25 Ocak 2017 Çarşamba

Lübnan’ın İç Dinamikleri ve Bölgesel Sistematikle Etkileşimi



 Lübnan’ın İç Dinamikleri ve Bölgesel Sistematikle Etkileşimi 



Oytun Orhan 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı 

1. Lübnan’da Sosyal ve Siyasal Yapı 

Lübnan’da 18’den fazla dinsel topluluk bulunmaktadır. Dolayısıyla Lübnan’da yaşam çoğulculuk üzerine kurulmuştur. 

Ancak ülkedeki bu çoğulculuk daha çok düşmanlık içeren ve hatta bazen çatışmacı bir nitelik taşımaktadır. Ülkede ortaya çıkan birçok anlaşmazlık ülkenin farklı mezhep grupları ve önde gelen aileleri arasındaki çatışmaların siyasal yansıması şeklindedir. Lübnan siyasal sisteminin temel belirleyici unsuru “ Zaim ” adı verilen güçlü ailelerdir. Bu aileler ülkede köklü feodal geleneklere sahiptir ve siyasal arenada belirleyici rol oynamaktadır. Siyasal partilerin oluşumunda da, ekonomik ve siyasal çıkarlar ekseninde bölünmüş bu aileler en önemli unsurdur. 

Lübnan’daki farklı dinî grupların siyasal alana yönelmiş talepleri bulunmamakta dır. Her grubun kendi yaşam alanı mevcuttur. Hristiyanlar, Şiiler, Sünniler ve diğer grupların dinlerini özgürce yaşama hakları bulunmaktadır. Ancak ülkenin hakim aileleri arasındaki rekabetin mezhepsel ayrımlar şeklinde yansıması, siyasal yapının da bu çerçevede şekillenmesine neden olmaktadır. Siyasal, sosyal ve ekonomik taleplerin mezhep temelinde ifade ediliyor olması da ülkede bir ulusal bilincin, Lübnanlı kimliğinin oluşmasına engel olmuştur. 1930’lu yıllar da, ülke genelindeki birçok politikacı bu ailelerin temsilcileriydi. Bu sistem veraset yoluyla devam ettiğinden aynı ailelerin temsilcileri günümüzde de önemli siyasal roller üstlenmektedir. Dolayısıyla siyasal veraset geleneği ve mezhep ayrımına dayalı yapılanma, ülkede siyasal temsil sorununu da şekillendirmekte dir. 


Bugünkü siyasal yapılanma, Lübnan’da iç savaşı sonlandıran 1989 Taif Antlaşması’yla belirlenmiştir. Buna göre, iktidar dağılımı mezhepsel ayrım temelinde gerçekleşmektedir. Devlet başkanlığı, başbakanlık, meclis başkanlığı, milletvekilliği, bakanlıklar, üst düzey bürokratlar tamamen bu ayrıma bağlı olarak paylaşılmaktadır. 

2. 1975-1990 Lübnan İç Savaşı Sonrası Güç Dengeleri 

a. İç Savaş Sonrası Lübnan Politikasının Baş Aktörü: Suriye 


İlk olarak, 1976 yılında Lübnan’da ortaya çıkan çatışmalara müdahale için Lübnanlı Hristiyanlar tarafından güvenliği sağlaması için ülkeye çağrılan Suriye askerleri, iç savaşın sona ermesinden sonra da bu ülkeden çekilmemiştir. Suriye’nin Lübnan’daki varlığı uzun yıllar boyunca hem Arap devletleri, hem İsrail, hem de batı tarafından onaylanmıştır. İç savaş sonrasında, Suriye askerleri ülkede farklı mezhepsel kesimler ve silahlı gruplar arasında en önemli istikrar unsuru olarak görülmüştür. Ancak 2000 yılında İsrail’in Güney Lübnan ’dan çekilmesi ve ABD’nin politikasının değişmesi, daha sonra Irak Savaşı gibi gelişmeler, Suriye’nin Lübnan’daki varlığının da sorgulanmasını gündeme getirmiştir. 

Suriye, 1990’lar boyunca Lübnan’la imzaladığı birçok antlaşmayla bu ülkeyi siyasî, askerî ve ekonomik anlamda tamamen kendisine bağlamıştır. 

Bu süreç, Suriye’nin Lübnan’da tam hakimiyet sağlamasıyla sonuçlanmış ve Lübnanlı bir muhalifin sözleriyle “Suriye istihbarat örgütü, Lübnan’da gerçek güç haline gelmiş ve tüm politik girişimleri etkisiz bırakmıştır.” Suriye’nin Lübnan’daki varlığı, sadece bir askerî varlık olmanın ötesinde, tüm Lübnan toplumsal yaşamını etkileme potansiyeline sahip bir nitelik taşımaktadır. Beyrut hükümetini çoğu zaman “atamış”, ulusal medyayı tamamen sindirmiştir. Ülkedeki “Suriyeleşme” süreci, çeşitli sektörlerde çalışan bir milyonun üzerindeki Suriyeli işçinin varlığıyla pekişmiştir. 

b. Şiiler 

Lübnan’ın en yüksek nüfus oranına sahip toplumsal grubunu Şiiler oluşturmakta dır. Ülke nüfusunun yüzde 30’luk bir dilimini oluşturan Şiiler ekonomik açıdan geri kalmış bir topluluktur. İç savaştan sonra Lübnan’da en ciddi değişim geçiren topluluk Şiiler olmuştur. Şiiler ülkede üç temel örgüt tarafından temsil edilmektedir. Lübnan Yüksek Şii İslam Konseyi, Emel ve Hizbullah partileri. Şii İslam Konseyi’nin önemli bir siyasal gücü bulunmamakta dır ve tamamen İran-Suriye etkisi altındadır. Emel Hareketi çok ciddi bir tabana sahip olmamakla birlikte, liderleri Nebih Berri’nin Meclis Başkanı olması nedeniyle bazı önemli noktaları ele geçirebilmiştir. Şii örgütler içinde en etkili olanı ise Hizbullah’tır. 

Hizbullah, ulusal ordu dahil Lübnan’ın en disiplinli, güçlü ve örgütlü silahlı grubu konumundadır. İran ve Suriye’den destek alan Hizbullah, İsrail’in Güney 
Lübnan’ı işgali sonrasında, bu ülkeye karşı yürüttüğü mücadele sayesinde büyük güç kazanmıştır. Dolayısıyla Lübnanlı Şiiler denince Hizbullah örgütü ön plana çıkmaktadır. Hizbullah, ülkede istikrarın sağlanması ve güvenlik anlamında “olmazsa olmaz” bir konumdadır. Marunilerin aksine, Hizbullah tek ulusal güç ve İsrail’e karşı direnişin bedelini ödeyen taraf olarak görülmektedir. 1990’ların başında ortaya çıkan yeni bölgesel koşullar, Hizbullah’ı pragmatik bir tavra yöneltmiştir. Örgütün bu tavrı İran ve Suriye tarafından da desteklenmiştir. 1992 ve 1996 meclis seçimlerine katılan Hizbullah, meclise temsilci göndermeye başlamıştır. Hizbullah, aynı zamanda ülkede okul ve hastane ağını kontrol ederek sosyal bir işlev de üstlenmektedir. Lübnan’da Hizbullah’ın yerini ve kapasitesini anlamak için “ Devlet İçinde Devlet ” tanımlaması yapılabilir. 

Bu konumu, Hizbullah’ın, Suriye’nin ülkeden çekildiği dönemde ön plana çıkmasına neden olmuştur. Hizbullah, ülkede bundan sonraki dönemde 
yapılacak tüm düzenlemelerde hiçbir tarafın göz ardı edemeyeceği önemli bir aktör durumundadır. Hem İsrail’e karşı yürüttüğü mücadele, hem de Suriye 
yanlısı tutumu nedeniyle ABD tarafından ülke içindeki bu güçlü konumu kırılmaya çalışılacaktır. Bu doğrultuda, Hizbullah’ın bir siyasallaşma süreci 
içine sokulması gündemdedir. Bu yöndeki ilk adım olarak ABD, Hizbullah’tan silahsızlanmasını talep etmektedir. 

c. Suriye’nin Varlığına Muhalif Kesimler 

Hariri suikastının en önemli sonucu, birçok farklı grubu mezhep ayrımına bakmaksızın bir araya getirmesi olmuştur. Bir yandan farklı muhalif grupların 
birleşmesini, diğer yandan da halk tabanında bu kampın desteklenmesini sağlamıştır. Suikast sonrası düzenlenen Suriye karşıtı gösterilere bakıldığında, 
Şii grupların temsilcileri hariç tüm grupların bir araya geldiği görülmektedir. 
İç savaş sonrası Suriye varlığının geleneksel muhalif kesimi Hristiyan Maruniler olmuştur. Lübnan’ın nüfus oranı açısından en büyük ikinci grubunu yaklaşık yüzde 23 ile Maruniler oluşturmaktadır. Maruniler de Arap kökenli olup Hristiyanlığın Katolik mezhebindendir. Maruniler iç savaş öncesinde çok daha etkin bir konumdayken, savaş sonrasında siyasal alandan dışlanmış ve güçlerini önemli oranda kaybetmişlerdir. Buna karşılık Lübnan’ın ticari ve finansal gücünün önemli bir kısmını ellerinde bulundurmaktadırlar. 

