2 Aralık 2015 Çarşamba

Kürt Meselesi ve Bölücü Teröre Karşı Çözüm Önerileri, 1




Kürt Meselesi ve Bölücü Teröre Karşı Çözüm Önerileri, 1





KÜRT MESELESİ VE BÖLÜCÜ TERÖRE KARŞI ÇÖZÜM ÖNERİLERİ


İÇİNDEKİLER

1.TARİHTE TÜRK-KÜRT İLİŞKİSİ
  • Tarihte siyasi ve sosyal bir toplum olarak Kürtler
    • Osmanlı Öncesi Kürtler
    • Osmanlılar Döneminde Kürtler (1299-1922)
    • Osmanlı'da Tanzimat Döneminde Kürtler
    • Osmanlı'nın Son Döneminde Kürtler
    • Cumhuriyet Döneminde Kürtler
  • Günümüzde Kürt Bölgelerinde Yaşanan Sorunlar
  • Bölgeden Hatıralarım
  • Etnik Kavmiyetçi Terörün ve Siyasî Oluşumların Amaçları
    • PKK ne istiyor
      • Amacı
      • İdeolojisi
      • Stratejisi
      • Planı
      • Uygulaması
    • Demokratik Toplum Hareketinin (DTH)Talepleri
  • Sonuç olarak Kürtlerin İstekleri
    • Kendi mülklerinde güven içinde hayat sürmek
    • Etnik Kimliklerinin tanınması
    • İnançlarına müdahalelerin önlenmesi
    • Ekonomik imkanlarının arttırılması
2.TERÖRLE MÜCADELEDE YAPILAN HATALAR VE ALINMASI GEREKEN ASKERİ TEDBİRLER
  • Terörle mücadele Politikalarının tespit edilmesi askerlere bırakılmamalıdır
  • Terörle mücadelede kullanılan kuvvetler, özel eğitim gören özel birlikler olmalıdır
  • Terörle mücadelede sorumluluklar yeniden tespit edilmelidir
  • Sınır ötesi harekâtın Özellikleri
  • Sınır İçi harekâtın Özellikleri
    • Asker, bölge halkı ile bütünleşmelidir
    • Kış mevsimi teröristlere bırakılmamalıdır
    • Üst Karargahlar Komuta Yerlerini bölgeye taşımalıdır
3. SİLAHLI MÜCADELE ÖZGÜRLÜK YOLUNDA ÇÖZÜM OLABİLİR Mİ
4. SORUNUN ÇÖZÜM YERİ VE YAPILMASI GEREKENLER
5. KALICI BARIŞIN SAĞLANMASI İÇİN TEMEL ŞART
6. SORUNUN ÇÖZÜMÜ İÇİN EKONOMİK ÖNLEMLER
7. ERGENEKON İLE ETNİK TERÖRÜN BAĞLANTISI OLDUĞU İDDİALARI İNANDIRICI MIDIR
8. DARBELERİN KÜRT MESELESİNE VE BÖLÜCÜ TERÖRE ETKİSİ
9. KÜRTLERİN BÜTÜN DEMOKRATİK HAKLARINI ÖZGÜRCE KULLANMALARI ÖNÜNDEKİ ENGELLER
10. KÖY KORUCULUĞU KALDIRILMALI MI
11. DİNÎ VE AHLAKÎ DEĞERLERE YAPILAN BASKILARIN SORUNUN DERİNLEŞMESİNE ETKİSİ

