2 Aralık 2015 Çarşamba

Mustafa Kemal’den Gandi Kemal’e




Mustafa Kemal’den Gandi Kemal’e



Gökçe Fırat



Gerçek Gandi’den Gandi Kemal’e

ABD’nin son keşfi Kılıçdaroğlu’na “Hollywood”vari bir de isim takıldı: Gandi Kemal...

Neden Kemal Kılıçdaroğlu’nu Gandi’ye benzettiklerine gelince, tek bir nedeni var: Tipi.

O da Gandi gibi zayıf, kara kuru, gözlüklü, esmer biri.

Peki bunun dışında Gandi’ye benzeyen bir yanı var mı?

Yok!

Olmasına da gerek yok, çünkü devir “imaj devri” ve bu devirde fikrin değil sadece tipin önemi var.

Zaten fikir anlamında bir ilişki kurmaya kalksalar, Gandi ile Kılıçdaroğlu arasında bir ilişki kurmanın imkanı yok.

Gerçek Gandi antiemperyalistti Gandi Kemal değil...

Gerçek Gandi Batıya karşıydı Gandi Kemal değil...

Gerçek Gandi kapitalizme karşıydı Gandi Kemal değil...

Gerçek Gandi Hinduydu ama Türklere karşı değildi Gandi Kemal değil...

Kısacası Gerçek Gandi ile sahtesi arasında hiç ama hiç bir benzerlik yok.

Mustafa Kemal’den Gandi’ye

Ama daha da önemlisi, Türkiye gibi ilk antiemperyalist Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkede yaşıyoruz ve Gandi dahil Doğunun tüm ulusları Mustafa Kemal’in örneğiyle büyümüş insanlar...

Gandi’nin Hindistan’ı İngiliz emperyalizmine karşı savaşırken örnekleri Türk Kurtuluş Savaşı ve onun lider olan Mustafa Kemal’di.

Şimdi Mustafa Kemal’in partisine bir başkan seçiliyor ama adı Kemal olduğu halde onu Mustafa Kemal’e benzeten yok.

Olmamasının birinci nedeni olağanüstü bir saygı olabilirdi ama Kemal Kılıçdaroğlu ve çevresindeki Kürtçülerin böyle bir kaygısı pek yok.

Olsaydı Atatürk’e karşı Seyit Rıza denilen gerici tarikat lideri teröristi savunmazlardı.

Kaldı ki Mustafa Kemal’den sonra CHP’nin başına Kemal adında birinin geçmesi belki CHP’de “yeniden Kemalizm” ve “yeni bir Kemal” olarak görülebilirdi, bu CHP’nin köklerine dönüşü olurdu.

Gandi’nin Hindistan’da yaptığı da zaten ulusal köklerine dönmekti.

Gandi Kemal’den Mustafa Kemal’e

Ama Kemal Kılıçdaroğlu’nu kimse Mustafa Kemal’e benzetemiyor, çünkü ortada tümüyle Mustafa Kemal’in karşıtı bir adam var.

Allasan pullasan belki yutturabilirsin birilerine ama öyle bir niyetleri de yok.

Çünkü çok açık bir şekilde Mustafa Kemal’e benzemek gibi dertleri yok.

Kemal Kılıçdaroğlu burada aslında kendi ulusal köklerine dönüyor, yani Mustafa Kemal’in değil Seyit Rıza’nın yanına...

Yadırgamamak lazım, tercihini Mustafa Kemal’den yana kullanmadı. Kendi atalarından yana kullandı.

İyi de yaptı...

Mustafa Kemal’in adını kirletmemiş oldu...

http://turksolu.com.tr/ileri/45/kurtcudarbe45.htm

..

TÜRKİYE/YARI AÇIK CEZAEVİ



TÜRKİYE/YARI AÇIK CEZAEVİ



Rıfat Serdaroğlu

27 Kasım 2015
Rifat Serdaroğlu
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül, MİT Tırlarıyla ilgili haber yaptıkları, fotoğraf yayınladıkları için Sulh Ceza Hâkimi tarafından tutuklandılar ve cezaevine kondular.
2015 yılı Kasım ayının 26 ıncı gününün gecesinde herkesin bildiği, yurt içi ve yurt dışı basın organlarının Çarşaf - Çarşaf yazdığı konuları haber yaptıkları için gazeteciler tutuklandılar.
Kimse, “Efendim Türkiye Hukuk Devletidir, yargı bağımsızdır” masalını bize anlatmaya kalkmasın.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti bugün için Hukuk Devleti değildir, Yargı da bağımsız değildir.
Demokrasi görünümlü tek adam yönetimlerinde, “Devletin Sopası” olarak bilinen iki Bakanlık vardır; Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı!
Bu iki Bakanlık emirle yasa dışı uygulamalar yaparsa, kanunları çiğnerse o ülkede kimsenin mal ve can güvenliği kalmamış demektir.
Cumhur’un Başı Erdoğan’ın Anayasa’yı tanımadığını, kendisinin halk tarafından seçildikten sonra Anayasal sistemin kalktığını söylediğini, kendi ağzından defalarca dinledik. Türkiye ilk kez “Ben Anayasa-Kanun dinlemem” diyen bir Cumhurbaşkanı gördü!
Cumhur’un Başı’nın ısrarla vazgeçmediği ve yanından ayırmadığı iki bakanı vardır. Bekir Bozdağ ve Efkan Ala.
Bekir Bozdağ, Adalet Bakanı olarak 2014 Temmuzunda, Torba Yasa denen ucubenin içine “Sulh Ceza Hâkimleri” ile ilgili değişiklik maddelerini attı.
Böylelikle Özel Yetkili Mahkemeler yerine, Sulh Ceza Hâkimlikleri kuruldu. Bunların kararlarına itiraz mercii olarak da yine Sulh Ceza Hâkimleri gösterildi!
Hiçbir Hukuk Devletinde böyle bir uygulama yoktur. Sulh Ceza Hâkimlerinin ise Bekir Bozdağ tarafından özel olarak seçildiğini basından okumuştuk!
Efkan Ala’yı ise 17/25 olayları sırasında Polis Müdürüne “Savcının emirlerini dinleme. Şimdi 3-5 adam gönderip Savcıyı tutuklattırırım. Bilal’in evine yaklaşan olursa vurun” diye bağırmasından iyi biliyoruz.
Kanunları bir kişi için veya kendi arzuları için böylesine eğip büken kişilerin yönetimde olduğu bir ülke demokrat bir ülke değildir.
Tekrar söylüyorum, bu ülkede kimsenin can ve mal emniyeti yoktur…
Can Dündar ve Erdem Gül’ün yok yere tutuklanıp Cezaevine atılmaları, çakma demokrat Bademlerin eseridir. Benzeri bir olayı 12 Eylül darbesi sonrası Yıldırım Avcı’nın “1946 Seçimleri Türk Demokrasi tarihinin yüzkarasıdır” dediği için Sıkıyönetim Mahkemelerindeki yargılama sırasında yaşamıştım.
İnanın o günler, bu kadar karanlık değildi.
12 Eylül Darbesini yapanlar, işkenceciler hepsi unutuldu gitti, fakat darbeye karşı mücadele edenler hala hatırlanıyorlar. Bu günler de geçecek, Demokrasiyi, Hukuk Devletini katledenler unutulacak ama Can Dündar ve Erdem Gül gibi gazeteciler unutulmayacak.
Türk Milleti, bu hukuksuzluğa bu adaletsizliğe karşı, tavrını koyduğunda bu zulüm dönemi de bitecek.
Tüm Demokratları, tüm vatanseverleri, tüm Atatürkçüleri, ülkenin tüm aydınlarını içine alacak hapishane yapıldı da bizim mi haberimiz yok!
Türk Milletini soyarak zenginleşen ve güç sahibi olduğunu zannedenlerden korkan, adam diye kadın diye ortalıkta gezinmesin, gitsin saklansın!
Bizler buradayız ve tek adam yönetimini demokratik yolla yıkacağız.
Zulmün artsın Badem…
Sağlık ve başarı dileklerimle 
27 Kasım 2015
Rifat Serdaroğlu
.

SOVYETLER BİRLİĞİ NEDEN ÇÖKTÜ




SOVYETLER BİRLİĞİ NEDEN ÇÖKTÜ


Lenin’in, Ekim Devrimi’nin 71’inci günü coşkulu bir sevinçle oynadığı söylenir. Lenin’i oynatan folklorik ilgi değildi kuşkusuz. 70 gün süren ilk sosyalist yönetim deneyimi olan 1871 Paris Komünü’nün yaşam süresini, bir gün aştığı ve insanlığa daha uzun süreli bir sosyalist deneyim sunduğu için sevinmektedir. Olaya bu gözle bakarak 1991 de, yönetim rekorunu 74 yıla çıkarmanın sevincini yaşamak da olası kuşkusuz. Ancak, böylesi dar ve sığ bir iletiyi içermeyen bu öykü, sınıflı bir toplumdan sınıfsız bir topluma geçme ereğindeki yaşanmış tüm deneylerin birbirine aktarılmasını gerekli kılan, güç ve uzun bir tarihsel süreci kapsar.

