11 Eylül 2015 Cuma





AVRUPA BİRLİGİNİN GAP VE SU SORUNUNA YAKLAŞIMI ÇERÇEVESİNDE FIRAT 
VE DİCLE NEHİRLERİNİN YÖNETİMİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR 
BÖLÜM 2 


Sonuç olarak, bir akarsu ile ilgili anlasma, baska bir akarsu ile ilgili anlasmada aynen kullanılamamaktadır. 

22 Orhan Tiryaki, Sınırasan Sular ve Ortadogu’da Su Sorunu, Hak Yayınları, stanbul, 1994, s.146-147 
23 Gündüz, a.g.e. , s.81 ; Sönmezoglu, a.g.e.,s.541; Tomambay, a.g.e.,s.152. 
24 Öztürk, a.g.e.,, s.133. 




Zaten uluslararası hukukta nehir sularının paylasımı konusunda kesin bir kural da yoktur. Bir akarsuyun uluslararası su olarak tanımlanabilmesi her seyden önce suyun drenaj alanındaki ülkelerin hepsinin taraf oldugu bir anlasmanın varlıgı gerekmektedir. Bu çerçevede Türkiye'den dogup komsu ülkelere geçen Fırat ve Dicle nehirleri için Türkiye, Irak ve Suriye'yi taraf konumuna getiren bir 
anlasma yoktur.25 Bu akarsular konusunda 29 Mart 1946 tarihli Dostluk ve iyi niyet anlasması varsa da, bu Türkiye ile Irak arasında olup Suriye taraf olmadıgı için, söz konusu anlasmanın Fırat ve Dicle'yi uluslararası su konumuna getirmeyecegi açıktır. 

3.1. Uluslararası Hukukta Sınır Asan Suların Kullanım Hakkı Konusundaki Yaklasımlar 

Uluslararası hukuk alanında sınır asan suların kullanım hakkı konusundaki yaklasımları kısaca ele alacak olursak:26 asagıda belirtilen altı temel yaklasımın bu konuda esas teskil ettigini görürüz. 

3.1.1. Harmon (ya da Mutlak Egemenlik Hakkı) Yaklasımı Bu yaklasıma göre ülkelerin, sınır asan suyollarının kendi toprakları üzerinde kalan kısımları üzerinde sınırsız kullanım hakkı bulunmaktadır. 

Harmon yaklasımında sınır asan sular konusunda uluslararası hukuk kuralları göz önüne alınmamaktadır. 

3.1.2. Sınırlı Egemenlik Hakkı Yaklasımı 

Sınırlı egemenlik hakkı yaklasımı, bir ülkenin sınırları içindeki sulardan yararlanma ve dogal akısta degisiklik yapma hakkını kabul eder, ancak bu yararlanmaların ve degisikliklerin alt kıyıdaş ülkelere ciddi zarar vermemesi gerektigini ileri sürer. Çagdaş hukukçular tarafından agırlıklı olarak bu görüş benimsenmektedir. 

3.1.3. Ortak Havza Yaklasımı

Bu yaklasım bir nehrin havzasını paylasan bütün ülkelerin bu havzanın ve suyolunun ortak sahipleri olduklarını ileri sürmekte ve yapılacak düzenlemelerin bu anlayısla gerçeklestirilmesi gerektigini belirtmektedir. Ortak havza yaklasımı siyasal sınırlamaları dikkate almadıgı için uygulanabilir olmaktan uzaktır. 

25 Pazarcı, a.g.e.,s.248. 
26Tekinel,a.g.e.,s.33 


3.1.4. Komsu Ülke Kaynaklarının Etkilenmemesi Yaklasımı 

Mutlak egemenlik yaklasımının zıt kutbu olan bu görüs, her devletin bir baska devletten kendi topraklarına akan suların dogal akısı degistirilmeden ve bozulmadan aktarılmasını isteme hakkı bulundugunu ileri sürmektedir. Dogal olarak, bu hakka sahip devlet de kendi topraklarından geçen suları gene dogal akısını degistirmeden, bozmadan alt kıyıdaş devlete aktarma yükümlülügünü tasıyacaktır. Bu görüş uygulanırsa bir ırmagın sularından en alt kıyıdaş ülke dısındaki ülkelerin yararlanması pratik olarak olanaksızdır.27 

3.2. Uluslararası Hukukta Sınır Asan Suların Kullanım Hakkı Konusundaki Düzenlemeler Sınır asan ve sınır olusturan sular konusunda uluslararası kuruluslar tarafından yetersiz de olsa birtakım düzenlemeler yapılmıstır. 
Bu düzenlemeleri iki grupta inceleyebiliriz: 

3.2.1. Uluslararası Hukuk Dernegi’nin (ILA) Çalısmaları: 

Dernegin 1966 yılındaki Helsinki toplantısında bazı tavsiye niteliginde kararlar alınmıstır.28 Helsinki kuralları olarak da isimlendirilen bu kararlar, kıyıdaş ülkeler arasında sudan ortak yararlanma konusunda hakça ve makul kullanım kavramını ortaya koymustur. Bu kavram asagı ve yukarı kıyıdaş ülkelerin sınır asan sulardan makul ve hakça ölçüler içinde yararlanabileceklerini vurgulamakta dır. 

3.2.2. BM Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun Çalısmaları Birlesmiş 

Milletler Uluslararası Hukuk Komisyonu 1970 yılından beri uluslararası suların kullanımıyla ilgili çok sayıda rapor hazırlamıstır. En son 1991’de hazırlanan ve 22 Temmuz 1994’te ikinci okuması tamamlanan 33 maddelik bir taslak metin bulunmaktadır. Ancak bu taslak tüm ülkeler tarafından onaylanmamıstır. 

UHK taslagındaki önemli noktalara deginecek olursak, taslakta sınır asan ve sınır olusturan sular ayrımı yapılmadan uluslararası sular kavramı kullanılmaktadır. Taslagın en önemli hükümleri 5. ve 7. maddelerinde yer almaktadır. Bu maddelerde kıyıdaş ülkelerin ‘adil ve makul ölçüler içinde’ sulardan yararlanma hakları teyit edilirken bu yararlanma sırasında diger kıyıdaş ülkelere ‘kayda deger bir zarar vermemeye özen göstermeleri’ ilkesi ortaya konmaktadır. 

27 Keskin,a.g.e.,s.530 
28 Branko Bosnjakovıc, Regulation of nternational Watercourses Under the UN/ECE Regional Agreements. "Water International", V.25, N.4, 2000, s.544. 

Buradaki ‘kayda deger zarar’ kavramının tanımı açık degildir.29 

Taslagın 6. maddesinde ise hakça ve akılcı bir sekilde optimum bir kullanımın nasıl ve hangi usullerle gerçeklesebilecegi kaydedilmistir. Bu maddede, yalnız bu kriterlerle sınırlı olmamakla beraber; bölgenin nüfusu, iklimi, alternatif su olanakları, gelismislik düzeyi, teknolojik durumu, hidrolojik özellikleri ve akarsuyu kullanan ülkelerin ekonomik ve sosyal gereksinmelerinin suyun havza ülkeleri arasında paylasımında dikkate alınması öngörülmektedir. 

Meseleye teknik bir mesele gözüyle bakan çevrelerce önemli bir yaklasım olarak görülmekte olan, devletler arasındaki sınırları gözetmeden "havza bütününde en iyi yararlanma" görüsü ise bu durum karsısında ikinci planda kalmıstır. Söz konusu karar tasarısının Birlesmiş Milletler’deki oylamasında, Türkiye, Çin ve Burundi red oyu kullanmıslar, birçok ülke çekimser oy kullanmıs, birçok ülke oy 
kullanmamıs, bazı maddeler de üye devletlerin ancak üçte bir kadarının olumlu oyuyla kabul edilmistir.30 

Birlesmiş Milletler'in 21 Mayıs 1997'de kabul ettigi, "Uluslararası Su yollarının Ulasım Dısı Amaçlarla Kullanımları Kanunu Hakkındaki Sözlesmesi" baslıgını tasıyan kararı, sınır-asan veya sınır-olusturansuların yer aldıgı havzaları "uluslararası suyolları" olarak tanımlamakta, sadece kıyıdaş ülkelere degil, kıyıdaş ülkelerle ekonomik anlasmaları olan diger ülkelere de görüsmelere katılma kapısını aralamaktadır. Uluslararası suyolu niteligi tasıyan bu suların "hakça" ve "makul" biçimde kullanılması ve "önemli zarara sebebiyet verilmemesi" esası bu sözlesmenin özünü olusturmaktadır.31 . 

Hukuksal görüsler arasından hakkaniyete uygun kullanım görüsüne dayanan ve uluslararası hukuk komisyonunun, ülkelerin uymalarını istedigi ilkeler sunlardır: 

a. Cografi, hidrografik, iklimsel, ekolojik ve dogal nitelikteki diger etkenler, 
b. Kıyıdaş devletlerin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları, 
c. Kullanımın diger kıyıdaş ülkelere olan etkileri, 
d. Sınır asan sular mevcut potansiyel kullanımları, 
e. Sınır asan suyun dogal özelliklerinin korunması, gelistirilmesi ve su kaynaklarının ekonomik kullanımı, bu amaca yönelik alınan tedbirlerin mahiyeti.32 

29 Filiz Kartal,”Su Yönetimi: Son Dönemdeki Politika Arayısları”, Çagdaş Yerel Yönetimler, Cilt.8, 
Sayı:4, Ekim 1999, TODAIE Yerel Yönetimler Arastırma ve Egitim Merkezi, s.101-102. 
30 Branko Bosnjakovıc,. a.g.e.s.544. 
31 U.N."Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses". New York, United Nations, A/51/869, 1997, s.25. 


