durumunda İran’ın verdiği uranyumu geri isteme hakkına sahip olduğu ve Türkiye’nin de bu istek doğrultusunda iade işlemini gerçekleştirmesi öngörülmüştür.8

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK)




• 29 Temmuz 1957 tarihinde kurulan UAEK Birleşmiş Milletler bünyesinde faaliyet gösteren özerk bir kuruluştur. 
Merkezi Viyana’da bulunan kurumun şimdiki başkanı Yukiya Amano’dur.

• UAEK’nın temel amaçları;

-Nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımını sağlamak,

-Nükleer silahların yayılmasını önlemektir.

• Temel işlevleri;

-Nükleer bilim ve teknolojinin barışçıl amaçlarla kullanılması konusunda üye ülkelere destek sağlamak,

-Denetim mekanizması aracılığıyla ortaya koyduğu nükleer güvenlik standartları çerçevesinde üye ülkelerin taahhütlerini yerine getirip getirmediğini 
kontrol etmek, nükleer tesisleri korunma önlemleri altında bulundurmak ve nükleer programları denetlemektir.

• İran, UAEK’ya 1958 yılında üye olmuştur.


ABD dışındaki 5+1 üyeleri9 ve UAEK bildiriye ihtiyatla yaklaşmıştır. Tahran yönetiminin kısa bir süre sonra %20 oranında uranyum zenginleştirme 
faaliyetlerine devam edeceğini açıklaması, İran’ın asıl amacının anlaşmaya varmaktan ziyade uluslararası yaptırımlardan kaçmak olduğu şeklinde değerlendirilmiştir.


Tahran Bildirisi’ne en fazla tepki gösteren ülke ABD olmuştur. Washington yönetimi İran’ı “yeni yaptırımlar uygulanması konusundaki baskıdan kurtulmaya 
çalışmakla” suçlayarak, Tahran’ın söz konusu anlaşmayı BM Güvenlik Konseyi toplantısı öncesinde imzalamasına dikkat çekmiştir. ABD, yaptırım 
tasarısını gündeme taşıması sonrasında Güvenlik Konseyi üyelerinin desteğini aldığını açıklamıştır.10

Tahran Bildirisi, Türkiye ve Brezilya’nın girişimlerine rağmen beklenen ve istenen uzlaşı zeminini sağlayamamış ve BM Güvenlik Konseyi’nden yeni 
yaptırım kararı çıkma ihtimaline karşı İran’ın yaptığı diplomatik bir manevra olarak yorumlanmıştır. Bu nedenle Washington yönetimi, İran’a yeni bir 
yaptırım uygulanması konusunda Güvenlik Konseyi’ne talepte bulunmuştur. Türkiye ve Brezilya diplomatik müzakerelere devam edilmesi gerekçesiyle 
yeni yaptırımlara karşı çıkmasına rağmen 1929 sayılı yaptırım kararı Türkiye ve Brezilya’nın “hayır”, Lübnan’ın ise “çekimser” oyuna karşı 12 “evet” oyu 
ile Güvenlik Konseyi’nce 9 Haziran 2010’da kabul edilmiştir.11 

Tahran yönetimi, Güvenlik Konseyi’nin yaptırım kararı sonrasında uranyum zenginleştirme çalışmalarının Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme 
Antlaşması’ndan (Non-Proliferation Treaty; NPT) kaynaklanan bir hakkı olduğunu vurgulayarak nükleer programına devam etmiş ve kısa bir süre sonra 
yaklaşık 40 kg %20 oranında zenginleştirilmiş uranyum ürettiğini açıklamıştır.12 Bu gelişmelere karşın askıda bulunan görüşmelere tekrar başlanması için 
Türkiye öncülüğündeki diplomatik arayışlar devam etmiş ve 5+1 üyeleriyle İran arasındaki müzakereler bu kez 21-22 Ocak 2011 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilmiştir.

Görüşmeler sırasında Viyana grubu ülkeleri ABD, Rusya ve Fransa ile İran ilk kez ayrı bir toplantı gerçekleştirmiş,13 ancak 5+1 üyelerinden oluşan heyete 
başkanlık yapan AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton görüşmeler sonrasında müzakerelerden olumlu bir sonuç alamadıklarını belirtmiştir. 
Ashton, İran’ın nükleer programını sadece barışçıl amaçlarla sürdürdüğüne ilişkin argümanlar ortaya koyması gerektiğini ve İran’ın işbirliği için gerekli 
tavrı sergilemediğini vurgulamıştır.14 Dolayısıyla İstanbul görüşmelerinden de nükleer krizi diplomatik yöntemlerle çözecek somut bir ilerleme kaydedilememiştir.

Yapılan müzakerelerden bir kez daha sonuç çıkmaması üzerine UAEK Başkanı Yukiya Amano tarafından İran nükleer çalışmalarıyla ilgili bir rapor hazırlanmıştır. 
9 Kasım 2011 tarihinde açıklanan UAEK raporunda, İran nükleer santrallerinde nükleer silah üretmeye yönelik birçok deney yapıldığı ve gerçekleştirilen 
bu deneylerin bir kısmında da başarıya ulaşıldığı aktarılmıştır. Raporda ayrıca İran’ın nükleer silah tasarımı ve üretimi konusunda faaliyetlerde 
bulunduğu ve bu yönde denemeler yaptığı belirtilmiştir. Öte yandan raporun vurguladığı önemli hususlardan biri de, İran’ın nükleer savaş başlığı 
elde etmek için bilgisayar simülasyonları ve modellemeleri gerçekleştirdiğini, nükleer enerji mühendislerinin nükleer başlıkların füzelere entegrasyonu 
konusunda çalışmalar yaptığını ve bu kapsamda orta menzilli Şahab 3 füzesinin nükleer füzeye dönüştürülmeye çalışıldığını ileri sürmüş olmasıdır.15 


1 Atilla Sandıklı, Bilgehan Emeklier, “Kaos Senaryolarının Merkezinde İran” Rapor No: 40, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2012. 

2 İlter Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu Raporu, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2010, 11.

3 Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu Raporu, 11.

4 Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu Raporu, 11-12.

5 Soğuk Savaş Dönemi Türkiye-İran İlişkileri için bkz. Gökhan Çetinsaya, “Türk-İran İlişkileri”, içinde Türk Dış Politikasının Analizi, der. Faruk Sönmezoğlu, 
Der Yayınları, İstanbul, 2004, 207-234.

6 Günlük Orta Doğu Bülteni, ORSAM Yayınları, No: 1297, 8, 
http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/OrtadoguBulteni/201214_04jantur.pdf 

7 “İran: Uranyum Takası Türkiye’de Yapılacak”, Radikal, 17 Mayıs 2010, 
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=997227&Date=
17.05.2010&CategoryID=81 

8 “17 Mayıs 2010 tarihli Türkiye, İran ve Brezilya Dışişleri Bakanları Ortak Deklarasyonu”, 

http://www.mfa.gov.tr/17-mayis-2010-tarihli-turkiye_-iran-brezilya-disisleri-bakanlari-ortak 
deklarasyonu.tr.mfa

9 5+1 grubu, Birleşmiş Milletler daimi üyeleri ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere ile Almanya’dan oluşmaktadır. 

10 Bayram Sinkaya, “İran Nükleer Programı Karşısında Türkiye’nin Tutumu Ve Uranyum Takası Mutabakatı”, Orta Doğu Analiz, Cilt: 2, Sayı:18, 2010, 74-75.

11 Çin ve Rusya daha önceki tutumlarının aksine bu oylamada “evet” oyu kullanmışlardır; Security Council Imposes Additional Sanctions on Iran, 9 June 2010, 

http://www.un.org/News/Press/docs//2010/sc9948.doc.htm 

12 Ivanka Barzashka, “Using Enrichment Capacity to Estimate Iran’s Breakout Potential”, Federation Of The American Scientists Issue Brief, 21.01.2011, 14, 
http://www.faorg/pubs/_docs/IssueBrief_Jan2011_Iran.pdf   
“Iran Announces Plan to Produce Medical Reactor Fuel”, 
http://www.nti.org/gsn/article/iran-announces-plan-to-produce-medical-reactor-fuel/ 

13 “22 Ocak 2011, P5+1 ile İran Arasında 21-22 Ocak 2011 Tarihlerinde İstanbul’da Gerçekleştirilen Toplantı Hk”, 
http://www.mfa.gov.tr/no_-28_-22-ocak-2011_-p5_1-ile-iran-arasinda-21-22-ocak-2011-tarihlerinde-istanbul_da-gerceklestirilen-toplanti-hk_.tr.mfa 

14 Programme nucléaire de l’Iran - Déclaration de la Haute Représentante de l’Union européenne, Catherine Ashton, au nom des E3+3, à l’issue des pourparlers à 
Istanbul les 21 et 22 janvier 2011 (Bruxelles, 22 Janvier 2011),
http://www.diplomatie.gouv.fr/fr/pays-zones-geo/iran/l-union-europeenne-et-liran/article/programme-nucleaire-de-l-iran 


Diğer taraftan müzakerelerin yapılamadığı 15 aylık süreçte İran’a uygulanan yaptırımlar etkili olmaya başlamış ve Tahran yönetimi müzakerelere tekrar 
hazır olduğunu belirtmiştir. Türkiye’nin de girişimleriyle 14 Nisan 2012’de 5+1 ülkelerinin temsilcileri ile İran temsilcileri İstanbul’da yeniden müzakerelere 
başlamıştır. İstanbul görüşmesinin ardından 5+1 ülkelerinin temsilcilerine başkanlık eden Catherine Ashton ve İran heyetine başkanlık yapan İran 
Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Said Celili müzakerelerin olumlu geçtiğini belirterek müteakip toplantının 23 Mayıs 2012 tarihinde 
Bağdat’ta yapılacağını açıklamışlardır. Müzakerelerde NPT’nin esas alınması vurgulanmış, barışçıl nükleer araştırmaların serbest olduğu fakat gerçekleştirilen nükleer faaliyetlerin NPT rejimine ve Ek Protokole uygun bir şekilde UAEK’nın denetimine açık ve şeffaf olması gerektiği ifade edilmiştir.