KÜRT MESELESİ
VE
BÖLÜCÜ TERÖRE KARŞI
ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
(24 ARALIK 2008) 
1. TARİHTE TÜRK-KÜRT İLİŞKİSİ:
Kürtlerin sosyal ve siyasi tarihlerini incelemeden bu günkü Kürt Sorununa ve etnik Kürt Milliyetçiliğine dayalı teröre, çözüm aramak ve Kürtlerin isteklerini değerlendirmek, bizi isabetli sonuçlara götürmez.
Bu günkü bu tabloya göz atmadan önce, Kürtlerin sosyal ve siyasal tarihini incelemek faydalı olacaktır.
Osmanlı Devlet Hayatında Kürtlerle sorunsuz geçen iki dönem vardır. Birisi Tanzimat öncesi dönem, ikincisi de 1890:1922 dönemidir. Birinci dönemde Yavuz Sultan Selimin ve arkasından Kanuni Sultan Süleyman'ın Kürtlere tanıdığı özel statü; ikinci dönemde ise, Sultan Abdülhamid'in Hamidiye Alayları vasıtası ile Kürtlere tanıdığı ayrıcalık, Türklerle Kürtlerin kardeşçe ve huzur için yaşamasına imkan sağlamıştır.
Tarihte siyasi ve sosyal bir toplum olarak Kürtler:
Osmanlı Öncesi Kürtler:
Seküler ve etnik Kürt milliyetçileri tarihlerini binlerce yıl öncesine dayandırsalar da; bir kavim olarakKürtler tarih kayıtlarına ilk defa Hazreti Ömer zamanında İslâm ordularının İran ve Türkistan'a yaptığı seferler sırasında, 638-640 yıllarında, Musul civarında oturan bir kavim olarak ve İslâm Ordularına karşı, İran Sâsânî İmparatorluk Kuvvetleri bünyesinde geçmişlerdir.
646'da Arapların İran ve Türkistanı işgal etmesiyle Ortadoğu'da Kürtlerin tarih sahnesine kesin olarak çıktıkları vurgulanmıştır. Arap kökenli tarihçiler, 940'a kadar, Kürtleri, Azerbeycan, Ahlat, Ermenistan ve Fars gibi bölgelerde azınlıklar halinde yaşadıklarını yazmışlardır.1
Dört Halife döneminde (632-661) ve Emeviler Döneminde (661-750) İran'a tabi olarak ve Hilafete karşı İranlılarla birlikte hareket ettikleri görülmüştür.
Türkler'den 300 yıl önce İslâmiyeti kabul eden Kürtler itikadî yönden sünnî oldukları için Şiî olan İranlılardan uzaklaşarak, kendileri amelî yönden Şafiî olmalarına rağmen, Hanefî mezhebine mensup Türkler'e yaklaşmışlardır.2
Başlangıçta Abbasî Halifeliğine, 1071'den sonra da Selçuklulara tabi olan Kürtlerin Harbuhtî boyunun Humeydiye oymağından olan Mervanîler, dil bakımından Araplaşmış olarak, Mervanî Beyliği adıyla 990:1096 yılları arasında Diyarbakır'ı başkent yapmış ve Güneydoğu Anadolu'da egemen olmuştur.3
1200-1596 tarihleri arasında, Cizre, Şırnak, Mardin4 ve Siirt illerinde büyük devletlere bağlı olarak,Cizre Kürt Beyliği; 1220:1670 tarihleri arasında bütün Bitlis çevresinde, başlangıçta bölgeye hakim büyük devletlerin, 1514'den sonra da Osmanlı hakimiyetini kabul eden Şeref Han Beyliği; 1450:1600 yılları arasında, Van'dan Hakkari'ye kadar olan aşiretleri yöneten, başlangıçta bölgedeki büyük devletlerin, daha sonra da Osmanlı hakimiyetini kabul eden Hakkari Beyliği hüküm sürmüştür.
Selçuklular Döneminde(1040:1308) Irak, Ermenistan, Azerbeycan ve Gürcistan'nın fethinden sonra, bu bölgelerde yaşayan Kürt Beyliklerini Selçuklu egemenliği altına almış; Sulçuklu Ordusunda Osmanlı Kapıkulu askerlerine muadil olan sarayı ve sultanı korumakla görevli Gülâmân-ı Saray sınıfı arasındaKürtler de yer almıştır. Malazgirt Meydan Muharebesinde Alparslan'ın ordusunda, Diyarbakır ve Silvan bölgesindeki aşiretlerden 10 bin kadar gönüllü Kürdün bulunduğu bilinmektedir.Anadulu'nun fethi ile birlikte Türklerin ve Kürtlerin farklı yörelerde kurdukları beylikler, Büyük Selçuklu Sultanlığına bağlı yaşamıştır. Selçuklular Döneminde Kürt Beyliklerinin yerel hakimiyetlerine son verilmiş, yerlerini Türk Beyleri almaya başlamıştır.5
Suriye ile Mısır arasında yer alan ve Yemen'e kadar uzanan Eyyûbî İmparatorluğu (1174-1250)Araplar, Türkler ve Kürtler olmak üzere üç etnik gruptan oluşmuştur. Çoğunluğu teşkil eden Araplar, bürokrasi ve kültürel yönden üstün konumda olmalarına rağmen, siyasî açıdan Türkler ve Kürtler kadar etkin olamamıştır. Şerefneme'de 6 Eyyûbîlerin Kürt asıllı oldukları belirtilmiştir.Eyyûbîlerin kurucusu Necmettin Eyyûp'un oğlu Selâhattin Eyyûbî diye anılan Salâh Yusuf'un annesinin Türk olduğu bilinmektedir. Eyyûbî İmparatorluğunda bölge altın çağını yaşamıştır. Bu dönemde, Hristiyan, Süryani, Müslüman, Türk, Arap ve Kürt hiçbir ayrım yapılmadan bir arada barış içinde yaşamıştır.7
1256-1344 tarihleri arasında, merkezi Tebriz'de olan Moğol asıllı İlhanlılar;
1336-1411 yıllarında merkezi Diyarbakır'da olan İlhanlı Hanedanından Celâyirliler;
1365-1467 tarihleri arasında Türk Boylarından Karakoyunlular:
1467-1502 yılları arasında Diyarbakır'ı Başkent yapan Akkoyunlular bölgeye ve Kürt Beyliklerine egemen olmuşlardır. Hülâgü zamanında İlhanlılar, Bağdatı yakıp yıktığı gibi, bölgedeki Kürtler üzerinde de büyük katliamlar yapmışlardır. Karakoyunlular Kürt Beyleri ile iyi geçinirken, Akkoyunlular çok şiddetli hareketlerde bulunmuş, ileri gelen Kürt Beylerini ortadan kaldırmaya çalışmıştır.
Otlukbeli Savaşında (1473) Fatih Sultan Mehmet'e mağlup olan Akkoyunlu Hükündarı Uzun Hasan, Başkentini Tebriz'e nakletmiş; çekilirken Anadolu'da bulunan birçok Türkmen boy ve oymaklarını da İran'a götürmüş; bu durum, Doğu Anadolu'da Türkmenlerin zayıflamasına ve Kürt beyliklerinin güçlenmesine yol açmış ve bölgenin etnik yapısında Kürtler lehine bir değişim olmuştur.8
Akkoyunlu Devletinin yıkılmasından sonra, Şah İsmail, 1502'de, ilk başkenti Tebriz olmak üzere, İran'da Safevî Devletini kurmuştur. Türk hanedanlığını sürdüren Şah İsmail, Akkoyunlular gibi, Türkmenlere dayanmış, Kürtlere güvenmemiş ve Anadolu'yu Şiîleştirme çabası içine girmiştir.9 
Osmanlılar Döneminde Kürtler (1299-1922):
1514'de, Yavuz Sultan Selim'in, Safevî Hükümdarı Şah İsmail'i mağlup ettiği Çaldıran Savaşısırasında, Safevîlerden rahatsız olan sünni Türkmen ve Kürt Beyleri Osmanlı Ordusunu desteklemiş, dolayısıyla Osmanlı Devleti ile Kürt Beyleri arasında doğal bir ittifak oluşmuştur.10
Çaldıran Zaferinden sonra, aslen Kürt olan ve Kürtler arasında büyük nüfuzu bulunan, büyük alîm ve tarihçi İdris-i Bitlisî Yavuz Sultan Selim'e, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun fethedilmesini; bölgeye büyük Osmanlı birlikleri yollanırsa, halk onların kudret, disiplin ve adaletini görürse bir daha Safevîlere temayül etmesinin imkânsız olacağını bildirmiştir. Yavuz bu görevi, bizzatİdris-i Bitlisî'ye vermiş , büyük alîm de İslâm birliğinin zaruretine inanan Kürt Beylerinin, padişaha canı gönülden biat ettiklerini, Kızılbaşların neşrettikleri dalalet ve bid'at yerine, Ehl-i Sünnet ve Şafiî Mezhebinin gereklerini yerine getirdiklerini, İslâm Sultanının namı ile şeref bulduklarını ve yolu beklediklerini içeren bir mektubu Yavuz Sultan Selim'e göndermiştir.11
İdris-i Bitlisî'nin manevi yardımı ile toplanan 10 bin kişilik Kürt gönüllülerinin de katılımı ile, Şah İsmail'in Birliklerinin kuşatmasındaki Diyarbakır'ı da fetheden (1515) Yavuz, merkezi Diyarbakır olan bir eyalet oluşturmuş ve ilk beylerbeyi Güneydoğu Anadolu'nun fatihi olan Bıyıklı Mehmet Paşayı atamıştır. Diyarbakır'ın Safevî Devletinden alınmasından sonra, büyük alim İdris-i BitlisîDoğu ve Güneydoğu Anadolu'daki Kürt ve Türkmen beylerinin Osmanlı Devleti'ne itaat etmelerini sağlamıştır. Osmanlı Devleti'ne itaat eden 25 Kürt Beyine bölgelerini yönetmeleri için beratları gönderilmiş, İdris-i Bitlisî'ye de, Diyarbakır temliki ile birlikte, Osmanlının en büyük siyasî makamlarından biri olan ve 1516 yılında tesis edilen ?Arap Kazaskerliği? verilmiştir. İdris-i Bitlisî, Yavuz Sultan Selim'in Memlûklulara karşı uyguladığı siyasette de etkili olmuş, Urfa'nın ve Musul'un Osmanlıların eline geçmesini sağlamıştır.12
Çaldıran Zaferinden sonra Diyarbakır merkez kabul edilerek Musul, Bitis, Mardin ve Harput'undahil oduğu geniş bir eyalet meydana getirilmiştir. Kanunu Sultan Süleyman zamanında Van'da ayrı bir eyalet daha teşkil edilmiştir. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti'nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyaletler teşkil ediyordu. Diyarbakır ve Van Eyaletlerindeki sancakları, idare tarzı açısından üç ana gruba ayırmak mümkündür.
Birinci grupklasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi. Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin edilirlerdi ve her hangi bir imtiyaza sahip değillerdi. Bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı kuvvetli olmayan yerlerde teşkil edilmiştir. Diyarbakır Eyaletin'de Merkez, Amid, Harput, Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho, Ergani ve Çemişgezek sancakları ile Van Eyalet'indeki Erciş ve Adilcevaz sancakları bu tür sancaklardandı.
İkinci grup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardı. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarından farklıdırlar. Sancakların idaresi bölgeye eskiden beri hakim ola-gelen nüfuzlu, eski mahalli beyler ve hanedanlara terk edilmiştir. Hayat boyu sancakbeyi olan bu idareciler vefat ettiğinde, yerlerine oğulları veya diğer yakınlarından biri geçmektedir. Devlete ihanet ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde beylerbeyinin hizmetine girmekle mükelleftirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arazileri tımar nizâmına tabidir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbakır Eyaletine bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı 9 adet mevcut idi. Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siirt ve Atak Diyarbakır'a; Müküs ve Bergari de Van'a bağlı bu tür sancaklardandır.
Üçüncü grup ise, Hükümet adı verilen sancaklardır. Bunların idaresi, fetih sırasında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezi idare karışmaz ve ellerine verilen ahidnâmeler gereğince, azl (makamdan almak) ve nasb(makama tayin) edilemezler. Arazisinde tımar nizâmı gecerli değildir. Dahilde tamamen bağımsız olan bu bölgeler hariçte yani askerî ve siyasî alanda bölgesindeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Yani bunlar, bağımsız birer devlet tarzında değil, sadece icranın başı olan beyin tayini ile arazisinin statüsünün tespitinde müstakil yetkilerle donatılmışlardır. Diyarbakır Eyaletinde Hazzo, Cizre, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkari ve Mahmudî sancakları bu mahiyette Osmanlı Sancaklarıdır.13
Kanunî Döneminde, Çaldıran mağlubiyetini üzerinden atan Şah Tahmasb yönetimindeki İran, bölgede tekrar etkili olmaya başlamış; Bitlis'te hükümet türü sancakbeyi olarak hüküm süren IV Şeref Han, Osmanlı tarafından topraklarının elinden alınmasından korkarak, 1531 tarihinde Bitlis'in İran toprağı olduğunu ilan etmiş ve Şah'tan Osmanlılara karşı yardım istemiştir. 1533'de Ulemâ Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu Bitlise girmiş, IV Şeref Han başı kesilerek idam edilmiş, yerine, 41 yıl hüküm sürecek olan, oğlu III. Şemseddin'i Osmanlıların Bitlis Sancakbeyi yapılmıştır. Şemseddin Han'dan sonra da , Şeref-Name adlı meşhur Kürt tarihinin müellifi, dedesinin idamından sonra 43 yıl sığındığı İran'da Nahcivan Valisi olarak görev yapan, Şemseddin Han'ın oğlu V.Şeref Han Bitlis Sancak Bey'i yapılmıştır.14
Kürt Bölgelerinin Osmanlı idaresine geçmesi ile, Yavuz Sultan Selim tarafından bu sancaklara verilen, bu günkü modern yönetim literatüründe idarî özerklik olarak vasıflandırılabilecek ikinci ve üçüncü grup sancak statüleri1839'da Tanzimat Fermenı'nın ilanından sonra, merkezi yönetim anlayışına uygun olarak yapılan idare reformuna kadar devam etmiştir.
Osmanlı'da Tanzimat Döneminde Kürtler:
1839'da Tanzimat'ın ilanı ile birlikte Osmanlı'nın taşradaki yönetim yapısı merkezîleştirilmiştir. Tanzimat'tan önce sancaklara, yani livalara vilayet denildiği halde, yapılan değişiklikle eyalet yerine vilayet terimi kullanılmış ve taşra teşkilâtı; vilayetlere, vilayetler livalara/sancaklara, livalar/sancaklar kazalara, kazalar nahiyelere ve nahiyeler köylere ayrılmıştır.Livaların/sancakların başında mutasarrıflar, kazaların başında kaymakamlar, nahiyelerin başında nahiye müdürleri ve köylerde ise muhtarlar görevlendirilmiş ve bu idarî teşkilât bazı değişikliklerle bu günkü yönetimin de temelini oluşturmuştur. Köyler hariç, taşra teşkilâtının her kademesine merkezden bürokratlar atanmıştır. Tımar ve zeamet sistemine dayalı ücret sisteminden arındırılmış bürokratlar, merkezden maaş almaya başlamıştır.15
Rumiye Gölünden Fırat boylarına kadar uzayıp İran Azerbeycan'ının bir kısmı ile Doğu Anadolu'nun büyük bir bölümünü içine alan ve boydan boya Türkmen, Kürt Beyleri ve Nasturîlerle meskûn olan bölgenin adı kayıtlarda 1842 tarihinden itibaren, Kürdistan olarak geçmeye başlamıştır. Kürdistan'ı en iyi tanıyan ve bu bölgede başarılı hizmetler sunan seçkin kişilerden Esat Paşa merkezi Erzurum olmak üzere Kürdistan Valiliğine, Korgeneral Sabri Paşa Diyarbakır Kaymakamlığına, Mustafa Paşa birleştirilen Cizre, Bohtan ve Mardin kazalarınınkaymakamlığına atanmış ve 1852 yılında da Kürdistan Eyaleti oluşturulmuş; eyalet merkezi deErzurum olmuştur.16
1842' de Cizre Sancak Beyi Bedirhan Bey Hakkari'de asayişi bozucu hareketlerde bulunmuş; görüşmeler sonuç vermeyince güce başvurulmuş; Bedirhan Bey 1846 yılında teslim olmuştur.Bedirhan ve ailesi Girit'e sürgün edilmiştir.
Klasik sancak statüsüne tabi Hakkari'ye sancak beyi olarak tayin edilen, yerli halktan Nurullah'ınsuistimalleri nedeniyle 1846'da üzerine Van ve Muş'tan birlik sevkedilmiş; Tebriz'deki İngiliz Konsolosluğuna sığınan Nurullah, İran'la yapılan görüşmeler sonunda Şemdinliye dönmüş, oradan da1849'da Girit'e sürgün edilmiştir.
1864 ve 1870 yıllarında çıkarılan nizamnamelerle Yavuz ve Kanunî dönemlerinde oluşturulan yönetim yerine, merkezî otoritenin güçlü kılınması adına bürokratik yapı oluşturulmuştur.Merkezi yönetimi güçlü kılmak için alınan tedbirler, Kürtleri istismar etmek için çalışan ülkelerin ekmeğine yağ sürmüş; Rusya'da 1860'larda St. Petersburg'da Kürdoloji bölümü kurulmuş; İngilizler de Kürtlerden yararlanmak için çalışmalar başlatmışlardır. Kürtlerin, kökenine dair değişik görüş, tez ve teoriler ortaya konulmuştur.17
Kasr-ı Şîrîn anlaşmasının imzalandığı 17 Mayıs 1639'a kadar İran'ın karıştırma girişimlerinin hedefi olan Kürt ve Ermeni bölgeleri, huzurlu bir dönemden sonra, 1839 Tanzimat fermanından sonra, merkezden yönetim tedbirlerinin bölgede yarattığı memnuniyetsizlik de tahrik edilerek, Rusya, İngiltere ve Fransa tarfından karıştırılmaya başlanmış; bölgede asayiş menfi yönde etkilenmiştir.
Osmanlı'nın Son Döneminde Kürtler:
1877-1788 Osmanlı Rus Harbine, Bedirhen Beyin oğullarından; Bedri Bey Şam'dan üç bin, Hüseyin Kenan Bey Adana'dan üç bin 800, Ali Şamil Bey İstanbul'dan üç bin gönüllü toplayarak katılmıştır. Ancak sonuç gerek doğu ve gerekse batı cephesinde hüsranla sonuçlanmış ve bilhassaDoğu Anadolu'da Ermeni çetelerinin bağımsızlık amacıyla başlattıkları terör eylemleri, asayişi bozmuş ve Kürt halkının güvenliğini menfi yönde etkilemiştir. Ermeni çetelerinin eylemlerine karşı, II. Abdülhamid, 4. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşayı görevlendirmiştir. Zeki Paşanın bölgedeki tecrübelerine dayalı tekliflerini dikkate alan II. Abdülhamid, terörü önlemek ve büyük devletlerin Ermeni çetelerine arka çıkmasına mani olmak, Doğu Anadolu'da merkezi yönetimin otoritesini pekiştirmek, muhtemel bir Rus taarruzuna karşı bölge savunmasını güçlendirmek amacıyla Kürt aşiretlerinden yararlanmak istemiştir. Bu maksatla, bölgedekiaşiret mensuplarından; 17 ve 40 yaşındaki erkeklerden, başlangıçta 21 Hamidiye Alayı(aşiret/Kürt Alayları) kurulması planlanmış, gösterilen ilgi nedeniyle alay sayısı; 1892'de 45, 1893'de 56 ve 1902'de 65'e ulaşmıştır. 13 Mart 1896 tarihinde yayınlanan 121 maddelik kuruluş kanuna göre de; alayların sayısı en az dört, en fazla altı bölükten oluşacağı ve aşiretlerin nüfusuna göre alay mevcutlarının da asgari 512, azamî 1152 olması öngörülmüştür. Bu projenin gerçekleştirilmesi ile, hem bölgedeki aşiretler üzerindeki devletin etkinliği arttırılmış, hem de Ermeni eylemleri önlenmiştir. Nitekim, kendi adını vererek bu alayları himayesine alması, bir defaya mahsus olmak üzere çeşitli suçların affedilmesi, aşiret reislerinin halifeyi ziyaret ederek bağlılıklarını bildirmesi, bölge halkının merkezî hükümete sempati beslemesine yol açmıştır. Ayrıca aşiretlerde ileri gelen ailelerin çocuklarının askerî okullara kabul edilmesi, bölgeye gezici öğretmenler ve vaizler gönderilerek bölge halkının eğitimine önem verilmesi halifeye olan bağlılığı arttırmıştır.18
Hamidiye Alayları Ermeni çetelerine ve I. Dünya Harbinde de Ruslara karşı Osmanlı Ordusunun içinde başarılı mücadeleler vermiştir. Sevr Anlaşmasında Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel otonomi verilmesi düzenlenmiş olmasına rağmen, Lozan görüşmelerinde, başta Kürt din adamları olmak üzere Kürt milletvekilleri, ?Türklerle din ve soy kardeşiz ayrılmayız? diye diretmiştir. Ayrıca Alayların teşkil edildiği 1892 yılından, 1924 yılına kadar, bölgede devlet aleyhine, Kürtlerden kaynaklanan asayiş olayı olmamıştır.
Cumhuriyet Döneminde Kürtler:
Cumhuriyetin tek parti dönemindeseküler kavmiyetçi Türk milliyetçiliğinin hakim olduğuulus-devlet anlayışına dayanan merkeziyetçi devlet idaresinin Kürtler üzerinde uyguladığı dini ve etnik baskı sonucunda 1924:1938 yılları arasında, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Dönemlerinde hükümet tipi sancak statüsü verilen Kürt Bölgelerindeki aşiretler tarafından 20 büyük ayaklanma vuku bulmuştur.19 Bu dönemde homojen ulus yaratma gayretinde olan resmî ideoloji, Türk-Kürt ayırımının keskinleşmesi için fahiş hatalar yapmıştır.
Lozan Antlaşmasında belirlenemeyen Türkiye-Irak Hududu, çözülemeyen Musul meselesi; İngiltere'nin meseleyi lehine çevirmek için sınır bölgelerindeki aşiretleri tahrik etmesine; Türkiye'nin ise, Haziran 1926 tarihine kadar statü halindeki Irak Sınırının, Misak-ı Milli esaslarına göre yeniden belirlenmesini temin amacıyla, sınır bölgelerinde otorite tesisi için, ayaklanma girişimlerinde aşırı güç kullanmasına sebep olmuştur. Bu milli sorun ve buna dayalı dış tahrikler ile başlatılan inkılaplara karşı devrim kuşkusunun, Kürt polikalarının belirlenmesinde, etkin rol oynadığını göz ardı etmemek gerekmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dış tahrik ve karşı devrim endişesi karşısında oluşan korunma iç güdüsü, Türk-Kürt ilişkisinin bozulmasında belirleyici etken olmuştur.
Saltanatı ve Hilafeti kaldırarak Osmanlı Hanedanının iktidarına ve Halifeliğe son veren Cumhuriyet Yönetiminin, Devletteki saltanatın küçültülmüşü olan Aşiret ve Sancak Beyliklerindeki saltanatlar ve aşiretlerdeki hanedanlıklar ile dini lider konumundaki Seyit ve Şeyhlerin hakimiyetlerine müsaade etmesi inkılapların temel felsefesi ile bağdaşmıyordu.
03 Mart 1925 tarihinde kabul edilen ?Takrir-i Sükûn Kanunu? ile Diyarbakır'da ve Ankara'da kurulan İstiklal mahkemelerinin suçluları, irticai faaliyette bulunanların elebaşları ile saltanatlarını sürdürmek için ayaklanan aşiret ileri gelenleri idi.
Devlette, bu gün de evham halinde devam eden Kürt Bölgesinin Türkiye'den koparılma ve Irak sınırının aleyhimize değiştirilmesi endişesi, Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki tedbirlerin tekrar devreye sokulmasının sebebi olarak görülmelidir.
Tek parti iktidarının oluşturduğu resmî ideoloji; Kürtlerle ilgili tüm tarihî ve sosyolojik araştırmaları önlemeyi başarmış, ölü dilleri öğreten filoloji bölümleri açtırmasına rağmen, yaşayan bir dil olan ve binlerce insan tarafından konuşulan Kürtçe'nin öğretilmesini yasaklarkendış ülkelerde Kürtçe öğreten ve Kürtlerin menşeini araştıran enstitüler kurulmuştur.Kürtçe'nin yasaklanması, bu yasağa uyulması için memurlar görevlendirilmesi, yakalanan ve Kürtçe'den başka dil bilmeyen Kürtlerin konuştuğu her Kürtçe kelime için beş kuruş para cezası ödemesi, homojen toplum oluşturma hayallerinin mahsülü olmuştur. 1930'lu yıllarda bir koyun elli kuruşa satılırken beş kelimelik iki cümleyle meramını ifade etmek zorunda kalan bir Kürt bir koyun değerine eşit para ödemek zorunda bırakılmıştır.20
Resmî ideoloji, çok partili dönemde de devam etmiş ve1980'lerin başına kadar Kürdüm demek yasaklanmış, Kürtçe diye bir dilin varlığı inkâr edilmiş, Kürtçe Türkçe'nin bir lehçesi sayılmıştır.
İşin farkına varan ve Kürt varlığını tanıma girişiminde bulunan Merhum Turgut Özal ve diğer üst düzey siyasetçiler, büyük tepkiler almışlardır.
Türklerin ve Kürtlerin müşterek tarihinde, Kürt varlığının tanındığı dönemlerde, Devlet ile bölge insanı arasında sorun olmamıştır.
Günümüzde Kürt Bölgelerinde Yaşanan Sorunlar:
Kürt halkının, devletin güvenlik güçlerinden ve terörislerin baskılarından çektikleri sıkıntıları düşünmeden, kendimizi onların yerine koymadan, sadece Kürtlerin bu gün ortaya çıkan taleplerini düşünmek de çözüm için tarafsız yaklaşmayı engeller.
Her şeyden önce bilinmelidir ki, kentte, köyde, mezradaki insanlar büyük bir güvenlik krızi yaşamaktadırlar. Onlar, korumalı lojmanlarda ve silahlı güçlerin güvenlik şemsiyesinde yaşamıyorlar, her an burunlarına bir namlulunun doğrultulması endişesi ile hayatlarını idame ettiriyorlar. İnsan hakkının en birincisi yaşama hakkıdır. İnsanın yaşamı güvende değilse, nefsi müdafaa başlar. Yani, insan artık yapacaklarından sorumlu tutulmaz. Mal emniyeti, neslini devam ettirme emniyeti, inancını yaşama güvencesi yoksa ve kendini ifade etme özgürlüğünden mahrumsa, insan yaptıklarından dolayı mazurdur. Biz önce bunu düşünmeliyiz.
Resmi raporlardan çıkarılan aşağıdaki bilgilerin, terörle mücadele adına bölge insanının maruz kaldığı baskıların boyutunu anlatmaya yeterli olduğu kanaatindeyim.
?19 Temmuz 1987 tarihinde Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Bingöl, Van, Tunceli, Mardin ve Siirt'i içine alan bölgede 'olağanüstü hal' ilan edildi. Zamanla farklı illere de yayılan süreç 30 Kasım 2002 tarihine kadar devam etti. 15 yıllık OHAL süreci bölgeyi derinden etkiledi. Yaşanan süreçten en fazla siviller zarar gördü. Milli Savunma Bakanlığı tarafından 28 Şubat 2003 tarihinde açıklanan rakamlara göre, bu süreçte meydana gelen silahlı çatışmalarda 5 bin 105 sivil hayatını kaybetti. Yaralananların sayısı ise 5 bin 887 olarak açıklandı. Bölgede meydana gelen mayın ve bombalamalarda 572 sivil yaşamını yitirirken, 864 sivil yara aldı.?21
?Adalet Bakanlığı'nın 23 Mayıs 2003 tarihli resmi verilerine göre, söz konusu dönemde bin 248 siyasi cinayet işlendi, 194 kişi ise ortadan kayboldu. Bu cinayetlerden bazıları toplumu derinden etkiledi. Bu süreçte yaşanan Musa Anter, Vedat Aydın suikastları PKK'ya büyük ivme kazandırdı. Terör örgütü bu suikastları propaganda malzemesi olarak kullanarak gücüne güç kattı. Bakanlığın 23 Mart 2003 tarihli verilerine göre ise bin 275 kişi işkence iddiası ile resmi kurumlara başvurarak şikâyetçi oldu. Bin 17 kamu görevlisi hakkında kötü muameleden dolayı 296 dava açıldı. 55 bin 371 kişi gözaltına alındı. 42 bin 795 kişi yargılandı, bunlardan 4 bin 799'u mahkûm oldu. 