İç savaşı sonlandıran Taif Antlaşması, Marunilerden seçilen devlet başkanının yetkilerini azaltmış ve Sünni Müslüman olması gereken başbakanın yetkilerini artırmıştır. İki kurum arasında güç dengelerinde ortaya çıkan bu değişim, Marunilerin kendilerini siyasal alandan dışlanmış hissetmesine neden olmuştur. Marunilerin en büyük eksikliği bir liderdir. Daha önceki devlet başkanı Haravi ve şimdiki Emil Lahud, her zaman Suriye’ye yakın olmuşlardır. Bu nedenle Maruniler siyasal alanda temsil edilmedikleri, çıkarlarının korunmadığı düşüncesi içindedirler. 

Önemli Maruni liderlerin çoğu Fransa’da sürgünde yaşamaktadır. 

Maruniler arasında belli konularda fikir ayrılıkları olsa da, Suriye’nin varlığının sona erdirilmesi konusunda ortak görüşe sahiptirler. Bu nedenle, güçlerini 
birleştirmek amacıyla Suriye’nin varlığına son verilmesi temelinde 2001 yılında “Kuvet Şevan” adı altında birleşmişlerdir. Bunun yanında, Suriye yanlısı Maruniler de bulunmaktadır. Bunlar genel olarak Suriye’nin varlığından ekonomik ve siyasal çıkar sağlayan eski milis liderleri, ticari elitler ve geleneksel 
politikacılardır. Şu anki Devlet Başkanı Lahud ile kabinenin ve meclisin Hristiyan üyelerinin çoğu bu gruptadır. 

Ülkenin üçüncü büyük grubunu oluşturan Sünniler, Hariri suikastı sonrası muhalif kampa katılmışlardır. Bu kesim genel olarak Lübnan’ın demokratik 
parlamenter kimliğinin korunmasından yana bir tutum içinde olmuştur. Sünniler iç savaştan belli bir güç kaybına uğramış olarak çıkmış olsalar da, zamanla etkinliklerini geri kazanmışlardır. 1992 yılında başbakanlığa getirilen Refik Hariri, Sünni toplumunun en etkili lideri konumundaydı. Bir yandan Suriye ile dengeli ilişkiler yürütmüş olan Hariri, ticari ve kişisel bağları sayesinde bölgede ve Batı’da saygınlığı olan bir kişiydi. 

O dönemde muhalif cephede yer alan bir diğer kesim de Dürzîlerdir. Lübnan tarihinde önemli roller üstlenmiş olan Dürzîlerin genel nüfusa oranı yüzde 
6’dır. Özellikle Şuf ve Dağlık Lübnan bölgelerinde önemli güce sahiptirler. Şu anda Dürzîlerin lideri konumundaki Velit Canpolat, sürekli değişen ittifaklar 
içine girmiş, değişik siyasal pozisyonlar almıştır. Kendi adına başarılı sayılabilecek bir yol takip eden Canpolat, böylece temsil ettiği grubun potansiyelinin üzerinde bir konum elde etmiştir. Muhalefet cephesine geçmeden önce ABD ve İsrail politikalarına eleştirel yaklaşan Canpolat, Hizbullah’la da 
iyi ilişkiler içinde olmuştur. 

3. Suriye’nin Çekilmesi, İsrail-Lübnan “Savaşı” ve Yeni Dengeler 

Lübnan’da 2005 yılında gerçekleşen Meclis seçimleri Hariri suikastının gölgesi altında gerçekleşmişti. O dönemin temel ayrışımı Suriye’nin Lübnan’daki 
askeri varlığının sona erdirilmesi veya sürdürülmesi konusundaydı. Sünni kesim dışında da destek bulan ve halkın çoğunluğu tarafından sevilen Hariri’nin 
öldürülmesinin arkasında Suriye olduğu inancı iç savaş yıllarından beri ülkede bulunan Suriye askerlerinin geri çekilmesi konusunda Lübnan halkının 
büyük çoğunluğunu birleştirmişti. Uluslararası baskılar ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları ile devam eden süreç Suriye’nin 2005 yılının Nisan ayında Lübnan’dan askerlerini çekmesi ile sonuçlanmıştı. Böylece Lübnan 2005 yılının Mayıs ayında gerçekleşen Meclis seçimlerine, iç savaş sona erdikten sonra ilk kez Suriye vesayeti olmadan giriyordu. Seçim bir anlamda Suriye’nin Lübnan’daki varlığını savunanlar ile karşı olanlar arasındaki yarışa dönüşmüştü. 14 Mart 2005 tarihinde düzenlenen gösterilerden adını alan 14 Mart İttifakı Lübnan’daki Suriye vesayetine son verilmesini savunuyordu. Refik Hariri’nin oğlu Saad Hariri başında bulunduğu Gelecek Hareketi’nin önderlik ettiği ittifakta, Dürzî toplumu temsil eden ve Velit Canpolat’ın lideri olduğu İlerici Sosyalist Parti ve Hıristiyanların desteklediği Lübnanlı Güçler ile Ketaib gibi partiler bulunuyordu. Yine 8 Mart 2005’te düzenlenen gösteriden adını alan 8 Mart İttifakı ise Hizbullah önderliğinde, Emel, Mişel Aoun’un Bağımsız Vatansever Hareketi ve Suriye tarafından desteklenen Suriye Ulusal Sosyalist Parti gibi gruplardan oluşuyordu. (İttifakların detaylı açılımı Tablo 3’te verilmiştir). Bu ittifak Suriye’nin askeri varlığının devamını, Lübnan’ın istikrarı ve İsrail’e karşı direniş açısından savunan partilerden oluşuyordu. Suikastın yarattığı duygusal ortam ve halkın çoğunluğunun Suriye’nin etkinliğine son verilmesi noktasında birleşmesiyle seçim 14 Mart Bloğu’nun kesin zaferi ile sonuçlanmıştı. 14 
Mart’ın kazandığı 72 sandalyeye karşılık 8 Mart 56 milletvekilliği kazanabilmişti. 2005 Lübnan seçimlerinin sonuçları, bölgesel ölçekte İran ve Suriye açısından yenilgi anlamı taşıyordu. Buna karşılık, 14 Mart İttifakını destekleyen Suudi Arabistan, bölgede İran etkinliğinin sınırlanması açısından önemli bir başarı kazandığını düşünüyordu. Yoğun uluslararası baskı ve seçimlerde 14 Mart İttifakının kazandığı zafer Suriye’nin Lübnan’da yaklaşık 30 yıldır bulunan askeri varlığını geri çekmesi ile sonuçlanmıştı. 

Seçimlerden yaklaşık bir yıl sonra Hizbullah’ın iki İsrail askerini kaçırması ve sonrasında İsrail’in sert karşılığı ile patlak veren II. Lübnan Savaşı, bir kez 
daha Lübnan’daki güç dengelerinin değişmesine neden oldu. 

Savaşın başında Şiiler dahil olmak üzere Lübnanlıların büyük çoğunluğu ülkeyi gereksiz, maliyetli ve haksız bir savaşa sürüklediği için Hizbullah’a kızıyordu. İsrail de aynen bu düşünceyle halkın Hizbullah’a karşı dönmesini umuyordu. Fakat bu strateji geri tepti. İsrail’in savaş stratejisi bunda en büyük etkendi. İsrail, Hizbullah yerine tüm ülkeyi yok etmeye girişince savaş başındaki görüşler tersine dönmeye başladı. İsrail Hava Kuvvetleri, savaş sırasında yaklaşık bir milyon Güney Lübnanlı ve Güney Beyrutlu Şii’nin evlerinden sürülmesine neden oldu. Şii bölgelerin dışındaki yerleri de bombaladı. 

