29 Temmuz 2015 Çarşamba

İNÖNÜ ÇOK PARTİLİ DEMOKRATİK DÜZENİ NASIL KURDU?



İNÖNÜ ÇOK PARTİLİ DEMOKRATİK DÜZENİ NASIL KURDU?




Bu yazı serisine başlarken şunu açıkça beyan etmek isteriz ki; günümüzde Çağdaş Demokrasinin en tabii hali olan çoğunlukçu demokratik düzenin kuruluşunun hikâyesi hayli enteresandır. Bu konunun en az bilinen yönü; zamanın Milli Şefi olarak adlandırılan İsmet İnönü’nün oynadığı roldür. Biz birkaç bölüm devam edecek bu yazı serisi içinde bu dönüşün baş mimarı İnönü’nün rolünü anlatmaya çalışacağız.
Atatürk gibi İnönü’de “Demokrasi” idealine belki genç bir subayken sahip olmuştu, ancak uygulama imkânına yavaş yavaş sahip oluyorlardı. Bu yolda ilerlerken de hiçbir zaman Orduyu kullanmak akıllarından geçmedi. Orduyu siyaset dışında tutarken siyasi yaşamın temel direği olarak partilerine güvendiler. Hatta Serbest Fırka olayında olduğu gibi Atatürk’ten tarafsız kalması istendiğinde, Atatürk hiç bir zaman “Ordu’nun başına geçerim” gibi bir söz kullanmamış fakat “o zaman bende partimin başına geçer öyle mücadele ederim” sözleriyle kriz anında tek çözüm kaynağının siyasi parti olacağını açıkça ortaya koymuştur. Atatürk’ün kendisinden sonraki döneme “siyaset dışı kalmayı benimsemiş” bir Ordu devredişi, onun dikkati çekmeyen, ancak demokratik yaşama geçiş döneminde üzerinde durulması gereken en önemli miraslarından biridir.[1]

Rauf Orbay’ın anılarında Cumhurbaşkanı seçildikten sonra İnönü’nün kendisine bir parti kurmayı teklif ettiğini ve Rauf Bey’in “Oh! Beyim siz yine Cumhur reisi ve biz yine muhalefette boğuşacağız” mealinde bir ifadeyle reddettiği belirtilmektedir. Tamamen Atatürk’ün izinden giden İnönü, yaşının 60’a dayandığı bir dönemde, ülkesini “çağdaş demokratik düzen”e bir kademe daha yaklaştıracak büyük adımı atmaya hazırlanıyordu. İnönü bu adımın da Atatürk’ün amacı olduğunu 10 Kasım 1962 tarihinde yaptığı bir radyo konuşmasında şu sözlerle ifade etmektedir:
“Eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de İkinci Dünya savaşından önce bile, gene bizzat Atatürk, eserini tamamlayacaktı. Çünkü Atatürk temel kanaatte Cumhuriyetin ve millet hâkimiyetinin, iktidar ve muhalefet partileri rejiminde olacağına yürekten inanmaktaydı.”.[2]

“Demokratik rejim, Atatürk idaresinin amacı olmuştur. Atatürk idaresi demokratik rejimi hazırlama devridir,”[3]

İsmet Paşa’nın Demokrasi konusundaki görüşleri de şöyledir:
“Demokratik yönetim insanlık yönetimidir. Biz bu yönetimi bütün çizgileri ile getireceğiz, geliştireceğiz. Demokratik kurumlarımız tamamdır. Bir eksiğimiz ikinci partidir. Bu işin tarihçesi şudur: Eğer İttihat Terakki, Hürriyet ve İtilaf Fırkası girişimini her ne pahasına olursa olsun anlayışla karşılayabilmiş olsaydı, iki parti geleneği ve eğitimi şimdi yerleşmiş olacaktı. Sonradan Hürriyet ve İtilaf Fırkası işbaşına geçti ve kör tutkuları onları hainliğe kadar götürdü. Cumhuriyet döneminde Terakkiperver Fırkasını bizim arkadaşlarımız kurdular. Şeyh Sait isyanı bizi korkuttuğu için, henüz yeni olan devrimi korumak için bu kaygıyla partiyi kapattık. Ama bu iyi bir şey olmamıştır. Onu koruyacaktık, hata ettik. Koruyabilseydik, şimdi bu gelenek de yerleşmiş olacaktı.
Bu eksiği tamamlayacağız. Bu kadar devrim yapmış olanlar, bunu da başaracaktır. Bu kuvveti ben kendimde görüyorum. Yalnız on yıllık bir emek ister. Osmanlı İmparatorluğundan ayrılan bütün uluslar Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar, hatta Araplar, Mısır becerir de Türkler yapamazlar mı? Böyle şey olur mu? Mutlaka bunu başaracağız. Baskı yönetimi kolaydır. Önemli olan demokrasiyi işletmektedir.İkinci partiyi koruyacağım, büyük partiye ezdirmeyeceğim. Bu parti Mecliste kurulacak orada kurulursa ona karşı da durumumuz aynı olacaktır.”[4]

1944–1945 yıllarına yaklaşırken Çankaya’daki akşam yemeklerine davet ettiği arkadaşları ile tartışırken ortaya koyduğu bu görüşler[5] İsmet Paşa’nın kesin kararlılığının belirtileridir. Bu akşam yemeklerine katılanların anlattıklarına göre, İsmet Paşa, bir parti kurulmasından yanadır ve çevresinde bunu kurabilecek adamlar aramaktadır. “Ekonomide bazı hükümetlerin, bazı kişileri zengin etmek için teşvik pirimi verdikleri gibi, İsmet Paşa’da parti kuracak olana bazı garantiler vermektedir”.[6]

Ahmet Şükrü Esmer İnönü’nün bu görüşlerini şu sözlerle teyit etmektedir.[7]
“Zorunlu demeyeceğim ama o günkü (1945 yılı) uluslararası şartlar İsmet Paşa’yı itti. İnönü zaten öteden beri çok partili hayatı kurmak kararındaydı. İnönü iktidara 1938’de geldi, fakat süratle savaşa doğru gidiliyordu. Savaş içinde çok partili bir hayat elverişli bir durum olmayacaktı. Onun için bekledi. Biz yerimizi demokrasiler cephesinde almıştık”.[8]

Suat Hayri Ürgüplüye göre “CHP içindeki büyük bir arkadaş grubu zamanın erken olduğunu öne sürüyorlar ve demokratik sisteme geçmek için İkinci Dünya Savaşının bitmesini ve memlekete sükûnet geldikten sonra bunun denemesinin yerinde olacağını telkin ediyorlardı. İnönü buna karşıydı. Ve enerjisiyle muhakkak bir an evvel demokratik hayata geçmeyi istiyordu”.[9]
Halk Partisi politikacılarının haklı olarak bazı endişeleri vardı. Onlar siyasi, sosyal, dini her türlü irticadan ürküyor, halkın isteği dışında yapılan bütün atılımların aleyhlerinde kullanılacağını tahmin ediyorlardı.
İsmet İnönü 19 Mayıs 1945’te yaptığı bir konuşmayla demokrasi ile ilgili tartışmalara yeni bir boyut kazandırmıştı.

“Memleketimizin siyasi idaresi Cumhuriyetle kurulan halk idaresinin her istikamette ilerlemeleri ve şartlarıyla gelişmeye devam edecektir. Harp zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir. Büyük Meclisin şimdiye kadar parlak bir surette ispat ettiği hakikat halk idaresinin memleketi serbest düşüncelere ve hürriyet hayatına alıştırıp eriştirmesi ve geçmişte olan otoriter idarelerden daha kuvvetli olarak vatanda anarşiyi ve sözü ayağa düşürmeyi kaldırması olmuştur. Büyük Meclis az zaman içinde büyük inkılâplar geçirmiş bir memleketin sarsıntılara uğramadan, daha ziyade ilerlemesini temin edecektir”.[10]
Aynı günlerde İsmet İnönü’nün yakınlarında görülen ve ara seçimlerde memleketi Kocaeli’nden milletvekili seçilen hukuk profesörü Nihat Erim, o gece (19 Mayıs 1945) İnönü’nün görüşlerini şu şekilde ifade ettiğini söylemektedir.
“Bizim şimdiki sistemimiz baştaki şahsa dayanmaktadır. Bu türlü idareler ekseriya pek parlak başlar, hatta bir süre parlak devam eder. Fakat bunun sonu yoktur. Baştaki şahıs sahneden çekildiği zaman nasıl bir akıbetle karşılaşılacağı bilinemez. Tek parti rejimleri normal demokrasi usulleri ile idare şekline intikal edemedikleri, hiç değilse bu zaruri olan intikali tam zamanında yapamadıkları için yıkılmışlardır. Yıkıntının arasında da birçok zahmetlerle meydana getirilen bir eserin hepsi heba olmuştur. Memleketimizi böyle bir akıbetten korumalıyız. Ciddi ve esaslı murakabe ve muhalefet sistemlerine süratle geçmeliyiz”
“Ben ömrümü tek parti rejimi ile geçirebilirim. Ama sonunu düşünüyorum. Benden sonrasını düşünüyorum. Bu sebepten vakit geçirmeden işe girişmeliyiz”[11]
Aynı günlerde Mecliste ünlü “Toprak Kanunu” tartışılıyor (4–18 Mayıs 1945) ve parti içi muhalefet şekilleniyordu. 7 Haziran’da verilen dörtlü takrir nedeniyle 11 Haziran günü CHP Genel İdare Kurulu önemli bir toplantı yapıyordu. Bu toplantıda İnönü arkadaşlarını dinledikten sonra görüşünü şu sözlerle belirtti:
“Bunu parti içinde yapmasınlar. Çıksınlar, karşımıza geçsinler, teşkilatlarını da kursunlar ve ayrı bir parti olacak mücadeleye girişsinler”.[12]
1940’ların ortalarında İnönü’nün arzusunun uzun zamandan beri rejimin daha liberalleşmesi olduğu biliniyordu. Dörtlü takriri veren milletvekillerinin İnönü’nün bu görüşlerini bilmediklerini iddia etmek ve İnönü’nün desteğini hesaba katmadan tamamen kendi insiyatifleri ile “büyük çıkışı” başlattıklarını söylemek inandırıcı olamayacaktır. İsmet Paşa “mini muhalefet”in niyetini anlamıştı, onları itmek, teşvik etmek ve kanat germek istiyordu. Muhalefet partisini Celal Bayar gibi tecrübeli bir arkadaşın kurması onun bir hayali idi. Bu konuda, o tarihte CHP Grubu Başkanvekili olan Kazım Özalp’in ilginç anıları vardır. Özalp (Paşa) hem İnönü’nün, hem de Bayar’ın yakın ve eski bir arkadaşı idi. İnönü kendisine defalarca Bayar’ın muhalefet partisini kurmasını arzuladığını bildirmiş, bunu Bayar’a duyurmasını talep etmiştir. Bayar her defasında kendisinin mazur görülmesini istemiş, böyle bir hareketi düşünmediği cevabını vermiştir. İnönü ısrarından vazgeçmemiş ve sık sık Özalp’a Ne oldu? Yapacak mı? sorusunu sormuştur.[1]