Hak ihlalleri ve gördükleri kötü muamele yüzünden devlete sırtını dönen insanlar kendilerini örgütün kucağında buldu.?22
?İnsan Hakları Meclis Araştırma Komisyonu'nun 1998 yılında açıklanan raporu, Kasım 1997 yılı itibarıyla OHAL ve mücavir alanı kapsayan bölgede 905'i köy, 2 bin 523'ü mezra olmak üzere toplam 3 bin 428 yerleşim biriminin boşaltıldığını ortaya koyuyor. 378 bin 335 kişi yerinden edildi. İçişleri Bakanlığı ise 2005'te yaptığı bir çalışmada 357 bin kişinin şiddet olayları yüzünden yer değiştirdiğini aktarıyor. 

Büyük şehirlere göç eden insanlar, kent varoşlarında çaresizlik, işsizlik ve yoksulluk içindeki çocuklarını örgüte kaptırdı. Terör örgütü halen Diyarbakır gibi kentlerde uyguladığı provokasyonlarda varoşlardaki çocukları ön saflara sürüyor.?23


..



28 Şubat Askeri Darbesinin Bir Numarası (18 Nisan 2012)




28 Şubat Askeri Darbesinin Bir Numarası (18 Nisan 2012)


28 Şubat Askeri Darbesinin Bir Numarası

1984 Haziran'ında Kara Harp Akademisi Öğretim Üyeliği Görevinden, Genelkurmay Başkanlığı Özel Harp Dairesi Karargahına tayin oldum.
Yarbay Rütbesindeydim.
Birkaç ay geçmeden, PKK'nın Eruh ve Şemdinli baskınları yaşandı. Terörle mücadelenin içine girdik. Gecemizi gündüzümüze katarak bu beladan ülkemizi kurtarmanın gayreti içindeydik.
Zannederim 1984 yılının son ayları veya 1985 yılının ilk ayları idi.
Kara Kuvvetleri Karargahında görevli bir devre arkadaşım ziyaretime geldi.
Bana ?Yeni bir ihtilal komitesi kuruluyor. Seni de içinde görmek istiyorlar? dedi.
Şaşırıp kalmıştım.
Ciddiye almadım.

12 Eylül 1980 İhtilal İdaresinin, Devletin Yönetimini, Sivil Hükümete devretmesinin üzerinden henüz bir yıl geçtiğini, böyle bir oluşumu tasvip etmediğimi ve içinde bulunmak istemediğimi ifade ettim.
Arkadaşım, Kara Kuvvetleri Personel Başkanlığında görevliydi. Personel Başkanı da o zamanki rütbesi ile Tümgeneral İsmail Hakkı Karadayı idi. Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Haydar Saltuk, Genelkurmay başkanı da Org. Necdet Üruğ idi.
Bu gün geriye bakıp, taşlar yerine konulunca, 28 Şubat Cuntasının temelinin o günlerde atıldığı anlaşılıyor.
06 Kasım 1983 tarihinde Genel Seçimler olmuş, seçim öncesinde, Emekli Orgeneral Turgut Sunalp'a kurdurulan Milliyetçi Demokrasi Partisinin (MDP) kazanması için; 07 Kasım 1982 tarihinde yapılan Anayasa Referandumu ile Cumhurbaşkanı seçilen, 1980 Darbesinin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, çok gayret sars etmiş; ancak 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın kurduğu Anavatan Partisi (ANAP) % 45'in üzerinde bir oyla 400 milletvekilliğinden 211'ini alarak, seçimin galibi olmuş ve hükümeti tek başına kurmuştu.
Muhtemelen, Merhum Özal'ın uygulamaya soktuğu politikalar ve liderlik yetenekleri fark edilince, ileride bu siyasi hareketin kontrolü için, 12 Eylül Darbe Liderlerinin kontrolünde bulunacak, Silahlı Kuvvetlerin içinde yeni bir cuntanın oluşturulmasına karar verilmiş olabilir.
Yeni oluşum için düğmeye, Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Üruğ mu? Yoksa bizzat Cumhurbaşkanı Kenan Evren mi bastı? Bunun kendilerinden ve mahiyetindekilerden başkası tarafından bilinmesi mümkün değildir.
Ama kesine yakın olan bir şey var ki, o da, bu Cuntanın içinde o zamanın Kara Kuvvetleri Personel Başkanı görevindeki Tümg. İsmail Hakkı Karadayı'nın olduğudur.
Zaten kendileri de; 2009 yılında basına yansıyan konuşmalarında ?kendisinin sicilinin bozuk olduğunu, 1960 ve 1980 darbelerinde aktif görev yaptığını, 1980 darbesinden bir yıl önce haberdar olan bir kaç kişiden biri olduğunu, kritik yerlere atamaları (o zaman, Tuğg. Rütbesinde ve Kara Kuvvetleri Tayin Daire Bşk.'ı idi.) kendisinin yaptığını? ifade ediyor.
1995 yılında tuğgeneral rütbesi ile İstanbul'da, Kartal'daki 2. Zh. Tugay Komutanı idim. Yılın başından itibaren, İslami inancını yaşamak isteyen Silahlı Kuvvetler personeli üzerinde yoğun bir baskı uygulanmaya başlanmıştı.
Şubat ayı içinde bir gün, Tugay Komutanları olarak, bağlı olduğumuz İzmit'te ki 15. Kolordu komutanlığında toplantıya çağırıldık. Kolordu Komutanımız, 1994 yılı Aralık Şurasında görüşüldüğünü değerlendirdiğim bazı konularda açıklamalar yaparak, her birimizin eline birer kağıt tutuşturdu. Bana verilen belgede başlık ve imza hanesi yoktu.
Üzerinde ise; ?Aşağıda isimleri bulunan, birliğiniz mensubu subay ve astsubayların irticai faaliyetlerde bulunduğu tespit edilmiştir. Kendilerine bu faaliyetlerden vazgeçmeleri telkin edilecek. Tutumunda değişiklik olmayanlar hakkında, Silahlı Kuvvetlerden ilişik kesme işlemi yapılacak. Bu işlemleri yapmayan amirleri hakkında da işlem yapılacaktır.? mahiyetinde bir yazı ve altında da dört subay ile on dört astsubayın ismi bulunuyordu.
İki buçuk yıldır bu tugayın komutanı idim. İsimleri belirtilen personel, birliğimizin en çalışkanları arasındaydı. Ama, inançları ile ilgili olarak, bu belgede yazılan özelliklerini bilmiyordum. Bu kişiler hakkında, üst makama bir bilgi gönderilmiş olsaydı, benim bilmem ve imzam ile gitmesi gerekirdi. Kolordu Komutanımızın da bilgisi bu belge vasıtasıyla olmuştu.
O zaman, bu personelin ismi ve inançları ile ilgili özellikleri, birliğimizin içinden birileri tarafından, komuta kanalları atlanarak, gönderilmişti.
Geriye bakıp o günleri düşündüğümüzde ve ?28 Şubat Darbesi? ve ?Batı Çalışma Grubu? ile ilgili olarak, E. Org. Çevik Bir'in, basına yansıyan ifadesinde; ?yaptıklarımızı, Milli Güvenlik Kurulunun (MGK) emri ve Milli Güvenlik Siyaseti Belgesinin (MGSB) gerekleri olarak yaptık. Yapmasaydık, suçlu olurduk.? anlamına gelen sözleri değerlendirildiğinde, 28 Şubatın baş aktörünün tanınması için, ?Batı Çalışma Grubunun? kuruluş tarihi ile MGSB 'de irticanın iç tehdit olarak birinci sıraya konduğu tarih önem kazanmaktadır.
Önce MGSB'de irticanın öncelikli tehdit haline hangi tarihte geldiğini irdelemeye çalışalım. MGSB'nin hazırlanma sorumluluğu Bakanlar Kuruluna aittir. Bu belge genelde MGK Genel Sekreterliğince ve Genelkurmay Başkanlığı direktiflerine göre hazırlanıp, özellikle zayıf koalisyon hükümetlerine, bütün ayrıntıları gösterilmeden onaylatılan, ayrıca da darbelere gerekçe yapılan bir belge olduğu için, 1994:1995 tarihlerindeki Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanının kim olduğu önem kazanmaktadır.
30: 08. 1994: 30. 08. 1998 Tarihleri arasında Org. İsmail Hakkı Karadayı Genelkurmay Başkanı;20.11. 1991: 16.05.1993 tarihleri arasında Süleyman Demirel, 25.06.1993:06.03.1996 tarihleri arasında da Tansu Çiller Başbakan; 17.04. 1993 tarihinden önce Turgut Özal, 16.05. 1993 tarihinden sonra daSüleyman Demirel Cumhur Başkanı idi.
Normal şartlarda; Org. Doğan Güreş'in görev süresi bir yıl uzatılmasaydı, 30.08.1993 tarihinde emekli olacak, yerine de Org. Muhittin Fisünoğlu Genelkurmay Başkanı olacaktı. Anlaşılan, bu görev süresinin uzatılması ile,1984 yılında belirttiğimiz cunta bağlantısı nedeniyle, Org. İsmail Hakkı Karadayı'nın önü, Süleyman Demirel tarafından açılmıştır.
Birliğimizdeki inançlı insanların listesi, 1994 Aralık Şurasına, Komuta kanalı dışında gönderildiğine göre, ?Batı Çalışma Grubunun? bu tarihten önce işe başlamış, bu grubun teşkiline ihtiyaç gösteren MGSB'de ondan önceki bir tarihte, Süleyman Demirel'in Başbakan olduğu dönemde, zamanın Cumhurbaşkanından gizli olarak değiştirilerek irtica birinci tehdit olarak gösterilmiş olmalıdır. Zaten, Süleyman Demirel Başbakanlığı sırasında, mutad olan haftalık görüşmeler için Cumhur Başkanlığı köşküne gitmezdi. 
Sonuç; MGK Destekli 28 Şubat 1997 Askeri Darbesinin ve bu darbeyi yapan Cuntanın perde arkasındaki gerçek Lideri 1984'lerde yeni Cuntayı oluşturan Lider değil ise, Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı dır, diyebiliriz. Yetkiyi sivillere devredecek darbecilerin, müteakip darbeye kadar, yeni bir cunta oluşturmaları ve bu cuntayı kontrollerinde tutmasının doğal bir korunma tedbiri olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır.
Kanaatimce; 28 Şubat 1997 Askeri Darbesinin birinci dereceden sorumluları, o tarihteki MGK 'nun asker üyeleri olan Gnkur. Bşk. Org. İsmail Hakkı Karayı, KKK Org. Hikmet Köksal, Dz.KK Ora. Güven Erkaya, Hv.K.K. Org. Ahmet Çörekçi, J.Gn.K. Org. Teoman Koman, MGK Gn. Sek. Org. İlhan Kılıç ile Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; ikinci dereceden sorumluları, o tarihlerdeki Yüksek Askeri Şura'nın Asker üyeleri,üçüncü dereceden sorumluları da darbeye destek veren Yüksek Yargı, YÖK, Basın ve STK'lar dır.
Yargılamanın asıl sorumlulara ulaşması dileğimizdir. 18 NİSAN 2012

Adnan Tanrıverdi
Emekli Tuğgeneral
ASDER Onursan Bşk.