Türkiye’nin İran nükleer programına yaklaşımı ilkesel ve nettir. Türkiye, NPT’ye üye ülkelerin sivil amaçlı nükleer enerji üretme hakkı olduğunu ileri 
sürmekte; askeri amaçlı nükleer faaliyetlere ve nükleer silahlanmaya karşı olduğunu belirterek NPT rejimine taraf ülkelerin nükleer programlarını 
uluslararası denetime açık ve şeffaf geliştirmeleri gerektiğini savunmaktadır. Bu çerçevede Türkiye, İran nükleer programına ilişkin yürüttüğü politikalarda 
“NPT’ye üye bir ülke olarak İran’ın da barışçıl amaçlı araştırma, üretme ve kullanma (nükleer zenginleştirme faaliyetleri dâhil nükleer yakıt çevrimi) 
hakkının bulunduğunu” belirtmektedir. Türkiye, barışçıl amaçlı nükleer enerji hakkı üzerinde dururken bu hakkın kullanılmasının NPT’de belirtilen sınırlama 
ve yükümlülüklere uygun olması gerektiğini vurgulamaktadır. Aynı zamanda İran’ın NPT’den kaynaklanan hak ve yükümlülüklerini tehlikeye 
sokacak tedbir, eylem ve retorik açıklamalardan kaçınarak her türlü çatışmacı davranışlardan uzak durmasını ve bunun yerine nükleer alanda işbirliği yapmasını istemektedir.16 

15 Raporun tamamı için bkz. “Implementation of the NPT Safeguards Agreement and Relevant Provisions of Security Council Resolutions in the Islamic Republic 
of Iran”, GOV/2011/65, 
http://www.iaea.org/Publications/Documents/Board/2011/gov2011-65.pdf

16 “17 Mayıs 2010 tarihli Türkiye, İran ve Brezilya Dışişleri Bakanları Ortak Deklarasyonu”.

3. İran Nükleer Krizinde Muhtemel Senaryolar ve Türkiye’ye Etkileri

İran’a askeri bir operasyon gerçekleştirilmesi, Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması ve bölgede Şii-Sünni çatışmasının çıkması senaryolarının 
üçünden de en fazla etkilenecek ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. ABD’nin Irak’tan çekilmesi ve Arap Baharı’nın yol açtığı güvenlik sorunları 
ve belirsizlik, Türkiye’yi derinden etkileyen gelişmelerdir. Dolayısıyla enerji temini ve ekonomik konularda yaşanacak krizlerin yanı sıra diplomatik ve 
siyasi krizler de gerek bölgesel bir güç olması gerekse enerji konusundaki hassasiyetleri nedeniyle Türkiye’yi zor durumda bırakabilir.

http://www.mfa.gov.tr/17-mayis-2010-tarihli-turkiye_-iran-brezilya-disisleri-bakanlari-ortakdeklarasyonu.tr.mfa 

Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT)




- NPT 1 Temmuz 1968 tarihinde ABD, SSCB ve İngiltere arasında imzalanmış ve 1970’te yürürlüğe girmiştir. Anlaşmayı sonradan Fransa ve 
Çin de imzalamıştır. Halen 189 ülke anlaşmaya taraftır. İsrail, Hindistan ve Pakistan anlaşmayı imzalamamış, Kuzey Kore ise anlaşmayı imzaladıktan sonra çekilmiştir. 

- Bu anlaşmaya göre 1 Ocak 1967 tarihinden önce nükleer silah ve patlayıcıya sahip olan ABD, SSCB, Fransa, İngiltere ve Çin “nükleer silah sahibi ülkeler” olarak 
kabul edilmiştir. NPT rejimi, nükleer silahlanmanın 1 Ocak 1967’den önce nükleer silaha sahip olmayan devletlere yayılmasını engelleme amacını taşımaktadır.

- Bu çerçevede anlaşmanın temel amaçları;

 Nükleer silahların yayılmasını önlemek,

 Nükleer silahsızlanmayı gerçekleştirmek,

 Nükleer enerjinin barışçıl amaçlı kullanımını sağlamaktır.

- İran, NPT’yi 1970’de onaylayarak NPT rejimine taraf olmuştur. İran; rutin denetimlerinin dışında aniden ve herhangi bir izne ihtiyaç duymaksızın 
UAEK’ya özel denetimler yapma yetkisi tanıyan ve NPT’yi tamamlayıcı bir anlaşma olarak tanımlanabilecek Ek Protokolü (1997) 
18 Aralık 2003’te imzalamış, ancak hala onaylamamıştır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

1905-1911 İRAN ANAYASA DEVRİMİ: İNKILAP, İSYAN VE İHTİLAL,



  1905-1911  İRAN ANAYASA DEVRİMİ: İNKILAP, İSYAN VE İHTİLAL,


1905 öncesi dönem, İran için istikrarsızlık-taviz-istikrarsızlık fasit dairesinin giderek daha tahripkâr olmaya başladığı bir devirdir. Harici güçlere verilen tavizlerin en önemlisi, 1890 Mart’ında İran’daki tüm tütünün üretim, satış ve ihraç hakkını bir İngiliz vatandaşına veren tekel anlaşmasıdır. 
Eyüp ERSOY*
Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi  




Meşrutiyet veya İnkilab-ı Meşruta olarak da anılan 1905-1911 dönemi, modern İran siyasi tarihinin gidişatını şekillendiren çok sayıdaki ıslahatın ilk defa tecrübe 
edildiği bir dönemdir. 
Siyasi ve iktisadi harici müdahale ve işgal karşısında, Kaçar hanedanlığının ve idaresi altındaki İranlıların muhtelif yollarla mücadelesinin tayin ettiği bir dâhili karışıklık dönemi olarak 1905-1911 İran Anayasa Devrimi, inkılap ile başlamış, ihtilal ile zayıflamış, isyan ile devam etmiş, bir başka ihtilal ile 
mevcudiyetini sürdürmüş ve bir işgal ile nihayete ermiştir. 

Bu silsilenin gidişatını tespit eden esas etken, başta dönemin Şahları ve hükümetleri olmak üzere çeşitli kanaatlerden İranlıların fiili olarak istiklalini 
kaybeder hale gelen İran’ı siyasi iktidarsızlık, iktisadi zayıflık ve içtimai istikrarsızlıktan kurtarma yönünde ortaya koydukları, koymadıkları veya koyamadıkları iradedir. 

İnkılap ve İhtilal 

1905 öncesi dönem, İran için istikrarsızlık-taviz-istikrarsızlık fasit dairesinin giderek daha tahripkâr olmaya başladığı bir devirdir. Harici güçlere verilen 
tavizlerin en önemlisi, 1890 Mart’ında İran’daki tüm tütünün üretim, satış ve ihraç hakkını bir İngiliz vatandaşına veren tekel anlaşmasıdır. Bu anlaşmaya karşı, 1891 baharında Şiraz’da başlayan gösteriler önce Tebriz’e ve daha sonra diğer İran şehirlerine sıçramış, Nasıreddin Şah’ın eşlerinin de katıldığı ulusal 
bir boykot hareketine dönüşmüştür. Bir yıl sonra, taviz anlaşması ilga edilse bile, İran’a 500 bin sterlin tutarındaki ilk dış borcunu miras bırakmıştır. Ulusal 
ölçekte ilk başarılı kitlesel protesto olarak Tütün Hareketi ile İngiltere’nin İran’daki nüfuzu azalmış ancak Rusya’nın nüfuzu artmıştır. 