3.2.2.1. Birlesmiş Milletler/Avrupa Ekonomik Komisyonu'nun 

Sınır-asan Akarsuların ve Uluslar arası Göllerin Korunması ve Kullanımı Sözlesmesi BM Avrupa Ekonomik Komisyonu (UN/ECE), suyun niteliginin 
korunması ve iyilestirilmesine öncelik veren ve bu amaçla 2000'li yıllarda saglanması gereken kosulları hedefleyen, Avrupa ülkelerinin büyük bölümü ile Avrupa Birligi tarafından da kabul edilmiş olan anlasmalar ortaya koymustur.33 “Bu baglamda, 1992'de Helsinki'de imzalanan ve 1997'de yürürlüge giren, "Sınır-asan akarsuların ve uluslararası göllerin korunması ve kullanımı sözlesmesi" anlasma temelini olusturmaktadır. 1999'da buna ek olarak Londra'da "Su ve saglık protokolü" imzalanmıstır. 1991'de Espoo'da imzalanmış olan "Sınır-asan çerçevede çevresel etki degerlendirmesi sözlesmesi" de 1997'de yürürlüge girmistir.”34 

Ayrıca, 1998'de Aarhus'ta imzalanan "Çevre konularında bilgi alma, karar vermede toplumun katılımı ve hak arama sözlesmesi" de, sulardan yararlanma ve korunma konularında yapılacak uygulamaların çevresel etkisinin degerlendirilmesinde sivil toplum örgütlerinin katılımı açısından ilginç boyutlar getirmektedir. 

3.3. Tarafların Su Sorununa Yaklasımları ve Gerekçeleri 


a. Türkiye
Halen Türkiye, debisi ortalama 1000 m³/sn olan Fırat sularından Suriye ve Irak’a 500 m³/sn su bırakmaktadır. Türkiye’nin yaklasık % 90’ı 
kendi topraklarından kaynaklanan bir nehrin sularının % 50’sini asagı havza ülkelerine bıraktıgı ve bu konuda da sulama ve enerji projelerinin baslamasın dan beri, teknik sorunlar hariç, herhangi bir aksaklık olmadıgı açıktır. Türkiye GAP Projesi geregi Atatürk Barajı’nın doldurulması sırasında dahi üzerine düsen hukuki ve ahlaki bütün görevleri yerine getirmekle kalmayıp, fiili düsmanlık gösteren bu iki ülkeye karsı ( PKK Terör örgütüne yardım ve yataklık) oldukça cömert davranmaktan kaçınmamıstır. Türkiye’nin bu sulardan yararlanma konusundaki  çabalarını ve hakkını sınırlandırmasını istemek, Türkiye’nin egemenlik haklarını sınırlandırmasını istemektir. 

32 U.N. a.g.e.,s.25. 
33 www.suvakfi.org.tr/sudosyalari/uluslararasisu/suhukuku.htm, 31.10.2006. 
34 www.suvakfi.Org.Tr/Sudosyalari/Uluslararasisu/Suhukuku.Htm,ÖzisÜnal,Özdemir Yalçın, Baran 
Türkay, Türkman Ferhat, Fıstıkoglu Okan, Dalkılıç Yıldırım,”Türkiye'nin Sınır -Asan Sularının Su Hukuku ve Su Siyaseti Açısından Durumu” 31.10.2006. 




Bu kısıtlamaya ne uluslar arası hukuk, ne iyi komsuluk iliskileri nede “hakça, makul ve optimum kullanım ilkeleri” izin vermez/öngörmez.35 Suriye ve Irak’ın talep ettikleri su miktarının, Dicle ve Fırat’ın su arzıyla karsılanamayacagı da oldukça açıktır. 

Uluslararası hukuka uygun olarak Türkiye; Fırat ve Dicle’yi “Sınırasan sular”, olarak kabul etmekte, bu akarsuların ilgili ülkeler arasında “hakkaniyete uygun tahsis”ini öngörmektedir. Suriye ve Irak ise “paylasma” ilkesini savunan, çözüm olarak üçlü anlasma önermektedirler. Türkiye; bu akarsuların kendi topraklarındaki bölümlerinin eğemenliginin kendine ait oldugunu ileri sürerek, suların paylasılması konusunda üçlü bir anlasmanın hukuksal degil, siyasal bir tavır olacagını belirterek Irak ve Suriye’nin önerilerini reddetmektedir.36 

b. Irak 

Irak’ın tezine göre; Irak devleti binlerce yıldan beri bu sulardan sulama amaçlı olarak yararlanmış ve buralarda tesisler kurmustur. O nedenle “müktesep haklar”a sahiptir. 

Türkiye Atatürk barajının doldurulması sırasında Irak’a zamanında haber vermeyerek uluslararası hukuk kurallarını çignemis, dahası taahhüt ettigi su miktarının altına düserek, Irak halkını zor durumda bırakmıstır. Bununla da kalmayarak insa ettigi ve edecegi yeni tesislerle asagı havza ülkelerinin magduriyetine neden olacaktır. 

Irak çözüm olarak, matematiksel formülle “paylasma” ilkesini savunmakta, üçlü anlasma önermektedirler.37 Her ülke için su miktarı bütün projeler göz önüne alınarak ayrı ayrı hesaplanmalıdır. OTK bu konuda gerekli verileri çıkarmalıdır. 

c. Suriye 

Suriye Fırat ve Dicle’yi “Uluslararası sular” olarak nitelendirmektedirler. Bu nehirler uluslararası suyolları olup, “ortak kaynaklar” niteligindedir. O nedenle havza ülkeleri arasında üçlü bir anlasmayla, tıpkı Irak’ın getirdigi çözüm önerisi gibi, salt matematiksel anlayısla paylasılması tezini savunmaktadır38 . 

35 Kocaoglu, a.g.e.,s.195-196. 
36 Melek Fırat-Ömer Kürkçüoglu, “1980-90 arası Ortadogu ile liskiler”, Türk Dış 
Politikası C.II, 
Ed. Baskın Oran, stanbul, letisim Yayınları, 2001, s. 146-147. 
37 Fırat-Kürkçüoglu, a.g.e.s.146. 
38 Fırat-Kürkçüoglu, a.g.e.s.146. 




Fırat ve Dicle ile beraber Suriye ile yasanan sorunlardan biri de Asi Nehri’dir. Suriye halen Asi Nehri'ni büyük ölçüde sulamada kullanarak yaz mevsimi boyunca suların Türkiye'ye ulasmasını engellemektedir. 
Suriye, Asi Nehri'nden yaptıgı sulamalarda tasarruf saglayıcı sulama yöntemlerine de basvurmayarak bu nehirlerden Türkiye'nin yararlanmasını imkansız bir hale getirmektedir. Suriye Asi nehri üzerinde yaptıgı çalısmalar konusunda da Türkiye'ye bilgi vermemektedir. Oysa Türkiye, Fırat ve Dicle üzerinde yaptıgı bütün projelerde Suriye'yi bilgilendirmekte ve 1987 yılında yapılan bir protokole istinaden de bu ülkeye Fırat Nehri’nden saniyede 500 m³ su bırakmayı da sürdürmektedir. Yapılan hesaplamalara göre, Suriye Asi Nehri üzerine insa ettigi barajlarla Hatay'ın önemli ovası olan Amik Ovası'nın 
sularının 1/3'ünü kesmiş bulunuyor.39 Asi Nehri'nin yıllık su potansiyeli 1,2 milyar m³'tür. Suriye ve Lübnan Asi Nehri'nin sularının yaklasık % 98'ini kendi ülkelerinde kullanmakta, Türkiye'ye bırakmamaktadırlar. Asi Nehri'nin su kapasitesinin % 2'sini Türkiye kullanmakta olup, bu miktar da nehre Türkiye'den katılan sulardır. 

Özetle; Türkiye tahsis konusunda uluslararası hukukça belirlenmiş ilkeler esas almaktadır: “Suların hakça ve akıllıca kullanımı” ilkesi çerçevesinde bilimsel ve objektif ölçütler gelistirilmesini, “Önemli zarar vermeme” ilkesi geregi ilgili ülkelerin suyun kullanımında birbirine zarar verici eylemlerden kaçınmasını gerektigi görüsünü savunmustur. Türkiye daima bu ilkeler çerçevesinde hareket ederek, suyu asagı havza ülkelerine karsı bir silah olarak kullanmayı düsünmemis tir. Hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde de taahhüt ettigi su miktarını göndermeye azami dikkat göstermistir. 

4. Türkiye’nin Su Sorununa Çözüm Önerileri 

Türkiye Bölgenin en önemli sorunlarından biri durumunda olan su sorununa, gerek, Fırat ve Dicle nehirleri baglamında sorun yasadıgı Suriye ve Irak devletlerine yönelik, gerekse Suriye ve Irak’ a ilave olarak geniş ölçekte su sorununa ile karsı karsıya bulunan Suudi Arabistan, İsrail, Ürdün, Filistin, Kuveyt, Bahreyn, Katar ve Birlesik Arap Emirlikleri gibi ülkeleri de kapsayacak bazı çözüm önerileri getirmistir. 

4.1. Türkiye’nin Suriye Irak’a Yönelik Üç Asamalı Paylasım Planı 

Türkiye tarafından Fırat ve Dicle nehir sularının paylasımı konusunda Suriye ve Irak hükümetine önerilmiş olan bu plan, sorunun belli asamalardan geçirilerek çözüme kavusturulmasını savunmustur.