..
..

Mustafa Kemal’den Gandi Kemal’e




Mustafa Kemal’den Gandi Kemal’e



Gökçe Fırat



Gerçek Gandi’den Gandi Kemal’e

ABD’nin son keşfi Kılıçdaroğlu’na “Hollywood”vari bir de isim takıldı: Gandi Kemal...

Neden Kemal Kılıçdaroğlu’nu Gandi’ye benzettiklerine gelince, tek bir nedeni var: Tipi.

O da Gandi gibi zayıf, kara kuru, gözlüklü, esmer biri.

Peki bunun dışında Gandi’ye benzeyen bir yanı var mı?

Yok!

Olmasına da gerek yok, çünkü devir “imaj devri” ve bu devirde fikrin değil sadece tipin önemi var.

Zaten fikir anlamında bir ilişki kurmaya kalksalar, Gandi ile Kılıçdaroğlu arasında bir ilişki kurmanın imkanı yok.

Gerçek Gandi antiemperyalistti Gandi Kemal değil...

Gerçek Gandi Batıya karşıydı Gandi Kemal değil...

Gerçek Gandi kapitalizme karşıydı Gandi Kemal değil...

Gerçek Gandi Hinduydu ama Türklere karşı değildi Gandi Kemal değil...

Kısacası Gerçek Gandi ile sahtesi arasında hiç ama hiç bir benzerlik yok.

Mustafa Kemal’den Gandi’ye

Ama daha da önemlisi, Türkiye gibi ilk antiemperyalist Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkede yaşıyoruz ve Gandi dahil Doğunun tüm ulusları Mustafa Kemal’in örneğiyle büyümüş insanlar...

Gandi’nin Hindistan’ı İngiliz emperyalizmine karşı savaşırken örnekleri Türk Kurtuluş Savaşı ve onun lider olan Mustafa Kemal’di.

Şimdi Mustafa Kemal’in partisine bir başkan seçiliyor ama adı Kemal olduğu halde onu Mustafa Kemal’e benzeten yok.

Olmamasının birinci nedeni olağanüstü bir saygı olabilirdi ama Kemal Kılıçdaroğlu ve çevresindeki Kürtçülerin böyle bir kaygısı pek yok.

Olsaydı Atatürk’e karşı Seyit Rıza denilen gerici tarikat lideri teröristi savunmazlardı.

Kaldı ki Mustafa Kemal’den sonra CHP’nin başına Kemal adında birinin geçmesi belki CHP’de “yeniden Kemalizm” ve “yeni bir Kemal” olarak görülebilirdi, bu CHP’nin köklerine dönüşü olurdu.

Gandi’nin Hindistan’da yaptığı da zaten ulusal köklerine dönmekti.

Gandi Kemal’den Mustafa Kemal’e

Ama Kemal Kılıçdaroğlu’nu kimse Mustafa Kemal’e benzetemiyor, çünkü ortada tümüyle Mustafa Kemal’in karşıtı bir adam var.

Allasan pullasan belki yutturabilirsin birilerine ama öyle bir niyetleri de yok.

Çünkü çok açık bir şekilde Mustafa Kemal’e benzemek gibi dertleri yok.

Kemal Kılıçdaroğlu burada aslında kendi ulusal köklerine dönüyor, yani Mustafa Kemal’in değil Seyit Rıza’nın yanına...

Yadırgamamak lazım, tercihini Mustafa Kemal’den yana kullanmadı. Kendi atalarından yana kullandı.

İyi de yaptı...

Mustafa Kemal’in adını kirletmemiş oldu...

http://turksolu.com.tr/ileri/45/kurtcudarbe45.htm

..

TÜRKİYE/YARI AÇIK CEZAEVİ



TÜRKİYE/YARI AÇIK CEZAEVİ



Rıfat Serdaroğlu

27 Kasım 2015
Rifat Serdaroğlu
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül, MİT Tırlarıyla ilgili haber yaptıkları, fotoğraf yayınladıkları için Sulh Ceza Hâkimi tarafından tutuklandılar ve cezaevine kondular.
2015 yılı Kasım ayının 26 ıncı gününün gecesinde herkesin bildiği, yurt içi ve yurt dışı basın organlarının Çarşaf - Çarşaf yazdığı konuları haber yaptıkları için gazeteciler tutuklandılar.
Kimse, “Efendim Türkiye Hukuk Devletidir, yargı bağımsızdır” masalını bize anlatmaya kalkmasın.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti bugün için Hukuk Devleti değildir, Yargı da bağımsız değildir.
Demokrasi görünümlü tek adam yönetimlerinde, “Devletin Sopası” olarak bilinen iki Bakanlık vardır; Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı!
Bu iki Bakanlık emirle yasa dışı uygulamalar yaparsa, kanunları çiğnerse o ülkede kimsenin mal ve can güvenliği kalmamış demektir.
Cumhur’un Başı Erdoğan’ın Anayasa’yı tanımadığını, kendisinin halk tarafından seçildikten sonra Anayasal sistemin kalktığını söylediğini, kendi ağzından defalarca dinledik. Türkiye ilk kez “Ben Anayasa-Kanun dinlemem” diyen bir Cumhurbaşkanı gördü!
Cumhur’un Başı’nın ısrarla vazgeçmediği ve yanından ayırmadığı iki bakanı vardır. Bekir Bozdağ ve Efkan Ala.
Bekir Bozdağ, Adalet Bakanı olarak 2014 Temmuzunda, Torba Yasa denen ucubenin içine “Sulh Ceza Hâkimleri” ile ilgili değişiklik maddelerini attı.
Böylelikle Özel Yetkili Mahkemeler yerine, Sulh Ceza Hâkimlikleri kuruldu. Bunların kararlarına itiraz mercii olarak da yine Sulh Ceza Hâkimleri gösterildi!
Hiçbir Hukuk Devletinde böyle bir uygulama yoktur. Sulh Ceza Hâkimlerinin ise Bekir Bozdağ tarafından özel olarak seçildiğini basından okumuştuk!
Efkan Ala’yı ise 17/25 olayları sırasında Polis Müdürüne “Savcının emirlerini dinleme. Şimdi 3-5 adam gönderip Savcıyı tutuklattırırım. Bilal’in evine yaklaşan olursa vurun” diye bağırmasından iyi biliyoruz.
Kanunları bir kişi için veya kendi arzuları için böylesine eğip büken kişilerin yönetimde olduğu bir ülke demokrat bir ülke değildir.
Tekrar söylüyorum, bu ülkede kimsenin can ve mal emniyeti yoktur…
Can Dündar ve Erdem Gül’ün yok yere tutuklanıp Cezaevine atılmaları, çakma demokrat Bademlerin eseridir. Benzeri bir olayı 12 Eylül darbesi sonrası Yıldırım Avcı’nın “1946 Seçimleri Türk Demokrasi tarihinin yüzkarasıdır” dediği için Sıkıyönetim Mahkemelerindeki yargılama sırasında yaşamıştım.
İnanın o günler, bu kadar karanlık değildi.
12 Eylül Darbesini yapanlar, işkenceciler hepsi unutuldu gitti, fakat darbeye karşı mücadele edenler hala hatırlanıyorlar. Bu günler de geçecek, Demokrasiyi, Hukuk Devletini katledenler unutulacak ama Can Dündar ve Erdem Gül gibi gazeteciler unutulmayacak.
Türk Milleti, bu hukuksuzluğa bu adaletsizliğe karşı, tavrını koyduğunda bu zulüm dönemi de bitecek.
Tüm Demokratları, tüm vatanseverleri, tüm Atatürkçüleri, ülkenin tüm aydınlarını içine alacak hapishane yapıldı da bizim mi haberimiz yok!
Türk Milletini soyarak zenginleşen ve güç sahibi olduğunu zannedenlerden korkan, adam diye kadın diye ortalıkta gezinmesin, gitsin saklansın!
Bizler buradayız ve tek adam yönetimini demokratik yolla yıkacağız.
Zulmün artsın Badem…
Sağlık ve başarı dileklerimle 
27 Kasım 2015
Rifat Serdaroğlu
.

SOVYETLER BİRLİĞİ NEDEN ÇÖKTÜ




SOVYETLER BİRLİĞİ NEDEN ÇÖKTÜ


Lenin’in, Ekim Devrimi’nin 71’inci günü coşkulu bir sevinçle oynadığı söylenir. Lenin’i oynatan folklorik ilgi değildi kuşkusuz. 70 gün süren ilk sosyalist yönetim deneyimi olan 1871 Paris Komünü’nün yaşam süresini, bir gün aştığı ve insanlığa daha uzun süreli bir sosyalist deneyim sunduğu için sevinmektedir. Olaya bu gözle bakarak 1991 de, yönetim rekorunu 74 yıla çıkarmanın sevincini yaşamak da olası kuşkusuz. Ancak, böylesi dar ve sığ bir iletiyi içermeyen bu öykü, sınıflı bir toplumdan sınıfsız bir topluma geçme ereğindeki yaşanmış tüm deneylerin birbirine aktarılmasını gerekli kılan, güç ve uzun bir tarihsel süreci kapsar.

Beklenmeyen Çöküş

1970’lerde, artık komünist toplum biçimine (herkesten yeteneğine göre herkese gereksinimine göre) geçmeğe hazır olduğunu söylenen Sovyetler Birliği, bu düzeye ulaşmak bir yana, 1991 yılında kendiliğinden dağıldı. Polonya, Macaristan, Doğu Almanya, Romanya, Bulgaristan, Çekoslavakya ve Yugoslavya’daki düzen değişikliği daha önce gerçekleşmişti. İkincil ‘sosyalist’ ülkeler çökerken genel kanı, Sovyetler Birliği’nin ayakta kalacağı ve bir süre sonra dağılan bağlaşıklarını toparlayarak, ‘duruma egemen olacağı’ yönündeydi.
Ancak, O’nun da yıkılışı diğerleri gibi oldu. 50 yıl dünyanın en güçlü ülkesinden biri olan bu büyük ülke; halkını besleyemeyen, dağınık, özgüvensiz, üçüncü sınıf bir ülke oldu.