Sivillere yönelik çok yoğun saldırılar gerçekleştirdi. Ülke ekonomik anlamda çökertildi (4 milyar dolara yakın olduğu belirtilmektedir), altyapıya (yollar, 
iletişim, enerji ve su altyapısı) büyük zararlar verdi. Her geçen gün somut kayıplarla karşılaşan halkın İsrail’e nefreti artmaya başladı. Hatta Şiiler dışındaki 
mezhepler arasında da Hizbullah’ı, direnişi destekleyenler çoğaldı. Lübnan’daki Hizb-ul Tahrir ve Hizb-ul Tevhit gibi örgütlü Sünni hareketler direnişe destek vermeye başladı. Hizbullah’ın asker kaçırma eylemini, o sırada büyük baskı altında olan Filistinlileri ve HAMAS’ı rahatlatmak amacıyla düzenlemiş olması da, Sünnilerin sempatiyle yaklaşmasına neden oldu. 

Savaş Hizbullah’ın gücünü ve popülaritesini sadece Lübnan’da değil tüm Arap dünyasında artırmış ve İsrail’e karşı mücadele edebilecek tek Arap gücü 
olduğunu göstermiştir. Nasrallah daha önceki açıklamalarında, İsrail bir tehdit olmaktan çıkmadıkça ya da Lübnan’ı ve Lübnanlıları koruyacak güçlü, yeterli ve adil bir devlet mekanizması oluşturulmadıkça direniş ve silah bırakma meselesine çözüm getirilemeyeceğini söylüyordu. Savaş iki açıdan da 
Hizbullah’ın pozisyonunu desteklemiştir. Öncelikle savaşla birlikte İsrail tehdidinin varlığı ve boyutu görülmüştür ve bu da Hizbullah’ı güçlendirmiştir. 
Diğer açıdan Lübnan devletinin, ordusunun zayıflığı açıkça görülmüştür. 

Hizbullah, yeniden inşa sürecinde İran finansmanı ile aktif rol almış, bu konuda 
da hükümeti geride bırakmıştır. Evleri, işleri yıkılan insanlara yeniden inşa için 10.000’er dolar verilmiştir. “Rüşvetle kirlenmiş, etkisiz hükümete” karşı Hizbullah’ın çabaları halkın gözünde popülaritesini artırmıştır. Hizbullah’ın yardımlarına karşılık ABD, Lübnan’a sadece 230 milyon dolarlık yardımda bulunmuştur. Bu da savaşın yaklaşık dört milyar dolarlık zararını karşılamaktan çok uzak bir rakamdır. Ayrıca bu paraların hükümet tarafından etkin biçimde kullanılamaması da Hizbullah’ı güçlendirmiştir. Her ne kadar askerî kayıplar verse de ve Güney Lübnan’daki stratejik konumunu kaybetmiş olsa da, Hizbullah’ın siyasi ve psikolojik bir zafer kazandığı kesindir. 

Buna karşılık savaş, Suriye karşıtı cepheyi (14 Mart Koalisyonu) zayıflatmıştır. ABD’nin savaş sırasındaki tutumu ve hükümetin ABD’ye ılımlı yaklaşımı, 
halkı bu cepheden soğutmuştur. Bunun da ötesinde savaş, ülkedeki tüm gruplara hükümet ve ordunun ülkeyi dış tehditlere karşı koruma kapasitesine sahip olmadığını göstermiştir. Özellikle Şiiler, savaş sırasındaki icraatlarından dolayı hükümete son derece kızgındır. Hükümet, Güney Lübnan’ı boşaltma ve 
evlerinden çıkmak zorunda kalanlara yardım etme konusunda çok az çaba sarf etmiştir. Lübnan’da İngilizce yayımlanan Daily Star gazetesinde çıkan bir yazıda Hizbullah ve hükümetin savaş performansları kıyaslanırken şu ifadeler kullanılmakta dır: “ Hizbullah’ın insanı hayrete düşüren hızlı, etkin çalışması 
ve profesyonelliğine karşı, etkisiz ve rüşvete bulanmış siyasal sınıf ”. 

-Savaş sonrası ortamda Lübnan halkı ve siyaseti temel olarak ikiye bölünmüştür. Bir taraf 14 Mart Koalisyonu olarak bilinen gruptur. Adını Hariri suikastı sonrasında halkın sokaklara döküldüğü tarihten almaktadır. Diğer cephede, Hizbullah ve işbirliği yaptığı Mişel Aoun’un “Özgür Milliyetçi Hareketi” (ÖMH) bulunmaktadır. 

14 Mart Koalisyonu çok genel olarak; Sünniler, Dürziler ve Hristiyanların çoğunluğundan oluşmaktadır. Bu grup şu anda iktidardadır. Temel yaklaşımları şu şekilde özetlenebilir: Suriye ve İran karşıtlığı, Batı özellikle ABD yanlılığı, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını savunma, 1701 nolu BM kararına tam bağlılık, Uluslararası Barış Gücü’yle işbirliği. Saad Hariri ve Fuat Sinyora liderliğindeki kesim Batı’yla beraber Sünni Arap rejimlerinin de desteğini arkasına almış durumdadır. 

14 Mart koalisyonunun en güçlü grubu, Saad Hariri liderliğindeki Sünniler ve “Gelecek Hareketi”dir. Hariri’nin özellikle Suudi Arabistan’la yakın ilişkilerinin 
bulunması, Şiilerin arasında “Suudi kraliyet ailesinin vekili” olarak görülmesine neden olmaktadır. Bu nedenle Hariri ve Sünnilere çok mesafelidirler. 

Suudi Arabistan’ın Irak, Afganistan ve Pakistan’da Şiilere karşı Sünni İslamcı radikalizmi desteklemesi, Hariri’nin Lübnan’daki radikal Sünni İslamcılarla yakın ilişkisi Hariri/Suudi eksenine olan güvensizliği pekiştirmektedir. 

Hristiyanlar ise ikiye bölünmüş durumdadır. Bir taraf Samir Geagea liderliğindeki “Lübnanlı Güçler”i desteklemektedir. Bunlar 14 Mart Koalisyonu içinde yer almaktadır. Diğer taraf Mişel Aoun’un lider-liğindeki ÖMH’yi desteklemektedir. Bu hareket muhalefet cephesi içindedir. 

Muhalefet temel olarak Hizbullah liderliğindeki Şiilerin ve Hristiyanların bir kısmının desteklediği ÖMH’den oluşmaktadır. Hristiyanların hepsi Suriye karşıtı değildir. Beyrut Araştırma ve Enformasyon Merkezi’nin yaptığı kamuoyu araştırmasına göre Hristiyanların yüzde ellisi Sinyora Hükümetinin meşruiyetini kaybettiğini düşünmektedir. Hristiyanlar arasında ülkenin Sünni/Suudi etkisinin artmasından çekinenler vardır. Aoun’un Hizbullah’la işbirliğinin altında yatan biraz da bu ortak kaygılardır. Yine aynı araştırmaya göre Hristiyanların çoğu (yüzde 77) Aoun’un Hizbullah’la işbirliği arayışlarını desteklemektedir. Mişel Aoun’un tabanını hükümetten rahatsız, Sünni/Suudi etkinliğinden çekinen Hristiyanlar oluşturmaktadır. Bu cephe İran ve Suriye tarafından desteklenmektedir. Şubat 2006’da Aoun ve Nasrallah, Hariri’nin siyasal gücünü zayıflatmak için bir anlaşma imzalamıştır. 

Mişel Aoun’un muhalefet cephesinde yer alması Hizbullah’a muhalefetin sadece Şiilerden oluşmadığını göstermek ve Suriye tarafından desteklendiği 
iddialarını çürütmek için fırsat vermektedir. 