39 Siyasi ve Sosyal Arastırmalar Vakfı, Ortadogu ve Gelecegi,S SAV Yayını, stanbul, 1992, s.14. 


Bu aşamalar söyledir: 

a) Su kaynaklarına iliskin envanter çalısmaları, 

b) Toprak kaynaklarına iliskin envanter çalısmaları 

c) Tüm toplanan verilerin birlikte degerlendirilmesi 

Bu plan, Türkiye’nin “Fırat-Dicle Havzası Sınırasan Sularının Akılcı, Hakça ve Optimum Kullanımı için Üç Asamalı Plan” çerçevesinde 1990’dan beri savundugu, kıt bir kaynak olarak suyun etkin bir biçimde kullanılması ilkesinin yasama geçirilmesi dogrultusunda atılmış bir adım ve basarılı bir örnek olusturmustur.40 

Planın iki önemli yönü bulunmaktadır. Birincisi, plan her iki akarsuyu tek bir sistem içinde degerlendirmektedir. kincisi, her üç ülkede de veri toplama isleminin ortak olarak gerçeklestirilmesi önerilmektedir. Böylece her üç ülkedeki su ve toprak kaynakları konusunda mutabakat saglanacak ve gerçek verilere dayalı, hakça ve makul faydalanma saglanacaktır. Fakat, OTK toplantılarında Suriye ve Irak’ın yaklasımı Türkiye’den çok farklı oldugu için bir uzlasma zemini saglanamamıstır. 

4.2. Türkiye’nin Bölgesel Düzeyde Ortaya Attıgı Çözüm Önerileri 


Türkiye, Suriye ve Irak ile birlikte su sorunu yasayan diger bazı Orta Dogu ülkelerini de kapsayacak sekilde bir dizi çözüm önerileri ortaya atarak soruna barısçıl bir çözüm bulma arayısları sergilemistir. Bu faaliyetlerden kısaca bahsetmek, meseleye Türkiye’nin bakış açısını yansıtmak ve suyun paylasımının, Türkiye tarafından casus belli (savaş sebebi) degil, casus paci (barış sebebi) olarak görülmesi açısından faydalı olacaktır. 

4.2.1.Barış Suyu Projesi 

Zamanın Türkiye Basbakanı Turgut Özal tarafından, 1986 yılında ortaya atılmış olan ve Barış Suyu Projesi olarak anılan girisim, Ortadogu'nun su sorunları ile ilgili gündemde önemli bir yer tutmustur. Türkiye'nin iç suları olan Seyhan ve Ceyhan nehirlerinden, Türkiye'nin tüm ihtiyacı düsüldükten sonra artakalan suyun bir bölümünü teskil eden; günde 6 milyon m3 suyun, Arap ülkelerine iletilmesini öngören projenin, ön inceleme kademesindeki çalısmaları 1986 yılında yapılmıstır. 

40 Gün Kut, “Ortadogu’da Su Sorunu: Çözüm Önerileri”, Su Sorunu, Türkiye ve Ortadogu, İstanbul, Baglam Yay., 1993, s. 478. 


Bu teklifle, bazı Ortadogu ülkelerinin su açıklarının kısmen de olsa karsılanmasının çok ötesinde, bölge ülkeleri arasında büyük bir proje etrafında isbirligi ve güven ortamı (confidence building) yaratarak, bölge istikrar ve güvenligine katkı saglanması hedeflenmistir. Maliyeti yaklasık 20 milyar dolar tahmin edilen ve insaat asamasında boru hattının geçtigi her ülkedeki yerel malzeme ve isçiligin kullanılması öngörülen proje, küresel ölçekte alt yapı projeleri listesinde yer alan tesislerden birisidir.41 

Ürdün, Filistin, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin su kaynaklarına katkıda bulunacak olan proje iki boru hattından olusmaktadır. 

Batı hattı olarak isimlendirilen hattın kapasitesi günde 3.5 milyon m3 olup uzunlugu 2700 km’dir. Bu hat Türkiye topraklarından çıktıktan sonra Hama, Humus, Halep, Sam, Amman, Yanbu, Medine üzerinden geçerek Mekke'ye ulasmaktadır. Ön hesaplara göre suyun 1 m3'ünün maliyeti 0.84$'/m³tür. 

Dogu hattı ise, Suriye ve Ürdün üzerinden Körfez ülkeleri Kuveyt, Bahreyn, Katar ve Birlesik Arap Emirliklerine kadar uzanmaktadır. Batı hattına göre daha uzun olup 3900 km'dir. Günlük kapasitesi ilk hesaplara göre 2.5 milyon m3 olarak saptanmıstır. Bu hat ile iletilecek suyun maliyeti 1.07 $/m3 hesaplanmıs tır. Dogu hattının maliyeti 12 milyar, Batı Hattının ise 8 milyar dolar olarak tespit edilmistir. 42 

Projenin yatırım bedeli yüksek oldugu için, boru hattının Suudi Arabistan ve Körfez bölgesine uzatılması yerine, en yogun su sıkıntısının yasandıgı Ürdün'e kadar getirilmesi, böylece daha kısa bir hatla yetinilerek maliyetinin düsürülmesi bazı uzmanlarca teklif edilmistir. Proje ile iletilmesi öngörülen yıllık su miktarı 2.19 milyar m3 olup Ürdün nehrinin yıllık ortalama su kapasitesinin 1.6 katıdır. 

4.2.1.1. Barış Suyu Projesine İliskin Politik Yaklasımlar 

Barış suyu boru hattı projesi ortaya atıldıgı günlerden itibaren, olumlu ve olumsuz çesitli politik tepkilerle karsılasmıstır. Ürdün genelde sıcak bir yaklasım gösterirken, Suudi-Arabistan ve Suriye olumsuz bir tavır takınmıstır. Büyük su sıkıntısı içinde olan ve ileride bu problemleri daha da artacak Ürdün ve Filistin'in projeyi desteklemelerine karsın, Arap kamuoyunda özellikle Suriye'nin girisimleri ile konu amacından tamamen saptırılarak, Türkiye aleyhinde bir kampanya baslatılmıstır. 

41
www.kho.edu.tr/yayinlar/btym/haftalikbasbultenleri/basinozetleri/2003/2428subatic.htm.(11 Mayıs 2003)
42 John Bullog, Adel Darwish; Su Savasları, Çeviren:Mehmet Harmancı, Altın Kitap Yayınevi, İstanbul, 1994, s.137. 

Ortadogu bölgesi üzerine yapmış oldukları çalısmalarla bilinen John Bullog, Adel Darwish; özellikle Araplar tarafından Türkiye’nin Barış suyu projesinin, Osmanlı mparatorlugu'nu canlandırmaya yönelik bir girisim olarak algılandıgını belirtmisler  dir.43 

Deniz suyu arıtma tesislerini geniş ölçüde kullanan Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri gerek ekipman temini gerekse tesislerin isletilmesi asamalarında, yabancı teknolojiye baglı bulunmaktadırlar. Bu teknolojiye sahip uluslararası büyük sirketlerin bölgedeki etkinligi ve ticari çıkarları, arıtma teknolojisi dısında su temini yönündeki girisimlere karsı bir lobi olusturmustur. Boru hattı projesi ile tasınacak suyun m3 maliyetinin (Batı hattı: 0.84$/m³ ve Dogu hattı: 1.07$/m³) yüksek oldugu iddia edilerek, Ölüdeniz kıyısında kurulacak ve Akdeniz-Ölüdeniz iletim sisteminden elde edilecek enerji ile isletilecek arıtma tesislerinden elde edilecek suyun maliyetinin 0.64$/m³ oldugu ifade edilmistir.44 

Dolayısıyla, uluslararası büyük firmaların birer baskı unsuru olarak ortaya çıkması, projeyi engelleyen önemli bir husus olmustur. 

3 CÜ BÖLÜMLE DEVAM EDECEK

AVRUPA BİRLİGİNİN '' GAP VE SU SORUNUNA '' YAKLAŞIMI ÇERÇEVESİNDE '' FIRAT VE DİCLE NEHİRLERİNİN YÖNETİMİ ÜZERİNE '' TARTIŞMALAR




AVRUPA BİRLİĞİNİN  '' GAP VE SU SORUNUNA ''  YAKLAŞIMI ÇERÇEVESİNDE '' FIRAT VE DİCLE NEHİRLERİNİN YÖNETİMİ ÜZERİNE '' TARTIŞMALAR ., 
BÖLÜM 1



.

ÖZET 

Günümüze kadar inkar edilemez bir gerçeklik olarak;  bulundugu bölgede medeniyetler kurulan, tükendiginde medeniyetlerin yıkılmasına neden olabilen, ugruna savasılabilen özelligi ile su, günümüzde kıt bir kaynak olusu nedeniyle, stratejik bir madde özelligi tasır duruma gelmistir. Ortadogu’nun bir parçası olan Türkiye, sahip oldugu Fırat ve Dicle Nehirleri’nden dolayı yasanan su sorununun merkezinde yer almaktadır. 

AB ile müzakerelerin yol haritası niteligindeki, Katılım Ortaklıgı Belgesi ve Avrupa Birligi Komisyonu lerleme Raporu gibi bazı belgelerde, Dicle ve Fırat sularının yönetiminin “uluslararası” özel statülü bir idare” ye devredilmesi talebi gündeme getirildi. AB’nin Fırat-Dicle havzalarına ilgisi su ihtiyacından kaynaklanmıyor. Avrupa’nın büyük bölümünde su ihtiyacı bulunmuyor ve kıta su yönetiminde basarılı bir performans sergiliyor. Buradaki ilgi, havzanın stratejik karakterinden kaynaklanmaktadır. Askeri-cografi güç, su havzaları ve Kürt sorunu etrafında kazanılacak pozisyonlar, AB’nin önemli ihtiyaçları durumunda. 