Oysa 2. Dünya Savaşı’ndan sonra; sosyalizmin Rusya’da iç çelişkiler nedeniyle artık yıkılamayacağı, böyle bir durumun ancak dış saldırıyla ortaya çıkabileceği söyleniyor, bütün dikkat ve önlemler bu yöne çevriliyordu. Uzay yarışında açık ara önde olan, dünyanın en iyi eğitilmiş kadrolarına ve ikinci büyük ekonomik gücüne sahip, sınırsız doğal varsıllığı ve büyük bir askeri gücü olan Sovyetler Birliği; söylenenlerin tersine herhangi bir dış saldırı olmadan kendiliğinden dağılıyordu.

Bilim Dışı Yargılar

Çöküşün nedeni neydi? Kimileri, çöküşe, Stalin’in ölümünden sonra yönetime gelen ‘revizyonist’ ya da ‘sosyal emperyalist’ yönetimlerin neden olduğunu söyledi. Kimileri dağılma nedenini, ‘Stalin despotizmine’ bağladı. Tüketim malları üretimindeki yetersizlik, kültür devrimi eksikliği, emperyalist yaymaca (propaganda), ahlaksal çöküş, sayılan başka nedenlerdi.

Gerçek olan neydi? Belki bunların hepsi, ya da hiçbirisi. Gelinen nokta belki de, olması gereken doğal bir sonuçtu. Kimileri eşitlikçiliğin, gerçekleşmesi olanaksız binlerce yıllık ‘tatlı bir düş’ olduğunu, kendinden emin tavırlarla daha yüksek sesle söylemeğe başladı. Kimileri imana dönüştürdükleri inançlarını yitirerek, saldırgan eşitlik karşıtları haline geldi. Kimileri de, bu tür konuların kafa yormağa değmez, güncelliği olmayan, insanlığın gelişimine engel çarpık düşünceler olduğunu söylemeye başladı. Konuyla ilgilenen küçük bir kesim ise ‘her şeye karşın’ ‘inadına’, söylemleriyle imanlarını sürdürdü.

Bütün bunlara karşın insanlığı dolaysız ilgilendiren geniş boyutlu bu sorun, gerçek nedenleriyle ele alınıp, güncel politik savaşıma yönelik sonuçlar çıkarmak amacıyla ele alınmadı ya da yeterince ele alınmadı.

Lenin’in Sevinci

Lenin’in, Ekim Devrimi’nin 71’inci günü coşkulu bir sevinçle oynadığı söylenir. Lenin’i oynatan folklorik ilgi değildi kuşkusuz. Toplumsal savaşım tarihinin ilk sosyalist yönetimi olan 1871 Paris Komünü, 70 gün yaşamıştı. Lenin, bu süreyi bir gün aştığı ve insanlığa daha uzun süreli bir sosyalist deneyim sunduğu için sevinmektedir. Olaya bu gözle bakarak 1991’de, yönetim süresini 74 yıla çıkarmanın sevincini yaşamak da olası kuşkusuz. Ancak, böylesi sığ bir iletiyi içermeyen bu öykü; sınıflı bir toplumdan sınıfsız bir topluma geçiş için,  yaşanmış deneylerin irdelenmesini gerekli kılan, uzun bir tarihsel süreci kapsar. Böylesi köklü bir toplumsal dönüşüm için; aylar, yıllar ve on yılların küçük zaman dilimleridir. Kapitalizm beş yüz yılda oluştu. Feodalizmin bin yıllık bir tarihi var. Köleci dönem daha uzun.

Marks’ın Görüşü

Rus sosyalistleri, bilimsel sosyalizmin kuramcısı Karl Marks’ın öngörüleri yönünde bir düzen kurmaya çalıştı. Ancak, kurmaya çalıştıkları düzen yıkıldı. Sonuçtan bakarak şu yargıya varmak olanaklı; ya Marksist kuram uygulanabilir değildir, ya da Rusya’daki uygulama Marksizme uymamaktadır. Kötü, yetersiz, zorunlu... Tüm öznel eksiklikleri de içine katarak yapılacak bu kaba ayrım, yüzeysel bir biçimde de olsa, nesnelliğin süzgecinden geçirilerek incelenmeli ve buna göre karar verilmelidir.

Marks’ın, toplum biçimlerinin gelişim ve dönüşüm yasalarını incelerken; “Benim toplumdaki ekonomik gelişimi tarih içinde doğal bir süreç olarak kavrayan anlayışım”1 diyerek belirttiği bakış açısı, bilimi ve nesnelliği gerekli kılar. O; “Toplumsal gelişmeyi, yalnızca insanların istenç, bilinç, düşünce ve eğilimlerin den bağımsız olmakla kalmayan, aksine onların istenç bilinç ve düşüncelerini etkileyip belirleyen, ekonomik yasaların yönettiği bir doğal tarihsel süreç olarak” görür.2

Kuramcı olarak Marks, kendisinden önceki araştırmacılardan ayrımlı olarak, toplumsal gelişimin açıklamasını, bütün bilimlerden üst düzeyde yararlanıp, bilim haline getirdiği kapsamlı öğretisiyle yapmıştır. Alman Felsefesi, İngiliz Ekonomi politiği ve Fransız Sosyalizminden oluşan bu öğreti, toplumsal gelişim ve değişim ile ilgili temel önermelerde bulunmuştur.

Nesnellik

Marks’a göre, herhangi bir toplumsal dönüşümün gerçekleşmesi için, doğal tarihsel bir sürecin yaşanmış olması gerekir. İnsan istencinden (iradesinden) bağımsız olarak gelişecek bu süreç yaşanmadan, herhangi bir değişimin olamıyacağını açık bir biçimde belirtmiştir. Düşülke (ütopik) sosyalistleri ve anarşistlerle, giriştiği ideolojik tartışmasını, bu temel önerme üzerinde oturtmuştur.
Marks Kapital’in Almanca ikinci baskısına yazdığı önsözde, Koufman’dan aktararak açıkladığı görüşlerinde; “Her tarih döneminin kendine özgü yasaları vardır. Bir toplum belli bir gelişme dönemini yaşar ve geride bırakır. Belli bir aşamadan bir diğerine geçer geçmez de, birtakım başka yasalarla yönetilmeye başlar. Kısaca ekonomik yaşam önümüze biyolojinin diğer dallarındaki gelişme tarihine benzer bir olay çıkarır...” biçimindeki sözleri anlayışının en özlü ifadesidir.3

Aynı yapıtta; “Toplumsal ilişkiler ve koşullar belli ve kesin bir sıra izlemek zorundadır. Bu zorunluluğu bilimsel bir incelemeyle göstermek için, elverdiği oranda yansız ve kusursuz bir çaba harcayarak, hareket ve dayanak noktası olabilecek olayları saptamak gerekir. Bunun için mevcut düzenin, insanlar buna inansınlar inanmasınlar, bunun ayrımında olsunlar olmasınlar, nesnel olarak dönüşmek zorunda olduğu bir diğer düzenin kaçınılmazlığını gösterir”4 der.
Louis Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaire’ı adlı kitabında ise şunları söyler: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ama bunu sırf kendi keyiflerine göre yapmazlar. Kendileri tarafından seçilen durumlarda değil de, tümüyle geçmişten gelen, geçmişin belirlediği koşullar altında yaparlar bunu...”5
Marks’ın sosyal olaylara bakışı budur. Bu bakışa göre sosyalizm, isteme bağlı olarak kurulan ya da kurulamayan bir öznel seçim sorunu değil; ekonomik, kültürel ve tarihi gelişmeye bağlı nesnel bir olgudur. Maddi alt yapısı oluşmuş ise ancak gerçekleştirilebilecek bir toplumsal düzendir.

Batı Toplumları ve Marks

Marks, inceleme ve çözümlemelerini gelişmiş kapitalist ülkeler için yapmıştır. Marks’a göre bu ülkelerde üretim toplumsallaşırken, üretim araçları üzerindeki mülkiyet özelliğini korumaktadır. Uzlaşmaz nitelikteki bu çelişkinin olgunlaşması, üretimin toplumsal niteliğine uygun olan toplumsal mülkiyeti getirecek, bu da sosyalist toplumun başlangıcı olacaktır. Zorunlu Uygunluk Yasası adını verdiği bu belirlemenin, sosyalizm için yüksek düzeyde gelişmiş kapitalizmi öngördüğünü açıklamıştır. Bunun dışındaki öznel eğilimlere sürekli karşı çıkmış, bilim dışı önermelere, ütopik sosyalizm, feodal sosyalizm ya da küçük burjuva sosyalizmi diyerek alaya almıştır.

Marks, ekonomik ve toplumsal çözümlemelerinin batılı ülkeler için geçerli olduğunu sıkça belirtmiş, toplumlara ve ülkelere yönelik bilici (kahin) tavrıyla, “geleceğin aşçı dükkânları için tarif nameler” düzenlememiştir.6 Ülkeleri özgün yapılarıyla incelemiş ve bunları kuramın evrensel boyutuyla irdelemiştir. Bunu da en çok Rusya için yapmıştır.

Marks ve Rusya

Uzun yıllar “... Bütün Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü”7 olarak gördüğü Rusya’yı incelemek ve yanlış anlamalara yol açmamak amacıyla, ilerlemiş yaşına karşın Rusça öğrenmiştir. Kuramının, “Bir tarım ülkesi olan Rusya’ya doğrudan doğruya uygulanmasının yanlışlıklardan başka bir sonuç vermeyeceğini” sürekli yinelemiş ve Rusya hakkındaki düşüncelerini uzun araştırmalardan sonra yazdığı iki mektupta toplamıştır.8
Marks, Rusya için dolaysız bir sosyalist devrimi öngörmedi. Rusya’da yükselmeye başlayan devrimci siyasi savaşımın, toprak sorununu çözecek bir demokratik devrimle sonuçlanabileceğini belirtti. Rusya topraklarının önemli bölümünün tarihsel bir gelenek olarak köylülerin ortak iyeliğinde (mülkiyetinde) bulunmasının ortaklaşacı (kolektivist) uygulamalar için bir olanak yaratıp yaratmadığını araştırdı. Rus demokratik devrimiyle, Batının sosyalist devrimleri arasında dolaylıı ilişkiler kurdu.

