8 Nisan 2016 Cuma

Balbay Gibi Tayyar'ın da Genelkurmay Görüşmeleri Ortaya Çıkarsa?



Balbay Gibi Tayyar'ın da Genelkurmay Görüşmeleri Ortaya Çıkarsa? 





Açık İstihbarat
Tarih:28/11/2013 
Türü:İç Politika 


 Bir gazetecinin akreditasyon meselesini görüşmek üzere Genelkurmay'da görüşme ayarlamasında bir sorun yok. Eğer görüşme bundan ibaretse. Mustafa Balbay, Genelkurmay'da yaptığı görüşmeler nedeni ile "darbecilik" suçlaması ile içeri  atıldıysa, kamuoyunun Şamil Tayyar'ın Genelkurmay'da Ergin Saygun'la neler görüştüğünü de bilmeye hakkı var.

Ergin Saygun'da bu görüşmenin ayrıntılarının olduğuna eminiz.

Kitabında yazmasını bekledik ama AB savunuculuğu ve bildik "biz bu adaletsizlikleri haketmedik" serzenişleri dışında pek bir şeye rastlamadık.

Halbuki Ergin Saygun'un aşağıdaki soruya cevap vermesi lazım ki , kendisini içeri tıkan sürecin mihmandarlarının gerçek yüzü kamuoyu önünde deşifre olsun..


29.11.2011



Tayyip Erdoğan'ın asabiyeti sadece ülkeyi değil küpünü de yıprattı ve iktidar kazanı her yerinden çatlamaya başladı.

Dershane görüntüsü altında sürdürülen bu iktidar içi savaş , yıllardır iktidar yorganı altında birbirini ısıtan tarafların da birbirine girmesine vesile oldu. 

Medyada konuşlandırılmış çetenin iftiraları ile hayatları kararmış insanlar; bu iftira çetesinin birbirini iftiracılıkla, sahte belge üretmekle suçlamasına tanık oldu.

Daha düne kadar " Askeri vesayet " rejimine karşı birlikte mücadele ettiklerini savunanlar , birbirlerini yeni vesayetçilikle suçlayıp, analı-kızlı küfürleşmelere giriştiler. 

28 Şubat'ta Çevik Bir'in bile tarikatlar hakkında edemeyeceği lafları edip, Çevik Bir'i bile çırak çıkartabileceklerini kanıtladılar. 

İlahi adaletin bu nüktedan galasını özellikle twitter alemi üzerinden takip etmenizi isteriz. 

Erdoğan vekili Şıh Şamil Tayyar ile "Ergenekon" sürecinde polisin vakanüvisliğini  yapan Mehmet Baransu arasında yaşananlar bu ilahi adaletin en traji-komik sahnelerini oluşturuyor. 

Seviyesini Mehmet Baransu'nun karısına iftira atmaya kadar vardıran Şıh Şamil Tayyar'ın bu kontrol dışı öfkesinin altındaki temel gerçeklerden biri , patronunun ayağının iktidardan kayması ile birlikte bugüne kadar birilerinin eteği altında yaşadığı konforun tehlikeye girecek olması.

Halbuki , hayatı iktidarlara yanaşmaya çalışmakla geçen ve sonunda AKP ile muradına eren Şıh Şamil Tayyar'ın ağzına pelesenk ettiği kavramlarla uzaktan yakın alakası yok. 

Sizlerle daha önce, bu Erdoğan vekilinin, 28 Şubat sürecinde "dinci" gözükmemek için " Şıh Şamil Tayyar " olan ismini nasıl mahkeme kararı ile değiştirdiğinin belgesini sunmuştuk.

***

(Bkz: Şamil Tayyar'ın Karakterinin Belgesi ) 

Şamil Tayyar'ın Karakterinin Belgesi : Şıh'tı Şahbaz Oldu 
Açık İstihbarat Özel
Tarih:19/11/2011 
Türü:Medya 


   Ve bu hedefine ulaşmak için Şamil Tayyar hep gerekeni yapmaya hazırdı ama onun kıymetini eski iktidarlar değil AKP bildi. 

Şıh Şamil Tayyar'ın bu uğurda isminden bile vazgeçmeye hazır olduğu ortaya çıktı. Bugün AKP gibi "dinci" bir iktidarı "demokrat" diye pazarlayarak residence tepelerine çıkan  Şamil Tayyar'ın, 28 Şubat sonrası o kesif "laikçi" dönemde  ismini değiştirmek için mahkemeye başvurduğunu biliyor musunuz? 

Peki ismini hangi gerekçe ile değiştirmek istediğini biliyor musunuz?
İşte belgesi:


18.11.2011


En az üç ayaklı bir "derin devlet" yapılanmasında, "devleti dönüştürürken" ve güya bunla bağlantılı "temizlik" operasyonları yapılırken, ayaklar arası çatışmanın bataklığında güller türer. Birilerinin bu güllere,  hedef saptırmak, bütün resmi gizlemek ve cambaza bak oynamak için ihtiyacı vardır. İşte "Ergenekon" sürecinin en önemli güllerinden biri Şamil Tayyar.

Bugünlerde Öcalan'ın geçmişiyle ilgili doğru yönde bir deşifrasyonun kapısını aralarken, diğer ayakların rolünü es geçiyor. Yeni Vesayet rejiminin Emniyet subapları  Rasim Ozan - Nagehan Alçı çifti  üzerinden bir kaç ay önce yapılan yayınlarda, Cem Ersever cinayetinin sadece Jitem'e yıkılıp, MOSSAD-CIA ayaklarının perdelenmesi gibi. 

Şamil Tayyar, " Ergenekon " süreci  boyunca kamuoyunu bir "1 Numara" efsanesi etrafında oyalayıp, onlarca kişiyi  iftiralarla lekeledikten sonra hizmetlerinin karşılığı olarak AKP'den milletvekili yaptırıldı. Gelen haberler AKP içinde de çok sevilmediği ve sıkı kontrol altında tutulmaya çalışıldığı yönünde. Millete attığı iftiralar yüzünden onlarca tazminat davasında mahkum olan sonra da kendini utanmadan  "demokrasi kahramanı" olarak pazarlayan bu AKP gülü dokunulmazlık zırhı altında emeline kavuştu.

Bu iktidar hastalığı Şamil Tayyar'da yeni nükseden bir rahatsızlık değil.

Aslında Şamil Tayyar'ın hayatı hep iktidarlara yakın olmaya ve onlardan milletvekili olmaya çalışmakla geçti.

Şamil Tayyar'ın 2000'lerin başında nasıl MHP ve hatta DSP'den aday olmaya çalıştığı biliniyor.

Ve bu hedefine ulaşmak için Şamil Tayyar hep gerekeni yapmaya hazırdı ama onun kıymetini eski iktidarlar değil AKP bildi. 

Şıh Şamil Tayyar'ın bu uğurda isminden bile vazgeçmeye hazır olduğu ortaya çıktı. Bugün AKP gibi "dinci" bir iktidarı "demokrat" diye pazarlayarak residence tepelerine çıkan  Şamil Tayyar'ın, 28 Şubat sonrası o kesif "laikçi" dönemde  ismini değiştirmek için mahkemeye başvurduğunu biliyor musunuz? 

Peki ismini hangi gerekçe ile değiştirmek istediğini biliyor musunuz?

İşte belgesi:

2001/127 Esas nolu, 27.03.2001 tarihli, Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesinin kararı.

Davacı : Şıh Şamil Tayyar

Davalı : Nüfus Müdürlüğü

Şamil Tayyar, dini bir sıfat olan " Şıh " ismini kullanmak istemediğini ve bu yüzden değiştirilmesini istediğini mahkemeye beyan ediyor. 

O zamanlar siyaset sahnesinde AKP yok. O zamanlar siyaset sahnesinde, bugün Şıh Şamil Tayyar'ın "vesayet dönemi" diye eleştirdiği iktidarlar var ve Şamil Tayyar'ın o zamanlar bu "dinci" isminden pek hazetmediği anlaşılıyor.

İsminden utanmayan adam, ismini değiştirir mi?

Anlaşılan " Şıh " Şamil, o zamanlar bu ismin, onun "laik" iktidarlar nezdinde zor durumda bırakacağını düşünüyor ve bu uğurda mahkemeye başvuracak kadar kararlı. 

Mahkeme " Şıh " Şamil Tayyar lehine karar veriyor ve nüfus cüzdanındaki " Şıh " ismi kaldırılıyor.

Nüfus cüzdanındaki fotoğrafta bir diğer ayrıntı önemli.

O zamanlar MHP'ye yanaşmaya çalışan Şamil Tayyar'ın bıyıkları ülkücü bıyığı. 

Aşağıda resmini göreceğiniz mahkeme kararı ile, o günlerin "laik" ortamında şansını arttırmak isteyen Şıh Şamil Tayyar'ın "şıh" isminden kurtulduğu anlaşılıyor.

Günümüze gelindiğinde "şıh" ismi Şamil Tayyar için utanılacak değil, hizmet ettiği parti nezdinde prim yaptıracak bir isim. Belkide, Şamil Tayyar, bir başka dava ile eski ismine dönmek isteyebilir.