Aynı günlerde İnönü’nün kararlılığını öğrenen Saffet Arıkan, Recep Peker, Mümtaz Ökmen, Şemsettin Günaltay gibi aslar kendisine Paşam bu izni verirseniz sizin için öyle şeyler söylerler, öyle hakaretler yağdırırlar, öyle iftiralar atarlar ki dayanamazsınız, vazgeçiniz” dediklerinde İsmet Paşa “dayanırım” cevabını verecek[2] ve yeni bir parti kurulması çalışmalarını dikkatle izleyecektir.

Suat Hayri Ürgüplü Bayar’ın istifası üzerine yapılan durum değerlendirmesi sırasında, İnönü’nün kendisine “Ürgüplü, sen parti reisliği yaptın, bu kadar parti içindesin, partinin, senin kanaatiniz nedir?” diye sorduğu zaman “Bayar’ı iyi tanımadığını ancak behemehâl bir parti kuracağı” cevabını verince, İnönü kendi görüşlerini şöyle açıklar:
Sayın Bayar parti kuracaktır, bu memleket için hayırlı olacaktır. Müstakil grup yerine müstakil bir partiyle karşı karşıya kalacağız. Şimdi buna çalışmalısınız, hazırlığınızı yapın.[3]

Celal Bayar’ın o dönemle ilgili anıları da şöyledir:
“Saraçoğlu Şükrü’nün Başvekilliğinin ilk günlerinde İsmet Paşa beni köşke davet etti. İçerde havuzlu bölümde beni kabul etti. Yanında biri Yakup Kadri Bey olmak üzere bir kaç kişi vardı. Beni ilgilendirmeyen bir konuda biraz konuştular. İsmet paşa elimden tutarak;
– Size söyleyeceklerim var…. dedi iç hole götürdü. Orada bana:
– Sizinle beraber çalışacağız, arkadaşımız olacaksınız dedi. Ben olumlu, olumsuz karşılık vermeden yüzüne baktım, vedalaşarak ayrıldım. Birkaç gün sonra Şükrü Saraçoğlu davet etti. Bana grup başkanvekilliğini teklif etti. Düşünmek için mühlet istedim. İki gün sonra Refik Şevket İnce ziyaretime gelerek bu tekliften bahsetti ve kabul etmemi istedi. Hâlbuki ben hükümetin gidişini beğenmiyordum. Grup başkanvekili olmak beğenmediğim politikayı gruba hazmettirmek işini omuzuma almaktı.
– Müstakil Grup Başkanvekilliğini kabul ederim dedim.
Saraçoğlu’nun teklifini kabul etmediğimi İsmet Paşa’ya söylemem gerekir diye düşündüm. Randevu alarak köşke gittim ve çalışamayacağımı söylediğim zaman Paşa,
– Saraçoğlu çok üzülecek, dedi
Birkaç zaman sonra İstanbul’a gittim. Beni Harbiye’de bir eve götürdüler. Orada Topçu İhsan, Cafer Tayyar Paşa, Hasan Rıza Bey vardı. Tanımadığım birkaç kişi de bulunuyordu. Bir parti kurmak lazım geldiğini söylüyorlar, beni bu işe teşvik ediyorlardı. İzmir’e gittim, orada da halkın eğilimlerini yansıttıklarına inandığım kimseler aynı yolda teşvikler yaptılar.”[4]

İnönü çoğunlukçu demokratik düzene geçişi hızlandıran en önemli konuşmalarından birini 1 Kasım 1945’te Meclis’in açılışı sırasında yaparak Celal Bayar ve arkadaşlarına en büyük desteği verdi.
Her manasıyla bir ortaçağ kurumu olan imparatorluktan modern, medeni ve bütün insanlık prensiplerini temel tutan bir Cumhuriyet doğmuştur. Devletin karakterinin, bu kadar büyük değişiklikleri meydana getirebilmek için devrimci olması zaruridir. İlk devirlerde fesin yerine şapkanın giyilmesini, devletin laik bir Cumhuriyet olmasını ve Latin harflerini, bütün bunları açık ve uzun bir tartışma ile kabul ettirmemizi insaflı hiç kimse bekleyemezdi. Türkiye’de demokrasi usullerinin geçmişe ait hesapları yapılırken bütün büyük devrimlerin 1923’ten 1939’a kadar meydana geldiği ve altı seneden beri de bir Cihan harbi içinde bulunduğumuz unutulmamalıdır.

Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. Bu yolda memlekette geçmiş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda bulunanlar tarafından teşvik olunarak teşebbüse girişilmiştir. İki defa memlekette çıkan tepkiler karşısında teşebbüsün muvaffak olamaması bir talihsizliktir. Fakat memleketin ihtiyaçları şevkiyle hürriyet ve demokrasi savaşının tabii işlemesi sayesinde başka siyasi partinin de kurulması mümkün olacaktır.
Tek dereceli olmasını dilediğimiz 1947 seçiminde milletin çoklukla vereceği oylar gelecek iktidarı tayin edecektir. O zamana kadar bir karşı partinin kendiliğinden kurulup kurulamayacağını ve kurulursa bunun Meclis içinde mi, dışında mı ilk şeklini göstereceğini bilemeyiz. Şunu biliriz ki, bir siyasi kurul içinde prensipte ve yürütmede arkadaşlarına taraftar olmayanların hizip şeklinde çalışmalarından fazla, bunların kanaatleri ve programları ile açıktan durum almaları, siyasi hayatımızın gelişmesi için daha yapıcı bir tutumdur.”[5]

Asım Us; o dönemdeki izlenimlerini şu sözlerle özetlemektedir:
“Öyle anlaşılıyor ki, dörtlü takrir parti Grubuna verildiği zaman, İsmet İnönü bunların fikri ayrılıklarını görmüş ve kendilerini bir karşı parti yapmaya mecbur edecek vaziyet almıştır. Partiden çıkarılmaları bunun neticesidir. İsmet İnönü, bir karşı parti teşkilinin demokrasinin gelişmesi bakımından zaruri olduğuna kani bulunduğu için, Demokrat Parti’nin kurulmasına yardım edecek (gibi) görünüyordu.”[6]

Bu arada CHP’nin sesi durumunda olan Ulus gazetesinde Falih Rıfkı Atay:
“Siz de partinizi kurunuz, programınızı yapınız, açık, belli fikirlerle meydana atılınız. Demokrasi memleketin ve milletin hayrını kendi düşündüklerinde gören partiler arasında bir savaşmadır.”[7] ve “Partiler kurulmak isteniyorsa da olmaz mı diyoruz? Partiler kurulmuştur da seçime katılmaktan mı menediyoruz” gibi yazılarla muhalefeti teşvik ediyordu.