Beklenmeyen Çöküş

1970’lerde, artık komünist toplum biçimine (herkesten yeteneğine göre herkese gereksinimine göre) geçmeğe hazır olduğunu söylenen Sovyetler Birliği, bu düzeye ulaşmak bir yana, 1991 yılında kendiliğinden dağıldı. Polonya, Macaristan, Doğu Almanya, Romanya, Bulgaristan, Çekoslavakya ve Yugoslavya’daki düzen değişikliği daha önce gerçekleşmişti. İkincil ‘sosyalist’ ülkeler çökerken genel kanı, Sovyetler Birliği’nin ayakta kalacağı ve bir süre sonra dağılan bağlaşıklarını toparlayarak, ‘duruma egemen olacağı’ yönündeydi.
Ancak, O’nun da yıkılışı diğerleri gibi oldu. 50 yıl dünyanın en güçlü ülkesinden biri olan bu büyük ülke; halkını besleyemeyen, dağınık, özgüvensiz, üçüncü sınıf bir ülke oldu.

Oysa 2. Dünya Savaşı’ndan sonra; sosyalizmin Rusya’da iç çelişkiler nedeniyle artık yıkılamayacağı, böyle bir durumun ancak dış saldırıyla ortaya çıkabileceği söyleniyor, bütün dikkat ve önlemler bu yöne çevriliyordu. Uzay yarışında açık ara önde olan, dünyanın en iyi eğitilmiş kadrolarına ve ikinci büyük ekonomik gücüne sahip, sınırsız doğal varsıllığı ve büyük bir askeri gücü olan Sovyetler Birliği; söylenenlerin tersine herhangi bir dış saldırı olmadan kendiliğinden dağılıyordu.

Bilim Dışı Yargılar

Çöküşün nedeni neydi? Kimileri, çöküşe, Stalin’in ölümünden sonra yönetime gelen ‘revizyonist’ ya da ‘sosyal emperyalist’ yönetimlerin neden olduğunu söyledi. Kimileri dağılma nedenini, ‘Stalin despotizmine’ bağladı. Tüketim malları üretimindeki yetersizlik, kültür devrimi eksikliği, emperyalist yaymaca (propaganda), ahlaksal çöküş, sayılan başka nedenlerdi.

Gerçek olan neydi? Belki bunların hepsi, ya da hiçbirisi. Gelinen nokta belki de, olması gereken doğal bir sonuçtu. Kimileri eşitlikçiliğin, gerçekleşmesi olanaksız binlerce yıllık ‘tatlı bir düş’ olduğunu, kendinden emin tavırlarla daha yüksek sesle söylemeğe başladı. Kimileri imana dönüştürdükleri inançlarını yitirerek, saldırgan eşitlik karşıtları haline geldi. Kimileri de, bu tür konuların kafa yormağa değmez, güncelliği olmayan, insanlığın gelişimine engel çarpık düşünceler olduğunu söylemeye başladı. Konuyla ilgilenen küçük bir kesim ise ‘her şeye karşın’ ‘inadına’, söylemleriyle imanlarını sürdürdü.

Bütün bunlara karşın insanlığı dolaysız ilgilendiren geniş boyutlu bu sorun, gerçek nedenleriyle ele alınıp, güncel politik savaşıma yönelik sonuçlar çıkarmak amacıyla ele alınmadı ya da yeterince ele alınmadı.

Lenin’in Sevinci

Lenin’in, Ekim Devrimi’nin 71’inci günü coşkulu bir sevinçle oynadığı söylenir. Lenin’i oynatan folklorik ilgi değildi kuşkusuz. Toplumsal savaşım tarihinin ilk sosyalist yönetimi olan 1871 Paris Komünü, 70 gün yaşamıştı. Lenin, bu süreyi bir gün aştığı ve insanlığa daha uzun süreli bir sosyalist deneyim sunduğu için sevinmektedir. Olaya bu gözle bakarak 1991’de, yönetim süresini 74 yıla çıkarmanın sevincini yaşamak da olası kuşkusuz. Ancak, böylesi sığ bir iletiyi içermeyen bu öykü; sınıflı bir toplumdan sınıfsız bir topluma geçiş için,  yaşanmış deneylerin irdelenmesini gerekli kılan, uzun bir tarihsel süreci kapsar. Böylesi köklü bir toplumsal dönüşüm için; aylar, yıllar ve on yılların küçük zaman dilimleridir. Kapitalizm beş yüz yılda oluştu. Feodalizmin bin yıllık bir tarihi var. Köleci dönem daha uzun.

Marks’ın Görüşü

Rus sosyalistleri, bilimsel sosyalizmin kuramcısı Karl Marks’ın öngörüleri yönünde bir düzen kurmaya çalıştı. Ancak, kurmaya çalıştıkları düzen yıkıldı. Sonuçtan bakarak şu yargıya varmak olanaklı; ya Marksist kuram uygulanabilir değildir, ya da Rusya’daki uygulama Marksizme uymamaktadır. Kötü, yetersiz, zorunlu... Tüm öznel eksiklikleri de içine katarak yapılacak bu kaba ayrım, yüzeysel bir biçimde de olsa, nesnelliğin süzgecinden geçirilerek incelenmeli ve buna göre karar verilmelidir.

Marks’ın, toplum biçimlerinin gelişim ve dönüşüm yasalarını incelerken; “Benim toplumdaki ekonomik gelişimi tarih içinde doğal bir süreç olarak kavrayan anlayışım”1 diyerek belirttiği bakış açısı, bilimi ve nesnelliği gerekli kılar. O; “Toplumsal gelişmeyi, yalnızca insanların istenç, bilinç, düşünce ve eğilimlerin den bağımsız olmakla kalmayan, aksine onların istenç bilinç ve düşüncelerini etkileyip belirleyen, ekonomik yasaların yönettiği bir doğal tarihsel süreç olarak” görür.2

Kuramcı olarak Marks, kendisinden önceki araştırmacılardan ayrımlı olarak, toplumsal gelişimin açıklamasını, bütün bilimlerden üst düzeyde yararlanıp, bilim haline getirdiği kapsamlı öğretisiyle yapmıştır. Alman Felsefesi, İngiliz Ekonomi politiği ve Fransız Sosyalizminden oluşan bu öğreti, toplumsal gelişim ve değişim ile ilgili temel önermelerde bulunmuştur.

Nesnellik

Marks’a göre, herhangi bir toplumsal dönüşümün gerçekleşmesi için, doğal tarihsel bir sürecin yaşanmış olması gerekir. İnsan istencinden (iradesinden) bağımsız olarak gelişecek bu süreç yaşanmadan, herhangi bir değişimin olamıyacağını açık bir biçimde belirtmiştir. Düşülke (ütopik) sosyalistleri ve anarşistlerle, giriştiği ideolojik tartışmasını, bu temel önerme üzerinde oturtmuştur.
Marks Kapital’in Almanca ikinci baskısına yazdığı önsözde, Koufman’dan aktararak açıkladığı görüşlerinde; “Her tarih döneminin kendine özgü yasaları vardır. Bir toplum belli bir gelişme dönemini yaşar ve geride bırakır. Belli bir aşamadan bir diğerine geçer geçmez de, birtakım başka yasalarla yönetilmeye başlar. Kısaca ekonomik yaşam önümüze biyolojinin diğer dallarındaki gelişme tarihine benzer bir olay çıkarır...” biçimindeki sözleri anlayışının en özlü ifadesidir.3

Aynı yapıtta; “Toplumsal ilişkiler ve koşullar belli ve kesin bir sıra izlemek zorundadır. Bu zorunluluğu bilimsel bir incelemeyle göstermek için, elverdiği oranda yansız ve kusursuz bir çaba harcayarak, hareket ve dayanak noktası olabilecek olayları saptamak gerekir. Bunun için mevcut düzenin, insanlar buna inansınlar inanmasınlar, bunun ayrımında olsunlar olmasınlar, nesnel olarak dönüşmek zorunda olduğu bir diğer düzenin kaçınılmazlığını gösterir”4 der.
Louis Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaire’ı adlı kitabında ise şunları söyler: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ama bunu sırf kendi keyiflerine göre yapmazlar. Kendileri tarafından seçilen durumlarda değil de, tümüyle geçmişten gelen, geçmişin belirlediği koşullar altında yaparlar bunu...”5
Marks’ın sosyal olaylara bakışı budur. Bu bakışa göre sosyalizm, isteme bağlı olarak kurulan ya da kurulamayan bir öznel seçim sorunu değil; ekonomik, kültürel ve tarihi gelişmeye bağlı nesnel bir olgudur. Maddi alt yapısı oluşmuş ise ancak gerçekleştirilebilecek bir toplumsal düzendir.