1896 Mayıs’ında babası Nasıreddin Şah’ın bir suikast ile öldürülmesi üzerine Muzaffereddin Şah tahta geçti. İran’daki mevcut mali ve iktisadi sıkıntılara 
Muzaffereddin Şah’ın aşırı ve savurgan harcamalarının da eklenmesi, İran’ı daha fazla tavizlere sevk etti. Bir örnek olarak, Şah’ın 1900 yılındaki Avrupa gezisi, 
İran gümrük vergilerinin teminat olarak gösterilmesiyle Rusya’dan elde edilen 22 milyon rublelik borç ile gerçekleştirildi. 1902 yılında, Rusya ile yapılan 
ilave anlaşmayla, gümrük tarifelerinde Rusya menşeli mallarda indirime gidildi. Art arda verilen tavizler ile gelen fiili yabancı hâkimiyeti, Şah idaresine karşı 
muhalif hiziplerin faaliyetlerini artırmalarına ve aralarındaişbirliği yapmalarına sebep oldu. Meşrutiyete taraftar olan bu hiziplerin başında, tüccarlar, ulema 
ve ıslahatçı münevverler gelmekteydi. Muhalefet hareketlerinin etkili faaliyetlerine bir misal olarak, muhalif neşriyatlar İran’da yaygınlaşmış, İran’da yasaklı olmasına rağmen Malkum Han tarafından Londra’da basılan ‘Kanun’ gazetesini Şah ve yakın çevresi bile takip eder olmuştu. 

Muhalefet hareketinin gayesi, yabancı hâkimiyeti, adaletsizlik ve etkisiz yönetime bir çare olarak iktisadi ve siyasi ıslahatlardı. Yabancılara verilen tavizlerle birlikte İran’ın dış borçları ödenemeyecek duruma gelmişti ve idare, İngiltere ve Rusya’nın tazyiklerine karşı zafiyet içerisindeydi. Gittikçe kuvvetlenen muhalefet hareketi, 1903 yılında Sadrazam Emin el-Sultan’ın azledilmesini sağlayabilmiştir. Meşrutiyet taraftarı muhalefeti cesaretlendiren bir başka gelişme 1905 Rus-Japon Savaşı olmuştur. Doğulu bir meşruti monarşi olarak Japonya’nın Batılı bir mutlak monarşi olan Rusya’ya galip gelmesi, muhalefet nazarında 

 < 1905 Anayasa Devrimi’ni başlatan süreç, Aralık ayında Tahran valisinin şeker tüccarlarını falakaya yatırması ile başladı. >

Kanun-u Esasi’de, Nikki Keddie’nin ifadesiyle, bir ‘sırr-ı kudret’ olduğu fikrini tahkim etmiştir. 

1905 Anayasa Devrimi’ni başlatan süreç, Aralık ayında Tahran valisinin şeker tüccarlarını falakaya yatırması ile başladı. Islahatçı ulemadan Muhammed 
Tabatabai riyasetindeki muhalefet, Şah’tan bir ‘adalet hane’ talep etmiştir. 1906 Ocak’ında Muzaffereddin Şah bu minvalde bir taahhüt vermesine rağmen, protestolar sonra ermemiş ve nihayet Ağustos ayında Şah, sadrazamı azletmeyi ve bir meclisin tesis edilmesini kabul etmiştir. Yapılan seçim ile 60 azası Tahran’dan olmak üzere 156 azalı İran’ın ilk meclisi teşekkül etmiş ve 7 Ekim’de Şah’ın açılış konuşması ile faaliyetlerine başlamıştır. Meclis’in ilk vazifesi Kanun-u Esasi adı verilen bir anayasa hazırlamak olmuştur. Belçika anayasası örnek alınarak hazırlanan anayasayı Muzaffereddin Şah, Aralık 1906’da imzalamış ve kısa süre sonra da vefat etmiştir. Kanun-u Esasi’ye göre, kanunlarda Meclis’in tasdiki gerekecek, nazırlar Meclis’e karşı mesul olacak, herkes kanun önünde eşit olacak ve ferdi hak ve hürriyetler teminat altına alınacaktı. 

Muzaffereddin Şah’ın yerine 1907 Ocak’ında tahta geçen Muhammed Ali Şah, meşrutiyete karşı bir idareci olarak, taç giyme merasimine meclis vekillerini 
davet etmemiştir. Meclis’in mevcudiyetine ve faaliyetlerine karşı anayasayı şeriata münafi ilan ettirmiş ve Meclis’teki hizipleri birbirlerine karşı tahrik etmiştir. 
Meclis’teki en etkili iki hizip, Muhammed Tabatabai öncülüğündeki muhafazakârlar ile Hasan Takizade öncülüğündeki daha ıslahatçı eğilimlere sahip hizipti.
Öte yandan, 31 Ağustos günü imzalanan Anglo-Rus Anlaşması ile İran, güneyde İngiltere, kuzeyde Rusya ve ortada tarafsız olmak üzere üç bölgeye taksim 
edilmiş, ancak bu anlaşma iki ülkenin büyükelçileri tarafından ancak 7 Eylül’de İran hükümetine bildirilmiştir. Siyasi istikrarsızlığı bahane gösteren Muhammed 
Ali Şah, 17 Aralık’ta hükümet azalarını acil toplantıya davet etmiş, ancak hepsini tutuklatmıştır. Şah’ın Meclis’e yönelik husumeti, nihayet 1908 Haziran’ında Şah’a bağlı birliklerin Tahran’daki Vladimir Liahov komutasındaki İran Kazak Tugayı’nın yardımıyla Meclis’i kuşatması, bombalaması ve ilga etmesi neticesini vermiştir. Cemaleddin İsfahani gibi çok sayıda muhalefet önderleri yakalanıp idam edilmiştir. 
Bu, inkılaba karşı Şah’ın ihtilaliydi. 

İsyan ve İhtilal 

Muhammed Ali Şah’ın ülke çapında, merkezi idareye tabi olma davetine Tebriz şehrindeki isyancılar müspet cevap vermediler ve Şah’a bağlı birliklerin muhasarasına karşı Tebriz’de ciddi bir mukavemet sergilediler. Ne var ki, Rus birliklerinin Tebriz’deki Avrupalıları müdafaa bahanesiyle şehre girmesi üzerine, isyancılar Gilan’a geçerek güneye Tahran üzerine yürümeye başladılar. 
Bu süreçte, Bahtiyari aşireti de İsfahan’ı teslimalıp kuzeye Tahran üzerine yürümeye başlamıştı. Ülkenin başta Reşt, Kazvin, Şiraz, Hamedan, Meşhed 
ve Buşehr şehirleri olmak üzere her yerde isyanlar baş gösterdi. 1909 Temmuz’unda kuzeyden ve güneyden gelen meşrutiyet taraftarı isyancılar, Tahran’ı ele geçirdiler. 



17 Temmuz’da Muhammed Ali Şah, Rusya Büyükelçiliği’ne sığınmış ve aynı gün Meclis toplanarak Şah’ı tahttan azlederek yerine Ahmet Şah’ı getirmiştir. 
10 Eylül’de ise Muhammed Ali Şah, Odesa’ya sürgüne gitmiştir. Bu Şah’ın ihtilaline karşı halkın ihtilaliydi. 

15 Kasım’da faaliyetlerine tekrar başlayan Meclis, 24 Aralık 1911’e kadar hayatını sürdürmüş, bu dönemde başta eğitim, vergi ve seçim konularında olmaküzere çok sayıda kanunlar çıkarmıştır. Öte yandan, ıslahatlar İran’ın mali ve iktisadi sıkıntılarını gidermede yeterli olamamıştır. Meclis, 1911 Mayıs’ında bir Amerikan vatandaşı olan Morgan Shuster’i ülkenin maliye işlerine nezaret etmek üzere görevlendirmiştir. Ancak alınan bu tedbir, İkinci Meclis’in sonunu getirecektir. 

Kasım ayında Rusya, Shuster’in görevinden alınması ve Rusya ve İngiltere’nin rızası olmadan İran’ın yabancılar ile ilişkiye girmemesi yönünde bir ültimatom 
vermiştir. Meclis’in ültimatomu reddetmesi üzerine Rus birlikleri Tahran’a yürümüş ve bunun üzerine Sadrazam Nasır el-Mülk riyasetindeki hükümet Meclis’i feshetmiş ve Rusya'nın taleplerini kabul etmiştir. İkinci Meclis’in feshi, İran Anayasa Devrimi’nin de sonu olmuştur. 

 < 1914 yılına kadar Meclis tekrar toplanamamıştır. Kuzey İran fiili olarak Rusya’nın işgali altında kalmış, >

1905-1911 İran Anayasa Devrimi, içeride Şah idaresi İngiltere ve Rusya’nın diplomatik sevki altında mevcudiyetini sürdürebilmiştir. 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı’nda İran toprakları tekrar işgal edilmiş, iç isyanlar, siyasi ve mali istikrarsızlıklar İran için oldukça tahripkâr olmuştur. 1914 yılındaki bir başka hayati gelişme, 1909 yılında William Knox D’Arcy idaresinde tesis edilen Anglo-Pers Petrol Şirketi’nin çoğunluk hisselerinin İngiltere hükümeti tarafından satın alınması olmuştur. 