Savaşın Hizbullah’ın zaferi ile sonuçlanmasının Lübnan iç politikası ve bölgesel açıdan önemli sonuçları oldu. Hizbullah o savaşa kadar hem içeri hem de 
dışarıdan silah bırakması yönünde yoğun baskı altındaydı. Uzun yıllar Güney Lübnan’da İsrail’e karşı silahlı mücadeleyi başarı ile yürütmüş örgüt Lübnan’da bazı kesimler tarafından istikrarsızlık unsuru olarak görülmeye başlamıştı. Suriye’nin askerlerini çekmesi, 2005 seçimlerini 14 Mart’ın kazanması hep Hizbullah aleyhine gelişmelerdi. Bütün bunlara Birleşmiş Milletler kararları ve artan ABD baskısı da eklenmekteydi. İkinci Lübnan Savaşı bu süreci tersine çevirdi. Her şeyden önce Hizbullah bir kez daha Lübnan halkının gözünde kahraman ve İsrail’e karşı Lübnan’ı koruyabilecek tek ulusal güç olarak görülmeye başlandı. Kendine güveni artan örgüt dışarıda kazandığı zaferin etkisiyle içerde rakipleri karşısındaki pozisyonunu güçlendirdi. Hizbullah kazandığı “askeri zaferi siyasi bir zafere dönüştürmek” için hükümet üzerindeki baskıları yoğunlaştırmaya başladı. Aralık 2006 tarihinde, Hizbullah önderliğindeki 8 Mart, hükümeti istifaya zorlamak ve erken genel seçim kararı alınması için hükümet binasının hemen yanı başında oturma eylemleri başlattı. Sivil gösterileri kabinedeki Şii bakanların istifası izledi. Muhalefet çok önemli bir topluluğun temsil edilmediği gerekçesiyle hükümetin geçersiz olduğu savını dile getirmeye başladı. Aylar boyu süren gösteriler Lübnan Devlet Başkanı’nın bir türlü seçilememesi ile yeni bir aşamaya ulaştı. 1 yıla yakın devam eden kriz zaman zaman küçük çaplı çatışmaları da beraberinde getiriyordu. Kamplaşmanın arttığı, tam bir siyasal çıkmazın yaşandığı sürecin son ve şiddetli ayağı 2008 yılının Mayıs ayı içinde yaşandı. Lübnan Hükümeti, 5 Mayıs tarihinde gerçekleştirdiği uzun toplantının sonucunda iki karar aldı. Bunlar, Hizbullah’ın devletten ayrı kendine ait iletişim sisteminin kaldırılması ve Beyrut havaalanı güvenlik şefinin görevinden alınmasıydı. Hizbullah’ın kararlara itirazı ile baş gösteren ve 7 Mayıs olayları olarak bilinen kriz örgütün çok kısa süre içinde 
Batı Beyrut’u işgal etmesi ve Saad Hariri’nin evini kuşatması ile sonuçlandı. Birçok ülkenin arabuluculuğu ile krize Doha’da varılan uzlaşı ile çözüm üretildi. Doha uzlaşısı ile taraflar; Genelkurmay eski Başkanı Mişel Süleyman’ın Devlet Başkanı seçilmesi, yeni hükümetin kurularak muhalefete 11 koltuk verilmesi (Muhalefet böylece hükümetin kararlarını veto edebilmek için yeterli sayıya ulaşmış oluyordu), seçim sisteminde bazı ufak değişiklikler yapılması ve ülkenin barışçı bir ortamda seçimlere götürülmesi konusunda anlaşıyordu. Muhalefete 11 bakanlık verilmesi kararı, bir yılı aşkın süre devam eden siyasi krizin kilit konularından birini oluşturuyordu. Siyasi tepkiler ve sivil eylemler aracılığı ile amacına ulaşamayan Hizbullah güç yoluyla ülkede yeni bir düzenin kurulması önündeki yolu açmış oluyordu. 

Doha uzlaşısı ile ülke bir anda rahatlamış, seçimlere barışçı bir ortamda girilmesini sağlamıştır. Lübnan her zaman dış gelişmelere aşırı duyarlı 
olmuştur. Bu süreçte sadece ülke içi gruplar değil tüm bölgesel aktörler sorumlu davranarak Lübnan istikrarına katkıda bulunmuştur. Bölgesel gerilimin 
yumuşamış olması Lübnan’ın rahatlamasına neden olmuştur. Obama’nın seçilmesi ile Ortadoğu’da esen yeni hava, Suriye-Suudi Arabistan gerginliğinin 
karşılıklı üst düzey ziyaretlerle yumuşaması Lübnan’ı doğruda etkilemiştir. Lübnan işte böyle bir ortam içinde Haziran 2009 meclis seçimlerine girmiştir. 

4. Lübnan Seçim Sistemi ve 2009 Parlamento Seçim Sonuçlarının Değerlendirilmesi 


a. Lübnan Seçim Sistemine İlişkin Teknik Veriler 

Lübnan anayasasına göre 21 yaş ve üzeri her Lübnan vatandaşı seçimlerde oy kullanma hakkına sahiptir. 

Meclis 4 yıllık görev süresi için seçilmektedir. 128 kişilik Meclis, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında eşit olarak paylaştırılmış durumdadır. 

Müslümanlar ve Hıristiyanlar da kendi içinde toplam 11 ayrı mezhebe bölünmüştür. Mezhepler siyasal sistemde kendilerine ayrılan kotalar ile temsil 
edilmektedir. (Bu dağılım Tablo 1’de ayrıntılı olarak verilmiştir). Meclis koltukları mezheplere göre dağıtılmakla birlikte seçmenler genel seçim hakkı çerçevesinde oy kullanmaktadır. Bu hak gereği her seçmen kendi seçim bölgesine ayrılan tüm mezhep koltukları için oy verebilmektedir. Dolayısıyla örneğin bir seçim bölgesindeki Hıristiyan aday Sünniler ya da Şiilerin de desteğine ihtiyaç duyabilmektedir. Seçim ittifakları bu yüzden büyük önem taşımaktadır. 


Tablo 1 – Meclis’te Mezheplere Ayrılan Kotalar 

Lübnan’da parlamenter demokrasilerde olduğu gibi güçlü partiler bulunmamak tadır. Parti olarak adlandırılan grupların çoğu sadece o bölgenin önde gelen bir isminin liderliğinde oluşturulan aday listelerinden ibarettir ve ilgili seçimle sınırlı olabilmektedir. Bu aday listeleri yerel ya da ulusal düzeyde ittifaklara dâhil olarak seçimlere girmektedir. Son iki seçime 14 Mart ve 8 Mart İttifakları şeklinde giren partiler ilgili seçim bölgesindeki kotalara göre aday listeleri oluşturmaktadır. Seçmenler bu aday listelerine oy vermektedir. 

Bir seçim bölgesinde hangi adayların en çok oyu aldığı önemli olmakla birlikte bazı durumlarda belirleyici olamayabilmektedir. Seçim bölgesi için mezhep kotaları oluşturulduğu için her bir mezhepten adayların kendi arasında en çok oyu alanları meclise girebilmektedir. Örneğin bir seçim bölgesinde 2 Şii, 1 Sünni koltuğu için 5 Şii ve 3 Sünni adayın yarıştığı varsayılacak olunursa, 5 Şii adayın kendi arasında en fazla oy alan 2 aday Meclis’e Şii kotasından girmektedir. Diğer Sünni koltuk için 3 aday arasında en fazla oyu alan bir kişi girecektir. Şii adaylar içinde Meclis’e giremeyen diğer 3 aday Sünniler 

arasında en fazla oy alan adaydan daha fazla oy almış olsa dahi Meclis’e 1 Sünni aday girmektedir. 

Lübnan’da daha önce yapılan seçimler dört hafta sonunda dört ayrı bölgede düzenleniyordu. Bu sistemin en büyük zaafı ittifakların bir önceki hafta 
gerçekleşen seçim sonuçlarına göre o hafta içinde yeniden değişmesine neden olması idi. Bahsedilen sıkıntıyı önlemek için 7 Haziran Meclis seçimi ilk 
kez tek günde tamamlanmıştır. 

Lübnan’da 5 vilayet kendi içinde 26 seçim bölgesine ayrılmıştır. Vilayetlerin toplam sandalye sayıları ve bu sandalyelerin mezheplere göre dağılımı Tablo 
2’de verilmiştir. 


Tablo 2 – Meclis’in Eyalet ve Mezheplere Göre Dağılımı 


b. Lübnan Seçim Sonuçları Değerlendirmesi 

7 Haziran 2009 tarihinde gerçekleşen Lübnan Meclis seçimlerinde 587 aday 128 sandalye için yarışmıştır. Toplam 3.257.224 kayıtlı seçmen yer almış, yaklaşık 1.760.000 Lübnanlı seçimlerde oy kullanmış, katılım yüzde 54 civarında olmuştur. Seçimler, gerginlik beklentisinin aksine sakin, demokratik bir ortamda gerçeklemiştir. Seçimlere Avrupa Birliği, Carter Center ve NDI’nın (National Democratic Institute for International Affairs) yanı sıra ulusal olarak gözlemci gönderen tek ülke Türkiye olmuştur. Bütün gözlemci grupları tarafından başarılı bulunan seçimlerin sonuçlarını etkileyebilecek tek sorun; seçimden önce kampanya döneminde, partilerine oy verilmesi karşılığı teklif edilen paralar ve yine yurt dışında yaşayan Lübnan vatandaşlarının tüm masraflarının karşılanarak oy kullanmaları için ülkeye getirilmeleri olmuştur. Bu şekilde oy kullananların sayısının 150 bin civarında olduğu ve bunun büyük çoğunluğunu 14 Mart İttifakı’nı desteklemek üzere ülkeye getirildiği ifade edilmektedir. Lübnan’ın büyük bölümünde esasen seçim sonuçları önceden belli idi. Şiilerin, Sünnilerin ve Dürzî’lerin güçlü oldukları bölgelerde kendi adaylarını çıkaracakları biliniyordu. Hatta rakip ittifakın aday çıkarmaması nedeniyle kesin sonuçların belli olduğu yerler bile bulunmaktaydı. Seçimin kaderi açısından önem taşıyan kritik bazı bölgelerde (Zahle, Baabda, Metn ve Beyrut 1 gibi) oyların dağılımı genel sonucu da etkileyecekti. Dolayısıyla iddia edildiği miktarda seçmen bu kritik bölgelere taşınmış ise seçim sonuçlarının az da olsa manipüle edilmiş olma ihtimali bulunmaktadır. 