Batı Toplumları ve Marks

Marks, inceleme ve çözümlemelerini gelişmiş kapitalist ülkeler için yapmıştır. Marks’a göre bu ülkelerde üretim toplumsallaşırken, üretim araçları üzerindeki mülkiyet özelliğini korumaktadır. Uzlaşmaz nitelikteki bu çelişkinin olgunlaşması, üretimin toplumsal niteliğine uygun olan toplumsal mülkiyeti getirecek, bu da sosyalist toplumun başlangıcı olacaktır. Zorunlu Uygunluk Yasası adını verdiği bu belirlemenin, sosyalizm için yüksek düzeyde gelişmiş kapitalizmi öngördüğünü açıklamıştır. Bunun dışındaki öznel eğilimlere sürekli karşı çıkmış, bilim dışı önermelere, ütopik sosyalizm, feodal sosyalizm ya da küçük burjuva sosyalizmi diyerek alaya almıştır.

Marks, ekonomik ve toplumsal çözümlemelerinin batılı ülkeler için geçerli olduğunu sıkça belirtmiş, toplumlara ve ülkelere yönelik bilici (kahin) tavrıyla, “geleceğin aşçı dükkânları için tarif nameler” düzenlememiştir.6 Ülkeleri özgün yapılarıyla incelemiş ve bunları kuramın evrensel boyutuyla irdelemiştir. Bunu da en çok Rusya için yapmıştır.

Marks ve Rusya

Uzun yıllar “... Bütün Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü”7 olarak gördüğü Rusya’yı incelemek ve yanlış anlamalara yol açmamak amacıyla, ilerlemiş yaşına karşın Rusça öğrenmiştir. Kuramının, “Bir tarım ülkesi olan Rusya’ya doğrudan doğruya uygulanmasının yanlışlıklardan başka bir sonuç vermeyeceğini” sürekli yinelemiş ve Rusya hakkındaki düşüncelerini uzun araştırmalardan sonra yazdığı iki mektupta toplamıştır.8
Marks, Rusya için dolaysız bir sosyalist devrimi öngörmedi. Rusya’da yükselmeye başlayan devrimci siyasi savaşımın, toprak sorununu çözecek bir demokratik devrimle sonuçlanabileceğini belirtti. Rusya topraklarının önemli bölümünün tarihsel bir gelenek olarak köylülerin ortak iyeliğinde (mülkiyetinde) bulunmasının ortaklaşacı (kolektivist) uygulamalar için bir olanak yaratıp yaratmadığını araştırdı. Rus demokratik devrimiyle, Batının sosyalist devrimleri arasında dolaylıı ilişkiler kurdu.

21 Ocak 1882’de Engels ile birlikte kaleme aldığı ve Manifesto’nun 1890 Almanca baskısında yayınlanan önsözde şunlar yazılıdır; “Rusya’da hızla gelişen kapitalist vurgunculuk ve daha yeni gelişmeye başlayan burjuva toprak mülkiyetinin karşısında, toprakların yarıdan çoğunun köylülerin ortak mülkiyetinde olduğunu görüyoruz. Şimdi soru şudur: Bir hayli beli kırılmış olmakla birlikte yine de çok eski zamanların ortak toprak mülkiyetinin bir biçimi olan Rus obchina’sından (köy topluluğu) doğruca ileri komünist ortak mülkiyetine geçebilir mi? Yoksa o da önce Batının tarihi evrimi olan çözülme sürecinden mi geçmelidir? Bugün bu soruya verilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus devrimi Batıda bir proletaryası devrimini başlatmak için işaret olurdu,  bu iki devrim birbirini tamamlarsa, bu günkü Rus ortak toprak mülkiyeti komünist bir gelişim için hareket noktası yerine geçebilir”.9

Lenin ve “ Nisan Tezleri ”

Marks’ın görüşleri, Rusya’da kabul görmüş ve Rus Marksistleri uzun yıllar, Sosyal Demokrat adıyla örgütlenmiş, demokratik devrim programıyla savaşım vermiştir. 1917 yılında kendiliğinden ortaya çıkan toplumsal patlama, iyi örgütlenmiş, halkın istemine uygun davranan bu partiye, beklenmedik bir biçimde yönetime gelme olanağı vermiştir. Bu olanağın kaçırılmasının aymazlık olacağına inanan Lenin, gerekçelerini Nisan Tezleri adlı yazılarıyla açıklayarak, sosyalist devrim aşamasında olduklarını ve ‘bütün iktidar’ın Sovyetlere’ devrilmesini istemiş ve bunu kabul ettirmiştir.
Devrim’in sorunlarının tümü, günün özel koşulları nedeniyle ortaya çıkan yönetim olanağını değerlendirmeye indirgenmiş ve tek başına yönetime gelinmiştir. Bunu yaparken, Rus devrimiyle ilgili Marks’ın ideolojik belirlemeleri, devrimin ilk günlerinde savunulmuş ve Batıda gelişecek bir sosyalist devrim beklenmiştir.
Lenin, 28 Eylül 1917 tarihinde kaleme aldığı Bolşevikler İktidarı Almalı mıdırlar? başlıklı mektubunda; “İki başkentin (Petersburg ve Moskova) işçi ve Asker Vekilleri Sovyetinde çoğunluğu sağlayan bolşevikler iktidarı ele alabilirler ve almalıdırlar”10 demiştir. Bu önerisinin önceki Marksist önermelere göre ideolojik konum ve şansının ne olacağını ise, bir gün sonra 29 Eylül 1917’de yazdığı Rus Devrimi ve İç Savaş başlıklı yazıda açıklamıştır. “Rus proletaryası, bir kere iktidarı eline geçirdikten sonra, bütün iktidarı korumak ve Rusya’yı, devrimin Batıdaki zaferine kadar götürmek şanslarına sahiptir”.11

Tek Ülkede Sosyalizm

Görüldüğü gibi Ekim Devrimi’yle yönetim erkini ele geçiren Bolşevikler, bunu yaparken, Batıda bir sosyalist devrimin gerçekleşeceğini ciddi olarak beklemiştir. Ele geçirdikleri erki, Batıdaki devrimin gerçekleşmesine dek ayakta tutabileceklerini söylemişler ve o aşamada, sosyalizmi Rusya’da tek başlarına kurma savında bulunmamışlardır. Lenin, kendisini, demokratik devrim tamamlamadan aceleci davranarak sosyalist devrime geçmeye çalışmakla suçlayan Kamanev’e verdiği yanıtta; “Bu yanlıştır. Devrimimizin derhal sosyalist devrime dönüşmesine ‘bel bağlamak’ şöyle dursun, böyle bir tutumdan kesin olarak kaçındım; 8. tezde kesin olarak şunu açıkladım: ‘önümüzdeki ilk görev, sosyalizmin getirilmesi değil (dir)...”12
Ancak, Batıdan, İtalya ve Macaristan’daki iki cılız ayaklanma, Almanya da Spartakistlerin yenilgisinden başka bir haber gelmemiştir. Ele geçirilmiş olan siyasi erk bırakılamayacağına göre, ‘tek ülkede sosyalizmin inşasının’ olabilirliğine kuramsal dayanaklar bulunmuş ve ‘Rusya’da sosyalizmin’ kurulmasına girişilmiştir.

Öznel Yanılgı

1917 Rusyasında olup bitenlere, 82 yıllık deneyimin, somut sonuçlarına bakıldığında, Marks’ın Rusya’yla ilgili kuramsal belirlemelerinin geçerli olduğunu görmek ve söylemek gerekiyor. Bunu görmek için, bugün çok şey bilmeye ve yoğun araştırmalar yapmaya gerek yok. Rusya’da Bolşeviklerin içine düştüğü yanlış, siyasi erki tek başlarına üstlenmeleri değildi. Onların yanılgısı, önceden belirlenmesine ve son ana dek kendilerince de kabul edilmesine karşın, kapitalist-emperyalizmin dünyayı ele geçirdiği bir dönemde, geri bir köylü ülkesinde sosyalizmi kurmaya girişmeleriydi. Yönetim erkinin verdiği siyasi gücü, toplumsal gerçekliğin ve Marksist kuramın önüne geçirerek, öznelliğin yanıltıcı yoluna girmeleriydi.
Bu gün bunlar kolay söylenebiliyor. Herkesin önünde elle tutulur, gözle görülür 80 yıllık bir deney var. Rus Devrimi’nin insanlığın gelişimine yaptığı en önemli katkı, belki de bu zengin sosyal-tarihsel deneyimdir. Bu deneyi yaşamadan ve kendisi deney olan Sovyetler Birliği’nin, uygulamadaki yanılgısını olağan karşılamak gerekiyor.
Bilimsel niteliği ne denli yüksek görünürse görünsün, izleyicilerinin görüşlerine ne denli uygun olursa olsun, uygulamaya geçmemiş bir kuramı, kuşkuculukla karşılamanın, başlı başına bilimsel bir davranış olduğu da unutulmamalıdır. Bu nedenle, Rus devrim önderliğinin, sosyalizmi kurmaya yönelecek bir yönetimi yaşatmak için, önce Batıdan devrim beklemesini, sonra “başının çaresine bakmasını” ve bu arada yönetim süresi konusunda ikirciliğe düşmesini anlamak gerekiyor. Devrimin 71. gününde Lenin’in yaşadığı coşku ve sevinci gerçekte, Rus sosyalistlerinin geleceklerinden duydukları kuşkuyu ve içinde bulundukları ikircilikli duygularını gösteren örnek olarak almak gerekiyor.