 < 20. yüzyılın başında İran’da siyasi, iktisadi, mali ve içtimai ıslahatlara dair müzakerelerin, münakaşaların ve mücadelelerin devridir. >


1905-1911 İran Anayasa Devrimi, 20. yüzyılın başında İran’da siyasi, iktisadi, mali ve içtimai ıslahatlara dair müzakerelerin, münakaşaların ve mücadelelerin 
devridir. İran siyasi tarihinde ilk defa halkın temsilcilerinden teşekkül eden bir Meclis toplanmış, yasama, yürütme ve yargıda Şah’ın yetkilerini tahdit etmiştir. 
Meşruti bir idareye dair yeni fikirler, yeni cemiyetler, yeni hareketler ve yeni şahsiyetler ortaya çıkmış, hem Şah idaresi ile aralarındaki münasebetler hem de kendi aralarındaki münasebetler sonraki dönemde İran’daki fiili ve fikri gelişmeleri tayin etmiştir. İran’ı siyasi iktidarsızlık, iktisadi zayıflık ve içtimai istikrarsızlıktan kurtarma yönünde ortaya konulan çabalar arzulanan sonuçları vermekten ziyade, bir fasit daireyi idame ettirmeye sebep olmuştur. 

Şah idaresine karşı mücadele veren ıslahatçı hareketin nihai hedefi ise, İran üzerindeki yabancı hâkimiyetinin sona erdirilmesiydi. Islahat, istiklal içindi. 
Ne var ki, özellikle 1917 Rus Devrimi sonrasında, İngiltere İran’ın dâhili ve harici siyasetini şekillendiren tek kuvvet olarak kalmış, D’Arcy tavizleri üzerinden 
İngilizlere İran petrol sektöründe tartışmasız bir hâkimiyet ve petrol ihracatındaki kârlar üzerinde orantısız bir menfaat sağlayan anlaşma, İran’ın tam istiklali önündeki en ciddi mani olarak telakki edilmiştir. Bu telakki etrafında cereyan eden gelişmeler, 1953 Musaddık Darbesi’ne uzanan süreci tayin etmiştir. 



***

WİKİLEAKS SIZINTILARINDA ABD-İSRAİL İLİŞKİLERİ


WİKİLEAKS SIZINTILARINDA ABD-İSRAİL İLİŞKİLERİ 


İnceleme
Yrd. Doç. Dr. Serhat ERKMEN 
ORSAM Ortadoğu Danışmanı 
Ahi Evran Üniversitesi U.İ.B. Başkanı 
ABD-İsrail haberleşmesiyle ilgili metinlerin tamamına yakınında İran konusu ön plana çıkıyor. 





Özellikle, ABD ve İsrail güvenlik yetkililerinin yaptığı onca toplantıda İran’a yönelik bir askeri harekât ihtimalinin doğrudan konuşulmamış olması çok ilginçtir. Bu durum, belgeleri yayınlayanların yayınlanacak belgeleri seçerken seçici davrandıklarını gösteriyor olabilir. 

Wikileaks adlı internet sitesinin yayınladığı ABD Dışişleri Bakanlığı belgeleri şu anda dünya gündeminde en çok konuşulan konuların başında geliyor. Kimilerine göre “diplomasinin 11 Eylül”ü kimilerine göre küresel bir dedikodu kazanı olarak nitelenen belgeler dikkatli araştırmacılar için yeni bir kaynak olarak kullanılabilir. Toplamda 251,287 adet olduğu bildirilen belgelerin henüz 505 tanesi yayınlandı. Yayınlanan belgelerin büyük bir kısmı ABD Dışişleri Bakanlığı’na farklı büyükelçiliklerden gönderilen gizli, kişiye özel, hizmete özel vb. gizlilik kategorilerindeki yazılardan oluşmaktadır. Belgelerin yayınlandığı 28 Kasım tarihinden itibaren her gün yeni belgeler açıklanmaktadır. Halihazırda açıklanacak belgelerin çok küçük bir kısmı üzerindeki şifreler kaldırılmış ve ulaşım sağlanılmıştır. Hakkında bilgi açıklanan ülkelerin medya kuruluşları yazıları kendi perspektiflerinden değerlendirmektedir. Fakat, belgelerin dikkatli bir gözle gözden geçirilmesi aslında uluslararası ilişkiler çalışanları için değerli bilgiler sunabilir. Elbette, belgelerin henüz çok küçük bir kısmı yayınlanmışken çok genel değerlendirmeler yapmak doğru değildir. 

Daha fazla belge yayınlandıkça özellikle Irak, Afganistan ve ABD çıkışlı belgelerde bugüne kadar ancak iddia düzeyinde kalan bazı konuların somut 
kanıtlarla desteklenmesini mümkün kılacak belgeler bulunabilir. Ancak, bu konularla ilgili belgelerin değerlendirme yapılamayacak kadar küçük bir kısmının açıklanması şimdilik beklemeyi gerektirmektedir. Bu noktada dikkatimizi çeken ülkelerden birisi İsrail olmuştur. ABD ile en özel ilişkiye sahip ülkelerden birisi olan İsrail hakkında ABD’nin Tel Aviv Büyükelçiliği’nden çekilen kriptolar incelenmiş ve ilişkilerin satır arası ile gizli kalmış taraflarına ilişkin tespitler yapılmaya çalışılmıştır. 

Ekonomik, siyasi, askeri ve stratejik açılardan özel bir ilişki geliştirmiş bu iki ülke arasındaki ilişkiler hakkında şu ana kadar 19 belge yayınlanmıştır. 

Bu belgeler arasında 15 tanesi gizli ve 4 tanesi özel olarak sınıflandırılmıştır. Belgelerin en eskisi 17 Mart 2005 en yenisi ise 23 Aralık 2009 tarihinde hazırlanmıştır. Belgelerin büyük bir kısmı dışişleri bakanlıkları ile istihbarat kuruluşlarının ortaklaşa gerçekleştirdikleri gizli üst düzey toplantıların ABD’li diplomatlar tarafından hazırlanan toplantı tutanakları niteliğindedir. Ancak ilginç olan çoğu gizli ibaresi taşıyan belgelerin çoğunda dikkatli bir araştırmacı ya da İsrail gazetelerini günlük olarak takip eden bir kişi için yeni sayılacak veri bulunmamasıdır. Bununla birlikte, belgelerde özellikle İsrail’in İran konusunu ele alışı ile Mısır, Suudi Arabistan, Suriye ve Körfez ülkelerine bakışı konularında değerli bilgiler sistematik bir şekilde yer almakta-dır. Bu nedenle, bu belgelerde bu konulara ilişkin aktarılmış bilgiler en genel hatlarıyla ve örnekler 
verilerek aktartılacaktır. 

İran 

İsrail’in İran konusunda ciddi bir tehdit algılaması içinde olduğu ve güncel Ortadoğu politikasının önemli bir kısmını bu konuya ayırdığı bilinmektedir. 
Bu durum ABD ile İsrail arasındaki görüşmelerde de büyük ölçüde hissedilmekte dir. Neredeyse metinlerin tamamına yakınında İran konusu ön plana çıkmaktadır. Bu konuda genel olarak bilinen değerlendirmeleri güçlendiren tartışmalar şöyle özetlenebilir. 




<İsrail, El Fetih’in Hamas karşısında daha fazla zayıflamasını istemiyor. >


17 Ağustos 2007’de ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns ile Mossad Başkanı Meir Dagan arasında yapılan toplantının 31 Ağustos tarihinde tutanak halinde getirilen notlarında Dagan, İsrail’in İran stratejisine ilişkin tespitler yapmıştır. Dagan’a göre İsrail’in İran stratejisinin 5 ayağı bulunmaktadır: 
Bunun Birinci ayağı siyasi yaklaşım olarak adlandırılmaktadır. 
Buna göre İran meselesini BMGK’ya getirmek gerekmektedir. Ancak siyasi yaklaşımlar ile nükleer projenin gidişatı zamanlama açısından birbirinden farklı 
gittiğinden bu süreç zor işlemektedir.

 Stratejinin İkinci ayağı gizli tedbirlerdir. Yayınlanan belgeye göre bu konu kalabalık bir ortamdan ziyade baş başa konuşulmalıdır. Bu nedenle bir bilgi yoktur. 

Üçüncü ayak, silahların yayılmasına karşı koymadır. 
Bunun en önemli boyutu İran’a teknoloji ve know how aktarılmasının engellenmesidir. 

Dördüncü ayak yaptırımlardır. Dagan’a göre şu ana kadar yaklaşımlar önemli bir başarı sağlamıştır. 3 İran bankası batmak üzeredir ve finansal sistem ülke çapında büyük sıkıntıdadır. 

Beşinci ayak ise İran’ı rejim değişikliğine zorlamadır. Bu konuda öğrenci hareketleri ve rejime karşı olan Azeri, Beluci ve Kürtler gibi etnik gruplara destek vermek önemlidir. 

Dagan, ABD ve İsrail ile aynı fikirdeki ülkelerin bu 5 ayak için aynı anda bastırmasının gerekliliğini vurgulamakta ve özellikle beşinci maddeye 
odaklanılması gerekliliğinden bahsetmektedir. 
Dagan’a göre İran kullanılabilecek zayıf taraflara sahiptir. İşsizlik oranı %30’dur ve bu bazı kasaba ve köylerde %50’ye ulaşmaktadır. Enflasyon oranı %40’dan fazladır ve bazı insanlar Hamas’a para aktarılacağına yatırım yapılsın
demektedir. İran halkının bu gibi düşüncelerini etkilemek için İranlıların kalbine yönelmek gerekmektedir. Bunu yapmak için de Amerika’nın Sesi Radyosu’nun Farsça yayınını artırması gerektirmektedir. 