1 Aralık 1945’te Bayar’ın yeni bir parti kuracağı açıklandı.[1] Bunun üzerine Hüseyin Cahit Yalçın “Demokrasinin gerçekleşmesi için en az iki partinin bulunması gerektiğini, (ikinci parti) için de en iyi çarenin mevcut fırka içinden, bazı şahısların ayrılarak, esas programda aynı görüşte kalmakla beraber, bir kontrol partisi vücuda getirmeleri olacağını söylemiş ve bunun çok faydasının görüleceğine inanmıştık. İşte şimdi bu yeni partiyi biz böyle bir kontrol partisi mahiyetinde görüyoruz”[2] sözleriyle yeni partiyi desteklerken, F.R. Atay’da Ulus’un 3 Aralık 1945 tarihli sayısında “Yeni Bir Muhalefet Partisi” başlığı altında yazdığı bir yazı ile tabiatıyla İsmet İnönü’nün onayı altında Celal Bayar’ı şu sözlerle teşvik ediyordu:

“Celal Bayar’ın Kemalizm davasına ve Türk devrim geleneklerine uygun bir muhalefet partisi kurmaya ve işletmeye muvaffak olmasını bizde en aşağı kendisi ve arkadaşları kadar dilemekteyiz. Celal Bayar bizim partimizde fazileti, dürüstlüğü ve ülkücülüğü ile şöhret kazanmıştır. Karşımızda bu vasıfta bir liderin muhalefet partisini kurmasından memnun olmamak imkânı var mıdır?”[3]
3 Aralık 1945’te CHP’den istifa eden Bayar’ı 4 Aralık günü yemeğe davet eden İsmet Paşa kendisi ile yeni parti kuruluşu, ana ilkeleri konusunda bir görüşme yapmıştır. Bu arada Bayar, yeni partinin rozeti ve programını da yanında götürmüştü. İnönü programı okuduktan sonra şu soruları sordu:

– “Terakkiperverlerde olduğu gibi, “İtikadı diniyeye riayetkârız diye bir madde var mı?”

Celal Bayar,
– Hayır Paşam. Laikliğin dinsizlik olmadığı var, cevabını verdi.
– Ziyanı yok. Köy Enstitüleriyle, İlkokul seferberliğiyle uğraşacak mısınız?
– Hayır
– Dış Politikada ayrılık var mı?
– Yok
– O halde tamam”[4]

Refik Şevket İnce’nin “Günlüğü”nde belirttiğine göre Celal Bayar, İnönü ile üç saat görüşmüş, İnönü kendisinin kuşkulandığı her şeyi sormuş. Celal Bayar fikirlerini söylemiş. Hepsine memnuniyetini göstermekle beraber;
“Çalışınız sizi ezdirmem” demiştir.[5]

Celal Bayar’da daha sonra bu görüşme ile ilgili olarak “Halk Partisinin sayın lideri İsmet İnönü Türkiye’de demokrasinin kurulmasını samimiyetle istiyordu” diyecektir.[6]

İnönü 75.doğum yıldönümünde Akis dergisinin kendisi ile yaptığı görüşme sırasında bu görüşme ile ilgili olarak şu sözleri söylemiştir:
“Sayın Celal Bayar hazırlamış olduğu Demokrat Parti Programını bana getirmek nezaketinde bulunduğu zaman, kendisi ile partisi hakkında ilk görüşmemiz oldu. Hiçbir zata, bir parti teşkil etme teklifinde bulunmadım”.[7]

İsmet Paşa Cumhuriyet’in kurucusu eski arkadaşlarından da o yıllarda şikâyetçidir ve şikâyetini şu sözlerle dile getirmektedir.
“Rauf Bey (Orbay) milletvekilliğini geri çevirir, elçilik önerilir, kabul etmez. Celal Bayar’a görev önerilir, geri çevirir. Mareşal geri çevirir. Neden? Biz ülkeye kötülük mü yapıyoruz? İhanet mi ediyoruz?”.[8]


Bütün bu olaylar bir ay sonra (7 Ocak 1946)’da kurulmuş olan Demokrat Parti’nin adım adım, her safhada İsmet Paşa’nın hoşgörüsü, izni, teşvik ve desteği ile kurulmuş olduğunu göstermektedir.[9]

İsmet Paşa Sovyetler Birliği ile siyasi gerginliğin artan bir tempo ile geliştiği bir dönemde ne bir “sol” ne de geriye dönüş özlemi ile yanan bir “sağ” muhalefeti göze alamazdı. Tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi muhalefet kendi güvendiği kişilerin kontrolünde kurulmalıydı. Bu nedenle Celal Bayar olabildiğince desteklenecekti:
Celal Bayar’ın “İnönü, ben Adnan Menderes ve arkadaşlarımızın kurduğu Demokrat Partide demokrasinin kurulmasını samimiyetle istemiştir”[10] şeklindeki açık ifadelerine rağmen mili mücadele döneminin ünlü ismi Ahmet Ağaoğlu Bey’in oğlu Samet Ağaoğlu’nun bu konudaki görüşleri tamamen olumsuzdur.

Mesela ben ve benim gibi bu partide sorumluluk yüklenmiş kimselerin büyük çoğunluğu İsmet Paşa’nın demokrasinin kurulmasını samimiyetle istediğine inanmamıştık. O kadar inanmamıştık ki, 10 yıl boyunca ileri sürdüğümüz belli başlı sloganlardan biri de “İnönü ile demokrasi kurulmaz” sözü oldu. Biz İsmet Paşa’yı hep demokrasi aleyhinde olarak kabul ettik, ona ve partisine hep bu silahla hücum ettik. Ben bugün de aynı inançtayım (1972). İnönü hiçbir zaman demokrasi kavramına samimiyetle bağlı olmamıştır”.[11]

Muhalefetin oluşmasında farklı görüşte olanlar da vardır. Bunlardan Hikmet Özdemir’in görüşleri şöyledir.[12]

“Gerçekte, İkinci Dünya Savaşı boyunca çektiği sıkıntıyı, karaborsayı, Milli Şef İsmet İnönü’ye ve CHP’ye bağlayan halk, bütün bunların sorumlusu diye gösterilen adamı ve bürokrasisini iktidardan uzaklaştırmak için uygun ortamı beklemiştir. Kaldı ki, DP’nin doğuşunu ve gelişmesini hazırlayan, programları ve önderlerinin söylevlerinden çok, halkın içinde tek parti rejimine karşı kendiliğinden gelişen muhalefet olmuştur. Nitekim DP önderlerinin 1946’ya kadar uzun süren bir muhalefetle, gazete çıkararak, örgütlenerek, tutuklanıp hapse girerek ün yapmış politikacılar olmadıkları bilinmektedir. 1945 ortasında Mecliste muhalif tutum ve harekete başlayanların, 1946’da kitlelerin önderi haline gelmeleri, dikkatle üzerinde durulması gereken bir olgudur”.[13]

1946 yılı başlarından itibaren DP teşkilatlanmaya başlarken İnönü, muhalefetin elinden bazı kozları almak ve partisine daha liberal bir biçim vermek için 25 Nisan’da yayınladığı bir bildiri ile CHP kurultayını 10–11 Mayısta olağanüstü bir toplantıya çağırıyordu. Bu kurultayda önemli kararlar alınmıştır. Bizzat İnönü’nün önerisiyle, kendisinin “Değişmez Başkan” sıfatı kaldırılmış, sınıf esasına göre dernekler kurulabileceği kabul edilmiş ve Türk tarihinde ilk defa olarak tek dereceli seçim sistemi kabul edilerek artık önemi kalmamış olan, parti içi muhalefet örgütü “Müstakil Grup”ta lağvedilmiştir, Bunun yanında 1947 yılında yapılması gereken genel seçimlerin 21 Temmuz 1946 tarihinde (2 ay kadar sonra) yapılması uygun görülmüştür.[14]

Ünlü 1946 seçimleri bu havada baskın şeklinde ve DP daha yurt çapındaki örgütlenmesini tamamlayamadan yapıldı. “46” seçimleri olarak anılacak bu seçim tartışmalı sonuçlarına rağmen Türkiye’de “tek dereceli” ve “çok partili” olarak yapılan ilk seçimdir. Seçim sonunda 403 CHP’li, 54 DP’li ve 8 bağımsız milletvekili Meclis’e girmiştir. Meclis 5.8.1946’da ilk toplantısını yapmış ve yeni hükümet Recep Peker tarafından kuruldu ve ülkede çok partili demokratik düzene geçiş için ilk adımlar çok tartışmalı bir siyasi yaşama doğru atılmaya başlandı.

Bu yazı serisini bitirirken şu gerçeği haykırmak isteriz ki; bütün aleyhte konuşmalara, ithamlara, yakıştırmalara rağmen Türkiye’de çok partili demokratik düzeni planlayan ve kuruluşunu hazırlayan Mustafa Kemal politikasının en yakın uygulayıcısı, ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü olmuştur. Günümüz politikacılarının siyasi rant elde etmek amacıyla bu onuru sadece Demokrat Parti ve onun liderlerine vermeğe çalışmaları pek doğru bir değerlendirme sayılamaz ve mümkün olduğu kadar derinlemesine ele aldığımız tarihi gerçeklerle uyuşmamaktadır.

Bize göre Demokrat Parti liderleri tarihi gelişmelerin kendilerine verdiği şansı çok iyi kullanmış ve tek parti iktidarı ve yapılan devrimlerden doğan hoşnutsuzluğun sonucu olarak 1950 seçimlerinde büyük bir oy desteği ile iktidar olmayı başarabilmişlerdir. Böylece ilk defa bir muhalefet partisinin normal bir seçim sonucu iktidara gelmesini başarmış ve çok partili demokratik düzeni başlatmışlardır.