Sosyalizm mi, Demokratik Devrim mi ?

Rusya’da devrimden sonra gerçekleştirilen işler dev boyutludur. 22 milyon kilometrelik, onlarca ulus, yüzlerce etnik yapıdan oluşan bu büyük ülke, çok kısa sürede bir sanayi toplumu durumuna gelmiştir. Ancak, bu kapsamlı toplumsal ilerlemeye karşın kurulan düzen, dışardan silahlı karışma olamadan kendiliğinden yıkılmıştır. Bu sonuç nasıl açıklanabilir?
Sovyetler Birliği’nde gelişme sağlayan uygulamaların tümü, demokratik devrimle ilgili olanlardır. Marks’ın ‘zorunlu uygunluk yasasına’ dayanılarak yapıldığı söylenen ortaklaşacı uygulamalar, öznel zorlama ve hükümet desteklerine karşın başarılı olamadı. Bu uygulamalar, Rusya’daki toplumsal gelişmenin araçları değil, engelleri olurdu. Bu anlamıyla Sovyetler Birliği’nde, doğal gelişim düzeyine uygun düşen bir sosyalist uygulama yapılamamıştır. Bu nedenle Sovyetler Birliği’nde ‘sosyalizmin çöküşü’ gerçekte kurulmamış olan, Rusya’da o aşamada kurulması da olanaklı olmayan ‘sosyalizmin’ çöküşü olmuştur. Söz konusu çöküş nesnel nedenlere dayalı bir çöküştür. Bugün gelinen nokta, tarihsel, sosyal ve ekonomik koşulların zorunlu sonucudur.

Yok Olmayan Çelişkiler

Stalin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yazdığı yazılarda, küçük meta üretimi, kentle kır arasındaki karşıtlık, kafa ve kol emeği arasındaki ayrım gibi, sosyalist kuramın, sosyalizmin kurulmasında kilometre taşları olarak gördüğü çelişkilerin aşıldığını açıklamıştır. 1 Şubat 1952’de yazdığı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları adlı yazıda bu konularda şöyle söylemektedir: “Bizim meta üretimimiz gelişi güzel bir meta üretimi değildir, kapitalisti bulunmayan, temelde devlet, kolhoz, kooperatifler gibi ortak sosyalist üreticilerin malı olan işletmelerin üretimidir... Kuşkusuz hiçbir biçimde kapitalist bir üretime dönüşmeyecek olan ve kendi ‘para ekonomisi’ ile birlikte sosyalist üretimin gelişmesine ve pekişmesine yardımcı olmak için kurulan bir meta üretimidir”.13
Günümüzdeki gelişmeler, Sovyetler Birliği’ndeki meta üretiminin ‘hiçbir biçimde kapitalist bir üretime dönüşmeyeceği’ savını çürütmüş durumda. Aynı yazıda Stalin kent ile köy, kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiler üzerine şunları söylüyordu: “Eski zamanlardaki kuşkudan ve ister istemez köyün kente karşı olan kininden bir iz kalmamış bulunması şaşılacak bir şey değildir. Kent ile köy arasında, sanayi ile tarım arasındaki zıtlık şimdiki sosyalist rejimimiz tarafından, tasfiye edilmiştir... Kafa ile kol emeği arasındaki çıkar zıtlığı da sosyalist rejimimizde yok olmuştur. Şimdi kol emekçileri ve yönetim personeli düşman değildirler, fakat üretimin gelişmesiyle ve iyileşmesiyle şiddetle ilgilenen, arkadaşlar ve dostlar olarak, tek bir üretici topluluğun üyesidirler. Eski zıtlıklardan iz kalmamıştır”.14
‘Üretimin gelişmesiyle şiddetle ilgilenen’ bu dostlardan yönetici konumundaki ‘emekçiler’ bugün, devleti yağmalayıp ceplerine indirdikleri büyük servetle olağanüstü bir varsıllık içinde yaşarken, kol emekçileri acı veren bir yoksulluk içindedir. Stalin’in sözleri yalnızca söz olarak kalmıştır.

Sosyalizme Ulaşmak

Sosyalizme ulaşmak, çok yönlü toplumsal gelişmeyi gerekli kılıyor. Toplumsal gelişimin durdurulması olanaklı olmadığına göre; insanlar arasındaki eşitsizliği kaldırarak, gerçek özgürlüğü ve sonsuz barışı sağlayacak ileri bir toplumsal düzene doğru gidilecektir. Bu düzeni gerçekleştirecek olan siyasi eylem, toplumsal yapının doğal gelişimiyle uyumlu olmak zorundadır. Sağlanacak uyum oranında, insanlar arasındaki gerilimler azalacak ve ilerlemeye yönelik dönüşümler daha sancısız gerçekleşecektir. Devrimci savaşımın başarısı, kendisine yaşam veren gerçeklikle sağlayacağı bütünleşmeye bağlıdır. Toplumla yabancılaşan bir siyasetin, söylemleri ne denli gösterişli olursa olsun başarılı olması olanaksızdır.
Sosyalizmi kurmanın ağır yüküne, ekonomik ve kültürel gelişimini üst düzeye çıkarmış varsıl ülkeler ancak dayanabilir. O da en az birkaçı birlikte olarak. ‘Herkesten yeteneğine göre’ alırken ‘herkese ihtiyacına göre’ dağıtmanın, büyük varsıllık yaratacak bir üretim bolluğunun sağlanmasıyla olabileceği açıktır. Yaratılan ekonomik varsıllığın yüksek nitelikli toplumsal kültüre ve ileri bir demokrasiye ulaşmış olması da, ayrıca gerekmektedir. Bunlar sosyalizmin kurulması için gerekli olan nesnel koşullardır. Bu koşullar yerine gelmeden, kişi, küme, parti ve hatta sınıflar; ne denli özlem ve çaba içinde olurlarsa olsunlar sosyalist toplumu kuramazlar.
1917 Devrimi’nin, Rusya’yı yarı-sömürge ve yarı-feodal (kimi yörelerde feodalizm öncesi-göçebe) bir konumdan, bir sanayi toplumu durumuna getirmiş olmasına karşın, sosyalizme ulaştıramamış olmasının nedenlerini burada aramak gerekiyor. Adına sosyalist devrim dense de, Rus devriminin kapsam ve içerik olarak ‘demokratik devrim’ niteliğini aşamadığı, bugün daha net olarak görülebilmektedir.

Atatürk'ün Yargısı

Rus Devrimi’nin ortaya çıkardığı politik eylemin ve bu eyleme bağlı olarak uygulanan toplumsal dönüşümlerin, uzun süre ayakta kalamayacağını ve kendiliğinden yıkılabileceğini çok az insan önceden görebilmiştir. Dost ya da düşman hemen herkesin genel kanısı; Rusya’da kurulan yeni toplumsal düzenin, gelişen ve artan bir güçle bir dünya düzeni olacağı yönündeydi. ‘Sosyalist’ Düzenin tıkanacağı kimsenin aklına bile gelmiyordu.
Atatürk’ün Rus Devrimi ile ilgili görüşlerinin, bugün artık dağılmış olan Sovyetler Birliği’nin durumu gözönüne alındığında, insanı şaşırtan bir doğruluk taşıdığı görülmektedir. Atatürk, hiçbir ideoloji, inanç, kültür ya da yönetime; öznel yargı ve isteme göre, karşı ya da yandaş olmamıştır. Düşünce ve eylemine, nesnellik üzerinde yükselen bilimsel yaklaşım egemendir. “Hedefe ulaşmak için izleyeceğimiz yolu duygularımızla değil, aklımızla çizmeliyiz”.15 ya da “Ben toplumu kendi kendime düşündüğüm, hayal ettiğim, tasarladığım bir takım his ve düşüncelerin peşinde sürüklemek amacında değilim. Allah beni böyle bir hatadan korusun”.16 Sözleri onun nesnelliğe verdiği önemi gösterir.
Atatürk, Sovyetler Birliği ile dostluk temelinde gelişecek ilişkilere çok önem verir ancak Rusya’da kurulmakta olan yeni düzene yönelik eleştiri ve önerilerini yapmaktan çekinmez. 31 Ekim 1920 de, Ali Fuat Cebesoy’a çektiği şifreli telgrafta; “Komünizmin değil ülkemizde, Rusya’da bile kabiliyet-i tatbikiyesi (uygulama olasılığı) henüz belli değildir”17 der.
Toplumun ekonomik ve toplumsal gelişim düzeyi gözününe alındığında, Sovyet modelinin, Rusya’da bile yaşama şansının kuşkulu olduğu Mustafa Kemal tarafından sıradışı bir öngörüşle o günlerde dile getirilmişti. Gücünü hızla arttıran ve dünya düzeyinde büyük etki yaratan Sovyetler Birliği için bu saptamayı yapmak o günlerde hiç kolay değildi: “Sovyetler Birliği’ndeki Bolşevik uygulama çıkar bir sistem değildir. Onlar da gitgide bizim uygulamalarımıza doğru gelecektir”.18 Sovyetler Birliği’nin kendiliğinden çöküşü ile bugünkü durumu gözönüne getirildiğinde, yapılan saptamanın değeri daha iyi anlaşılacaktır.