Seçim öncesi beklenti Hizbullah liderliğindeki 8 Mart İttifakı’nın az farkla da olsa zafer kazanacağı yönündeydi. Ancak beklenenin aksine seçimler neredeyse bir önceki Meclis’in aynısı bir dağılım yarattı. Önceki Meclis’te 14 Mart İttifakı’nın 72’ye 56’lık üstünlüğüne karşı son seçimler yine 14 Mart’ın 71’e 57’lik üstünlük kurmasını sağlamıştır. 

Seçime giren ittifakları oluşturan parti ve hareketleri, kazanılan sandalye sayıları detaylı olarak Tablo 3’te bulunabilir. 




Tablo – 3 Lübnan Seçim Sonuçlarına Göre İttifakların Kazandığı Milletvekili Sayıları 

2008 yılında gerçekleşen 7 Mayıs olayları seçimin kaderini etkilemesi açısından büyük öneme sahiptir. Batı Beyrut’un işgali ve Saad Hariri’nin evinin kuşatılması, Hizbullah’ın talep edip de alamadığı tavizleri güç yoluyla almasına imkân tanımasına karşılık, Şiiler dışında kalan kesimlerin gözündeki meşruiyetini olumsuz etkilemiştir. Hizbullah’ın II. Lübnan Savaşı’nda İsrail’e karşı başarılı direnişi halkın büyük çoğunluğunun örgüt etrafında bütünleşmesine neden olmuştu. Lübnan’da İsrail karşıtlığı o kadar güçlü bir olgu ki, Hizbullah silahlarını İsrail’e karşı kullandığı oranda birleştirici olmakta, silahları meşruiyet kazanmaktadır. Ancak aynı oranda tersi yönde etkiyi 7 Mayıs olayları yaratmıştır. Silahların halka dönmesi, var olan mezhepsel kutuplaşmayı körüklemiş, Şii olmayanların kimliklerini hatırlamalarına neden olmuştur. Hizbullah, silah bırakması yönündeki baskılar karşısında silahların İsrail’e karşı ülkeyi koruma amaçlı olduğunu ve hiçbir zaman Lübnan halkına karşı kullanmayacağını savunuyordu. 7 Mayıs olayları ile bir anda Batı Beyrut’u işgal eden örgüt, özellikle Sünniler gözünde inandırıcılığını yitirmiştir. Bu uzun vadeli etkinin yanı sıra, seçimlerde 8 Mart’ın beklenen başarıyı sergileyememesinde 7 Mayıs olayları önemli bir etken olmuştur. 8 Mart İttifakı’nın Hizbullah ve Emel adayları Şiilerin çoğunlukta olduğu bölgelerde beklendiği gibi milletvekilliklerini kazanmıştır. Sünniler de çoğunluk oldukları bölgelerde 14 Mart’ı desteklemiştir. 
Ancak seçim sonuçları açısından belirleyici olan Hıristiyan oyları olmuştur. Çünkü Hıristiyanları temsil eden partiler iki ittifak içinde dağılmış durumdadır. 

Hıristiyan oylarının etkili olduğu bölgelerde 8 Mart beklediği başarıyı elde edememiş tir. Muhtemelen Batı Beyrut’un işgali Hıristiyan seçmenlerin oylarının 14 Mart’a kaymasına, Sünniler ve diğer mezheplerin bu ittifak etrafında seferber olmalarına neden olmuştur. 

7 Haziran 2009 tarihinde gerçekleşen Lübnan parlamento seçiminin üzerinden 5 ay geçtikten sonra Gelecek Hareketi lideri Saad Hariri Başbakanlığında bir hükümet kurulabilmiştir. Ulusal uzlaşı hükümetinde 8 Mart İttifakı olarak bilinen muhalefetten de bakanlar yer almıştır. Dağılım şu şekilde belirlenmişti. 

Seçimden zaferle ayrılan 14 Mart İttifakı’na 15, 8 Mart İttifakı’na 10 bakanlık verilmesi ve Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman’ın geriye kalan 5 bakanlık koltuğunu belirlemesi konusunda uzlaşılmıştı. Ancak daha sonra muhalefetin 10 bakanı ile birlikte Mişel Süleyman’ın kotasından bakanlar kuruluna giren bir bakan istifa etmiştir. 11 bakanın istifası ile Lübnan Anayasasına göre uzlaşı hükümeti düşmüştür. Bu süreci takiben Hizbullah’ın adayı olarak Sünni milletvekili Necip Mikati liderliğinde yeni bir hükümet kurulmuştur. 

Dürzi lider Canpolat ve partisinin taraf değiştirerek 8 Mart Grubunu desteklemesi parlamentodaki dengeleri Hizbullah lehine değiştirmiş böylece Mikati hükümeti güvenoyu alabilmiştir. 

**

Filistin Meselesinin Temel Dinamikleri



 Filistin Meselesinin Temel  Dinamikleri 


Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin* 
*Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 



     Bu oturumda Filistin meselesinin nasıl ortaya çıktığını konuşacağız. 

Başlangıçta Arap-Yahudi, sonrasında İsrail-Filistin çatışması ve bugünkü ismiyle 
Filistin meselesi Ortadoğu’nun en eski sorunlarından biridir. Bir yüzyılı aşkın süredir devam etmektedir ve hala çözülememiştir, çözülecek gibi de görünmemekte dir. Filistin meselesinin geçmişi siyonizme dayanır. İsrailoğulları’nın Filistin üzerindeki arzuları ve “vaat edilmiş topraklar”daki hevesleri M.Ö.’ne kadar dayanır. Biz o kadar eskiye gitmeyelim, Tevrat’la uğraşmayalım. Dünya Siyonist Teşkilatı’nın kurulduğu 1897 yılından başlayalım. 
Biliyorsunuz Filistin toprakları Yahudiler için vaat edilmiş topraklardır. Yani Yahudiler bu toprakların Tevrat’la kendilerine verildiğini düşünürler. M.Ö. 
İsrailoğulları bu topraklardan sürüldüklerinden beri kendilerine vaat edildiğine inandıkları topraklara tekrar geri dönme hayaliyle, rüyasıyla yaşamışlardır. 
1897 yılı Yahudilerin bu hayallerinin gerçekleşmesi için temel olan tarihlerden bir tanesidir. 1897’de Basel’de dünyanın her yanındaki Yahudiler bir araya 
gelmişlerdir. Ve burada bir bildiri kabul edilmiştir. Bu bildiride Filistin topraklarında bir yurt edinmenin zorunluluğu üzerinde durulmuştur. Dünya Siyonist Teşkilatı da bu yıl kurulmuştur ve başkanı Theodor Herlz ’dir. Herlz, Macar asıllı bir gazetecidir. 

1893 yılında Fransa’da bir casusluk olayı ortaya çıkmıştır. 

Bu olay tarihe “ Dreyfus Olayı ” olarak geçmiştir. 

Dreyfus, Fransız ordusunda görevli Yahudi asıllı bir yüzbaşıdır. O dönemde Almanya’ya bazı belgelerin sızdırıldığına ilişkin casusluk olayı ortaya çıkıyor ve bu belgeleri sızdıran kişinin Dreyfus olduğu söyleniyor. Bu olay nedeniyle Dreyfus’un rütbesi elinden alınıyor, tutuklanıp yargılanmaya başlanıyor. 

Bu Dava Tüm Dünyada yankı Uyandırıyor. 

Dünyanın her bir yerinden gazeteciler bu davayı izlemeye geliyorlar. Aslında belgeleri sızdıran Dreyfus değil. Zaten suçsuz olduğu sonradan ortaya çıkıyor 
ve toplumda Dreyfurs’un sadece Yahudi olduğu için suçlandığına dair bir kanaat oluşuyor. Bu davayı izleyenlerden biri de az önce bahsettiğimiz Theoder 
Herlz’dir. Bu dava sırasında dünyada özellikle Avrupa’da Yahudilerin nasıl ezildiklerini, nasıl küçük düşürüldüklerini ve horlandıklarını fark ediyor ve bununla başa çıkabilmek için dünya Yahudilerini teşkilatlandırmak gerektiğini anlıyor. Theodor Herlz’in Dünya Siyonist Teşkilatı içerisindeki en masum kişilerden biri olduğunu söylemek gerekiyor. O sadece Yahudilerin bir arada yaşayabilecekleri bir yurt istiyordu. Bu amaçla 1897 yılında Dünya Siyonist Teşkilatı kuruluyor ve yayınlanan deklarasyonda “Filistin’de bir yurt oluşturulmasına” ilişkin karar alınıyor. Theodor Herlz’in bir kehaneti vardır. 
Der ki; “ Çok değil, 50 yıl sonra İsrail Devleti kurulacak ”. Bu sözü 1897 yılında söyler, Taksim Kararı 1947 yılında alınır. Dünya Siyonist Teşkilatı olarak ilk kararlarını alırlarken bir noktayı unutuyorlar. 