İsminden " Dinci " çağrıştırma yaptığı için utanan bir adamın, "dinci" iktidara yakın durmak adına başka nelere imza attığının belgeleri zamanla çıkmaya devam edecektir. 

Biz bu belgeyi Şıh Şamil Tayyar'ın karakterinin belgesi olarak kamuoyunun dikkatine sunuyoruz. 

Kendini " Demokrasi Kahramanı " , " Namuslu Gazeteci " olarak pazarlayan bu iktidar gülünün kumaşının kalitesi bu belge ile açıkca ortaya çıkıyor.

AKP'ye bu belge batmayabilir. Ne de olsa bünyelerinde Şamil Tayyar ayarında onlarcası var.

Ama bu belge Türkiye'de medya-iktidar ilişkisinin ve bu yolda nelere imza atılabildiğini göstermesi açısından tarihi ve ibretlik bir belgedir.

Aslına bakarsanız; kalemi yelken bir rüzgar gülünün isminin Şıh olmaması, arkasında binlerce yıllık bir kültürel doku bulunan Anadolu'ya özgü "Şıh"lık müessesesi açısından hayırlı olmuştur. 

Gazeteci sıfatını da Şamil Tayyar gibilerden kurtarabildiğimiz gün, Şıhlık müessesesi gibi gazetecilik müessesesi de arınmış olacaktır.

Açık İstihbarat

http://www.acikistihbarat.com/haberdetay.aspx?id=9835



2. Dalgadan Büyük Bir Rant Öyküsü


2. Dalgadan Büyük Bir Rant Öyküsü 



Çiğdem Toker 
Tarih:28/12/2013
Türü:İç Politika 



 Akabe de Meksan’ın ödeyemediği kredi borcunu 13 yıl sonra “ Elverişli koşullarda ” devir almış oluyor.

Ortaklar: Mustafa Latif Topbaş, Mahmut Muhammet Topbaş ve Abdullah Tivnikli.

 Bu devirden 7 ay sonra Meksan’ın iflas masası toplanıyor.

 Üç Günlük Şirkete göz göre göre…

Şimdi başa dönerek Halkbank’ın teminat olarak aldığı o çok kıymetli arazinin başına gelenlere bakalım: 

  
www.acikistihbarat.com 
28.12.2013


İkinci soruşturma dalgasında, mal varlıklarına tedbir konulan iş adamlarının büyük bölümü, kamuoyunun yakından bildiği isimler. Bu isimler arasında, bir dönem Telekom özelleştirilmesinde tartışmaların odağına yerleşen Abdullah Tivnikli’nin yanı sıra ortağı Mustafa Latif Topbaş da yer alıyor.

 Her iki ismin de adı daha yakın zamanda birlikte ortak oldukları Akabe İnşaat dolayısıyla TBMM gündemine geldi.

 2. dalga kapsamında olduğu konuşulan ve içinde; Halkbank’ın, 5 milyon metrekarelik arsanın ihalesiz satışı, muvazaalı şirket operasyonları olan büyük ve karmaşık bir hikâyeyi anlatma zamanı:

Başlangıcı 15 yıl öncesine giden bir rant öyküsü bu:

 Meksan Makina adlı şirket, 1998’de Halkbank’tan 5.8 milyon dolar kredi kullanıyor.Karşılığında İstanbul-Pendik’te 5 milyon metrekarelik bir arazi teminat olarak alınıyor.

 Geri ödemelerinde sorun çıkması üzerine, banka krediyi yasal takibe alıyor. Meksan, Temmuz 2009’da mahkeme kararıyla iflas ediyor.

 Halkbank, icra takibinde 137 milyon TL olarak hesapladığı alacağını, iflas masasına 50 milyon TL olarak bildiriyor. Böylece Meksan’ın Halkbank’a borcu 86 milyon TL düşürülüyor.

 Halkbank 110 milyon TL’den vazgeçti

 2011’e gelindiğinde ilginç bir gelişme oluyor. 

Halkbank, icra takibinde 137 milyon dolar bildirdiği alacağını Akabe A.Ş. adlı şirkete 15 milyon dolara temlik ediyor.

Normal koşullarda, kamu bankalarının, “kalitesiz alacaklarını”, BDDK’ce belirlenmiş Varlık Yönetim Şirketleri’nden birine devretmesi gerekiyor. AncakAkabe, 2001 krizi sonrasında geliştirilen bu düzenleme kapsamındaki şirketlerden biri değil

 Böylece bir kamu bankası olan Halkbank, 137 milyon TL’lik alacağını, o günün kurlarıyla 27 milyon TL’ye devrederken 110 milyon TL’den vazgeçiyor.

 Akabe de Meksan’ın ödeyemediği kredi borcunu 13 yıl sonra “elverişli koşullarda”devralmış oluyor. 

Ortaklar: Mustafa Latif Topbaş, Mahmut Muhammet Topbaş ve Abdullah Tivnikli.

 Bu devirden 7 ay sonra Meksan’ın iflas masası toplanıyor.

 Üç günlük şirkete göz göre göre…

Şimdi başa dönerek Halkbank’ın teminat olarak aldığı o çok kıymetli arazinin başına gelenlere bakalım:

 20 Haziran 2012’de Meksan’ın 1998’de aldığı krediye teminat olarak gösterdiği 5 milyon metrekarelik arazinin 120 milyon TL’den az olmamak üzere “ Pazarlık Usulüyle” satışına karar veriliyor.

 Meksan alacaklılarından Av. Ufuk Erdoğan Sabuncuoğlu, “ Pazarlık yanlış. İhale açmanız gerekir ” dese de itirazı kabul görmüyor.

 120 milyon TL’den satışa çıkarılan bu arazinin değerine Kadıköy 3. İcra ve İflas Müdürü’nün görevlendirdiği bilirkişi itiraz ederek, arazinin değerini 198.6 milyon TL olarak takdir ediyor.

 Ancak iki itiraz da sonuç vermiyor. 

 Ve 30 Kasım 2012’de pazarlık usulü satışa çıkarılan arazi, tek alıcı olarak katılan Güven Enerji’ye 120 milyon TL’ye satılıyor.

Şimdi sıkı durun:

1. Güven Enerji bu satıştan sadece üç gün önce eldeğiştirmiş bir şirket…

2. Arazi satışına katılmak için gerekli olan 40 milyon teminatı da Al Baraka’dan sağlamış.

3. Güven Enerji’nin şirket adresi; Eksim Holding ileaynı.

4. Eksim Holding’in büyük ortağı ise Abdullah Tivnikli.

 Darbe mi dediniz?

 Toparlayacak olursak:

Bir kamu bankasının batık alacağını değerinin çok altına devralan da, o alacağı ipotekli çok kıymetli gayrimenkulü satışa çıkaran da, satışa çıkan araziyi alan da aynı kişiler…

Buraya kadar yazdıklarımın bir kısmı, CHP milletvekilleri Oktay Ekşi ile o dönem KİT Komisyonu üyesi olan Aykut Erdoğdu tarafından TBMM gündemine taşındı.

Bu rant öyküsüne rağmen, yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarını hâlâ “ Darbe ” diye niteleyen, Halkbank’ı da küresel güçlerin yıkmak istediğine inananlar şüphesiz olacaktır. 

 Yine de bu dosyanın tamamının belgeli olduğunu not düşelim. O çok sevdikleri deyimle, “ Tüyü Bitmemiş Yetim Hakkı ” adına.



http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10450

..

7 Nisan 2016 Perşembe

AKP, Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'ne düşman, Fransa'da Anayasa Mahkemesi kapısında!





AKP, Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'ne düşman, 
Fransa'da Anayasa Mahkemesi kapısında!




Serap Yeşiltuna



Fransa Senato Genel Kurulu Soykırım İnkar Yasası'nı kabul etmişti.
Ancak geçtiğimiz hafta yasa teklifinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvuru yapıldı. 77 senatör ve 65 milletvekilinin imzasıyla yapılan başvuru değerlendirmeye alındı.

Sonucu ne olacak, Fransız yargısı bu yasanın Anayasa'ya aykırı olup olmadığını nasıl değerlendirecek göreceğiz.
Bir yasama, yürütme, yargı mekanizmasının olduğu, hasbelkader demokrasinin olduğu her ülkede böyle bir yasanın Anayasa Mahkemesi'ne gitmesi doğaldır.
Bunun sebeblerini sonuçlarını bu yazıda tartışmayacağız.
Burada garip olan yasanın Anayasa Mahkemesi'ne gitmesi değil Türkiye'deki tepkileridir bizce.
Tayyip Erdoğan AKP gurup toplantısında yaptığı konuşmada kararı şöyle değerlendirdi:
"Anayasa Konseyi'ne her iki taraftan da bu müracaatın 60 sayısının üzerinde gerçekleşmesi tabii önemli bir adım. Gerçekten bu imzaları koyan gerek Fransız senatörlere, gerek milletvekillerine özellikle Tayyip Erdoğan olarak milletim adına kalbi şükranlarımızı ifade ediyoruz. Çünkü Fransa'daki siyasetçilere yakışan buydu, olması gerekeni yaptıklarına inanıyorum. Temennimiz odur ki Anayasa Konseyi de daha önce zaten bu konuyla ilgili biliyorsunuz, yaptıkları açıklamaları da var. Bu beklentiler istikametinde verilecek bir kararla bu hakka uygun olmayan, hakikate uygun olmayan süreç, Fransa'nın değerleriyle ters düşen süreç tekrar Fransa'nın değerleriyle uygun hale gelir diye düşünüyorum."
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise " Fransız senatörler bu adımla kendi değerlerine sahip çıktı. Türk-Fransız dostluğunun kazanmasını diliyorum." dedi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de " Ben Fransızların kendi ülkelerine böyle büyük bir gölge düşürülmesine müsaade edeceklerini tahmin etmiyordum. Şimdi Anayasa Mahkemesi muhakkak ki doğru kararı verecektir " diyordu.

Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, henüz yasa Anayasa Mahkemesi'ne gitmeden Fransız parlamenterlere çağrı yapıyordu:

"Bizim doğrudan dahil olmadığımız bir süreci takip ediyoruz. İnanıyoruz ki Fransız parlamenterler yasal imkanlarını kullanarak Anayasa Konseyi'ne müracaat etsinler ve konseyin bunu Anayasaya aykırı bulması halinde bu tasarı bir daha görüşülemeyecek duruma gelsin."

Bu açıklamalar bize oldukça garip geldi çünkü saydığımız bu isimlerin Anayasa Mahkemesi'ne ya da parlamenterlere çağrı yapmak şöyle dursun, Anayasa Mahkemesi dendiğinde tüylerinin diken diken olduğunu çok iyi biliriz.
Meclis'ten geçen herhangi bir yasanın Anayasa Mahkemesi'ne gitmesini milli iradeye vurulmuş bir darbe, bu başvuruyu yapan parlamenterleri de milli irade düşmanı, demokrasi düşmanı diktacılar olarak değerlendirirler.
Mesela Tayyip Erdoğan'ın şu sözleri bilindiktir:
"Anamuhalefet Anayasa Mahkemesine adeta yatağı sermiş, Anayasa Mahkemesi anamuhalefet mahkemesi haline gelmiştir."
Ya da "Onyıllardır biri Anayasa Mahkemesi önünde diğeri Danıştay'ın önünde iki nöbetçi kulübesi kurdular oradan yürütmenin adeta elini kolunu bağladılar." diyerek Anayasa Mahkemesi'ne muhalefetin Anayasa Mahkemesi'ne başvurularını eleştirir dururdu.
Ancak şimdi birdenbire her şey değişti ve Türkiye'de Anayasa Mahkemesi düşmanları Fransa'da Anayasa Mahkemeci kesiliverdiler.
Tabi bu durum yandaş basına da sirayet etti. Zaman gazetesi haberi "Fransa'da sağduyu kazandı"başlığıyla veriyordu.
Türkiye'de yapıldığında diktacılığın ve seçkin elitlerin halkın iradesine koyduğu ipotek olarak değerlendirilen Anayasa Mahkemesi başvurusu, Fransa'da demokrasinin ve Fransa'nın da kendi değerlerinin gereği oluyordu.
Bu gerçekten oldukça yüzsüzce gözümüzün önüne serilen bir çifte standart uygulamasıdır.
Fransa'da değil de Türkiye'de bir mahkeme kararını bekliyor olsaydık; AKP'nin hazırladığı bir yasa, AKP ile ilgili bir kapatma davası, katsayı ya da türbanla ilgili bir mesele ya da Cumhurbaşkanlığı ile ilgili bir konu olsaydı Anayasa Mahkemesi'ne giden parlamenterlerin ne faşistliği kalırdı ne diktacılığı, ne demokrasi düşmanlığı ne milli irade saygısızlığı…
Denklemi kurmuşlardır: Fransa'daki milletvekilleri antidemokrattır, Anayasa Mahkemesi ise son derece adil…
Türkiye'de ise tam tersi, milletvekilleri demokrattır, Anayasa Mahkemesi ise önyargılı…
Sadece…


İşlerine öyle geldiği için…


http://www.turksolu.com.tr/353/yesiltuna353.htm

..

Devletin Dersim Arşivini Açıklıyoruz


Devletin Dersim Arşivini Açıklıyoruz




Dersim Tartışmasını Belgelerle bitiriyoruz



YAZAN ; Serap Yeşiltuna

Kaya Ataberk.., Aktardı...,

TÜRKSOLU ve Ulusal Parti olarak biz en başından beri net olan tavrımızı bugün daha da kalın çizgilerle belirtme ve Dersim tartışmalarına bir nihayet verme imkânına sahibiz. Bu imkânı bize 
yazarımız Serap Yeşiltuna'nın son araştırma kitabı veriyor: Devletin Dersim Arşivi. Yeşiltuna'nın çalışması etrafında o kadar fırtınalar kopan ama kimsenin 
incelemeye yanaşmadığı Dersim Arşivini Türk milletinin önüne koyuyor. 

Madem belgeler konuşunca herkesin  susması gerekir biz de "buyurun işte belgeler!" diyoruz. Bakalım, Dersimciler bu belgelerden sonra da katliam 
yapıldığını, Seyit Rıza'nın gariban bir köylü olduğunu, devletin Dersim'e sadece askerî binalar inşa ettiğini, gerçekte ayaklanma olmadığını devletin provokasyon yaptığını, 
iddia edebilecekler mi?


Son ayların en yoğun tartışılan konusu bilindiği gibi 1937-38 Dersim İsyanı ve bu isyanın bastırılması oldu. CHP'nin "Dersimci" milletvekili Hüseyin Aygün'ün tetikçiliğini yaptığı tartışmanın daha ilk gününden itibaren Türk milletini, Türk Ordusu'nu ve Ulu Önder Atatürk'ü karalamak, katliamcı ilan etmek amacını taşıdığını tespit etmiştik.

Ne Hüseyin Aygün'ün Dersim açıklamalarını Zaman Gazetesine yapması tesadüftü ne de bu açıklamaların hemen ardından Tayyip'in elinde bir "belgeyle" kürsüye çıkıp devletin katliam yaptığını ve kendisinin bunun için özür dilediğini açıklaması rastlantıydı. Ortada bilinçli bir plan, Cumhuriyet'e ve Atatürk dönemine yönelik bir provokasyon vardı. Daha tartışmanın bu ilk günlerinde, devletin Dersimlilerden değil, İngiliz-Fransız emperyalistlerinin desteğiyle ve kendi feodal çıkarları için isyan eden dedeleri adına Dersimlilerin devletten özür dilemesi gerektiğini açıkladığımızda kıyamet kopmuştu.

Tüm Dersimci cephe devlet arşivlerinin açılmasını, belgelerin konuşmasını "katliamın" ortaya çıkmasını istiyordu. Gelgelelim bunu söyleyenlerden bir kişi bile bunu yapmıyordu. Oysaki artık Devletin Dersim Arşivine ulaşmanın önünde bir engel yoktu.



 < TÜRKSOLU ve Ulusal Parti olarak biz en başından beri net olan tavrımızı bugün daha da kalın çizgilerle belirtme ve Dersim tartışmalarına bir nihayet verme imkânına sahibiz. Bu imkânı bize yazarımız Serap Yeşiltuna'nın son araştırma kitabı veriyor: Devletin Dersim Arşivi. Yeşiltuna'nın çalışması etrafında o kadar fırtınalar kopan ama kimsenin incelemeye yanaşmadığı Dersim Arşivini Türk milletinin önüne koyuyor.

Madem belgeler konuşunca herkesin susması gerekir biz de " Buyurun işte Belgeler!" diyoruz.  

Bakalım, Dersimciler bu belgelerden sonra da katliam yapıldığını, Seyit Rıza'nın gariban bir köylü olduğunu, devletin Dersim'e sadece askerî binalar inşa ettiğini, gerçekte 
ayaklanma olmadığını devletin provokasyon yaptığını, Dersim ayaklanmacılarının Batılı emperyalistlerin ajanları olmadığını iddia edebilecekler mi?  >

Buyurun Dersim'de ne olduğunu Belgelerden görelim!

Devletin Dersim raporlarında aşiret düzeni, feodalizm ve halk

Dersimcilerin iddiası 1930'lu yıllarda Dersim'de her şeyin güllük gülistanlık ve halkın yaşamından çok memnun olduğu bir ortamda devletin gelip provokasyonla Dersim'e müdahale ettiği üzerine kuruludur. Ama belgeler Dersimcilerin iddialarının tersi bir durumu kanıtlamaktadır. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın 1931 ve Dersim'in de içinde bulunduğu yörenin en üst sorumlusu I. Umumi Müfettiş İbrahim Tali Öngören'in 1932 tarihli raporlarına göre Dersim halkı müthiş bir yoksulluk içindedir ve bu yoksulluğun sebebi de Seyit Rıza ve benzeri aşiret feodallerinin sömürüsü ve silahlı zorbalığıdır. Aşiret zorbaları eşkıyalık ve kan davası yöntemleriyle hem Erzincan, Elazığ gibi komşu illerin halkını canından bezdirmektedir hem de Dersim halkını. Devlet adamlarının raporlarında Dersim halkının bu feodal ağaların kölesi durumunda olduğu ve bunların sözünden çıkma ihtimalleri olmadığı için her türlü eşkıyalık benzeri işe alet edildikleri anlatılmaktadır.