Dr. M. Galip BAYSAN


DİPNOTLAR:

[1] F. ve B. Ahmad, a.g.e., s.15
[2] H.C. Yalçın, Tanin, s.12, 1945; F. ve B. Ahmad, a.g.e., s.15-16
[3] F.R. Atay, Ulus, 3.12.1945; Tek Partiden Çok Partiye, s.41–42
[4] Tek Partiden Çok Partiye, s.41–42
[5] Milliyet, 1.10.19982; M. Kabasakal, a.g.e.,s.167
[6] Celal Bayar, Başvekilim, Menderes, s.9 (Derleyen İsmet Bozdağ, Baka Matbaası)
[7] Fahir Giritlioğlu, Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk partisinin mevkii-I, s.173 (Ayyıldız Matbaası, Ankara–1965)
[8] Celal Bayar Efsanesi, s.78
[9] T. Timur, a.g.e.,s.16
[10] S. Ağaoğlu, DP’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, Bir Soru, s.59 (Baba Matbaası–1972)
[11] Aynı eser, s.59
[12] Dr. Hikmet Özdemir, Rejim ve Asker–1989)
[13] Hikmet Özdemir, Rejim ve Asker, s.17
[14] T.Timur, a.g.e., s.53; C. Eroğul, a.g.e.s., 14; F. ve B. Ahmad, a.g.e,s.20; M. Goloğlu, a.g.e.,s.46-52; K.H. Karpat, a.g.e.,s.137


..

3 Mayıs 2015 Pazar

CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KADINLARIMIZIN DURUMU



CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KADINLARIMIZIN DURUMU



CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KADINLARIMIZIN DURUMU









Galip Baysan, 


CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KADINLARIMIZIN DURUMU
 Kurtuluştan sonra, 11 yıllık savaş döneminde ana bacı ve evlat özlemi çekmiş, onlara daha mutlu ve özgür bir yaşam sağlamak için mücadele vermiş olan Ordu mensuplarını, ülkedeki kadınların durumu fazlası ile rahatsız ediyordu. Durumlarının hemen düzeltilmesini gönülden istiyor, kadınların siyasal ve sosyal yaşama tıpkı erkekler gibi eşit şartlarda katılmasını arzu ediyorlardı.
Ancak bu konu Türk halkı için hem çok yeni, hem de hassas bir konuydu. Yanlış yorumlar yapılmasına, ölüme kadar giden çatışmalara sebebiyet verebilir, bu konuda katı davranışlar Türk insanını manevi açıdan yaralayabilirdi. Bu konuda en önemli görev Ordu mensuplarına ve Başkent çevresindeki bürokratlara düşüyordu. Ülkenin her yanına dağılmış bulunan askeri mahfeller (Ordu evlerinin başlangıç hali), kadınlar ve erkeklerin senenin, daha sonra ayın, haftanın belirli günlerinde kaç-göç olmadan ailece bir araya geldiği, günün imkânları ölçüsünde eğlendiği şehrin sosyal kültür merkezleri haline gelmiştir.
Bölgeler, alışkanlıklar ve tahriklerle yıllarca bu toplantıları yadırgamıştır. Subay-astsubay eşleri, kızları, kardeşleri için akla gelmeyecek iftiralar üretilmesine rağmen askerler bu konuda ısrarla yürümüşler ve asla taviz vermemişlerdir. Bugün, yaşları altmışın üzerinde bulunan asker çocukları, çocukluk günlerine ait anılar arasında dans bilmeden piste çıkan annelerinin, babalarının ayaklarına basarak nasıl dans ettikleri hikâyelerini asla unutamazlar. Ordu evlerinin bulundukları yörenin sosyal kültür merkezi olma özelliği 2000’li yıllara kadar, Anadolu’nun birçok şehir ve kasabasında aynen devam etmekteydi.
Türkiye’de Atatürk’ün kadın hakları konusundaki mücadelesi, dev boyutları olan bir olaydır. Günümüzde alelade görünen, nezaket eseri kabul edilen birçok olay, 1920’lerde bir facia nedeniydi. Sadece bu konu bile demokrasi-insan hakları bakımından ne kadar büyük mesafelerin aşıldığını göstermek için yeterlidir. Bu nedenle, incelememizde o dönemle ilgili bazı anılara yer vermek istiyoruz.

 “İlk balo Türk Ocağında verilmiştir. O zaman Türk Ocağı, eski Ankara’da, Şengül hamamı yanındaki eski bir Ermeni Mektebi binasında çalışıyordu. O güne ait hatıralar, balo gecesi bu harap binasının salonuna, duvar diplerine sandalyeler dizilmiş, herkesin suspus sıralanıp oturduğu, sessiz, hareketsiz, hatta kadınsız bir toplantı gibi gösterir. Gazi’nin, Orman Çiftliğinin istasyon binası yapılınca orada verdiği balo daha hoş sahneler gösterir. Burası küçük, iki katlı bir binadır. Balo bu binada verilecekti. Şehirden 5-6 km ilerdeki bu istasyona Gazi, davetlilerini birkaç Tren vagonunda götürür, çünkü hem muntazam yol yoktur, hem yeteri kadar otomobil bulunamaz. Davet sahibi misafirlerini trende, kompartımanları dolaşarak selamlar. Ama galiba hepsi hepsi üç kadın vardır. Yakup Kadri’nin, Falih Rıfkı’nın ve Ruşen Eşref’in hanımları. Gazi onların kompartımana gelince Leman Yakup Kadri hemen atılır:
Paşam, bu inkılabın kurbanları yalnız biz miyiz? Hani yaver beylerin, mebus beylerin, vekil beylerin hanımları?

Evet yaver Beylerin, mebus ve vekil beylerin hanımları yoktur. Balo salonunda da bazı hoş sahneler geçer.

Ortalıkta kadın görünsün diye, o zamanki Ankara’nın Fresko Barından getirilen birkaç artisti görünce, bu sefer de “inkilabın üç kurbanı biz miyiz” diye çıkışan hanımlar salonu terketmek isterler. Misafir artistler hemen oradan uzaklaştırılır.(1)
Kadın hareketi büyük bir hızla gelişti. Mustafa Kemal ve İsmet Paşa, davetlerin kadınlı olmasına bilhassa dikkat ederlerdi. Parola, ileride hiç bir gerilemeye imkân vermeyecek kadar, kadına her meslekte yer vermekti. Kadın milletvekili, belediye azası, hekim, avukat her şey olmalı, üniversitede erkeklerle beraber okumalı, seçimlerde oy vermeli, taassup şaşırıp kalmalıydı”.(2)
İlk Kadın Hukukçumuz, Ağaoğlu Ahmet Beyin kızı Süreyya Ağaoğlu’nun anıları çok ilginç bilgiler vermektedir:
 “Adliye Vekâletinde Melahat ile birlikte staja başladım. Öğle yemekleri bizim için bir problem olmuştu. Ne yapacağımız bilemez, peynir, ekmekle karın doyururduk. Zira o devirde Ankara’da “İstanbul Lokantası” adlı restorandan başka yemek yenilecek yer yoktu ve bütün mebuslar oraya giderlerdi. Tabii lokantanın hiç hanım müşterisi yoktu. Bir gün, babamdan izin alarak, Melahat ile o lokantaya gitti, ufak bir bölümde oturup yemeğimizi yedik. Herkes hayret içinde idi: iki genç kız tek başlarına lokantada yemek yiyordu. Bizi tanıdıkları için haber babama ulaşmıştı. Babam eve gelince “Başbakan Rauf Bey, Süreyya ile bir hanım arkadaşının lokantada yemek yediğini ve herkesin bundan bahsettiğini söyledi. Birde kütüphaneye giden bir hanım varmış, onun hakkında da dedikodu yapılıyormuş. Bundan sonra öğle yemeklerinde bana gelin” dedi.
Rauf Bey, kütüphanede çalışması yüzünden dillere düşen hanımın kendi kız kardeşi olduğunu sonradan öğrendi. Bu olaydan birkaç gün sonra tesadüfen Atatürk, Latife Hanım ile bize geldi. Bana çalışma hayatından memnun olup olmadığımı sordu. Bende bu hadiseyi anlattım. Onun beni tasvip etmesini beklerken o:

Babanın da, Rauf Bey’in de hakları var, dedi.