DİPNOTLAR

1              “Kapital” Karl Marks, Birinci Cilt, Birinci Kitap, Sol Yay. sf.14
2              a.g.e. sf.47
3              “Kapital” Karl Marks, Birinci Cilt, Birinci Kitap, Odak Yay. sf.48
4              a.g.e. sf. 47
5              “Louıs Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaıre’i” Karl Marks, Köz Yay., 1975 sf.13
6              a.g.e. sf.45
7              “Manifesto” Karl Marks-Friedrich Engels, Öncü Kitabevi, Yay. sf.10
8              “Türkiye Üzerine” Karl Marks, Gerçek Yay. sf.10-11
9              “Manifesto” Karl Marks-Friedrich Engels, Öncü Kitabevi, sf.24
10           “Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi” V.İ.Lenin, Sol Yayınları, sf.153
11           a.g.e. sf.187
12           a.g.e. sf.31
13           “Son Yazılar 1950-1953” J.Stalin, Sol Yayınları, sf.108
14           a.g.e. sf.117-118
15           “Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları-1923” Kaynak Yay. 1993, sf.77
16           “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları” Arı İnan 1982, Türk Tarih Kurumu Yayınları
17           “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 4. Cilt sf. 360; ak. Doğan Avcıoğlu “Milli Kurtuluş Tarihi” 2. Cilt sf.711
18           “Atatürkçülük Nedir?” F.Rıfkı Atay BETAŞ A.Ş. İstanbul 1980, sf.39


http://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2015/11/sovyetler-birligi-neden-coktu.html


..

RUS UÇAĞININ DÜŞÜRÜLMESİ




RUS UÇAĞININ DÜŞÜRÜLMESİ


Snapshot 2013-11-18 20-08-11







     


  

 _    Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (Nutuk-1927)
———————————


Türkiye 24 Kasım sabahına Hatay toprakları güneyinde Suriye Türkmenlerinin yaşadığı bölgeye saldıran bir Rus Savaş uçağının düşürülmesi olayı ile başlamıştır. Konu Türkiye ve Rusya ile birlikte dünyanın gündemine bomba gibi düşmüştür.
Rusya Devlet Başkanı Putin’in ve sıralı Rus yöneticilerin verdikleri çok sert tepkiler dünya kamuoyunda ve diplomasi dilinde “Türkiye’ye ağır bir ültimatom” olarak anlaşılmıştır.
Hukuken ve askeri angajman kuralları çerçevesinde Türk pilotlarının davranışı doğrudur ve alkışlanacak bir başarıdır. Türk kartalları görevlerini en üst düzeyde ifa etmişler, emanet aldıkları Türk hava sahasını kararlılıkla korumuşlar ve topraklarına yapılan ihlali en uygun tarzda cezalandırmışlardır. Bunda herkes hemfikirdir. Zaten başka türlü düşünmekte mümkün değildir.
Burada yanlış olan husus siyaset makamının askerleri böyle bir çatışma durumu ile karşı karşıya getiren zayıf, öngörüsüz ve basiretsiz tutumlarıdır.
Suriye’de dört yılı aşkın bir süredir sonu belli olmayan ve bizimde içinde yer aldığımız çok kanlı bir asimetrik savaş yürütülmektedir. Esad’sız bölünmüş bir Suriye’yi yaratmaya çalışan ABD, Türkiye ve diğer NATO ülkelerini kapsayan blokun karşısında; Suriye’yi ve Esad rejimini doğrudan destekleyen Rusya, Çin, İran’ı içine alan bir blok vardır. Bu ülkelerin toplam askeri gücü dünya askeri gücünün yarısından fazlasını içermektedir. Dolayısıyla burada atılacak yanlış adımlar her zaman bir üçüncü dünya savaşının tetikleyicisi olmaya yetecektir.
Bugün gelinen durum Türkiye için çok ciddi bir kriz yönetimini gerektirmektedir.
Türkiye’nin Suriye için Rusyayı karşısına almasının ve özellikle Rusya ile savaşmasının hiçbir mantıki açıklaması olamaz. Olmamalıdır.
Aksine Rusya ile her alanda ciddi bir diyalog ve işbirliğine dayanan, en üst düzeyde karşılıklı güvenin sergilendiği dostluk ve hoşgörü yaratan koordineli çalışmaya ihtiyacı vardır. Yani Rusya ile savaş lüksümüz yoktur..
Sonuç olarak; konunun fiili çözümü de yanlış politikaları ile bugünkü ortamı yaratan AK Parti iktidarının inisiyatifine bırakılamaz. Muhalefet partilerinin tamamı, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ile Türkiye’nin milli politikalarını yürütecek AK Parti hükumeti ile el ele verilerek devletin ve 78 milyon Türk’ün güç birliği sağlanmalıdır.
Türkiye’nin milli politikası; tüm komşularının toprak bütünlüğünün sağlanması ve bu ülkelerin daha fazla demokrasi ile yönetilmelerine yardımcı olunmasını gerektirmektedir. Bölgenin çok zengin doğal enerji kaynakları üzerindeki emperyalist emelleri olan küresel güçlere karşı aynen Atatürk’ün BAĞDAT PAKTI misali birliktelikler ile karşı konulması sağlanmalıdır.
Sonuç olarak;
AK Parti hükumetini akl-ı selime ve dikkatli davranmaya davet ediyorum.
Rusya Federasyonu ile olan diyalog asla koparılmamalıdır. Sorunun çözümü için başka güçlerin ara bulucu v.s gibi görevlerle araya girmesi kabul edilmemelidir.
Sabırla ve sakin bir şekilde durum değerlendirilmeli, fevri ve sonu sıcak savaşa götürecek oldu-bittiye dayalı davranışlardan mutlaka kaçınılmalıdır.
Burada halkın doğrudan desteği çok önemlidir. Türk halkı ilk elden ve doğru bilgilerle muhtemel gelişmelere karşı hazırlanmalıdır.
Bunun için devlet eliyle hazırlanacak Psikolojik Savaş planları devreye konulmalıdır.
Umuyor ve inanıyorum ki düşürülen Rus uçağı; kan gölüne döndürülen acı ve ızdırap içindeki bölge halkının gerçek barış ve huzura kavuşmalarında ilk adım olacaktır.,
Dr.Tahir Tamer Kumkale
..

27 Kasım 2015 Cuma

İSRAİL SENİNLE GURUR DUYUYOR



İSRAİL  SENİNLE  GURUR  DUYUYOR




Ali Özsoy
07.08.2008


İsrail seninle gurur duyuyor!

Simon Peres niçin Tayyip Erdoğan’a hayran

Tüm dünya kamuoyu İsrail’in Lübnan’ı işgalini ve katliamlarını nefretle kınayarak izliyor. Mazlumların emperyalizm ve Siyonizme kini ve savaşma azmi artıyor. Türkiye’de bu hisler çok daha güçlü ortaya çıkıyor. Sağlı sollu tüm partiler “taban” dedikleri Türk Milleti’nden kopmamak için bu konuda genellikle hümanizmin ötesine geçmeyen kınama açıklamaları yapıyor.
ABD’nin asla izni dışına çıkamamış siyaset kurumunun halkı kandırmak için ortaya serdiği klasik bir oyundur bu. Türk Milleti İsrail’e düşmandır. Ama bunlar düşman olamaz. O yüzden görüntüyü kurtarmak zorundadırlar.
Bu kukla oyununu bırakırsak ve İsrail’in en azılı Siyonistlerinden bakan Simon Peres’in açıklamalarına kulak verirsek, sadece Türkiye için değil, “Büyük Ortadoğu” dedikleri bölge için çok açık bir gerçeği hemen görebiliriz.
AKP’li milletvekili ve hükümet üyelerinin timsah gözyaşlarına kanmayın. Bakın Peres ne diyor: “Türkiye’de AKP’nin iktidar olması hem İsrail için hem de dünya için çok büyük bir fırsattır. AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a İsrail olarak hayranız. Teşekkürlerimizi iletiyoruz.”
Bu kadar basit. Peres AKP hükümetinin ilk aylarında da “AKP bizim için Türk lokumu” demişti. Bu sözleri ise Lübnan’ın güneyinde Kana Kasabası’nı İsrail kasapları bombaladıktan ve 50’ye yakın çocuğu katlettikten hemen sonra söylendi.

Rastlantı değil... İsrail’e en dost hükümet

AKP iktidarına İsrail ne kadar hayran olsa yeridir. Çünkü AKP iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti’nin İsrail’le en sıkı ilişkiler kuran, askeri, ekonomik ve siyasi her alanda işbirliğinin geliştirildiği ve en son İsrail’in Lübnan işgalinde olduğu İsrail politikalarına Türkiye hükümetinin en çok angaje edildiği bir dönemin sorumlusudur.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde İsrail’e en çok resmi gezi AKP döneminde gerçekleşmiştir. En çok bakan, başbakan ve resmi heyet AKP iktidarı döneminde İsrail’e gitmiştir. Yine İsrailli bakan, başbakan ve Cumhur başkanlarının Ankara’ya en çok geldikleri dönem AKP iktidarı dönemidir.