 <  İsrail defalarca ABD’ye İran’ın nükleer projesinden rahatsız olanın yalnızca kendisi olmadığını Arap ülkelerinin de rahatsızlık duyduklarını ama kendi dertlerini ABD’ye dinletememekten şikâyetçi oldukları belirtilmektedir. 
Bir İsrailli yetkilinin ifadesiyle Körfez devletleri İsrail’e iki nedenle ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. >


İsrail’in 2009 sonunda yaptığı değerlendirmelere göre İran zayıf bir ekonomiye ve kırılgan bir siyasi yapıya ulaşmıştır. Bu nedenle BM’nin uygulayabileceği sert yaptırımlar karşısında İran rejimi zorlanacaktır. İran’ın yapmış olduğu araştırmalar ve bilimsel çalışmalar sonucunda bir atom bombası yapabilecek kapasiteye ulaştığı, ancak bir ya da 2 yıl daha beklerse tek bir bombayla yetinmek zorunda kalmadan pek çok bombayı üretebileceği ve bunun engellenmesi gerektiği ileri sürülmektedir. ABD’nin İran’ı engellemek için geniş tabanlı bir ittifaktan ziyade kendisi gibi düşünen ülkelerle ortak hareket etmesi gerektiğini ileri süren ülkeler aslında Arap ülkelerinin açıkça söylemeseler bile İran’dan rahatsız olduklarını ve sert yaptırımları destekleyecekleri savunmakta dır. Ancak, bir süre daha hareketsiz kalınması halinde geçmişte Ürdün’ün 1990-91 Körfez Krizi’nde Irak’ı desteklemesi gibi bazı Arap ülkelerinin güç karşısında zayıf hareket edeceğini ve İran’ın söylemini destekler bir tavır geliştireceğini, Katar’ın son dönemdeki politikalarının bunun bir işareti olduğunu ileri sürmektedirler. 

İran’ın nükleer projesi konusunda diğer bir önemli nokta ise ABD ile İsrailli yetkililer arasında geçen konuşmalarda Rusya’nın tutumuna ilişkin bilgilerdir. Bilindiği gibi Rusya İran’ın nükleer projesine ilişkin rezervleri olmakla birlikte İran’ın karşısında net bir duruş sergilememektedir. 
İsrail kaynakları bu konuda ABD’li yetkilere görüşlerini aktarırken İsrail ile Rusya arasında yapılan bir görüşmeyi aktarmaktadır. Rusya’nın İran konusunda eskisi kadar sert bir karşı çıkış sergilemediğini söyleyen İsrailliler yaptırımların uygulanmasına Rusya’nın uyacağı konusunda şüpheleri olduğunu belirtiliyorlar. Ancak en ilginci iki ülke arasında geçen bir askeri pazarlıktır. 1-2 Aralık 2009’da ABD Silahların Kontrolü ve Uluslararası Güvenlikten Sorumlu Bakan Yardımcısı Ellen Tauscher ile İsrail Ulusal Güvenlik Danışmanı Uzi Arad arasında yapılan toplantının 22 Aralık 2009 tarihinde tutanağa dönüştürüldüğü belgesinde bu pazarlık aktarılmıştır. İran’ın en önemli gelişmiş silah tedarikçilerinden 
olan Rusya’nın İsrail’e bir teklif götürdüğü belirtilmektedir. Bu teklife göre İsrail’in Rusya’ya İnsansız Hava Araçları konusunda teknoloji transferi yapması halinde Rusya İran’a S-300 füzeleri satmayı durduracak ve İsrail’e 1 milyar dolar ödeyecektir. İsrail ise bu teklifi Rusya’ya satılan teknolojinin Çin’in eline geçmesi olasılığı nedeniyle reddedildiğini ileri sürmektedir. 

Ayrıca 18 Kasım 2009 tarihli Ortak Askeri Siyasi grup toplantısına ilişkin belgede İran’ın tesislerini şu ana kadar koruduğu biçimde koruması halinde onları hedef alma ve zarar verme olasılığının zorlaşacağını söyleyen İsrailli yetkililere karşı ABD’li yetkililer bu olasılığa karşılık GBU 28 denilen sığınak bombasının İsrail’e satılmasını ancak bunun açığa çıkarılmamasını öne sürmüşlerdir. Bilindiği gibi, bu silahın satışı basına sızmış ve gerçekleştiği tarihte İsrail’in İran’a saldırı için planlarını hızlandırdığı dile getirilmişti. 

İsrail, İran’ın nükleer çalışmaları konusunda son dönemde Katar ve BAE’nin tavırlarında farklılıklar gözlendiğini söylemiştir. İsrail’e göre Katar’ın nedeni Mısır ve Suudi Arabistan ile yaşadığı sorunlarken, BAE’nin bu tavrının nedeni İran’ın uyguladığı ağır mali baskıdır. 

Suriye 

Suriye konusunda İsrail’in değerlendirmelerinde bir farklılaşma görülmektedir. 2007’de yapılan bir görüşmede Dagan, Suriye konusunda farklı bir perspektif sunmaktadır. 12 Temmuz 2007’de ABD İç Güvenlik ve Terörle Mücadele’den sorumlu danışmanı Frances Fragos Townsend ile Mossad Başkanı Dagan arasındaki görüşmede Dagan’ın Suriye konusunda farklı bir yaklaşım geliştirdiği söylenmektedir. O zamana kadar yapılan genel değerlendirme Suriye’nin İran’dan uzaklaşmasıyla Hizbullah’ın güç kaybedeceği bu nedenle Suriye’yle ilişkilere önem verilmesi yönündeydi. Buna karşılık Dagan, Suriye’nin İran’dan uzaklaşmasının Hizbullah’ı zayıflatmayacağını ileri sürmektedir. Ona göre yapılması gereken BMGK kararlarının uygulanması ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasıyla İran ve Suriye’nin birbirinden ayrılabileceği ayrıca Beşar 
Esad’ın Harisi Suikastı’ndan dolayı yargılanması korkusunun ve BM baskısının Suriye’yi İran’dan uzaklaştırabileceğini ileri sürmektedir. Aralık sonuna gelindiğinde İsrail’in hala Suriye ile görüşme niyetini ABD’ye bildirdiği ve müzakereleri aracı ile değil doğrudan yürütmek istediklerini dile getirmişlerdir. Ancak, doğrudan gelişmeler mümkün olmazsa Fransa’nın arabuluculuğunu tercih edeceklerini, son olaylardan sonra Türkiye’nin arabuluculuğunun “adilliği” konusunda şüpheleri bulunduğunu aktarmışlardır. 

Buna karşılık, İsrail’in Suriye konusundaki genel görüşü ABD’nin de dahil olmasıyla Suriye ile İsrail arasında bir barış anlaşması yapılabileceği 
ve bunun Suriye’yi İran yörüngesinden uzaklaştırabileceğidir. 
ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı Uluslararası Güvenlik Olayları Dairesi’nde Bakan Yardımcısı Alexander Vershbow ile İsrail Savunma Bakanlığı yetkilileri arasında 1-2 Kasım 2009 tarihinde yapılan toplantının tutanaklarında İsrail’in Suriye hakkındaki görüşlerine ilişkin ipuçları bulmak mümkündür. İsrail’e göre Suriye, Golan Tepeleri’ni almak, İsrail ile barış yapmak, ABD ile daha iyi ilişkilere sahip olmak, İran’la güçlü ilişkilerini sürdürmek ve Hizbullah ile ilişkilerini devam ettirme şartlarının hepsine bir arada sahip olmak istemektedir. Fakat, bunlardan 
birisini seçmek zorunda kalırsa İsrail ile barış yapmayı tercih edecektir. Suriye desteği olmadan da Hizbullah’ın varlığını zor da olsa sürdürebileceğini tartışılmıştır. 

Mısır 

Mısır ile ilişkiler 2009 sonuna gelindiğinde Rabin dönemindeki kadar iyi olarak nitelenmektedir. Bununla birlikte İsrail ile Mısır arasında Gazze’deki durum, Filistin Yönetimi ve Mısır’ı Nükleerden Arınmış Bölge fikirleri konularında fikir ayrılıkları olduğu belirtilmektedir. Özellikle Mısır’ın Ortadoğu’da nükleer güç bulunmaması fikrini ısrarla savunması İsrailli yetkililer tarafından kendilerine karşı bir koz olarak değerlendirilmektedir. İsraillilere göre Mısır İran’ın nükleer projesinden endişe duymaktadır. İran’ın bu sayede bölgede bir büyük güç olabileceğini düşünüyor ve bunu kabul etmek istemiyor. Bu konularda Mısır ve İsrail aynı düşünceleri paylaşmaktadır. Bununla birlikte, Mısır İsrail’i de gündeme getirmektedir. İsrail’e göre bunun iki nedeni vardır: Birinci neden, Mısır’da yaşanan iç siyasi karışıklıklardır. İç politikadaki halefiyet meselesi 
nedeniyle endişeleri olan Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in Dışişleri Bakanı Ahmet Ebul Geyt’e bile güvenmediği belirtilmektedir. (22 Aralık 2009 tarihli belge) İkinci neden ise İsrail ile İran konusunu bir arada tutarak Mısır’ın bir taşla iki kuş vurmak istemesidir. 