Ertesi gün Vekalette çalışırken, Adliye Vekili Necati Bey telaşla içeri girdi:
Sürayya hazır ol, Paşa gelip seni yemeğe götürecekmiş. Ben ve bütün arkadaşlar şaşırdık. Dışarı çıkınca Atatürk’ün gri bir açık otomobilde Siirt Milletvekili Mahmut Bey ve yaveri Muzaffer Bey’le oturduğunu gördüm. Bana:
Latife bugün seni öğle yemeğine bekliyor, dedi. Otomobili İstanbul Lokantası önünde durdurdu. Bozüyük Mebusu Salih Bey’i dışarı çağıttı. Tabii bütün mebuslar lokantadan fırladılar. Biraz onlarla konuştu. Sonra yüksek sesle:
Ben bugün Süreyya’yı bize götürüyorum, yarın lokantada yiyecek, dedi.
Evlerine gidince de Latife Hanım:
-    Akşam Paşa bu lokanta meselesine çok kızdı, gerekeni yapacağını söyledi, dedi.
Ertesi gün, bizim bu lokanta hikâyesini duyan bazı hanımlar, bu arada eski Bahriye Vekili İhsan Bey’in (Topçu) eşi Nuriye Hanım, Hamdullah Suphi Bey’in hanımı da öğle yemeğine restorana gelmişlerdi. Biz de bu hadiseden sonra rahatça dışarıda yemek yiyebildik.” (3)
Bir ülkenin başkentinde, bir genç kadının lokantada yemek yemesi, yalnız başına kütüphaneye gitmesi bile ahlaksızlık telakki ediliyor ve bunun düzeltilmesi için o ülkenin Devlet Başkanı ve eşinin doğrudan müdahalesi gerekiyordu. Atatürk bu konuda da taviz vermemiş ve kendisinden beklenen davranışları göstermişse de, bu davranışlar karşı tarafın anlayışı ölçüsünde olumlu-olumsuz yorumlamalar yapılmasına sebebiyet vermiştir. Hatta bir gün, yakın arkadaşı akrabası Fuat Bulca’nın evine misafir gittiğinde “Hanımefendi nerede?” diye kibarca sorduğu zaman, arkadaşının birden elini tabancasına attığı nakledilmektedir.(4)
Bazen emirle, bazen düşerek, bazen eller ceplere giderek, bazen de nezaketle. İşte, Türkiye Cumhuriyetinin başkentinde, bütün dünya için normal bir yaşam tarzı olan kadınlı-erkekli sosyal toplantılar böyle başladı. Merkezde M. Kemal Paşa’nın yürüttüğü önderlik görevi taşrada tamamen Orduya düşüyor gibiydi. Askerler arzu ettikleri nispette çevredeki sivil aydınları ve bürokratları da aralarına aldılar.
 (Aralarında on yılı aşkın bir süre beraber olduğum) Batı Ordularından ne İngiliz, ne Fransız, ne Alman, ne de Amerikan Ordusunun böyle bir görevi hiç bir zaman olmamıştır. Onlar bu gibi sosyal konularda daima çevreden alıcı olmuş, verici olmamışlardır. Oysa Türk Ordusu tam tersi bir şekilde “verici-öğretici” olmak zorunda idi, alternatifi yoktu.
Türkiye’de kadın hakları konusunda kısa bir süre içinde büyük gelişmeler elde edilmişse, bunda özellikle Anadolu’nun en ücra köşelerinde görev yapan subay ve astsubay eşleri ve çocukları ile yine onlar gibi ve hatta daha çok fedakârlıklarla büyük bir yalnızlık içinde görev yapma cesaretini üstlenmiş olan “bayan öğretmenlerimizin büyük payı vardır.(5)   Türk kadınının uyanmasında hem örnek olmuşlar, hem de adım adım oya işler gibi işleyerek Anadolu kadınını harekete geçirmişlerdir. Günümüz Türk Kadınları, Osmanlı dönemi ile ilgili bu gerçekleri çok iyi bilmeli ve aynı günlere dönüp dönmeme konusundaki kararını ve kararlılığını oyları ile belli etmelidirler.  

DİPNOTLAR:
(1)  Şevket Süreyya Aydemir:Tek Adam 3, s.261-262 
(2) Falih Rıfkı Atay : Çankaya, s.411-412
(3) Süreyya Ağaoğlu, Bir Ömür Böyle Geçti, s.41, 42 (İstanbul-1984)
(4) Tek Adam 3, s.261-262
(5) Bknz. Yahya Akyüz, Türkiye’de Öğretmenlerin Toplumsal Değişmedeki Etkileri (Doğan Basımevi-1972); Nermin Erdentuğ, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Eğitim ve Kültür Münasebetleri, s.62-95 (Kültür Bak. Ankara-1981); M. Galip Baysan: Milli Mücadele Dönemi ve Sonrasında Atatürk ve Demokrasi, s.28-44 (Ankara-1997)


..

Perinçek Yanlız Bırakılmamalı





Perinçek Yanlız Bırakılmamalı

 





Dr. M. Galip BAYSAN
mgbaysan@kemalistler.org
Tarih: 15-01-2015 14:25


Yıllar önce bu başlık altında yazdığımız yazıyı hatırlayan varmı? Bilemem ama olayın üzerinden 10 seneye yakın bir süre geçtiği için belki hatırlanmayabilir. Bu nedenle biraz özet bilgi vermemiz yararlı olabilir.
Lozan Mahkemesi,  hafızam beni yanıltmıyorsa 2006 yılı8nın Mart ayında Diaspora Ermenilerinin şikayeti üzerine açılan bir dava sonucu Perinçeği 90 gün hapis karşılığında, her gün için 100 frank hesap edilerek 9.000 İsviçre frangına mahkûm etmiş ve cezayı 2 yıl tecil etmişti. Perinçek’e ayrıca 3.000 frank para cezası verilmiş, ülkedeki Ermeni Cemaatine sembolik olarak 1.000 ve davayı açan Sarkis Şahinyan isimli Ermeniye de 10.000 frank ödenmesi istenmişti. Perinçek bu bu karara İsviçre Federal Mahkemesine müracaat ederek itiraz etmişti. Federal Mahkemenin bu kararı onaylaması ile Ermeni Toplumu lehinde verilen karar kesinlik kazanmış oldu. Mahkeme kararında” Pek çok tarihçinin, Avrupa Parlementosunun ve pek çok ülke Meclisinin Ermeni iddialarını kabul etmiş olmasını” gerekçe göstermişti.
Perinçek bu haksızlığa boyun eğmemiş ve büyük bir cesaretle ve güvenle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaat etmişti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İsviçre Hükümetine Karşı Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili davada Perinçek, daha doğrusu Türk Halkı lehinde karar verince Ermeni Diasporası durmamış ve bir karşı dava ile konuyu günümüze taşımış oldu. İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği karar; Tehcir olayının 100ncü yılına yaklaştığımız şu günlerde Türk tarafının elini son derecede güçlendirmiştir. Bu ayın sonunda görülecek dava işte bu davanın Ermeni versiyonudur.
 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde kazanılan dava sonucu nedeniyle, şu anda bütün kararları ulusumuzca tartışılan bir mahkemenin verdiği bir kararla yurt dışına çıkış yasağı bulunan Doğu Perinceğe ulusça büyük saygı duymalı ve şükranlarımızı sunmalıyız. Perinceği hiç tanımayan bir vatandaş olarak belirttiğimiz bu görüşler Ermeni Meselesi konusunda yıllarca süren araştırmalar yapmış ve 50 yıldır yakından ilgilenmiş ve hatta Ermeni dostu bile sayılabilecek bir Türk vatandaşı olarak samimi görüşlerimizdir.
 Perinceğin Ermeni Diyasporasının itirazı ve talepleri ile dava yeniden ele alınarak yenilenen bu davada bulunması veya bulunmaması sonucu ve kararı şüphesiz büyük ölçüde etkileyecektir.
  Bu dava öyle böyle alelade bir dava değildir. Bu dava Osmanlı Yönetimini baştan aşağı karalayan bir davadır. Günümüz yöneticileri ne sadece inkâr ne de “bu işi İttihatçılar yaptı, bizler sorumlu tutulamayız” anlayışı ile sıyrılamazlar. Bu iş işte böyle mahkemelerde ve uluslar arası arenada yüz yüze görüşerek ve hesaplaşarak çözülmelidir.
İddia açıktır: “Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk yöneticileri tarafından dinsel güdü kaynaklı ve bilinçli olarak soykırıma uğratılmış ve 1,5 milyon Ermeni kadın, erkek, çoluk, çocuk demeden yok edilmiştir.” Buna karşılık Türk tarafı olayı “savaş sırasında İsyan eden bir bölge ve halkın bölgeden tahliyesinin sağlanması için alınan mecburi savunma tedbiri” olarak göstermek istemektedir. Yani bir taraf kendi halinde yaşayan, masum bir halkın sırf farklı dinden olması nedeni ile kasıtlı olarak katledildiğini savunurken, diğer taraf Ermeni yurttaşların savaş sırasında isyan ederek düşmanla işbirliği yaptığını bu nedenle cezalandırılmaları gerektiğini ve cezalandırıldıklarını savunmaktadır.

Ermeniler ve onları destekleyen dış güçler 100 yıla yakın uğraşmalarına ve savaş sonunda 4 yılı aşkın Osmanlı Devletinin en gizli arşivlerini ellerinde bulundurmalarına rağmen soykırım yapıldığını gösteren hiçbir belge bulamamışlar ve bu nedenle büyük iddialarla Malta’da topladıkları liderleri serbest bırakmak mecburiyetinde kalmışlardı. Eldeki bütün belgeler soykırım yapıldığını değil ama soykırım yapılmadığını gösteriyordu.

Ermeni cinayetleri sonucu yapılan yargılamalarda bile Soykırım iddiaları belgelenemediği için siyasi kararlarla sonuçlanmış ve caniler hafif cezalarla hatta Talat Paşa davasında olduğu gibi cezasız bırakılmışlardı.
Ay sonundaki duruşma bu nedenle Türk Halkı için hayati önemi haizdir. Bu davanın Perinçekle alakası sınırlıdır. Burada yargılanan Türk Halkı ve Türk Halkının savaşta kendisini savunma hakkıdır. Perinçek bu davanın kilit adamıdır. O gün, o duruşmada bütün dünyaya karşı hiç korkmadan, çekinmeden dimdik durmalı ve kendi sözleri ile “Soykırım iddialarının emperyalist bir yalan” olduğunu ısrarla belirtmelidir.
Onun mahkeme kararı ile yurt dışına çıkışının engellenmesine gelince; Bu konuda mahkeme kararı karşısında Hükümetin bir şey yapamayacağı veya mahkemenin Perinçeğin kaçabileceği iddiası gülünç kalmaktadır. Son günlerde öyle inanılmaz davalar ve sonuçları ile karşılaştık ki, Türk Ulusunun yüksek menfaatini ilgilendiren böyle bir davaya bir siyasi parti liderinin desteklenmemesi çok büyük siyasi hata olacaktır.
Perincek gönderilmez ve dava aleyhimize sonuçlanırsa Ermeniler ve bütün Hristiyan Batı dünyası Müslüman ve zalim Türklere karşı büyük bir hukuki zafer kazanacak ve soykırım iddialarının cezalandırma kanunları birbirini takip edecektir. Yöneticilerimiz danışmanlarının dikkatini bu konu üzerinde yoğunlaştırmalarını ve hukukçuların kişi yerine uluslarının menfaatlerine göre hareket etmelerini bekleriz.
Son bir not: Perinçek bu davaya katılamazsa, bu, ülkemizdeki siyasi ve hukuki baskıların ne boyutta olduğunu bütün dünyaya hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde gösterecektir.