AKP’nin TBMM’de büyük bir çoğunluğunu ele geçirdiği son dönemde tarihimizde ilk defa Meclis’te “Türk-İsrail Dostluk Grubu” kurulmuştur. 160’ı aşkın “İsrail Dostu”yla en kalabalık dostluk grubunu AKP’li milletvekilleri kurmuştur.
Devam edelim.

AKP iktidarı sayesinde İsrail sermayesi ilk defa Türkiye’de stratejik kaynaklara el koymuştur. AKP iktidarı sayesinde İsrail’in satın aldığı Türk toprakları ve gayrimenkulları kat kat artmıştır.

Ve tüm bunlar ne zaman oldu? İsrail’in Filistin’e en vahşice saldırdığı dönemde bu “hayranlık duyulacak büyük dostluk” inşa edildi. Filistin direniş liderlerinin suikastla katledildiği, Arafat’ın zehirlenerek şehit edildiği, Filistin mülteci kamplarında İsrail’in büyük katliamlar gerçekleştirdiği ve İsrail’in Filistin topraklarını duvarlarla bölüp, yeni işgallere giriştiği bir dönemde, Tayyip Erdoğan Peres’te ve İsrail devletinde “hayranlık” uyandıracak bir “bölgesel liderlik” örneği ortaya koydu.
Aslında sadece AKP’ye değil, Türkiye’de gerici siyasi akımın tüm geleneğine ABD ve İsrail çok şey borçludur. Bugünden geçmişe tek tek örnekleri sıralayalım.
Sabetayist arayanlar aynaya baksın
ABD ve İsrail dostlarının Batı emperyalizmine bu sadakatini neyle açıklamalı?
İslamcılar komplo teorilerine çok meraklıdır. Herkes de bir Yahudi kanı ararlar. Özellikle son yıllarda dönmeler ve Sabetayistler üzerine teoriler ve spekülasyonlar ortalığı çok sardı.
Soner Yalçın’ın bir nevi Sabetayistlerin tarihini yazdığı Efendi-1 kitabını gericiler çok sevmişti. Soner Yalçın kitabında böyle bir şey demese bile hepsi Atatürk’ün dönme olduğu imaları ve iddialarıyla Türk Milleti’nin değerlerine her zamanki gibi saldırmaya başlamışlardı.
Atatürk’ün damarlarındaki asil Türk kanından kimse en ufak bir şüphe duymaz. Zaten tersi bir durum olsaydı ağızlarından köpükler saçarak bu konuyu kaşırlardı.
Ama Soner Yalçın, Efendi-2 kitabıyla İslamcı gelenek içindeki Sabetayist ve dönmeleri ortaya saçınca birdenbire tüm İslamcı kesim komploculuk karşıtı kesildi. Bunlar saçma sapan teorilermiş, dönme iddiaları derin devletin uydurmalarıymış.
Nakşi şeyhleri, Saidi Nursi ve Fethullah Gülen’in ırki ve dini olarak Yahudiliğe bağları var mı bilemeyiz. Soner Yalçın gibi geniş araştırma olanaklarımız yok. Özellikle Fethullah’ın Aksiyon dergisi bu konuda aşırı hassaslaşmış durumda. 

Yarası olan gocunur.

Kısacası her taşın altında Yahudi arayan gericilere tek öğüdümüz var. Dönün ve aynaya bakın. Genetik olarak Yahudi değilseniz bile ruhen ABD ve İsrail’in uşağısınız. Zaten Museviler sizi Musevi olarak da görmek istemez. Hizmetkarlar Musevilik dinine geçemez.

AKP Yahudi sermayesinin bekçisi

Gericiler gözlerini kısıp, tüm dünyadaki Siyonist komplodan bahsetmeyi, uluslararası Yahudi sermayesinin başımıza ördüğü çoraplardan bahsetmeyi çok severler.

Meğersem bu arka sokak tüccarlarının tüm derdi Yahudi sermayesinin desteğiyle biraz da kendi ceplerini doldurmakmış.

AKP iktidarı sayesinde adeta masal kahramanı gibi adından o çokça bahsedilen “uluslararası Yahudi sermayesi” Koç’u, Sabancı’yı veya herhangi bir yerli acentayı da aşarak tüm endamıyla Türkiye’nin içine girdi.
AKP iktidarının ekonomideki en kahramanca (!) ve şiddetli olarak verdiği mücadele, dünyaca meşhur Yahudi tefecisi Sami Ofer’i Türkiye’ye usulsüz ihaleler, kamu teşekküllerinin kanunsuz hisse satışları kanalıyla sokmak oldu. Yasalara karşı amansız bir mücadele veren Tayyip Erdoğan ve Kemal Unakıtan, bu talancı Yahudi sermayesine karşı çıkanları, “ırkçı ve antisemitist” olmakla suçladı.
Böylelikle on binlerce Müslümanı “helal sermaye, faizsiz kazanç, İslami kalkınma” palavralarıyla kandırıp dolandıranlar, Türkiye’ye Yahudi sermayesini fiilen, aracısız ilk sokan “kazanç ortakları” olma şerefine ulaştı. Sadece İsrail devleti değil, Yahudi sermayesi de sizinle gurur duyuyor.

Sınırlar İsrail’e, Telekom CIA-MOSSAD’a

Bu kadar yeter mi?

Yetmez. Siyonistin hayranlığını kazanmak için daha çok hizmet gerekir.
Devam edelim.

Bugün İsrail Lübnan’da bu kadar kolay katliamlar düzenliyorsa nedeni Suriye birliklerinin ABD ve tüm Batı dünyasının baskılarıyla Lübnan’dan çıkarılmış olmasıdır. Bu dönemde Abdullah Gül, Beşar Esad’ın kulağını çekip, akıllı olması için uyarmak gibi büyük bir misyon üstlenmişti. Washington, Tel Aviv ve Şam arasındaki “mekik diplomasisi” başarılı oldu diyebiliriz. Bugün Lübnan İsrail’in saldırılarına karşı korunmasız. Suriye de saldırılacak ülkeler sırasına girdi.
Ama AKP iktidarının İsrail’e hizmetleri bunlarla da sınırlı değil. Bilindiği gibi Lübnan’dan Suriye’yi çekilmek zorunda bırakan olaylar dizisi Hariri isimli Batı ve İsrail yanlısı bir sermaye babasının öldürülmesiyle başlamıştı. Lübnan’da Soğuk Savaş döneminden kalma, Batı tarafından örgütlü işbirlikçi ve Ortadoğu’nun genel nüfusuna aykırı etnik gruplar Hariri lehine, Suriye aleyhine gösterilere başlamış, Müslüman Arap nüfus ise karşı gösteriler yapmıştı.
Ama Hariri ailesine en ballı başsağlığı taziyesini yine AKP sundu. İsrail-ABD-İngiliz sermayesine paravanlık eden Hariri’nin Oger firması AKP sayesinde, Türkiye’nin en büyük ve en kârlı kamu kuruluşuna, Telekom’a el koydu.
Bu özelleştirmenin ekonomik yağma olarak ihanet kısmını bir tarafa bırakıyoruz. Sadece istihbarat anlamında AKP’nin, CIA ve MOSSAD’a ne büyük bir hizmet yaptığını daha geçtiğimiz haftalarda gazetelere yansıyan küçük bir haber ortaya çıkarıyor. Telekom’da çalışan 10 İngiliz, ajanlık suçlamasıyla gözaltına alındı.
Artık her gün ortaya çıkan Türk Ordusu’nun komutanlarına yönelik tele-kulak skandalları, suçsuz insanlara “telefon kayıtları” vesilesiyle komplolar düzenlenmesi olayları Türkiye için olağan olaylar haline gelmiştir. Sadece İsrail değil, CIA ve MOSSAD da sizinle gurur duyuyor.

Bu arada AKP’nin Türkiye-Suriye sınırlarını mayın toplama adı altında İsraillilere teslim etmek istemesini de hatırlatalım.

İsrail daha ne ister?

İsrail ile AKP ortak Filistinli toplama kampı kuruyor
Daha fazlasını da ister? İsrail’in istekleri bitmez. Ve AKP’nin tüccar kafalı olmakla övünen Başbakanı ve bakanları da bu isteklere hemen atlar.
Tayyip Erdoğan’ın son İsrail gezisinde imzalanan ve “büyük ticari proje”, “bölgesel barışın güvencesi”, “Türkiye’nin liderlik misyonu” olarak adlandırılan anlaşma bunlardan biri. İsrail Filistin’i parça parça işgal ederken, halkını da kendi topraklarında duvarlar örerek hapsediyor.

Tayyip Erdoğan ise bu duvarların çevireceği bir “serbest ticaret ve sanayi bölgesi”nde İsrail-Türk sermayesinin ortaklığıyla İsrail ile Filistin arasında “ekonomik ve ticari ortaklık temelinde barış köprüsü” kurmak hayalleri kuruyor.
Açıklama bu yönde. Ama gerçek ne?