Bu baglamda Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri olan AB'ye tam üyelik müzakerelerinde Türkiye, Fırat-Dicle Nehirleri için ulusal egemenliginin hiçe sayıldıgı bir uluslararası yönetime razı olmayacaktır. Ulus olarak, egemenlik ve bagımsızlıgımıza yönelen tehditlere karsı verilen haklı tepkileri Sevr sendromuna kapılmış AB karsıtlıgı olarak degerlendirmektense, uluslararası arenada 
mücadele edilerek kazanılmış hakları ve inisiyatifi elden bırakmadan, AB hedefine yürümek; hem meşru hem de onurlu bir politika olacaktır. 

Anahtar Kelimeler: Su Sorunu, Hukuksal Çözüm, Uluslararası Yönetim, Egemenlik, Sevr Sendromu. 

1 Dokuz Eylül Üniversitesi . .B.F, Kamu Yönetimi Bölümü. Buca/ ZM R 
0232-4204180 / 2376, eray.acar@deu.edu.tr 





1. Ortadogu ve Su 

Suyun insanlar ve ülkeler açısından hayati önemi bilinen bir gerçekliktir. Çaglar boyunca insanların kurdugu uygarlıkların hemen hemen tamamının sulak alanlarda ortaya çıkmış olması da bir tesadüf degil aksine bilinçli bir tercihtir. Bildigimiz gibi su; içme, tarımsal sulama, endüstriyel üretim, sportif amaçlar, kirli atıkların uzaklastırılması gibi çok çesitli alanlarda kullanılmaktadır. Bu haliyle suyun yasamımızdaki rolü gayet hayati bir kıymet ifade etmektedir. 

lkel toplumdan bilgi toplumuna uzanan gelisim dönüsüm süreci, toplumsal ekonomik teknolojik yönetsel ve siyasal nitelikli çok sayıda kazanım yanında, gelecek kusaklar adına çözümlenmesi zor ve belirsiz bir dizi sorunu da beraberinde üretmistir. 2 

Üstelik, dogal üretim kaynaklarının bozulması kirlenmesi ve yok edilmesi temelinde somutlasan bu sorunlar, yeterince anlasılamadıgı, algılanıp fark edilmedigi için, sanılandan çok tehlikeli bir özellik tasımaktadır.3 

Dünyanın yeni bir kurak döneme girdigi yolundaki gözlem ve degerlendirmeler, sorunun çok daha agır oldugunu ortaya çıkarmakta ve “su çevrimine dayalı yasamın” sürdürülebilirligi her ortamda konusulan güncel ve evrensel bir sorun olarak gündeme yerlesmeye baslamaktadır.4 

Su sıkıntısının belirgin bir sekilde yasandıgı, ülkemizin de içinde bulundugu Ortadogu bölgesine genel hatlarıyla bakıldıgında, Yüksek Saha bölgesinde yer alan Türkiye’nin bölge akarsularının kaynak kısımlarına sahip oldugu görülür. Türkiye’nin sahip oldugu avantajlı akarsu cografyası komsu ülkelerle olan siyasi cografyasını karmasıklastırmaktadır. 

Ortadogu’nun kuzeydogu, orta ve güney bölgelerinde, birbirini takip eden uçsuz bucaksız çöller yer almaktadır. Arap yarımadasında, 
Büyük Nefud ve Küçük Nefud, Suriye çölleri önemli alan kaplarlar. Bunların yüzölçümleri, bölge topraklarının yarısından fazlasını teskil 
eder. Öte yandan, çöllerin çevresinde ise, özellikle yaz kuraklıgının hakim oldugu step bölgeleri geniş yer tutar. 

2 Sami Agırgün,”Su Kaynaklarının Kirlenmesi ,Arıtım Tesisleri ve Arıtımın Önemi”,Yeni Türkiye,Yıl:1, Sayı5, Temmuz-Agustos 1995,s.11 
3 Neset Akmandor, Su Sorunun Fiziksel Boyutları: Ortadogu Ülkelerinde Su Sorunları,Tesav Yayınları, Ankara,1994,s.1554 Sami Agırgün,a.g.e.,s.41 


Bir bakıma, Türkiye’nin Karadeniz kıyıları ile ran’ın Hazar kıyıları dısında kalan tüm Ortadogu toprakları, yaz kuraklıgı ile karsı karsıya olup, suya hasrettirler. ste bu hasretlik, bölge toprakları üzerinde yasayan insanları, zaman zaman birbirlerine düsman yapacak kadar depresir.5 


ARAS NEHRİ




ARAS NEHRİ VE EÇVRESİ



Belki dünyanın hiçbir bölgesinde, Ortadogu’da oldugu kadar su degerli degildir. Nitekim çogu Arap Ülkelerinde, su; petrolden daha degerlidir. Bu sebeple, geçmiste oldugu gibi, bugün de, Ortadogu bölgesinin en önemli sorununu, su yetersizligi teskil eder.6 Ortadogu devletlerinin genelinde jeo-ekonomik yapının dogrultusunda sekillenen tarım agırlıklı ekonomiler, su kaynaklarının ne kadar önemli oldugunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Petrol gelirlerinden faydalanan ya da yoksun olan devletler arasındaki ortak nokta tarım üretiminin ekonomiler içindeki yasamsal rolüdür. Tarım sektöründe kullanılan suyun plan ve projeden yoksun degerlendirilmesi ise israfa yol açmaktadır. Ayrıca bölge genelinde her geçen gün artan nüfus karsısında her gün azalan su kaynakları yetersiz kalmaya mahkumdur7. 

Ortadogu bölgesi, su yetersizligi, özellikle sınır asan nehirlerin ortak kullanımı üzerinde anlasmazlıklara sahne olmustur. Söz konusu bu anlasmazlıklar bazen iki ülkeyi bazen de üç veya daha fazla ülkeyi ilgilendirmektedir. Petrolün stratejik merkezi olan Ortadogu, giderek suyun da stratejik merkezi olacak gibidir. Bunun nedenlerini yukarıdaki açıklamalar ısıgında özetle söyle sıralayabiliriz: 

1. Suyun bölgede dengesiz dagılımı 
2. Ortalamanın üzerindeki nüfus artısı 
3. Gittikçe yükselen hayat standartlarına baglı olarak artan su ihtiyacı 
4. Suyu tarımsal alandan endüstriyel alana ve iç kullanıma çevirebilecek politik iradenin zayıflıgı 
5. Gıda güvenligini su güvenligine baglayan yanlış anlayış 
6. Suyu korumak ve tasarruf için gerekli teknoloji ve alt yapının eksikligi( srail ve Ürdün hariç) 
7. Suyun politik kazanımlar için istismar edilmesi 
8. Sorunlu sular üzerinde isbirligine dayalı antlasmaların yapılamaması 
9. İstikrarsız rejimler, zayıf politik irade ve güvensizlik 
10. Yaptırım gücünden yoksun uluslararası kurallar ve antlasmalar”8

Türkiye’nin sahip oldugu cografyası ve akarsularıyla içinde yer aldıgı “Ortadogu Su Sorunu” genel hatlarıyla bu sekildedir. Konuyu sadece ülkemizi ilgilendiren Fırat ve Dicle suları ile ilgili sorunlar olarak daralttıgımızda karsımıza Suriye ve Irak devletleri çıkar. 

5 Neset Akmandor,a.g.e.,s.161 
6 Serap Kuleli, ”Su Kaynakları Yönetimi”, Yeni Türkiye, Yıl:1,Sayı:5, Temmuz-Agustos, 1995, s.44 
7 Malcom Russell, The Middle East and South Asia, Stryker-Post Publications, 1999, p.2 -7. 


2. Türkiye'nin Sınır-Asan Akarsuları Olarak Fırat ve Dicle Nehirleri 

2.1. Fırat ve Dicle Nehirleri 


Fırat ve Dicle, Türkiye’nin yer üstü suları içinde toplam % 28,5’lik paya sahiptir ve en çok akış hacmini içeren nehirlerdir. Fırat, 2780 km uzunlugunda, Dogu ve Güneydogu Anadolu’da Karasu ve Murat Suyu adlı iki büyük kolun birlesmesiyle olusan bir nehirdir. Erzurum-Dumlu daglarından kaynagını alan nehrin akaçlama alanı 720.000 km² kadardır. nehre kaynak saglayan alanların, % 62’si Türkiye’de, % 38’i Suriye’dedir. Türkiye nehrin yıllık su hacminin % 89’unu karsılamaktayken, Suriye’nin payı yalnızca % 11’dir.9 

Fırat’ın Türkiye’den çıkısındaki yıllık ortalama debisi, saniyede 909 m³ dür. Habur’dan sonra 1200 km.lik akısı boyunca hiçbir kol olmadıgından, buharlasma, sızma ve sulama nedeniyle debisi 2/3 oranında azalır. Irak topraklarında Dicle nehri ile Al-Kurna’da birleserek Şatt-ül Arap adını alır ve Basra Körfezi’ne dökülür. Su potansiyeli yıllar ve mevsimsel olarak büyük degisimler gösterir. Fırat’ın suları Mart basında karların erimesiyle yükselmeye baslar ve Nisan ayında en yüksek seviyesine ulasır. Mayıstan sonra alçalmaya baslayarak Eylülde en düsük seviyeye iner. 10 

Dicle nehri, Dogu Anadolu’da Baba Dagı’nın güney eteklerindeki kaynakların birlesmesiyle meydana gelir. Ambar, Kuru, Pamuk, Hazro, Batman ve Garzan Çayları ile beslenerek Habur’dan sınırlarımızı asar ve Irak’a girer.11 

Dicle’nin toplam uzunlugu 1840 km.dir. Bunun 523 km.lik kısmı Türkiye’dedir. Türkiye’deki 4 havzası 38,280 km².dir. Saniyede ortalama olarak 629 m³ su geçirir. 