ÖZEL  NOTUM; 
TÜRKİYE  CUMHURİYETİ DEVLETİ  NİN  ULUSLAR ARASI CAMİADA  BİR SAYGINLIGI VAR DI  İLİŞKİLİ VE ALAKALI OLMAYAN HER  GİRİŞİM DEVLETE ZARAR  VERİR  DEVLETİ YÖNETMEKLE MÜKELLEF SİYASİ İKTİDARIN ORGANLARI VARKEN  KİŞİSEL  GİRİŞİMLER FAYDADAN  COK ZARAR GETİRİR  ERMENİ MESELESİ Nİ  DOĞU PERİNCEK ÜZERİNDEN  ÇÖZÜME  GÖTÜRMEK EN BÜYÜK HATADIR..

..

Kıbrıs’ın seçimlik halleri,




Kıbrıs’ın seçimlik halleri,


Son söyleyeceğimi önceden söyleyeyim, sonuçlar merkezde bir 'görev' değişikliğini işaret etmekte, merkez sol ve merkez sağda bulunan siyasi partiler bu sonuçlar sonrası yeniden yapılanma sürecinde, hâlâ Kıbrıs’ın kuzeyinde TC devleti en etkin güç, Erdoğan bu noktada “hatırlatma” vuruşlarını yapmaya devam ediyor…
Murat KANATLI*
Kıbrıs’ın kuzeyinde cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı!;
Bunu Türkiye’deki birçok kaynaktan okumuşsunuzdur. Derviş Eroğlu yerine Mustafa Akıncı’nın seçildiğini de okudunuz. Bunun yanında, bazılarınca çok önemli değişiklik olduğunu da çeşitli haber sitelerinden, gazete köşelerinden takip etmişsinizdir ancak acaba bu doğru bir bilgi mi?
Son söyleyeceğimi önceden söyleyeyim, sonuçlar merkezde bir “görev” değişikliğini işaret etmekte, merkez sol ve merkez sağda bulunan siyasi partiler bu sonuçlar sonrası yeniden yapılanma sürecinde, hâlâ Kıbrıs’ın kuzeyinde TC devleti en etkin güç, Erdoğan bu noktada “hatırlatma” vuruşlarını yapmaya devam ediyor… Merkezin solunda yer aldığını söyleyen ama geçmiş deneyimleri ile düşünüldüğünde “ulusal sol” diye tanımlayabileceğimiz Mustafa Akıncı, seleflerinden ne kadar farklı hareket edebilecek? Söylemi ile pratiği birbirini tamamlayabilecek mi? Bunu söylemek şimdiden zor ama sistem içi çözümler her zaman için kendi sonlarını da kendileri hazırladığı için Akıncı’nın da bir noktada tıkanacağını söylemek mümkün. Akıncı’nın bu tıkanmadan çıkışı, sistem dışı çözümler aramak, bunun için de iyimser olmak için Akıncı’ya dair elde çok fazla pratik deneyim yok…
Türkiye’de yaşanmaya devam eden iç dinamiklerin hareketli hali ve Yunanistan ile Kıbrıs’ın her iki yanındaki her birinin kendi iç dinamikleri ile düşünüldüğünde sonucu kolay kestirilemeyecek bir sürecin içinde olduğumuz söylenebilir.
Kıbrıs’ın kuzeyindeki sistemin sürdürülemez olduğu netlik kazandı, tam da burada sorun, sistemin restorasyonunun kendine sol diyenlere kalması.
Neredeyiz ve bu süreç bizi nere taşıyacak?
DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS
14 Ağustos 1974’te Ayşe tatile çıktığında aslında bu 40 bin askeri kapsayan basit bir operasyon değildi. Adanın yüzde 37’si işgal edilmişti ve 160 bin Kıbrıslı Rum tüm malını mülkünü bırakıp güneye silah zoru ile göç etmek zorunda bırakılmıştı. Bundan sonraki süreç bir fetih politikası çerçevesinde sürdü.
Kıbrıslı Rumların bıraktığı tüm taşınır ve taşınmaz mal varlığına el kondu. 2000’lerin başına kadar izlenen tam da bu ganimetin dağıtımının “koordine” edilmesiydi. Ulusal Birlik Partisi (UBP), çok uzun süre bu ganimeti ve ayrıca Türkiye’den gönderilen finansal kaynakları “üleştirme” üzerine bir düzen kurdu. Bu nedenle Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü aslında bir fikir değil tamamen duygusal bir refleksti.
1975 yılından itibaren işgal edilen yüzde 37’lik toprağı işlemek için gerekli olan işgücü adı altında adaya nüfus da taşınmaya başlandı. Bugün itibari ile Kıbrıs’ın kuzeyindeki nüfus tam anlamı ile bilinmemektedir ama demografik yapının ciddi şekilde bozulduğunu herkes kabul ediyor…
Bu noktada seçimlere dair bazı rakamlara bakmak, bize birtakım ipuçları verecektir.
1976’da ilk yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmen sayısı 75 bin 781 iken 2015 yılında seçmen sayısı 176 bin 912 oldu… Kıbrıslı Türklerin yoğun göç verdiği de düşünüldüğünde bu artışın izahı zordur.
Türkiye’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi için ise oy kullanabilecek seçmen sayısı 91 bin 588’dir… Bu seçmenin tümü elbette Kıbrıs’ın kuzeyindeki seçmen listesine yazılı değil ama toplam içinde düşünüldüğünde önemli etki yapabilecek bir kitleden söz edebiliriz. Ayrıca bu 91 bin kişi 18 yaşından büyük, daimi ikametgahı Kıbrıs’ın kuzeyi olanların sayısı…
Bunun yanında AKP hükümeti ile birlikte, TC devletinin kuzeydeki kurumsal yapılanması devam ediyor. Borçlandırıp kendine muhtaç bıraktırma siyaseti her yanda sürmekte…
Gelinen aşamada, finansal kaynakların önemli bir kısmında tam kontrolü bulunan TC devleti, 40 bin askeri ile burada “güvenlik” vurgusu ile de kendini hissettirmeye devam ediyor.
Bu durumda seçimlerdeki değişimi nasıl okumak gerekir?
SİSTEM İÇİ YENİLENME
1998 yılına gelindiğinde yukarda bahsettiğimiz 1974’te elde edilen ganimetin dağıtımı süreci tıkandı. Son bir hamle yapılarak TC ile bir ekonomik paket hazırlandı. Bu ekonomik paketi savunmak ve hayata geçirmek görevi de UBP-TKP koalisyon hükümetinin başbakanı olarak Derviş Eroğlu ile başbakan yardımcısı olan Mustafa Akıncı’ya verildi. Sendikaların yıkım paketi dedikleri bu yeni dayatma paketine karşı ciddi bir tepki doğdu. Kıbrıs’ın güneyinin Avrupa Birliği üyeliği süreci ile Kıbrıs’ın kuzeyinin çözümsüzlük ile belirsiz bir geleceğe mahkum olması ihtimali de bu hareketlilik ile birleşince ortaya muazzam bir toplumsal muhalefet çıktı. Çeşitli grev ve eylemler, başka gerginliklerle birleşti ve istifalar yaşandı, hükümetler devrildi, yeni seçimler yapıldı. Bu sürecin sonunda artık hiçbir şeyin eskisi gibi gidemeyeceği anlaşılmıştı. Bu sürecin bir faturası da Akıncı’ya çıktı ve 2000 yılında parti başkanlığını bıraktı. 2003’ün başlarında bu kez 3 partinin ortak oluşturduğu bir koalisyon partisinin Barış ve Demokrasi Hareketi’nin başı olarak yeniden siyasete döndü ama süreç, bölünmeler sonucu 4 partiyi ortaya çıkarınca, bunun siyasi bedelleri oldu, 2005 yılında Akıncı bir kez daha aktif siyasete ara verdi…
Akıncı’nın şansı bir türlü tutmazken, tıkanan sistemin restorasyonu bu kez başka bir merkez sol parti CTP’ye verildi. Mehmet Ali Talat 2003 seçimlerinde başbakan, 2005’te ise cumhurbaşkanı oldu. Denktaş’tan alınan koltuk ile herkes Kıbrıs’taki statükonun yıkıldığını söyledi ama 2009 yılındaki seçimlere gelindiğinde Derviş Eroğlu küllerinden yeniden doğdu, önce başbakan oldu, daha sonra 2010 yılında ilk turdan cumhurbaşkanlığını aldı.
Bu dönemde, AKP ile birlikte, eski ganimetin ve TC’den gelen finansal kaynağın dağıtımı değil, neoliberal politikaların ve TC’den gelen finansal destekle gerçekleşen projelerin rantının dağıtımı üzerine yeni bir sistem yavaş yavaş hayata geçirildi.
Eskiden TC yönetimleri kendi çıkarları için ciddi finansal destekler de vererek, Denktaş, Eroğlu yönetimlerinin hükümet etmesini sağlamaya çalışmaktaydı. Ancak yeni rejimde AKP, TC elçiliğini tam bir valilik olarak kurguladı. Bir il yönetimi politikası izlendi, Kıbrıs’ın kuzeyindeki bakanlar kurulu aslında şeklen varlığını sürdürürken aslında tüm finansal konular elçilik altındaki TC yardım heyeti sektör sorumluları aracılığı ile kontrol edildi, hangi projenin nasıl yapılacağına son noktayı sektör sorumlularının karar verdiği bir düzen oluşturuldu. Hükümet programları yapılsa da, esas olan ve uygulanan TC ile yapılan ekonomik protokoller oldu. Sektör sorumluları ile koordinasyon için Kıbrıs’ın kuzeyindeki bakanlıklarda TC’den bürokratlar yetkilendirildi.
Bu sürecin geldiği bugünkü noktada, TC’den gelen finansal kaynaklar TC yardım heyeti aracılığı ile “projeler” adı altında direk veya dolaylı gene TC’li şirketlere verildiği, adada kalan kısmının da gene TC’den gelen ithal malların satın alınması ile Türkiye geri döndüğü, bir birleşik kaplar sistemi oluştu.
Sorun, tam da buradan başladı, önemli bir rant oluşturan bu sistemi Kıbrıslı Türkler adına kim yönetecek? Yönetecek olanın Türkiye ile ilişkileri nasıl olmalı?
Sistem içi seçenekler bu konuda kendi aralarında rekabet halindeler. Siyasal olarak solunda veya sağında olmak üzere merkezde kendini tanımlayan partiler seçim sonuçlarına bakıldığında kendi içlerinde ciddi bir rekabete girişmiş durumdadır.
İlk tur sonuçlarında mevcut siyasi partilerden destek görmeden yüzde 22 oy alan Kudret Özersay’ın ekibin içine eski soldan kesimleri de alarak merkezde “dört eğilimi” barındıran “yeni sağ” bir oluşuma gideceği konuşulmakta. Merkezdeki sayısal olarak büyük sağda UBP ve solda CTP kendi içlerinde alınan seçim yenilgisi sonrası “yenilenmeyi” önlerine koyduklarını ilan ettiler.
Kazanan Akıncı da, başka bir merkez sol denebilecek siyasi parti, eski BDH ve TKP birleşmesi ile oluşan Toplumcu Demokrasi Partisi (TDP) ile siyasi akrabalığı olan kişidir.
DAVUTOĞLU VE ERDOĞAN’IN AÇIKLAMALARI NE ANLAMA GELİYOR?
Elbette doğal olarak her seçilen kendi “imajı” ile seçilir ve kendi dilini kullanmaya devam eder, önemli olan pratikte bunun ne getireceğidir.
Bu nedenle, pratik konusunda Davutoğlu’nun hatırlatması önemliydi. Davutoğlu, “Sayın Talat geldiğinde de böyle olmuştu ama rayına girdi” diyerek önemli bir hatırlatma yaptı.
Erdoğan’ın ve etrafındaki TC yetkililerinin açıklamalarını ise Türkiye’deki seçime yönelik, milliyetçi kesimleri mobilize edecek bir söylem olarak düşünmek mümkündür. Bu aynı zamanda esas patronun kim olduğunu hatırlatmaya, Kıbrıs’ta alternatif yol arayanlarının umudunu da kırmaya yönelik bir zorlamadır…
Bu zorlama karşısında Akıncı’nın “söylem” konusunda düz duran hali, alt metinlerde hiç de öyle değil. Erdoğan’a verdiği cevapta Akıncı “Bu topraklarda da artık Rum toplumuyla baş edebilmek adına, kendi kişiliğini kanıtlamak adına, bebeklikten, yavruluktan kurtulup ayakları üzerinde durmalıdır” diyerek, gene kendini “öteki”lerle, Kıbrıslı Rumlarla karşılaştırarak aslında ulusal sol karakterini hatırlattı…
UMUT?
Bu belirsizlik içinde umuda dair olumlu şeyler söylemek de mümkündür. Öncelikle YKP, TC’nin müdahalelerini ve demokratik bir seçimin olmadığını söyleyerek boykot çağrısı yapmıştı. Az veya çok YKP’nin çağrısından da etkilenenler, ama çoğunlukla bu seçimden beklentisi olmayan 63 bin kişinin sandığa gitmemiş olması önemli bir mesajı içermekte. Aşağı yukarı bu oy ile Akıncı’nın seçildiği düşünüldüğünde, bir o kadar da tepkinin varlığı olduğu söylenebilir. Umut, en azından bunun bir kısmının rejime karşı, sistem dışı bir seçenek için örgütlenebilmesi ihtimalidir.
Bunun yanında Erdoğan’ın Kıbrıs’a dair söylemine karşı Türkiye coğrafyasından hızla yükselen tepkiler de çok önemlidir. Türkiye’de kimi sol kesime de sızan milliyetçi söylemi aşındıran böylesi bir konuşma hali, Türkiye’deki sol hareketin kendi coğrafyası dışında 40 bin asker bulundurarak, fetih politikası sürdürmesinin daha geniş kesimlerce tartışılmasını sağlaması, kendi coğrafyamızda, Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye halklarının dayanışma ile ortak bir geleceği kurabilme umudunu artıran bir ihtimal…
Sistem içi seçenek olsa da Akıncı’nın cumhurbaşkanı olması, Kıbrıslı Rumlarda bir hareket sağlaması, Türkiye’deki kimi çevreleri de AKP karşıtlığı üzerinden de olsa tepki göstermesi, Kıbrıs sorununun çözümüne katkı sağlayabileceği ihtimali çok düşük olsa da, sokak muhalefetleri ile desteklenirse yeni olasılıkları açabilme ihtimalinden ihtiyatlı bir iyimserlik ile takip edilmesi gereken bir süreç olacak…
Yok eğer, Davutoğlu’nun hatırlattığı yere gelirsek, ortaya çıkacak sonuç, aynı tas, aynı hamam ama tellak değişmiş olacak…
*Yeni Kıbrıs Partisi Genel Sekreteri
..