21 Ocak 1882’de Engels ile birlikte kaleme aldığı ve Manifesto’nun 1890 Almanca baskısında yayınlanan önsözde şunlar yazılıdır; “Rusya’da hızla gelişen kapitalist vurgunculuk ve daha yeni gelişmeye başlayan burjuva toprak mülkiyetinin karşısında, toprakların yarıdan çoğunun köylülerin ortak mülkiyetinde olduğunu görüyoruz. Şimdi soru şudur: Bir hayli beli kırılmış olmakla birlikte yine de çok eski zamanların ortak toprak mülkiyetinin bir biçimi olan Rus obchina’sından (köy topluluğu) doğruca ileri komünist ortak mülkiyetine geçebilir mi? Yoksa o da önce Batının tarihi evrimi olan çözülme sürecinden mi geçmelidir? Bugün bu soruya verilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus devrimi Batıda bir proletaryası devrimini başlatmak için işaret olurdu,  bu iki devrim birbirini tamamlarsa, bu günkü Rus ortak toprak mülkiyeti komünist bir gelişim için hareket noktası yerine geçebilir”.9

Lenin ve “ Nisan Tezleri ”

Marks’ın görüşleri, Rusya’da kabul görmüş ve Rus Marksistleri uzun yıllar, Sosyal Demokrat adıyla örgütlenmiş, demokratik devrim programıyla savaşım vermiştir. 1917 yılında kendiliğinden ortaya çıkan toplumsal patlama, iyi örgütlenmiş, halkın istemine uygun davranan bu partiye, beklenmedik bir biçimde yönetime gelme olanağı vermiştir. Bu olanağın kaçırılmasının aymazlık olacağına inanan Lenin, gerekçelerini Nisan Tezleri adlı yazılarıyla açıklayarak, sosyalist devrim aşamasında olduklarını ve ‘bütün iktidar’ın Sovyetlere’ devrilmesini istemiş ve bunu kabul ettirmiştir.
Devrim’in sorunlarının tümü, günün özel koşulları nedeniyle ortaya çıkan yönetim olanağını değerlendirmeye indirgenmiş ve tek başına yönetime gelinmiştir. Bunu yaparken, Rus devrimiyle ilgili Marks’ın ideolojik belirlemeleri, devrimin ilk günlerinde savunulmuş ve Batıda gelişecek bir sosyalist devrim beklenmiştir.
Lenin, 28 Eylül 1917 tarihinde kaleme aldığı Bolşevikler İktidarı Almalı mıdırlar? başlıklı mektubunda; “İki başkentin (Petersburg ve Moskova) işçi ve Asker Vekilleri Sovyetinde çoğunluğu sağlayan bolşevikler iktidarı ele alabilirler ve almalıdırlar”10 demiştir. Bu önerisinin önceki Marksist önermelere göre ideolojik konum ve şansının ne olacağını ise, bir gün sonra 29 Eylül 1917’de yazdığı Rus Devrimi ve İç Savaş başlıklı yazıda açıklamıştır. “Rus proletaryası, bir kere iktidarı eline geçirdikten sonra, bütün iktidarı korumak ve Rusya’yı, devrimin Batıdaki zaferine kadar götürmek şanslarına sahiptir”.11

Tek Ülkede Sosyalizm

Görüldüğü gibi Ekim Devrimi’yle yönetim erkini ele geçiren Bolşevikler, bunu yaparken, Batıda bir sosyalist devrimin gerçekleşeceğini ciddi olarak beklemiştir. Ele geçirdikleri erki, Batıdaki devrimin gerçekleşmesine dek ayakta tutabileceklerini söylemişler ve o aşamada, sosyalizmi Rusya’da tek başlarına kurma savında bulunmamışlardır. Lenin, kendisini, demokratik devrim tamamlamadan aceleci davranarak sosyalist devrime geçmeye çalışmakla suçlayan Kamanev’e verdiği yanıtta; “Bu yanlıştır. Devrimimizin derhal sosyalist devrime dönüşmesine ‘bel bağlamak’ şöyle dursun, böyle bir tutumdan kesin olarak kaçındım; 8. tezde kesin olarak şunu açıkladım: ‘önümüzdeki ilk görev, sosyalizmin getirilmesi değil (dir)...”12
Ancak, Batıdan, İtalya ve Macaristan’daki iki cılız ayaklanma, Almanya da Spartakistlerin yenilgisinden başka bir haber gelmemiştir. Ele geçirilmiş olan siyasi erk bırakılamayacağına göre, ‘tek ülkede sosyalizmin inşasının’ olabilirliğine kuramsal dayanaklar bulunmuş ve ‘Rusya’da sosyalizmin’ kurulmasına girişilmiştir.

Öznel Yanılgı

1917 Rusyasında olup bitenlere, 82 yıllık deneyimin, somut sonuçlarına bakıldığında, Marks’ın Rusya’yla ilgili kuramsal belirlemelerinin geçerli olduğunu görmek ve söylemek gerekiyor. Bunu görmek için, bugün çok şey bilmeye ve yoğun araştırmalar yapmaya gerek yok. Rusya’da Bolşeviklerin içine düştüğü yanlış, siyasi erki tek başlarına üstlenmeleri değildi. Onların yanılgısı, önceden belirlenmesine ve son ana dek kendilerince de kabul edilmesine karşın, kapitalist-emperyalizmin dünyayı ele geçirdiği bir dönemde, geri bir köylü ülkesinde sosyalizmi kurmaya girişmeleriydi. Yönetim erkinin verdiği siyasi gücü, toplumsal gerçekliğin ve Marksist kuramın önüne geçirerek, öznelliğin yanıltıcı yoluna girmeleriydi.
Bu gün bunlar kolay söylenebiliyor. Herkesin önünde elle tutulur, gözle görülür 80 yıllık bir deney var. Rus Devrimi’nin insanlığın gelişimine yaptığı en önemli katkı, belki de bu zengin sosyal-tarihsel deneyimdir. Bu deneyi yaşamadan ve kendisi deney olan Sovyetler Birliği’nin, uygulamadaki yanılgısını olağan karşılamak gerekiyor.
Bilimsel niteliği ne denli yüksek görünürse görünsün, izleyicilerinin görüşlerine ne denli uygun olursa olsun, uygulamaya geçmemiş bir kuramı, kuşkuculukla karşılamanın, başlı başına bilimsel bir davranış olduğu da unutulmamalıdır. Bu nedenle, Rus devrim önderliğinin, sosyalizmi kurmaya yönelecek bir yönetimi yaşatmak için, önce Batıdan devrim beklemesini, sonra “başının çaresine bakmasını” ve bu arada yönetim süresi konusunda ikirciliğe düşmesini anlamak gerekiyor. Devrimin 71. gününde Lenin’in yaşadığı coşku ve sevinci gerçekte, Rus sosyalistlerinin geleceklerinden duydukları kuşkuyu ve içinde bulundukları ikircilikli duygularını gösteren örnek olarak almak gerekiyor.

Sosyalizm mi, Demokratik Devrim mi ?

Rusya’da devrimden sonra gerçekleştirilen işler dev boyutludur. 22 milyon kilometrelik, onlarca ulus, yüzlerce etnik yapıdan oluşan bu büyük ülke, çok kısa sürede bir sanayi toplumu durumuna gelmiştir. Ancak, bu kapsamlı toplumsal ilerlemeye karşın kurulan düzen, dışardan silahlı karışma olamadan kendiliğinden yıkılmıştır. Bu sonuç nasıl açıklanabilir?
Sovyetler Birliği’nde gelişme sağlayan uygulamaların tümü, demokratik devrimle ilgili olanlardır. Marks’ın ‘zorunlu uygunluk yasasına’ dayanılarak yapıldığı söylenen ortaklaşacı uygulamalar, öznel zorlama ve hükümet desteklerine karşın başarılı olamadı. Bu uygulamalar, Rusya’daki toplumsal gelişmenin araçları değil, engelleri olurdu. Bu anlamıyla Sovyetler Birliği’nde, doğal gelişim düzeyine uygun düşen bir sosyalist uygulama yapılamamıştır. Bu nedenle Sovyetler Birliği’nde ‘sosyalizmin çöküşü’ gerçekte kurulmamış olan, Rusya’da o aşamada kurulması da olanaklı olmayan ‘sosyalizmin’ çöküşü olmuştur. Söz konusu çöküş nesnel nedenlere dayalı bir çöküştür. Bugün gelinen nokta, tarihsel, sosyal ve ekonomik koşulların zorunlu sonucudur.

Yok Olmayan Çelişkiler

Stalin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yazdığı yazılarda, küçük meta üretimi, kentle kır arasındaki karşıtlık, kafa ve kol emeği arasındaki ayrım gibi, sosyalist kuramın, sosyalizmin kurulmasında kilometre taşları olarak gördüğü çelişkilerin aşıldığını açıklamıştır. 1 Şubat 1952’de yazdığı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları adlı yazıda bu konularda şöyle söylemektedir: “Bizim meta üretimimiz gelişi güzel bir meta üretimi değildir, kapitalisti bulunmayan, temelde devlet, kolhoz, kooperatifler gibi ortak sosyalist üreticilerin malı olan işletmelerin üretimidir... Kuşkusuz hiçbir biçimde kapitalist bir üretime dönüşmeyecek olan ve kendi ‘para ekonomisi’ ile birlikte sosyalist üretimin gelişmesine ve pekişmesine yardımcı olmak için kurulan bir meta üretimidir”.13
Günümüzdeki gelişmeler, Sovyetler Birliği’ndeki meta üretiminin ‘hiçbir biçimde kapitalist bir üretime dönüşmeyeceği’ savını çürütmüş durumda. Aynı yazıda Stalin kent ile köy, kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiler üzerine şunları söylüyordu: “Eski zamanlardaki kuşkudan ve ister istemez köyün kente karşı olan kininden bir iz kalmamış bulunması şaşılacak bir şey değildir. Kent ile köy arasında, sanayi ile tarım arasındaki zıtlık şimdiki sosyalist rejimimiz tarafından, tasfiye edilmiştir... Kafa ile kol emeği arasındaki çıkar zıtlığı da sosyalist rejimimizde yok olmuştur. Şimdi kol emekçileri ve yönetim personeli düşman değildirler, fakat üretimin gelişmesiyle ve iyileşmesiyle şiddetle ilgilenen, arkadaşlar ve dostlar olarak, tek bir üretici topluluğun üyesidirler. Eski zıtlıklardan iz kalmamıştır”.14
‘Üretimin gelişmesiyle şiddetle ilgilenen’ bu dostlardan yönetici konumundaki ‘emekçiler’ bugün, devleti yağmalayıp ceplerine indirdikleri büyük servetle olağanüstü bir varsıllık içinde yaşarken, kol emekçileri acı veren bir yoksulluk içindedir. Stalin’in sözleri yalnızca söz olarak kalmıştır.