Öngören'in raporunun fikri çok açıktır: Osmanlı'dan beri devlet Dersim'e isyan çıktıkça müdahale etmiştir ama bu yeterli değildir. Buraya bir ıslahat planıyla müdahale edilmesi ve halkın feodal sömürüden kurtarılması gerekmektedir. Şükrü Kaya ise raporunda meselenin tek çözüm yolunun; "Topraksız ve ağaların esiri olan köylülerin topraklandırılması" olduğunu belirtiyor. Yine İbrahim Tali Öngören bu silahlı ve köleliğe yakın sömürüyü Seyitlik ve Şeyhliğin manevi sömürüsüyle beraber değerlendirmektedir:

"Halkın samim maneviyatında bütün bir kudretile yerleşen seyitlik tegallübünü istihsal menfaatinde en tabi ve en kuvvetli muavin telakki ettiğinden ona el uzatmış tegallüpte maddi sahada temin ettiği tahakküm ve mütefevvik nüfuzlarını manevi esaslarda takviye etmeği faideli bulduğu için seyitliği emellerinde siper, Şeyhliği duygularında mükemmel bir alet yapmak istemiş ve her iki taraf düşüncelerinde temamiyle muvaffak olmuşlardır. Bu kuvvetler arzularının sahalarında, en küçük rahatsızlığa uğramadan mutlak bir ahenk içinde yürümüşler, tegallüp ezmiş, Seyitlik halkı sindiren bir emniyetle yerleştiği kalplerden tegallübün mevkiini sağlamlamıştır. Halk ise derin bir aciz ve sefaleti umumiye içinde bu tahakkümlerin mutlak bir esiri olmuş, elinde avucunda en küçük bir şeyi bile kalmadığı ve her şeyden mahrum olduğu için, değil hakkına hayatına taalluk eden bütün işlerde maddi ve manevi muhit şumullük tesis ettiği saltanın arkasından naçar bir vaziyete sürüklenmiştir".

Belgelerin bize gösterdiği durum çok açıktır. Gerici ve sömürücü olan Seyit Rıza başta olmak üzere isyancı aşiret reisleridir. Halkın yanında ve ilerici olan, halkı dönemin deyimiyle bu "mütegallibe"nin elinden kurtarmaya çalışansa Cumhuriyet rejimidir.

Devletin provokasyonu yok ayaklanmacıların planlı nüfus ve silah yığınağı var

TÜRKSOLU'nun 345. sayısında Gökçe Fırat, başyazıda Tunceli iline ait nüfus istatistiklerini karşılaştırmış ve buraya yoğun bir isyancı yığınağının yapıldığını, 1927-1935 yılları arasındaki anormal nüfus artışına dayanarak tespit etmişti. Belgeler bu saptamayı tamamen teyit eder niteliktedir.

Koçgiri isyanının liderlerinden Alişir gibi kışkırtmacı Kürtçüler başta olmak üzere Dersim'e önemli bir nüfus yığınağının yapıldığı, bunların özellikle Seyit Rıza'nın himayesine girdikleri görülmektedir. Kürtçülerin Şeyh Sait İsyanı'nın bastırılmasının ardından Dersim'i yeni isyanın merkez üssü olarak seçtikleri hem Muş Milletvekili Hasan Reşit Tankut'un 1931 tarihli raporundan, hem de İbrahim Tali Öngören'in anılan raporundan anlaşılmaktadır. Devlet, Dersim aşiretlerinin elindeki silah miktarını 25.000 civarında tahmin etmektedir. Gerçi ayaklanmaya katılan isyancı sayısının bunun altında olduğu ortadadır. 91 Dersim aşiretinin sadece altısı Seyit Rıza'ya katılacaktır. Fakat bu düzeyde bir silah yığınağının varlığı bile ayaklanma hazırlığını kanıtlamaktadır.

İbrahim Tali Öngören, raporunda bu durumu şöyle özetler:

"Dersim'de mevcut silah mikdarı, asgari bir tahmin ile yirmi beş bin raddesindedir. Geçen sene kuraklığı ve cenupta silah fiyatlarının yüksekliğinden vuku bulan kaçakçılığa rağmen bu mikdar yine asgaridir. Kürtçülerin mühim bir merkezi faaliyet sahası olmak üzere telakki ettikleri Dersim sahasına gizliden gizliye silah ithal ettiklerine de kuvvetli bir ihtimal atf etmekteyiz".

Durum burada da çok açıktır: asıl provokasyon hazırlığını gerici feodaller ve bilinçli Kürtçüler yapmaktadır. Devletse olanları tespit etmekte ve önlem alınması gerektiğini görmektedir.

Seyit Rıza mazlum bir köylü değil, Taşnak-Hoybun üyesi bir zorbadır

Seyit Rıza'nın kimliği de Devletin Dersim Arşivinde sabittir. Şükrü Kaya, Seyit Rıza'yı ve amaçlarını şöyle özetlemektedir:

"Seyit Rıza'nın günden güne nüfuz ve hükmünü arttırdığı meşhuttur. Yağma ve hırsızlıklardan en çok istifade ettiği ve hükümete en az ehemmiyet verdiği için diğer aşiret ağaları zahirde onu telin etmekte fakat hakikatta ona gıpta eylemekte ve gittikçe nüfuz ve tefevvukunu kerahetle kabul etmektedirler. Hariçtekilerle münasebetlerinden şüphe edilen ve Koçkiri'ye kadar nüfuzu şamil olan ve hariçteki katil ve hırsızları da himaye ederek silah kuvvetini ve adamlarını artıran bu adam kat'i tedbir alınmazsa istikbalin Dersim için hazırlanmış bir şefidir".

Fakat Seyit Rıza sadece bir feodal zorba değil aynı zamanda İngiliz-Fransız himayesinde kurulan Ermeni-Kürt ittifakı Taşnak-Hoybun örgütünün de aidat veren bir üyesidir. Yine Şükrü Kaya'nın 12.5.1929 tarihli başka bir raporunda Taşnak-Hoybun örgütünün Dersim'e el attığı belirtilmiştir. 12.12.1934 tarihli İçişleri Bakanlığına ait bir başka raporsa Seyit Rıza'nın Taşnak-Hoybun örgütüyle bağlantısını kanıtlamaktadır.

Bogos ve Mehmet adlı iki Hoybuncunun Suriye'den Dersim'e geldikleri, Seyit Rıza'dan çok yardım gördükleri ve onu örgütlerine üye yaptıkları, Seyit Rıza'nın aylık 50 lira aidat verdiğinin öğrenildiği anlatılmaktadır.

İhanet belgelerle sabittir. Ama durum sadece bundan da ibaret değildir. Bugün Seyit Rıza'nın bir "Alevi ayaklanmacısı" olduğunu iddia eden çevrelerin bu rapor karşısında ne diyecekleri merak konusudur. Hoybun, Şeyh Sait ayaklanmasının kılıç artığı Şafii şeriatçı Kürtlerin örgütüdür. Taşnaklar da bilindiği gibi Hıristiyan Ermenilerdir. Bunların örgütüne üye olan Seyit Rıza'nın hiç de inanç gibi bir davası olmadığı da ortadadır.

  Devlet: Dersimliler Alevi Türklerdir,

İbrahim Tali Öngören'in ve Hasan Reşit Tankut'un raporları aynı zamanda Devletin, Dersimlileri kendi vatandaşı ve soydaşı olarak gördüğünü kanıtlar. Martin van Bruinessen gibi yabancı araştırmacıların da tespit ettiği bir gerçek Devlet adamlarının raporlarında vardır. Raporlarda Dersim aşiretlerinin gerçekte Alevi Türkmen boyları oldukları ve Şah İsmail Safevi-Yavuz Sultan Selim mücadelesinde buraya çekilmiş ve zamanla dillerini kaybettikleri tespit edilmiştir. İlk Anadolu'ya gelişleri ise Cengiz Han'ın önünden çekilen Türk Sultanı Celaleddin Harezmşah'la beraber olduğu anlatılmaktadır. Devlet Dersimliyi Kürt aşiret reislerinin tahakkümü altına girmekten ve dolayısıyla Kürtleşmekten kurtarmayı istemektedir. Öngören bu tespitleri şöyle özetlemiştir:

"Sünniler Alevilere Kürt, Aleviler de Sünnilere Türk derler. Cahil ve basit bir hezyan fikrinin mahsûlü bulunan bu isnadın devam ve şuyuunda dün acemlik bugün de Kürtçülük, istifade mevkiindedir. Bu halin tabiî ruşunda bırakılması, bilhassa Kürtlere komşu olan Dersim Alevilerinin bazılarında kendilerinin Türk'ten ayrı bir millet ve Kürt oldukları hakkında yanlış bir zehap ve kanaatın uyanmasında amil olmuştur".