PKK - KADEK, KADEK ALMANYA'DA ÇOCUK KAÇIRIYOR





PKK - KADEK,  KADEK ALMANYA'DA ÇOCUK KAÇIRIYOR


Avrupa Birliği tarafından "terör örgütleri listesi"ne alınması sonrasında, örgüt içi infazlar ve kaçışlar nedeniyle kadro sıkıntısı çeken terör örgütü PKK (yeni adı KADEK), son dönemde Avrupa ülkelerinde "çocuk kaçırma" eylemlerini yoğunlaştırdı.
Almanya'da haftalık yayınlanan "Focus" isimli derginin 4 Kasım 2002 tarihli son sayısında, "Talimli Gençlik" başlığıyla yer alan bir haberde, "şiddet eylemlerinden vazgeçtiğini iddia eden terör örgütü PKK (KADEK)'nin, Almanya'da yaşayan çocuk ve gençleri kaçırmayı sürdürdüğü" vurgulandı.

Focus Dergisi'nin haberinde şöyle denildi;  


"Aşağı Saksonya Eyaleti'nin Celle kentindeki Blumlager Okulu'nun 8.sınıfında öğrenim görmekte iken 12 Agustos 2002 günü okula gelmeyen Vildan S. isimli öğrenciden bir daha haber alınamadı. Vildan S.'nin aniden ortadan kaybolması polisi ve Devlet Koruma Birimi'ni harekete geçirdi. Hannover yakınlarındaki Celle kenti PKK terör örgütünün önemli faaliyet merkezi olarak biliniyor. Geçmiş  dönemlerde de Vildan S.'nin yaşındaki (15 yaş ve altı) çok sayıda çocuk terör örgütünün silâhlı kamplarına  katılmak üzere, kaçırılmışlardı.

Devlet Koruma Bölümü görevlileri, genç kızın, KADEK üst düzey sorumlusu olduğu belirlenen babası Mehmet Emin S.'nin yardımıyla, Hollanda ya da Belçika'daki terör örgütü kamplarına gönderilmiş olabileceğini vurguluyorlar.

Soruşturmayı yürüten emniyet yetkilileri de, PKK tarafından kaçırılan Vildan S. isimli genç kızın, yoğun ideolojik eğitim gördükten sonra Irak'taki çatışma alanına gönderilebileceğine işaret ediyorlar.

Örgüt lideri Abdullah Öcalan'ın yakalanmasının ardından, Nisan 2002 ayı içerisinde, KADEK adını alarak, PKK'nin devamı olmadığı ve 'şiddetten vazgeçildiği'(!) yönünde açıklamalar yapan oluşum hakkında, Aşağı Saksonya Anayasayı Koruma Teşkilâtı Sözcüsü Rudiger Hesse, '1993 yılından itibaren yasaklı olmasına rağmen PKK, Almanya'daki faaliyetlerini sürdürüyor,  haraç topluyor, Kürt kökenli çocuk ve gençleri kaçırarak örgüt kamplarında ideolojik ve silâhlı eğitim veriyor' diyerek, PKK ile KADEK'in aynı olduğuna ve örgütün şiddet eylemlerini sürdürdüğüne dikkat cekiyor.