Sosyalizme Ulaşmak

Sosyalizme ulaşmak, çok yönlü toplumsal gelişmeyi gerekli kılıyor. Toplumsal gelişimin durdurulması olanaklı olmadığına göre; insanlar arasındaki eşitsizliği kaldırarak, gerçek özgürlüğü ve sonsuz barışı sağlayacak ileri bir toplumsal düzene doğru gidilecektir. Bu düzeni gerçekleştirecek olan siyasi eylem, toplumsal yapının doğal gelişimiyle uyumlu olmak zorundadır. Sağlanacak uyum oranında, insanlar arasındaki gerilimler azalacak ve ilerlemeye yönelik dönüşümler daha sancısız gerçekleşecektir. Devrimci savaşımın başarısı, kendisine yaşam veren gerçeklikle sağlayacağı bütünleşmeye bağlıdır. Toplumla yabancılaşan bir siyasetin, söylemleri ne denli gösterişli olursa olsun başarılı olması olanaksızdır.
Sosyalizmi kurmanın ağır yüküne, ekonomik ve kültürel gelişimini üst düzeye çıkarmış varsıl ülkeler ancak dayanabilir. O da en az birkaçı birlikte olarak. ‘Herkesten yeteneğine göre’ alırken ‘herkese ihtiyacına göre’ dağıtmanın, büyük varsıllık yaratacak bir üretim bolluğunun sağlanmasıyla olabileceği açıktır. Yaratılan ekonomik varsıllığın yüksek nitelikli toplumsal kültüre ve ileri bir demokrasiye ulaşmış olması da, ayrıca gerekmektedir. Bunlar sosyalizmin kurulması için gerekli olan nesnel koşullardır. Bu koşullar yerine gelmeden, kişi, küme, parti ve hatta sınıflar; ne denli özlem ve çaba içinde olurlarsa olsunlar sosyalist toplumu kuramazlar.
1917 Devrimi’nin, Rusya’yı yarı-sömürge ve yarı-feodal (kimi yörelerde feodalizm öncesi-göçebe) bir konumdan, bir sanayi toplumu durumuna getirmiş olmasına karşın, sosyalizme ulaştıramamış olmasının nedenlerini burada aramak gerekiyor. Adına sosyalist devrim dense de, Rus devriminin kapsam ve içerik olarak ‘demokratik devrim’ niteliğini aşamadığı, bugün daha net olarak görülebilmektedir.

Atatürk'ün Yargısı

Rus Devrimi’nin ortaya çıkardığı politik eylemin ve bu eyleme bağlı olarak uygulanan toplumsal dönüşümlerin, uzun süre ayakta kalamayacağını ve kendiliğinden yıkılabileceğini çok az insan önceden görebilmiştir. Dost ya da düşman hemen herkesin genel kanısı; Rusya’da kurulan yeni toplumsal düzenin, gelişen ve artan bir güçle bir dünya düzeni olacağı yönündeydi. ‘Sosyalist’ Düzenin tıkanacağı kimsenin aklına bile gelmiyordu.
Atatürk’ün Rus Devrimi ile ilgili görüşlerinin, bugün artık dağılmış olan Sovyetler Birliği’nin durumu gözönüne alındığında, insanı şaşırtan bir doğruluk taşıdığı görülmektedir. Atatürk, hiçbir ideoloji, inanç, kültür ya da yönetime; öznel yargı ve isteme göre, karşı ya da yandaş olmamıştır. Düşünce ve eylemine, nesnellik üzerinde yükselen bilimsel yaklaşım egemendir. “Hedefe ulaşmak için izleyeceğimiz yolu duygularımızla değil, aklımızla çizmeliyiz”.15 ya da “Ben toplumu kendi kendime düşündüğüm, hayal ettiğim, tasarladığım bir takım his ve düşüncelerin peşinde sürüklemek amacında değilim. Allah beni böyle bir hatadan korusun”.16 Sözleri onun nesnelliğe verdiği önemi gösterir.
Atatürk, Sovyetler Birliği ile dostluk temelinde gelişecek ilişkilere çok önem verir ancak Rusya’da kurulmakta olan yeni düzene yönelik eleştiri ve önerilerini yapmaktan çekinmez. 31 Ekim 1920 de, Ali Fuat Cebesoy’a çektiği şifreli telgrafta; “Komünizmin değil ülkemizde, Rusya’da bile kabiliyet-i tatbikiyesi (uygulama olasılığı) henüz belli değildir”17 der.
Toplumun ekonomik ve toplumsal gelişim düzeyi gözününe alındığında, Sovyet modelinin, Rusya’da bile yaşama şansının kuşkulu olduğu Mustafa Kemal tarafından sıradışı bir öngörüşle o günlerde dile getirilmişti. Gücünü hızla arttıran ve dünya düzeyinde büyük etki yaratan Sovyetler Birliği için bu saptamayı yapmak o günlerde hiç kolay değildi: “Sovyetler Birliği’ndeki Bolşevik uygulama çıkar bir sistem değildir. Onlar da gitgide bizim uygulamalarımıza doğru gelecektir”.18 Sovyetler Birliği’nin kendiliğinden çöküşü ile bugünkü durumu gözönüne getirildiğinde, yapılan saptamanın değeri daha iyi anlaşılacaktır.

DİPNOTLAR

1              “Kapital” Karl Marks, Birinci Cilt, Birinci Kitap, Sol Yay. sf.14
2              a.g.e. sf.47
3              “Kapital” Karl Marks, Birinci Cilt, Birinci Kitap, Odak Yay. sf.48
4              a.g.e. sf. 47
5              “Louıs Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaıre’i” Karl Marks, Köz Yay., 1975 sf.13
6              a.g.e. sf.45
7              “Manifesto” Karl Marks-Friedrich Engels, Öncü Kitabevi, Yay. sf.10
8              “Türkiye Üzerine” Karl Marks, Gerçek Yay. sf.10-11
9              “Manifesto” Karl Marks-Friedrich Engels, Öncü Kitabevi, sf.24
10           “Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi” V.İ.Lenin, Sol Yayınları, sf.153
11           a.g.e. sf.187
12           a.g.e. sf.31
13           “Son Yazılar 1950-1953” J.Stalin, Sol Yayınları, sf.108
14           a.g.e. sf.117-118
15           “Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları-1923” Kaynak Yay. 1993, sf.77
16           “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları” Arı İnan 1982, Türk Tarih Kurumu Yayınları
17           “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 4. Cilt sf. 360; ak. Doğan Avcıoğlu “Milli Kurtuluş Tarihi” 2. Cilt sf.711
18           “Atatürkçülük Nedir?” F.Rıfkı Atay BETAŞ A.Ş. İstanbul 1980, sf.39


http://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2015/11/sovyetler-birligi-neden-coktu.html


..

RUS UÇAĞININ DÜŞÜRÜLMESİ




RUS UÇAĞININ DÜŞÜRÜLMESİ


Snapshot 2013-11-18 20-08-11







     


  

 _    Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (Nutuk-1927)
———————————


Türkiye 24 Kasım sabahına Hatay toprakları güneyinde Suriye Türkmenlerinin yaşadığı bölgeye saldıran bir Rus Savaş uçağının düşürülmesi olayı ile başlamıştır. Konu Türkiye ve Rusya ile birlikte dünyanın gündemine bomba gibi düşmüştür.
Rusya Devlet Başkanı Putin’in ve sıralı Rus yöneticilerin verdikleri çok sert tepkiler dünya kamuoyunda ve diplomasi dilinde “Türkiye’ye ağır bir ültimatom” olarak anlaşılmıştır.
Hukuken ve askeri angajman kuralları çerçevesinde Türk pilotlarının davranışı doğrudur ve alkışlanacak bir başarıdır. Türk kartalları görevlerini en üst düzeyde ifa etmişler, emanet aldıkları Türk hava sahasını kararlılıkla korumuşlar ve topraklarına yapılan ihlali en uygun tarzda cezalandırmışlardır. Bunda herkes hemfikirdir. Zaten başka türlü düşünmekte mümkün değildir.
Burada yanlış olan husus siyaset makamının askerleri böyle bir çatışma durumu ile karşı karşıya getiren zayıf, öngörüsüz ve basiretsiz tutumlarıdır.
Suriye’de dört yılı aşkın bir süredir sonu belli olmayan ve bizimde içinde yer aldığımız çok kanlı bir asimetrik savaş yürütülmektedir. Esad’sız bölünmüş bir Suriye’yi yaratmaya çalışan ABD, Türkiye ve diğer NATO ülkelerini kapsayan blokun karşısında; Suriye’yi ve Esad rejimini doğrudan destekleyen Rusya, Çin, İran’ı içine alan bir blok vardır. Bu ülkelerin toplam askeri gücü dünya askeri gücünün yarısından fazlasını içermektedir. Dolayısıyla burada atılacak yanlış adımlar her zaman bir üçüncü dünya savaşının tetikleyicisi olmaya yetecektir.
Bugün gelinen durum Türkiye için çok ciddi bir kriz yönetimini gerektirmektedir.
Türkiye’nin Suriye için Rusyayı karşısına almasının ve özellikle Rusya ile savaşmasının hiçbir mantıki açıklaması olamaz. Olmamalıdır.
Aksine Rusya ile her alanda ciddi bir diyalog ve işbirliğine dayanan, en üst düzeyde karşılıklı güvenin sergilendiği dostluk ve hoşgörü yaratan koordineli çalışmaya ihtiyacı vardır. Yani Rusya ile savaş lüksümüz yoktur..
Sonuç olarak; konunun fiili çözümü de yanlış politikaları ile bugünkü ortamı yaratan AK Parti iktidarının inisiyatifine bırakılamaz. Muhalefet partilerinin tamamı, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ile Türkiye’nin milli politikalarını yürütecek AK Parti hükumeti ile el ele verilerek devletin ve 78 milyon Türk’ün güç birliği sağlanmalıdır.
Türkiye’nin milli politikası; tüm komşularının toprak bütünlüğünün sağlanması ve bu ülkelerin daha fazla demokrasi ile yönetilmelerine yardımcı olunmasını gerektirmektedir. Bölgenin çok zengin doğal enerji kaynakları üzerindeki emperyalist emelleri olan küresel güçlere karşı aynen Atatürk’ün BAĞDAT PAKTI misali birliktelikler ile karşı konulması sağlanmalıdır.
Sonuç olarak;
AK Parti hükumetini akl-ı selime ve dikkatli davranmaya davet ediyorum.
Rusya Federasyonu ile olan diyalog asla koparılmamalıdır. Sorunun çözümü için başka güçlerin ara bulucu v.s gibi görevlerle araya girmesi kabul edilmemelidir.
Sabırla ve sakin bir şekilde durum değerlendirilmeli, fevri ve sonu sıcak savaşa götürecek oldu-bittiye dayalı davranışlardan mutlaka kaçınılmalıdır.
Burada halkın doğrudan desteği çok önemlidir. Türk halkı ilk elden ve doğru bilgilerle muhtemel gelişmelere karşı hazırlanmalıdır.
Bunun için devlet eliyle hazırlanacak Psikolojik Savaş planları devreye konulmalıdır.
Umuyor ve inanıyorum ki düşürülen Rus uçağı; kan gölüne döndürülen acı ve ızdırap içindeki bölge halkının gerçek barış ve huzura kavuşmalarında ilk adım olacaktır.,
Dr.Tahir Tamer Kumkale
..