Devlet, Dersimliyi hiç de kendisinden ayrı ve yok edilmesi gereken unsurlar olarak görmemektedir. Aksine bu insanlarla kaynaşılmaya çalışılmaktadır.





Fransızların silah desteğinin inkâr kabul etmez belgeleri ortaya çıktı


<    Fransızların silah kaçırma olayını nasıl tertipledikleri Şam Konsolosluğumuzdan, 
Dışişlerine 16.7.1938 tarihinde gelen raporla ortaya koyuluyor. (en üsste)
Şükrü Kaya'nın, Seyit Rıza'yı ve amaçlarını anlattığı raporundan bir bölüm. (üstte)  >

Dersim ayaklanması sırasında emperyalist Batı'nın gazeteleri ayaklanmacılara açık destek vermiştir. Bu yayınlar yine Devlet tarafından takip edilmiş ve arşivlenmiştir. Fransa mandası altında bulunan Suriye ve Lübnan ise Ermeni ve Kürt örgütlerinin üssü durumundadır. Taşnak-Hoybun başta olmak üzere bu iki ülke Dersim ayaklanmacılarına silah kaçırmanın stratejik merkezi haline getirilmiştir.

Daha isyandan yıllar önce Fransa'nın Seyit Rıza'yla ilişki kurmuş olduğu belgelerle sabittir. Vali Ali Kemali Bey'in 9.10.1931 tarihli raporuna göre "Biri Fransız, diğeri Arap olmak üzere iki kişinin, Seyit Rıza'nın yanına geldikleri ve Seyit Rıza'nın kardeşi Seyit Ağa ile birlikte Mazgirt, Palu ve Kigi kazalarını dolaştıkları" bildirilmektedir. Bu ilişki; isyanın en sıcak günleri sırasında Fransızların, isyancılara silah desteğinde bulunmasını bile sağlamıştır.

Devletin Dersim Arşivinde Fransızların silah kaçırma olayını nasıl tertipledikleri Şam Konsolosluğumuzdan, Dışişlerine 16.7.1938 tarihinde şöyle bildirilmiştir:

"15-16 gecesi Beyrut'tan Mahmut Kahle vasıtasile Şam'a dört kamyon içinde pestil sandıklarında bombalar, sekiz Hotgiz ve makinalı tüfenkler getirilmiştir. 17 gecesi Şamlı Şimdinan Kürtleri marifetile sevk edilmiştir. Monbüç'ten Urfa tarikile Dersim'e gönderilmiştir. Fransızların işidir".

İşte "Dersimcilerin" çok görmek istedikleri Devletin Dersim Arşivi, böyle ihanet, emperyalizm uşaklığı ve alçaklık belgeleriyle doludur! 150'liklerden, yurtdışına çıkarılmış şehzade Mahmut Şevket'e, Taşnaklardan, Şeyh Sait artıklarına ve Fransızlara kadar çok örgütlü bir destekçi koalisyonu vardır Dersimcilerin.

Devlet Dersim'e medeniyet getirmiştir

"Dersimciler"in bir diğer iddiası olan Devletin, Dersim'de sadece askerî harcamalar yaptığı yalanı da belgelerle tümden çürümektedir. Devletin Dersim'de isyan döneminde bile yaptığı harcamaların önemli kısmı Dersim'e medeniyet götürmek için yapılan eğitim, sağlık, iletişim, sulama gibi işlere yapılmıştır.

1937 senesinin olağanüstü bütçesinde Dersim için harcanan 500.000 TL'nin oluşumu 3.3.1937 tarihli yazışmaya göre şöyledir:

Pülümür subay ve memur evleri için toplam 80.000 TL harcanırken, okul inşaatları ve açılan okulların sürekli masrafları için 90.000TL, Elazığ Hastanesi için 100.000 TL, Karakol inşaat ve tamiratları için 100.000 TL, Bingöl hükümet konağı için 50.000 TL, sulama ve telefon için de toplam 70.000 TL harcanmıştır.

Yani halkın eğitim, sulama, iletişim ve sağlık ihtiyaçlarına toplam olarak 260.000 TL yapmaktadır. Bu da ayrılan bütçenin çoğunluğunu oluşturmaktadır.

23.7.1938 tarihli cetveldeyse 1935 mali yılından beri Dersim ıslahatı için yapılan harcamalar gösterilmiştir. Burada da toplam harcama 7.052.170 TL görünürken, harekât masrafları 2.959.805 TL, imar ve bayındırlık için harcanan meblağ ise 4.092.365 TL olarak görünmektedir.

Tüm bu belgeler, bir kara propagandayı daha çürütmektedir. "Topraksız ve ağaların esiri olan köylüyü topraklandırmayı" planlayan halkçı Cumhuriyet, feodallerin egemenliğinin de ancak medeniyetle aşılabileceğinin bilincindedir. Bayındırlık ve ıslahat planının bu medeniyet projesine göre yapmıştır. Tunceli Kanunu da bunun için çıkarılmıştır. İskân programı da bunun için uygulanmıştır.

Belgelerde iskâna tabi tutulacakların daha sağlıklı koşullara sahip ve verimli yerlere nakledilmelerinin gerekliğinden tutalım, yerleştirildikleri yerlerde çalışacakları işlere ve evlerinin tuvaletlerine kadar her şeyin devlet tarafından düşünüldüğü görülmektedir. "Dersimciler" Devletin halkı katlettiğini iddialarına buyursunlar buradan bir kanıt bulsunlar!

Dersim Arşivi katliamın olmadığını da kanıtlıyor

"Dersimciler"in en temel iddiası olan 1937-38 bastırma harekâtının devletin katliamı olduğu tezi de Devlet Arşivinin belgeleri tarafından çürütülmektedir. "Dersimciler", Devletin silahsız insanlara karşı büyük kuvvetle saldırdığını söylemektedirler. Fakat o dönemin "Dersimcileri" bugünküleri yalanlamaktadır. Ayaklanmacıların en büyük destekçisi olan Taşnaklar, gazetelerinde isyandan bakalım nasıl bahsetmektedirler:

Paris'te yayınlanan Taşnakların Haraç gazetesinin 3.7.1937 tarihli sayısında çıkan "Dersim hükümeti teşekkül etti" başlıklı yazıda, isyancıların bir Kürt yönetimi kuracak kadar başarılı oldukları övülerek anlatılmaktadır. Türk Ordusu'na 1.428 ölü 1.178 yaralı zayiatı verdirildiği; ayaklanmacıların ise ancak 378 ölü ve 272 yaralı kaybı olduğu başarı belgesi olarak sunulmaktadır. Yine aynı gazete 20.7.1937 tarihli sayısında isyancıların üç Türk uçağını düşürdüğünü ve Çınar ağzı mevkiinde 1.000 kişilik Türk kuvvetinin 900'ünü katlettiğini yine överek anlatmaktadır. 23.7.1937 tarihinde 100 bin silahlı Kürt isyancıdan bahsedilmektedir.

Ortada örgütlü ve silahlı bir isyan olduğu son derece açıktır. Anlaşılmaktadır ki o dönemin "Dersimcileri", ilk başlarda isyancıların başarılarını anlatırken propaganda için durumu abartmaktadırlar. İsyancılar Cumhuriyet güçleri karşısında gerilemeye başladıkça ağız değiştirilecek ve "katliam"dan bahsedilecektir. Nasıl ki bugün PKK, askerin yaptığı operasyonlarda verdiği kayıpları kabul etmek istemiyorsa o günlerde de aynı taktik uygulanmıştır. PKK tamamen bitirildiği bir operasyona uğradığı zaman bu kez yine bunun adı "katliam" olarak konulacaktır. "Dersimcilerin" taktiği değişmemiştir.

Devletin teslim olanlara dokunmadığı da belgelerle sabittir. Dersim aşiretlerinden teslim olanlar hiçbir sıkıntı çekmemiştir. 28.7.1938 tarihine, yani isyanın en çatışmalı günlerine ait belgede bile Haydaran aşiretinden 100 ailenin devlete hiç korkmadan sığınabildiği görülmektedir. Bir katliam ortamında böyle bir olayın yaşanmayacağı çok açıktır.

Yine ilk kez yayınlanan arşiv belgelerinde gün gün askerî harekât raporları mevcuttur. Bunlarda o gün ele geçirilen isyancı sayısı ve ne kadarının ölü ne kadarının diri ele geçirildiğinin kayıtları vardır. Bu raporların bize verdiği toplam ölen isyancı sayısı 3,828'dir. Ki bu rakamın içerisinde raporlardaki hava bombardımanları sırasında ölen isyancılarla ilgili tahmini rakamlar da vardır. Bu tahminlerin dışındaysa 2.000-3.000 dolaylarını aşmayan bir rakam karşımıza çıkmaktadır.


  <    Gelelim, o çok konuşulan 13.806 rakamına… Bu sayı arşiv belgeleri içinde  sadece bir yerde-BCA, MMK, (030. 10) / 11.751.30)- kodlu katalogda) geçmektedir. 