İsrail’in Suriye konusundaki genel görüşü ABD’nin de dahil olmasıyla Suriye ile İsrail arasında bir barış anlaşması yapılabileceği ve bunun Suriye’yi İran yörüngesinden uzaklaştırabileceğidir. Belgelerde, Suriye desteği olmadan da Hizbullah’ın varlığını sürdürme olasılığı da tartışılmıştır. 

Basra Körfezi Ülkeleri 

İsrailli yetkililere göre Körfez devletlerinin çoğu İran’dan tehdit algılamalarına rağmen bu işi başkalarının yapmasını istemektedirler. Ancak, 2007 yılındaki değerlendirmelerde İsrail, Körfez devletlerini kendisiyle tam olarak aynı çizgide görmüyor. Dönemin Mossad Başkanı Dagan’ın yaptığı değerlendirmelere göre özellikle Katar ikili bir politika izlemektedir. (26 Temmuz 2007 tarihli belge) Dagan, ABD’li yetkililere Katar’ın hem İran ve Suriye ile işbirliği yaptığını hem de ABD’ye yakınlaştığını, bunu yapabilmesinin nedenin kendisini bu ülkedeki ABD üsleri nedeniyle güvende hissetmesi olduğunu aktarmıştır. Bu nedenle ABD’li yetkililere Katar’daki üslerini boşaltmalarını önermiştir. 

18 Kasım 2009 tarihli Ortak Siyasi Askeri Grup toplantısında ise İsrail Suudi Arabistan ile son dönemdeki ilişkilerini iyileştirdiğini ama ABD’nin bu ülkeye gelişmiş uçaklar satmasını kendi ulusal güvenlikleri açısından risk olarak gördüklerini ileri sürmüşlerdir. Buna ek olarak İsrail’in ABD’nin Ürdün’e sattığı havadan havaya füzelerin satışına da karşı çıktığı görülmektedir. Ancak, ABD’li yetkililer Suudi Arabistan konusunda çok fazla açıklama yapmaz ve tehdit oluşturmadığını söylerken, Ürdün’e satılan silahların eski silahların ihraç versiyonu olduğunu bu nedenle çok önemli olmadığını savunmuşlardır. 

İsrail aynı yılın Temmuz ayında yapılan bir görüşmede ise Arap ülkelerine silah satılmasına karşı çıkışını bir stratejik değerlendirmeye bağlamaktadır: 
Bugün ılımlı görünen Arap devletlerinin bazıları gelecekte radikalleşebilirler, eğer bu gerçekleşirse, bu silah satışları ile güçlü düşmanlar yaratılmış olunur. Bu olasılığa en önemli örnekler olarak Suudi Arabistan ve Mısır verilmektedir. Bu iki ülkede de mevcut liderlerden sonra kimin işbaşına geleceği konusunda bir netlik bulunmaması radikalleşme için bir neden oluşturabilecek gibi düşünülebilir. Ayrıca bir başka değerlendirmede bölgedeki Ilımlı Arap devletleriyle İsrail arasındaki askeri güç farkının azalması ve buna ek olarak İran’ın da nükleer 
silah elde etmesi halinde İsrail’in bölgesel bir gerçeklik olduğu yönündeki Arap düşüncesinin değişmeye başlayabileceği ileri sürülmektedir. 

Yukarıdaki ifadelere rağmen Mossad yetkilileri ile ABD yetkilileri arasındaki görüşmelerin tutanaklarının birçoğunda İsrail defalarca ABD’ye İran’ın nükleer projesinden rahatsız olanın yalnızca kendisi olmadığını Arap ülkelerinin de rahatsızlık duyduklarını ama kendi dertlerini ABD’ye dinletememekten şikâyetçi oldukları belirtilmektedir. Bir İsrailli yetkilinin ifadesiyle Körfez devletleri İsrail’e iki nedenle ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır: İran’dan duydukları korku ve ABD’ye İsrail üzerinden ulaşma istekleri. İsrail, ABD’ye Mısır, Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) İran’ın nükleer silah yapmaya çalıştığına inandıklarını, ancak son dönemde Katar ve BAE’nin tavırlarında 
farklılıklar gözlendiğini söylemiştir. İsrail’e göre Katar’ın nedeni Mısır ve Suudi Arabistan ile yaşadığı sorunlarken, BAE’nin bu tavrının nedeni İran’ın uyguladığı ağır mali baskıdır. 

Filistin 

İsrail belgelerinde en çok işlenen konulardan birisi de Ortadoğu Barış Süreci ve Filistin Meselesi’dir. İsrailli yetkililer ABD’ye görüşmelere yeniden başlama niyetinde olduklarını ancak Fetih’in ciddi bir güç kaybına uğradığını söylemektedirler. Hamas’ın Gazze’de hala güçlü olduğunu, Fetih’in ise güvenlik örgütleri anlamında ilerleme sağlamasına ve ellerinden geleni yapmasına rağmen siyasi olarak zayıfladığı ileri sürülmektedir. ABD’li yetkililer Filistinli güvenlik güçlerinin kapasitesinden endişe duymalarına rağmen İsrailliler güvenlik alanında Fetih’in önemli adımlar attığını ama yine de İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’de operasyon yapma hakkı bulunduğunu savunmaktadırlar. İsrailli yetkililer Hamas’ın İran’dan kısa menzilli füzeler aldığını ve bunu denediklerini bu füzelerle Tel Aviv’i vurma kapasitesine eriştiğini ileri sürmektedir. 

İsrail’in barış süreci ile Hamas arasında kurduğu en ciddi bağ ise barış görüşmelerinde istenilen noktalara ulaşılamamasının ve sözlerin tutulmamasının 
Hamas’ı daha da güçlendirdiğidir. Hamas’ın karşısında Fetih’in güçlü kalmasını isteyen İsrail’in Batı Şeria’ya Körfez ülkeleri başta olmak üzere yatırımların özendirilmesi ve hayat şartlarının iyileştirilmesini istemektedir. Son dönemde ABD ile İsrail arasında birçok kez tartışma oluşturan Yahudi Yerleşim yerleri konusunda ise Netanyahu hükümetinin Obama Yönetimi ile yaşadığı sorunlar gözlenmektedir. (Özellikle 2 Haziran 2009’da yayınlanan belgelerde) Netan-yahu hükümeti Obama Yönetimi’nden Bush zamanında kararlaştırılan temel yaklaşımın devam ettirilmesini istemektedir. Buna göre İsrail yeni yerleşim yerleri inşa etmeyecek ya da başka topraklar ele geçirmeyecektir. Fakat aileler büyürse mevcut yerleşim yeleri sınırları içinde yeni yerler inşa etme haklarının bulunmasını içermektedir. Buna karşılık Obama Yönetimi’nin tüm inşaatları 
durdurmak istediğini, bunun ciddi bir anlaşmazlık yarattığını, hatta Filistinlilerden fazla ABD’nin bu konuda direttiğini ileri sürmektedirler. 


Genel Değerlendirme 

ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerinin yayınlanmasıyla birlikte İsrail ile ABD arasındaki ilişkilere ışık tutan gizli bilgilere ulaşılacağı düşüncesi dile getirilmeye başlamıştı. Bununla birlikte yukarıda da özetle aktarıldığı gibi, birçoğu gizli damgası taşıyan belgelerde “gizli” bir şey görünmemektedir. 

Özellikle, ABD ve İsrail güvenlik yetkililerinin yaptığı onca toplantıda İran’a yönelik bir askeri harekat ihtimalinin doğrudan konuşulmamış olması çok ilginçtir. Bu durum, belgeleri yayınlayanların yayınlanacak belgeleri seçerken seçici davrandıklarını gösteriyor olabilir. Öte yandan, hemen tüm belgelerde belgenin konu edildiği ülke ile ABD arasında sorun yaratan ifadeler bulunmasına rağmen İsrail’e ilişkin en azından Tel Aviv’den yayınlanan belgelerde bu tür bir sorun olmaması da ilginçtir. Son olarak, yeni belgelerin yayınlanmasıyla bu tabloda değişim yaşanması olasılığı akılda tutulmalıdır. 
Ancak, halihazırdaki durumuyla yayınlanan belgelerin İsrail ABD ilişkilerinin Ortadoğu boyutu hakkında dipnotları olmaktan pek de öteye geçememektedir. 


OrtadoğuAnaliz 
Aralık’10 Cilt 2 -Sayı 24 

http://www.orsam.org.tr/files/OA/24/8serhat.pdf


**

28 Aralık 2016 Çarşamba

Değişim Geçiren Ortadoğu Demokrasi ve Laiklik Arasındaki Karşılıklı Özveri




 Değişim Geçiren Ortadoğu : Demokrasi ve Laiklik Arasındaki Karşılıklı Özveri*


23 11 2011

Sorry, this content is not available on your language, thats why you are viewing it on its own language
Farrokh Negahdar**

Geçiş döneminde yönetici tabakanın daha fazla sabır, anlayış ve uyum göstermesi gerekmektedir. Aynı şey, Batı’dan ve İsrail’den de beklenmelidir. 



