8 Abdullah Kıran, Ortadogu’da Su: Bir Çatısma ya da Uzlasma Alanı, Kitap yayınevi, İstanbul 2005, s.8 
9 Mehmet Gönlübol, Olaylarla Türk Dış Politikası(1919-1995), Siyasal Kitabevi, s.668. 
10 Mehmet Gönlübol, a.g.e., s.669 
11 Osman Tekinel, Ortadogu Su Sorunu ve Ülkeler Arasındaki liskilere Etkisi, Çukurova Üniversitesi, Ceyhan Meslek Yüksek Okulu Yardımcı Ders Notları:20,s.17 


Türkiye-Suriye sınırının küçük bir bölümünü çizerek, Irak topraklarında Fırat ile birlesir ve Basra Körfezi’ne dökülür. Dicle Havzası’nın % 12’si Türkiye, % 0,2’si Suriye, % 54’ü Irak ve % 34’ü İran sınırları içinde yer alır. 
Nehrin yıllık su hacmine Türkiye’nin  katkısı % 51, Irak’ın %39 ve İran’ın %10’dur.12 

2.2. Fırat -Dicle Üzerine Anlasmalar Ve Sorununun Tarihsel  Gelisimi 

Fırat nehri ilk defa 1921 yılında uluslararası bir anlasmaya konu oldu. Bu Ankara Anlasması’dır. Fransa ve Ankara hükümeti arasında Halep'in kuzeyindeki Kuveik suyunun adil bir paylasımı konusunda yapılmıstır. Bilindigi üzere Suriye o zamanlar Fransız mandası altındaydı. Su konusundaki 2. Anlasma 1923 Lozan Anlasması’nın 109. maddesidir. Fırat ve Dicle Havzası’nı olusturan Türkiye, Suriye ve Irak'ın bir komisyon olusturarak suya iliskin konularda, mevcut bulunan su rejiminin devamını temin için antlasmalar yapmaları yönünde kararlar alınmıstır.13 
Türkiye’nin Fırat ve Dicle Havzası üzerinde gerçeklestirecegi projelerle ilgili ilk önemli anlasması, 1946’da Ankara’da Türkiye ile Irak arasında imzalanan Dostluk ve yi Komsuluk Anlasması’dır. Türkiye ile Irak arasında 29 Mart 1946 tarihinde sonuca baglanan Dostluk ve yi Komsuluk Antlasmasının, Fırat ve Dicle ile onların kollarındaki suların düzenlenmesine iliskin Birinci Protokole göre; Türkiye Irak’ı, Dicle ve Fırat ile onların kolları üzerindeki koruma tesisi çalısmalarıyla ilgili planlarından haberdar edecek, bunun için de, bu çalısmalar, hem Irak, hem Türkiye’nin çıkarları dogrultusunda mümkün oldugunca ortak anlasmalarla belirlenecektir.14 

l950’lere gelindiginde, gerek Suriye, gerekse Türkiye, Fırat üzerinde kendi büyük çaplı projelerini gelistirmeye baslamıslardır. Bu dönemde Suriye, Asi nehri üzerinde baraj ve sulama tesisleri kurmayı da planlamış ve proje finansmanı için Dünya Bankası’na basvurmustur. Dünya Bankası, durumdan etkilenebilecek diger üye ülkelerin çıkarlarını da göz önünde bulundurarak Suriye’ye Asi nehrinde asagı çıgır ülkesi olan Türkiye ile görüsmesini tavsiye etmistir15 Dünya Bankası’nın bu yaklasımı etkilerini bugün de sürdüren iki önemli sonuç dogurmustur. 

Biricisi; Suriye, Türkiye’ye katılmasını kabul edemedigi Hatay ilinden denize dökülen Asi konusunda Türkiye’den onay almayı politikasına uygun bulmadıgı yorumuna yol açacak biçimde, kredi talebini geri çekmistir. 

12 Osman Tekinel, a.g.e., s.35 
13 Mehmet Kocaoglu, Ortadogu, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1995, s.193. 
14 Hüseyin Pazarcı, , Uluslarası Hukuk Dersleri II. Kitap, Ankara, 1993, s.248 
15 Gün Kut, "Türk Dış Politikasında Su Sorunu", Türk Dış Politikasının Analizi, Der Yayınları, 1994, s.226. 


Suriye’nin Asi nehrini Türkiye ile görüsme konusu yapmaktan kaçınma politikası bugün de devam etmektedir. kinci önemli sonuç; 

Türkiye’nin Fırat üzerinde 1960’larda insasına baslayıp 1973’te isletmeye soktugu Keban Barajı ve 1987’de tamamladıgı Karakaya Baraj ve hidroelektrik santralleri için Dünya Bankası’ndan talep ettigi krediler karsılıgında ve bankanın politikası geregince, barajların doldurulma islemi sırasında nehirden asagı çıgır ülkelerini tatmin edecek asgari miktarda su bırakmayı taahhüt etmesidir.16 

Türkiye tarafından Fırat üzerine kurulan ilk baraj olan, Keban’ın proje çalısmalarına 1964’te, insaatına ise 1965 yılında baslanmış ve 1974 yılında bitirilmistir. Aynı yıllarda Suriye Fırat nehri üzerinde basladıgı Tapka Barajı’nı 1975 yılında tamamlamıstır. Bu yıllarda baslayan mansap ülkelere su bırakılması konusundaki görüsmeler; 1966 yılında Türkiye’nin 450 m³ su bırakmayı taahhüt etmesi ile uzlasmaya varılmıstır. Bu tarihten itibaren barajın insa safhasında, ülkeler arasında bilgi alısverisinin dısında önemli bir olay gelismemistir.17 

1974 -1975 yıllarında Türkiye ve Suriye’nin büyük barajlarını bitirmesi ile birlikte, ülkeler arasında Fırat’ın sularının kullanımına iliskin ciddi sorunlar ortaya çıkmaya baslamıstır. Ancak, bu yıllarda asıl sorun Suriye ve Irak arasında yasandı. 1973-1974’te Suriye’de Tapka Barajı’nın insası ikili iliskilerin gerildigi bir döneme rastladı ve Irak’ın sert tepkisine yol açtı. Esat Gölü havzasının doldurulması Irak’ı Fırat’ın dogal akısından geçici olarak yoksun bıraktı. Irak I975’te Fırat’ın yıllık ortalama akısından (9,4 km³) üçte birinden azını aldıgını iddia ederken, Suriye, Irak’a aynı dönemde yıllık üretimi olan 12,8 km³ suyun bırakıldıgını iddia etmekteydi. Suriye yetkilileri Irak’ın herhangi bir su açıgını, Dicle’nin sularını kullanarak giderebilecegini ileri sürdüler.18 Irak, Dünya Bankası’nın 1965’teki önerisi dogrultusunda, Fırat’ın sularındaki “adil 
hakkının” 16,1 km³ düzeyinde olması gerektigini iddia etti. Irak, Nisan 1975’te Suriye’nin Fırat’ın sularını Esat Gölü’nü dolduracak miktardan fazlasını, politik nedenlerle tuttugunu ve böylece Irak’ın kıslık tahıl üretiminin % 70’inin yok olmasına neden oldugunu ileri sürerek Arap Birligi’ne sikayetini bildirdi. Suudi Arabistan ve SSCB’nin Haziran 1975’teki arabuluculugunun ardından Suriye Tapka Barajı’ndan daha fazla su bırakacagını bildirdi ve aynı yılın Agustos ayında Fırat’ın sularının paylasılmasına yönelik Suudi Arabistan önerisini (daha sonra uyulmamış da olsa), kabul ettigini açıkladı. Ancak Irak, 1980’lerde yasanan yarı kuraklık döneminde Suriye’yi her fırsatta Fırat’ın sularını tutmakla suçlamaya devam etti.19 

16 Rıfat Uçoral, “Siyasi Tarih” (1789-1994), stanbul, 1995, s.256 
17 Mehmet Gönlübol, a.g.e.,s.670 
18 Uçoral, a.g.e.,s.257 


Türkiye -Suriye iliskilerinde ciddi sekilde su problemi çıkaran diger gelisme, Güneydogu Anadolu Projesi’nin ortaya atılmasından ve bir kısmının gerçeklesmesi olmustur. Türkiye su kaynaklarının %28’ini olusturan Dicle ve Fırat nehirleri yakın zamana kadar atıl durumdaydı. 
Bu potansiyeli kullanmak isteyen Türkiye Güneydogu Anadolu Bölgesi’nin kalkınması için uzun vadeli ve kapsamlı bir kalkınma planı hazırlamıs, bu kapsamda Güneydogu Anadolu Projesi adı altında (GAP) sulama ve enerji amaçlı 22 baraj, 19 hidroelektrik santralinin yapımına baslamıstır. Proje tamamlandıgın da atıl durumunda olan 1.8 milyon hektarlık arazi sulanacak ve yılda 23 milyar kw/saat elektrik üretilecektir. 