İsrail Filistin halkından gasp ettiği topraklarda Filistinlileri karın tokluğuna işçi (ya da köle diyelim) olarak çalıştıracağı kârlı çalışma kampları kurma derdinde. Kendi güvenliğine çok düşkün olduğu için Filistinli işçileri Tel Aviv’de Kudüs’te görmek istemiyor. Ve bu toplama kampına bulduğu en iyi ortak Tayyip Erdoğan.
Kendisinin Filistinlileri de ikna edeceğini umuyorlar. Filistinlilere AKP eliyle İsrail’den gelecek barış ve özgürlük ancak böyle olur. “Serbest ticaret ve sanayi bölgesinin” duvarlarına da büyük harflerle şu sloganları yazsınlar: “Arbeit macht frei”, “Kazancımız faizsiz ve helâldir.”

Arafat’ın ölümüne sevinen “Müslümanlar”

Arafat’ın ölümüne dünyada en çok kimler sevindi?

Hatırlayalım. Bush bunu terörizmi kapatacak yeni bir dönemin başlangıcı olarak adlandırdı. ABD’ye göre zaten dünyadaki tüm Ulusal Kurtuluş Hareketleri ve liderleri teröristtir. Zamanında Atatürk için de ABD gazeteleri ve devlet adamları “eşkıya” derdi.

Arafat ölünce İsrail resmi bayram ilan etti. Sokaklarda Siyonistler dans etti.
Türkiye’de ve tüm Müslüman dünyada ise halk adeta Filistin direnişinin adı haline gelmiş Arafat için yas tutarken, bir büyük dış politika atılımı için daha heyecanlanan Abdullah Gül tıpkı Bush gibi sevincini saklayamadı. “Bundan sonra barış için daha uygun bir ortamın ortaya çıktığını” duyurdu.

Barış dedikleri, teslimiyet ve esaret. Arafat yaşarken gerçekten de buna asla boyun eğilmeyeceği ortadaydı. HAMAS ve El Fetih gerginliğine bu yüzden İsrail gibi en çok AKP sevindi. HAMAS lideri Türkiye’ye çağrıldığında Tayyip Erdoğan ABD ve İsrail’deki efendilerini kızdırmamak için kendisinden köşe bucak kaçtı. Dünyaya da “Biz Hamas’ı terörizmden vazgeçirmek için çağırdık” dediler. Kendi tabanlarına ise yüzsüzce İslamcı bir Filistin iktidarını destekledikleri propagandasını yaptılar. Sonunda yine İsrail’i memnun etmeyi başardılar.

İsrail her gün tepeden Lübnan’a bomba ve füze yağdırıyor. Ancak karada Lübnan işgali tıkanmış durumda. ABD’nin Irak’ta yaşadıkları İsrail’i oldukça korkutmuş gibi. Hizbullah direnişi kolay bir İsrail zaferinin bu sefer mümkün olmadığını açıkça gösteriyor. Ateşkes olsun olmasın tartışması buradan kaynaklanıyor. İsrail’in Lübnan’ı işgal edemeyeceği ortaya çıktı. ABD önderliğinde uluslararası bir gücün Lübnan’ı işgal etmesini istiyor. ABD buna dünden razı. Ama önce Güney Lübnan’daki halkın tamamen katledilmesini veya göç ettirilmesini istiyor. Lübnan’da ortaya çıkan yeni Arap direnişinden onlar da korkuyor. Bu yüzden Bush ve Rice İsrail’e ateşkese kadar biraz daha vakit vermek gerektiğini savunuyor. Tüm Batı dünyası Arap direnişine karşı İsrail’in düzenleyeceği soykırım için verilen bu süreyi onayladı. BM zaten Irak işgalinden önce tarihin çöplüğüne atılmış bir sahtekarlık anıtı haline gelmişti. Şimdi ise İsrail katliamlarını resmi onaylayan mercii durumunda. Türk askerine ve milletine haince saldıran ABD ve İsrail uşağı PKK teröristlerine karşı K. Irak’a girmeyi “delilik” ve “duygusallık” addeden AKP, ABD ve İsrail’in Lübnan’a Türkler uluslararası güç olarak girsin teklifine büyük bir sevinçle evet dedi.
K. Irak’a girmek “delilik”, Lübnan’da İsrail emrine girmek “fırsat”
AKP’nin İsrail için yapabileceği daha ne kalmış olabilir diyenler biraz beklesin.
AKP’nin kalan son bir hizmeti var: AKP İsrail için paralı askerlik yapmak için fırsat kolluyor.

İsrail her gün tepeden Lübnan’a bomba ve füze yağdırıyor. Ancak karada Lübnan işgali tıkanmış durumda. ABD’nin Irak’ta yaşadıkları İsrail’i oldukça korkutmuş gibi. Hizbullah direnişi kolay bir İsrail zaferinin bu sefer mümkün olmadığını açıkça gösteriyor.

Ateşkes olsun olmasın tartışması buradan kaynaklanıyor. İsrail’in Lübnan’ı işgal edemeyeceği ortaya çıktı. ABD önderliğinde uluslararası bir gücün Lübnan’ı işgal etmesini istiyor. ABD buna dünden razı. Ama önce Güney Lübnan’daki halkın tamamen katledilmesini veya göç ettirilmesini istiyor. Lübnan’da ortaya çıkan yeni Arap direnişinden onlar da korkuyor. Bu yüzden Bush ve Rice İsrail’e ateşkese kadar biraz daha vakit vermek gerektiğini savunuyor. Tüm Batı dünyası Arap direnişine karşı İsrail’in düzenleyeceği soykırım için verilen bu süreyi onayladı. BM zaten Irak işgalinden önce tarihin çöplüğüne atılmış bir sahtekarlık anıtı haline gelmişti. Şimdi ise İsrail katliamlarını resmi onaylayan mercii durumunda.

Türk askerine ve milletine haince saldıran ABD ve İsrail uşağı PKK teröristlerine karşı K. Irak’a girmeyi “delilik” ve “duygusallık” addeden AKP, ABD ve İsrail’in Lübnan’a Türkler uluslararası güç olarak girsin teklifine büyük bir sevinçle evet dedi.