Özet 

Fırtınalı bir rüzgâr beraberinde yeni bir umudu ve güveni sürükleyerek topraklarımıza doğru getirmektedir. Ortadoğu İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en önemli dönüm noktasını yaşamaktadır. 

Özellikle neo-con teorisyenleri, İran’ın Dini Lideri Ayetullah Humeyni, bu rüzgarı İslam’ın Batı’ya karşı ayağa kalması – Batı ve İslam’ın çatışması- olarak yorumlamaktadır. Fakat, bence Ortadoğu’daki durum bu grupların yansıttığı şekilde değildir. Bu analiz durumun öyle olmadığını açıklamaya çalışacaktır. 

Bu analizin amacı değişim içinde olan ülkelerin yaşadıkları bu durumun iç ve dış siyasetlerindeki olası sonuçlarının incelenmesidir. Analiz, halihazırda yaşanan olayların demokrasinin gelişmesi ve Ortadoğu’daki barış sürecini yeniden ortaya çıkarması ile sonuçlanacağını öne sürmektedir. 

1.Arap Baharı Demokratikleşme Demektir

Bireylerin moderleşmeye zor geçiş sürecinde siyasal İslam bölgede kimliğin önemli bir parçası haline gelmiştir. Bu durum millet oluşturma sürecinin kaçınılmaz bir parçasıdır. Ortadoğu’da siyasal İslam’ı bertaraf etmenin tek yolu şiddet olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak uygulanan şiddet, baskı ve engelleme ne kadar fazla olursa radikal İslam da o kadar artacaktır.

Eğer bir birey hakları olan bir siyasal vatandaş olacaksa bu durumda İslam da birçok sıradan vatandaşın zihninde görüleceğinden demokratik özgürlükleri yok saymadan siyaset sahnesine yansıyacaktır.

Vatandaşların zihninde İslam bilincin başlıca veya en önemli parçası olduğu müddetçe bu parçanın bireylerin siyasal düşüncesini, oy verme davranışlarını etkilemediğini düşünmek saflık olacaktır. Ortadoğu’da demokrasinin varlığını isteyenler bunun laik bir çerçevede olabileceğini düşündükçe bu onların daha az demokrasi tercih ettikleri ve çoğunluk üzerinde daha fazla baskı uygulayacağı anlamına gelmektedir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İran ve Türkiye gibi ülkeler askeri destek ve kimi zaman baskı yolu ile hızlı bir modernleşme sürecine gitmiştir. 
Bu toplumda tepede bulunan sayıca az yönetici sınıf ile çoğunlukla dindar kesimden oluşan toplumun geri kalanı arasında büyük bir mesafeye yol açarak toplumun iki kesiminin birbirinden yabancılaşması ile sonuçlanmıştır. Bu bağlamda vatandaşlar birbirleri ile yanlızca kültür ve değer yargıları açısından değil, varlık ve güç olarak da uzaklaşmıştır.

1979’daki İran devrimi aşırı İslami bir rejim ile sonuçlanmıştır. Tabii ku bu yanlızca Ayetullah Humeyni’nin isteği doğrultusunda olmamıştır. İran İslam Cumhuriyeti’nin ortaya çıkması sonuç olarak halkın daha fakir, dışlanan büyük bir kısmının isteği ile gerçekleşmiştir. Çünkü, diktatör rejiminden ve SAVAK’ın sert yöntemlerinden dolayı kendilerini dışlanmış ve baskı altında hisseden sıradan vatandaşlar, kaçacak yer bulamadıklarından kendi kimliklerini siyasallaşmış bir vatandaş olarak yeniden tanımlayabilecekleri camiilerden başka bir yer yoktu. Elbette İslamcılığın derecesi laik diktatörlüğe bağlı olsa da radikal İslam’ı diktatörlüğün bir ürünü olarak görmek hatalı olacaktır. Çünkü, radikal İslam Müslüman dünyasının modernlik öncesi katmanlarında da bulunmaktaydı. Ancak laik diktatörlük İslam’ın daha ılımlı yorumlanışı ve diğer demokratik sesleri kısmaya yardımcı olmuştur.

30 yıl sonra, tartışmalı bir seçimin ardından İran’da genç nüfus büyük şehirlerde sokağa çıkarak “benim oyum nerede?” diye bağırarak daha fazla demokrasi talep etmiş, toplumdaki laik modern ve ılımlı İslami kesimleri kucaklamıştır. Bu, İran’da en güçlü ve yaygın muhalefet olan Yeşil Hareket’tir.

Çoğunlukla demokrasi ve laiklik arasında karşılıklı bir ödün görülmektedir. Devletinizi seçim sandığı etrafında şekillendirmek istiyorsanız o halde sürücü koltuğunda laikliği desteklemeye pek de gönlü olmayan, halkın İslami yönlerini silmeye yanaşmayacak bir lider oturacaktır. Aksini istemeniz halinde seçmenleri ve seçim sistemini engellemeniz gerekmektedir. 1970’lerin devrimci hareketlerine kıyasla daha az dini özellik barındırmakta, daha laik, modern ve en önemlisi de Batı’ya karşı haması duygu veya nefret taşımamaktadır.

Bu tablo, sosyal ve kültürel gelişme ile birlikte dini bir yönetim isteğinin azalmakta olduğunu göstermektedir. İran’da artık İslami köktendincilik sosyal desteğini ve güvenilirliğini kaybetti. Yapılacak adil bir seçimde oyların 10%’unu dahi alamayacaktırlar.

Son 33 senede okur-yazarlık seviyesi 48%’den 90%’a ulaştı. Şehirleşme oranı 47.5%’ten %72’ye çıkarak yarısı 6 büyük şehirde toplandı. Üniversite öğrencilerinin sayısı onlarca kat arttı ve bu öğrencilerin 3’te 2’si kız öğrenci. Ülkede 52 milyon aktif cep telefonu kullanıcısı ve 8.2 milyon internet kullanıcısı var. Bu sosyal değişim, özellikle de kamusal eğitim ve şehirleşme ile birlikte, moderniteye destek vererek kendisini radikal İslam’dan uzaklaştırıp daha ılımlı ve toleranslı bir İslamı kucaklayarak yeni bir kimlik oluşumu ile sonuçlanmıştır.

İranlıların 1979 İslam Devrimi’nden 2009 Yeşil Hareket’e kadar giden uzun yolculuğu radikal İslam’ın süreç içinde gücünü koruyamayacağını kanıtlamakta dır. Bu güç kaybetmenin hızı sosyal gelişimin yanı sıra modern laik ve ılımlı İslami partilerin el ele çalışmasına bağlıdır.
Hem Arap Baharı hem de İran İslam Devrimi laiklik ve demokrasi arasında karşılıklı bir özverinin böylesi geçiş dönemlerinde görülebileceğini kanıtlamakta dır.

Arap Baharı’nın temel noktası seçimler ile yönetimlerin belirlenmesi ise o halde İslamcılığın laikliğin önüne geçmesi kaçınılmazdır. Ancak temel nokta dini siyasetten ve kamusal alandan uzaklaştırmaksa o halde vatandaşlarınızın oy kullanma gücü ve sizin siyasal sisteminizde normal demokrasinin aksine bazı kısıtlamalar, değişiklikler olacak demektir. İslam ve vatandaşlık arasındaki bağ yani siyasal İslam elbette sonsuz kadar devamlılık arz etmeyecektir. Neticede azalma eğilimi gösterecektir. 
İran’da bu karşılıklı ödün verme durumu yok denecek kadar azdır. Bunu kapalı modern öncesi bir ortamdan açık modern sosyal hayata geçiş sürecinde yaşanan tipik bir özellik olarak açıklayabiliriz. Şehirleşme ve eğitim oranı arttıkça din ve devlet işlerinin ayrılması demokratik anlamda daha çok mümkün olacaktır.

Siyasal İslam Müslüman dünyası için ideal ve kesin bir yönetim şekli sunan bir düşünce olarak görülmemelidir. Bu bir geçiş dönemidir. Şehirleşme ve eğitimin 
kaçınılmaz donuçları ortaya çıktıkça ya normal seçimler yolu ile demokrasiye geçilecektir ya da askeri veya sivil bir baskıcı bir dikta rejimi ortaya çıkacaktır. Liberal ve sosyal demokrasi ile ılımlı ve toleranslı İslami gibi demokratik güçlerin birbirleriyle daha fazla ittifak haline olmaları normal seçimler yolu ile demokrasiyi daha çabuk oluşturacaktır.

Arap Baharı veya Arap Uyanışı sıradan siyasallaşmış insanların sesinin sokaklarda duyulmasıdır. Bu kişiler söz sahibi olmaya kararlı gözükmektedir. 
Bu, siyaseti şekillendirmek ve siyasal sisteme katılmak üzere tabandan gelen durdurulamaz bir harekettir. Elbette Mısır, Suriye, Bayreyn, Tunus, Yemen ve başka ülkeler arasında fark vardır. Ancak bu farklılıklar İslam’ın iç siyasette ve yerel politikalarda olan etki derecesi ile ilgilidir.