Türkiye’nin Asagı Fırat Projesi’ni gelistirerek Güneydogu Anadolu Projesi’ni faaliyete geçirmek üzere oldugunun ilk isaretleri gelmeye basladıgında ise asagı çıgır ülkelerinin Fırat konusunda bir anlasmaya varma talepleri yüksek sesle telaffuz edilmeye baslamıstır. Asagı çıgır ülkelerinin temel korkusu GAP çerçevesinde sulanması planlanan 1,8 milyon hektar tarım arazisi nedeniyle öncelikle Fırat ve daha az ölçüde Dicle sularının bugün Türkiye tarafından kullanılmadan Suriye ve Irak’a akan sularının azalmasıdır. Nihayet, 1980’de Irak ve Türkiye arasında imzalanan Karma Ekonomik Komisyon Protokolü uyarınca bölgesel sular sorununu görüsmek amacıyla bir Ortak Teknik Komite kurulmus, Suriye de bu komiteye 1983’te katılmıstır.20 

Türkiye’nin GAP’ın en önemli parçasını olusturan Atatürk Barajı’na baslamasın dan bir yıl sonra, 1982’de ilk toplantısını yapan Ortak Teknik Komite, Suriye’nin de katılmaya basladıgı üçüncü toplantısından, 1992’de yapılan on altıncı ve son toplantısına kadar tarafların birbirleriyle tamamen çelisen çıkarları ve en temel konulardaki görüş ayrılıkları nedeniyle gündem bile belirleyemeden dagılmıstır.21 

3. Uluslararası Hukuk Açısından Fırat ve Dicle Ortadogu’da sürekli artan su talebi ve su kaynaklarının yetersizligi, zaten paylasımı konusunda sorunlar bulunan sınır asan sular konusunda bu ırmaklara kıyıdaş olan ülkeler arasında gelecekteki olası çatısmaları gündeme getirmektedir. Su yoksulu bir bölge olan Ortadogu’da kıt olan su kaynakları hesapsız ve hoyratça kullanılmaktadır. Bu sekilde devam ettigi takdirde 21.yüzyılın ilk çeyreginden itibaren iki ya da üç ülkenin dısında tüm Ortadogu, çok ciddi bir su krizi yasayabilecektir. 

19 Uçoral, a.g.e., s.257 
20 brahim Mazlum, Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları Açısından Sınırasan Sular Sorunu, En Uzun On Yıl, Büke Yayınları, Mart 2000, s.371.
21 Gün Kut, a.g.e.,s.226. 


Böyle bir durumda, diger bölgelere nazaran çok daha fazla siddet potansiyeline sahip oldugu bilinen Ortadogu’da “su savaslarının” çıkacagı ve bu savasların çok yakın zaman diliminde yasanacagı iddia edilmektedir.22 Tabii ki savasın alternatifi de sorunun karsılıklı görüsmeler ve uluslararası hukuk kuralları ve ilkeleri çerçevesinde çözüme kavusturulmasıdır. 

Fırat ve Dicle Irmakları Suriye ve Irak için "Uluslararası Su" Türkiye için ise "Sınır Asan Su" (Transboundary rivers) dur. Suriye ve Irak'ın Fırat ve Dicle'yi uluslararası su olarak nitelendirmeleri her seyden önce paylasma amacına dayanıyor. Çünkü "uluslararası" nitelemesi genellikle paylasılabilirligi ortaya koymaktadır. Oysa "sınır asan" sularda suyun çıktıgı ülke ile aktıgı ülke arasında esit egemenlik söz konusu olamaz. BM Uluslararası Adalet Divanı (UAD) Statüsü’nün md.38’e göre uluslararası hukukun kaynakları; Anlasmalar, teamül, hukukun genel ilkeleri, mahkeme kararları, doktrin olarak sınıflandırılmaktadır. Uluslararası suyolları bakımından baglayıcı kural, ya da alısılmış bir uygulama bulunmamaktadır 23 . 

Anlasmalar, Viyana Antlasmalar Hukuk Sözlesmesi (VAHS) md.64 geregince, sadece anlasmaya taraf olanları baglar ve onlar için hak ve yükümlülükler dogurur. Ancak istisnaen “özellikle ulasım yollarıyla ilgili birtakım anlasmaların üçüncü uluslararası taraflar için de haklar” dogurdugu görülebilir. Sınır asan suların hukuki kaynakları bakımından devletler, daha çok, uyusmazlıga taraf devletlerin bir araya gelmesi ile o konuya özgü özel bir anlasma imzalama yoluna gitmektedirler. Ancak bu anlasmalar, bir diger uyusmazlıgı 
çözümleyecek anlasmalar bakımından aynen uygulanabilme kabiliyetini haiz degildir. Çünkü anlasmalar birbirinden farklı nehirler üzerinde dogan 
uyusmazlıkları çözümlemekte, ortaya konulan sorunlar ve mutabık kalınacak çözümler farklılasabilmektedir. Aynı özellikleri tasıyabilen nehirler bakımından ise, sorunlar aynı olabilse de çözümler, somut uyusmazlıga göre degisik olabilmektedir. Örnegin, su konusunda imzalanan anlasmalar, ülkeler arasındaki topyekün iliskilerin sadece bir parçasıdır. Buna baglı olarak da taraflardan birinin anlasmanın müzakere edildigi dönemdeki pazarlık gücü, benzer durumlardaki baska kıyıdaş devletlerinkinden farklı olabilir veya taraf ülkelerden birinin o 
anlasmayla verdigi taviz, baska bir anlasma ile dengelenmiş olabilir24 . 


2 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEK..


9 Eylül 2015 Çarşamba

BİR KÖŞK İÇİN BİR AĞACI FEDA EDEMEM



'' BİR KÖŞK İÇİN BİR AĞACI FEDA EDEMEM ''



ATATÜRK: “Bir köşk için bir ağacı feda edemem”

Atatürk’ün Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde görev yaparken karşılaştığı doğa fakirliğine, yeşil örtü yokluğuna doğa sevgisi yüzünden isyan ettiğini düşünmek yanlış olmaz. O büyük insan, eline geçen ilk imkanda ülkenin bu ana meselesine de yönelmiş ve ilk iş olarak, Anadolu bozkırının ortasında, tam bir bozkır kendi olan Ankara’nın doğasına hayat vermeye girişmiş, yalnız Ankara’da değil, tüm yurt sathında da tarım ve ormancılığın geliştirilmesi için hayatı boyunca uğraş vermiştir.

Atatürk’ün hayatından derlediğimiz ve tüm insanlara örnek olması gerektiğine inandığımız ağaç ve doğasevgisi ile ilgili anıları ilgi ile okuyacağınıza inanıyoruz...




“BİR KÖŞK İÇİN BİR AĞACI FEDA EDEMEM”



Atatürk’ün sağlık nedeniyle Yalova’daki köşkte kaldığı yıllarda buraya görevli ya da konuk olarak gelip gidenler artmıştı. Üstelik, köşkün bütün gereksinimleri İstanbul’dan karşılanıyordu.

Denizyolu ile Atatürk’ün çiftliği ve termal tesislerine giden karayolu arasında bir bağlantı istasyonu görevi görsün diye bir binanın yapımına girişildi. Vapur bekleyenler ya da vapurdan inenler burada dinlenebileceklerdi. Ayrıca Atatürk’ün deniz kıyısına indiğinde soluklanacağı bir yer olarak düşünülmüştü. Bu bina iki katlı ahşap bir köşk olarak tasarlandı. Yetkililer, Atatürk’ün doğa sevgisini bildikleri için asırlık bir ağacın altına yaptırdılar. Ne var ki, ağacın o kadar yakınına sokulmuşlardıki, bina yükselince koca koca dallar arasında kalıverdi. Asırlık ağaç yeni sürgünler verip yapraklanınca köşkü tehdit eder oldu. Bu durum karşısında akla gelen ilk şey ağacı kesmek oldu. Ancak Atatürk’e danışmadan bu işe cesaret edemediler. Atatürk, “Bir köşk için bir ağacı feda edemem.” dedi. İstanbul’dan, Tramvay şirketinden mühendis ve teknisyenler getirtti. Bina “caraskal” ile askıya alındı. Altına raylardöşendi. Ağır ağır kaydırılarak ağaçtan uzaklaştırıldı. Bütün bu işler olurken Atatürk olan biteni dikkatle izledi ve oradan ayrılmadı.



Üzerinde fazlaca durulmamış, yeterince değerlendirilememiş bu olayın öyküsünü, bir iki kaynakta Yalova çiftliği içindeki bir köşkte olmuş gibi anlatıldığını gördük. Ancak elde ettiğimiz ve burada yayımlamakta olduğumuz fotoğraflar, olayın deniz kıyısında olduğunu açıkça kanıtlamaktadır.
***
ANKARA’NIN TOPRAĞINDAKİ ZAFERLER

Kurtuluş Savaşı sürecinde birgün, Atatürk, Ankara karargâhında, yemek yedikleri masanın üstünü çok çıplak bulmuştu. “Şöyle bir iki çiçek yok mu, ıslatıp masaya koysanız!” demişti.

O zamanlar Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın masasını bile süsleyecek bir demet çiçek bulunamamıştı.

Daha sonraları Çankaya’ya yerleştiği zaman, Paşa bahçesinde çiçek yetiştirmeye başladı. Gazi, Mayıs 1922’de Ankara’ya gelen Moskova Sefiri Ali Fuat Cebesoy’u, Çankaya’da çiçek tarlalarının arasında kabul etti. Silah arkadaşlarından biri, ötekine, Moskova izlenimlerini anlatıyor, ondan da Sakarya zaferinin ayrıntılarını öğrenmekistiyordu.