Başkomiser Andreas Pietrowski, Vildan'ın babasının, kayıp başvurusunu, kızının kaybolmasından yaklaşık dört hafta sonra, polisin ikâzı üzerine yaptığını ve bugüne kadar Vildan'ın durumunu hiç sormadığını belirtiyor.

Vildan'ın kaybolmasına ilişkin  olarak Focus Dergisi'ne bir açıklama yapan üst düzey bir PKK eylemcisi de, kızın örgüt kamplarında eğitime tâbi tutulduğunu belirtiyor, ancak hangi kampta olduğunu söylemiyor."

Terör örgütü KADEK (PKK)'in "çocuk kaçırma" eylemi yeni bir durum değil. Geçmiş yıllarda da Avrupa ülkelerinden çok sayıda çocuk PKK tarafından kaçırılarak, ideolojik ve silâhlı eğitimden geçirilmis, daha sonra da silâhlı çatışmalara gönderilmişti.

İşte, basın yayın organlarına yansıyan haberlerden birkaçı:


Belçika'da yayınlanan Le Soir Gazetesi (29 Eylül 1997); "PKK tarafından kaçırılarak, afiş asma, bildiri dağıtma gibi faaliyetlerde kullanılan 14-16 yaşlarındaki çocukların, aileleri ile görüşmelerine izin verilmiyor. Almanya'dan zorla kaçırılan Kürt çocuklari PKK'nin Belçika'daki kamplarında özel eğitime tâbi tutuluyorlar."

İsveç'te yayınlanan Svenska Dagbladet Gazetesi (25-28 Temmuz 1998); "İsveç'te yaşları 15-17 arasında değişen 40 kadar çocuk, İsveç'in Varlmand bölgesindeki tatil kampına götürülme vaadiyle, dağ kadrosuna aktarılmak üzere PKK tarafından kaçırılmıştır. PKK'nin çocuk kaçırma olayına büyük tepki gösteren Kürt aileler, İsveç polisine şikâyette bulundular."

Almanya'da yayınlanan Frankfurter Allgemeine Zeitung Gazetesi (06 Kasım 1998); 

"Celle kentinde PKK tarafından kaçırılan ve yaşları 14-17 arasındaki 7 çocuk ile ilgili olarak bir açıklama yapan Uluslararası Mağdur Halkları ve Azınlıkları Koruma Organizasyonu (GFBV) Başkanı Tilman Zulch, PKK'ya sert tepki gösterdi.

PKK, çocukları silâhlı mücadelede kullanmak için kaçırdı."


Focus Dergisi (16 Kasım 1998); "Bundes Kriminalamt (BKA) yetkilileri, PKK'nin kaçırdığı 87 çocugu Hollanda ve Belçika'daki kamplarda eğittikten sonra silâhlı çatışmaya göndereceğini vurguluyorlar."

Birleşmiş Milletler ve İsveç Çocukları Koruma Örgütü "Radda-Bamen" tarafından yayınlanan bir raporda ise, şöyle deniliyor;

"PKK şimdiye kadar küçük yaşlarda 3 binin üzerinde çocuğu kaçırıp, eğitim kamplarında ideolojik eğitim verdi.

Almanya, İsvec, Belçika, Hollanda, Suriye, Yunanistan, Türkiye, Irak, İran, Ermenistan'dan kaçırılan çocuklar, PKK tarafından silâhlı çatışmalarda kullanıldı."

http://www.angelfire.com/dc/arastirma/tw033-39.htm



..

PKK - KADEK  KADEK'TE İNFAZLARIN SONU GELMİYOR,


Terör örgütü KADEK (PKK) içerisinde infazların sonu gelmiyor. KADEK yönetiminin talimatıyla iki örgüt sorumlusu daha öldürüldü.
KADEK'in yeni kurbanlarının;  örgütte 10 yılı aşkın bir süredir Merkez Komite üyeliği yapan Nasır kod adlı Faruk Bozkurt ve İskender isimli örgüt sorumlusu oldukları ortaya çıktı.

KADEK yönetiminin, örgüt içindeki antidemokratik uygulamalara karşı çıktığı ve örgüt politikasını eleştirdiği gerekçesiyle, Nasır kod adlı Faruk Bozkurt ve İskender adlı örgüt sorumlusunu Irak'ın kuzeyindeki örgüt kampında katlettiği açıklandı.

KADEK'ten kaçmayı başaran örgüt mensuplarının verdikleri bilgiye dayanılarak, internet ortamında duyurulan bir haberde, KADEK (PKK)'deki son infazlar tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serildi:

"Bir gece aniden bomba seslerine uyandık.  Elleri silâhlı bir grup, PKK'de yaklaşık 10 yıl Merkez Komite üyeliği yapmış olan Nasır (Faruk Bozkurt) ile uzun süredir dağlarda çatışan örgüt sorumlusu Suriye Kürdü İskender'i katlettiler.

Ertesi sabah Osman Öcalan tarafından yapılan açıklamada, 'Dün gece kimliği belirlenemeyen (!) bir grup tarafından kampımızdaki tutukevine sızma yapılmış, atılan bombalar sonucunda Nasır (Faruk Bozkurt) ve İskender hayatını kaybetmiştir. Nöbetçiler kimseyi görmediklerini söylüyorlar. Konu ile ilgili olarak bu açıklamanın dışında kimse bir şey söylemeyecektir' deniliyordu.

2000 yılının Haziran ayında örgüt muhalifleri tarafından yapılan açıklamada, Nasır'in (Faruk Bozkurt) tutuklandığı belirtilmişti. KADEK yönetimi, önce bunu inkâr etti, ancak örgüt yayın organı Serxwebun dergisinde yayınlanan bir değerlendirmede Nasır'ın tutuklandığını itiraf etti.

Kamuoyunun bildiği gibi, Rojhat (Mesut Buldan) da infaz edilmek üzere KADEK yönetimi tarafından tutuklanmıştı. Ancak amcasının kamuoyuna yaptığı açıklamalar sonucu Rojhat'in infazı engellenmişti.

Erzurum Karayazı ilçesinden olan Faruk Bozkurt ve Suriye Kürdü İskender ise, sahip çıkacak çevreleri olmadığı için KADEK yönetimi tarafından hunharca katledildi.

Faruk'un hayatını kurtarmaya yönelik girişimlerde bulunmaya çalışıldı. Ancak KADEK yönetimi tarafından sürdürülen infazlar yeterince kamuoyuna duyurulamadı. Kamuoyundan yeterli tepki gelmediğini gören Osman Öcalan ve taifesi de, Nasır ve İskender'i öldürterek, cinayetlerini sürdürmeye kararlı gözüküyor.

Dün PKK adina faaliyet gösteren 'Kürdistan İslam Hareketi'nin başkanı Abdurrahman Dürre'nin oğlu Berzan Dürre'yi, bugün PKK'de uzun yıllar yöneticilik yapmış olan Nasır (Faruk Bozkurt) ve İskender'i infaz eden KADEK yönetimi, acaba yarın kimi öldürtecek dersiniz?

Kürt evlatlarını teker teker katleden KADEK yönetimine karşı kamuoyu sessizliğini bozarak, hesap soracak mı?"

Faruk Bozkurt ve İskender isimli örgüt sorumlularının infazına ilişkin KADEK talimatı, geçen ay örgütün yayın organı Serxwebun dergisinde yayınlanmıştı.

Bakınız, KADEK Yönetimi, Nasır ve İskender'in infaz talimatını nasıl duyurmuştu;


"Komplonun içimizdeki uzantısı biçiminde, örgüte içten dayatılan, onu yıkmak ve dağıtmakla tehdit eden Nasır (Faruk Bozkurt) çizgisi, Nasır gerçeğiydi. Bununla yeterli ve güçlü bir biçimde mücadele edilemedi. Örgütümüz içerisinde değişik eğilimler, provokatif-tasfiyeci düşünceler ve yaklaşımlar vardı. 1999 süreci içerisinde bir dağınıklık gelişmişti. Nasır, 7.Kongre'ye hazırlıklı geldi. Tıpkı Semir gibi. Semir de, 2.Kongre'ye oldukça hazırlıklı gelmiş, birçok arkadaşı merkeze seçtirmek sözü vererek, kendi saflarına kazandırmıştı. Nasır da, 7.Kongre'de, yani strateji kongresinde örgütü dağıtacak ve örgüt yönetimini ele geçirecekti. En çok örgütten yana olduğunu söyleyen İskender'in bile, iki sefer örgütten gizli olarak Suriye Devleti ile görüşme yaptığını biliyoruz. Ancak gerekli tedbirler en kısa zamanda alınacaktır."

PKK (KADEK) yönetimi tarafından örgüt içindeki antidemokratik uygulamalara karşı çıktıkları gerekçesiyle, Tunceli kırsalında Karker kod adlı Mahmut Arda, Rojbin kod adlı Sema Yıldız, Yunanistan'da Aydın Şahin, Sevim Adıbeli, Sedat Bayraktar ve Levent Buker, Londra'da Mustafa Yaygir, Kuzey Irak'ta Nazime Aktürk, Almanya'da Doktor Rodi Demirkapı, Irak'ın kuzeyinde Berzan Dürre  infaz edilmişlerdi.

http://www.angelfire.com/dc/arastirma/tw033-38.htm