Arap ayaklanması serbest ve adil seçimlerin yapılmasını talep etmektedir. Bu sonuca ulaşmak kolay olmasa da bu engebeli yolu geçmenin başka alternatifi yoktur. Yeni seçim sistemi büyük oranda daha az laik ve İslami öğeleri içinde barındıran popülist bir siyasal sistem ve politika ortaya çıkaracaktır.

İran Devrimi’nin sonucu gibi Arap Baharı’nda da kaybedenler ve kazananlar olacaktır. Seçilmiş yöneticilerin varlığı ve siyasal sistemdeki yenilikler toplumun her kesimi için faydalı olsa da genel anlamda bu gelişmelerin kaybedeni gücün el değiştirmesinden dolayı yönetici laik kesimler olmuştur. Bu kayıplara bağlı psikolojik aşağılanma büyük bir düşüş yaşayan laik kesimin siyasal sisteme yeniden katılımı, ılımlı İslami gruplar ile diyaloğu ve aşırı İslami grupları engellemesi açısından olumsuz etki edecektir. Öte yandan aşırı gruplar dini yönü bulunmayan siyasi partileri izole etmek, bastırmak ve sindirmek için çaba sarfedecektir. Ilımlı ve aşırı İslamcı partiler ne zaman dini eğilimi olmayan partiler ile savaşmak üzere birlik yapmış olsa, sonucu bir felaket olmuştur.

II. Gerçek Anlamda Barış Süreci Demektir

17 Eylül 1978’de Camp David’de 13 gün süren gizli görüşmelerin ardından Mısır Cumhurbaşkanı Enver El-Sedat ve İsrail Başbakanı Menachem Begin Camp David Anlaşmasını imzalamıştır. Çeyrek yüzyıl sonra yani geçtiğimiz hafta Kahire’deki İsrail büyükelçiliğinin duvarları yıkılarak diplomatlar sınır dışı edildi. Aynı şey Umman, Ürdün ve Camp David’de bulunan diğer ortak ülkelerdeki İsrailli delegasyonların da başına geldi. Arap Baharı, imzalayan ülkelerin onayına rağmen ABD tarafından yönetilen “barış görüşmelerinin” Arap dünyasındaki sıradan vatandaşın onayını almadığını ortaya çıkarmıştır. Enver Sedat ve halefi Hüsnü Mübarek İsrail ile olan görüşmelerinde halkın onayını almayı gerek dahi görmemişti. Anlaşmalar halk dışarıda tutularak, göz ardı edilerek yapılmıştı.

Halkı göz ardı etme durumu Ortadoğu’da savaş sonrası ortaya çıkan milli hareketlerin daha çok İslam dünyasındaki orta ve üst sınıfta görülmüş olmasına bağlanabilir. Halkın büyük bir çoğunluğu o hareketlere dahil edememişlerdi. Ancak yine de engellenemeyen bir modernleşme süreci produces siyasallaşmış haklara sahip vatandaşlar üretmektedir. Bu siyasal bilince sahip vatandaşlar artık yöneticilerin kendilerini görmezden gelmesine veya rızaları olmadan kendi adlarına karar vermesine tahammül edememektedir.  Mısırlı ve İsrailli liderler Camp David Anlaşması’nı imzalamıştı. Ancak yanlızca bir taraf, İsrail lideri, kendi “milletinin” rızasını alarak bu işe girişmişti. 

Öteki taraf bu rızayı almakta gerek görmemişti.

1953 yılındaki sözde “devrim” ve Camp David Anlaşması İranlılar ve Mısırlılar üzerinde tartışılmaz psiko-politik etki yaratmıştır. Halkın büyük bir kısmı bu esnada hem aktif rol almamış hem de kendisini aşağılanmış, ötelenmiş ve hatta baskı altında olduğunu hissetmiştir. Tahran’da 1953’teki ve Camp David’de 1978’deki bu olaylar İranlılar ve Mısırlıların büyük bir bölümünün kimliğinin şekillendiği, ve “milli kimliğini” tanımlamaya çalıştığı süreci zedelemiş, her iki milletin zihninde Batı ile ilgili zehirli kanaatlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Ülkelesine döndüğünde Tel Aviv havaalanında bekleyen İsrailli sıradan vatandaşlardan oluşan bir kalabalık Başbakan Begin lehinde sloganlar atıyor, çoşku ile karşılıyorlardı. Öte yandan Cumhurbaşkanı Sedat’un uçağı indiğinde Kahire Havaalanı sessiz ve derinden bir bekleyiş içindeydi.

Oysa ki Camp David Zirvesi bir “barış süreci” başlatacaktı. Bölgemizde savaş sonrası ortaya çıkan milliyetçi hareketler orta ve üst sınıflara mahsus hareketlerdi. Bu hareketler ne yazık ki toplumun çoğunluğunu oluşturan geri kalan kısmını dahil etmeyi başaramadılar.

1953 veya 1978’den sorumlu olan liderlerin kendi ülkelerinin “milli çıkarlarını” gözetmediği ile ilgili hiçbir kanıt mevcut değildir. Ancak tarih, bölgemizdeki liderlerin halkın çoğunluğunun desteğini, onayını ve rızasını almadan kalıcı tarihi kararlar alamayacağını göstermiştir. Halkın çoğunluğu süreçlere dahil edilmediği müddetçe liderler milli çıkarları gözetmeyen bir lider olarak algılanabilirler. Daha da kötüsü, ötelenmiş halkın gözünde bu liderlerin “düşman” olarak görülme ihtimali de ortaya çıkabilir. Şu halde Batı’nın İran ve Mısır diktatörlerine olan tutumu bu kadar sert olmasaydı Batı’ya karşı olan nefretin ve korkunun daha az olacağını söylemek mümkündür.

Bu bağlamda Arap Baharı bir dönemi kapatarak Ortadoğu’ya ve diğer bölgelere yeni bir nefes getirmiştir. Bu dönemin ana öğesi sıradan vatandaşların kendi ülkelerinin siyasetinde söz sahibi olmak istemeleridir. Yönetici koltuğuna oturacak kişilerin de halkın taleplerini dinlemesi gerekmektedir. Bu aynı zamanda bir lider ne kadar güçlü veya yetenekli olursa olsun halkın onayını almadan bir anlaşmaya imza atamayacağını kanıtlamaktadır. Bu bağlamda Arap Baharı aynı zamanda Ortadoğu barış süreci için yeni bir başlangıç da olabilir. Bu kez, kim Kahire’de veya bir başka yerde direksiyon koltuğuna oturacaksa halkını da işin içine katmadan hiçbir yere hareket edemeyecektir.

Arap Baharı yeni bir barış sürecinin yanlızca liderler tarafından değil gerçekten halk tarafından da oluşturulmasını ortaya çıkaracaktır. İran’da Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra çıkan “benim oyum nerede?” tepkisinin bir benzeri tüm bölgede yankılanmaktadır.

Daha da önemlisi Arap Baharı artık “kolay ve rahat bir yönetimin” var olamayacağının işaretidir. Siyaset yapımının her iki yönü de çok daha karmaşık ve bilinmez bir hal almıştır. Demokrasi için daha modern ve ayrıcalıklı kesimin daha fazla anlayış, tolerans ve özveri göstermesi gereği ortaya çıkmıştır. Ayrıca, Arap Baharı bölgede çıkarı olan başta İsrail olmak üzere ayrıcalıklı, güçlü, Batılı ülkeleri de davet etmektedir. Arap Baharı bu açıdan İsrail’e de daha fazla anlayış, sabır ve uyum göstermesi için bir çağrıdır.

Arap Baharı elbette ki devrilen yönetimlerin yerine yanlızca görünüş olarak değil, kendi halklarına olan yaklaşımları açısından da farklı yönetimleri getirecektir. 
Bu nedenle artık Ortadoğu halkının yönetimlerde söz sahibi olmadığı dönemler geride kalmıştır.

* Bu makale 21 Eylül 2011 tarihinde Ankara Üniversitesi Politik Psikoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin düzenlediği “ Yeni Dünya Düzeni, Arap Baharı ve Türkiye ” panelinde sunulmuş tebliğin geliştirilmiş halidir.

** Farrokh Negahdar Kimdir?

 Siyasi aktivitist ve 1960’ların öğrenci hareketinin liderlerinden Farrokh Negahdar 1946 yılında İran’da doğdu. 1968-1978 yılları arasında öğrenci hareketlerindeki fiili katkısından ve Fedayi Organizasyonu’nun kurucu kadrosu içinde bulunmasından dolayı 10 sene hapse mahkum edildi. Mahkumiyetinin ardından Fedayi Organizasyonu’na yeniden katılarak bu grubun lideri oldu. 1982’de bu grubun resmi başkanı olarak seçildi ve görevini 1990 yılına kadar sürdürdü. 1983 yılından beri sürgünde yaşamakta olan Negahdar İran iç ve dış siyaset analizleri konularında aranan bir isimdir. University of London’da lisans ve yükseklisansını tamamlamış Negahdar aynı zamanda United Republicans of Iran (Jomhouri) grubunun kurucularındandır. 

http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/Analiz/2538?c=orsam%7Carabic