Gazi bir ara, tarlalarda filizlenen çiçek fidanlarını gösterdi: “Bakınız Ali Fuad Paşa” dedi. “Bunlar da, bizim Ankara toprağı üzerinde kazandığımız zaferler...”
***
“KİMSE ÇİÇEK ALMAZSA BEN ALIRIM”

Cumhuriyetin ilanı günlerinde İstanbul’un ünlü çiçekçisi Yorgo Sabuncakis, Şehremini Nevzat Bey tarafından adeta apar-topar Ankara’ya getirildi, Gazi’nin huzuruna çıkartıldı. Gazi, Sabuncakis’ten Ankara’da bir hafta içinde bir çiçekçi dükkânı açmasını istedi. Sabuncakis için böyle bir iş yeri açmak o kadar zor değildi. Henüz bir sosyetesi gelişmemiş, kocaman bir yangın yeri olan kasaba kılıklı bu Anadolu kentinde çiçeği kime satabilirdi? Ankara’da o tarihlerde doğru dürüst bir manav bile yoktu. İstanbul’ da da kurumlaşmış tek çiçekçi kendisiydi. Bu kaygısını açıkça dile getirdi.

Gazi ona: “Kime çiçek satacağını soruyorsan, bana tabii...” diye karşılık verdi. “Kimse çiçek almazsa, hepsini ben alırım.”

Yeni başkentin yeni sosyetesi kısa zamanda çiçek alıp, çiçek armağan etmeye, törenlere çiçekler göndermeye alıştı.

Sabuncakis’e o zamanlar adı Taşhan olan Ulus meydanına bakan Millet Bahçesi köşesinde bir yer verildi ve Ankara’nın ilk çiçekçi dükkânı, Cumhuriyetle hemen hemen yaşıt olarak orada açıldı. Yeni başkentin yeni sosyetesi kısa zamanda çiçek alıp, çiçek armağan etmeye, törenlere çiçekler göndermeye alıştı.
***
“SEN HİÇ ÖMRÜNDE BÖYLE BİR AĞAÇYETİŞTİRDİN Mİ?”

Gazi, Latife Hanım’la evlendikten sonra, Çankaya’daki bağ evi onarılarak büyütülmüştü. Bu arada köşkün bahçesini yeniden düzenlemek üzere İzmir’den bir bahçe uzmanı da getirilmişti. Bahçe uzmanı (Bir anlatışa göre bu kişi Bahçe Mimarı Mevlüt Baysal’dı) birkaç gün bahçeyi inceledi, bir takım planlar çizdi.

Sonunda tasarladıklarını Gazi’ye sunma sırası geldi. Bahçeyi birlikte gezerlerken, nerelerde neler yapılması gerektiğini anlatıyor, Gazi de dikkatle onu dinliyordu. İrikıyım bir kayın ya da karakavak ağacının önüne geldiklerinde konuk uzman:

“Bu ağacı da keseceğiz Gazi Hazretleri” dedi. “Çünkü yolu engelliyor.”

Atatürk birden durdu. Kızdığı, gerilen yüzünden ve çakmak gibi yanan gözlerinden belli oluyordu.

“Vay beyim vay” dedi. “Ömründe böyle bir ağaç yetiştirmişliğin var mı ki fütursuzca ‘Keselim’ diyorsun?”

Adamcağızı bir daha Gazi’nin huzuruna çıkarmadılar. Geldiği yere, İzmir’e geri gönderdiler. Atatürk Orman Çiftliği’ni kurmak üzere arazi satın alırken uzmanlar, “Bu toprakta tarım yapılmaz, ağaç yetiştirilmez” raporu veriyorlardı. O, “Demek ki seçimimiz yerinde. Olmayacak denilen yerde olabileceği gösterebilmek için iyi yer seçmişiz.” diyordu.
***
“AH BE KEMAL SEN ZİRAAT Mİ OKUDUN!”


İlk yıllarında, Gazi Çiftliği’nin işleri o kadar iyi gitmiyordu. Bir yıldönümü akşamı, küçük çiftlik köşkünün havuzunun başındaydı. Gazi’yi bir sürpriz bekliyordu. Çiftlik Müdürü Tahsin Bey, fıskiye altlarına renkli ampuller yerleştirmiş, birden akşam karanlığında sular çeşitli renklerde kesik kesik fışkırıp dökülmeye başlamışlardı. Oysa Gazi o sırada hayli üzüntülüydü. Üzüntüsü bir yılın hesaplarının zararla kapanmış olmasını o gün öğrenmiş olmasından ileri geliyordu.

Renkli suları öyle görünce acı acı güldü.

“Ah be Kemal” dedi. “Sen ziraat mı okudun? Baban da çiftçi miydi sanki? Bilmediği işe girip de kaybedene işte böyle, sular bile güler...”

İlk yılın zararı önemli değildi. Çiftlik kısa zamanda gelişecek, tüm Ankara’ya yararlı hale gelecekti.
***
“ANKARA’YI TERCİH ETTİREN TEKDUYGU ULUSAL DÜŞÜNCEDİR”



Ünlü tarihçi Arnold Toynbee“Contemporary Review” dergisinin Ekim1929 sayısında yayımlanan “Türkiye’yi dördüncü ziyaretim” isimli makalesinde şöyle yazıyor:

“Benim en çok dikkatimi çeken, Ankara’nın ağaçlarını dikenler, Sakarya üzerindeki İnönü’de Yunanlara karşı verdikleri savaştakilere benzer zorluklarla kahramanca savaşmaktadırlar. Bu kez Türkler, insanlarla savaşmıyor, bizzat doğa ile savaşıyorlar. Türkler bu ikinci savaşı da kazanırlarsa ki, kuşkusuz öyle olacaktır, gerçekten amaçlarına ermiş olacaklardır.”

Elbette amaç, sadece ağaç dikmek değildir; kendi kendilerine beslenip büyüyünceye kadar bunları korumaktır. Buzahmetli ve yorucu türden bir çalışmayı gerektirmektedir.

Niçin böylesine zorlu bir yol seçildi?


Bugün, Türkiye gibi, çabalayan bir ulus için bakir bir başkent inşa edilmektedir; bu niçindir. Güçsüz Osmanlı İmparatorluğunun başkenti İstanbul, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin merkezi olmaya layık değildir...

Ankara’yı tercih ettiren tek duygu, ulusal düşüncedir. Çünkü Ankara, Türklerin kendi başlarına başarmaya başladıkları bütün işlerin somut örneğidir.
***
“BAHAR GELMİŞ, NE GÜZEL!”

Atatürk, 1938 baharında beyaz çiçeklerle bezenmiş bir badem dalını vazoda görünce şunları söylemişti:

“Bahar gelmiş, ne güzel!.. Fakat bu çiçekler meyve vermeden solacak ve sadece bizim birkaç günlük zevkimizi tatmin edecek.”

Dolmabahçe Sarayı’ndaki son günlerinde yatağının tam karşısına ormanları gösteren yağlıboya bir tablo asılmıştı. Afet Hanım’a: “Bana memleketimizin ormanlık, güzel yerlerinden tanıdıklarını anlat” diyordu. “Oralara gidelim, ağaçlar arasında dolaşabileyim, basit bir hayata kavuşalım.

Arzum, yeşillik ve ağaçlık, fakat yaz kış yeşil duran ağaçlar arasında olmaktır.”




..

DEVR-İ TAYYİP ÇIRAKLIK DÖNEMİ:2002-2007




DEVR-İ TAYYİP ÇIRAKLIK DÖNEMİ:

2002-2007




Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacı ile mütenasip olacaktır. Artık yeni Türkiye’nin devlet siyaseti, milli sınırları dahilinde egemenliğine dayanarak bağımsız yaşamaktır (1923)