Belge -1 İkinci Teşrin 1939- yani 1 Kasım 1939 tarihlidir. 1936-37-38-39  yılları arasında yapılan tüm harekâtlarda ölü ele geçirilen ayaklanmacı sayısı 
olarak verilmektedir. Ancak bu belge son derece şüpheli bir belgedir.
Tüm arşivde olmayan ve olmaması gereken bir şey bu "belge"de olmuştur: Aynı klasör içinde arşivlenmiş diğer belgelerin tarihi bu " Belge" ninkine nedense uygun değildir! 
Önceki sayfalarda gelen belgeler 1938'in Kasım ayına aittir. Sonra gelen sayfalardaysa yeniden 1938 Kasımına geri dönülmektedir. 
Yine (BCA, MMK, (0.30.10)/ 111.751.29) kodlu yani anılan belgeden bir önceki klasör 31 Ekim 1938 tarihli bir belgeyi, yine bir sonra gelen 
(BCA, MMK, (0.30.10) /111.751.31) kodlu belge de 30 Aralık 1938 tarihini taşımaktadır. 
Diğer tüm  belgelerin arşivlenme mantığı normal uygulamaya göredir. Fakat bu 13.806 rakamı nasıl olmuşsa bir istisna oluşturmuştur! 
Bu "belge"nin tarihi, kendi klasörü içindeki belgelere de kendinden önce ve sonra gelen klasörlerdeki belgelere de  uymamaktadır. _

Gelelim, o çok konuşulan 13.806 rakamına… Bu sayı arşiv belgeleri içinde sadece bir yerde-BCA, MMK, (030. 10) / 11.751.30)- kodlu katalogda) geçmektedir. Belge -1 İkinci Teşrin 1939- yani 1 Kasım 1939 tarihlidir. 1936-37-38-39 yılları arasında yapılan tüm harekâtlarda ölü ele geçirilen ayaklanmacı sayısı olarak verilmektedir. Ancak bu belge son derece şüpheli bir belgedir.

Tüm arşivde olmayan ve olmaması gereken bir şey bu " Belge "de olmuştur: Aynı klasör içinde arşivlenmiş diğer belgelerin tarihi bu "belge"ninkine nedense uygun değildir! Önceki sayfalarda gelen belgeler 1938'in Kasım ayına aittir. Sonra gelen sayfalardaysa yeniden 1938 Kasımına geri dönülmektedir. Yine (BCA, MMK, (0.30.10)/ 111.751.29) kodlu yani anılan belgeden bir önceki klasör 31 Ekim 1938 tarihli bir belgeyi, yine bir sonra gelen (BCA, MMK, (0.30.10) /111.751.31) kodlu belge de 30 Aralık 1938 tarihini taşımaktadır. Diğer tüm belgelerin arşivlenme mantığı normal uygulamaya göredir. Fakat bu 13.806 rakamı nasıl olmuşsa bir istisna oluşturmuştur! Bu "belge"nin tarihi, kendi klasörü içindeki belgelere de kendinden önce ve sonra gelen klasörlerdeki belgelere de uymamaktadır. >

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, aynı zaman dilimine ait belgelerin yaklaşık olarak aynı başlangıç kodlarıyla arşivlendiği, bu kodların da tarih ilerledikçe daha yüksek bitiş rakamları ile numaralandırıldığı bir sisteme sahiptir. Yani daha geç bir tarihe ait belgenin kodunun da öncekilerden daha büyük bir rakam olması gerekmektedir. "Belge" bu anlamda da Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'nin genel sistemiyle uyumsuzdur. Böyle bir "belge" ya yazıldığı söylenen zamandan önce yani yazılmadan önce arşivlenmiştir; ya bu "belge" için arşivleme kuralları istisna olarak ihlal edilmiştir ya da gerçekte böyle bir "belge" hiç yazılmamıştır.

Bu garip durumun yanı sıra anılan "belgede"ki ölü isyancı rakamlarının, günlük askerî raporlardaki rakamların toplamıyla tutmaması daha doğrusu çok yüksek olması "belge"yi daha da şüpheli duruma düşürmektedir.

Yani tüm " Dersimcilerin " tek dayanağı olabilecek " belge " işte böyle son derece şüpheli bir durumdadır.

Bu şüphelerin de ötesinde yine 345. sayımızdaki başyazısında Gökçe Fırat'ın kanıtladığı gibi hem bu rakamın hem de bununla beraber verilen 11.683 kişilik "sürgün" rakamının doğru olması imkânsızdır. Harekâtta ya hiç ölen yoktur ya da kimse "sürgün"e gönderilmemiştir! Dersimciler ya bunu kabul etmek zorundadırlar ya da gerçek rakam olduğu belgelerle sabit olan sadece 2.000 isyancının öldüğünü… Kısacası "Dersimcilere" bu kapıdan da ekmek yoktur.

Arşiv isteyen " Dersimciler ", buyurun işte arşiv!

Devletin Dersim Arşivinin sonuçları açıktır:

Devlet katliam yapmamıştır, halka hiç zarar vermeden feodal sömürücülerin isyanını bastırmıştır.

Cumhuriyetin amacı Türkiye'den ve dünyadan yalıtılmış, aşiret zorbalarının elindeki Dersim'e medeniyet getirmek, yoksul köylüleri kölelikten kurtarmaktır.

Batılı emperyalistler, özellikle de Fransızlar ve İngilizler; bu aşiret zorbalarını sonuna kadar kullanmışlardır. Bunlara silah da dâhil her türlü desteği sağlamışlardır.

Taşnak-Hoybun örgütü tamamen işin içindedir. Kürt-Ermeni ittifakı, Türk Alevi nüfusu Kürtleştirmeyi bir strateji olarak benimsemiştir. Devlet gerçekten de Türk Alevi olan Dersim halkını kendinden ayrı değerlendirmemiş, onu Türklüğe ve medeniyete kazanmak için hareket etmiştir.

Nakil ve iskân, insanların daha iyi şartlara sahip olan ve zorbaların baskısının geçerli olamayacağı yerlere taşınması demektir. Katliam gibi sürgün de yalandır.

"Dersimciler" arşivler açılsın istiyorlardı!

Arşiv açıldı. Buyurun işte Arşiv!

Kaya Ataberk
Aktardı...,

http://www.turksolu.com.tr/353/ataberk353.htm


6 Nisan 2016 Çarşamba

KURTULUŞTAN 12 EYLÜLE YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ





KURTULUŞTAN 12  EYLÜLE  
YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ



Geçtiğimiz Eylül ayında sevgili hocamız Nermin Fenmen “ Kurtuluştan 12 Eylül'e Yakın Tarihimize Kısa Bir Bakış ” başlığıyla pdf formatında bir kitap yayımladı.  Bu kitabı daha iyi anlayabilmek ve yakın tarihimizdeki bazı konuları bir kez daha irdelemek için izinsiz gösteri olarak hocamızla bir e-söyleşi hazırladık.  Kitaba şu bağlantı ile ulaşabilirsiniz: 

http://www.odtumd.org.tr/calismagr/yayin/bulten/12Eylul_Kitap.pdf

İzinsiz Gösteri: Türkiye yakın tarihine ilişkin hem akademisyenlerin hem de bağımsız araştırmacıların ve gazetecilerin pek çok kitabı var. Neden böyle bir kitap yazma ihtiyacı duydunuz? Kitabınızı diğer çalışmalarla karşılaştırabilir misiniz?
Nermin Fenmen: Öncelikle çalışmama "kitap" sözcüğünü layık gördüğünüz için teşekkür ederim. ODTÜ Mezunları Derneği aylık yayın organı ODTÜ'lüler Bülteni için Yayın Kurulu olarak bir süredir uygulamakta olduğumuz "ayın konusu", 2005 Eylül sayısı için "12 Eylül" olarak belirlenmişti. Bu kapsamda oluşturulacak yazılarda 12 Eylül'ü özellikle genç arkadaşlarımıza daha iyi anlatabilmek ve "12 Eylül geldi, teröre son verdi" yanılgısına karşı "12 Eylül'e nasıl gelindi, bu darbe neye hizmet ediyordu, sonuçları nerelere gitti" şeklindeki bir yaklaşım hedeflenmişti.