Yurt Edinmeyi Düşündükleri Filistin Toprakları, Osmanlı Devleti’nin Topraklarıdır. 

Bu nedenle Theodor Herlz, Osmanlı Padişahı 2. Abdülhamit ile irtibata geçmeye çalışır. Bunun için en uygun Alman İmparatoru’nu II. Wilhelm’i devreye sokmaya çalışır. 

O dönemde Osmanlı Devleti’nin Filistin topraklarında izlediği özel bir politikası var. O topraklar kutsal olduğu için, kırmızı teskere denilen bir olay vardır. Hıristiyanlar ve Yahudiler oraya girmek için para veriyorlar ve kalacakları gün kadar izin belgesi alıyorlar. Döndükleri zaman ise paraları iade ediliyor. Kısaca her isteyen Filistin topraklarına giremiyor. Alman İmparatoru’nun girişimleriyle Teodor Herlz, II. Abdülhamid’le görüşmeyi başarıyor. 

Bu görüşmede Yahudiler için Filistin topraklarından yurt istiyor. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, asla devlet söyleminin kullanılmamasıdır. 
İstenilen devlet kurmak değil yurt edinmektir. 

Theodor Herlz buna karşılık olarak; “Beni buraya Avrupalı Yahudi bankerler gönderdi. Eğer siz Filistin topraklarında Yahudilerin yurt edinmesine izin 
verirseniz, Avrupalı Yahudi bankerler sizin dış borçlarınızı ödemeye hazırlar” diyor. Bazıları Abdülhamit direk olarak reddetti derler. Ama ben reddetmediğini 
düşünenlerdenim. Çünkü Theoder Herlz’e ikinci bir randevu vermiştir. O dönemde Teodor Herz’in görüştüğü hiçbir tüccar ya da banker onun söylediğine olumlu bakmıyor. İkili 1903 yılında tekrar görüşüyorlar. Bu görüşmede Abdülhamit meşhur sözünü söylüyor; “ Hayır. Biz onu ancak aldığımız bedelle veririz ”. Yani kanla veririz demeye çalışıyor. Abdülhamit, Theoder Herlz’i uğurladıktan sonra; “Bu millet çok azimli. Er ya da geç Filistin’de mutlaka devletlerini kuracaklar” diyor. Eli boş dönen Theoder Herlz 1904 senesinde ölüyor. Onun yerine Chaim Weizmann geçiyor. Bu kişi patlayıcı maddelerde kullanılan, sentetik aseton’u bulmuş bir kimyager. Bu nedenle de İngiliz 
savunma sanayinde popülerliği ve etkinliği olan birisi. Teodor Hertz öldükten sonra onun yerine Çayn Mayzman geçiyor. İngiltere; “Uganda’ya Yahudiler 
yerleşebilirler” diyor. Theoder Herlz buna çok seviniyor. Çünkü Yahudiler için bir yurt bulduğunu düşünüyor. Bunu Dünya Siyonist Teşkilatı’na açıkladığında 
büyük tepki görüyor. En büyük itirazcılardan biri de Chaim Weizmann’dır. Bu nedenle az önce Theoder Herlz en masum olanlarıydı dedim. 

Çünkü o gerçekten Yahudilere bir yurt arıyordu, Filistin olması şart değildi. Ama Weizmann için durum böyle değildi. Filistin’de bir yurt edinilecekti. 

Bu sırada dünya 1. Dünya Savaşı’na doğru gidiyordu. Savaş patlat verdiğinde Osmanlı’da dahil olmuştu. İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’nin Orta doğu topraklarında özellikle Arap Ortadoğu’sunda yaşayan milletleri Osmanlıya karşı kışkırtmak için büyük çaba göstermişlerdi. Genel algı Arapların Türkleri sırtından vurduğu yönündedir. Birçok Arap cephede Türklerle birlikte savaştılar. Sadece Mekke Şerifi Hüseyin İngiltere’yle anlaşarak Osmanlı’ya karşı isyan başlatmıştır. İngiltere ve Fransa Arap Ortadoğusu’nu bir taraftan isyan çıkarması karşılığında Mekke Şerifi’ne vaat etmiş bir taraftan da 1915’te kendi aralarında paylaşmış bir taraftan da1917 yılında İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour kendi adıyla yayın lanacak  olan Balfour Deklarasyonunu ilan etmiştir. Bu deklarasyon İsrail 
Devleti’ne giden yolda atılan ilk resmi belgeli adımdır. 

Kısa ve anlamlı bir deklarasyondur. Üzerinde uzun süre ABD ve İngiltere tarafından çalışılmıştır. 
Birinci paragrafında; “ İngiltere Hükümeti Yahudilerin Filistin’de yurt edinmelerini memnuniyetle karşılar ” der. Yani Filistin’de Yahudilerin “ Yurt ” edinmelerine izin verir. Burada bir sorun yok asıl ikinci paragraf önemlidir. İkinci paragraf “ Filistin’de bulunan Yahudi olmayan toplumların da medeni ve siyasi haklarına saygı duyulacaktır” diye başlar. Sanki Filistin’de çoğunlukta olan bir Yahudi toplumu varmış izlenimi yaratılır. Aslında “Yahudi olmayan 
topluluklar” diye adlandırılan toplum Filistin topraklarındaki nüfusun %85’ini temsil eden Arap topluluğudur. 

Bu deklarasyondan sonra Filistin meselesi farklı bir boyuta ulaşır. 1918’de savaş biter ve Osmanlı’nın Arap toprakları İngiliz ve Fransızların manda yönetimine bırakılır. Filistin toprakları İngiliz manda yönetimindedir. Bu dönemde ciddi 
anlamda bir Yahudi göçü yaşanır. Sonraları toprakların sınırlı olması ve bu göçü kaldıramayacak olması sebebiyle İngilizler sınırlamaya gitse de Yahudiler 
gizli yollardan göçe devam eder. Filistin İngiliz mandası altında iken Filistinli Araplarla Yahudilerin çatışmalarının başladığını görüyoruz. Önceleri bu 
çatışmaların siyasi olmaktan ziyade ekonomik nitelikli olduğu anlaşılıyor. Yahudiler hızla Arapların arasına karışmaya başlayınca ister istemez kültür çatışması yaşanmaya başlıyor. Mesela bu çatışmalara örnek olarak; hayvan otlatma meselesini verebiliriz. 

Normalde tarlalar biçildikten ve ekinler kaldırıldıktan sonra hayvanlar her yerde otlayabilir. Ama Yahudiler asla kendi topraklarında herhangi bir Arap’ın hayvanının otlamasına izin vermemişler. En önemli çatışmalardan bir tanesi de su meselesidir. 

Su, İslam Dünyası’nda insanlığın ortak malıdır. Ama Yahudiler için böyle değil. Kendi topraklarından bir kova su vermiyorlar. Tüm bu çatışmalar gitgide 
büyüyor. 1920’lerin sonlarında bu çatışmalar siyasi nitelik kazanmaya başlıyor. İngiltere çatışmaların her geçen gün büyüdüğünü görüyor. Ve bu durumdan kurtulmak için birçok rapor hazırlıyor. 

İlk çözüm önerisi olarak Britanya Beyaz Kitabı’nı sunuyor. Bunu Araplar kabul etse de Yahudiler kabul etmiyor. Sürekli çözüm üretmeye çalışıyor. Kimisinde 
ikili devlet öneriyor, kimisinde federal yapı öneriyor. Ama Araplar tarafından kabul edilenleri Yahudiler, Yahudilerin kabul ettiklerini ise Araplar kabul etmiyor. Böylece İngiltere’nin iki halkın anlaşmazlığı yolundaki çözüm arayışı sonuçsuz kalıyor. Ama çatışmalar her geçen gün daha da büyümeye devam ediyor. İngiltere’nin imdadına 2. Dünya Savaşı yetişiyor. 1939’da 2. Dünya Savaşı patlak veriyor. 