Zaten İsrail’i tüm laf ebeliklerine rağmen bir kez bile Lübnan saldırılarından dolayı kınamayan AKP, kendisine biçilen yeni görevi memnuniyetle kabul etti.
Bush-Olmert’in güvendiği savaş gücü AKP
İşte AKP için “bölgesel liderlik” fırsatı doğdu. İsrail’in paralı askeri olarak Arap direnişine karşı Türk çocukları Güney Lübnan’a sokulacak. Hem Tayyip Erdoğan hem de Abdullah Gül buna ilkesel olarak onay verdiler. Hatta Tayyip Erdoğan heyecanla Blair ve Bush’la konuyla ilgili görüşmelere başladı.
İşte Cüneyt Zapsu’nun ABD’de bahsettiği “kullanılma fırsatı.” Hem “ecdadımızın, Osmanlı’nın topraklarına gidiyoruz” palavralarıyla iki yüzlü propaganda da yapabilirler.
Oysa Hizbullah ve Filistin sözde “barış gücüne” tamamen karşı. Gelenlerin bedel ödeyeceklerini açıkça duyurdular. Bu gücün amacı Güney Lübnan’ı İsrail’in güvenliği için işgal etmek olacak. İsrail Lübnan’daki Arap direnişinden böyle kurtulmayı hayal ediyor. ABD ise Lübnan’dan Suriye’ye sıçramayı planlıyor. Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan BM kararı olsun gidelim diyor. Hiç merak etmesin. Irak’ın işgalini gecikmeli olarak onaylayan BM bu sefer erkenden Lübnan’ın işgali için karar verir.
ABD ve İsrail’in uluslararası gücü bu kadar çok istediği bir dönemde, Tayyip Erdoğan bu işgal gücüne “barış gücü” adı vererek hemen gönüllü yazıldı. İsrail’in yeni katliam sorumlusu Başbakan Olmert en çok güvendiği kişilerden birinin Tayyip Erdoğan olduğunu açıkça söyledi. “Barış gücü” dediklerinin ne olduğunu da gizlemeden ortaya koydu:
“… Türk hükümetine çok güveniyoruz. Güney Lübnan’a BM kararıyla yerleşecek güç, savaşçı birliklerden oluşmalıdır. İçinde Fransa, İngiltere, İtalya, Türkiye ve Avustralya yer alabilir. Onlar gelir gelmez ateşi kesebiliriz.”
İşte Tayyip Erdoğan’ın çokça bahsettiği ateşkes ve barış gücü çözümü budur. İsrail için “savaşçı birlikler” Lübnan’ı işgal edecek. İsrail’in 60 yıldır ezemediği Arap direnişi böylelikle bölgenin 1. Dünya Savaşı’ndan kalma eski sömürgeci güçleriyle ezilecek. Türk askeri ise kendi ülkesini de bölecek olan Rice’in bahsettiği “Yeni Ortadoğu Düzeni” için gurkalık yapacak. Zaten Tayyip Erdoğan dememiş miydi: “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı biziz.” Şimdi yaptıkları da tüm Ortadoğu’yu parçalamak olan bu projeye taşeronluk.
Olmert Lübnan’a NATO’nun gelmesini isterken, Tayyip Erdoğan “PKK’ya karşı Türkiye’nin güvenliğini NATO sağlasın” dedi. Aynı günlere rastlayan bu demeçlerdeki paralellik rastlantı değil. Türkiye değil tüm Ortadoğu’yu NATO kanalıyla ABD-İsrail işgali altına almak istiyorlar.
Bölücülüğü azdırıp, Türk askerini PKK’nın önüne canlı hedef gibi atan AKP iktidarı, bu sefer Mehmetçik’i ABD- İsrail ordusunun emrine verip kurban etmek istiyor. Eğer bunu gerçekleştirebilirlerse sadece ABD ve İsrail AKP’yle gurur duymaz, İsrail’deki işgalci Yahudiler ve ABD’nin emperyalizmin tehlikeli yönlerinden korunan tüm vatandaşları da sonsuz vefa borcu hisseder.
Yahudi Cesaret Ödüllü tek başbakan
Tayyip Erdoğan ise İsrail’e bu kadar hizmetten sonra emeklilik hayatını belki de İsrail’de devam ettirmek istiyordur. Vahdettin İngiliz gemisiyle Malta’ya kaçmıştı.
Amerikan Yahudi Konseyi’nden Yahudi Cesaret Ödülü olan “Davut Boynuzu”nu alan sadece Türkiye’den değil, tüm Müslüman dünyadan tek devlet adamı Tayyip Erdoğan’dır. Bir gün İsrail’e gidip, orada yaşamak zorunda kalırsa İsrailliler kendisini omuzlarına alıp: “İsrail seninle gurur duyuyor” diye karşılayabilirler.
Tabii hâlâ sığınabilecekleri bir İsrail kalır mı bilemeyiz. Onu da Ortadoğu halklarının mücadelesi tayin edecek. “Yahudi cesareti”ne karşı bizlerin cesaretinin mutlak ağır basacağını düşünüyoruz.
Gericilerin emperyalizme ve Siyonizme uşaklık tarihi
ABD’nin ikiz çocukları: İsrail ve Yeşil Kuşak
AKP şahsında iktidar olan Kürt-İslamcılar, tarikatlar ve aşiretler koalisyonuna dayanmaktadır. Bu güçler hem Türkiye’yi onursuzca ABD ve İsrail’in kuklası yapmakta hem de çeşitli mitingler düzenleyerek Filistin halkı için timsah gözyaşları dökmektedirler.
Gerçek Müslümanlar artık bu oyuna gelmesin. Gericilerin tüm tarihinin emperyalizme ve Siyonizme uşaklık tarihi olduğunu görmek, zulme gerçekten karşı çıkmak için şarttır.
AKP’yi yoldan çıkmakla suçlayan SP, BBP gibi Kürt-İslamcı güçlerin küçük kalmış partileri, Türk halkında ABD ve İsrail’e karşı yükselen kini sömürmek istiyorlar.
Oysa bunların tümünün mayası aynıdır. Geldikleri yer de, geçmişte yaptıkları da, gelecek de gidecekleri yer de ortaktır.
Türkiye’de gericiliğin Batı emperyalizmine hizmeti ve Türk Milleti şahsında tüm mazlumlara ve Müslümanlara ihaneti İstiklal Savaşı’ndan günümüze sabittir. Osmanlı’nın İngiliz ve Hıristiyan uşağı son halifesi ve şeyhülislamı abdestli mi öldüler bilemeyiz. Ama “gavur”ların hizmetleri için önlerine attıkları son kemikleri kemirerek Türkiye dışında öldükleri bilinen bir gerçek. Yine de Vahdettin hepsinin “kahramanı”dır.
İngiltere yerini ABD’ye bıraktı. ABD ve İsrail’e uşaklık söz konusu olunca gericilerin bambaşka hizmetleri ve ABD’ye vefa borçları vardır. Türkiye’de Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı gerici hareket Menderes döneminde ABD sayesinde yeniden dirilmiş, yok olmak üzere olan tarikatlar serpilmiş ve sonunda iktidar olmuşlardır. Aynı Menderes İsrail’in kanlı lideri Gurion ile gizlice görüşen ve Türkiye’yi İsrail politiklarına ilk bağlayan sağcı-gerici siyasetçidir.
ABD’ye çıraklık yılları boyunca sürekli Atatürkçülere, devrimcilere ve milliyetçilere saldıran gerici hareketin beslendiği odaklar hep aynıdır. Sağ iktidarlar döneminde kanları bitlenir. Komünizme Mücadele Dernekleri, Milli Görüş hareketi, komando ve mücahit kampları hepsinin mezun olduğu Amerikan okuludur.
Rastlantı değildir. Türkiye’nin bağımsızlığı için İkinci Kurtuluş Savaşı başlatan devrimci gençler, aynı zamanda Filistin’in Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın da Türkiye’deki tek dostlarıydı. Devrimci gençlere CIA ve MOSSAD emrinde saldıran “mücahitler” ise “İslam” adına ABD ve İsrail’e hizmet etmeyi o yıllarda öğrenmişti.
Tayyip Erdoğan’ın “hocası” ve kimilerine göre “anti-siyonist” olduğu için devrilen Erbakan AKP’den çok önce “İsrail ile Ticaret ve Askeri İşbirliği Antlaşması” imzalamıştı. Milli Görüş geleneği devam ediyor. Hocası, Tayyip Erdoğan ile gurur duyabilir. Filistin’i susuzluğa mahkum eden İsrail’e ta Manavgat’tan su taşımak fikri Erbakan’ındı. Ama uygulama fırsatını Erdoğan ele geçirdi.
Bakın Abdullah Gül, ABD gazetesi Washington Post’a gençlikte Milli Görüş’ten aldığı terbiyeyi nasıl özetliyor: “Benim neslimin kalbinde ABD hep insan hakları ve demokrasinin koruyucusu olarak yer almıştır. Ortadoğu’ya çözüm getirebilecek tek süper güç olarak lütfen harekete geçin.”
Senin neslin keşke Deniz Gezmiş’in nesli gibi cesur olup Filistin’e gidebilseydi. Deniz Filistinli gerillalara Türk Milleti’nin desteğini sunarken, sen de bugünleri beklemeden İsrail ordusuna yazılırdın.
Böylelikle gericilerin yıllardır devam ettirdiği bu iki yüzlü politika rezilliğini midemiz bulanarak izlemek zorunda kalmazdık.
Aslında sadece Türkiye’de değil tüm mazlum Müslüman dünyasında geçerli olan bir Siyonist-gerici kardeşlik ilişkisinden bahsediyoruz. Soğuk Savaş yıllarında ABD’nin Müslüman dünyasında milliyetçi ve devrimci Ulusal Kurtuluş Hareketlerine saldırmak için kullandığı değişmeyen iki beslemesi vardır.
Bunlardan biri Ortadoğu’nun hançer gibi kalbine saplanan ve tüm halklara saldıran kukla İsrail’dir. Diğeri ise devrimci, antiemperyalist milliyetçilik hareketlerine karşı örgütlenen gerici hareketlere dayanan Yeşil Kuşak projesidir.
Arap birliğinin ve milliyetçiliğinin lideri Nasır’ın birleştirdiği Mısır’a ve Suriye’ye İsrail, ABD ve Batı silahlarıyla saldırırken, içte Batının yarattığı “Müslüman” Kardeşler örgütü terör eylemleri düzenliyordu. İngiltere’den ABD’nin devraldığı Müslüman dünyadaki gerici işbirlikçi gelenek, İsrail’in aslında kardeşidir.
Arap dünyasında milliyetçi ve ilerici gelenek çok güçlenemediği için, Soğuk Savaş bitince milliyetçi direnişin içinde Batıya cephe alan tek tük İslamcı örgütler de yer aldı. Ancak Türkiye’de böyle tek bir istisna göremezsiniz. Türkiye’deki gericiler çok kan dökmüştür. Ama katlettikleri istisnasız Atatürkçü, ilerici, devrimci, antiemperyalist, ABD ve İsrail karşıtı aydınlar olmuştur. ABD’nin ve İsrail’in önünde hep hazır ola geçerler.
Yine de dini açıdan mutlu olabilirler. Suudi Arabistan’ın en yüksek Vahhabi şeyhi Abdullah Bin Cebren fetva vermiş. Hizbullah İslam karşıtıymış. Sünnilerin Hizbullahı kınaması gerekiyormuş. İsrail’e karşı Hizbullah’ın eylemlerine Müslümanlar asla destek vermemeliymiş. İran’ın provokasyonlarına gelinmemeliymiş.
Söz konusu olan emperyalizme hizmet olunca en “katı” gericiler bile uşaklık fetvası verecek bir “ilmi kaynak” bulur. Bazen mezhep farkı bahane olur, bazen halifeye biat etmek gerekçedir.
Türkiye’deki Nakşi şeyhleri ve Nurcu baronlardan da fetva bekliyoruz. İsrail uşaklığını ve paralı askerliğini caiz kılın.


.