Yukarıdaki başlık 19 KASIM 2013 tarihinde amazon.com’dan yayınlanarak okuyucuların hizmetine sunulan 14  ncü kitabımın ismidir (1)
Türkiye’nin son 12 yılının siyasi yaşamına damgasını vuran başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile ilk karşılaşmamız 2002 Mayısında tarihi Sepetçiler Kasrının Haseki salonunda oldu. Güven Hareketi yönetim kurulunun periyodik perşembe toplantısına konuşmacı olarak davet edilmişti.
Tayyip Bey bize önce kendi siyasi geçmişini anlattı. Sonra henüz bir yaşındaki partisini tanıttı. Gelecek için hedeflerini ve siyasetten beklentilerini açıkladı. Tayyip Erdoğan’ı dört saat kadar süren karşılıklı soru cevap periyodunda sıkıştırmış olmalıyız ki dışarıda yolunu kesen gazetecilere söylediği ilk söz ayni mekânda yer alan Hammam isimli lokanta’dan da esinlenerek “Derin devlet beni hamamda fena terletti” olmuştu.
Tayyip Bey haklıydı. İktidara oynayan bir partinin genel başkanı olarak her biri konusunda uzmanlaşmış ondört kişinin soru bombardımanı karşısında gerçekten bunalmıştı. Bizler bir taraftan kamuoyunun beklentileri doğrultusunda Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olacak olan kişiyi tanımaya çalışırken, diğer taraftan ülke ve devlet için kendisinden ve partisinden beklentilerimizi de birinci ağızdan iletme fırsatı bulmuştuk. 
Recep Tayyip Erdoğan alışılagelmiş lider tiplerinin dışında çok değişik bir tavır içinde idi. Fiziği düzgün, enerjik, kendinden emin, insanları korkutmayan karşısındakilere güven veren, halka yakın, hitabeti güçlü ve delikanlı bir kişiliğe sahip bir lider tipi sergiliyordu. 
Türk halkı, aleyhindeki bütün söylemlere ve “ seçtirmezler, hanımı başörtülü kişiyi başbakan yaptırmazlar” şeklindeki ciddi uyarılara rağmen Tayip Bey’e büyük destek verdi. Önce partisini tek başına iktidara taşıdı ve sonra da önündeki bütün engelleri birer birer kaldırarak başbakanlık koltuğuna oturttu. 
Türk halkı, yıllardır koalisyon yönetimlerindeki kısır siyasi çekişmelerden bıkıp Tayyip Bey ve arkadaşlarını tek başına iktidara taşırken yılların siyasetçilerini partileri ile birlikte sandığa gömmüştü. Halk istikrar istemişti. Ve şimdiye kadar denenmemiş bir lideri ve henüz bir yıllık bir geçmişe sahip partisini tek başına iktidara taşımıştı. Bunu yaparken de ona gerek mecliste ve gerekse yerel yönetimlerde başarılı olmasını temin edecek temsil gücü vermişti.
Dünyanın merkezindeki bir coğrafyada, küresel mihrakların menfaatlerinin düğümlendiği bir bölgede, cihan imparatorluğu mirasından gelen 70 milyonluk bir Türkiye’nin yönetimi kolay değildi. Bu ülkenin yönetimi sadece karizmatik liderlik vasfı dışında, köklü bir devlet tecrübesine bilimsel düşünceye ve zorluklardan asla  yılmayacak güçlü bir iradeye ihtiyaç gösteriyordu. 
Peki, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti kadroları ülke yönetecek bilgi, beceri ve tecrübeye sahipler miydi? İşte bunu zaman gösterecekti. 
30 yıllık devlet memurluğu görevimin tecrübeleriyle hiçbir siyasi fikrin tesiri altında kalmaksızın Atatürkçü düşünce ışığında ülke meselelerine çözüm üretmeye çalışan biri olarak Türkiyenin gündemindeki konuları Önce Vatan gazetesindeki “Bildiri-Yorum” köşesinde ve internetteki (www.kumkale.net) adresli sitemde irdeledim. Bir başka ifade ile AK Parti’nin Kasım 2002’de başlayan ve iktidarını araştırıcı bir gözle yakından takip ederek görüşlerimi tarafsız bir gözle açıklamaya çalıştım. 
 “Devri Tayyip” kitabı, 20 Eylül 2002- 22 Temmuz 2007 arasında Türkiye’nin yönetim ile ilgili gündem maddelerinin kronolojik olarak ifadesidir. 
Bu kitap, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AK Partinin özellikle eleştirildiği bir kitap olarak görülmemelidir.  Türkiyenin meselelerine Atatürkçü görüşle stratejik anlamda bakan bir aklın ürünüdür. Türkiyeyi yönetecek siyasi kadrolara tavsiyeler ve yol haritası belirlemesinde yardımcı doküman olarak değerlendirilmelidir. 
AK Parti kurucusu ve genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan bu ülkenin son 12 yılına damgasını vurmuş bir siyasi liderdir. AK Parti birinci yılı  içinde 3 Kasım 2002’de girdiği genel seçimin galibi olarak tek başına iktidar olmuştur. İktidarının arkasındaki halk desteğini tüm seçimlerde artırarak bugünlere gelinmiştir. Çok  partili sistem içinde ilk defa bir iktidar bu kadar uzun süre yönetimde kalmıştır.
AK Parti, gerek liderinin otoriter kişiliği gerekse  kuruluş felsefesinin temelindeki Milli Görüş fikrinin güçlü yapısından olsa gerek, geçen 12 yıllık süre içinde yaptıkları büyük yanlışlara rağmen hem oylarını sürekli arttırmış, hemde kendi içinde birlik ve beraberliğini pekiştirerek güçlenmiştir.
Geçen süre içinde diğer siyasi partilerde sıkça görülen parti içi demokratik muhalefet AK Parti içinde görülmemiştir. AK Partililer, liderleri Tayyip Erdoğan’ın emrinde verilen her türlü görevi en iyi şekilde yerine getirmeye çalışan inançlı ve birbirlerine saygılı bir parti grubu sergilemişlerdir.
Bu kitaba konu olan olaylar AK Parti yönetiminin 2002-2007 arasındaki ilk dönemine aittir. Devleti çok az tanıyan ve tecrübesiz olarak nitelendirilen kadroların icraatlarını bizzat Başbakan Erdoğan ÇIRAKLIK dönemi olarak belirtmektedir. Yine başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ın sözleriyle 2007-2011 ikinci seçim dönemi KALFALIK devri, 2011-2015 üçüncü seçim dönemi ise USTALIK dönemi olarak tarif edilmektedir.
Kalfalık dönemi olarak sayılan ikinci dönem AK Partinin iktidarına muhalif olan tüm toplum kesimleri ile ciddi bir hesaplaşmanın içine girildiği dönemdir.
Özel yetkili mahkemeler bu dönemde kurulmuş ve bu mahkemeler eliyle muhalefete savaş açılmıştır.  Özellikle ulusalcı ve milliyetçi olarak bilinen aydınlar ile Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesinin tasfiyesini öngören ERGENEKON, BALYOZ, CASUSLUK, FUHUŞ gibi davalar bu dönemde başlamıştır. Basın ve Yayın organları her yönü ile baskı altına alınarak muhalif basın susturulmuştur. Hükümetin kontrol ve denetiminde “Yandaş Basın” oluşturularak kamuoyu yönlendirilmeye başlanmıştır. Direkt veya otokontrol ile başlayan basın sansürü sonunda halk gerçeklerle değil, sadece iktidarın söyledikleri ile bilgilenir hale gelinmiştir. Bu dönemde devlet yönetiminde artık tamamen cemaatlerin söz sahibi olduğu konusu sıkça dile getirilmiştir.
            USTALIK Dönemi olan 2011-2015 yılları arasında ise 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu sonuçlarına dayanılarak Yasama ve Yürütme erkini denetleme konumunda olan bağımsız yargı sistemi  kontrol altına alınmış ve AKP’nin siyasi rakiplerinin susturulması operasyonlarında doğrudan kullanılmaya başlanmıştır.
Son dönemde toplumda adalet ve yargıya güven duygusu sıfırlanırken Cumhuriyetin  temel değerleri olan Atatürk ve Atatürkçü Düşünce plânlı şekilde yokedilmeye çalışılmıştır. Bütün komşularımız ile sıfır sorun diyerek tamamı ile sorunlu hale gelinmiş, ülkemizin Suriye ile savaşmasına ramak kalmıştır.
Kürtçü/Bölücü  PPK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan ile sözde barış masasına oturularak “Çözüm  Süreci” adı altında ülkenin hızla bölünmesinin yolları açılmıştır. Dağdaki PKK militanlarına toplumda itibar kazandırılırken, bu örgüte karşı geçmişte mücadele etmiş askerler düzmece deliller ve gizli tanık ifadeleri ile terör görgütü üyesi suçlamasıyla ömür boyu hapis cezaları almışlardır. 26 ncı Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ile O’nun Genelkurmay Karargahındaki yakın silah arkadaşlarının çoğu terör örgütüne üye veya yönetici olmak suçlamasıyla hapse mahkum edilmişlerdir.
Bu dönemde bir yandan ülkenin federal bir yapı altında yeniden şekillendirilmesi çalışmaları sürerken yeni Anayasa çalışmaları ile rejimin değiştirilmesi istikametinde ciddi ilerlemeler sağlanmıştır.
Yine bu  dönemde TBMM’deki partilerin yeterli muhalefet yapamadığını iddia eden üniversiteli gençler sokaklara dökülmüştür.  Gençlerin eylemleri sokaktaki sade vatandaşın büyük desteğini almıştır. Sokaklarda oluşan toplumsal muhalefet giderek gücünü arttırmış ve eylemler ayni anda tüm yurt sathına yayılmıştır.
Tamamen demokratik yöntemlerde anayasal hakkını sokaklarda kullanan halkın üzerine polis gücü ile çok şiddetle gidilmiştir. Polis terörü ve şiddeti  ile yargı baskısı halkı korkutamamış daha fazla sokaklara çıkması sonucunu doğurmuştur.  Bu dönemde AK Partinin şiddet uygulamaları dünya gündeminin de daima ön sıralarınını işgâl etmiştir.
Bizzat iktidar sözcüleri ve özellikle başbakanın söylemleri ile Türk toplumu fiilen bizimkiler ve ötekiler  olarak ikiye bölünmüştür. Bu arada meydanı boş bulan terör örgütü PKK, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde fiilen Kürdistan’ı kurma yolunda çok önemli kazanımlar elde etmiştir.
Özetle; 2002-2013 döneminin uygulamalarının tamamına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, tek adam olarak  damgasını vurmuştur. Ülkede her olay, her faaliyet kendisinden sorulur olmuştur. Tek seçici, tek karar verici, kanun koyucu, kaldırıcı, her şey o’nun iki dudağı arasındadır. Başbakan Tayyip Erdoğan  için, Tek Adam, Diktatör,  Sultan, Padişah, Usta  gibi yakıştırmalar basında sıkça görülmeye başlanmıştır.
Başbakanın deyimiyle 2007-2013 yıllarını kapsayan KALFALIK ve USTALIK dönemini içeren olaylar hakkındaki değerlendirmeleri yansıtan yazılarımın yer alacağı yeni kitaplar üzerindeki çalışmalarım devam etmektedir.

Dr. Tahir Tamer Kumkale