Filistinlilerin bir kısmı İngilizlerle birlikte savaşıyorlar. Çok büyük bir çoğunluğu savaşmıyor. 
Yahudilerde savaş dışı kalıyorlar. Ama belirli bir Yahudi grubu İngilizlerle birlikte savaşıyorlar. Çok ilginçtir, o dönemde İngiliz cephaneliklerinde büyük hırsızlık olaylarına rastlanıyor. Yani Yahudiler savaş döneminde cephane çalıyorlar. Savaş bittiğinde bu silahlar sadece Filistinli Araplara yöneltilmeyecek aynı zamanda İngilizlere de yöneltilecektir. 1942 yılında yapılan kongrede “İsrail Devleti’nin kurulmasına” ilişkin karar alınıyor. İlk defa burada devletten bahsediliyor. Savaş bittikten sonra artık devlet olma yolunda ciddi adımlar atmaya başlıyorlar 
ve biran önce manda yönetimine son vermesi için silahlarını İngilizlere de yöneltmeye başlıyorlar. İngiltere daha fazla dayanamayarak bu sorunu 1947 
yılında BM’ye havale ediyor. BM, 1945 yılında kurulmuş çok yeni bir örgüt. Genel Kurulda 11 üye devletten oluşan “BM Filistin Özel Komitesi” kuruluyor. 
Bu 11 ülkenin görevi Filistin’e gidip yerinde araştırma yaparak en iyi çözümü üretmeyle görevlendirilmişti. Bu devletlerin temsilcileri kendi aralarında 3’e ayrılıyor. Hindistan, İran ve Yugoslavya’nın olduğu grup azınlık raporu sunuyor. 
Diğer 7 üye çoğunluk raporu hazırlıyor. Sadece Avustralya çekimser kalıyor. Ne azınlık raporuna ne de çoğunluk raporuna katılıyor. Azınlıkların önerdiği federal yapıdır. Arap Devleti ve Yahudi Devleti kurulacak ve Kudüs ayrıcalıklı bir yer olacak. Çoğunluklar ise tamamen bağımsız iki devletten bahsediyor. 

Kudüs ise BM’nin vesayetinde ayrı bir varlık olacak. Çoğunluk raporu 1947 yılında 181 sayılı karar olarak kabul ediliyor (Taksim Kararı). Bu kararın arkasından İngiltere “15 Mayıs’a kadar Filistin’den çekileceğini” açıklıyor. 1920’de San Remo konferansında Arap Ortadoğusu, İngiltere ve Fransa manda yönetimine bırakılırken güdülen mantık, kendi kendilerini idare edemeyecekleri, 
eğitimsiz oldukları, onları kendi kendilerini idare edebilecek düzeye getirene kadar o ülkede kalmalarıdır. Tüm manda yönetimlerinin demokrasi getirmek, 
özgürleştirmek, eğitilmek için başladığı söylenir ama hep tam tersi olmuştur. İngiltere mayıs ayında bölgeden ayrılıyor ve 15 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulduğu ilan ediliyor. İsrail Devleti kuruluyor ama Arap Devleti kurulamıyor. Çünkü Araplar Filistin’in bütünü üzerinde hak iddia ediyorlar ve İsrail Devleti’ni kesinlikle reddediyorlar. İsrail Devleti’nin kurulduğu andan itibaren Arap 
ülkeleri Filistin topraklarına girmeye başlıyorlar. Tarihe geçen 1948-1949 1. Arap İsrail Savaşı böyle başlıyor. Bu savaşta İsrail yeni kurulmuş bir devlet 
olmasına rağmen tüm Arap Devletleriyle savaşıyor (Mısır, Ürdün, Irak, Suriye) ve Ürdün dışında tüm Arap ülkelerini büyük yenilgiye uğratıyor. Topraklarını 
genişleterek bu savaştan karlı çıkıyor. Ürdün tam anlamıyla bir İngiliz kolonisidir. Ürdün, 1920’de yani daha manda yönetimi altına girildiğinde 25.000 kişilik kocaman bir çöl köyüdür. İngiltere, orayı devlet yapıyor. Meşhur İngiliz Glad 
Paşa, olağanüstü bir Ürdün ordusu yaratıyor. O ordu İsrail’le savaşıyor ve Kudüs’ün doğusu Ürdün’e bırakılıyor. Batısını ise İsrail işgal ediyor. 181. Sayılı 
karara göre Kudüs özel bölge idi. Ama daha ilk anda bu kural bozulmuştur. İsrail işgal ettiği anda da Batı Kudüs’ü başkenti ilan etmiştir ama kimse bunu kabul 
etmemiştir. 
1. Arap İsrail Savaşı’nın sonunda iki önemli sorun ortaya çıkmıştır. Birisi Filistinli mülteciler, diğeri ise Kudüs’tür. Bu sorunlar bugün Filistin meselesinin çözümün de kilit noktası olan iki sorundur. Filistinli mülteciler konusunda İsrail başka Araplar başka tezler sürerler. İsrail’e göre Arap orduları Filistin toprakları na girmeye başladıklarında önlerindeki Filistinli Arapları engel olarak görmüş ve onlara civar ülkelere geçmelerini söylemiş. 

Böylece milyonlarca Filistinli Arap, Arap ordularının ayaklarına bağ olmamak için diğer ülkelere gidiyorlar. Sonra Arap ülkeleri savaşta yenilince ve o topraklar İsrail’in eline geçince Filistinliler geri dönemediler ve mülteci olarak kaldılar. Araplar ise İsrail’in tüm Arapları dışa göçmeye zorladığını söylüyor. Ortada iki tez bir gerçek var. O gerçekte milyonlarca Filistinlinin çözülemeyen sorunları. O dönemdeki mültecilerin çocukları hak iddia ediyorlar “ Ya İsrail bizi kabul etsin ya da bize tazminat ödesin ” diyorlar. Küçücük bir İsrail’in o kadar insanı 
ülkesine kabul etmesi, onları barındırması ve onlara istihdam sağlaması mümkün değil. Tazmin etmesi içinse bütün bütçesi bile yetmez. Bu sorun ne kısa vadede ne de uzun vadede çözülecek gibi görünmüyor. 

Bu mesele çözülmeden de birçok Arap anlaşmaya yanaşmıyor. Yani bu mesele oldukça karmaşık bir halde. Kudüs meselesi ise apayrı bir mesele. Kudüs 
tek tanrılı üç din içinde kutsal bir şehir. Bu özelliği hesap edilerek ayrı bir statü verilmişti. 1949’da Doğu Kudüs’ü Ürdün, Batı Kudüs’ü ise İsrail almıştı. Hatta 1950’de İsrail Batı Kudüs’e başkent demişti. 

1967’de yani 3. Arap İsrail Savaşı’nda Kudüs’ün doğusu da İsrail tarafından işgal ediliyor. 

Daha sonra ise Doğu Kudüs’ü ilhak edip;” Birleşik Kudüs sonsuza dek benim başkentim” diyor. Hemen hemen devletlerin tamamı bu kararı protesto 
etmişler ve kendi diplomatik temsilciliklerini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımamış lardı. Ama 2000’lerden sonra ABD başta olmak üzere İsrail’in Başkenti olduğu fiilen kabul edilmiş gibidir. Bu durumu Müslümanlar kabul etmeyeceğine göre Kudüs sorunu çözülmeden bekliyor. Filistin meselesini içinden çıkılmaz 
duruma sokan iki başlık budur. 1950’lerin başlarından itibaren Filistin meselesinde yumuşamalar görülüyor. Çünkü o dönemde devletlerin dikkati İran, Türkiye gibi ülkelerde. Filistin değil petrol gündemdedir. 1952’de Mısır’da olağanüstü bir gelişme oluyor. Cemal Abdülnasır ortaya çıkıyor. 

Monarşi yıkılıyor ve Cumhuriyet kuruluyor. Cemal Abdülnasır Arap politikalarına hükmeder duruma geliyor. 1956 yılında Süveyş Kanalını millileştiriyor. 

Bu İngiltere ve Fransa’nın bölgeden ekarte edilmesi anlamına geliyor. Bunun üzerine Londra’da konferanslar yapılıyor. Maalesef Türkiye bu konuda hep batının yanında yer alıyor. Sonra İngiltere ve Fransa durumu düzeltemeyecekleri ni anlıyor ve İsrail, Fransa ve İngiltere Dışişleri Bakanları İsviçre’de Serv’de bir araya geliyorlar ve Sevr Protokolü imzalıyorlar. Bir savaş senaryosu yazılıyor ve uygulamaya geçirme kararı alınıyor. Senaryoya göre, İsrail, Mısır topraklarına girmeye başlayacak. İşgale uğrayan Mısır birlikleri karşılık verince İngiltere ve Fransa hem İsrail’e hem de Mısır’a “Derhal ateşi durdurun. Süveyş kanalının x metre kadar gerisine çekilin” diyecekler. İsrail buna uyacak ama Mısır uymayacak  Mısır uymayınca İngiltere ve Fransa Mısır topraklarına girerek kanalın iki yakasını kontrole alacaklar. Serv’de alınan bu kararla savaş 
senaryosu hiç sapmadan uygulamaya konuluyor. 