Ben Türkiye'yi 12 Eylül'e getiren koşullara ilişkin bir derleme yapma görevini üstlendim. Bunun çerçevesinin çizilmesinde görüşüne başvurduğum kişiler arasında Sn. Ömer Gürcan ve Sn.Tuncay Çelen, "tarih içinde belli dönemlerin fotoğrafını çek, bunları ardarda getir, yazı yorumdan çok bilgilendirme yazısı olsun" şeklinde bir görüş belirttiler.
Aslında ne yalan söyleyeyim, buluşmamızda onlardan birer yazı alırım, kendim de bu yazılarda daha ayrıntılı işlenebilecek bir-iki noktayı saptayarak kendi yazımda bunlara değinirim diye düşünmüştüm. Oysa kapsam benim düşündüğümün çok ötesine geçmişti. "Sen yaparsın, kaynak istersen yardımcı oluruz" dediler ve beni gönderdiler. Sonuçta ortaya çıkan bu derlemenin fikir babaları Ömer Gürcan ve Tuncay Çelen'dir, destekleri için burada kendilerine bir kez daha teşekkür ediyorum.
Sorunuzda belirttiğiniz gibi yakın tarihimize ilişkin sayısız kaynak var. Yazmaya başladığımda aklımda önceleri 1960'ların sonundan 1980'e gelmek vardı. Ancak "yokluk içinde yedi düveli yenmiş" bir halkın günümüzde "yedi göbeğine kadar emperyalizme teslim olmuş" konuma nasıl geldiği, yakın tarihimizde atılan her adımdan nelerin yanlışlık ya da yanılgı, nelerin hıyanet olduğunu gözler önüne sermenin, bunu yaparken de kendi yorumumdan çok olayları sıralamayı, okuyucunun yorumu kendi çıkarabilmesinin daha önemli olduğunu düşündüm ve Kurtuluş'tan 12 Eylül'e bu çerçevede olayları sıralamaya, neden ve sonuç ilişkisini okuyucunun keşfetmesini sağlayacak bir belge oluşturmaya karar verdim
İ.G: Türkiye'de işçi hareketlerinin 1940'larda başladığını söylüyorsunuz oysa Osmanlı'nın son dönemlerinden bu yana özellikle tütün işçilerinin eylemleri ve grevleri devam etmiş. Nazım Hikmet'in Şeyh Bedrettin Destanının yazdığı 1930'lu yıllar da köylü hareketleri yükselmişti?
N.F: Doğru. "İlk işçi hareketlerine, sendikalaşma hareketlerine tanık oluyoruz" derken ifade biçimim çok net değil, daha çok sendikal örgütlenme anlamında işçi hareketlerinin 1940'larda gelişme kaydettiğini ifade etmek istedim. İşçiler lehinde siyasi baskıların yoğunlaştığı bu yıllarda sendikaların (her ne kadar işveren sendikaları ile birlikte de olsa) yasalaşması sağlanmıştır. İşçi hareketleri, tarım işçilerinin yanısıra artık sanayi işçilerinin de kentlerde etkin olduğunu bu yıllarda görüyoruz.

İ.G: Seçimleri 1946'da CHP kazanmasına rağmen karşı devrim başlıyor bu bir çelişki değil mi?

N.F: Bence Türkiye Cumhuriyeti'nin kaderi, bu çelişkinin ta kendisi ile belirlenmiştir. Aslında Çetin Yetkin, "karşıdevrim 10 Kasım 1938, 09:05'de başlamıştır" demiştir, sonuna kadar katılıyorum. Ancak yine alıntı olarak kullandığım M. Emin Değer'in "Türkiye'nin 1940'larda başlayan, dış ilişkilerdeki yanlışlığın altında emperyalizmin ne olduğunu bilmemek yatmaktadır" sözleri de gerçeği bütün çıplaklığıyla yansıtmaktadır.
Kurtuluş savaşı ve ardından Cumhuriyetin kurulması, eşine az rastlanır bir ulusal bütünlük içinde yapılmıştır. Bunu sağlamayı başaran Mustafa Kemal'i her zaman hayranlıkla anacağım. Özellikle günümüze gelindiğinde 1980'lerden sonra yurtseverliği temel alan solun önce parçalanması, ardından adeta silinmesi, toplumdaki duyarsızlık, tüketim ekonomisine teslimiyetin bu kadar kolay olmaması gerekirdi. Henüz 100 yıl bile dolmadan o yeniyi kurma, yoktan var etmek için elbirliği etme dürtüsü, Mustafa Kemal'in ölümüyle birlikte yokoldu, silindi, gitti. Bu, elbette devrimin kurumsallaşmamış olduğunun bir göstergesi. Mustafa Kemal'in, Cumhuriyetin ilanından öldüğü 1938'e kadar geçen 15 yıl içinde attığı adımları bir düşünün: hilafet kalkıyor, 500 yıllık saltanata son veriliyor. Ardından harf devrimi, kılık-kıyafet devrimi… Tüm bunlar birer üstyapı kurumu. Altyapının üstyapıyı yaratmasına izin vermek, uzun bir süre alacak. Devrimin tamamlanması için üstyapı ve kültürel zorlamalar var. Zamanında halkın lidere yoğun sevgisi var, toplumsal esneklik var ve bu yapı taşları birbiri ardına toplumun kaygan zeminine gömülüyor. Zeminin kayganlığı belki gözardı ediliyor, belki de bir şans deneniyor o yıllarda. Mustafa Kemal'in ölümü, ardından ne yazık ki bizim biraz doğamızda olduğundan kuşku duyduğum çekişme, birbirini yerme, kıskançlık, iftira… Artık Mustafa Kemal yok, kimin iktidarda olduğu da çok önemli değil, toplumsal çürüme başlayıveriyor hemen.
1946'larda ilk adımları atılan ve 1950'lerde artık geridönülmez bir biçimde gelen karşıdevrimin ayak sesleri, "CHP iktidarı tarafından başlatılmıştır" şeklinde bir yaklaşımı doğru bulmam. Ancak CHP iktidarının, yükselmekte olan DP muhalefetine karşı kimi popülist yaklaşımları, topluma ve belki dış ilişkilerde verdiği "tek parti, tek adam" izlenimini kırarak DP'nin liberal görüntüsüyle sempati toplamasına engel olmak için CHP'nin de gerektiğinde liberal bir tutum içine girebileceğini göstermek uğruna atılan "esnek adımların" aslında emperyalizme verilen geridönüşü olmayan tavizler olduğunu belki de hiç görememişti günün liderleri.

Karşıdevrimin ayak seslerinden beni en çok etkileyen, 1941'de ABD ile imzalanan "Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu" olmuştur. Düşünün ki 1923'de Avrupa'nın en güçlülerini yenmiş, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş bir ulusun, bundan 17-18 yıl sonra, 1940'larda Avrupa ile ilişkileri hala soğuk ve temkinli. Türkiye, kaynamakta olan Avrupa'da tarafsızlığını koruma çabasında. Tam da bu sırada ABD giriyor devreye. ABD Türkiye'ye silah yardımı yapacak ve bedeli, "ABD Başkanı'nın uygun göreceği herhangi bir maddi veya manevi karşılık" şeklinde belirleniyor. Olay bence burada başlamıştır.
İ.G: Demokrat partinin 6-7 Eylül'ü örgütlemesi temel felsefelerine ters değil mi? En azından tüccar azınlık erbabını kullanabilirlerdi. Bu olaylar belki de iktidarda CHP bile olsa olacaktı, siz ne dersiniz?
N.F: Toplumsal çelişkiler ne kadar derinse, yani işsizlik, açlık ile zenginlik ve gösteriş arasındaki uçurum ne kadar açılmışsa, böyle bir olayı tetiklemek, tetiklendiği anda büyütmek ve çığrından çıkmasını sağlamak o kadar kolaydır. Bu türden olayların tetiklenmesinde amaç, daha büyük bir toplumsal bir patlamanın, kolay bir hedef gösterilerek göreceli olarak daha az zararla bertaraf edilmesidir. Olayların geçtiği 1955'lerde toplumsal muhalefete hedef gösterilmesi gerekiyor. 24 Aralık 1978'in Maraş'ında Alevilerdi hedef gösterilenler. Mart 1980'de Çorum'da "Aleviler cami yaktı" idi çağrıları. 2 Temmuz 1993'de Sivas'ta "din elden gidiyor" dendi. Mekan, zamanlama, hedef ve çaprının içeriği dikkatle, özenle seçiliyor. 6-7 Eylül 1955 olaylarında da "Yunanlılar Atatürk'ün Selanik'teki evini yaktı" kışkırtması kullanılan. Sorun günün koşullarında en rahat tutuşacak, en kolay yayılacak yakıtı bilmek, gerisi bir kıvılcıma kalmış.
Kışkırtmalar neden o yıllara denk gelmiştir sorusunun yanıtlarından birinin, güçleşen ekonomik koşullarda, yükselen toplumsal muhalefet karşısında daha fazla toplumsal baskı, tercihan sıkıyönetim gerekliliği olduğunu düşünüyorum. Nitekim, olayların ardından ilan edilen sıkıyönetim ile yüzlerce ilerici, aydının tutuklandığına tanık oluyoruz.
Bunun ardından gelen yıllarda DP pervasızlığını ve baskıları alabildiğine artırmış, Türkiye, 1960 ihtilaline doğru koşar adım gitmiştir.
CHP iktidarda olsaydı benzer olaylar yaşanır mıydı, bunu sanmıyorum. Sosyal demokrat iktidarların Türkiye Cumhuriyeti tarihi içindeki yerlerine ve üstlendikleri misyon ile o yıllardaki konjonktür değerlendirildiğinde genellikle subap görevi gördüklerine tanık oluyoruz. Diğer yandan Maraş olayları CHP iktidarında yaşanmıştır. Sivas katliamında sosyal demokratlar iktidar ortağıdır. Ancak DP'nin, yaratmak istediği toplumsal baskıyı, İstanbul gibi büyük bir kentte çıkardığı kargaşa ile sağladığını düşünmek, toplumsal muhalefetin geldiği boyutun, iktidarda kim olsa benzer olaylar olacağını düşünmekten daha kabul edilir geliyor.