Bunlar olurken ABD başkanlık seçimleriyle uğraşıyor. SSCB ise Macaristan’ı dize getirmekle meşgul. O dönemde Macaristan’da komünizmden sapmalar 
yaşanıyor. 1956 yılında SSCB tankları Macaristan’a giriyor ve bu ayaklanmayı bastırıyor. Zamanlama da mükemmel bir durumdur. Tabi sonuç İngiltere ve Fransa’nın beklediği gibi olmuyor. Rusya Macaristan’ı dize getirdikten sonra önce İngiltere ve Fransa’ya bölgeden çekilmelerini söyleyen nota gönderiyor. 

Amerika’ya ise beraber bölgeye asker çıkarıp, durumu normalleştirmeyi söylüyor. O dönemde ABD Başkanı Eisenhower, Sovyetlerin Ortadoğu 
bölgesine asker çıkarması teklifinden rahat-sız oluyor. Çünkü Sovyetler ilk defa bölgeye asker çıkarmaktan bahsediyor. Bunun üzerine Sovyetleri daha fazla galeyana getirmemek için Fransa ve İngiltere’ye ültimatom vererek derhal bölgeden çekilmelerini istiyor. İngiltere ve Fransa bu ültimatoma uyarak bölgeden çekiliyor. Böylelikle Nasır misyonunu tamamlamış oluyor. Çünkü bu olayla ABD Ortadoğu’ya giriyor, İngiltere ve Fransa bölgeden tamamen çıkıyor. Eisenhower sonraki seçimlerde yeniden seçiliyor ve Sovyetlerin bölgeye asker çıkarmasından endişelendiği için 1957 yılında Eisenhower Doktrini’ni ilan ediyor. Bu doktrinin özelliği; “İsteyen bölge devletleri, benden yardım istediği zaman, ben bölgeye asker sokarım”. Bu tarihten sonra Ortadoğu bir dizi krize sahne oluyor ve ABD hepsinde asker kullanıyor. 

1950’li yılların sonundan itibaren Yaser Arafat’ın öncülüğünde FKÖ’nün kurulduğunu görüyoruz. 1969 senesinde El Fetih ve FKÖ birleşmişlerdir. 
1960’lı yıllarda özellikle sonra çarpışmalarında FKÖ’nün etkili olduğunu görüyoruz. Özellikle Ürdün’den İsrail’le giriş yaparak sınır çatışmalarını 
sürdürüyorlar. 1967 3. Arap-İsrail Savaşına kadar çatışmalar bu şekilde devam ediyor. Bu savaş Filistin meselesi açısından bir dönüm noktası teşkil eder. 1967 yılına kadar Filistin-İsrail çatışmasının özü İsrail’i bölgeden defetmek, bu devleti haritadan silmektir. İsrail içinse kendi varlığını idame ettirebilmek için mücadele etmekti. Ama 1967 yılındaki savaştan sonra her şey değişti. Bu savaş altı gün sürmüştür. İsrail altı gün içerisinde tüm Suriye, Ürdün, Irak ve Mısır birliklerini deyim yerindeyse perişan etmiştir ve topraklarını Mısır’dan Sina yarımadasına 
kadar genişletmiştir. Bu savaştan sonra 242 sayılı BM kararı alınmıştır. Bu karar “belirlenmiş sınırlar” tabirini kullanarak İsrail’in varlığını ve o anki sınırlarını 
garantiye almıştır. Bu kararı Filistinli Araplar reddetmişlerdir. Bundan sonra Arapların stratejisi, İsrail’in varlığına son vermekten işgal edilmiş topraklarını 
geri almaya dönüyor. İsrail’in stratejisi ise “barış için toprak politikası”na dönüyor. Ne kadar barış o kadar toprak diyor. 1967 savaşından sonra 
uluslararası ortamda bir yumuşama görülüyor. Bu yumuşama Ortadoğu’daki ilişkileri de etkilemeye başlıyor. Özellikle ABD, Ortadoğu’daki sorunları 
çözmek için harekete geçmeye başlıyor Mekik diploması denilen bir diploması türü geliştiriyor. Mısır, ABD, İsrail arasında adeta mekik dokunarak Mısır 
ve İsrail barıştırılmaya çalışılıyor. 1970 yılında Cemal Abdülnasır öluyor ve yerine “aptal” olarak nitelendirdikleri Enver Sedat geçiyor. Mısır askerlerinin 
amacı bu silik kişiliği başa geçirip elinden yetkilerini almayı planlarken Enver Sedat bambaşka çıkıyor. Bunu sağlayanda arkasındaki güçtür. Ben 

4. Arap-İsrail Savaşı’nın da senaryo savaşı olduğunu düşünüyorum. Bu savaş sonunda ne Mısır ne de İsrail galip gelir. Bu savaşla Mısır’a prestiji iade edilmiştir. Bu savaştan hemen sonra mekik diplomasi devreye girer ve nihayetinde iki devlet ABD aracılığıyla uzlaşır. İsrail’i ziyaret eden ilk Arap lider Enver Sedat’tır ve İsrail meclisinde bir konuşma yapar. Arkasından İsrail Devlet Başkanı Mısır’a gitmiştir. Mısır İsrail’i tanımaya hazır hale gelmiştir. Bu tanıma 
da 1978 Camp David Anlaşmalarıyla olmuştur. Sina yarımadasındaki topraklarını geri alma karşılığında İsrail’i tanıyor. Ve tabi ki Arap Dünyası’ndan da tecrit ediliyor. Mısır, İsrail’i tanıdığı andan itibaren, bölgede en çok ABD yardımı alan ikinci ülke oluşur. Mısır’ın İsrail’i tanımasından sonra olaylar daha farklı bir seyre giriyor. Arap-İsrail Anlaşmazlığı, 1979 yılının Şubat ayında gerçekleşen İran İslam Devrimi ve 1979 yılında Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesiyle Ortadoğu gündeminde geri plana düşüyor. 1980 yılında sekiz yıl boyunca sürecek olan 
İran-Irak Savaşı başlıyor. 1987 yılında 1. İntifada’yla Arap-İsrail sorunu tekrar gündeme geliyor. Bu yıldan itibaren sorunun çözümüne ilişkin Madrid görüşmeleri başlıyor. 1988 yılında Yaser Arafat, 242 sayılı kararı kabul ediyor yani dolaylı olarak İsrail’i tanımış oluyor. Madrid görüşmelerinden sonra imzalanan ilkeler bildirgesi ve Oslo Anlaşması’da resmen İsrail tanınmış oluyor ve Filistin Devleti’nin aşama aşama kurulmasına karar veriliyor. Fakat bu 
aşamaların hiçbirisi gerçekleşmiyor. Suriye, Lübnan ve Ürdün’le görüşmeler başlatılıyor. Arap Ülkeleriyle yapılan barış görüşmeleri sadece Ürdün’ün İsrail’i 
tanımasıyla sonuçlandı. Üstelik Filisin Devleti’nin kurulmasına giden yol İsrail’in politikalarıyla tıkandı. 2000 yılında 2. İntifada olayı patlak verdi. 

2. İntifada kasap lakaplı Ariel Şaron’la ilgilidir. Muhalefet Lideri olan Ariel Şaron Müslümanlarca kutsal olan El Aksa Camii’ni ziyaret ediyor. Bu ziyarete Cuma namazından çıkan Filistinli Araplar büyük tepki gösteriyorlar. Bu andan itibaren Ariel Şaron’un iktidarıyla sonuçlanacak olan 2. İntifa’da başlıyor. Şaron iktidara geldikten sonra uzlaşmaz bir tutum sergiliyor ve barış görüşmeleri sekteye uğruyor. Arapların tamamen olaydan çekilmesiyle Filistin-İsrail meselesi haline gelen olay çözümsüz kalıyor. 2004 yılında Yaser Arafat hayatını kaybediyor. 
Onun yerine daha batı yanlısı olan Mahmut Abbas Filistin Başkanlığı (İlkeler bildirgesi ile Filistin, Filistin Özerk Yönetimi oluyor) görevine getiriliyor. 
2006 yılında yapılan genel seçimlerde HAMAS büyük bir farkla hükümet olmaya hak kazanıyor. 

Bu da Filistin’in ikiye bölünmesine yol açıyor. Gazze’ye hakim olan Hamas iken Batı Şeria’ya El Fetih hakim oluyor. Şuan Gazze abluka altındadır. 

Teşekkür ederim. 


ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU - 2011 






***