İ.G: Günümüzde yaşanan ekonomik ve sosyal sorunların kaynağını sizce nerede bulabiliriz?

N.F: Buna önceki sorunuzda değindim. Altyapı temeli tam oturmadan üstyapı temeltaşlarıyla oynanmış, ancak bunun sürekliliğinin sağlanması için yeterli zaman olmamıştır. Kapıdan kovulan emperyalizmin bacadan girmesine bilerek ya da bilmeyerek izin verilmiştir. Sosyal sorunların temeli daima ekonomiktir. "Yardımlara dayalı ekonomi" giderek 12 Eylül ile birlikte "üretmeden tüketmeye yönelik ekonomi" haline gelmiştir. Günümüze gelindiğinde "Başbakanın pazarlanmasından sorumlu olduğu bir ekonomi" olmuştur artık. Türkiye, 1940'larda ilk tavizlerle başlayan ancak 1950'lerden sonra kartopu etkisi gösteren yozluk, plansızlık ve günü kurtarma anlayışıyla geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir.
İ.G: Her ihtilal sonrasında bu halk sevinç içine giriyor sanki mehdi gelmiş gibi, aklı sonradan başına geliyor. Bunu sivil toplum olamamakla bağlantılandırabilir miyiz?
N.F: Halkın aklı sonradan da olsa başına geliyorsa sorun yoktur, ama bizde geçmişten ders çıkarmak, planlı, temkinli adımlarla yapılan yanlışları yinelememenin ne yazık ki çok eksik olduğunu düşünüyorum. Elimizi taşın altına koymayalım, ama koymaya çalışanlara engel olalım: Bu bence en büyük zaafımız. Sivil toplum olamayışımızın da en büyük nedenini buna bağlıyorum. Sivil toplum olmak, her konuda siyasi baskı aracı olabilmek, elbette iktidarların bu kadar pervasız olmalarına en büyük engeldir. Sivil toplum olsak da bizim yaşadığımız anlamda ihtilaller olur muydu? En azından bu ihtilalleri hazırlayan zemini oluşturmak bu kadar kolay olmazdı diye düşünüyorum. Ancak "sivil toplum" deyince ne anladığımız konusunda dahi sert muhalefetin alabildiğine çok olduğu bir toplumda "sivil toplum" olmak da bana hayal gibi geliyor. Bununla birlikte asla umutsuzluğa kapılmadan mücadelemizi her platformda sürdürmemiz gerektiğine inanıyorum. Mücadelede en önemli silah olarak "bilgilendirme"yi görüyorum. Bizi 12 Eylül'e getiren koşulları derlemeye çalıştığım bu çalışmamda da en önemli hedefim buydu.

İ.G: Türkiye'de toplumsal olayları ve bu olaylara müdahaleleri (Cami Bombalama, Gazetelerde spekülatif haberler vermek, şu son Şemdinli olayları gibi) derin devletin yönlendirdiği hakkında bir şey söylenebilir mi?
N.F: Yukarıda da değinmeye çalıştığım gibi, toplumsal çelişkiler ne kadar fazlaysa toplumun yönlendirilmesi de o kadar kolaydır. Yönlendirmenin kim tarafından yapıldığı değil de hangi amaç için yapıldığının iyi düşünülmesi, ortaya çıkarılması gerekir. "Derin devlet yönlendiriyor" şeklindeki bir saptamayı ben yetersiz buluyorum. Ne amaçlanıyor, bunun tartışılması bence daha önemli.
Din ve ırk istismarı yavaş yavaş güncelliğini yitiriyor. Artık "aleviler cami yaktı" ile halkı galeyana getirmek zor. "Yunanlılar Selanik'te Atatürk'ün evini yaktı" da geçerliliğini yitirdi. Bir süredir Ermeni konusu gündemde tutuluyor, ama halkın çoğunluğu için bu da bir entellektüel tartışma düzleminden öte birşey değil. Yeni kaynaklar gerekiyor.

Halkı canevinden vurmak için toplumsal değerlerin yoğun olduğu kaynakların aslında pek de değerli olmadığını göstermek gerekiyor. Şimdilerde yeni bir kaynak, askerimiz, "memetlerimiz". Halkımız için "memetçik" bir değerdir. Asker üzerine kuşku düşürülüyor. Yıpratılan bir diğer kurum üniversiteler. Bu profesörlere de fazla güven olmadığı ima ediliyor.
Günümüzde iletişim kanallarının, özellikle bilişim teknolojisindeki atılımlarla başdöndürücü hızda gelişmeleri, bu türden, amaca ve hedefe yönelik bilgi çarpıtmalarının hızla yayılmasını sağlıyor. İletişim kaynaklarının büyük bir silah olduğu günlerde yaşıyoruz.

Bu nedenle, bize ulaşan her bilgiyi, bilgi parçacığını kimden geldiğinden çok, ne içerdiğini tartarak kullanmamız gerekiyor. Bilgi bombardımanı sırasında öncelikliyi diğerlerinden ayrımak, analiz etmek ve altında yatan gerekçekeri irdeledikten sonra karşı bilgilendirme stratejimizi kurmak ve gerçekleştirmek, bizim en önemli görevimizdir diye düşünüyorum.
İ.G: 1968 kuşağı Avrupa'da birçok ülkede yönetim kadrolarında bizde ise o dönemin karşı devrimcileri. Ancak ilginç değil mi AKP onlarla bütünleşmek istiyor?
N.F: AKP'nin "onlarla" bütünleşmesi derken Avrupa Birliği'ne girme sürecimizi kastettiğinizi varsayıyorum. Bunun AKP'nin tek başına bir stratejisi olmadığını hepimiz biliyoruz. ABD ve Avrupa Türkiye'yi Avrupa Birliği'nde görmek istiyorlarsa AB'ye gireceğiz, diğer türlü girdik giriyoruz diye oyalanmaya devam edeceğiz. AKP'nin AB ile dirsek temasında geçmişin devrimcileriyle ilişkide olduğunu farkettiğini, bunu onayladığını ya da onaylamadığını sanmıyorum.
İ.G: Ülkemizde ordunun sanayi ve ticaret içinde bulunmasını (OYAK) ve her konuda söz sahibi olmasını Türkiye Tarihinde nereye koyabiliriz?
N.F: Türkiye, militarist bir toplum olagelmiştir. Hiyerarşiyi çabuk benimseriz. Üstümüz karşısında ceketimizi ilikler, üstümüz odadan çıktıktan sonra dedikodusunu yaparız. Yine de bize verilen talimatları uygulamaktan geri kalmayız. Bize uygulanan baskıyı, bir başka vatandaşa uygulamakla kendimiz üzerindeki baskıyı hafifletiriz. Böyle bir toplumsal yapıda ordu daima saygın bir kurum olagelmiştir. Ordu sözsahibi olacaksa onun yan kuruluşları olan ticari kuruluşlar da benzer bir saygınlığı taşıyacaktır. OYAK'ın etkinlik alanlarını genişletmesini, en son da bankacılık sektörüne el atmasını bu şekilde yorumlamak mümkün. Ordunun devlet bütçesinden ayrılan kaynakların yanısıra gereksinim duyduğu kaynakları büyük ölçüde sağlayan, bu ticari kuruluşlardır. Bunların gelişmesinde de "askerdir, batmaz", ya da "askerdir, dürüsttür" unsurlarının küçümsenmeyecek ölçüde rol aldığını düşünüyorum.
İ.G: Tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir, kimin söylediğini bilmiyorum bu sözü ancak felsefi olarak bana çok yakın geliyor, siz bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti tarihinin 1980'e kadar olan bölümünü özeti geçmişsiniz, çalışmalarınızın devamı gelecek mi?

N.F: Olayları ardarda, kronolojik sırada vermek ve yorum yapmaktansa sorunun kaynağını okuyucunun kendinin keşfetmesini sağlamak bana daha kalıcı gelen bir yöntem. Bu yöntem uygulandığında okuyucu yazarı falanca konuda önyargılı olmakla, filanca konuyu çarpıtmış olmakla suçlamak ve bu nedenle konunun özünden uzaklaşmakla zaman yitirmiyor, yorumunu kendi yapıyor, kararını kendi veriyor. İnsanımızı, özellikle gençliği düşünmeye zorlamayı, bu derlememde de en önemli hedef olarak belirlemiştim.
Bu çerçevede yazılarımı, zaman elverdiğince sürdürmeyi arzu ediyorum. Ancak takdir edersiniz ki bu tür bir çalışma, en az 2 ay, bu konuyla yatıp bu konuyla kalkmayı gerektiriyor. Çalışma yaşamımın doğrudan bir parçası olmadığından yeni bir yaz tatili ve yıllık izin dönemini beklemek gerekiyor gibi görünüyor!
İ.G: Çok teşekkür ediyor ve yeni çalışmalarınızı bekliyoruz.

http://www.izinsizgosteri.net/new/?issue=30&page=1&content=192



..